İBRAHİM’İN ÇOCUKLARI SUMUD, FİRAVUN’UN ÇOCUKLARI İSRAİL’E KARŞI

İBRAHİM’İN ÇOCUKLARI SUMUD, FİRAVUN’UN ÇOCUKLARI İSRAİL’E KARŞI

Tarih, sadece geçmişte yaşanan hadiselerin yığınağı değildir. O, bugünü anlamlandıran ve yarına yön veren bir ayna, bir hakikat pusulasıdır. Bu aynada kimi zaman zulmün karanlık yüzünü, kimi zaman da direnişin aydınlık çehresini görürüz. İşte Gazze kıyılarında bugün yaşananlar, Firavun ile Musa’nın, Nemrut ile İbrahim’in kıyamından farklı değildir.

Zulmün Çocukları, Sabır ve Direnişin Çocukları

Gazze’nin kıyısında oturmuş küçük bir kız çocuğu… Elinde bir kalem, önünde bir kâğıt… Çizgilerinde özgürlük ve barışı resmediyor. Onun küçücük elleriyle çizdiği umut, koca koca devletlerin, küresel güçlerin vicdansızlığına tokat gibi çarpıyor. Bu çocuk, tarihin dilinden konuşuyor: “Biz bekliyoruz!”
Oysa öbür tarafta, Firavun’un çocukları gibi zulümle sarhoş olmuş bir güç var: İsrail. Abluka ile açlığa mahkûm ediyor, kimyasal sıvılarla yardım gemilerine saldırıyor, yaşlıların hastanelere ulaşmasına bile engel oluyor. Tıpkı Firavun’un doğan her erkek çocuğu öldürmek için ordularını seferber etmesi gibi, İsrail de Gazze’nin nefesini kesmeye çalışıyor. Ama ne oldu? Musa, Firavun’u denizde boğdu. İbrahim, Nemrut’un ateşini gülistan kıldı. Bugün de tarih aynı hakikati tekrar ediyor: Zulüm ile abad olunmaz.

Sumud Filosu: Vicdanın Gemileri

44 ülkeden gelen aktivist, doktor, sanatçı, gazeteci… Hepsi farklı diller konuşuyor, farklı renklere sahip, farklı coğrafyalardan geliyorlar. Ama tek bir ortak kelimeyi haykırıyorlar: “İnsanlık!”
Sumud Filosu, sadece yardım taşıyan gemiler değildir. Onlar, vicdanın dalgalara açılmış gemileridir. Onlar, insanlığın sınavıdır. Bu gemiler Gazze’ye doğru süzülürken aslında insanlığın kalbine yük taşıyorlar: Adalet, merhamet, kardeşlik…
İsrail donanması bu gemilere saldırdığında aslında sadece tekneleri değil, insanlığın umudunu hedef alıyor. Ama tarih şahittir: Zulüm ne kadar güçlü görünse de, mazlumun duası ve direnişi karşısında bir saman çöpü gibi savrulmaya mahkûmdur.

Medyanın Körlüğü, Vicdanın Çığlığı

Batı medyası üç maymunu oynuyor. Kör, sağır ve dilsiz. Onlar, adını özgürlük koydukları yalanlarının aslında nasıl bir ikiyüzlülük olduğunu bir kez daha gösteriyorlar. Ancak her susturulan haberin yerine bir Gazze çocuğunun gözyaşı, bir annenin duası, bir aktivistin haykırışı düşüyor. Bu haykırış, tarihin defterine şu satırlarla kaydoluyor: “İbrahim’in çocukları, Firavun’un çocuklarına karşı dimdik ayakta durdu.”

Çağdaş Firavunlar, Çağdaş Naziler

Bugün İsrail’in zulmüne göz yumanlar, tarih önünde Hitler’e nasıl lanet edildiyse, yarın aynı lanetle anılacaklardır. Çünkü zulmün dili, din ve ırk tanımaz. Hitler’in tankları ile İsrail’in donanması aynı zihniyetin ürünüdür. O zihniyet, insanı insan yapan değerleri yok etmeye çalışan, insanı sadece çıkarın nesnesi gören bir zihniyettir.
Ama zulüm baki değildir. Tarih bize gösterdi ki Firavunlar, Nemrutlar, Hitler hep yıkıldı. Çünkü onlar nefret ve kan üzerine bina kurdular. Oysa kan üzerine bina kuranların temeli, kendi çöküşlerini hazırlar.

Sonuç: İbrahim’in Çocukları Yeniden Ayağa Kalkıyor

Gazze’nin çocukları, Sumud’un aktivistleri, dünyanın vicdanlı insanları… Onlar, tarihin yeniden yazıldığı bu anın şahitleri ve kahramanlarıdır.
Onlar, İbrahim’in ateşe karşı imanla, Musa’nın denize karşı asa ile yürüyüşünü bugünün dünyasında yeniden hatırlatanlardır.
Ve bilinmelidir ki:
• Zulüm ebedî değildir.
• Firavunların saltanatı geçicidir.
• Zulümle dünyayı kuşatanlar, kendi zulümlerinde boğulacaklardır.
Gazze kıyılarında dalgalanan umut, insanlığın yeniden dirilişidir. Bugün Sumud Filosu’nu durdurabilirler, gemileri gasbedebilirler, aktivistleri esir alabilirler. Ama vicdanın ve hakikatin filolarını asla durduramazlar.
Çünkü tarih bir kez daha haykırıyor:
“İbrahim’in çocukları, Firavun’un çocuklarını yenecektir!”

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

 




Risale-i Nur Penceresinden İman ve Hayat Rehberi

Risale-i Nur Penceresinden İman ve Hayat Rehberi

 

Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan alınmış olan bu hikmetli ve düşündürücü metinler, insan hayatının temel meseleleri olan kader, ibadet, dünya hayatının geçiciliği ve ahiret konularına derin bir bakış sunmaktadır. 

 

​Hayat, insana ihsan edilmiş en büyük emanet ve aynı zamanda en çetin imtihan meydanıdır. 

Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı, bu imtihan yolculuğunda akla ve kalbe rehberlik eden, asrın hastalıklarına Kur’an’ın eczahanesinden şifa sunan bir külliyattır. 

Metinlerdeki derin manalı İktibaslar da bu rehberliğin temel taşlarını oluşturur. Her biri, insanın kendi varoluşu, Rabbi ile ilişkisi ve dünya hayatındaki duruşu hakkında kıymetli dersler ihtiva eder.

 

​1. Kader Karşısında Teslimiyet ve Gerçek Merci

 

​İktibas:

​”Kaderden sana atılan bir musibet taşına maruz kaldığın zaman \mathbf{“\text{İnna lillahi ve inna ileyhi raciun}”} söyle ve Merci-i Hakiki’ye dön, imana gel, mükedder olma. O seni senden daha ziyade düşünür.”

 

 

​İzah ve Açıklama:

Bu metin, kader ve musibet karşısında müminin takınması gereken tavrı veciz bir şekilde ifade eder. Musibet, bir ceza değil, bazen bir uyarı, bazen de manevi bir yükseliş vesilesidir. 

“İnna lillahi ve inna ileyhi raciun” (Biz şüphesiz Allah’tan geldik ve şüphesiz O’na döneceğiz) ayeti, insanın Allah’a aidiyetini ve nihai dönüş yerinin O’nun katı olduğunu hatırlatır. Musibet anında bu hakikati idrak etmek, insanı geçici dünya hadiseleri karşısında metin kılar.

​”Merci-i Hakiki” yani Gerçek Merci olan Allah’a dönmek, O’nun kudretine ve rahmetine sığınmaktır. Bu teslimiyet, kederlenmeyi, yani mükedder olmayı engeller. Çünkü metnin sonundaki derin hakikat, Allah’ın kulunu kulun kendini düşünmesinden daha ziyade düşündüğüdür. Bu, Allah’ın rahmetinin ve şefkatinin sonsuzluğunu gösteren, imanın en yüce teselli kaynağıdır. Musibetler, O’nun rahmet dairesinde bir terbiye, bir temizlik ve manevi bir yükseliş aracıdır.

 

​2. Günahın Kalpte Açtığı Yaralar

 

​İktibas:

​”İşlediğimiz herbir günah, kafamıza giren herbir şüphe, kalp ve ruhumuza yaralar açar.

(Lem’alar 8.sh – Risale-i Nur)”

 

​İzah ve Açıklama:

Bu İktibas, günah ve şüphenin sadece harici bir hata değil, bilakis insanın manevi varlığı üzerinde derin ve kalıcı hasarlar bırakan dahili bir yara olduğunu vurgular. Günahlar, nefsi kirletirken, imanı zedeleyen şüpheler ise akıl ve kalbin berraklığını bozar. Bedeni kesen bir bıçağın madden acı vermesi gibi, günah ve şüphe de kalp ve ruh âleminde manevi acılar, sıkıntılar ve karanlıklar meydana getirir.

​İnsanın kalp ve ruhu, imanın, muhabbetin, huzurun ve hakikatlerin merkezidir. Bu merkezler yaralandığında, kişi kendini yalnız, huzursuz ve manen tükenmiş hisseder. Bu tespit, insanın yaptığı her eylemin ve düşündüğü her şüphenin, sadece dış dünyaya değil, en çok da kendi özüne etki ettiğini, bu yüzden manevi sağlığın korunmasının ne kadar hayati olduğunu ortaya koyar.

 

​3. Dünyayı Terk Etmenin İzzeti

 

​İktibas:

​”Yarın seni zillet ve rezaletlere maruz bırakmakla terkedecek olan dünyanın sefahetini bugün kemal-i izzet ve şerefle terkedersen pek aziz ve yüksek olursun.

Çünkü o seni terketmeden evvel sen onu terkedersen, hayrını alır, şerrinden kurtulursun.

Risale-i Nur Külliyatı’ndan”

 

​İzah ve Açıklama:

Bu parça, dünya ve ahiret dengesini, özellikle de dünyaya karşı takınılması gereken tavrı anlatır. Dünya hayatı ve onun cazip görünen geçici zevkleri (sefahet), bir vefa borcu olmaksızın, bir gün mutlaka sahibini zillet ve rezaletler içinde bırakarak terk edecektir; bu, ölüm gerçeğidir.

​Ancak metin, bu kaçınılmaz sona karşı bir strateji sunar: Dünyayı sen terket. Yani, nefsin geçici arzularını, günahlı eğlenceleri ve dünya sevgisini kalbinden çıkar. Bu iradeli terk ediş, kişiye kemal-i izzet ve şeref kazandırır. Dünya, seni muhtaç, yaşlanmış ve çaresiz bir halde bırakmadan önce sen ondan yüz çevirirsen, onun hayırlı (geçici, helal) yönünden istifade etmiş, şerli (haram, fani) yönünden ise kurtulmuş olursun. Bu, pasif bir terk ediş değil, aksine manevi bir üstünlük ve yüksek bir azizlik kazanma eylemidir.

 

​4. Yaratıcının Kapısında Aciz Bir Kul

 

​İktibas:

​”Ey bu yerlerin Hakîmi! Senin bahtına düştüm. Sana dahalet ediyorum ve Sana hizmetkarım ve Senin rızanı istiyorum ve Seni arıyorum.”

Risale-i Nur Külliyatından

 

​İzah ve Açıklama:

Bu ifade, insanın Yaratıcısı karşısındaki acziyetini ve teslimiyetini en içten şekilde dile getiren bir yakarıştır. Bütün yerlerin yegane sahibi ve hikmetle yöneteni olan Hakim-i Mutlak’a yöneliş vardır. “Senin bahtına düştüm,” ifadesi, acizliğini, kimsesizliğini ve tamamen O’nun himayesine sığınışını belirtir.

​Dahil olmak, O’nun kapısına sığınmak ve iltica etmektir. Bu yakarışın temelinde, sadece sığınma değil, aynı zamanda hizmetkar olma şuuru yatar. İnsanın yaratılış gayesi olan rızaya ulaşma arzusu, onu “Seni arıyorum” niyazına götürür. Bu, kulu maddi ve manevi tüm hedeflerinin merkezine Allah’ın rızasını koymaya sevk eden, hakiki kulluğun özünü yansıtan bir duadır.

