BERCESTE VE İZAHI – 8 –

BERCESTE VE İZAHI – 8 –
.
1. Nâbî
​İktibas:
Değil zâta mâ’il halk mâl ü câhâdır rağbet
Dirâht etrâfına kimse dolaşmaz bârdan sonra
Nâbî

​İzah ve Açıklama:
Hikemi (hikmetli) şiirin temsilcisi Nâbî, bu beyitte insan ilişkilerindeki menfaatçiliği ve ikiyüzlülüğü eleştirir. İnsanların bir kişinin şahsiyetine (zâta) değil, onun malı ve makamına (mâl ü câhâ) rağbet ettiğini söyler. Bu durumu bir benzetmeyle açıklar: Meyveli bir ağacın etrafına, meyvesi (bâr) bittikten sonra kimse toplanıp dolaşmaz. Bu, dostluğun, saygının ve ilginin çıkar ilişkilerine dayandığı toplumsal bir gerçeğin, ibret verici ve düşündürücü bir tespiti ve eleştirisidir.

​2. Muhibbî (Kanuni Sultan Süleyman)
​İktibas:
Saltanat dedikleri ancak cihân gavgasudur
Olmaya baht u sa’âdet dünyede vahdet gibi
Muhibbî

​İzah ve Açıklama:
Osmanlı’nın en kudretli padişahı Kanuni Sultan Süleyman’ın (mahlası Muhibbî) bu beyti, tarihi ve ibretli bir değere sahiptir. İlk mısra, Padişah’ın kendi hayatından çıkardığı derin bir tespittir: “Saltanat (hükümdarlık) dedikleri şey, ancak dünya kavgası (cihân gavgasu) ve didişmesinden ibarettir.” İkinci mısrada ise asıl saadetin nerede olduğunu belirtir: “Bu dünyada, yalnızlık, teklik ve birlik (vahdet) gibi bir baht ve mutluluk yoktur.” Vahdet, hem tasavvufi anlamda Allah ile birlik hem de dünyevi anlamda yalnızlık ve huzur anlamına gelir. Hükümdarın bu sözü, dünyevi gücün boşluğunu ve manevi huzurun üstünlüğünü gösteren en büyük tarihi ibrettir.

​3. Osman Kemâlî Efendi
​İktibas:
Her ne yüze baksa göz âyînedekendin görür
Vechini pâk eyle kim mir’âta bühtân olmasın
Osman Kemâlî Efendi

​İzah ve Açıklama:
Bu beyit, nefs muhasebesi ve eleştirinin kaynağı üzerine düşündürücü bir hikmettir. Şair, insanın aynanın yüzüne baktığında ne görüyorsa, aslında kendini gördüğünü söyler. Ayineden kasıt hem gerçek ayna hem de etrafındaki dünyadır. İkinci mısrada ise ahlaki ders verilir: “Sen kendi yüzünü temiz tut (vechini pâk eyle) ki, aynaya (mir’âta) iftira (bühtân) olmasın.” Yani, dünyada gördüğün kötülükler veya aksaklıklar, esasen senin kendi kalbinin yansıması olabilir. İnsan, eleştirmeden önce kendi nefsini düzeltmelidir.

​4. İzzet Ali Paşa
​İktibas:
Nâ-dâna fâş eyleme sırr-ı muhabbeti
Bir gevher-i yegânedir Allâh emâneti
İzzet Ali Paşa

​İzah ve Açıklama:
İzzet Ali Paşa, ilahi aşkın (muhabbetin) değerini ve korunması gerektiğini vurgular. “Nâ-dân” (cahil, bilgisiz, idrakten yoksun) kişiye “sırr-ı muhabbeti” (sevginin sırrını) açıklamamasını (fâş eyleme) öğütler. Çünkü bu sevgi, “biricik bir cevher” ve **”Allah’ın emaneti”**dir. Bu, tasavvufta sıkça işlenen bir ilkedir: İrfan ve hakikat sırları, liyakati olmayan, idrakten yoksun ve cahil kalplere açılmamalıdır. Gönüldeki bu manevi hazinenin kıymetini bilmeyenlere ifşa edilmesi, emanete ihanet sayılır.

​Makale: Gönül, Taht ve Ayna: İrfan Yolculuğunda Hikmet
​Büyük şairler ve hikmet sahipleri, hayatı bir gönül muhasebesi olarak görmüşlerdir. Onların sözleri, fani dünyanın aldatıcı tahtları ile ebedi saadetin sırrı olan dahili tevazu ve samimiyet arasındaki ince çizgiyi çizer. Bu berceste beyitler, birbiriyle uyum içinde, insanı yüksek bir ahlakın ve derin bir irfanın peşine düşmeye davet eden bir rehber niteliğindedir.

​I. Fânilikten Kâinata: Tahtın Boşluğu ve Evrensel Keder
​Kanuni Sultan Süleyman (Muhibbî) gibi bir cihan hâkimi bile, ömrünün zirvesinde en büyük ibreti not düşmüştür: “Saltanat dedikleri ancak cihân gavgasudur / Olmaya baht u sa’âdet dünyede vahdet gibi.” Mutlak güç ve ihtişam, Kanuni için sadece bir kargaşadan ibaret kalmış, asıl mutluluğu yalnızlıkta ve deruni huzurda (vahdet) bulmuştur.
​Bu dünyanın neşesi geçicidir; Misli’nin dediği gibi, her gülüşün sonu hüzünle biter. Bu, sadece sıradan insanların değil, peygamberlerin dahi kaderidir. Dünya, bir mutluluk yurdu değil, bir çile ve imtihan sahnesidir. Bu bakış açısı, insana kanaat etmeyi ve hırslarını dizginlemeyi öğreterek, asıl mükâfatı maneviyatta aramaya yönlendirir.

​II. İrfanın Sırrı
​Bu derin hakikatler, herkese açık değildir. İzzet Ali Paşa, **”sırr-ı muhabbeti”**n, yani ilahi aşkın sırrının “bir gevher-i yegâne” olduğunu ve cahil (nâ-dân) kişilere açıklanmaması gerektiğini öğütler. İrfan, liyakat ve idrak ister.
Nâbî, menfaatçi ilişkileri eleştirirken, Osman Kemâlî Efendi ise daha derine iner: “Vechini pâk eyle kim mir’âta bühtân olmasın.” Gördüğün kusurlar senin kendi kalbinin yansıması olabilir; aynayı (dünyayı) suçlamadan önce, kendi yüzünü (nefsini) temizle. Bu, bütün hikmetlerin başladığı ve bittiği yerdir: Kendi nefsini tanıma ve temizleme zorunluluğu.

​Makale Özeti
​Sözler, birbirini tamamlayan şu temel temada yoğunlaşır:

• ​İrfan ve Emanet: İzzet Ali Paşa aşkın sırrının liyakati olmayanlardan korunması gereken bir ilahi emanet olduğunu ve karşılıksız beklentilerin anlamsızlığını vurgular.
• ​Sanat ve Karakter: İbn-i Kemâl, hakiki sanatın samimi çileden doğduğunu gösterirken; Hâletî, aşk acısının gözyaşıyla ifade edildiğini anlatır. Nâbî ve Osman Kemâlî Efendi ise, dış dünyayı eleştirmeden önce nefsi temizleme gerekliliğini ve bu temizlenmenin sonucunda bir karakterin ortaya çıkacağını belirtir.
​Bu beyitler, bireyi manevi dürüstlüğe, toplumsal şefkate ve dahili huzura davet eden, uyumlu bir irfan dersi sunmaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
06/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 7 –

BERCESTE VE İZAHI – 7 –

​1. Huldî
​İktibas:
Kıl tevbe seyyi’âtına gözler kapanmadan
Vaktiyle gör hesabını defter kapanmadan
Huldî

​İzah ve Açıklama:
Bu beyit, insan hayatının en önemli meselesi olan ölüm ve muhasebe üzerine kuruludur. Şair, insanın dünyadaki ömrünün sınırlı olduğunu ve bu sürenin ne zaman biteceğinin belli olmadığını sert bir uyarıyla hatırlatır. “Seyyi’ât” kelimesi günahlar ve kötü ameller demektir. Huldî, kişiye gözleri kapanmadan (yani ölmeden) önce günahlarından tövbe etmesini emreder. İkinci mısrada ise amel defteri kapanmadan önce (yani ölümle kayıtlar sona ermeden) kendi hesabını dünyada iken görmesini, ne yapıp ettiğini muhasebe etmesini öğütler. Bu, bir erteleme hastalığına karşı bir uyarı ve zamana karşı sorumluluk bilincidir. Hikmetli yanı, zamanında yapılan tövbenin ve nefs muhasebesinin kıymetini vurgulamasıdır.

​2. Yahya Kemal Beyatlı – Süleyman Nazif
​İktibas:
Hezâr gıbta o devr-i kadîm efendisine
Ne kendi kimseye benzer ne kimse kendisine
Yahya Kemâl Beyatlı – Süleyman Nazif
(1. mısra Yahyâ Kemâl Beyatlı’ya, 2. mısra Süleyman Nazif’e aittir.)

​İzah ve Açıklama:
Bu iki büyük şairin ortaklaşa söylediği bu meşhur beyit, özelliğin ve yüksek karakterin övgüsüdür. Beyit, aslen İbnülemin Mahmud Kemal İnal gibi “nev’i şahsına münhasır” (kendine has) bir zat için söylenmiştir. “Hezâr gıbta” binlerce kez özenme, gıpta etme anlamına gelir. “Devr-i kadîm efendisi” ise, geçmiş zamanın asil, zarif, terbiyeli ve yüksek ahlak sahibi insan tipini temsil eder. Beyit, o efendiye binlerce kez gıpta edildiğini ifade eder.
İkinci mısra, onun eşsizliğini ve taklit edilemezliğini belirtir: Ne o başkasına benzer ne de başkası ona. Bu, tarihin ve kültürün yetiştirdiği kendi zirvesinde bir şahsiyetin yüceltilmesidir; aynı zamanda kişisel ahlak ve edepteki özgünlüğün ne kadar değerli olduğunu gösteren edebi bir ifadedir.

​3. Hoca Ahmed Yesevî
​İktibas:
Kayda körseŋ köŋli sınuk merhem bolgıl
Andağ mazlum yolda kalsa hemdem bolgıl
Rûz-ı mahşer dergâhığa mahrem bolgıl
Mâ u menlik halâyıkdın kaçtım menâ
Hoca Ahmed Yesevi

​İzah ve Açıklama:
Büyük Türk-İslam mutasavvıfı Hoca Ahmed Yesevî’nin bu hikmeti, tevazu, şefkat ve hizmet ahlakının manifestosudur. Ana tema gönül kırmamak ve fakire, mazluma yoldaş olmaktır.
• ​İlk iki mısra: “Nerede görsen gönlü kırık, merhem ol sen. Öyle mazlum yolda kalsa, yoldaşı ol sen.” Bu, Yesevî’nin yolunun temelidir: Bütün varlığıyla dertliye deva, yalnız kalana dost olmaktır.
• ​Üçüncü mısra: “Mahşer günü dergâhına yakın ol sen.” Bu amellerin karşılığında ahirette ilahi huzura yakınlık (mahrem olma) vadedilir.
• ​Son mısra: “Ben-benlik güden (Mâ u menlik) kişilerden kaçtım ben işte.” Yesevî, bu dünyevi “ben” ve “sen” (Mâ u men: Sen ve ben, yani benlik davası, kibir) ayrımı güden, gururlu insanlardan uzak durduğunu beyan eder. Bu, diyerkâmlığın ve nefsini terbiye etmenin en yüksek halidir.

