Melâike bir ümmettir, şeriat-ı fıtriye ile memurdur

Melâike bir ümmettir, şeriat-ı fıtriye ile memurdur 

   Şeriat-ı İlahî ikidir. Hem iki sıfattan gelmiş, iki insan muhatap hem de mükellef olmuş. Sıfat-ı iradeden gelen şer’-i tekvinî

   İnsan-ı ekber olan âlemin ahvalini hem de harekâtını ki ihtiyarî değil, tanzim eden şer’dir. O meşiet-i Rabbanî

   Yanlış bir ıstılahla tabiat da denilir. Sıfat-ı kelâmından gelen şeriat ise âlem-i asgar olan insanın ef’alini,

   Ki ihtiyarî olmuş, tanzim eden şer’dir. İki şer’ bir yerde bazen eder içtima. Melâike-i İlahî, bir ümmet-i azîme hem bir cünd-ü Sübhanî

   Birinci şer’a olmuş hamele-i mümtesil, amele-i mümessil. Hem onlardan bir kısmı ibad-ı müsebbihtir. Bir kısmı da müstağrak, arşın mukarrebîni.

* * * 

Madde, rikkat peyda ettikçe hayat, şiddet peyda eder 

   Hayat asıl, esastır; madde ona tabidir hem de onunla kaimdir. Bir hurdebînî huveyn havass-ı hamsesiyle, insanın havassını

   Muvazene edersen görürsün, insan ondan ne derece büyükse havassı o derece onunkinden aşağı. O huveyne işitir kardeşinin sesini.

   Hem de görür rızkını. Ger insan kadar büyüse havassı hayret-feza, hayatı şule-feşan, rü’yeti de berk-âsâ bir nur-u âsumanî.

   İnsan, bir kitle-i mevattan bir zîhayat değildir. Belki de milyarlarla zîhayat hüceyratından mürekkeb ve zîhayat bir hücre-i insanî.

اِنَّ الْاِنْسَانَ كَصُورَةِ ( يٰسٓ ) كُتِبَتْ فٖيهَا سُورَةُ ( يٰسٓ )

فَتَبَارَكَ اللّٰهُ اَحْسَنُ الْخَالِقٖينَ

*****

Bu metin iki büyük bahis ihtiva ediyor:

  1. Meleklerin şeriat-ı fıtriye ile memur bir ümmet oluşu (metnin birinci kısmı).
  2. Maddenin rikkati ve hayatın şiddeti (ikinci kısım).

Her iki bahis, Bediüzzaman’ın şeriat-ı tekviniye ve şeriat-ı kelâmiye ayrımı ve “hayatın esası” nazariyesi çerçevesinde birbirine bağlanıyor. Şimdi bunu ayrıntılı şekilde izah edelim.

1) Melekler bir ümmettir, şeriat-ı fıtriye ile memurdur

  1. a) İki şeriat: tekvinî ve kelâmî

Şeriat-ı tekviniye (şer’-i tekvinî):

Kaynağı Allah’ın sıfat-ı iradesidir.

Âlemin (insan-ı ekber = büyük insan) bütün hâllerini ve hareketlerini tanzim eder.

Bu şeriat “ihtiyarsız”dır: atomların, yıldızların, cazibenin, biyolojik kanunların işleyişi gibi.

Yanlış tabirle insanlar buna “tabiat” der. Ama aslında bu tabiatın ardındaki Rabbânî iradedir.

Şeriat-ı kelâmiye (şer’-i kelâmî):

Kaynağı Allah’ın sıfat-ı kelâmıdır.

Âlem-i asgar olan insanın fiillerini (özellikle ihtiyârî olanlarını) tanzim eder.

Bu, bildiğimiz dinî şeriattır: emir, nehiy, helal, haram, ibadet, ahlak vb.

  1. b) İki şeriatın birleşmesi

Bazen tekvinî ve kelâmî şeriat aynı noktada buluşur.

Örn: namaz kılarken beden hareketleri (tekvinî düzen) ile ibadet niyeti (kelâmî şeriat) birleşir.

Orucun fizyolojik hikmetleriyle ibadetin manevî hikmetleri iç içe geçer.

  1. c) Meleklerin konumu

Melekler, şeriat-ı tekviniyenin hameleleri (taşıyıcıları) ve ameleleri (işçileri, temsilcileri)dir.

Yani doğadaki kanunları tatbik eden manevî memurlardır.

Örneğin: Cebrail vahyin, Mikail rızkın, İsrafil surun, Azrail ruhların kabzının memuru.

Bir kısmı ibad-ı müsebbihtir: sürekli tesbih edenler.

Bir kısmı mukarrebîn-i arş: Allah’ın arşına yakın, ibadet ve huzurda fânî olmuş meleklerdir.

Böylece melekler, kâinatın düzenini (şeriat-ı fıtriye) yerine getiren bir ümmet-i azîme, aynı zamanda Allah’ın ordusu olan cünd-ü Sübhanîdir.

2) Madde rikkat peyda ettikçe hayat şiddet peyda eder

  1. a) Hayat maddenin üstündedir

Metin, çok önemli bir hakikati vurgular: Hayat asıldır, esasdır; madde ona tâbidir.

Yani, varlıkta “canlılık” sadece maddenin birleşmesiyle tesadüfen oluşan bir özellik değildir.

Tam tersine, madde hayatla anlam ve kemal kazanır; hayat, maddeye ruh ve kıymet verir.

  1. b) Mikroskobik canlı örneği (huveyne)

Çok küçük bir tek hücreli canlı (metinde “hurdebînî huveyne” diye ifade edilen) kendi çevresini hisseder: kardeşinin sesini duyar, rızkını görür.

Onun beş duyusu (havass-ı hamsesi) kendi çapında gelişmiştir.

Eğer o huveyne insan boyuna büyütülseydi:

Duyuları olağanüstü kuvvette olurdu.

Hayatı şimşek gibi parlayan, gözü ise âdeta semavî bir nur saçan bir seviyeye yükselirdi.