 

​5. Haşri İnkar Edenin Körlüğü

 

​İktibas:

​”Ey haşir ve neşri inkâr eden kafasız! Ömründe kaç defa cismini tebdil ediyorsun! Sabah ve akşam elbiseni değiştirdiğin gibi her senede bir defa tamamıyla cismini tebdil ve tecdid ediyorsun, haberin var mıdır? Belki her senede, her günde cisminden bir kısım şeyler ölür, yerine emsali gelir. Bunu hiç düşünemiyorsun! Çünkü kafan boştur. Eğer düşünebilseydin, her vakit âlemde binlerce numuneleri vukua gelen haşir ve neşri inkâr etmezdin. Doktora git, kafanı tedavi ettir!”

Mesnevi-i Nuriye – Bediüzzaman Said Nursi

 

​İzah ve Açıklama:

Bu sert ancak uyarıcı metin, haşir (yeniden diriliş) ve neşr (yayılış) hakikatini inkâr edenlere yöneliktir ve Mesnevi-i Nuriye’nin keskin üslubunu yansıtır. Haşri inkâr eden, kendi vücudundaki değişim mucizesini göremeyen kişidir. 

Metin, insanın bedeninin, hücrelerinin sürekli yenilenmesi ve bir kısmının ölüp yerine yenilerinin gelmesi hadisesini, küçük bir haşir ve neşir numunesi olarak sunar.

​Kendi vücudunu bile baştan aşağı yenilemeye Kadir olan bir Kudret, kâinatı baştan yaratmaya elbette kadirdir. Bu apaçık delilleri görememek, sadece akıl eksikliği (kafan boştur) değil, aynı zamanda manevi bir körlüktür. Bu körlük, mantık ve delil dinlemediği için, müellif ironik bir dille “Doktora git, kafanı tedavi ettir!” diyerek, bu inkarın ne kadar büyük bir zihin hastalığı olduğunu çarpıcı bir şekilde ifade eder.

 

​Makale Özeti

 

​Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan alınan beş ayrı İktibası inceleyerek, imanın temel prensiplerini ve mümince bir duruşu açıklamaktadır. 

İlk olarak, kader ve musibet karşısında Allah’a teslimiyetin (Merci-i Hakiki’ye dönüş ve “İnna lillah” demenin) en büyük teselli ve manevi yükseliş vesilesi olduğu anlatılmıştır. 

İkinci olarak, işlenen günahlar ve kalbe düşen şüphelerin manevi varlıkta derin yaralar açtığı ve ruh sağlığını tehdit ettiği vurgulanmıştır. 

Üçüncü kısım, ölümle kişiyi terk edecek olan dünyanın geçici zevklerini (sefaheti), izzet ve şerefle terk etmenin, yani kalben ondan yüz çevirmenin insana manevi bir yükseklik kazandıracağını ifade eder. Dördüncü İktibas, kulun Hakim-i Mutlak olan Allah’a acziyetle sığınıp, O’nun rızasını arayan bir hizmetkar olma şuurunu yansıtan içten bir duadır. 

Son olarak, haşir ve neşri inkâr edenlere, kendi vücutlarındaki sürekli yenilenme mucizesinin (küçük haşir numunesinin) kâinat çapındaki büyük dirilişe en büyük delil olduğu, bu gerçeği görememenin ise manevi bir akıl hastalığı olduğu çarpıcı bir şekilde izah edilmiştir. 

Tüm bu İktibaslar, iman, teslimiyet, kulluk ve ahiret inancı ekseninde birleşerek, insanın dünya hayatını anlamlandırmasına ve ebedi kurtuluşa yönelmesine rehberlik eder.

 

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

 




“Meta Nasrullah?” – Yardım Ne Zaman Gelecek?

“Meta Nasrullah?” – Yardım Ne Zaman Gelecek?

Tarihin derinliklerinden bugüne kadar ümmetin gönlünde yankılanan bir nida vardır:
“Meta nasrullah?”
Yani, “Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?”
Bu soru, sadece bir sual değil, aynı zamanda bir yakarış, bir çığlık, bir feryat ve bir umut kapısıdır.

Tarih Boyunca Bir Çığlık

Müslümanların tarihi, zaferlerle olduğu kadar, zulümler ve musibetlerle de örülüdür. Bedir’de birkaç yüz iman eri müşrik ordusunun önünde dururken, onların dilinde de aynı nida vardı:
“Meta nasrullah?”
Uhud’un kanlı meydanında, Hendek’in çetin günlerinde, Moğol istilası sırasında, Haçlıların Kudüs’ü kan gölüne çevirdiği zamanlarda da aynı sual yankılandı.
Ve Allah her defasında vaadini gerçekleştirdi:
“Kesinlikle Allah’ın yardımı yakındır.” (Bakara, 214)

Bugünün Yarasına Dokunan Sual

Bugün de ümmet perişan…
Gazze’nin çocukları enkaz altında nefes arıyor.
Doğu Türkistan’da zulmün kara gölgesi esir ediyor.
Arakan’da, Keşmir’de, Afrika’nın nice köşesinde mazlumun gözyaşı gökyüzüne yükseliyor.
Ümmet parçalanmış, dağılmış, güçsüz ve dağınık…
Düşmanlar birleşmiş, zulümde tek yürek olmuş.
Ve mü’minlerin dilinde yine aynı feryat var:
“Meta nasrullah?”

Hikmetin
Penceresinden

Allah Teâlâ buyuruyor:
“Allah, kimseyi gücünün yetmeyeceği şeyle sorumlu tutmaz. Herkesin yaptığı iyilik kendi yararına, işlediği günahlar da kendi zararınadır. O mü’minler, niyazlarına şöyle devam etiler: “Rabbimiz! Unutur veya hata edersek bizi cezalandırma! Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme! Rabbimiz! Kaldıramayacağımız şeyleri de bize yükleme! Günahlarımızı affet, bizi bağışla, bize merhamet et! Sen bizim sahibimiz ve yardımcımızsın. Kâfirler gürûhuna karşı bize yardım eyle!”” (Bakara, 287)
Bu ayet, ümmete hem dua öğretir hem de yol gösterir.
Zira Allah’ın yardımı, hiçbir zaman sebepsiz inmemiştir. Bedir’de yardım, ancak sabırla, teslimiyetle ve birlikle geldi. Uhud’da ise zaaf, dağınıklık ve dünya sevgisi sebebiyle zafer nasip edilmedi.
Demek ki, yardımın vakti sabır, birlik, ihlas ve fedakârlık ile olgunlaşır.

Edebi Bir Çığlık

“Meta nasrullah?”
Bu, aslında sadece bir soru değil; aynı zamanda kulun kendi nefsine sorduğu bir muhasebedir.
Yardım gecikiyor olabilir; çünkü biz hazır değiliz.
Yardım gecikiyor olabilir; çünkü biz imtihanın içinde pişiriliyoruz.
Yardım gecikiyor olabilir; çünkü Allah’ın takdirinde daha büyük bir hayır vardır.
Ama şunu biliyoruz:
Allah zalimleri sevmez.
Allah mazlumun yanındadır.
Ve Allah’ın yardımı, güneşin doğması kadar kesin ve yakındır.

Son Söz

Ey ümmet!
Zayıflığını, çaresizliğini, günahını itiraf et, ama umudunu asla yitirme.
Zira tarihin her döneminde bu soru soruldu: “Meta nasrullah?”
Ve her defasında cevap geldi:
“İnna nasrallahi qarîb – Şüphesiz Allah’ın yardımı yakındır.”
O halde bizlere düşen: sabır, dua, ihlas, birlik ve gayretle o yardıma layık olmaktır.
Zira yardımın vakti, bizim hazır oluşumuzun vaktidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

 




Haydutluğun Son Perdesi: Sumud’un Yolculuğu ve Tarihin Şahitliği

Haydutluğun Son Perdesi: Sumud’un Yolculuğu ve Tarihin Şahitliği

Tarih, mazlumların gözyaşıyla yazılmıştır. Bir yanda çaresizlerin duası göğe yükselir, diğer yanda zalimlerin zulmü toprağı kanla boyar. Bugün Gazze’de yaşanan, aslında tarihin hep yeniden okunmuş bir sayfasıdır.
Küresel Sumud Filosu işte böyle bir sayfaya yazıldı. Ellerinde silah değil, kalem, ekmek, ilaç ve umut taşıdılar. Ama karşılarında yine aynı yüz vardı: Haydutluğun devletleşmiş hali, insanlık kisvesi giymiş barbarlık… İsrail.

Dağdan Gelen Eşkıya

Bir Anadolu deyimi vardır: “Dağdan gelen eşkıya, bağdakini kovar.”
İşte bu eşkıya, tarihin başından beri hırsızlıkla, gaspla, işgalle beslenmiştir. Toprak gasp ettiler, insan gasp ettiler, şimdi de denizde umudu gasp etmeye kalktılar. Ama unutuyorlar: gasp eden asla kalıcı olamaz.
Çünkü tarih, mazlumların duasıyla zalimleri toprağa gömmüştür.

Duyuların Yıkılışı

Onların hesabı, Gazze’ye ilaç ve ekmek taşıyan gemileri durdurmaktı. Ama Allah’ın hesabı, zihinlerdeki zincirleri kırmaktı.
“Abluka kırılamaz” diyorlardı.
Ama Sumud’un kararlı yolcuları gösterdi ki; aslında kırılan sadece denizdeki abluka değil, aynı zamanda dünyaya örülen korku duvarıdır.
Bugün Avrupa’da öğrenciler boykot çağrısı yapıyor, Latin Amerika meydanlarında binler “Filistin yalnız değil” diye haykırıyor. Hatta büyük sermaye bile (Hollanda emeklilik fonu gibi) İsrail’in suç ortaklığından elini çekiyor.
Bu, aslında küresel vicdanın uyanışıdır.

Umut Yolcuları

Aşdod’a götürülen aktivistler, işkence merkezlerine sürüklenen gönüllüler, zincirlerle değil onurlarıyla tarihe yazıldılar. Onların bu yolculuğu, sadece bir yardım yolculuğu değil; insanlığın yüzüne vurulmuş bir tokattır.
Gazze sahilinde “Mikeno”yu gören çocukların gözyaşı, belki de bu çağın en şerefli nişanıdır. Çünkü o gözyaşında hem acı hem de umut vardı.

Hikmetin Son Sözü

Bugün dünyaya haykırıyoruz:
Zalimler, tanklarla, uçaklarla, işkencelerle ayakta duruyor.
Mazlumlar ise sabırla, dua ile ve umutla…
Ve tarih hep göstermiştir ki:
Mazlumun duası, zalimin tankından güçlüdür.
Küresel Sumud Filosu işte bu hakikati bir kez daha ispatladı.
Ve insanlığa şu soruyu bıraktı:
“Haydut İsrail mi, yoksa umut yolcuları mı tarihe kalacak?”
Cevap belli: Tarih, haydutları değil; umut yolcularını yazacaktır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

 




Sebepler Dünyasında İlâhî Hikmet ve İmtihanın Yansımaları

Sebepler Dünyasında İlâhî Hikmet ve İmtihanın Yansımaları

İnsanlık tarihi, ilâhî kudretin ve hikmetin tecellileriyle doludur. Rabbimiz, mutlak izzet ve azametiyle her şeyi doğrudan yapmaya kadirdir. Fakat imtihan sırrı, kulların gayreti, vicdanların harekete geçmesi ve duyguların uyanması için sebepleri vesile kılmıştır. Zira bu dünya, hikmet dünyasıdır. Sebepsiz yaratmaya muktedir olan Allah, hikmeti gereği her nimeti bir vasıta ile verir: Sütü hayvanlara, meyveyi ağaca, ekini toprağa, suyu buluta bağlar.
Bu hakikati Kur’ân şu şekilde bildirir:
“Allah, gökten su indirir de onunla ölümünden, kuruyup katılaştıktan sonra yeryüzünü diriltir. Elbette bunda gerçeğe kulak verecek bir toplum için açık bir işaret ve mühim bir ders vardır.” (Nahl, 16/65)

Tarihî Misaller ve İlâhî İkazlar

İlâhî sünnetin en çarpıcı örnekleri, peygamberlerin kavimleriyle olan mücadelesinde görülür.