​4. Misli
​İktibas:
Güldürürse bir vakit de hüzün eyler hitâm
Bunca peygâmber ki gelmiş var mı giryân olmadık
Misli

​İzah ve Açıklama:
Bu beyit, dünya hayatının geçici ve aldatıcı doğasını gözler önüne serer. “Hitâm” kelimesi son, bitiş demektir. Şair Misli, ilk mısrada dünyanın insanı bir süre güldürse bile, o neşenin sonunun muhakkak hüzünle biteceğini belirtir. Dünya sevinci geçicidir. İkinci mısra, bu hüznün evrensel ve tarihi boyutunu pekiştirir: Bu kadar çok peygamber gelmiş, içlerinde hiç ağlamayan, dert ve ıstırap çekmeyen var mıdır? Peygamberler dahi imtihanlar karşısında gözyaşı dökmüşlerdir. Bu, hüzün ve kederin hayatın doğal bir parçası olduğu ve fani dünyadan sürekli bir mutluluk beklenmemesi gerektiği, tevekkül ve kanaat ruhunu telkin eden ibretli bir sözdür.

​5. Kâtibî
​İktibas:
N’ola mücrim isek yarın şefâ’at-hâhımız vardır
Dayansın zühdüne zâhid bizim Allâh’ımız vardır
Kâtibî

​İzah ve Açıklama:
Şair Kâtibî, bu gazel beytiyle İslam’ın rahmet ve şefaat yönünü, gururlu zahitlik anlayışına karşı savunur. “Mücrim” günahkâr, suçlu demektir. Şair, günahkâr olsa bile mahşer gününde şefaat dileyecek (şefâ’at-hâh) olan Hz. Peygamber’in varlığıyla teselli bulur.
İkinci mısra, zahide (dinin sadece şeklî emirlerine tutunup kibirlenen sofuya) bir meydan okumadır: “Ey zâhid (ham sofu), sen kuru ibadetine ve nefsine dayanadursun, bizim (bütün kusurlarımıza rağmen) Allah’ımız vardır.” Bu beyit, amelin kuru şekline odaklanan bir zihniyete karşı, Allah’ın geniş rahmetine ve merhametine olan derin güveni ve tevazuyu ön plana çıkarır.

​6. İbn-i Kemâl
​İktibas:
Her sadâ kim zâhir oldu tîşe-i üstâddan
Bir eserdir taşra kalmış nâle-i Ferhâd’dan
İbn-i Kemâl

​İzah ve Açıklama:
Osmanlı Şeyhülislamı ve âlimi İbn-i Kemâl, bu beyitte sanatın ve eserin kalıcılığı temasını işler. Beyit, ünlü Ferhat ile Şirin hikayesine telmihte bulunur. “Tîşe-i üstâd”, sanatkarın (üstadın) elindeki aleti, baltayı ifade eder; bu balta, sanatın üretildiği aracı sembolize eder. “Ferhâd’ın nâlesi” ise, aşkın verdiği acıyla dağları delerken çıkardığı inilti ve feryattır. Şair, ustanın elinden çıkan her sesin/eserin, Ferhat’ın aşk acısıyla çıkan iniltilerinden arta kalan bir eser olduğunu söyler. Yani: Gerçek sanat ve eser, kuru bir teknikten (baltadan çıkan sesten) değil, Ferhat’ın aşkı gibi derin bir ıstıraptan, samimi bir dertten doğar. Bu, sanatın kaynağının gönül ve çile olduğunu, kuru bir işçiliğin ise sadece boş bir ses olduğunu anlatan edebi ve düşündürücü bir tespittir.

​7. Hâletî
​İktibas:
Yâr hâlimden su’âl etse hemân giryân olur
Görmedim çeşmim gibi âlemde bir hâzır-cevâb
Hâletî

​İzah ve Açıklama:
Şair Hâletî, bu zarif Divan şiiri beytinde aşk acısının derinliğini ve gözyaşının hazırcevaplığını dile getirir. “Yâr hâlimden su’âl etse” (Dost, benim hâlimi sorsa) mısrasına karşı “hemân giryân olur” (hemen ağlamaya başlar) cevabı gelir. Gözyaşı burada, dostun dilinin anlatmaya yetmediği dert ve ızdırabı anlatan hazır bir cevap olarak kişileştirilir. Şair, gözleri kadar hazırcevap (cevap vermeye hazır) bir başkasını görmediğini söyler. Bu, sevginin tarifsiz acısının sadece gözyaşları ile ifade edilebildiğini gösteren, edebi sanatı ve duygusal yoğunluğu yüksek bir beyittir. Dostun acısı o kadar derindir ki, hâli sorulduğunda kelimelere gerek kalmaz, gözyaşı hemen durumu özetler.

​8. Hazreti Mevlânâ
​İktibas:
Bi-tâ’at-i din, behişt-i Rahmân meteleb
Bi-hâtem-i Hak, molk-i Süleymân meteleb
Çûn âkıbet-i kâr ecel hâhed bûd
Âzâr-ı dil-i hiç moselmân meteleb
Hz. Mevlânâ

​İzah ve Açıklama:
Hz. Mevlânâ, bu Farsça rubaide manevi samimiyet, dünyanın geçiciliği ve gönül ahlakı esaslarını öğretir.
• ​İlk iki mısra: “Dini vecibeleri yerine getirmeksizin Rahmân’ın cennetini isteme,” ve “Hakk’ın izni olmaksızın Süleyman’ın mülkünü isteme.” Bu, çaba, amel ve ilahi izin olmadan büyük sonuçlar beklemenin boşuna olduğunu, her şeyin bir kuralı ve izni olduğunu vurgular.
• ​Üçüncü mısra: “Mademki işin sonunda ölüm vardır” (Ecel hâhed bûd). Bütün dünyevi gayretlerin sonu ölümdür.
• ​Dördüncü mısra: “Öyleyse hiçbir müslümanın kalbinin kırılmasını isteme.” (Gönlünü incitmeyi arama, gözetme). Ölüm gerçeği karşısında, insanın en önemli ahlaki görevinin kalp kırmamak olduğunu belirtir. Çünkü gönül, Allah’ın nazargâhıdır. Yapılması gereken en kıymetli amel, gönülleri imar etmektir.

​9. Hazreti Mevlânâ
​İktibas:
Bâ-to suhenân-ı bî-zebân hâhem goft
Ez-comle-yi guş-hâ nihân hâhem goft
Coz-guş-ı to neşneved hadîs-i men, kes
Her çend miyân-ı merdomân hâhem goft
Hz. Mevlânâ

​İzah ve Açıklama:
Bu Farsça rubai, hakikat sırrının herkese açık olmadığı ve gönül dilinin önemini vurgular. Mevlânâ, hakikatleri sadece onu idrak edebilecek olana, yani sevgiliye (hakikat yolcusuna) fısıldayacağını söyler.
• ​İlk iki mısra: “Sana dilsiz-dudaksız sözler söyleyeceğim. Bütün kulaklardan gizli bir şeyler anlatacağım.” Bu, **”sır”**rın kelimelerle ifade edilemeyeceğini, ancak kalpten kalbe akan bir manevi dille (bî-zebân) anlaşılabileceğini ifade eder.
• ​Üçüncü ve dördüncü mısra: “Bu sözleri halk içinde söyleyeceğim ama, senin kulağından başka hiçbir kulak duymayacak.” Hakikat, halkın ortasında da söylense, onu anlayacak olanın sadece hazır ve idrak sahibi bir gönül olduğu belirtilir. Bu, ilahi sırrın ve irfanın sadece liyakatli kalplere açıldığına dair tasavvufi bir derinlik taşır.

​Makale: Fâni Dünyanın Hesabı ve Gönül İkliminin Eşsizliği

​I. Fâni Dünyada İhmalin Bedeli ve Hesap Vakti
​Hayat, göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir imtihan sahnesi. Tarihin en büyük hikmetlerinden biri, insanın **”an”**ı ve **”son”**u idrak etme zorunluluğudur. Şair Huldî, bu zorunluluğu keskin bir uyarıyla dile getirir: “Kıl tevbe seyyi’âtına gözler kapanmadan / Vaktiyle gör hesabını defter kapanmadan.” Bu, basit bir dini emir değil, insanın kendine karşı dürüst olma ve sorumluluk alma çağrısıdır. Tövbe ve muhasebe, ertelenemez bir vazifedir. Eğer dünyevi işlerimizi bile defterler kapanmadan, süre dolmadan görüyorsak, ebedi hayatımızın sermayesi olan amellerimizin hesabını neden son dakikaya bırakalım? Bu hikmet, vaktin kıymetini bilme felsefesini kalbe nakşeder.
​Bu hesaplaşma meselesi, hayatın kaçınılmaz doğasıyla da pekişir. Misli’nin dediği gibi, “Güldürürse bir vakit de hüzün eyler hitâm / Bunca peygâmber ki gelmiş var mı giryân olmadık.” Dünya, sürekli bir neşe yurdu değildir; her gülüşün sonunda bir hüzün perdesi vardır. Bu evrensel keder, en üstün insanlar olan peygamberlerin dahi hayatında mevcuttur. Bu, insanı dünya hırsından uzaklaştırıp, saadeti baki olan âlemde aramaya yönlendiren büyük bir tevekkül dersidir.

​II. Gönül Kırma Yasağı ve Şefaat Sığınağı

​Büyük hakikat, amellerin nihayetinde insanın kendini nereye konumlandırdığıdır. Hazreti Mevlânâ, hayatın bütün bu fani gailesini bir kenara bırakıp en önemli ahlaki ilkeyi ortaya koyar: “Çûn âkıbet-i kâr ecel hâhed bûd / Âzâr-ı dil-i hiç moselmân meteleb.” Mademki her şeyin sonu ölümdür, öyleyse hiçbir müslümanın kalbini incitmeyi gözetme. Bu, İslam ahlakının zirvesidir; gönül, Hakk’ın tecelli ettiği nazargâhtır. Gönül yıkmak, Kâbe yıkmaktan beterdir.
​Bu gönül ahlakı, Hoca Ahmed Yesevî’nin hikmetiyle Anadolu ve Orta Asya topraklarında kök salmıştır. Yesevî, tevazunun ve halka hizmetin en yüce makam olduğunu söyler: “Kayda körseŋ köŋli sınuk merhem bolgıl / Andağ mazlum yolda kalsa hemdem bolgıl.” Kırık gönüllere merhem olmak, mazluma yoldaş olmak, Yesevî’ye göre “Mâ u menlik” (benlik davası) güdenlerden kaçmanın ve Rûz-ı Mahşer’de Hakk’a yakın olmanın (mahrem bolgıl) tek yoludur.
​Ancak insan fıtratı hata yapmaya meyillidir. İşte bu noktada Kâtibî, rahmet ve ümit kapısını aralar: “N’ola mücrim isek yarın şefâ’at-hâhımız vardır / Dayansın zühdüne zâhid bizim Allâh’ımız vardır.” Bu beyit, kuru ve gururlu zahitliğin karşısına, günahkâr da olsa Allah’ın engin rahmetine ve Hz. Peygamber’in şefaatine sığınanların tevazu ve ümidini koyar. Amellerimiz bizi kurtarmaz; bizi kurtaracak olan Allah’ın merhameti ve Peygamber’in şefaatidir.