Burada verilen mesaj: Hayat küçüklük-büyüklük ölçüsüne göre farklı şiddette tezahür eder; madde inceldikçe hayat daha yoğunlaşır.

  1. c) İnsan madde yığını değil

İnsan, sadece “cansız maddelerden yapılmış bir canlı” değildir.

Aksine, milyarlarca canlı hücreden meydana gelmiş canlı bir bütündür.

Bu bakış açısı: insanın hem küçüklüğünü (hücrelerden ibaret oluşunu) hem büyüklüğünü (bütünün bir şahsiyet kazanmasını) gösterir.

  1. d) İnsanın “Yâsin sûresi”ne benzetilmesi

“İnsan, Yâsin sûresi şekline benzer; içinde Yâsin sûresi yazılmıştır.” (اِنَّ الْاِنْسَانَ كَصُورَةِ ( يٰسٓ ) كُتِبَتْ فٖيهَا سُورَةُ ( يٰسٓ ))

Yani insanın şekli ve yapısı Kur’ân’ın bir sûresine benzer. İçinde de Kur’ân’ın manaları yazılıdır.

Bu teşbih, insanın kâinat kitabının bir nüshası, Kur’ân’ın bir ayinesi olduğunu gösterir.

Ardından gelen ayet: “Fetebârekallâhu ahsenü’l-hâlikîn” (Mü’minûn, 14) → “Yaratıcıların en güzeli olan Allah ne yücedir!”

İnsanın yaratılışı, Allah’ın kudret ve sanatının en parlak delilidir.

3) Bütünün ana mesajı

  1. Kâinatın nizamı iki şeriatla tanzim edilir: Tekvini (tabiat kanunları) ve Kelâmi (dinî emirler). Melekler, tekvini şeriatın uygulayıcılarıdır.
  2. Hayat maddenin üstündedir: Madde inceldikçe, hayat yoğunlaşır. Bir hücreli ile insan kıyasında görüldüğü gibi, canlılık boyut farkına göre farklı tecelli eder.
  3. İnsan kâinatın özeti ve Kur’ân’ın bir nüshasıdır: Hücrelerden oluşan yapısı ve manevî donanımıyla yaratılışın en şerefli şahididir.

4) Teolojik ve hikmetli sonuçlar

Tevhid: Bütün âlemde işleyen düzen ve kanunların tek kaynağı vardır.

İbadet: Melekler sürekli tesbih halindedir; insan da ihtiyarî fiilleriyle onların safına katılabilir.

Bilim–iman dengesi: Mikroskobik hayat, biyolojik hücreler, cazibe kanunu… Hepsi şeriat-ı tekviniyenin işleyişidir. İnsana düşen, bunları okuyup İlâhî kudreti tanımaktır.

İnsanın değeri: Hem küçüklüğüyle (hücrelerden ibaret) hem büyüklüğüyle (Kur’ân’ın aynası, kâinatın özeti) ibret vericidir.

Kısa bir benzetme

Bir kitap düşün:

Yazılı harfler → madde.

Harflerin manası → hayat.

Kitabın okunması için bir düzen vardır (dilbilgisi kuralları → tekvinî şeriat).

Ama asıl mesaj, yazarın muradıdır (kelâmî şeriat).

İşte melekler bu kitabın sayfalarını çeviren, düzenini koruyan “hizmetkârlar” gibidir.

İnsan ise bu kitabı okuyup, “Fetebârekallâhu ahsenü’l-hâlikîn” demeye memurdur.

******

### **İzah**

Metin, iki ana bölüme ayrılır:

  1. **Melâike bir ümmettir, şeriat-ı fıtriye ile memurdur**: Meleklerin bir ümmet olduğu, Allah’ın iki şeriatı (tekvini ve teşrii) ve meleklerin bu şeriatlardaki rolü.
    2. **Madde, rikkat peyda ettikçe hayat, şiddet peyda eder**: Maddenin inceliği ile hayatın yoğunluğu arasındaki ilişki ve insanın bir hücreden çok daha karmaşık bir varlık olduğu.

Metin, Allah’ın kudretinin kâinattaki tecellilerini, meleklerin görevlerini, hayatın mahiyetini ve insanın yaratılışındaki hikmeti tefekkür eder. Aşağıda metni bölüm bölüm alıntılayarak geniş ve detaylı bir şekilde izah edelim. İzahımda, kelimelerin anlamlarını, kavramların bağlamını, Bediüzzaman’ın genel yaklaşımını ve metnin hikmetlerini açıklayacağım. Bu metin, Risale-i Nur’un tevhid, meleklerin varlığı, hayatın mahiyeti ve insanın yaratılışındaki mucizevi sanat üzerine tefekkürlerini yansıtır.

#### **Birinci Bölüm: Melâike Bir Ümmettir, Şeriat-ı Fıtriye ile Memurdur**

**Metin:**
> Melâike bir ümmettir, şeriat-ı fıtriye ile memurdur
> Şeriat-ı İlahî ikidir. Hem iki sıfattan gelmiş, iki insan muhatap hem de mükellef olmuş. Sıfat-ı iradeden gelen şer’-i tekvinî
> İnsan-ı ekber olan âlemin ahvalini hem de harekâtını ki ihtiyarî değil, tanzim eden şer’dir. O meşiet-i Rabbanî
> Yanlış bir ıstılahla tabiat da denilir. Sıfat-ı kelâmından gelen şeriat ise âlem-i asgar olan insanın ef’alini,
> Ki ihtiyarî olmuş, tanzim eden şer’dir. İki şer’ bir yerde bazen eder içtima. Melâike-i İlahî, bir ümmet-i azîme hem bir cünd-ü Sübhanî
> Birinci şer’a olmuş hamele-i mümtesil, amele-i mümessil. Hem onlardan bir kısmı ibad-ı müsebbihtir. Bir kısmı da müstağrak, arşın mukarrebîni.

**İzah:**
Bu bölüm, meleklerin Allah’ın şeriat-ı fıtriye (tekvini şeriat) ile görevli bir ümmet olduğunu, Allah’ın iki şeriatını (tekvini ve teşrii) ve meleklerin bu şeriatlardaki rollerini açıklar.