• Nûh Peygamber (a.s.) kavminin helâkini istemiş, Allah ona gemi yapmasını emretmiştir. Kudretiyle doğrudan da helak edebilirdi; fakat insanlara bir ibret ve tarihe bir ders olarak tufanı gemi vesilesiyle gerçekleştirmiştir.
“Bunun üzerine ona şöyle vahyettik: Gözlerimizin önünde (muhafazamız altında) ve bildirdiğimiz şekilde gemiyi yap. Bizim emrimiz gelip de sular coşup yükselmeye başlayınca her cinsten birer çift ile, daha önce kendisi aleyhinde hüküm verilmiş olanların dışındaki aileni gemiye al. Zulmetmiş olanlar konusunda bana hiç yalvarma! Zira onlar kesinlikle boğulacaklardır.” (Mü’minûn, 23/27)

• Mûsâ Peygamber (a.s.) asasını denize vurmuş, Allah’ın kudretiyle deniz ikiye yarılmıştır. Burada asanın maddî bir gücü yoktur; fakat Allah hikmetiyle onu bir vesile kılmıştır.
“Bunun üzerine Musa’ya: Asân ile denize vur! diye vahyettik. (Vurunca deniz) derhal yarıldı (on iki yol açıldı), her bölük koca bir dağ gibi oldu.” (Şuarâ, 26/63)

• Salih Peygamber (a.s.) kavmine mucize olarak kayanın içinden deve çıkarılmıştır. Fakat kavim bu mucizeyi inkar ederek deveyi öldürdü ve helâk oldular.
“Bizi, âyetler (mucizeler) göndermekten alıkoyan tek şey, öncekilerin bu âyetleri yalanlamış olmasıdır. Nitekim Semûd kavmine, açık bir mucize olmak üzere bir dişi deve vermiştik. Onlar ise, (bu deveyi boğazladılar ve) bu yüzden zalim oldular. Oysa biz âyetleri ancak korkutmak için göndeririz.” (İsrâ, 17/59)

• Lût Peygamber (a.s.)’ın kavmi, tarihte görülmemiş bir ahlaksızlığa sapmış, taş yağmuruyla helâk edilmişti.
“Onlar şöyle dediler: “Biz suçlu bir kavme (Lût’un kavmine), üzerlerine çamurdan, pişirilmiş ve Rabbinin katında haddi aşanlar için belirlenmiş taşlar yağdırmak için gönderildik.”(Zâriyât, 51/32-34)

• Şuayb Peygamber (a.s.)’ın kavmi, ölçü ve tartıda hile yaptıkları için azaba uğratılmıştı.
“Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı (gönderdik). Dedi ki: Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin ondan başka tanrınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil gelmiştir; artık ölçüyü, tartıyı tam yapın, insanların eşyalarını eksik vermeyin. Düzeltilmesinden sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Eğer inananlar iseniz bunlar sizin için daha hayırlıdır.” (A’râf, 7/85)

• Ebrehe’nin ordusu, Kâbe’yi yıkmaya geldiğinde, ebabil kuşları vesilesiyle helâk edildi.
“Üzerlerine balçıktan pişirilmiş taşlar atan sürü sürü kuşlar gönderdi. Nihayet onları yenilmiş ekin yaprakları hâline getirdi.” (Fîl, 105/3-5)
Bu misaller, Allah’ın kudretinin mutlak olduğunu, ancak sebepler ve vesileler üzerinden hikmetini tecelli ettirdiğini gösterir.

Sebepler Dünyası ve İlâhî İmtihan

Kur’ân, sebeplerin hakikî tesir sahibi olmadığını, yalnızca bir perde olduğunu bildirir:
“Attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı.” (Enfâl, 8/17)
Bu ayet, insan fiillerinin ve araçların ancak birer perde olduğunu, hakiki failin ise Allah olduğunu hatırlatır.
İnsanın görevi, dua, gayret ve tevekkülle sebebe sarılmaktır. Çünkü hikmet düzeninde Allah’ın yardımı, kulun azmiyle birleştiğinde tecelli eder. Bu yüzden Kur’ân müminlere şöyle seslenir:
“Ey iman edenler! Sabredin, sabırda yarışın, düşmana karşı hazırlıklı olun ve Allah’tan korkun ki kurtuluşa eresiniz.” (Âl-i İmrân, 3/200)

Sosyal ve Ahlakî Boyut

Toplumların dirilişi de sebeplerle gerçekleşir. Vicdanlar ayağa kalkmadıkça, duygular uyanmadıkça, zalimlerin zulmü karşısında mazlumların feryadı dinmeyecektir. Bu yüzden Kur’ân, bireylerin değişimini toplumsal değişimin anahtarı kılar:
“Bir toplum kendi durumunu değiştirmedikçe, Allah onların durumunu değiştirmez.” (Ra’d, 13/11)
Bu ayet, ilâhî yardımın gelişini insanların iradesine, gayretine ve vicdanî uyanışına bağlar. Yani dua tek başına değil; sabır, azim ve gayretle birleştiğinde netice verir.

Sonuç ve Hikmet

Allah dilerse bir anda yapar, yoktan var eder, varı yok eder. Fakat hikmet dünyasında imtihan gereği sebepleri perdedar kılar. Bu sebepler hem insanın sorumluluğunu artırır, hem de ilâhî adaletin tecellisini gösterir.
Kur’ân’ın haber verdiği helâk kıssaları, bize sebepler dünyasında Allah’ın sünnetini öğretir: Zulüm, ahlaksızlık, hile ve inkâr, her zaman ilâhî adaletin tokadına uğramıştır. Bu ilâhî sünnet, geçmişte olduğu gibi bugün de değişmez.
“Allah’ın sünnetinde asla bir değişiklik bulamazsın.” (Fâtır, 35/43)

Özet

• Allah mutlak kudretiyle her şeyi sebepsiz de yapabilir; fakat hikmeti gereği sebepleri vesile kılar.
• Tarihte peygamberler ve kavimleri üzerinden bu hakikat defalarca tecelli etmiştir: Nûh’un gemisi, Mûsâ’nın asası, Lût’un kavminin taş yağmuru, Şuayb’ın kavminin tartı hilesi, Ebrehe’nin ordusunun ebabil kuşlarıyla helâki…
• Sebepler, imtihan sırrı ve insanın gayretini açığa çıkarmak için vardır.
• İlâhî yardım, ancak dua, sabır, azim ve gayretle birleştiğinde gelir.
• Sosyal ve ahlakî yozlaşma, helâki davet eder; adalet, ihlas ve gayret ise ilâhî yardımı celbeder.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

 




Sebepler Dünyasında İlâhî Hikmet ve Günümüz İslam Dünyası

Sebepler Dünyasında İlâhî Hikmet ve Günümüz İslam Dünyası

Geçmiş kavimlerin kıssaları yalnızca birer tarih sahnesi değildir. Kur’ân, bu kıssaları “ibret” için anlatır:
“Andolsun, onların kıssalarında akıl sahipleri için ibretler vardır. Bu Kur’ân uydurulabilecek bir söz değildir. Aksine, kendinden öncekileri tasdik edici, her şeyi açıklayıcı ve iman eden topluluk için bir rehber ve rahmettir.” (Yûsuf, 12/111)
Bugün İslam dünyasının yaşadığı parçalanmışlık, zulüm, işgal ve perişanlık; tıpkı önceki kavimlerin zulüm, hile, nankörlük ve inkâr sebebiyle uğradıkları azapları hatırlatıyor.

Günümüzün Firavunları ve Ebreheleri

• Gazze’de mazlumların üzerine yağan bombalar, tarihte Lût kavminin taş yağmurunu hatırlatmaktadır.
• Doğu Türkistan’da inançlarından ötürü zindanlara atılan Müslümanlar, Mûsâ’nın kavminin Firavun’un zulmü altındaki hâlini yansıtmaktadır.

• Kudüs ve Mescid-i Aksâ’ya uzanan eller, Ebrehe’nin Beytullah’a saldıran ordusunu hatırlatmaktadır.
Allah’ın sünneti değişmez: Zulümle ayakta duran hiçbir güç, ebedî varlık bulamamıştır. Firavun’un denizde boğuluşu, Nemrud’un sinekle helâk edilişi, Ebrehe’nin ordusunun kuşlarla yok edilmesi bunun apaçık delilidir.

Sebepler ve Müslümanların Vazifesi

Ancak Allah’ın yardımının tecellisi için şartlar vardır. Müslümanların gafletten silkelenmesi, birlik olması, gayret göstermesi ve adaletle ayağa kalkması gerekir. Kur’ân bu hakikati şöyle bildirir:
“Allah, siz kendi içinizdekini değiştirmedikçe, bulunduğunuz hâli değiştirmez.” (Ra’d, 13/11)
Demek ki zulmün ortadan kalkması için yalnızca dua yetmez. Dua, gayret ve sebebe sarılma ile birleşmelidir.
• İlmiyle, ahlakıyla, siyasetiyle, medeniyetiyle bir diriliş…
• Kendi kaynaklarına dönerek, hikmetle ve adaletle yeniden ayağa kalkma…
• Parçalanmışlığı aşarak ümmet bilinciyle birlik olma…
İşte o vakit Allah’ın yardımı gecikmez. Çünkü Kur’ân buyurur:
“Eğer siz Allah’a (dinine) yardım ederseniz, O da size yardım eder ve ayaklarınızı sağlam bastırır.” (Muhammed, 47/7)

Düşündürücü Bir Gerçek

Bugün Müslümanların en büyük zaafı, sebeplere sarılmada tembellik ve gayret eksikliğidir. İlâhî yardım, sadece dilde değil; ilimde, ahlakta, siyasette, ekonomide ve toplum düzeninde ciddi bir dirilişi şart koşar. Çünkü Allah, sebepler dünyasında hikmeti gereği gayreti olmayanın yardımına koşmaz.

Sonuç ve İbret

• Geçmiş kavimlerin helâki, bugün yaşayanlara bir uyarıdır.
• Zalimlerin güçleri ne kadar büyük görünürse görünsün, Allah’ın adaleti mutlaka tecelli eder.
• Müslümanlar dua ile birlikte gayret, sabır ve birlik içinde olursa, Allah’ın yardımı gecikmeyecektir.
• İlâhî sünnet birdir: “Allah’ın sünnetinde asla bir değişiklik bulamazsın.” (Fâtır, 35/43)

Özet (Günümüz Boyutu ile)

• Tarihte kavimlerin helâkine sebep olan zulüm, hile, ahlaksızlık ve nankörlük, bugün de zalimlerin sonunu hazırlayacaktır.
• Gazze, Doğu Türkistan ve İslam coğrafyasındaki mazlumiyet, tarihteki ibretlerle birebir örtüşmektedir.
• Müslümanlar yalnızca dua değil, ilim, ahlak, siyaset, birlik ve gayretle sebeplere sarılmalıdır.
• İlâhî yardım, ancak gayretle birleşen dua ve vicdanî uyanışla tecelli edecektir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

 