​III. Sevgi, Sanat ve Eşsiz Karakterin Sırrı

​Söz uçar, eser kalır. Kalıcı eserlerin ve eşsiz şahsiyetlerin sırrı ise samimiyette gizlidir. İbn-i Kemâl, sanatın kaynağını tarif eder: “Her sadâ kim zâhir oldu tîşe-i üstâddan / Bir eserdir taşra kalmış nâle-i Ferhâd’dan.” Üstadın elindeki aletten çıkan her ses, kuru bir işçilikten ziyade, Ferhat’ın aşk acısı ve derin ıstırabından arta kalan bir eserdir. Gerçek sanat, teknikten değil, gönül çilesinden doğar.
​Ancak bu derin gönül çilesi, her zaman karşılığını bulamaz. Kâmî, bu acıyı sevginin vefanın yitirildiği bir devirde şöyle feryat eder: “Güle kuş etdiremez yok yere bülbül inler / Varak-ı mihr ü vefâyı kim okur kim dinler.” Bülbül boş yere inler, çünkü onun aşk ve vefa sayfasını okuyup dinleyen kimse kalmamıştır. Bu, sevginin ve fedakârlığın değerinin bilinmediği bir döneme dair edebi bir hicivdir.
​Öyle derin bir acı ki, kelimeler dahi onu anlatamaz. Hâletî, sevginin bu tarifsiz hâlini gözyaşıyla ifade eder: “Yâr hâlimden su’âl etse hemân giryân olur / Görmedim çeşmim gibi âlemde bir hâzır-cevâb.” Aşığın derdi sorulduğunda, dil lal olur; dert, gözyaşı gibi hazırcevap bir tercüman bulur.
​İşte bütün bu hakikat ve sır, ancak has kullara açılır. Mevlânâ, bî-zebân (dilsiz) sözlerin sırrını anlatır: “Coz-guş-ı to neşneved hadîs-i men, kes / Her çend miyân-ı merdomân hâhem goft.” Ben bu sırları halkın ortasında da söylesem, onu idrak edecek olan sadece senin gönül kulağındır. Hakikat, ancak hazır gönüllere tecelli eder.
​Son olarak, bütün bu hikmetlerin vücut bulduğu nadir şahsiyetler vardır. Yahya Kemal Beyatlı ve Süleyman Nazif, böyle bir şahsiyeti “devr-i kadîm efendisi” diye yüceltirler: “Hezâr gıbta o devr-i kadîm efendisine / Ne kendi kimseye benzer ne kimse kendisine.” Bu, bütün bu hikmetleri hayatında toplayan, özel, dürüst ve yüksek ahlak sahibi insan tipine duyulan özlem ve hayranlığın edebi ifadesidir.

​Özet
​Bu makale, Huldî, Misli, Kâtibî, Hoca Ahmed Yesevî, İbn-i Kemâl, Hâletî ve Hz. Mevlânâ gibi farklı dönemlerin büyük düşünür ve şairlerinin hikmetli sözlerini merkeze almıştır. Temel olarak on aşama belirlenmiştir:
• ​Zamanı Değerlendirme: Huldî’nin uyarısıyla, ölüm gelmeden (gözler kapanmadan) önce günahlardan tövbe etme ve muhasebe yapma sorumluluğu.
• ​Dünyanın Fâniliği: Misli’nin vurgusuyla, dünya neşesinin geçiciliğini ve kederin evrenselliğini kabul etme gereği.
• ​Amel ve Mülk Dengesi: Mevlânâ’nın uyarısıyla, samimiyet ve çaba (ta’at) olmadan cennet ve dünyevi mülk istememenin hikmeti.
• ​Kibirden Kaçınma: Hoca Ahmed Yesevî’nin düsturuyla, benlik davası (mâ u menlik) güdenlerden kaçınarak tevazu yolunu seçme.
• ​Gönül Yapma: Yesevî ve Mevlânâ’nın ortak çağrısıyla, gönlü kırık olana merhem olma ve hiçbir insanın kalbini kırmama ahlakının en yüce görev olduğu.
• ​Rahmete Güven: Kâtibî’nin sözüyle, kuru zahitliğe karşı Allah’ın geniş rahmetine ve şefaatine sığınma ümidi.
• ​Sevginin Kaynağı: İbn-i Kemâl’in tespitiyle, kalıcı sanatın ve eserin kuru teknikten değil, derin gönül çilesinden (Ferhat’ın nâlesi) doğduğu.
• ​Vefanın Kaybı: Kâmî’nin feryadıyla, sevgi ve vefa gibi yüksek insani değerlerin kıymetinin bilinmediği bir zamana dair duyulan edebi hüzün.
• ​Sevginin Dili: Hâletî’nin ifadesiyle, sevginin acısının derinliğini kelimelerin değil, gözyaşının (hazırcevap) anlatabileceği.
• ​Eşsiz Şahsiyet: Yahya Kemal ve Süleyman Nazif’in övgüsüyle, bütün bu hikmet ve ahlakı nefsinde toplayan, özel ve taklit edilemez yüksek karakterli insana duyulan gıpta.
​Bütün bu beyitler, fâni dünyanın geçici hesaplarından uzaklaşıp, gönül kırmama, tevazu ve aşkın çilesiyle olgunlaşan eşsiz bir karaktere ulaşma yolunu işaret eden, manevi ve edebi bir bütünlük oluşturmaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com




TEK BAŞINA YÜRÜYENLER: RUHTAN KABRE, KABİRDEN EBEDİYETE

TEK BAŞINA YÜRÜYENLER: RUHTAN KABRE, KABİRDEN EBEDİYETE

İnsan her ne kadar ictima-i bir varlıkta olsa, herkes kendi yürüyüşünde tektir.
Herkes tekbaşina yola çıkmış, kendi yolunu belirlemiş, bazen arkadaş bulmuş,arkadaş olmuş, ortak noktalar ve havuzlarda bulunmuştur.
Gerçekte yürüyüşünde tektir.
Hedefini belirlemiş, yoluna revan olmuş, yolda yol arkadaşını bulup, onunla yoldaş olmuş.
Sonuç olarak hedefi olan veya olacak olan cennet ve cehennem son durağını bilip seçtiği kendi otobüsü ve koltuğuyla sonlandırmış olmaktadır.
Ruhlar aleminde tek başına sözleşmesinin altına imzasını atmış.
Anne karnında tek başına, bazen kardeşleriyle beraber gelirken hepsi ayrı yolunu belirlemiş, ayrı yollara düşmüşler.
İşte dünyanın farkı; yolların belirlendiği, ayrılıp herkesin yolunu belirleyerek yola ve yoluna revan olduğu imtihan yeri.
Neticede kabre tek başına girilip, tek kişilik bir hesap, sura üfürülmesiyle bölük bölük kabirlerden çıkışlar gerçekleşecektir.
Mahşerde sualde tek başına şahitler huzurunda sorgulanıp, sırat yolculuguyla beraber kendi cennet ve cehennemine gidecek ve girecektir.

******

İnsan, kalabalıklar içinde yaşar, dostlar edinir, cemiyetler kurar, ordularla yürür.
Ama hakikatte, her insan tek başına bir yolcudur.
Doğarken yalnızdır, ölürken yalnızdır; mahşerde hesaba çekilirken de yalnız olacaktır.
İnsan, toplumsal bir varlık olsa da, kendi yürüyüşünde tektir.

1. Ruhlar Âleminde Başlayan Sözleşme

Her insanın hikâyesi, dünyada değil, ezelde başlar.
Ruhlar âleminde Rabbimiz, bütün ruhlara hitap etmişti:
“Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” dediler ki: “Evet, Rabbimizsin, şahit olduk.”
(A’râf Sûresi, 7/172)
İşte orada, herkes kendi imzasını attı.
Hiç kimse bir başkasının yerine “evet” demedi.
O günden beri, her ruh kendi ahdinin yolcusudur.
Bu imza, insanın “tek başına” oluşunun ilk nişanesidir.

2. Anne Karnından Mezara: Ayrılış Başlar

İnsan, ana rahmine düşerken dahi tek bir yolun adayıdır.
Kimi ikiz gelir, kimi üçüz; ama kaderleri ayrı yazılır.
Birinin nefesi diğerine karışmaz, her biri ayrı bir imtihan defteri taşır.
“Sizi annelerinizin karınlarında, üç karanlık içinde bir yaratıştan diğerine geçirerek yaratmaktadır. İşte Rabbiniz olan Allah budur.”
(Zümer Sûresi, 39/6)
Ve o rahimden çıkarken, dünya bir imtihan sahnesidir.
Kimi zengin doğar, kimi yoksul; kimi güçle, kimi zayıflıkla…
Ama her biri tek bir sınav kağıdıyla bu âleme gelir.

3. Dünyada Yol Arkadaşları, Fakat Ayrı Yollar

İnsan, dünyada dostlar edinir, kardeşlerle beraber yürür, cemiyet kurar.
Ama iman, niyet ve yön farklıysa, yol da ayrıdır.
“Her milletin yöneldiği bir kıblesi vardır. Siz hep hayırlı işler yapmada birbirinizle yarışın! Nerede olursanız olun, Allah hepinizi huzurunda bir araya getirecektir. Çünkü Allah’ın her şeye gücü yeter.”
(Bakara Sûresi, 2/148)
Birlikte yürüyenler dahi, kalplerinin yönüne göre ayrılır.
Birinin hedefi rıza-i İlahi, diğerinin hedefi nefistir.
Bu yüzden, yol arkadaşlığı, ancak yön birliğiyle mümkündür.
İnsan, dostlarıyla yoldaş olsa da, hesabında yalnızdır.
“Kim hidayet yolunu seçerse, bunu ancak kendi iyiliği için seçmiş olur; kim de doğruluktan saparsa, kendi zararına sapmış olur. Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü üslenmez. Biz, bir peygamber göndermedikçe (kimseye) azap edecek değiliz.”
(İsrâ Sûresi, 17/15)

4. Kabir: Tek Kişilik Menzil

Ne zenginlik, ne dostluk, ne şöhret…
Hepsi kabir kapısında kalır.
İnsan, geldiği gibi tek başına gider.
“Andolsun ki, sizi başta nasıl tek tek yaratmışsak, şimdi de tek tek yapayalnız huzurumuza geldiniz ve dünyada size verip hayaline daldırdığımız her şeyi arkanızda bıraktınız. Hani işlerinizi tanzimde Allah’ın ortakları olduğunu ileri sürdüğünüz şefaatçilerinizi de yanınızda görmüyoruz! Onlarla aranızdaki bütün bağlar kopmuş ve sizi kurtaracaklarını sandığınız sahte tanrılar yanınızdan kaybolup gitmiştir.”
(En’âm Sûresi, 6/94)
O kabir, dünyada kiminle olursa olsun, tek kişiliktir.
Yanına yalnızca amelleri girer.
İşte o an, herkes kendi yolculuğunun meyvesini tadacaktır.

5. Sûr Üfürülünce: Bölük Bölük Diriliş

Bir gün, sessizliği bir ses bölecek: Sûr.
Ve her ruh, tek başına dirilecek.
“Sûra ikinci kez üflendi: İşte onlar kabirlerden kalkmış, Rablerinin huzuruna doğru akın akın koşuyorlar.”
(Yâsîn Sûresi, 36/51)
O gün herkes “bölük bölük” değil, tek tek hesaba çağrılacaktır.
Kimi nurlu yüzlerle, kimi kararmış alınlarla yürüyecek.
“Her insanın amelini (veya kaderini) boynuna bağladık. İnsan için kıyamet gününde, açılmış olarak önüne konacak bir kitap çıkarırız.”
(İsrâ Sûresi, 17/13)
O kitap, ne başkasının elinden alınır, ne de başkasına verilir.
O, kendi yolunun kitabıdır.

6. Mahşer ve Sırat: Tek Başına Yürüyüşün Zirvesi

Mahşer günü, herkes Rabbine dönerken, kimse kimseyi kurtaramaz.
“Öyle ki, o günün dehşetinden dost dostun hâlini sormaz.
Birbirlerine gösterilirler (fakat herkes kendi derdindedir). Günahkâr kimse ister ki, o günün azabından (kurtuluş için), oğullarını, karısını, kardeşini, kendisini koruyup barındıran tüm ailesini ve yeryüzünde kim varsa hepsini fidye olarak versin de, tek kendini kurtarsın.”
(Meâric Sûresi, 70/10-14)
O büyük kalabalıkta bile, insan yalnızdır.
Çünkü kurtuluş şahsîdir.
Sırat köprüsü de öyle…
Kiminin geçişi şimşek gibidir, kimininki adım adım, kimininki ise karanlığa düşüş.
“O gün onlardan her birinin başından aşkın bir işi, kendine yetecek bir derdi ve belâsı vardır.”
(Abese Sûresi, 80/37)
Ve nihayet, herkes seçtiği yolun sonuna ulaşır:
Cennet veya cehennem…
O yolun biletini, dünyada kendi elleriyle almıştır.