  1. **“Melâike bir ümmettir, şeriat-ı fıtriye ile memurdur”**: Melekler (melâike), bir topluluk/ümmet olup, Allah’ın fıtri şeriatıyla (şeriat-ı fıtriye) görevlidir. “Şeriat-ı fıtriye”, tekvini şeriatı ifade eder; yani, kâinatın tabii kanunları (yerçekimi, fizik kanunları). Melekler, bu kanunları Allah’ın emriyle uygular.
  2. **“Şeriat-ı İlahî ikidir. Hem iki sıfattan gelmiş”**: Allah’ın şeriatı ikiye ayrılır ve iki sıfattan gelir:
    – **Sıfat-ı iradeden gelen şer’-i tekvinî**: Allah’ın irade sıfatından gelen tekvini şeriat, kâinatın düzenini sağlayan kanunlardır.
    – **Sıfat-ı kelâmından gelen şeriat**: Kelam sıfatından gelen teşrii şeriat, Kur’an ve sünnetle insanlara emredilen kurallardır.
  3. **“İki insan muhatap hem de mükellef olmuş”**: Bu iki şeriatın muhatabı iki tür insandır:
    – **İnsan-ı ekber (büyük insan)**: Kâinat, büyük insan olarak görülür; tekvini şeriatla düzenlenir.
    – **Âlem-i asgar (küçük âlem)**: İnsan, küçük bir kâinat olarak teşrii şeriatla mükelleftir.
  4. **“Sıfat-ı iradeden gelen şer’-i tekvinî / İnsan-ı ekber olan âlemin ahvalini hem de harekâtını ki ihtiyarî değil, tanzim eden şer’dir”**: Tekvini şeriat, kâinatın (insan-ı ekber) durumlarını (ahval) ve hareketlerini (harekât) düzenler. Bu hareketler ihtiyarî (iradeli) değil, Allah’ın meşietine (meşiet-i Rabbanî) bağlıdır.
  5. **“O meşiet-i Rabbanî / Yanlış bir ıstılahla tabiat da denilir”**: Allah’ın meşieti (iradesi), yanlış bir terimle “tabiat” (doğa) olarak adlandırılır. Tabiat, gerçek bir fail değil, Allah’ın kudretinin perdesidir.
  6. **“Sıfat-ı kelâmından gelen şeriat ise âlem-i asgar olan insanın ef’alini, ki ihtiyarî olmuş, tanzim eden şer’dir”**: Kelam sıfatından gelen teşrii şeriat, insanın (âlem-i asgar) iradeli fiillerini (ef’alini) düzenler. İnsan, özgür iradesiyle bu şeriata uymakla mükelleftir.
  7. **“İki şer’ bir yerde bazen eder içtima”**: Tekvini ve teşrii şeriat, bazen bir yerde birleşir (içtima). Örneğin, bir Müslüman, hem tabiat kanunlarına (teknoloji kullanarak) hem de Kur’an’a uyabilir.
  8. **“Melâike-i İlahî, bir ümmet-i azîme hem bir cünd-ü Sübhanî”**: Melekler, büyük bir ümmet (ümmet-i azîme) ve Allah’ın ordusu (cünd-ü Sübhanî)dir. Melekler, kâinatın düzeninde önemli bir rol oynar.
  9. **“Birinci şer’a olmuş hamele-i mümtesil, amele-i mümessil”**: Melekler, tekvini şeriata uyan taşıyıcılar (hamele-i mümtesil) ve uygulayıcı işçilerdir (amele-i mümessil). Örneğin, yağmur yağdıran melekler, tabiat kanunlarını uygular.
  10. **“Hem onlardan bir kısmı ibad-ı müsebbihtir. Bir kısmı da müstağrak, arşın mukarrebîni”**: Meleklerin bir kısmı tesbih eden kullardır (ibad-ı müsebbihtir); bir kısmı ise kendinden geçmiş (müstağrak) ve Allah’ın arşına yakın mukarreblerdir (arşın mukarrebîni). Bu, meleklerin farklı görevlerini (kâinatı yönetme, tesbih etme, Allah’a yakınlık) ifade eder.

**Genel Yorum Bu Kısımda**: Melekler, Allah’ın tekvini şeriatıyla görevli bir ümmettir. Şeriat, tekvini (kâinatın kanunları) ve teşrii (insanın fiilleri) olarak ikiye ayrılır. Melekler, kâinatın düzenini sağlar, tesbih eder ve Allah’a yakınlık kazanır. Bu, tevhid inancını ve meleklerin kâinattaki rolünü vurgular.

#### **İkinci Bölüm: Madde, Rikkat Peyda Ettikçe Hayat, Şiddet Peyda Eder**

**Metin:**
> Madde, rikkat peyda ettikçe hayat, şiddet peyda eder
> Hayat asıl, esastır; madde ona tabidir hem de onunla kaimdir. Bir hurdebînî huveyn havass-ı hamsesiyle, insanın havassını
> Muvazene edersen görürsün, insan ondan ne derece büyükse havassı o derece onunkinden aşağı. O huveyne işitir kardeşinin sesini.
> Hem de görür rızkını. Ger insan kadar büyüse havassı hayret-feza, hayatı şule-feşan, rü’yeti de berk-âsâ bir nur-u âsumanî.
> İnsan, bir kitle-i mevattan bir zîhayat değildir. Belki de milyarlarla zîhayat hüceyratından mürekkeb ve zîhayat bir hücre-i insanî.
> اِنَّ الْاِنْسَانَ كَصُورَةِ ( يٰسٓ ) كُتِبَتْ فٖيهَا سُورَةُ ( يٰسٓ )
> فَتَبَارَكَ اللّٰهُ اَحْسَنُ الْخَالِقٖينَ

**İzah:**
Bu bölüm, maddenin inceliği (rikkat) ile hayatın yoğunluğu (şiddet) arasındaki ilişkiyi ele alır. Hayat, maddeden üstündür; insan, milyarlarca canlı hücreden oluşan bir mucizedir.