ALLAH’IN DİLEMESİ ASIL VE ESASTIR

ALLAH’IN DİLEMESİ ASIL VE ESASTIR

Cevşenü’l Kebir – Bir Bölümün İzahı
Giriş ve Çıkış Kısımları

Ana Dualar (Münâcât)
Bu bölümde, ( 82 ) Allah’ın (c.c.) iradesinin ve kudretinin sonsuzluğunu vurgulayan on farklı cümle yer almaktadır.
| Arapça Aslı | Türkçe Okunuşu | Türkçe Anlamı ve İzahı |
|—|—|—|
| يَا مَنْ يَخْلُقُ مَا يَشَاءُ | Yâ men yahluku mâ yeşâ’ | Ey dilediğini yaratan! (Allah’ın mutlak Yaratıcı (Hâlık) olduğunu, var etme eyleminin sadece O’nun iradesine bağlı olduğunu ifade eder.) |
| يَا مَنْ يَفْعَلُ مَا يَشَاءُ | Yâ men yef’alu mâ yeşâ’ | Ey dilediğini yapan! (Allah’ın mutlak kudret sahibi olduğunu, yaptığı her şeyin hikmetli ve O’nun sonsuz iradesi dâhilinde olduğunu vurgular.) |
| يَا مَنْ يَهْدِي مَنْ يَشَاءُ | Yâ men yehdî men yeşâ’ | Ey dilediğini doğru yola ileten!
(Hidayetin (doğru yolun) sadece Allah’ın lütfuyla mümkün olduğunu, kimin bu lütfa mazhar olacağına O’nun karar verdiğini belirtir.) |
| يَا مَنْ يُضِلُّ مَنْ يَشَاءُ | Yâ men yudıllu men yeşâ’ | Ey dilediğini sapıklıkta bırakan! (Sapıklığın ve şaşkınlığın da O’nun izniyle olduğunu, ancak bunun, kulun kendi cüz’i iradesini kötüye kullanması sonucu gerçekleştiğini ifade eder.) |
| يَا مَنْ يَغْفِرُ لِمَنْ يَشَاءُ | Yâ men yağfiru li men yeşâ’ | Ey dilediğini bağışlayan!
(Allah’ın Gafûr (çok bağışlayan) olduğunu, merhametiyle dilediği kulunun günahlarını affedebileceğini belirtir.) |
| يَا مَنْ يُعَذِّبُ مَنْ يَشَاءُ | Yâ men yuazzibu men yeşâ’ | Ey dilediğine azap eden!
(Allah’ın intikamının ve adaletinin de mutlak olduğunu, azabın da O’nun iradesinde olduğunu hatırlatır.) |
| يَا مَنْ يَتُوبُ عَلٰى مَنْ يَشَاءُ | Yâ men yetûbu alâ men yeşâ’ | Ey dilediğinin tövbesini kabul eden!
(Allah’ın Tevvâb (tövbeleri kabul eden) olduğunu, kullarına af kapısını açanın O olduğunu gösterir.) |
| يَا مَنْ يُصَوِّرُ فِى الْاَرْحَامِ كَيْفَ يَشَاءُ | Yâ men yusavviru fî’l-erhâmi keyfe yeşâ’ |
Ey rahimlerde dilediği gibi suret veren! (Allah’ın Musavvir (şekil ve suret veren) olduğunu, insanı ve diğer canlıları anne rahminde en mükemmel şekilde yaratan olduğunu vurgular.) |
| يَا مَنْ يَزِيدُ فِي الْخَلْقِ مَا يَشَاءُ | Yâ men yezîdu fî’l-halkı mâ yeşâ’ | Ey yarattıklarında dilediği fazlalığı veren!
(Allah’ın yaratılışa ek özellikler, güzellikler veya zenginlikler katma kudretine sahip olduğunu belirtir.) |
| يَا مَنْ يَخْتَصُّ بِرَحْمَتِه مَنْ يَشَاءُ | Yâ men yahtassu bi-rahmetihî men yeşâ’ | Ey rahmetiyle dilediğini özel kılan!
(Allah’ın Rahmetinin sonsuz olduğunu ve kullarından dilediğini, özel bir lütuf ve ihsanla diğerlerinden üstün tutabileceğini
ifade eder.) |

Arapça Aslı:
{سُبْحَانَكَ يَا لَا إِلٰهَ إِلَّا أَنْتَ الْأَمَانُ الْأَمَانُ نَجِّنَا مِنَ النَّارِ}
Türkçe Okunuşu:
Subhâneke Yâ Lâ ilâhe illâ entel-emânül-emânü neccinâ mine’n-nâr.
Türkçe Anlamı:
“Seni her noksandan tenzih ederim. Ey kendisinden başka ilah olmayan! Eman ver, eman ver! Bizi cehennem ateşinden kurtar!”
* İzah: Bu ifade, duanın her bölümünün başında ve sonunda tekrarlanır. Allah’ın kutsallığını ilan edip, O’na sığınarak ateşten korunma dileğini kuvvetli bir şekilde ifade eder.

Bu dualar, insanın acizliğini ve Allah’ın mutlak gücünü, iradesini, merhametini ve adaletini kabul edip, tüm işlerde O’na sığınmasını sağlamak için okunur.

******

“İnsan her ne kadar fail-i muhtar ise de meşiet-i İlahiye asıldır, kader hâkimdir. Meşiet-i İlahiye, meşiet-i insaniyeyi geri verir, hükmünü icra eder. Kader söylese, iktidar-ı beşer konuşmaz, ihtiyar-ı cüz’î susar.”

“Allah dilemedikçe siz hiçbir şey dileyemezsiniz…” (İnsan, 76/30)

****

Kaderin Sükûtu ve İnsanın İradedeki Payı

İnsanın iradesi vardır. Bu inkâr edilemez. İnsan tercih eder, diler, adımlarını atar. Fakat bu iradenin arkasında, onu kuşatan daha büyük bir irade vardır: Meşîet-i İlahiye.
Kâinatın zerresinden galaksilere kadar her şeyi tedbir eden, en küçük hadisenin bile ipini tutan bu İlahi irade, insanın sınırlı tercihlerini çevreleyen bir deniz gibidir.
İnsan bazen kendini bütünüyle bağımsız bir varlık sanır. “Ben yaptım, ben seçtim, ben başardım” der. Oysa asıl hakikat şudur: İnsan her ne kadar fail-i muhtar (seçen, yapan) ise de, asıl olan Allah’ın dilemesidir. İnsanın dilediği, ancak Allah dilerse gerçekleşir. Tohumu toprağa insan eker; fakat onun filizlenip çıkması, rüzgârın, yağmurun, güneşin ona hizmet etmesi, tamamen İlahi takdirle olur.
Kur’an bu gerçeği açıkça bildirir:
“Allah dilemedikçe siz hiçbir şey dileyemezsiniz.” (İnsan, 76/30)
Bu ayet, insanın iradesini reddetmez; fakat insanın iradesini kuşatan daha yüksek bir hakikati ilan eder: Mutlak fail Allah’tır.

Tarihî Bir İbret

Tarih boyunca nice kavimler, kendi güçlerine, sayılarına, teknolojilerine güvenerek meydan okudular. Nemrut’un ateşi büyüktü; mancınıklar devasa idi. Ama Allah dilemediği için o ateş yakmadı. Firavun’un orduları sayısızdı; deniz dalgalıydı. Ama Allah dilediği için deniz Musa’ya yol verdi, Firavun’a mezar oldu.
Tarihin bu ibretli tabloları bize şunu öğretir: İnsan diler, çabalar, plan kurar. Ama sonuç, Allah’ın takdirine bağlıdır. Kader söylerse, insanın kudreti susar.

Edebi Bir Hikmet

Hayat bazen ince bir ip gibidir; insan o ipin üzerinde yürür. Kimi zaman kudretine güvenip hızlı adımlar atar, kimi zaman korkuya kapılır. Oysa ipi tutan eller, insanın değil, Allah’ın kudretidir.
İnsan, kendi iradesini sonsuz sanırsa ipten düşer; kendi aczini idrak edip Allah’a yaslanırsa o ince ip, köprüye dönüşür ve cennete çıkar.

Düşündürücü Bir Vurgu

Kaderin mutlak hâkimiyeti, insanın gayretini yok saymaz. Çünkü insanın iradesi, sınavın özüdür. İmtihan için küçük bir tercih alanı bırakılmıştır. İnsan bu dar alanda iyiliği veya kötülüğü seçer. Sonucu ise Allah yaratır. Bir tohum gibi: Tohum senindir ama onu meyveye çeviren, toprağı, güneşi, yağmuru yaratan Allah’tır.
Demek ki insan, kendi küçücük iradesiyle sonsuz bir mesuliyet kazanır. Ama sonuç daima Allah’ın kudretiyle şekillenir.

Sonuç

İnsanın payı azdır, ama sorumluluğu büyüktür. Allah dilemedikçe yaprak kıpırdamaz; ama insanın kalbindeki niyet, dilindeki dua ve iradesindeki yöneliş, İlahi rahmetin kapılarını açabilir.
O yüzden akıllı insan, iradesini Allah’ın iradesiyle hizalar; kendi dilediğini değil, Allah’ın razı olduğu şeyi diler. İşte o zaman kul, kul olur; Allah da Rab olduğunu ilan eder.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

 




Kur’an’ın Şakirdlerine Verdiği İnbisat

  1. Kur’an’ın Şakirdlerine Verdiği İnbisat

    ​İktibas:
    ​”Kur’an, kendi şakirdlerinin ruhuna öyle bir inbisat ve ulviyet verir ki; doksan dokuz taneli tesbihe bedel, doksan dokuz Esma-i İlahiyenin cilvelerini gösteren doksan dokuz âlemlerin zerratını, birer tesbih taneleri olarak şakirdlerinin ellerine verir. “Evradlarınızı bununla okuyunuz.” der.”
    BEDÎÜZZAMAN – Lemalar – 119

    ​İzah ve Açıklama:
    Bu ifade, Kur’an-ı Kerim’in müminlere (şakirdlere) kazandırdığı manevi derinliği ve yüksek ufku anlatır. İnbisat, genişleme; ulviyet ise yücelik anlamına gelir. Kur’an, müminin ruhunu öyle bir genişletir ve yüceltir ki, o kişi dar bir tesbih tanesi yerine, bütün kâinatı bir tesbih olarak görmeye başlar.
    • ​Doksan dokuz Esma-i İlahiye: Allah’ın (c.c.) 99 ismi.
    • ​Doksan dokuz âlemlerin zerratı: Bu isimlerin tecellileriyle yaratılan sayısız varlık ve âlemdeki en küçük parçacıklar (atomlar).
    ​Kur’an’ın talebesi, elindeki somut tesbihi bırakıp, Allah’ın isimlerinin kâinattaki yansımaları olan tüm varlıkları birer tesbih tanesi gibi anlar. Bu bakış açısı, zikri (evradları) sadece dilde değil, bütün varlıkta aramak ve okumak demektir. Artık kâinatın her bir zerresi, Yaratıcı’yı anlatan bir ayet, bir zikir tanesi haline gelmiştir. Bu, tefekkürle zikrin en yüksek mertebesidir.

    ​II. Kâinatın İhtişamından Yansıyan Cemal ve Kemal

    ​A. Kâinatın Ayna Oluşu

    ​İktibas:
    ​”Bu kâinat denilen meşher-i acaib ve saray-ı muhteşemin hüsünlerini gören ve aklı çürük ve kalbi bozuk olmayan elbette intikal edecek ki; bu saray bir âyinedir, başkasının cemalini ve kemalini göstermek için böyle süslenmiş.”
    BEDÎÜZZAMAN – Şualar – 79

    ​İzah ve Açıklama:
    Bu veciz söz, tevhid (Allah’ın birliği) inancının kâinat tefekkürüyle nasıl elde edildiğini açıklar.
    • ​Kâinat: Harikalar sergisi (meşher-i acaib) ve görkemli saray (saray-ı muhteşem) olarak nitelenir.
    • ​Bu sarayın kendi başına bir amaç olmadığı; ancak bir âyine (ayna) olduğu vurgulanır.
    • ​Ayna, kendi güzelliğini değil, başkasının cemalini (güzelliğini) ve kemalini (mükemmelliğini) gösterir.
    ​Dolayısıyla kâinattaki bütün düzen, sanat ve güzellik, Yaratıcı’nın sınırsız güzelliğini ve kusursuz mükemmelliğini yansıtmak için var edilmiş ve süslenmiştir. Fani olan bu saraya saplanıp kalmak, aklı çürük ve kalbi bozuk olanın işidir; basiret sahibi ise aynanın arkasındaki asıl güzelliğe intikal eder.