7. Tekliğin Hikmeti: Hesabın Adaleti

İnsanın bu tek başınalığı, yalnızlık değil; adaletin gereğidir.
Çünkü toplu hesaba çekilseydi, kim haklı kim suçlu belli olmazdı.
Allah, her kulunu kendi vicdanıyla, kendi ameliyle karşılaştıracaktır.
“Her nefis kazandığına karşılık bir rehindir.”
(Müddessir Sûresi, 74/38)
Ve o gün, kimse kimsenin yerine secde edemeyecek.
Ne baba evladını, ne evlat babasını kurtarabilecektir.
“O gün kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar.”
(Abese Sûresi, 80/34-36)
Çünkü o gün, herkes kendi koltuğunda oturacaktır;
dünyada bindiği “hayat otobüsünün” son durağında:
ya Cennet, ya Cehennem.

Son Söz: Tek Başına Yürüyen, Allah’a Dayansın

İnsan, tek başına yürüyecektir; ama yalnız değildir.
Yanında Rabbi, önünde hesabı, ardında emaneti vardır.
“Gerçek şu ki, biz insanı yarattık ve nefsinin ona fısıldadıklarını biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız.”
(Kâf Sûresi, 50/16)
İşte bu yakınlık, yolun ışığıdır.
Kişi, Allah’a dayandığı sürece tek başına yürüse bile yalnız kalmaz.
Çünkü hakiki dost, kalabalıklarda değil, sırat üzerinde elinden tutandır.

ÖZET:

Bu makale, insanın hayat yolculuğunu tek başınalık hakikatiyle anlatır.
Ruhlar âlemindeki sözleşmeden mahşere kadar insan, topluluk içinde yaşasa da, imtihanında, hesabında, kararında yapyalnızdır.
Kur’an ayetleriyle desteklenen bu yürüyüş; tevhid, sorumluluk ve adalet temelleri üzerine kuruludur.
Sonuç olarak:
“İnsan kalabalıklarda yaşar ama ebedî yalnızlığında Allah’la buluşur.”

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
05/10/2025




Hayvanlardan Daha Şaşkın: İsrail’in İnsanlık İmtihanı”

Hayvanlardan Daha Şaşkın: İsrail’in İnsanlık İmtihanı”

“Yoksa sen onların çoğunun gerçeği dinlediklerini veya akıllarını kullandıklarını mı sanıyorsun?
Onlar tıpkı hayvan sürüsü gibidir. Hatta izledikleri yol bakımından hayvanlardan daha şaşkın durumdadırlar.”
(Furkan Sûresi, 25/44 )

İlahi kelâmın bu derin beyanı, çağlar üstü bir teşhisin kelimesidir. Zira insan, aklı ve vicdanı ile insandır. Aklını zulme perde kılan, vicdanını menfaatin emrine veren bir topluluk, hayvan seviyesine değil, ondan da aşağı bir şaşkınlığa düşer.
Bugün Gazze’de, bebeklerin üzerine bombalar yağdıran, masumların nefesini kesen, esirlerin bedenlerini değil ruhlarını işkenceye mahkûm eden bir devlet var: İsrail.
Ve bu millet, tarihin önünde tescilli bir hâle getirdi: “Hayvanlardan da daha şaşkın” bir hâl.

Zulmün Akılla Ters Orantısı

Kur’an-ı Kerim’de Cenâb-ı Hak buyurur:
“Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.  ”
(A’râf Sûresi, 7/179 )
Bu âyet, bugün Filistin semalarında yankılanan çığlıkların hikmetini anlatır. Çünkü akıl, ilâhî nizama uyduğu kadar akıldır; ilim, vicdanla birleştiği kadar nurdur.
İsrail’in teknolojisi var ama hikmeti yok; gücü var ama adaleti yok; gözleri var ama görmüyor, kulakları var ama duymuyor, kalpleri var ama hissetmiyor.
Gazze’nin üzerine her bombayı attığında, aslında insanlık semasındaki kendi yıldızını düşürüyor.
Ve her yanan çocuk cesedinde, kendi ruhunun karanlığını büyütüyor.

Tarih Boyunca Aynı Yüz: Kudüs’ten Bugüne

Kudüs’ü kana bulayan eller, yalnız bugünün değil; tarihin kara lekesidir.
Firavun’un İsrailoğullarına yaptığı zulüm, bugün İsrailoğullarının Gazze halkına reva gördükleri zulme dönmüştür.
Ne acı bir tecellidir ki, bir zamanlar denizde boğulan Firavun’un askerleriyle aynı nefret ve kibrin sularında şimdi onlar boğulmaktadır.
“Önceki sahiplerinden sonra yeryüzüne vâris olanlar hâlâ şu gerçeği anlamadılar mı ki, eğer biz dilemiş olsak, günahları yüzünden onları da benzer musîbetlere uğratıp helâk ederiz. Ne var ki, biz onların kalplerini mühürlüyoruz da gerçeği işitemez oluyorlar.”
(A’râf Sûresi, 7/100 )
İsrail, tarih boyunca zulüm ve korku üzerinden var olmayı seçti.
Hz. Zekeriyya’yı testereyle biçen, Hz. Yahya’yı öldüren, Hz. İsa’ya ihanet eden bir kavmin torunları, aynı zihniyeti Filistin çocuklarına taşımıştır.
Kudüs’ün taşında Musa’nın asâsı değil, Firavun’un kamçısı hüküm sürmektedir.

Gazze: İnsanlığın Aynası

Gazze, bugün yalnız bir şehir değil, insanlığın vicdan aynasıdır.
Ve o aynada İsrail’in yüzü değil, insanlığın utancı görünmektedir.
Gazze’nin çocukları açlıktan ölürken, İsrail “güvenlik” nutukları atmaktadır.
Kadınlar hapsedilirken, erkekler işkenceye uğrarken, yaşlılar sürüklenirken, “medeniyet” masalları anlatılmaktadır.
“Zulmedenler, hangi akıbete uğrayacaklarını yakında bileceklerdir.”
(Şuarâ Sûresi, 26/227 )
Evet, tarih, hiçbir zulmü unutmamıştır.
Firavun’un cesedi deniz dibinde ibret taşır.
Nemrud’un ateşi, bir karıncanın taşıdığı suyla söndürülmese de, ilahî adaletle sönmüştür.
Bugün İsrail’in attığı her bomba, bir duanın toprağa düşen tohumu gibidir — er ya da geç yeşerecektir.

İnsanlığın İmtihanı

Gazze’de bir çocuğun ağlaması, sadece bir coğrafyanın değil, bütün dünyanın imtihanıdır.
Kimi sessiz kalarak kaybediyor, kimi yardım ederek kazanıyor.
İsrail ise zulmüyle kendi sonunu hazırlıyor.
“Allah, zalimleri sevmez.”
(Âl-i İmrân, 3/57 )
Ve Rabbimizin adaleti, Firavun’u nasıl suda boğduysa,
Nemrud’u nasıl sinekle yere düşürdüyse,
Ebrehe’nin filleri nasıl taşla yere serildiyse,
İsrail’in kibir kulelerini de er geç kendi enkazı altında bırakacaktır.

Son Söz: İnsan mı, Hayvan mı, Yoksa Daha Şaşkın mı?

İsrail, insanlığa karşı işlediği her suçla kendi ruhunu taşlaştırıyor.
Vicdanını yitiren bir topluluk artık insan değildir.
İnsanlığı kaybeden, sadece “hayvanlaşmakla” kalmaz; aklını zulme perde ettiği için ondan da aşağı düşer.
Ve Kur’an’ın bu ebedî hükmü, bugün Filistin semalarında yankılanmaktadır:
“Onlar tıpkı hayvan sürüsü gibidir.
Hatta izledikleri yol bakımından hayvanlardan daha şaşkın durumdadırlar.”
(Furkan, 25/44)

Sonuç

Gazze’de yıkılan her bina, insanlığın içindeki iman sınavının bir taşıdır.
İsrail bugün ateşle değil, kendi nefretinin dumanıyla boğulmaktadır.
Ve Allah, zulmü ebedî kılmaz;
zulmü imtihan, mazlumu ise zaferin tohumu yapar.
“Biz de onu ve ordularını kıskıvrak yakalayıp denize gömdük. Bak, o zâlimlerin sonu nasıl oldu!”
(Kasas Sûresi, 28/40 )

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
05/10/2025




UYARILAN PEYGAMBERLER: NEBİLERİN TERBİYESİNDE İLAHÎ HİKMET”

UYARILAN PEYGAMBERLER: NEBİLERİN TERBİYESİNDE İLAHÎ HİKMET”

Peygamberler… Allah’ın seçtiği, vahyin muhatabı, insanlığın en nurlu önderleri.
Fakat Kur’an, onların da bazen uyarıldığını, hatırlatıldığını, terbiye-i İlahiyeden geçtiğini bildirir.
Çünkü peygamberlik, hatasızlık değil; hatada ( Zelle) bile ibret vesilesi olma makamıdır.
Allah, peygamberlerini öyle bir terbiye eder ki, ümmetler o terbiyeden hidayet, hikmet ve edep öğrenirler.
Kur’an’da yer alan bu uyarılar, aslında insanlığa yapılan ikazların en zarif biçimidir.

1. Hz. Âdem: Unutmanın Bedeli ve Tevbenin Hikmeti

İlk insan, ilk peygamber: Âdem (aleyhisselâm).
Cennette bir yasak ağaç… Bir anlık unutuş, bir ebedî ders.
Kur’an şöyle bildirir:
“Andolsun ki daha önce Âdem’e ahit verdik; fakat o unuttu. Biz onda bir kararlılık bulmadık.”
(Tâhâ Sûresi, 20/115)
Ve Allah’ın rahmetiyle tevbesi kabul edildi:
“Derken Âdem, Rabbinden birtakım kelimeler aldı da (onlarla dua etti). Bunun üzerine Rabbi onun tevbesini kabul etti. Şüphesiz O, tevbesi çok kabul eden, çok merhamet edendir.”
(Bakara Sûresi, 2/37)
Bu uyarı, insan olmanın unutuşla, kurtuluşun ise tevbe ile mümkün olduğunu öğretir.
Âdem’in hatası, düşmanlık değil; insanlık dersi oldu.

2. Hz. Nuh: Merhametin Sınırında İlahi İkaz

Nuh (aleyhisselâm), tufan öncesi iman etmeyen oğluna acıdı, dua etti.
Ama o dua, ilahi hikmetin çizgisini aştı.
“Nuh, Rabbine seslendi: ‘Rabbim! Oğlum da ailemdendir. Senin vaadin elbette gerçektir. Sen hükmedenlerin en adilisin.’
Allah buyurdu: ‘Ey Nuh! O, senin ailenden değildir. Çünkü o, salih olmayan bir iş yapmıştır. Öyleyse hakkında bilgin olmayan şeyi benden isteme.’”
(Hûd Sûresi, 11/45-46)
Bu, bir baba yüreğine değil, bir resul kalbine yapılmış ince bir terbiyedir.
Allah, peygamberine bile merhametin ölçüsünü hatırlatmıştır.
Çünkü ilahi adalet, duygudan üstün, hikmetten derindir.

3. Hz. İbrahim: Cehennemlik Kavme Şefkat

İbrahim (aleyhisselâm), kavmine azap geleceği bildirildiğinde, hemen endişelendi:
İbrahim’den korku gidip kendisine müjde gelince, Lût kavmi hakkında (adeta)  bizimle mücadeleye başladı.
Gerçekten de İbrâhim olabildiğince yumuşak huylu ve sabırlı, çokça âh edip inleyen ve kendisini tamâmen Allah’a vermiş birisi idi.
(Melekler dediler ki):  Ey İbrahim! Bundan vazgeç. Çünkü Rabbinin (azap)  emri gelmiştir. Ve onlara, geri çevrilmez bir azap mutlaka gelecektir!”
(Hûd Sûresi, 11/74-76)
İbrahim, rahmetin zirvesinde bir nebiydi.
Ama bu olay bize şunu öğretir: İlahi emre karşı şefkat, bazen hikmete aykırıdır.
Peygamber bile, Allah’ın hükmü karşısında “susmayı” öğrenir.