  1. **“Madde, rikkat peyda ettikçe hayat, şiddet peyda eder”**: Madde inceldikçe (rikkat peyda ettikçe), hayat daha yoğunlaşır (şiddet peyda eder). Yani, maddenin küçülüp incelmesi, hayatın daha karmaşık ve güçlü hale gelmesini sağlar. Örneğin, bir hücre, koca bir taştan daha yoğun bir hayat taşır.
  2. **“Hayat asıl, esastır; madde ona tabidir hem de onunla kaimdir”**: Hayat, varlığın aslı ve esasıdır; madde, hayata tabidir ve hayatla ayakta durur (kaimdir). Hayat, Allah’ın en büyük mucizesidir; madde, onun hizmetkârıdır.
  3. **“Bir hurdebînî huveyn havass-ı hamsesiyle, insanın havassını muvazene edersen görürsün”**: Mikroskobik bir hücre (hurdebînî huveyn), beş duyusuyla (havass-ı hamsesi) insanın duyularıyla karşılaştırılırsa, insan ne kadar büyükse, duyuları o kadar hücreninkinden aşağıdır. Hücre, küçük olmasına rağmen hassas duyulara sahiptir.
  4. **“O huveyne işitir kardeşinin sesini. Hem de görür rızkını”**: Hücre, başka bir hücrenin “sesini” (sinyalini) işitir ve rızkını (besinini) görür. Bu, hücrelerin iletişim ve algı yeteneğini ifade eder.
  5. **“Ger insan kadar büyüse havassı hayret-feza, hayatı şule-feşan, rü’yeti de berk-âsâ bir nur-u âsumanî”**: Eğer hücre insan büyüklüğünde olsaydı, duyuları hayret verici (hayret-feza), hayatı ışık saçan (şule-feşan) ve görüşü yıldırım gibi gök gibi bir nur (berk-âsâ nur-u âsumanî) olurdu. Bu, hücrenin küçük ölçekteki mükemmeliyetini vurgular.
  6. **“İnsan, bir kitle-i mevattan bir zîhayat değildir”**: İnsan, cansız bir kitle (kitle-i mevatta) basit bir canlı (zîhayat) değildir. Yani, insan sadece maddi bir varlık değil, karmaşık bir canlıdır.
  7. **“Belki de milyarlarla zîhayat hüceyratından mürekkeb ve zîhayat bir hücre-i insanî”**: İnsan, milyarlarca canlı hücreden (zîhayat hüceyrat) oluşan bir insan hücresidir (hücre-i insanî). İnsan, küçük bir kâinat gibidir; her hücresi canlıdır.
  8. **اِنَّ الْاِنْسَانَ كَصُورَةِ ( يٰسٓ ) كُتِبَتْ فٖيهَا سُورَةُ ( يٰسٓ ) / فَتَبَارَكَ اللّٰهُ اَحْسَنُ الْخَالِقٖينَ**: “İnsan, Yasin suresinin yazıldığı bir Yasin suresi gibidir. Ne yücedir en güzel yaratıcı olan Allah!” İnsan, Yasin suresi gibi Allah’ın kelamını taşır; yaratılışı, Allah’ın en güzel yaratıcılığını (ahsenü’l-hâlikîn) gösterir (Bakara, 138).

**Genel Yorum Bu Kısımda**: Hayat, maddeden üstündür; maddenin inceliği, hayatın yoğunluğunu artırır. İnsan, milyarlarca canlı hücreden oluşan bir mucizedir; Yasin suresi gibi Allah’ın sanatını yansıtır.

### **Genel Değerlendirme ve Sonuç**
Bu metin, Risale-i Nur’un temel temalarından birini, yani tevhid, meleklerin rolü, hayatın mahiyeti ve insanın yaratılışındaki mucizeyi ele alır. Ana noktalar şunlardır:
1. **Meleklerin Rolü**: Melekler, tekvini şeriatla görevli bir ümmettir; kâinatı yönetir, tesbih eder ve Allah’a yakınlık kazanır.
2. **İki Şeriat**: Tekvini şeriat kâinatı, teşrii şeriat insanı düzenler. Melekler, tekvini şeriata hizmet eder.
3. **Hayatın Üstünlüğü**: Hayat, maddeden üstündür; maddenin inceliği, hayatın yoğunluğunu artırır.
4. **İnsanın Mucizesi**: İnsan, milyarlarca canlı hücreden oluşan bir kâinattır; Yasin suresi gibi Allah’ın sanatını yansıtır.

Bu metin, Müslümanlara kâinatın düzenini, meleklerin görevini, hayatın mucizesini ve insanın yaratılışındaki hikmeti tefekkür etmeyi öğütler. Allah’ın kudreti, her şeyde tecelli eder; insan, bu sanatı okuyarak tevhidi anlamalıdır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Tasarruf-u kudretin vüs’ati, vesait ve muînleri reddeder

Tasarruf-u kudretin vüs’ati, vesait ve muînleri reddeder 

   O Kadîr-i Zülcelal, tasarruf-u kudreti tevessü-ü tesiri noktasında oluyor şemsimiz zerre-misal

   Nev-i vâhidde olan tasarruf-u azîmi mesafesi vâsidir. İki zerre beyninde cazibeyi ele al

Git de tâ Şemsü’ş-şümus ve Kehkeşan beynindeki cazibenin yanında koy. Yükü bir kar danesi bir melek, şemsi ele almış bir şems-misal

   Meleğin yanına getir. İğne kadar bir balığı, balina balığı da yan yana bırak. O Kadîr-i Ezelî-i Zülcelal

   Tecelli-i vâsii, asgardan tâ ekbere itkan-ı mükemmeli birden tasavvura al. Cazibe ve nevamis, vesail-i pür-seyyal

   Gibi örfî emirler; tecelli-i kudrete, tasarruf-u hikmete birer isim olması, odur yalnız meal.