    ​B. Sema Yüzündeki Saltanat ve Sanat

    ​İktibas:
    ​”semavat yüzünde, öyle bir haşmet içinde parlamak ve bir ziynet içinde bir tebessüm var ki Sâni’-i Zülcelal’ın ne kadar muazzam bir saltanatı, ne kadar güzel bir sanatı olduğunu gösterir.”
    Risale-i Nur – Sözler/664

    ​İzah ve Açıklama:
    Bu metin, bir önceki düşünceyi gökyüzü (semavat) ve yıldızlar üzerinden somutlaştırır. Gökyüzündeki muazzam düzen, parlaklık ve süs (ziynet), sadece maddi bir olay değil, Yüce Sanatkâr’ın (Sâni’-i Zülcelal) bir tecellisidir.
    • ​Haşmetle parlamak: Gezegenlerin ve yıldızların görkemli düzeni, Allah’ın muazzam saltanatını gösterir.
    • ​Ziynet içinde tebessüm: Gökyüzünün güzelliği, ahengi ve estetiği ise O’nun güzel sanatının bir yansımasıdır.
    ​Kâinatın bu ihtişamlı durumu, gören kalplere Yaratıcı’nın sınırsız kudretini ve eşsiz sanatını ilan eden edebi bir manzaradır.
    ​III. Kudretin Sonsuzluğu ve Haşir İnancı

    ​İktibas:
    ​”(Allah) Fâil muktedirdir. Kudrette noksan yoktur. A’zam (en büyük) ve asgar (en küçük) ona nisbeten birdirler. Evet bir Kadîr ki; âlem bütün güneşleri, yıldızları, avalimi (âlemleri), zerratı, cevahiri, gayr-ı mütenahi lisanlar ile azametine, kudretine şehadet eder. Hiçbir vehim ve vesvesenin hakkı var mıdır ki, haşr-i cismanîyi (bedenin tekrardan diriltilmesi) O kudretten istib’ad (uzak görme) etsin?”
    BEDÎÜZZAMAN – Asar-ı Bediiyye – 34

    ​İzah ve Açıklama:
    Bu metin, kudret kavramının mutlaklığını ve ahiret (haşr-i cismani) inancının akli temelini ele alır.
    • ​Fâil Muktedir: İşleyen, yapan ve tam güç sahibi. Allah’ın kudreti sınırsızdır.
    • ​A’zam ve Asgar’ın Birlikteliği: Allah için en büyük (güneşler) ve en küçük (zerrat – atomlar) varlıkları yaratmakta bir fark yoktur. Kudret için zorluk/kolaylık yoktur.
    • ​Kâinatın Şehadeti: Bütün evren, güneşler, yıldızlar, atomlar (gayr-ı mütenahi lisanlar), Allah’ın sonsuz azametine ve kudretine şahitlik eder.
    ​Bu sonsuz kudretin varlığı sabit olduktan sonra, insan bedenini tekrar diriltmeyi (haşr-i cismani) imkânsız veya uzak görmek (istib’ad) gibi hiçbir vesvesenin ve şüphenin yeri kalmaz. Çünkü en büyüğü kolayca yaratan, en küçüğü de aynı kolaylıkla yaratabilir; dolayısıyla ölüyü diriltmek O’nun kudretine asla ağır gelmez.

    ​IV. Rızık ve Merhametin Sürekli Tezahürü

    ​A. Rızık Veren Mâlik-i Kerim

    ​İktibas:
    ​”Sen memlukiyet (kulluk) ve ubudiyet intisabıyla öyle bir Mâlik-i Kerim’e mensub ve iaşe defterinde mukayyedsin ki; her bahar ve yazda gaybdan ve hiçten umulmadığı yerden ve kuru bir topraktan kaldırır, indirir tarzında yüz defa zemin sofrasını ayrı ayrı yemekleriyle tezyin eder, serer. Güya zamanın seneleri ve her senenin günleri, birbiri arkasından gelen ihsan meyvelerine ve rahmet taamlarına birer kap ve bir Rezzak-ı Rahîm’in küllî ve cüz’î ihsanat mertebelerine birer meşherdirler. İşte sen böyle bir Ganiyy-i Mutlak’ın abdisin (kulusun).”
    BEDÎÜZZAMAN – Şualar – 65

    ​İzah ve Açıklama:
    Bu metin, insanın kulluk vasfını ve Allah’ın Rezzak (rızık veren) isminin tecellilerini anlatır. İnsan, cömert bir Mâlik’e (sahibe) mensuptur ve O’nun iaşe defterinde (rızık listesinde) kayıtlıdır.
    • ​Her bahar ve yazda: Rızkın en büyük delili, kuru topraktan her yıl hiç beklenmedik bir şekilde yüzlerce çeşit yemeğin (bitki, meyve) yaratılması ve yeryüzü sofrasının (zemin) döşenmesidir.
    • ​Zaman ve Günler: Yıllar ve günler, Allah’ın (Rezzak-ı Rahîm) kullarına gönderdiği büyük ve küçük (küllî ve cüz’î) ikram ve nimetlerin sergilendiği birer alandır (meşherdirler).
    ​Bu muazzam rızık sistemi, insanın fakirliğini ve acizliğini itiraf etmesini ve O Mutlak Zengin’in (Ganiyy-i Mutlak) kulu (abdi) olduğunu anlamasını gerektirir.

    ​B. Zemin Sofrasındaki İkram ve Kerem

    ​İktibas:
    ​”Zemin sofrasında Kerim-i Mutlak olan Rahman-ı Rahîm’in misafirlerine, rahmet tarafından ihzar edilen hadsiz taamların ayrı ayrı ve güzel kokularına ve muhtelif, süslü renklerine ve mütenevvi, hoş tatlarına ve her zîhayatın zevk u safasına yardım eden cihazlara bak, ikram ve kerimiyet-i Rabbâniyenin gayet şirin cemalini ve gayet tatlı güzelliğini gör.”
    BEDÎÜZZAMAN – Şualar – 78

    ​İzah ve Açıklama:
    Bu metin, yeryüzü sofrasının yalnızca doyurmakla kalmadığını, aynı zamanda estetik ve lezzetle donatıldığını vurgular. Kerim-i Mutlak olan Rahman-ı Rahîm, bütün varlıkları (misafirleri) için sınırsız yiyecekler (hadsiz taamlar) hazırlamıştır.
    • ​Koku, Renk, Tat: Yiyeceklerin sadece var olması değil, aynı zamanda güzel kokular, süslü renkler, hoş tatlar taşıması, basit bir ihtiyaç gidermenin ötesinde, Allah’ın İkram ve Kerem (cömertlik) sıfatlarının tecellisidir.
    • ​Zevk u Sefa Cihazları: Her canlının tat almasını ve zevk almasını sağlayan duyu organları (cihazlar).
    ​Bu lütufkâr sofra, Allah’ın sonsuz cömertliğinin (kerimiyet-i Rabbâniye) şirin cemalini ve tatlı güzelliğini gösterir. Varlık, kuru bir ihtiyaçlar zinciri değil, lezzetli bir sanattır.

    ​V. Mücadele ve Ahlak Prensipleri

    ​A. Zalime Karşı Tavır

    ​İktibas:
    ​”Aç olan canavara karşı tahabbüb (muhabbet beslemek) etsen; merhametini değil, iştihasını açar. Sonra döner, geliyor; tırnağın, hem dişinin kirasını senden ister.”
    BEDÎÜZZAMAN – Asar-ı Bediiyye – 564

    ​İzah ve Açıklama:
    Bu söz, ahlak, hikmet ve siyasi realiteye dair keskin bir uyarıdır. “Aç olan canavar,” nefsinin esiri olmuş, zalim ve hırslı bir gücü veya kişiliği temsil eder.
    • ​Bu tür bir güce muhabbet (tahabbüb) göstererek, yani pasif bir iyilikle yaklaşarak onu yumuşatmaya çalışmak bir hatadır.
    • ​Böyle bir yaklaşım, zalimin merhametini değil, aksine daha da ileri gitme iştihasını artırır.
    • ​Sonuç, o zalimin geri dönüp daha büyük bir bedel (tırnağın ve dişinin kirası) istemesidir.
    ​Bu, zalime karşı duruşun kararlı, tavizsiz ve onurlu olması gerektiğini, zayıflık veya naiflik göstermenin ancak daha büyük bir zulmü davet edeceğini anlatır.

    ​B. Ümit ve Nihai Adalet

    ​İktibas:
    ​”Fil çoğalsın, Ebabilden umut kesilmez. Firavun azsa da, Nilden umut kesilmez. Zalimler ölmüyor diye ye’se kapılma. Sabret hele, Azrailden umut kesilmez!”
    Abdurrahim Karakoç

    ​İzah ve Açıklama:
    Bu mısralar, sabır ve ümit ruhunun destansı ifadesidir. Tarihi ve dini olaylara atıf yapar:
    • ​Fil çoğalsın, Ebabilden umut kesilmez: Mekke’yi yıkmaya gelen Ebrehe’nin ordusunun (Fil) küçük kuşlar (Ebabil) tarafından yenilgiye uğratılması. En büyük gücün bile ilahi kudret karşısında aciz kalması.
    • ​Firavun azsa da, Nilden umut kesilmez: Zulmün zirvesindeki Firavun’un, kurtuluşun ve helakinin kaynağı olan Nil Nehri’nde boğulması. En zor şartlarda bile kurtuluşun beklenmesi.
    • ​Azrailden umut kesilmez: Zalimlerin dünyevi ömürlerinin uzamasıyla ümitsizliğe düşülmemesi. Çünkü kaçınılmaz bir son olan ölüm meleği (Azrail) mutlaka gelip, nihai adaletin başlangıcını sağlayacaktır.
    ​Bu, zulme karşı direnenlere moral ve manevi gücün asla tükenmeyeceğini hatırlatan, ibretli ve düşündürücü bir metindir.

    ​C. Kutsal Hakikat Uğruna Fedakârlık

    ​İktibas:
    ​”Ey dinini dünyaya satan ve küfr-ü mutlaka düşen bedbahtlar! Elinizden ne gelirse yapınız. Dünyanız başınızı yesin ve yiyecek! Yüzer milyon kahraman başlar feda oldukları bir kudsî hakikate, başımızı dahi feda olsun!”

    ​İzah ve Açıklama:
    Bu söz, iman ve fedakârlık ruhunu en keskin dille ifade eder.
    • ​Dinini dünyaya satanlar: Geçici dünya menfaatleri için ebedi değerlerden vazgeçen, mutlak inkâra (küfr-ü mutlaka) düşenlerdir. Onların bu hırslarının kendilerini tüketeceği hakikati yapılır.
    • ​Kutsî Hakikat: Özellikle Kudüs gibi mukaddes değerlerin temsil ettiği hakikat davası.
    ​Hak yolunda olanlar ise, bu kutsal dava için canlarını seve seve feda etmeye hazırdırlar. Bu, maddi güce karşı manevi iradenin ve teslimiyetin nihai ilanıdır.

    ​D. Birlikteliğin Yüksek Sorumluluğu

    ​İktibas:
    ​”Haricî düşmanın hücumunda dahilî münakaşatı terk etmek ve ehl-i hakkı sukuttan ve zilletten kurtarmayı en birinci ve ve en mühim bir vazife-i uhreviye telakki edip, yüzer âyât ve ehadîs-i Nebeviyenin şiddetle emrettikleri uhuvvet, muhabbet ve teavünü yapıp bütün hissiyatınızla ehl-i dünyadan daha şiddetli bir surette meslektaşlarınızla ve dindaşlarınızla ittifak ediniz yani ihtilafa düşmeyiniz.”
    (Lemalar, Risale-i Nur)

    ​İzah ve Açıklama:
    Bu metin, bir cemaatin veya milletin beka prensibini ortaya koyar.
    • ​Dahili Münakaşatın Terki: Dış tehdit (haricî düşman) varken, içerideki küçük tartışmaların ve ayrılıkların derhal bırakılması, hayati bir zorunluluktur.
    • ​Vazife-i Uhreviye: Hak ehlinin düşüşten (sukut) ve aşağılanmaktan (zillet) kurtarılması, sadece siyasi değil, en mühim manevi görev olarak görülmelidir.
    • ​İttifakın Şiddeti: Kardeşlik (uhuvvet), sevgi (muhabbet) ve yardımlaşma (teavün) gibi ilahi emirler, geçici dünya menfaati için birleşenlerden (ehl-i dünya) daha güçlü ve samimi bir birliktelikle uygulanmalıdır.
    ​Bu, hakikat yolcularının, ayrılığa düşmeden, bütün güçleriyle birbirine kenetlenmesinin, hayatta kalmanın ve zafere ulaşmanın temel şartı olduğunu vurgular.