4. Hz. Yunus: Aceleciliğin Fırtınası

Yunus (aleyhisselâm), kavminin inkârına dayanamayıp onları terk etti.
Fakat bu ayrılış, emir gelmeden olmuştu.
“Balığın sahibini de an! Hani o öfkeli bir şekilde gitmişti ve kendisini sıkıntıya düşürmeyeceğimizi sanmıştı. Fakat karanlıklar içinde, ‘Senden başka ilah yoktur, Seni tenzih ederim! Gerçekten ben kendime zulmettim’ dedi.”
(Enbiyâ Sûresi, 21/87)
Bir karanlıkta üç karanlık vardı:
Deniz, gece ve balığın karnı…
Ama o karanlıklardan, tevbe ve teslimiyetin nuru doğdu.
Yunus’un hatası, acele etmektir; fakat tevbesi, sabır çağrısı olarak asırlara ışık tutar.

5. Hz. Muhammed (sav): En Yüce Ahlaka Uyarı

Sevgili Peygamberimiz (aleyhissalâtü vesselâm) de, Kur’an’da zaman zaman uyarılmıştır.
Ama bu uyarılar, kusur değil, kudsiyetin tamamlanmasıdır.
“Rabbinden sana vahyedileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yerine getirmemiş olursun.”
(Mâide Sûresi, 5/67)
“Rabbinin hükmüne sabret, balığın sahibi gibi olma.”
(Kalem Sûresi, 68/48)
Ve en derin hatırlatma:
“(Rasûlüm! Müşrikler akıllarınca seni kandıracak, sana vahyettiğimizi bıraktırıp, onun yerine başka şeyleri bize isnat etmeni sağlayacaklardı. Ancak böyle yaptığın takdirde seni dost edineceklerdi.
Eğer biz sana tam sebât vermemiş olsaydık, onlara çok küçük de olsa bir meyil gösterebilirdin.
O takdirde biz de sana hem yaşarken hem de ölünce kat kat acılar tattırırdık. Sonra bize karşı sana yardım edecek kimseyi de bulamazdın.”
(İsrâ Sûresi, 17/73-75)
Bu uyarılar, Resulullah’ın değil, ümmetinin kalbini titretmek içindir.
Çünkü Allah’ın en sevdiği kul bile uyarılmışsa, kimse kendini güven içinde saymasın.

6. İlahi Terbiye: Peygamberlerin Ortak Okulu

Kur’an, peygamberlere yapılan bu uyarıları bize göstererek şunu bildirir:
Hiçbir beşer mutlak değildir.
İnsan, ne kadar yüksek olursa olsun, Allah’ın terbiyesinden muaf değildir.
Bu sebepledir ki, Allah, Resulüne şöyle buyurur:
“Sana da senden öncekilere de şu gerçek vahyedildi: “Eğer Allah’a ortak koşarsan bütün amellerin kesinlikle boşa gider ve elbette ziyana uğrayanlardan olursun!.”
(Zümer Sûresi, 39/65)
Bu, ulviyetin içindeki ürpertidir.
Allah’ın en sevgili kulları bile, korku ve ümit arasında yaşar.
İşte bu denge, insanlığı helâkten kurtaran hakikat terazisidir.

Son Söz: Uyarılanlar Kurtulanlardır

Kur’an’da hiçbir peygamber, uyarıdan zarar görmemiştir.
Bilakis, o uyarılarla daha da yücelmiş, ümmetine ışık olmuştur.
Çünkü Allah, sevdiklerini ikaz eder.
Uyarı, sevgisizliğin değil; ilahi rahmetin eseridir.
Nitekim Yüce Kitap buyurur:
“Ey iman edenler! Samimi bir tevbe ile Allah’a dönün. Umulur ki Rabbiniz sizin kötülüklerinizi örter. Peygamberi ve Onunla birlikte iman edenleri utandırmayacağı günde Allah sizi, içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokar. Onların önlerinden ve sağlarından (amellerinin) nûrları aydınlatıp gider de, «Ey Rabbimiz! Nûrumuzu bizim için tamamla, bizi bağışla; çünkü sen her şeye kadirsin» derler.”
(Tahrîm Sûresi, 66/8)
Bu, her müminin kulağında yankılanması gereken çağrıdır:
Peygamberler bile uyarıldıysa, biz kim oluyoruz da uyarılmaktan gocunuyoruz?

ÖZET:

Bu makale, Kur’an’da peygamberlere yapılan uyarı ve hatırlatmaları ele alır.
Hz. Âdem’in unutkanlığı, Hz. Nuh’un şefkati, Hz. İbrahim’in merhameti, Hz. Yunus’un aceleciliği ve Hz. Muhammed’in sabırla ilgili uyarıları, ilahi terbiyenin insanı kemale erdirme süreci olarak yorumlanır.
Sonuç olarak, uyarılan peygamberlerin aslında yüceltilen insanlar olduğu vurgulanır.
Allah’ın sevdiği kullar uyarılır; çünkü uyarı, rahmetin inceliğidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
05/10/2025




SUMUD: ŞEYTANA KARŞI DİRENİŞ, İSRAİL’E İKİNCİ “ONE MINUTE”

SUMUD: ŞEYTANA KARŞI DİRENİŞ, İSRAİL’E İKİNCİ “ONE MINUTE”

Sumud İsraile ikinci bir ‘One Minute’ oldu.
Yani; siz öldürmeyi iyi bilirsiniz.
Öldurmeyiniz, emrine rağmen.
İsrail Allah’a düşman.
Allahın yarattığı hayata ve hayat sahiplerine düşman.
Tıpkı şeytanın Allah’a ve Hz. Ademe olan düşmanlığından dolayı kıyamete kadar Allah’tan müsaade isteyip, kullarını saptıracağım dediği gibi,
İsrail ve uzantıları olan aynı tohumdan gelenler de şeytanın o sözünün gereğini yapmaktadırlar.

******

İnsanlık tarihinin her döneminde hak ile bâtıl karşı karşıya gelmiştir.
Bir yanda, Allah’ın yarattığı hayatı kutsal bilen, her canı bir âlem sayanlar…
Diğer yanda ise, şeytanın soyundan gelen, ölümle beslenen, kanla yaşayan bir zihniyet…
Bugün bu hak-bâtıl mücadelesinin sahnesi Gazze’dir.
Ve bu direnişin adı: SUMUD — yani, toprağa, hakikate, imana kök salmak.

İsrail: Şeytanın Vekili, Hayata Düşman

İsrail sadece bir devlet değil, şeytanî bir karakterin cisimleşmiş hâlidir.
Nasıl ki İblis, Âdem’e secde etmedi ve dedi ki:
“Ben ondan daha üstünüm; beni ateşten, onu çamurdan yarattın.” (A’râf Sûresi, 7/12)

İsrail de aynı kibirle, kendisini seçilmiş, diğer milletleri ise değersiz sayıyor.
Ateşin soyundan gelen bu ruh, toprağın çocuğu olan insanı yakmaya, ezmeye, öldürmeye yeminli.

Ve yine şeytanın şu sözü, onların bütün tarihinin şifresidir:
“Rabbim! Beni azdırmana karşılık, andolsun ki, ben de onlara yeryüzünde kötülükleri süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım.” (Hicr Sûresi, 15/39)

İşte İsrail, bu “süslenmiş kötülüğün” modern yüzüdür.

Gazze’de yıkılan evlerin, öksüz kalan çocukların, yakılan zeytin ağaçlarının arkasında şeytanın o eski yeminini tutan bir irade vardır.

SUMUD: İmanla Direnenlerin Adı

SUMUD, sadece bir direniş değil; imanın ayakta kalma biçimidir.

Taşın, toprağın, duanın ve kana karışan sabrın adıdır.
Gazze’de bir annenin “çocuğum şehit oldu ama Allah bizimle” demesi, SUMUD’dur.
Bir çocuğun, yıkıntılar arasında “Allahu Ekber” diye haykırması, SUMUD’dur.

Onlar, Kur’an’ın şu hakikatine mazhar olmuşlardır:
“Nice az topluluk, Allah’ın izniyle çok topluluğa galip gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir.” (Bakara Sûresi, 2/249)

Bu direniş, tanklara taşla değil, zulme imanla karşı duranların zaferidir.

Ve tıpkı 2009’da “One Minute!” diyerek dünyanın yüzüne “Artık yeter!” diyen o ses gibi,
bugün de SUMUD, insanlığın vicdanına haykırıyor:

“Yeter! Siz öldürmeyi iyi bilirsiniz ama biz de ölmeyi Allah için iyi biliriz.”

Hak ile Bâtılın Kıyamete Dek Savaşı

Kur’an bu gerçeği şöyle bildirir:
“Küfre sapanlar, müminlere: ‘Bizim yolumuza uyun, sizin günahlarınızı biz üstlenelim’ dediler. Hâlbuki onların günahlarından hiçbir şey üstlenici değiller. Onlar şüphesiz yalancıdırlar.” (Ankebût Sûresi, 29/12)

İşte şeytanî sistem, insanı kandırır; özgürlük, barış, demokrasi diye yalan söyler.

Ama hedefi tektir: Allah’a ve O’nun dostlarına düşmanlık.

İsrail’in zulmü, sadece Gazze’ye değil, Allah’ın nizamına karşı bir isyandır.

Furkan Sûresi’nde Rabbimiz buyurur:
“Yoksa sen onların çoğunun gerçeği dinlediklerini veya akıllarını kullandıklarını mı sanıyorsun? Onlar tıpkı hayvan sürüsü gibidir. Hatta izledikleri yol bakımından hayvanlardan daha şaşkın durumdadırlar.” (Furkan Sûresi, 25/44)

İsrail’in şuursuzluğu, bu ayetin canlı delilidir.

Onlar, hayvanlardan daha şaşkın; çünkü akıllarını hidayete değil, hıyanete kullanıyorlar.

İkinci “One Minute”:
Dünyaya Meydan Okuyan Sessiz Haykırış

2009’da bir lider “One Minute” dediğinde dünya şaşırmıştı.
Bugün ise, Filistinliler her gün kanlarıyla “One Minute” diyor.
Her yıkılan ev, her direnen çocuk, her örtüsünü kefen yapan kadın,
İsrail’e karşı sessiz ama ebedî bir haykırış gönderiyor:
“Sen öldürmeyi iyi bilirsin, biz de Allah için yaşamayı ve ölümü güzel bilmekteyiz.”
Çünkü onlar Kur’an’ın şu müjdesine inanıyor:
“Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin. Hayır, onlar diridirler; fakat siz bilemezsiniz.” (Bakara Sûresi, 2/154)
İşte SUMUD, bu ayetin modern çağdaki tefsiridir.
İsrail öldürdükçe, iman diriliyor.
Gazze yıkıldıkça, kalpler onarılıyor.

Son Söz: Şeytanın Çocukları ve İbrahim’in Torunları

Nemrud’un ateşine su taşıyan karıncadan bugüne, hak hep azdı ama hakkın safında olmak hep ebedî kazançtı.
İsrail, Firavun’un, Nemrud’un, Ebu Cehil’in soyudur;
ama Filistin, Gazze ve Muhammedi ümmet, İbrahim’in, Musa’nın, İsa’nın ve Muhammed’in (sav) mirasıdır.
O yüzden bu mücadele coğrafî değil, imanîdir.
Ve Kur’an’ın hükmü kesindir:
“Allah nurunu tamamlayacaktır, kâfirler istemese de.” (Saf Sûresi, 61/8)

SUMUD, işte bu nurun karanlıkta yanışıdır.
Ve bir gün gelecek, o nur karanlığı tamamen yutacak.

Özet:

Bu makale, İsrail’in zulmünü şeytanın tarihî yeminine bağlayarak, Gazze’deki SUMUD direnişini imanî bir duruş olarak ele alır.
İsrail’in Allah’a ve hayata düşman oluşu, Kur’an’daki Firavun, Nemrud ve İblis örnekleriyle açıklanır.
SUMUD’un, sabrın ve teslimiyetin modern bir “One Minute” olduğu vurgulanır.