   Başka meali olmaz, beraber de bir düşün; bileceksin bizzarure ki esbab-ı hakiki, vesait-i zîmisal,

   Muînler hem şerikler birer emr-i bâtıldır, birer hayal-i muhal, o kudret nazarında; hayat vücuda kemal,

   Makamı büyük, mühimdir; buna binaen derim: Küremiz, âlemimiz neden mutî, musahhar olmasın hayvan-misal?

   O Sultan-ı ezel’in bu tarz hayvan tuyûru kesretle münteşirdir şu meydan-ı fezada, muhteşem ve pür-cemal.

   Bostan-ı hilkatinde salmış da döndürüyor. Onlardaki nağamat, bunlardaki harekât; tesbihattır o akval,

   İbadettir o ahval, Kadîm-i Lemyezel’e, Hakîm-i Lâyezal’e. Küremiz hayvana pek benziyor, âsâr-ı hayat gösteriyor. Eğer yumurta kadar küçülse bi’l-farzı’l-muhal,

   Minimini bir hayvan olması pek muhtemel. Yuvarlak bir huveyne, küre kadar büyüse o da böyle olması pek karib bir ihtimal.

   Âlemimiz insan kadar küçülse; yıldızları, zerreler suretine dönerse bir zîşuur hayvana dönmesi caiz olur, akıl da bulur mecal.

   Demek, âlem erkânlarıyla birer âbid-i müsebbih, birer mutî musahhar Hâlık-ı Lemyezel’e, Kadîr-i Lâyezal’e.

   Kemmen büyük olması, keyfen büyük olması her vakit lâzım gelmez; zira daha cezaletlidir saat-i hardal-misal,

   Bir saatten ki timsali Ayasofî kadardır. Bir sineğin hilkati hayret-fezadır filden, o mahluk-u bîfasal.

   Ger kalem-i kudretle bir cüz-ü fert üstüne esîrin cevahir-i ferdiyle yazılsa bir Kur’an ki sıgar-ı sahife nisbeti, bir kibr-i sanat-meal

Sahife-i semada yıldızlarla yazılan bir Kur’an-ı Kerîm’e cezaletle müsavi. Nakkaş-ı Ezelî’nin sanatı her tarafta pür-cemal ve pür-kemal.

   Her tarafta böyledir. Derece-i kemalde kalemdeki ittihat, tevhidi ilan eder. Bu kelâm-ı pür-meal, iyi bir dikkate al!

* * * 

Özet (tek cümle)

Metin şunu söylüyor: Allah’ın (tasarruf-ı kudretin) genişliği o kadar büyüktür ki evrenin en küçük zerresinden en büyük şemslere kadar bütün vesîleler (sebep-araçlar, yardımcılar) O’nun tecellisinin alışılmış isimleri ve örfî yolları olmakla beraber asıl etkin güç O’dur; bütün nizam, sanat ve hayat O’nun kudretinin dışa vurumudur.

Satır satır ve tematik izah

1) “Tasarruf-u kudretin vüs’ati, vesait ve muînleri reddeder”

Burada temel iddia: İlâhî kudretin tasarrufu (etkisi) o kadar “vâsi” (sınırsız, geniş)dir ki, olayların gerçekleşmesi için mutlak surette “araçlara” (vesait, muînler — yardımcılar) muhtaç değildir.

Yorum: Doğadaki sebep-sonuç düzeni “araçlar” diye adlandırılabilecek düzenli yollardan ibarettir; fakat bu yolların gerçek etkinliği ve varlığı nihayetinde Yaratıcı’nın iradesine bağlıdır. (Risale üslubuyla: “esbâbın hakikati, hakikin emridir; asıl fail Hâlık’tır.”)

2) Atom ile güneş, kar tanesi ile melek, iğne ile balina benzetmeleri

Metin, çeşitli ölçekleri (zerre ↔ şems, kar tanesi ↔ melek, iğne büyüklüğünde balık ↔ balina) peş peşe koyarak okura şu gerçeği sezdirmeye çalışır: Kudret hem en küçük olana hem en büyüğe aynı anda nüfuz eder; her iki uçta da aynı sanat ve hikmet görünür.

Bu benzetmeler sayesinde yazar “ölçek” fikrini kullanır: bir işin, bir kanunun küçük ölçekte veya büyük ölçekte çalışması, Yaratan’ın kudretini sınırlamaz — tam tersine onun genişliğini ve birlikteliğini gösterir.

3) “Cazibe ve nevamis, vesail-i pür-seyyal gibi örfî emirler”

“Cazibe” gibi fiziksel kanunlar, “nevâmis” (kanunlar) — bunlar örfî emirlere (alışılmış, gözlemlenen nizam) benzetiliyor. Yani fiziksel kanunlar, yaratılıştaki düzenin görünen adıdır; fakat bu kanunların aslı, tecelli eden kudret ve hikmettir.

Sonuç: Bilimsel açıklamalar, “araçların” nasıl işlediğini gösterir; fakat “niçin” sorusunun son halkası — kudretin iradesi — bilimsel düzenin ötesindedir.

4) “Esbâb-ı hakiki” ile “vesait-i zîmisal, muînler… birer emr-i bâtıldır”

Metin sert bir cümleyle uyarır: beşer perspektifinden bağımsız “bağımsız birer fail” olarak görülen vasıtalar (yardımcı sebepler), Allah nazarında hakiki failler değildir — onların “faaliyeti” nihayet Allah’ın emrinden başka bir şey değildir. Bu  sık tekrarlanan “sebep-araçların hakikati, isimler ve örf” şeklinde okumak uygun olur.

Bunun pratik anlamı: sebepleri çalıştır, bilimsel/ahlâkî düzende isabetli ol; ama asıl kudreti ve hikmeti yalnızca O’na ver.

5) Evrenin küçültülüp/ büyütülmesi tahayyülü (scaling thought experiment)

Burada, “küçülse… büyüse…” varsayımlarıyla diyor ki: bir evren boyutlandırması yapsak dahi, o boyuttaki oluşumlar yine yaratılış sanatının izlerini taşıyacak; yani biçimler ölçeğe göre değişse bile sanat ve nizam sabit kalır.