    ​Makale: Hakkın Yolu, Kâinatın Dili ve Beka Mücadelesi
    ​Giriş: İman ve İdrakin Bütünlüğü

    ​İnsan, kâinatın en nazik ve en manalı misafiri olarak yaratılmıştır. Yaşam serüveni boyunca, O’na sunulan sayısız nimet ve O’ndan istenen en büyük görev; iman, idrak ve sebat üçgeninde şekillenir. Karşımızdaki hikmetli sözler, bu kadim yolculuğun rehberleridir. Bediüzzaman Said Nursi’nin tefekkür derinliği ile Abdurrahim Karakoç’un mücadeleci ruhu, birbirini tamamlayarak, müminin hem iç dünyasını hem de dış dünyadaki duruşunu inşa eden bir kutsal bütünlük manifestosu sunar.

    ​I. Kâinatın Dili: Kudret ve Kerem Şahitliği

    ​”Bu kâinat denilen meşher-i acaib ve saray-ı muhteşemin hüsünlerini gören… bu saray bir âyinedir, başkasının cemalini ve kemalini göstermek için böyle süslenmiş.” İman, evvela bu idrakle başlar. Kâinat, rastgele oluşmuş bir yığın değil, aksine Sâni’-i Zülcelal’ın ne kadar muazzam bir saltanatı, ne kadar güzel bir sanatı olduğunu gösteren bir harikalar sergisidir. Güneşlerin haşmeti, yıldızların tebessümü, kâinatın her zerresi (a’zam ve asgar) aynı Kadîr-i Mutlak’ın sonsuz kudretine delildir.
    ​Bu kudretin en büyük şahidi, yeryüzü sofrasında her baharda kurulan, gaybdan ve hiçten yüzlerce çeşit yemekle donatılmış zemin sofrasıdır. Her koku, her renk, her hoş tat, Kerim-i Mutlak olan Rahman-ı Rahîm’in misafirlerine sunduğu ikram ve cömertliğin bir nişanesidir. Bu kerem ve kudretin şahidi olan bir akıl, asla şüpheye düşmez; zira haşr-i cismanîyi (bedenin tekrardan diriltilmesi) O kudretten istib’ad (uzak görme) etmeye hiçbir vehmin ve vesvesenin hakkı yoktur.
    ​Kur’an’ın şakirdi ise bu idraki en yüksek mertebede yaşar. O’nun ruhu öyle bir inbisat ve ulviyet kazanır ki, doksan dokuz Esma-i İlahiyenin cilvelerini gösteren doksan dokuz âlemlerin zerratını birer tesbih tanesi gibi eline alır ve “Evradlarınızı bununla okuyunuz.” davetine icabet eder. Bu, kuru bir zikirden tefekkürle zikre, cüz’i ibadetten külli idrake geçiştir.

    ​II. Mutlak Rehberlik ve Mücadelenin Etiği

    ​Kâinatı doğru okuyan ve Allah’ın kudretine teslim olan insan, hayatın mücadelesinde de doğru bir tavır sergilemekle yükümlüdür. Bu yolun yegâne rehberi ise Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’dır. O, Hâtemü’l-Enbiyadır ve umum nev-i beşer namına muhatab-ı İlâhîdir. İnsanlığın kurtuluşu, ancak O’nun caddesi haricinde gitmemekle ve bayrağı altında bulunmak zarurîdir.
    ​Ancak bu ulvi yolda zalimlerle karşılaşmak kaçınılmazdır. Bu karşılaşmada takınılacak tavır, acziyetten uzak, onurlu bir duruş olmalıdır. Zira hikmet bize fısıldar: “Aç olan canavara karşı tahabbüb (muhabbet beslemek) etsen; merhametini değil, iştihasını açar.” Tarih, zulme karşı pasif ve naif duruşların, zulmün iştihasını artırdığını ve sonunda zalimin geri dönüp kat be kat bedel (tırnağın ve dişinin kirasını) talep ettiğini göstermiştir.
    ​Bu nedenle, “Ey dinini dünyaya satan ve küfr-ü mutlaka düşen bedbahtlar!” karşısında net bir irade gerekir. Kutsal Hakikat, can dâhil her şeyden üstündür. “Yüzer milyon kahraman başlar feda oldukları bir kudsî hakikate, başımızı dahi feda olsun!” demenin onuru, dünyevi menfaat uğruna dinini satmanın sefaletinden fersah fersah ileridedir.

    ​III. Ümit, Sabır ve Kardeşlik: Bekanın Sırrı

    ​Mücadele ne kadar zorlu olursa olsun, ümitsizlik inananın sözlüğünde yer almaz. Abdurrahim Karakoç’un mısraları, tarihin en ibretli dersidir: “Fil çoğalsın, Ebabilden umut kesilmez. Firavun azsa da, Nilden umut kesilmez.” Görünürdeki devasa güce rağmen, Ebabil ve Nil mucizeleri, İlahi Kudretin en zayıf noktadan bile tecelli edebileceğini ispatlar. Zalimlerin uzun ömür sürmesi de bir imtihandır; “Zalimler ölmüyor diye ye’se kapılma. Sabret hele, Azrailden umut kesilmez!” Nihai adalet, er ya da geç, kaçınılmaz bir şekilde tecelli edecektir.
    ​Ancak bu büyük mücadeleyi kazanmanın ve bu ümidi muhafaza etmenin yegâne teminatı birliktir. En hayati emir şudur: “Haricî düşmanın hücumunda dahilî münakaşatı terk etmek… yüzer âyât ve ehadîs-i Nebeviyenin şiddetle emrettikleri uhuvvet, muhabbet ve teavünü yapıp bütün hissiyatınızla… ittifak ediniz yani ihtilafa düşmeyiniz.”
    ​Hak ehlinin sukuttan ve zilletten kurtarılması, en birinci ve en mühim bir vazife-i uhreviye olarak kabul edilmelidir. Zira iç çekişme, dış düşmandan daha yıkıcıdır. Ehl-i dünya bile kendi menfaatleri için birleşirken, kutsal bir hakikatin yolcularının, uhuvvet (kardeşlik), muhabbet (sevgi) ve teavün (yardımlaşma) ile, onlardan daha şiddetli bir surette birbirlerine kenetlenmeleri bir inanç ve beka meselesidir.

    ​Sonuç: İmanın İkiz Direkleri

    ​Bu altı hikmetli metin, mümin şahsiyetin iki temel direğini ortaya koyar: Tevhidin Külli İdrakine Ulaşmak ve Mücadelenin Ahlakını Kuşanmak.
    Kâinatı bir tesbih tanesi gibi okuyan, kudretin sonsuzluğuna teslim olan ve rızkın sahibi Kerim-i Mutlak’a güvenen bir kalp; dışarıdaki zulme karşı asla ye’se düşmez, zalime karşı onurunu korur ve en önemlisi, kardeşleriyle birleşerek davasını ayakta tutar. Bütünlük, imanın ve hayatın hem sanatı hem de zorunlu kuralıdır.

    ​Makale Özeti

    ​Sunulan metinler, tevhid, tefekkür, mücadele ve birlik konularını bütüncül bir yaklaşımla ele almaktadır.
    ​Temel Düşünceler:
    • ​Tefekkür ve İdrak: Kâinat (güneş, yıldızlar, yeryüzü sofrası) bir “meşher-i acaib” ve “âyine” olup, Allah’ın (c.c.) sonsuz kudretini, cemalini ve keremini gösterir. Kur’an’ın rehberliğiyle mümin, tüm kâinatı bir tesbih olarak anlayarak en yüce zikri gerçekleştirir. Allah’ın kudreti için “a’zam ve asgar” birdir; bu kudret, haşr-i cismanînin (yeniden diriliş) en büyük teminatıdır.
    • ​Rehberlik ve Duruş: İnsanlığın yegâne rehberi ve kurtuluş yolu, Hâtemü’l-Enbiya olan Hazreti Muhammed’in (s.a.v.) caddesidir.
    • ​Zulme Karşı Ahlak: Zalim güce (aç canavar) gösterilen merhamet, onun iştihasını artırır; bu yüzden tavizsiz ve kararlı bir duruş esastır. Kutsal hakikatler uğruna (Kudüs davası gibi) can feda etme iradesi, dinini dünyaya satanların sefaletine karşı en şerefli cevaptır.
    • ​Ümit ve Adalet: Zalimlerin geçici azgınlığı karşısında ümitsizliğe düşmek küfürdür. Ebabil ve Nil örnekleriyle gösterildiği gibi, Azrail mutlak adaletin en kesin sonudur.
    • ​Birlik (İttifak): Haricî düşmanın hücumunda iç çekişmeleri (dahilî münakaşat) terk etmek, ehl-i hakkı zilletten kurtarmak için en mühim vazife-i uhreviyedir. Beka, uhuvvet, muhabbet ve teavün ile, dünya ehlinden daha güçlü bir birlikteliğin tesis edilmesine bağlıdır.

    Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

 




TESBİTLER

 

TESBİTLER

 

  1. Risale-i Nur Külliyatından (Mektubat – 452)
    İktibas:
    > “Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Hâtemü’l-Enbiyadır ve umum nev-i beşer namına muhatab-ı İlâhîdir. Elbette, nev-i beşer onun caddesi haricinde gidemez; ve bayrağı altında bulunmak zarurîdir.”
    > (Risale-i Nur Külliyatından – Mektubat – 452)
    >
    İzah ve Açıklama:
    Bu metin, İslam inancının temel direklerinden biri olan Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed’in (s.a.v.) evrensel ve mutlak konumunu ifade eder. “Hâtemü’l-Enbiya” tabiri, Peygamberlerin Mührü veya Son Peygamber anlamına gelir. Bu, O’nunla birlikte peygamberlik müessesesinin sona erdiğini ve getirdiği mesajın kıyamete kadar geçerli olduğunu belirtir.
    “Umum nev-i beşer namına muhatab-ı İlâhîdir” ifadesi, O’nun mesajının sadece belli bir topluluğa, döneme veya coğrafyaya değil, tüm insanlık (nev-i beşer) adına Allah’ın (c.c.) hitabına mazhar olduğunu, yani evrensel bir elçi olduğunu vurgular.
    Sonuç olarak, bütün insanlığın kurtuluş ve doğru yolunun ancak O’nun caddesi (yolu) üzerinden geçebileceği, O’nun gösterdiği ilkeler ve rehberlik (bayrağı) altında toplanmanın ise bir tercih değil, bir zorunluluk (zarurîdir) olduğu hikmetli bir dille belirtilmiştir. Bu, Allah’a ulaşmanın tek ve güvenilir yolunun Son Peygamber’in getirdiği şeriat ve sünnet olduğunu kesin bir dille ifade eder.
    2. Abdurrahim Karakoç
    İktibas:
    > “Fil çoğalsın, Ebabilden umut kesilmez. Firavun azsa da, Nilden umut kesilmez. Zalimler ölmüyor diye ye’se kapılma. Sabret hele, Azrailden umut kesilmez!”
    > (Abdurrahim Karakoç)
    >
    İzah ve Açıklama:
    Şair Abdurrahim Karakoç’un bu mısraları, ezilenlerin ve mazlumların ümitsizliğe düşmemesi için derin bir teselli ve direniş ruhu aşılar. Metin, tarihî ve dinî referanslarla doludur:
    * Fil çoğalsın, Ebabilden umut kesilmez: Bu kısım, Ebrehe’nin Filler Olayı’na atıf yapar. Güçlü ordu (Fil) ne kadar büyük olursa olsun, Allah’ın gönderdiği küçük kuşlar (Ebabil) bile zalim bir gücü yenmeye kâdirdir. Bu, fiziki güçten ziyade ilahi yardımın üstünlüğünü simgeler.
    * Firavun azsa da, Nilden umut kesilmez: Firavun’un zulmü ve kudreti ne kadar artarsa artsın, onun sonu ve mucizelerle dolu kurtuluşun kaynağı yine Nil Nehri olmuştur. Zulmün doruk noktası aynı zamanda kurtuluşun başlangıcı demektir.
    * Zalimler ölmüyor diye ye’se kapılma. Sabret hele, Azrailden umut kesilmez!: Burası ana mesajı ihtiva eder. Zalimlerin dünyevi hayatlarının uzun sürmesi, insanı ümitsizliğe (ye’se) düşürmemelidir. Çünkü dünyevi adalet gecikse bile, ölüm meleği (Azrail) eninde sonunda her canlının yanına varacak, ve bu, zalimler için dünyevi hayatın sonu ve ilahi adaletin başlangıcı olacaktır. Mutlak ve kaçınılmaz son, adaletin tecelli edeceğinin en büyük teminatıdır.