Sonuçta hak ile bâtılın mücadelesinin kıyamete kadar süreceği, fakat Allah nurunu tamamlayacağı mesajıyla son bulur.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
05/10/2025




Hayatın Gayesi: Serçe Kuşunun Neferi mi, Yoksa Kâinatın Kumandanı mı?

Hayatın Gayesi: Serçe Kuşunun Neferi mi, Yoksa Kâinatın Kumandanı mı?

​İktibas:
​”Eğer hayat-ı dünyeviyeyi gaye-i maksad yapsan ve ona daim çalışsan, en edna bir serçe kuşunun bir neferi hükmünde olursun. Eğer hayat-ı uhreviyeyi gaye-i maksad yapsan ve şu hayatı dahi ona vesile ve mezraa etsen ve ona göre çalışsan; o vakit hayvanatın büyük bir kumandanı hükmünde ve şu dünyada Cenab-ı Hakk’ın nazlı ve niyazdar bir abdi, mükerrem ve muhterem bir misafiri olursun.” (Risale-i Nur – Sözler, Beşinci Söz)

​İzah ve Açıklaması
​Bu hikmetli söz, insanın varoluş gayesi ve hayat tercihleri üzerine derin bir muvazene (denge) kurar. İnsan, potansiyel olarak en yüksek makama layık, ‘eşref-i mahlukat’ (yaratılmışların en şereflisi) olmasına rağmen, tercihiyle en aşağı mertebelere düşebilir.
​”Serçe Kuşunun Bir Neferi Hükmünde Olmak” ifadesi, dünyanın geçici zevklerini, yeme, içme, keyif ve nefsanî arzuları hayatın nihai ve tek gayesi haline getiren kişiyi tasvir eder. Bir serçe kuşu bile, sadece karnını doyurmak ve neslini devam ettirmek gibi fıtrî vazifeleri yerine getirir. Ancak o, ahiret endişesi taşımaz, geçmişin hüzünlerinden ve geleceğin korkularından münezzeh, anlık lezzeti tam olarak tadar. Dünya hayatını gaye yapan insan ise, aklı ve geniş duyguları sayesinde geçmişin fâni lezzetlerinin elemini ve geleceğin korkusunu da yüklenir. Yani, serçe kuşunun peşin ve saf lezzetine dahi ulaşamaz, üstelik onun basit hayatî gayesi için çalışırken, kendi ulvî (yüce) yaratılış gayesini ihmal etmiş olur. Bir serçe kadar bile dünyadan lezzet alamayan ve fani bir gayeye kendini mahkum eden kişi, manen küçük bir vazife için büyük sermayesini harcamış, adeta bir serçe sürüsünün basit bir askeri (neferi) durumuna düşmüş olur.
​”Hayvanatın Büyük Bir Kumandanı Hükmünde Olmak” ise, ahiret hayatını asıl hedef (gaye-i maksad) yapan ve dünya hayatını bu ulvî hedefe ulaşmak için bir tarla (mezraa) ve vasıta (vesile) olarak gören kişinin makamıdır. Böyle bir kişi, bütün dünya işlerini dahi ahiret namına birer ibadet ve salih amel niyetiyle yapar. Bu bakış açısı, insana bütün kâinata kumanda eden bir şuur ve manevî bir genişlik verir. O, Allah’ın (c.c.) yeryüzündeki halifesi (temsilcisi), nazlı ve niyazkâr (dua eden) bir kulu, ikram edilen muhterem bir misafiri olur. Fâni dünyadaki bütün elemler ve zorluklar, ebedî bir saadetin ücreti olarak kabul edildiğinden, onun hayatı anlam ve huzurla dolar.

​Mal, Evlat ve Gençliğin Fâni Akıbeti

​İktibas:
​”O kadar sevdiğin mal ve evlat ve perestiş ettiğin nefs ve heva ve meftun olduğun gençlik ve hayat zayi olup kaybolacak, senin elinden çıkacaklar. Fakat günahlarını, elemlerini sana bırakıp boynuna yükletecekler.” (Risale-i Nur – Sözler-28)

​İzah ve Açıklaması
​Bu metin, Risale-i Nur Külliyatı’nın Cennet Bahsi olan Yirmi Sekizinci Söz’ün önemli bir bölümüdür. İnsan, fıtraten sevgiye ve ebediyete meyyaldir (eğilimlidir). Ancak fani olan şeylere aşırı sevgi beslediğinde, o sevgi bir firak (ayrılık) ve elem kaynağına dönüşür. Bu söz, insanın fâni olanlara yönelttiği ölçüsüz sevginin acı neticesini tasvir eder.
• ​”Mal ve Evlat”: Dünya malı, makamı ve evlat sevgisi fıtrîdir. Ancak bu sevgiyi Allah sevgisinin önüne geçirmek ve sadece dünyevî menfaat için istemek, o sevginin fenasıyla (yok olmasıyla) büyük bir kayıp ve elem getirir. Mal terk eder, evlat ayrılır ve insana sadece onların fânîliğinden doğan hüzün kalır. Sözün ifadesiyle, onlara yapılan aşırı ihtimamın günahları (eğer Allah rızası gözetilmediyse) insana yükletilmiş olur.
• ​”Nefs ve Heva”: Nefsin arzuları ve keyifler (heva) da fanidir. Onlara taparcasına (perestiş etmek) bağlanan kişi, gençliğini o nefsanî arzuların tatminine harcar. O hevesler bittiğinde, o lezzetlerden eser kalmaz; geriye yalnızca o meşru olmayan lezzetlerin günahları ve manevi yorgunlukları (elemleri) kalır.
• ​”Gençlik ve Hayat”: İnsanın en büyük sermayesi olan gençlik ve hayat dahi, en hızlı ve geri dönülmez şekilde zayi olur. Gençliğin lezzetli vakitleri geçmiş, elden çıkmıştır. Bu fânî unsurlara ebedî gibi davranan kişi, onların geçiciliği karşısında büyük bir hayal kırıklığı ve pişmanlık yaşar.
​Bu hakikat, fâni şeyleri bizzat kendileri için sevmenin hata olduğunu, onları ancak Allah namına (Allah’ın bir nimeti ve emaneti olarak) sevmenin sevgiyi bâki (kalıcı) kılacağını ihtar eder. Aksi halde, sevilen her fâni şey, ayrılığıyla sevenin boynuna bir yük ve günah olarak kalacaktır. Bu durum, insanı fâniden yüz çevirip Bâkî olana yönelmeye sevk eden şiddetli bir uyarıdır.

​Cesaretin Kaynağı: İman ve Ubudiyet

​İktibas:
​”Evet her hakikî hasenat gibi cesaretin dahi menbaı, imandır, ubudiyettir. Her seyyiat gibi cebanetin dahi menbaı, dalalettir.” (Risale-i Nur – Sözler, Üçüncü Söz)

​İzah ve Açıklaması
​Bu söz, iman ile cesaret arasındaki kopmaz bağı ve dalalet (sapıklık) ile korkaklık (cebanet) arasındaki ilişkiyi açıklar. Bu, sadece bir ahlak dersi değil, aynı zamanda insanın ruh haletinin temellerine inen psikolojik ve manevi bir tahlildir.
​”Hakiki Hasenatın Menbaı İmandır, Ubudiyettir”: Hasenat (iyilikler) sadece maddî değil, aynı zamanda manevî güzellikleri, erdemleri ve yüce hasletleri de kapsar. Cesaret (korkusuzluk), bu manevî hasenatın en parlaklarından biridir.
• ​İman Cesaret Verir: İmanın getirdiği en büyük güç, insanın Allah’a dayanması (nokta-i istinad) ve ölümü yokluk olarak görmemesidir. Ahirete inanan bir mümin, ölümün sadece fâni bir dünyadan bâki bir hayata geçiş, bir tebdil-i mekân (yer değiştirme) olduğunu bilir. Ölüm, ona korkulacak bir son değil, ebedî saadete açılan bir kapıdır. Hatta tam münevverü’l-kalp (kalbi tamamen nurlanmış) bir abid için, kâinat bomba olup patlasa bile, o, Allah’ın kudretini hayretle seyredecek kadar huzur içindedir. Bu derin iman, dünya hayatında gelebilecek her türlü tehlike ve zorluk karşısında sarsılmaz bir cesaretin kaynağıdır. O, yaptığı iyiliklerin ve gösterdiği cesaretin karşılığını fânî dünyada değil, bâki ahirette alacağına kesinkes inanır.
• ​Ubudiyet Cesaret Verir: Kulluk bilinci (ubudiyet), insana yeryüzünde vazifeli olduğunu hissettirir. Vazifesini yapan bir asker gibi, neticeyi değil, sadece görevi düşünür. Bu şuur, onu basit dünyevî endişelerden kurtarır.
​”Seyyiatın Menbaı Dalalettir”: Seyyiat (kötülükler) ve cebanet (korkaklık), kökünü imansızlıktan ve dalaletten alır.
• ​Dalalet Korkaklık Verir: Dalaletteki veya küfürdeki bir kişi, ölüme bir yokluk ve hiçlik olarak baktığı için, hayatını her şeyden üstün tutar ve onu kaybetme korkusuyla titrer. Onun için her an bir felaket ihtimali taşır. Dünyayı yegâne sığınak (nokta-i istinad) gören bu kişi, kalbini acz (güçsüzlük) ve fakr (yoksulluk) hisleriyle dolu bulur. Bu sebeple en küçük bir tehlike karşısında dahi büyük bir korkaklık gösterir. Bazı kâfirlerde görülen cesaret ise, genellikle cehaletten (bilgisizlikten), gafletten (dalgınlıktan) veya tehevvürden (pervasızlıktan) kaynaklanır; bu, imandan neşet eden (kaynaklanan) hakiki, kalbî ve şuurlu cesaret değildir.

​Ölümün Hakikati: Firak Değil, Visaldir

​İktibas:
​”Senin küçüklüğünden bu yaşına kadar, sevdiklerinden yüzde doksandokuzu sana dehşet veren kabristana göçmüşler. Bu dünyada kalan bir iki dostun var, onlar da oraya gidecekler. Dünyada vefatın firak değil, visaldir; o ahbablara kavuşmaktır. Onlar, yani o ervah-ı bâkiye, eskimiş yuvalarını toprak altında bırakıp bir kısmı yıldızlarda, bir kısmı âlem-i berzah tabakatında geziyorlar diye ihtar edildi.” (Risale-i Nur – Tarihçe-i Hayat – 123 / Lem’alar – Yirmi Altıncı Lem’a)

​İzah ve Açıklaması
​İnsanın en büyük derdi, sevdiklerinden ayrılma (firak) korkusu ve ölümün yokluk olduğu vehmidir. Bu söz, Kur’an ve iman hakikatleriyle bu dehşetli vehmi paramparça eder ve ölüme bambaşka bir mana yükler.
​Ölüm, Firak Değil Visaldir: İman nazarıyla bakıldığında ölüm, bir yok oluş (adem) değil, bir kavuşma (visal) ve mekân değiştirme (tebdil-i mekân) hadisesidir.
• ​Visal (Kavuşma): İnsan, bu fâni dünyada en çok sevdiği dostlarından, akrabalarından ve Peygamberlerden (a.s.m.) ayrı kalır. Onların kabristana göçmesi, dış görünüşte firak (ayrılık) gibi görünse de, iman bize hakikati söyler: O sevdiklerimiz yok olmadı; sadece bu zindan-ı dünyadan (dünya hapishanesinden) ebedî ve hakiki yurtları olan Âlem-i Berzah ve Cennet’e gittiler. Dolayısıyla ölüm, ehl-i iman için geride kalmak değil, önden giden sevdiklerine kavuşmaktır.
• ​Ervah-ı Bâkiye’nin Durumu: Bâki (kalıcı) olan ruhlar, vefatla beraber hantal ve maddî kayıtlara bağlı olan eski beden yuvalarını (cesetlerini) terk ederler. Ruh, zaman ve mekân kaydından büyük ölçüde azade, nuranî ve latif bir varlıktır. Bu nuranîyet sayesinde, Allah’ın izniyle, bir kısmı yıldızlar gibi nuranî âlemlerde (makam-ı a’lâlarda) veya Âlem-i Berzah tabakalarında (geçici bekleme yurdunda) serbestçe gezerler. Bu durum, onların diriliğe ve bekaya (ebediyete) mazhar olduklarını gösterir.
• ​Hüküm ve İbret: Bu hakikat, insanı ölüm korkusundan kurtarır. Ölüm, vazife-i hayat külfetinden bir terhis (hayat görevinden bir izin) ve Rahman-ı Rahim’in fazlından ücretini almaya bir nöbettir. Böylece Mü’min, kabri, sevdiklerinin toplandığı bir bahar bahçesinin kapısı gibi görür.