Amaç: Kudret bir ölçüye bağlı değil; her mümkün olan ölçekte mucizevî sanat görünür. Bu, Yaratıcı’nın sınırsız imkânını, her şartta aynı hikmetle tecellî ettirmesini gösterir.

6) Her tarafta sanat-birliği — “Nakkaş-ı Ezelî’nin sanatı”

“Kalem-i kudretle bir cüz-ü fert üstüne…. bir Kur’an… sahife-i semada yıldızlarla yazılan bir Kur’an… eşdeğer” gibi güçlü benzetmeler: yazar burada “her zerrede, her yıldızda Kur’ânî bir ‘hitap’/ayet” görür. Göklerin ve yerin her tarafında tevhid/ittihad (birlik) ilan edilir.

Düşünce: Minik bir damla ile bir kainat parçası arasında aynı ilâhî ihtişamın yankısı vardır; ikisi de yaratılış sanatının kitapçılarıdır.

Teolojik ve felsefi çıkarımlar

  1. Tevhid ve kâinatta vahdet: Metnin ana ekseni tevhid (Allah’ın birliği)dir: her farklılık içinde bir birlik, her çoklukta bir birlik vardır — bu da “kudretin birliği”ni gösterir.
  2. Sebep-araçların mahiyeti: Yazar, sebep-vekil tartışmasında araçların ikincilliğini vurgular; bu, klasik teolojik akımlardan (örneğin bazı münazaralarda görülen) “sebep vs. tek basiret” yaklaşımına paralel bir düşüncedir.
  3. Kudretin sınırsızlığı: Fiziksel büyüklük/küçüklük esbâbı değiştirmez; kudret her yerde aynıdır. Bu, insanın acziyetini ve dolayısıyla kulluk/ibadet çağrısını güçlendirir.

Epistemolojik not (bilim ile iman ilişkisi)

Metin bilimi, fiziksel kanunları ve sebep-araç ilişkilerini “örfî” ve “isim” düzeyinde kabul eder; fakat son mercii olarak ilâhî iradeyi görür.

Bu yaklaşım: bilimi inkâr etmez; bilimi “evrenin düzenli görünümü” olarak alır; ama bilimsel düzenin ötesinde metafizik bir açıklama (nihai fail) bulunduğunu vurgular. Bilimsel usûller evrenin işleyişini açıklar, ama “varoluşun ilk nedeni” meselesi farklı bir düzlemdir.

Manevî-ahlaki sonuçlar (pratik)

  1. Tevazu: Evrenin genişliği ve yaratılışın her zerredeki ihtişamı karşısında insanın küçüklüğünü ve Rabbin büyüklüğünü idrak ederek tevazu gerekir.
  2. İbadet ve tefekkür:  “her tarafta ibadet” — yaratılıştaki nizamı gözlemlemek ibadet-bazı bir tefekkür eylemidir.
  3. Sorgulama ve çalışma: Sebep-araçların önemini göz ardı etmeye gerek yok; insana düşen gayret ve akıl kullanımıdır. Ancak sonuçta insan gayretiyle birlikte tevekkül ve Rabb’e şükür birleştirilmelidir.
  4. Sanat ve estetik saygısı: Her zerre yaratılışın nazarıdır; doğaya ve yaratılmış olana saygı, estetik bir şükür biçimidir.

Kısa örnek-analojiler (anlamı pekiştirmek için)

Bir damla su içindeki yüz milyonlarca molekül, denizdeki dalgayı ve gökkubedeki güneşi aynı kudretin tecellisi olarak “okuruz”.

Bir mücevher ustası nasıl ki en küçük işinde de en büyük eserini gösteriyorsa, Hâlık-ı Ezelî’nin sanatını küçük ve büyük ayrımı olmadan okumak gerekir.

Bilim, “cazibe kanunu”nu tarif eder; metin ise onun arkasındaki iradeyi ve hikmeti işaret eder.

Kapanış — kısa takeaway

  1. Metin, yaratılışın sonsuz kudretini ve biricikliğini örneklerle göstererek tevhidî bir hayranlık ve tefekkür çağrısı yapar.
  2. “Vesait” (araçlar) gerçekçi ve kullanışlıdır; fakat asıl failin Yaratan olduğu unutulmamalıdır — sebep çalışılmalı, fakat itibarını mutlaklaştırmamalıyız.
  3. Bu bilinç hem ilmî çalışmayı küçümsemez, hem de insana kulluk duygusunu, hayranlığı ve sorumluluğu öğretir.

******

### **İzah**

Metin, Allah’ın kudretinin genişliğini (tasarruf-u kudretin vüs’ati), sebeplerin (vesait) ve yardımcıların (muînler) gerçek olmadığını, kâinattaki her şeyin Allah’ın doğrudan tasarrufuyla işlediğini tefekkür eder. Kâinat, bir hayvan gibi itaatkâr ve tesbih eden bir varlıktır; büyüklük ve küçüklük, Allah’ın sanatında eşdeğerdir ve her şeyde tevhid mührü vardır. Metin, Allah’ın yaratma sanatını (sanat-ı ilahiye) ve tevhidi vurgulayarak, kâinattaki her varlığın bir ibadet ve tesbih haliyle hareket ettiğini ifade eder.

#### **Başlık ve Ana Tema**

**Metin:**
> Tasarruf-u kudretin vüs’ati, vesait ve muînleri reddeder
> O Kadîr-i Zülcelal, tasarruf-u kudreti tevessü-ü tesiri noktasında oluyor şemsimiz zerre-misal

**İzah:**
Bu kısım, metnin ana temasını belirler: Allah’ın kudretinin genişliği (vüs’at), sebepler (vesait) ve yardımcılar (muînler) gibi aracıların gerçekliğini reddeder. Allah’ın tasarrufu, kâinatta doğrudan ve sınırsızdır.