    3. Kudüs Temalı
    İktibas:
    > “Ey dinini dünyaya satan ve küfr-ü mutlaka düşen bedbahtlar! Elinizden ne gelirse yapınız. Dünyanız başınızı yesin ve yiyecek! Yüzer milyon kahraman başlar feda oldukları bir kudsî hakikate, başımızı dahi feda olsun!”
    >
    İzah ve Açıklama:
    Bu metin, son derece keskin ve mücadeleci bir ifadedir. Metin, iki zıt grubu karşı karşıya koyar:
    * Dinini dünyaya satan ve küfr-ü mutlaka düşen bedbahtlar: Bunlar, geçici dünya menfaatleri için inançlarından, değerlerinden ve kutsallarından vazgeçen, manen iflas etmiş kimselerdir. “Küfr-ü mutlak” ise, şüphesiz ve tam bir inkâr hâlini ifade eder. Metin, bu kişileri pervasız eylemlerinden dolayı kınayarak, dünyevi hırslarının eninde sonunda kendilerini yok edeceğini (“Dünyanız başınızı yesin ve yiyecek!”) kesin bir uyarı ile belirtir.
    * Kudsî hakikate başlarını feda edenler: Bu grup, canlarından bile değerli gördükleri bir kutsal hakikat (kudsî hakikat) uğruna her şeyi göze alanlardır. Kudüs’ün manevi değeri, uğruna yüz milyonlarca kahramanın canını feda ettiği bir ideal olarak yüceltilir. Metin, bu uğurda kendi canlarını da seve seve feda edeceklerini beyan ederek, hakikate bağlılık ve fedakârlık ruhunu en yüksek mertebede ifade eder. Bu, davaya olan mutlak bağlılığın ve kutsal değerleri savunma azminin bir manifestosudur.

    4. Bediüzzaman Said Nursi (Asar-ı Bediiyye – 564)
    İktibas:
    > “Aç olan canavara karşı tahabbüb (muhabbet beslemek) etsen; merhametini değil, iştihasını açar. Sonra döner, geliyor; tırnağın, hem dişinin kirasını senden ister.”
    > (BEDÎÜZZAMAN – Asar-ı Bediiyye – 564)
    >
    İzah ve Açıklama:
    Bu veciz ifade, Bediüzzaman Said Nursi’nin siyaset ve sosyal hayata dair keskin bir realitesini ortaya koyar. Aç olan canavar, nefsinin arzularına, hırslarına veya zalimane eğilimlerine tabi olmuş, merhametten nasipsiz bir gücü veya kişiliği temsil eder.
    Bu canavara karşı muhabbet beslemek (tahabbüb), yani iyi niyetle yaklaşmak, onu yumuşatmaya çalışmak veya yaranmaya kalkışmak, beklenen sonucu (merhameti) getirmez. Aksine, canavarın iştihasını (daha fazla zulmetme, ele geçirme hırsını) artırır. Zalime gösterilen iyi niyet ve zayıflık, onun cüretini artırır ve onu daha da azgınlaştırır.
    Metnin devamı, bu yanlış stratejinin kaçınılmaz acı sonucunu belirtir: Canavar daha sonra geri döner ve yaptığı kötülüklerin bedelini (mecazi olarak tırnağın ve dişinin kirasını) bizzat o iyi niyetli kimseden ister. Bu, zalime karşı gösterilen tavizin, eninde sonunda tavizi verene zarar vereceği, hatta bedel ödettireceği konusunda sert bir uyarıdır. Zalime verilecek en doğru tepkinin, zaaf göstermeyen bir duruş ve hakkaniyetli bir karşı koyuş olması gerektiği ima edilir.

    5. Bediüzzaman Said Nursi (Şualar – 79)
    İktibas:
    > “Bu kâinat denilen meşher-i acaib ve saray-ı muhteşemin hüsünlerini gören ve aklı çürük ve kalbi bozuk olmayan elbette intikal edecek ki; bu saray bir âyinedir, başkasının cemalini ve kemalini göstermek için böyle süslenmiş.”
    > (BEDÎÜZZAMAN – Şualar – 79)
    >
    İzah ve Açıklama:
    Bu metin, tefekkür (derin düşünme) yoluyla Allah’ın varlığına ve birliğine (Tevhid) ulaşmanın bir yöntemini sunar. Kâinat (evren), burada iki metaforla tanımlanır:
    * Meşher-i Acaib: Hayret verici sanat eserlerinin sergilendiği yer, harikalar sergisi.
    * Saray-ı Muhteşem: Görkemli, büyük saray.
    Evrendeki bu muhteşem güzellikleri ve harikaları gören bir insanın, eğer “aklı çürük ve kalbi bozuk” değilse, kesinlikle şu sonuca (intikal edecek) varacağı belirtilir: Bu saray (kâinat) kendi başına amaç değildir. O, yalnızca bir âyinedir (ayna/gösterge).
    Bir ayna, kendi güzelliği için değil, başkasının cemalini (güzelliğini) ve kemalini (mükemmelliğini) yansıtmak için vardır. Dolayısıyla, kâinattaki bütün sanat, intizam ve güzellikler, bizzat Kâinatın Yaratıcısı’nın sonsuz güzelliğini, mükemmel sanatını ve üstün kudretini göstermek için yaratılmış, süslenmiş ve donatılmıştır. Bu, kâinatı yaratandan bağımsız bir varlık olarak görme düşüncesini reddeden, her güzelliğin ardında Mutlak Güzellik Sahibini arayan bir bakış açısıdır.

    6. Risale-i Nur (Lemalar)
    İktibas:
    > “Haricî düşmanın hücumunda dahilî münakaşatı terk etmek ve ehl-i hakkı sukuttan ve zilletten kurtarmayı en birinci ve en mühim bir vazife-i uhreviye telakki edip, yüzer âyât ve ehâdis-i Nebeviyenin şiddetle emrettikleri uhuvvet, muhabbet ve teavünü yapıp bütün hissiyatınızla ehl-i dünyadan daha şiddetli bir surette meslektaşlarınızla ve dindaşlarınızla ittifak ediniz yani ihtilafa düşmeyiniz.”
    > (Lemalar, Risale-i Nur)
    >
    İzah ve Açıklama:
    Bu metin, özellikle zor zamanlarda Müslümanlar arasındaki birlik ve beraberliğin hayati önemine odaklanır. Metin, temel bir strateji ve görev tanımı sunar:
    * Haricî düşmanın hücumunda dahilî münakaşatı terk etmek: Dışarıdan bir düşman (fikri, siyasi veya askeri tehdit) varken, içerideki küçük ve tali tartışmaları, ayrılıkları bırakmak gerekir. İç çekişmeler, düşmana karşı en büyük zaafı oluşturur.
    * Ehl-i hakkı sukuttan ve zilletten kurtarmak: Hak yolunda olanları düşüşten (sukut) ve aşağılanmaktan/esaretten (zillet) kurtarmak, en önemli (en birinci ve en mühim) manevi görev (vazife-i uhreviye) olarak kabul edilmelidir.
    * Uhuvvet, muhabbet ve teavün: Bu görev, kardeşlik (uhuvvet), sevgi (muhabbet) ve yardımlaşma (teavün) prensiplerini yaşayarak yerine getirilir. Bu ilkeler, yüzlerce ayet ve hadis ile kesin bir dille emredilmiştir.
    * Ehl-i dünyadan daha şiddetli bir surette ittifak: Müslümanlar, geçici dünya menfaatleri için birleşenlerden (ehl-i dünya) daha güçlü, daha samimi ve daha kararlı bir şekilde, kendi dindaşları ve meslektaşları (aynı davada olanlar) ile birleşmeli (ittifak etmeli) ve ayrılığa düşmemelidir (ihtilafa düşmeyiniz). Bu, İslam toplumunun gücünü korumasının ve ayakta kalmasının temel şartıdır.
    Makale: İman, Direniş ve Kardeşlik: Bir Kutsal Bütünlük Manifestosu
    Tarihin Aynasında Sonsuzluğun Çağrısı
    İnsanlık tarihi, daima bir yol arayışının, hakikat ve batılın, zulüm ve adaletin bitmek bilmeyen mücadelesinin sahnesi olmuştur. Bu kadim mücadelede, inancın ve ahlakın rehberliği hayati bir öneme sahiptir. Karşımızdaki altı hikmetli metin, bu mücadelede birer deniz feneri gibi yol göstermekte, imanî, ahlakî ve sosyal hayatın temel dinamiklerini, birbiriyle uyum ve bütünlük içinde ele almaktadır. Bu metinler, bir yandan insanın varoluş gayesini kâinatın ihtişamıyla açıklarken, diğer yandan zulme karşı takınılması gereken tavırdan, cemaat içi birlikteliğin zorunluluğuna kadar geniş bir yelpazede derinlikli bir yol haritası sunar.

    I. Mutlak Önderlik ve Evrensel Yol: Kâinatın Tek Caddesi

    “Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Hâtemü’l-Enbiyadır ve umum nev-i beşer namına muhatab-ı İlâhîdir. Elbette, nev-i beşer onun caddesi haricinde gidemez; ve bayrağı altında bulunmak zarurîdir.”
    Bu mübarek hakikat, kâinatın kuruluşundan kıyamete kadar sürecek olan İlahi planın merkezindeki şahsiyeti işaret eder. Hazreti Muhammed (s.a.v.), insanlığın tüm zamanlar ve mekânlar için tayin edilmiş son ve en mükemmel rehberidir. O’nun getirdiği “cadde” (yol), bir ihtimal değil, aksine kurtuluş için tek bir **”zaruret”**tir. Bu zaruret, insanın cüz’i aklının dağınık keşiflerinden çok, bizzat Kâinatın Sahibinin mutlak kudret ve ilmiyle çizdiği ana yoldur. İnsanlığın huzuru, saadeti ve medeniyetinin bekası, ancak bu bayrağın altında toplanmakla mümkündür; zira bu bayrak, sadece ahlakı değil, aynı zamanda siyasetten sosyal hayata kadar her alanda denge ve adaleti tesis etme garantisidir.

    II. Zalime Taviz, Azgınlığa Davettir: Realitenin Acı Dersi

    İkinci metin, manevi hayatın ve sosyal mücadelenin en önemli derslerinden birini, acı bir realiteyle gözler önüne serer. “Aç olan canavara karşı tahabbüb (muhabbet beslemek) etsen; merhametini değil, iştihasını açar. Sonra döner, geliyor; tırnağın, hem dişinin kirasını senden ister.” Bediüzzaman’ın bu uyarısı, naif iyiliğin ve stratejik zaafın ayrımını yapar. Canavarlaşmış nefislere, hırslı ve azgın güçlere karşı gösterilen merhamet kisveli teslimiyet, zulmü dizginlemek yerine onu teşvik eder, iştahını kabartır. Tarih, zalime boyun eğen milletlerin, sonunda o zalimin elinde en ağır bedelleri ödediğine dair ibret dolu örneklerle doludur. Bu, adaletin tesisinde aktif ve onurlu bir duruşun, pasif bir teslimiyetten çok daha hikmetli ve doğru bir yol olduğunu net bir şekilde ortaya koyar.