​Makalenin Özeti

​Bu dört hikmetli söz, Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan süzülen dört temel hayat ve iman dersini sunar.
• ​Hayatın Gayesi: Dünyayı hayatın tek maksadı yapmak, insanın ulvî makamını düşürerek onu serçe kuşu kadar basit bir hayat mücadelesine hapseder. Oysa ahireti gaye edinmek, insanı Allah’ın nazlı bir kulu ve kâinatın manevî kumandanı seviyesine yükseltir.
• ​Geçiciliğin Neticesi: Mal, evlat, gençlik ve nefsanî arzular gibi fani şeylere bağlanan aşırı sevgi, onların yok olmasıyla büyük bir elem ve günah yükü bırakır. Sevgiyi, fani suretler yerine Bâkî olan Allah namına dönüştürmek, sevginin ebedîleşmesinin yegâne yoludur.
• ​Cesaretin Kaynağı: Hakiki cesaret, temelini İman ve Ubudiyetten alır. İman, ölümü yokluk değil, saadet-i ebediyeye açılan bir kapı olarak gösterdiği için mümini sarsılmaz kılar. Korkaklık (cebanet) ise, dalaletin bir neticesi olup, imansızlığın verdiği acz ve hiçlik hissinden doğar.
• ​Ölümün Hakikati: Ehl-i iman için ölüm, sevdiklerinden bir ayrılık (firak) değil, bilakis kavuşma (visal) anıdır. Ölen ruhlar yok olmaz; eski beden yuvalarını bırakıp, nuranî ve serbest bir surette Âlem-i Berzah ve yüksek makamlarda gezmek suretiyle bekaya (ebediyete) mazhar olurlar. Ölüm, fânî zindandan bâki bir dosta ve ahbaba göçtür.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
05/10/2025




Gayr-ı Meşru Yolun Akıbeti

  1. Gayr-ı Meşru Yolun Akıbeti

    ​İktibas:
    ​”Tarîk-ı gayr-ı meşru’ ile bir maksadı takib eden, galiben maksûdunun zıddıyla ceza görür. Avrupa muhabbeti gibi gayr-ı meşru’ muhabbetin akıbetinin mükâfatı, mahbubun gaddarâne adâvetidir.” (Mektubat, Risale-i Nur)

    ​İzah ve Açıklama:
    Bu söz, bir amaca ulaşmak için helal olmayan, meşru olmayan yollara başvuran kişinin, genellikle arzuladığı sonucun tam tersiyle karşılaştığı evrensel bir hikmeti dile getirir. İslam ahlakında “vasıta, maksada tabidir” yani amaca ulaşmak için kullanılan yolun da meşru olması esastır. Gayr-ı meşru yoldan giden, bereketsizliğe, huzursuzluğa ve nihayetinde amacının tersine bir cezaya düçar olur.
    ​Sözün ikinci kısmı bu kaideyi, özellikle “Avrupa muhabbeti gibi gayr-ı meşru’ muhabbet” örneğiyle somutlaştırır. Burada kastedilen, Batı medeniyetinin sadece teknolojik ve fenni ilerlemesini değil, onun maneviyattan yoksun, sefih yönlerini, ahlaki zaaflarını ve felsefi inkârcılığını körü körüne taklit ve hayranlık derecesinde benimsemektir. Böyle bir gayr-ı meşru sevginin neticesi, o çok sevilen varlığın veya medeniyetin, o seven kişiye ya da topluluğa karşı “gaddarane adaveti” yani acımasız düşmanlığı, sömürüsü ve hor görmesi olacaktır. Tarih, bu tür taklitçi toplumların, hayran oldukları güçler tarafından nasıl ezilip sömürüldüğünün sayısız örneğiyle doludur.

    ​2. Nefsi İtham ve Tevbe Yolu

    ​İktibas:
    ​”Nefsini ittiham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiaze eder. İstiaze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse o kusur, kusurluktan çıkar; itiraf etse affa müstahak olur.” (Lem’alar, İkinci Nokta, s.88)

    ​İzah ve Açıklama:
    Bu söz, manevi arınmanın ve nefis terbiyesinin çok aşamalı ve derin bir sürecini tarif eder. İlk adım, insanın kendini suçlaması ve hatalarını aramasıdır (nefsini ittiham). Bu, hataları görmeyi (kusurunu görür), onları kabul etmeyi (itiraf eder), Allah’tan af dilemeyi (istiğfar eder) ve sonunda şeytanın vesveselerinden ve kötülüklerinden Allah’a sığınmayı (istiaze eder) beraberinde getirir. İstiaze ile şeytanın şerrinden kurtulmuş olur.
    ​Sözün kilit noktası ise kusuru görmemenin kendisinin en büyük kusur ve eksiklik olduğunu vurgulamasıdır. İnsan, nefsini temize çıkarma ve kendini beğenme eğiliminde olduğu için bu, manevi ilerlemenin önündeki en büyük engeldir. Bir kusuru görmek ve onu samimiyetle itiraf etmek, o kusurun manevi ağırlığını azaltır, hatta onu bir af sebebi haline getirir (affa müstahak olur). Bu, tevazu ve samimiyetin, kibir ve inkârdan üstün tutulması gerektiği mesajını verir.

    ​3. Niyetin Ameli Değiştirici Gücü

    ​İktibas:
    ​”Nazar ile niyet, mâhiyet-i eşyayı tağyir eder. Günahı sevaba, sevabı günaha kalbeder. Evet niyet âdi bir hareketi ibadete çevirir. Ve gösteriş için yapılan bir ibadeti günaha kalbeder.” (Mesnevi-i Nuriye – 51)

    ​İzah ve Açıklama:
    Bu söz, İslam ahlak ve hikmetinin temel taşlarından olan niyet mefhumunun, eylemlerin özünü ve değerini nasıl kökten değiştirdiğini anlatır. “Nazar ile niyet”, yani insanın bir şeye bakış açısı ve içindeki amacı, o şeyin (eşyanın) mahiyetini, yani gerçek değerini ve niteliğini değiştirir (tağyir eder).
    ​Niyetin gücü o kadar büyüktür ki, bir ameli, sonuçları itibarıyla zıt kutuplara taşıyabilir:
    • ​Sıradan, günlük bir eylem (âdi bir hareket), sırf Allah rızası için yapıldığında bir ibadete dönüşür. (Örneğin, helalinden kazanmak için çalışmak).
    • ​En kutsal kabul edilen bir ibadet ise, eğer sırf gösteriş ve riya için yapılırsa (gösteriş için yapılan bir ibadet), manevi değerini kaybeder ve günaha dönüşür.
    ​Bu, amellerin niceliğinden ziyade, niteliğinin ve arkasındaki samimi amacın yani ihlâsın önemli olduğunu vurgular.

    ​4. Gözün Kullanılış Tarzı

    ​İktibas:
    ​”Meselâ göz bir hassedir ki ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. Eğer Cenâb-ı Hakk’a satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan, geçici, devamsız bazı güzellikleri, manzaraları seyirle şehvet ve heves-i nefsaniyeye bir kavvad derekesinde bir hizmetkâr olur. Eğer gözü, gözün Sâni-i Basîrine satsan ve Onun hesabına ve izni dairesinde çalıştırsan, o zaman şu göz, şu kitab-ı kebîr-i kâinatın bir mütalâacısı ve şu âlemdeki mucizât-ı san’at-ı Rabbâniyenin bir seyircisi ve şu küre-i arz rahmet çiçeklerinin mübarek bir arısı derecesine çıkar.” (Sözler- Altıncı Söz)

    ​İzah ve Açıklama:
    Bu söz, insan organlarının ve hassalarının doğru kullanılmasına dair derin bir tefekkür örneğidir. Göz, ruhun kâinatı seyrettiği bir penceredir. Söz, bu pencerenin iki farklı kullanım yolunu karşılaştırır:
    • ​Nefis Hesabına Çalıştırmak (Gayr-ı Meşru Yol): Eğer göz, Allah’ın rızası yerine nefsin geçici arzularına ve şehvetlerine hizmet ederse, geçici güzelliklere dalıp onu bir günah aracı, manevi bir aracı (kavvad derecesinde bir hizmetkâr) haline getirir.
    • ​Sâni-i Basîr Hesabına Satmak (Meşru Yol): Eğer göz, kendisini yaratan ve her şeyi gören (Sâni-i Basîr) Allah’ın rızası ve izni dairesinde kullanılırsa; o zaman kâinat kitabının anlamlarını okuyan (mütalâacısı), Rabbanî sanat eserlerini (mucizât-ı san’at-ı Rabbâniye) ibretle seyreden bir göz olur. Hatta, yeryüzündeki rahmet çiçeklerinden hikmet ve iman balı toplayan “mübarek bir arı” derecesine yükselir.
    ​Özetle, organları yaratılış amacına uygun kullanmak, onları manevi bir değer, bir ibadet aracı haline getirir; aksi takdirde nefsin esiri olurlar.

    ​5. Nefsin Islahı: Başkasına Önder Olmanın Şartı

    ​İktibas:
    ​”Nefsini ıslah etmeyen, başkasını ıslah edemez.” (Risale-i Nur; Sözler-269)

    ​İzah ve Açıklama:
    Bu veciz ifade, toplumsal liderlik, irşad ve tebliğ gibi faaliyetlerin temel şartını ortaya koyar: Önce kişinin kendi nefsini terbiye etmesi ve düzeltmesi (ıslah etmesi).
    ​Tarih boyunca büyük önderlerin, toplumları dönüştürmeden önce kendi iç dünyalarında çetin bir mücadele verdikleri ve örnek oldukları görülür. Kendini düzeltme zahmetine katlanmayan, kendi kusurlarını görmezden gelen birinin, başkasına doğru yolu göstermesi, onun davranışlarını düzeltmeye çalışması boş bir çabadır ve samimiyetsizlikle sonuçlanır. Zira söz ve nasihat, önce o sözü söyleyenin haliyle tasdik edilmelidir. Kendi nefsini ıslah edemeyen birinin sözü, karşı tarafta tam bir tesir uyandırmaz, hatta şüphe ve tepkiye yol açabilir. Bu kaide, hem bireysel sorumluluğu hem de manevi önderliğin ahlaki zorunluluğunu vurgular.

    ​6. Modern Medeniyet ve Beşeri Fakirlik

    ​İktibas:
    ​”Bu medeniyet-i hazıra insanı çok fakir ediyor. O ihtiyaç cihetinde beşeri zulme, başka haram kazanmaya sevk etmiş.” (Emirdağ Lâhikası 2 99)

    ​İzah ve Açıklama:
    Bu söz, modern veya “medeniyet-i hazıra” (mevcut medeniyet) olarak adlandırılan hayat tarzının bir eleştirisidir. Bediüzzaman, bu medeniyetin, maddi refah getirmesine rağmen, insanı ruhani ve manevi anlamda “çok fakir ettiğini” belirtir.
    ​Bu fakirlik, sürekli yeni ihtiyaçlar icat eden, tüketimi körükleyen bir sistemden kaynaklanır. Medeniyet, lüks ve konforu temel bir ihtiyaç gibi göstererek insanda bitmek bilmeyen bir “ihtiyaç ciheti” oluşturur. Bu suni ve yapay ihtiyaçların karşılanma gayreti ise insanları iki büyük tehlikeye sürükler:
    • ​Zulme Sevk Etmesi: İhtiyaçlarını karşılamak için başkalarının haklarına tecavüz etmeye, adaletsizlik yapmaya ve sömürüye yönelmesi.
    • ​Haram Kazanmaya Sevk Etmesi: Meşru yollarla yetinmeyip, hırs ve tamahla gayr-ı meşru (haram) kazanç yollarına sapması.
    ​Bu söz, gerçek zenginliğin mal çokluğunda değil, kalbin kanaati ve manevi doygunluğunda olduğunu öğütleyen bir ikazdır. Modern dünyanın getirdiği sonsuz hırs ve rekabetin insaniyet ve ahlak üzerindeki yıkıcı etkisini gözler önüne serer.