  1. **“Tasarruf-u kudretin vüs’ati, vesait ve muînleri reddeder”**: Allah’ın kudretinin tasarrufu (tasarruf-u kudret), öyle geniştir (vüs’at) ki, sebepleri (vesait) ve yardımcıları (muînler) gerçek olmaktan çıkarır. İslam tevhid inancına göre, kâinatta her şey Allah’ın doğrudan kudretiyle olur; sebepler, sadece görünüşte birer perdedir. Örneğin, ateşin yakması veya suyun sulaması, Allah’ın kudretinin tecellisidir; sebepler, hakiki fail değildir.
  2. **“O Kadîr-i Zülcelal, tasarruf-u kudreti tevessü-ü tesiri noktasında oluyor şemsimiz zerre-misal”**: Yüce ve Kudret Sahibi Allah (Kadîr-i Zülcelal), kudretinin geniş tesiri (tevessü-ü tesiri) noktasında, bizim güneşimizi bir zerre gibi küçük kılar. Yani, Allah’ın kudreti öyle büyüktür ki, güneş bile onun nazarında bir zerre gibidir. Bu, kâinattaki her varlığın Allah’ın kudreti karşısında eşit olduğunu gösterir.

**Genel Yorum Bu Kısımda**: Allah’ın kudreti, sebepleri ve yardımcıları gerçek olmaktan çıkarır. Güneş bile onun nazarında bir zerredir. Bu, tevhid inancını vurgular; kâinatta her şey Allah’ın doğrudan tasarrufuyla işler.

#### **Kudretin Genişliği ve Kâinattaki Tecelli**

**Metin:**
> Nev-i vâhidde olan tasarruf-u azîmi mesafesi vâsidir. İki zerre beyninde cazibeyi ele al
> Git de tâ Şemsü’ş-şümus ve Kehkeşan beynindeki cazibenin yanında koy. Yükü bir kar danesi bir melek, şemsi ele almış bir şems-misal
> Meleğin yanına getir. İğne kadar bir balığı, balina balığı da yan yana bırak. O Kadîr-i Ezelî-i Zülcelal
> Tecelli-i vâsii, asgardan tâ ekbere itkan-ı mükemmeli birden tasavvura al.

**İzah:**
Bu kısım, Allah’ın kudretinin küçükten büyüğe her varlıkta aynı mükemmeliyetle tecelli ettiğini örneklerle açıklar.

  1. **“Nev-i vâhidde olan tasarruf-u azîmi mesafesi vâsidir”**: Aynı türde (nev-i vâhid) Allah’ın büyük tasarrufu (tasarruf-u azîmi), geniş bir mesafeyi kapsar. Yani, Allah’ın kudreti, küçükten büyüğe her varlıkta aynı şekilde işler.
  2. **“İki zerre beyninde cazibeyi ele al / Git de tâ Şemsü’ş-şümus ve Kehkeşan beynindeki cazibenin yanında koy”**: İki zerre arasındaki çekim kuvvetini (cazibe) düşün ve bunu Şemsü’ş-şümus (güneşlerin güneşi, büyük yıldız) ile Kehkeşan (Samanyolu) arasındaki çekimle karşılaştır. Allah’ın kudreti, zerredeki çekimle galaksilerdeki çekimi aynı mükemmeliyetle yönetir.
  3. **“Yükü bir kar danesi bir melek, şemsi ele almış bir şems-misal meleğin yanına getir”**: Kar tanesinin yükünü taşıyan bir melek ile güneşi tutan bir güneş gibi melek (şems-misal melek) yan yana getirilir. Bu, Allah’ın kudretinin küçük (kar tanesi) ve büyük (güneş) varlıkları aynı kolaylıkla idare ettiğini gösterir.
  4. **“İğne kadar bir balığı, balina balığı da yan yana bırak”**: İğne kadar küçük bir balık ile dev balinayı yan yana koy. Allah’ın kudreti, her ikisini de aynı mükemmeliyetle yaratır.
  5. **“O Kadîr-i Ezelî-i Zülcelal / Tecelli-i vâsii, asgardan tâ ekbere itkan-ı mükemmeli birden tasavvura al”**: Ezelî ve Yüce Kudret Sahibi Allah’ın (Kadîr-i Ezelî-i Zülcelal) geniş tecellisi (tecelli-i vâsii), en küçükten (asgar) en büyüğe (ekber) kadar her şeyde kusursuz bir işçilikle (itkan-ı mükemmel) görünür. Bunu tasavvur et.

**Genel Yorum Bu Kısımda**: Allah’ın kudreti, zerreden galaksilere, kar tanesinden güneşe, küçük balıktan balinaya kadar her şeyde aynı mükemmeliyetle tecelli eder. Bu, tevhidin birliğini ve Allah’ın sınırsız kudretini gösterir.

#### **Sebeplerin ve Vesilelerin Hakikatsizliği**

**Metin:**
> Cazibe ve nevamis, vesail-i pür-seyyal gibi örfî emirler; tecelli-i kudrete, tasarruf-u hikmete birer isim olması, odur yalnız meal.
> Başka meali olmaz, beraber de bir düşün; bileceksin bizzarure ki esbab-ı hakiki, vesait-i zîmisal,
> Muînler hem şerikler birer emr-i bâtıldır, birer hayal-i muhal, o kudret nazarında; hayat vücuda kemal,
> Makamı büyük, mühimdir.

**İzah:**
Bu kısım, kâinattaki sebeplerin (cazibe, fizik kanunları) hakiki olmadığını, sadece Allah’ın kudret ve hikmetinin birer ismi olduğunu vurgular.