    III. Zulmün Karşısında İlahî Umut ve Kaçınılmaz Adalet

    Ne var ki, zulüm ne kadar azgınlaşırsa azgınlaşsın, iman ehli ümitsizliğe kapılmamalıdır. “Fil çoğalsın, Ebabilden umut kesilmez. Firavun azsa da, Nilden umut kesilmez. Zalimler ölmüyor diye ye’se kapılma. Sabret hele, Azrailden umut kesilmez!” Abdurrahim Karakoç’un bu dörtlüğü, tarihi referanslarla beslenmiş bir teselli ve direniş manifestosudur. İnsanlık, bazen Ebrehe’nin fil ordularının ezici gücü altında kalmış, bazen de Firavun’un sonsuz kudretine maruz kalmıştır. Ancak her seferinde, en beklenmedik anda, en mütevazı kaynaktan (Ebabil kuşu, Nil Nehri) İlahi Kudretin tecellisi gerçekleşmiştir. Bu, mü’mine bir sabır ve metanet dersidir: Dünya adaletinin yavaş işlediği anlarda bile, en kesin ve nihai adalet Azrail suretinde tecelli edecek, her zalim, er ya da geç, yaptıklarının hesabını vereceği o mutlak sona ulaşacaktır. Ümitsizlik, kâfirlerin sıfatıdır; mü’min ise nihai zaferin ve adaletin mutlak olduğuna iman eder.

    IV. Dinini Satana Lanet, Kutsala Can Feda

    Bu mücadele ruhu, kutsal değerler söz konusu olduğunda en yüksek fedakârlık seviyesine ulaşır. “Ey dinini dünyaya satan ve küfr-ü mutlaka düşen bedbahtlar! Elinizden ne gelirse yapınız… Yüzer milyon kahraman başlar feda oldukları bir kudsî hakikate, başımızı dahi feda olsun!” Bu sözler, özellikle Kudüs gibi mukaddes mekânlar ve manevi değerler etrafında verilen varoluş mücadelesinin özünü teşkil eder. Dinini, yani ebedi saadetini geçici dünya menfaatlerine satanlar, bu tavırlarıyla kendilerini bir felakete sürüklemektedirler. Onların tehditleri ve zulümleri, hakikate bağlı olanların gözünde bir değer taşımaz. Çünkü hakiki inanca sahip olanlar, uğruna milyonlarca kahramanın can verdiği kutsal bir hakikati, kendi canlarından dahi üstün tutarlar. Bu, yalnızca bir meydan okuma değil, aynı zamanda en değerli varlıklarını feda etmeye hazır olan bir imanın ve kimliğin onur beyanıdır.

    V. Kâinat Aynasından Yansıyan Güzellik

    Bütün bu hayat ve mücadele, kâinatın temel amacını anlamakla mümkün olur. “Bu kâinat denilen meşher-i acaib ve saray-ı muhteşemin hüsünlerini gören ve aklı çürük ve kalbi bozuk olmayan elbette intikal edecek ki; bu saray bir âyinedir, başkasının cemalini ve kemalini göstermek için böyle süslenmiş.” İmanî derinliğin doruğu, kâinatı bir tefekkür laboratuvarı olarak görmektir. Evrenin her zerresindeki mükemmel sanat, intizam ve güzellik, kendi başına bir amaç olamaz. Göz kamaştıran bir saray, ancak sahibinin ihtişamını ve sanatını göstermek için kurulur. Kalbi ve aklı saf olanlar, kâinat aynasında kendi faniliklerini değil, Yaratıcı’nın sonsuz ve mutlak Güzelliğini (Cemal) ve Mükemmelliğini (Kemal) görürler. Bu idrak, insana evrendeki yerini gösterir ve hayatın asıl gayesini anlamasını sağlar.

    VI. Birlik ve Beraberlik: Varlık ve Yokluk Arasındaki Çizgi

    Nihayet, dış tehditler karşısında ayakta kalmanın yegâne yolu, iç birliği sağlamaktır. “Haricî düşmanın hücumunda dahilî münakaşatı terk etmek ve ehl-i hakkı sukuttan ve zilletten kurtarmayı en birinci ve en mühim bir vazife-i uhreviye telakki edip… meslektaşlarınızla ve dindaşlarınızla ittifak ediniz yani ihtilafa düşmeyiniz.” Bu, İslam toplumunun bekası için vazgeçilmez bir düsturdur. Dış düşman ne kadar tehlikeli olursa olsun, bir toplumu asıl yıkan şey içeriden gelen ayrılıktır (ihtilaf). Dışarıdaki tehlike, toplumun sinirlerini gererek birlik ruhunu güçlendirirken, içerideki küçük tartışmalar enerjiyi dağıtır ve düşmanı cesaretlendirir. Kardeşlik (uhuvvet), sevgi (muhabbet) ve yardımlaşma (teavün); ne sadece bir ahlak kuralı, ne de bir tavsiyedir; bilakis, zilletten kurtuluşun ve hakkı ayakta tutmanın en önemli manevi görevidir. Bu, hakiki bir varoluş mücadelesinde zafere ulaşmanın temel ilkesidir.

    Makale Özeti
    Bu makalede incelenen metinler, imanın temelini (Peygamberin mutlak rehberliği ve kâinatın tevhidi göstermesi), sosyal ve siyasi hayattaki realiteyi (zalime tavizin zararı) ve büyük mücadele anındaki stratejiyi (dış düşman karşısında iç birliğin zorunluluğu) ele alarak bütüncül bir manifestoyu ortaya koymaktadır.

    Temel çıkarımlar şunlardır:
    * Mutlak Önderlik: Bütün insanlığın kurtuluş yolu, son ve evrensel rehber olan Hazreti Muhammed’in (s.a.v.) caddesidir.
    * Kâinatın Gayesi: Evren, Yaratıcısı’nın sonsuz güzelliğini ve mükemmelliğini yansıtan bir aynadır; hayatın gayesi bu hakikati idraktir.
    * Zulme Karşı Duruş: Canavarlaşmış zalime karşı yumuşaklık ve taviz göstermek, onun merhametini değil, azgınlığını artırır ve sonunda taviz verene zarar verir.
    * İlahi Adalet ve Ümit: En büyük zulüm karşısında dahi ümitsizliğe düşülmemelidir. Tarihi mucizeler (Ebabil, Nil) ve kaçınılmaz son (Azrail), ilahi adaletin mutlak tecelli edeceğinin kesin teminatıdır.
    * Fedakârlık ve Onur: Kutsal hakikatler uğruna can dâhil her şey feda edilebilir; dinini dünyaya satan bedbahtların akıbeti ise kayıptır.
    * Birliğin Hayatiyeti: Harici düşmanın tehdidi altındayken, dâhili çekişmeleri terk etmek ve bütün hissiyatla dindaşlarla ittifak etmek, zilletten kurtulmanın en önemli manevi görevidir.
    Bu altı hikmet, birbirini tamamlayarak, zorlu bir çağda hem bireysel hem de toplumsal manada metanetli bir imanı, stratejik bir ahlakı ve sarsılmaz bir birliği inşa etmenin gerekliliğini vurgulamaktadır.

    Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

 




İçimizdeki İsrailliler: Bir Hafıza ve İbret Makalesi

İçimizdeki İsrailliler: Bir Hafıza ve İbret Makalesi

Her milletin tarih sahnesinde imtihan anları vardır. Kiminde bu imtihan işgal ordularıyla olur, kiminde ekonomik baskılarla, kiminde de kendi içinden çıkan gafillerle… Türkiye’nin son on yıllardaki yolculuğuna baktığımızda, “içimizdeki İsrailliler” denilebilecek bir güruhun daima pusuda beklediğini, milletin iradesini kırmak için her fırsatta harekete geçtiğini görürüz. Bu ifade bir şahsı veya bir kurumu değil; milletin ruh kökünü hedef alan, onun imanını, dirayetini, bağımsızlığını yıkmak isteyen zihniyeti temsil eder.

IMF Borcunun Bitmesi ve Küresel Rahatsızlık

2000’li yılların başında Türkiye, IMF’ye mahkûm, borç batağına sürüklenen, ekonomik kararlarını dahi dışarıdan telkinle almak zorunda kalan bir ülkeydi. Ancak 2013’e gelindiğinde Türkiye, IMF’ye olan borcunu tamamen ödeyerek masadan kalktı. Bu hadise sadece bir ekonomik mesele değildi; aynı zamanda küresel vesayetin iplerini koparmak anlamına geliyordu. Çünkü borç, bağımlılıktır; bağımlılık ise siyasî, askerî ve kültürel kuşatmanın kapısını aralar. Türkiye, bu zinciri kırdığı an, küresel odaklarda büyük bir rahatsızlık başladı.

Gezi Olayları: Borcun Bedeli mi?

Tam IMF defterinin kapandığı günlerde, “Gezi Olayları” adı altında sokaklar karıştırıldı. Ağaç bahanesiyle başlayan gösteriler, kısa sürede bir kaos senaryosuna dönüştü. Kaldırım taşlarıyla devletin temelleri sökülmek istendi. Asıl mesele birkaç ağaç değil, Türkiye’nin kendi ayakları üzerinde durmaya başlamasıydı. “Faiz lobisi” ve “küresel sermaye odakları” Gezi üzerinden Türkiye’ye mesaj veriyordu:
“Bizim iznimiz olmadan bağımsız olamazsınız!”

15 Temmuz: İçimizdeki İsrailliler’in Açık Çıkışı

2016’da ise bu rahatsızlık bir başka formatta sahne aldı: 15 Temmuz darbe teşebbüsü. Görünüşte bir grup askerî kalkışmaydı. Hakikatte ise; içerideki hainler ile dışarıdaki akıl hocalarının birleştiği bir işgal planıydı. Tanklar, uçaklar, helikopterler sadece seçilmiş hükümeti değil, milletin iradesini hedef aldı. O gece sokaklara çıkan milyonlar, sadece bir darbeyi değil, asırlardır süren esaret zincirlerini de kırdı. “İçimizdeki İsrailliler” planlarını yine milletin imanıyla, ezanıyla, salâsıyla dağıttı.

Darbeler Zincirinde Ortak Payda

Gezi’den 15 Temmuz’a kadar uzanan çizgi, aslında tek bir senaryonun farklı perdeleridir. Ortak noktaları:
• Türkiye’nin bağımsızlık yolculuğunu durdurmak,
• Ekonomik ve siyasî özgürlüğünü yeniden ipotek altına almak,
• Milleti kendi tarihine ve değerlerine yabancılaştırmak.
Dışarıda yazılan senaryolar, içeride işbirlikçi taşeronlarla uygulanmak istenmiştir. Bu taşeronlar bazen “ekonomik kriz tellalları”, bazen “sokak eylemcileri”, bazen de “askerî cuntacılar” olarak sahneye sürülmüştür.

İbret ve Hikmet

Tarih bize şunu gösterir:
Bir millet içinden “İbrahim’in yolunu tutanlar” ile “Nemrud’un ateşini körükleyenler” aynı anda çıkar. Asıl olan, bu ateşe su taşıyan karınca misali imanla, sabırla ve dirayetle safını belli etmektir.
• IMF borcunun bitmesi, milletin haysiyetini ayağa kaldırmıştır.
• Gezi, bu haysiyete atılan taş olmuştur.
• 15 Temmuz ise, taşeronların perde arkasındaki efendilerini ortaya dökmüştür.
Bugün Türkiye’nin önünde hâlâ aynı imtihan vardır:
Kendi içindeki hainlere, içimizdeki İsraillilere karşı uyanık olmak. Çünkü asıl tehlike, dışarıdaki düşmandan ziyade içerideki işbirlikçidir.

Son Söz

Her çağın bir Bedir’i, bir Uhud’u, bir Hendek’i vardır. Türkiye, kendi Bedirlerini, Uhudlarını, Hendeklerini yaşamaktadır. Ve her defasında şu hakikat ortaya çıkmaktadır:
“Allah, hakkı hak bilip ona sarılanların, batılı batıl bilip ondan kaçınanların yanındadır.”
İçimizdeki İsrailliler kaybedecek; milletin imanla beslenen iradesi galip gelecektir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com