    ​Makale: İnsanın Terakki ve Tedenni Yolu: Niyetten Nefis Islahına

    ​Giriş: Mukadderatın Çizgisi ve İnsanın Rolü

    ​Tarihin derinliklerinden süzülüp gelen hikmet, insanoğlunun yeryüzündeki serüveninin bir imtihan sahası olduğunu fısıldar. Hayat, sadece fiziksel bir varoluş değil, aynı zamanda ruhun kemal yolculuğudur. Büyük mütefekkir Bediüzzaman Said Nursi’nin eserlerinden süzülen altı temel düstur, bu yolculuğun pusulasını çizerek, bireysel ve toplumsal makûs talihi tersine çevirmenin anahtarlarını sunar. Bu düsturlar, niyetin sırrından nefs-i emmarenin tuzağına ve medeniyetin cazibedar fakirliğine kadar uzanan geniş bir yelpazede, insana kendi kaderini nasıl inşa ettiğini gösteren derin bir ibretler manzumesidir.

    ​I. Gayr-ı Meşru Yolların Tersine Dönen Okları

    ​İnsan, fıtratı gereği bir maksat sahibidir. İlerleme, zenginlik, mutluluk ve güç… Bunlar meşru hedefler olabilir, ancak onlara ulaşma yöntemimiz, akıbetimizi belirler. Said Nursi, bu gerçeği keskin bir dille ifade eder: “Tarîk-ı gayr-ı meşru’ ile bir maksadı takib eden, galiben maksûdunun zıddıyla ceza görür.”
    ​Bu, sadece dini bir kaide değil, aynı zamanda evrensel bir tarihi ve sosyolojik hakikattir. Haksız kazançla zenginleşen birinin, malının bereketsizliği ve huzursuzlukla cezalandırılması, gayr-ı meşru bir siyasi yolla iktidarı ele geçiren bir grubun, zulmün pençesinde kendi yıkımını hazırlaması hep bu kaidenin tecellisidir.
    ​Özellikle, Batı medeniyetine atfedilen “Avrupa muhabbeti gibi gayr-ı meşru’ muhabbet” metaforu, bir topluluğun kendi öz değerlerini hiçe sayarak, yabancı bir kültürü taklit etme arzusunun yıkımını tasvir eder. Bir zamanlar Batı’nın hayranı olan Doğu toplumları, Batı’nın maddi gücüne hayran olup onun ahlaki zaaflarını da taklit ettiklerinde, sevdikleri mahbuptan sevgi yerine “gaddarane adavet” görmüşlerdir. Zira gaddar bir gücün sevgisini kazanmaya çalışmak, kişinin kendi onurundan ve kimliğinden vazgeçmesi demektir. Bu, tarihin bize sunduğu en büyük ibretlerden biridir: Başkasının yolunu taklit eden, kendi yolunu kaybeder ve hayran olduğu gücün sömürü aracı haline gelir.

    ​II. Kalp Terazisi: Niyet ve Nazarın Değiştirici Hükmü

    ​Eylemlerimizin değerini belirleyen, ne kadar büyük veya görünür olduğu değil, arkasındaki niyet ve nazarımızdır. “Nazar ile niyet, mâhiyet-i eşyayı tağyir eder. Günahı sevaba, sevabı günaha kalbeder.”
    ​Niyet, bir sihirli değnek gibidir. Sabah kalkıp helalinden rızık kazanmak için işine giden bir esnafın yorgunluğu, eğer niyeti ailesini meşru yoldan geçindirmek ve Allah’ın emirlerine uymak ise, bir ibadete dönüşür. Oysa en güzel camide, en uzun namazı kılan bir kimsenin kalbinde, “Beni görsünler, takdir etsinler” düşüncesi varsa, o ibadet sadece bir gösterişe (riya) dönüşür ve manevi değeri kalmaz, hatta günaha kalbedilir.
    ​Bu hikmet, amellerin ruhunu arındırmayı, ihlası merkeze almayı öğütler. Gerçek dindarlık, eylemlerin kabuğunda değil, kalbin derinliklerindeki samimiyettedir. Bir eylemi, sadece Allah’ın rızası için yapmak, o eylemi ebedileştirir ve en sıradan hareketi dahi ulvi bir mertebeye çıkarır.

    ​III. Nefis Muhasebesi ve Gözün Kullanılış Sırrı

    ​Manevi yolculuğun en çetin merhalesi, kişinin nefsini terbiye etmesidir. Bu, “Nefsini ittiham eden, kusurunu görür” kaidesiyle başlar. İnsan, genellikle başkalarının kusurlarını görmekte mahir, kendi hatalarına karşı ise kördür. Oysa asıl erdem, başkasını suçlamak yerine, kendini eleştirmektir. Kusurunu kabul edip af dilemek, nefsi kibirden arındırır ve ruhu affa layık hale getirir. Zira Bediüzzaman’a göre: “Kusurunu görmemek o kusurdan daha büyük bir kusurdur.” Bu, tevazu ve alçakgönüllülüğün, manevi büyüklüğün ilk adımı olduğunu gösterir.
    ​Nefis terbiyesinin pratik uygulamalarından biri de, organlarımızın doğru kullanılmasıdır. Özellikle göz, kâinatı seyreden bir pencere olarak çok önemlidir: “Meselâ göz bir hassedir ki ruh bu âlemi o pencere ile seyreder.”
    ​Göz, nefsin geçici heveslerine hizmet ettiğinde, sadece şehvet ve günah kapılarını açar. Oysa, gözün yaratıcısı olan Sâni-i Basîr adına kullanılmasıyla, kâinatı bir sanat eseri ve kudret mucizesi olarak okuyan bir “mübarek arı” gibi hikmet toplayan bir organ haline gelir. Bu, tüm organlarımızı, yaratılış gayelerine uygun, helal dairede kullanmanın, manevi bir yükseliş ve kurtuluş vesilesi olacağını gösterir.
    ​Ayrıca, toplumu ıslah etme davası güdenler için de temel bir şart koşulmuştur: “Nefsini ıslah etmeyen, başkasını ıslah edemez.” Sözlerinin tesirli olması için önce kendi hayatıyla o sözlere şahitlik etmesi gerekir. Bir mürşidin veya önderin en büyük sermayesi, kendi hayatındaki istikamettir.

    ​IV. Medeniyetin Tuzakları ve İhtiyaç Fakirliği

    ​Bediüzzaman’ın derin bir öngörüyle yaptığı eleştiri, modern hayatın getirdiği maddi bolluğun ardındaki manevi boşluğa odaklanır: “Bu medeniyet-i hazıra insanı çok fakir ediyor. O ihtiyaç cihetinde beşeri zulme, başka haram kazanmaya sevk etmiş.”
    ​Modern medeniyet, insanı kanaatkârlıktan uzaklaştırarak, sürekli bir şeylere sahip olma arzusunun kölesi haline getirmiştir. Yapay arzular ve lüks tüketim, insanda bitmek bilmeyen suni bir “ihtiyaç fakirliği” oluşturur. Bu fakirlik, insanı maddi hırsa sürükler. Hırs ise, rekabeti, zulmü ve haram kazanç yollarını meşru görmeye sevk eder. Günümüzde çevreye verilen zarar, ekonomik sömürü, haksız rekabet ve ahlaki değerlerin çiğnenmesi, hep bu doymak bilmeyen ihtiyaç ve hırsın acı neticeleridir.
    ​Gerçek zenginlik, manevi doygunluk ve kanaattir. Medeniyetin sunduğu nimetleri şükür ve helal dairesinde kullanmak esastır. Aksi takdirde, modern hayatın refahı, insanı ebedi hayatından fakir düşürür.

    ​Sonuç: Bütünlük ve Kurtuluş Reçetesi

    ​Bediüzzaman Said Nursi’nin bu hikmetli sözleri, insanın kurtuluş reçetesini altı temel ilke üzerine inşa eder: İhlas, tevazu, murakabe (gözetleme), nefis muhasebesi, meşruiyet ve kanaat.
    ​Bu altı düstur, birbiriyle bütünleşir:
    • ​Meşruiyetten sapmadan (gayr-ı meşru tarîkten kaçınarak) hedefe varmak.
    • ​Amellerin kabulü için kalpteki niyeti ve eylemin kabuksuz özünü (ihlâsı) muhafaza etmek.
    • ​Organları, özellikle gözü, nefsin heveslerine değil, yaratılış amacına uygun (mübarek arı gibi) kullanmak.
    • ​Önce nefsi ıslah edip, kusurunu görerek, tevazu ile af dilemek.
    • ​Modern hayatın yapay ihtiyaç fakirliğinden ve hırsından, kanaat zenginliği ile kurtulmak.
    ​İnsanlık, bu ilkelerden uzaklaştıkça zulme, haksızlığa ve manevi kargaşaya düşmüştür. Bu asrın fırtınalarından kurtulmanın yegâne yolu, bu düsturları şuurla hayata tatbik etmek, bireysel hayatımızdan toplumsal ilişkilerimize kadar her alanda iman hakikatlerinin rehberliğini esas almaktır.

    ​Makale Özeti

    ​Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin altı hikmetli sözünü temel alarak, insanın manevi hayatındaki ilerleme (terakki) ve gerileme (tedenni) yollarını ele almıştır. Makalede özetle şu konular vurgulanmıştır:
    • ​Gayr-ı Meşru Yolun Akıbeti: Meşru olmayan yollarla hedefe giden kişinin, çoğunlukla arzuladığı amacın tam tersiyle cezalandırılacağı ve Batı medeniyetinin sefih yönlerine duyulan körü körüne hayranlığın (gayr-ı meşru muhabbet) akıbetinin, hayran olunan varlığın sömürüsü ve düşmanlığı olacağı (gaddarane adaveti) belirtilmiştir.
    • ​Niyet ve İhlasın Önemi: Eylemlerin değerinin, niceliği değil, arkasındaki niyet olduğu, iyi niyetin sıradan bir hareketi ibadete, kötü niyetin (riya, gösteriş) ise bir ibadeti günaha çevireceği açıklanmıştır.
    • ​Nefis Muhasebesi ve Islah: Manevi arınmanın, kişinin önce kendi nefsini suçlaması, kusurunu görmesi ve itiraf etmesiyle başladığı, kusuru görmemenin en büyük kusur olduğu ve kişinin kendini ıslah etmeden başkasını ıslah edemeyeceği vurgulanmıştır.
    • ​Organların Kullanımı: Göz gibi organların, ya nefsin şehvetlerine hizmet eden bir aracı ya da kâinatı ibretle okuyan hikmet toplayan bir “mübarek arı” derecesine yükseleceği, bunun kullanım amacına bağlı olduğu izah edilmiştir.
    • ​Modern Medeniyet Eleştirisi: Mevcut medeniyetin, insanda bitmek bilmeyen suni ihtiyaçlar oluşturarak onu manevi anlamda fakirleştirdiği ve bu fakirliğin insanları zulme ve haram kazanca sevk ettiği ifade edilmiştir.
    ​Sonuç: Bireysel ve toplumsal kurtuluşun, bu evrensel hikmet ilkelerini benimseyip ihlas, tevazu ve kanaat ile hayatı tanzim etmekten geçtiği belirtilmiştir.

    Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
    05/10/2025