  1. **“Cazibe ve nevamis, vesail-i pür-seyyal gibi örfî emirler”**: Çekim kuvveti (cazibe) ve tabiat kanunları (nevamis), akıcı vesileler (vesail-i pür-seyyal) gibi geleneksel emirlerdir (örfî emirler). Bunlar, kâinatın düzenini sağlayan görünür sebeplerdir, ama hakiki fail değildirler.
  2. **“Tecelli-i kudrete, tasarruf-u hikmete birer isim olması, odur yalnız meal”**: Bu kanunlar, Allah’ın kudret tecellisine (tecelli-i kudret) ve hikmet tasarrufuna (tasarruf-u hikmet) birer isimdir; anlamı (meal) budur. Yani, çekim veya kanunlar, Allah’ın kudret ve hikmetinin yansımasıdır.
  3. **“Başka meali olmaz, beraber de bir düşün”**: Bunun başka bir anlamı yoktur; düşünürsen anlarsın.
  4. **“Bileceksin bizzarure ki esbab-ı hakiki, vesait-i zîmisal, muînler hem şerikler birer emr-i bâtıldır, birer hayal-i muhal”**: Zorunlu olarak (bizzarure) bileceksin ki, hakiki sebepler (esbab-ı hakiki), misalî vesileler (vesait-i zîmisal), yardımcılar (muînler) ve ortaklar (şerikler), Allah’ın kudreti nazarında bâtıl bir emirdir (emr-i bâtıl) ve imkânsız bir hayaldir (hayal-i muhal). Bu, tevhidi vurgular; Allah’tan başka fail yoktur.
  5. **“Hayat vücuda kemal, makamı büyük, mühimdir”**: Hayat, varlığa kemal (mükemmeliyet) katar ve makamı büyüktür. Hayat, Allah’ın kudretinin en büyük tecellisidir.

**Genel Yorum Bu Kısımda**: Sebepler, kanunlar ve vesileler, Allah’ın kudret ve hikmetinin isimleridir; hakiki fail değillerdir. Hayat, varlığın en mükemmel halidir ve Allah’ın kudretini gösterir.

#### **Kâinatın Hayvan-Misal İtaati**

**Metin:**
> Buna binaen derim: Küremiz, âlemimiz neden mutî, musahhar olmasın hayvan-misal?
> O Sultan-ı Ezel’in bu tarz hayvan tuyûru kesretle münteşirdir şu meydan-ı fezada, muhteşem ve pür-cemal.
> Bostan-ı hilkatinde salmış da döndürüyor. Onlardaki nağamat, bunlardaki harekât; tesbihattır o akval,
> İbadettir o ahval, Kadîm-i Lemyezel’e, Hakîm-i Lâyezal’e.

**İzah:**
Bu kısım, kâinatın hayvan gibi itaatkâr (mutî) ve musahhar (hizmete hazır) olduğunu, Allah’a tesbih ve ibadet ettiğini belirtir.

  1. **“Küremiz, âlemimiz neden mutî, musahhar olmasın hayvan-misal?”**: Dünyamız (küremiz) ve kâinatımız (âlemimiz), neden bir hayvan gibi itaatkâr ve hizmete hazır olmasın? Kâinat, Allah’ın emrine boyun eğen bir varlık gibidir.
  2. **“O Sultan-ı Ezel’in bu tarz hayvan tuyûru kesretle münteşirdir şu meydan-ı fezada, muhteşem ve pür-cemal”**: Ezelî Sultan’ın (Allah’ın) bu tarz hayvanları ve kuşları (tuyûr), uzay meydanında (meydan-ı feza) çokça yayılmıştır (münteşir), muhteşem ve güzellik doludur (pür-cemal).
  3. **“Bostan-ı hilkatinde salmış da döndürüyor”**: Allah, yaratılış bahçesinde (bostan-ı hilkat) bu varlıkları salmış ve döndürüyor. Kâinat, Allah’ın bahçesi gibidir; yıldızlar ve gezegenler, onun emriyle hareket eder.
  4. **“Onlardaki nağamat, bunlardaki harekât; tesbihattır o akval, ibadettir o ahval”**: Kuşların nağmeleri (nağamat) ve kâinatın hareketleri (harekât), Allah’a tesbih (tesbihattır) ve ibadettir (ibadet). Bu, Kur’an’ın “Her şey Allah’ı tesbih eder” (İsrâ, 44) ayetini yansıtır.
  5. **“Kadîm-i Lemyezel’e, Hakîm-i Lâyezal’e”**: Ezelî ve Ebedî Kadîm’e, Sonsuz Hikmet Sahibi Hakîm’e tesbih ve ibadet edilir.

**Genel Yorum Bu Kısımda**: Kâinat, bir hayvan gibi Allah’a itaat eder, tesbih ve ibadet halindedir. Yıldızlar, gezegenler ve varlıklar, Allah’ın bahçesinde muhteşem bir düzenle hareket eder.

#### **Kâinatın Hayvan-Misal Benzetmesi**

**Metin:**
> Küremiz hayvana pek benziyor, âsâr-ı hayat gösteriyor. Eğer yumurta kadar küçülse bi’l-farzı’l-muhal,
> Minimini bir hayvan olması pek muhtemel. Yuvarlak bir huveyne, küre kadar büyüse o da böyle olması pek karib bir ihtimal.
> Âlemimiz insan kadar küçülse; yıldızları, zerreler suretine dönerse bir zîşuur hayvana dönmesi caiz olur, akıl da bulur mecal.

**İzah:**
Bu kısım, kâinatın hayvan gibi canlı bir varlık olarak düşünülebileceğini, büyüklük ve küçüklüğün Allah’ın sanatında eşdeğer olduğunu belirtir.

  1. **“Küremiz hayvana pek benziyor, âsâr-ı hayat gösteriyor”**: Dünyamız (küremiz), bir hayvana benzer ve hayat belirtileri (âsâr-ı hayat) gösterir. Yani, düzen ve hareketiyle canlı gibidir.
  2. **“Eğer yumurta kadar küçülse bi’l-farzı’l-muhal, minimini bir hayvan olması pek muhtemel”**: Faraza (bi’l-farzı’l-muhal) dünya yumurta kadar küçülse, küçük bir hayvan olması muhtemeldir. Bu, kâinatın düzeninin hayvanın organizmasına benzediğini gösterir.
  3. **“Yuvarlak bir huveyne, küre kadar büyüse o da böyle olması pek karib bir ihtimal”**: Bir hücre (huveyne) dünya kadar büyüse, aynı şekilde canlı gibi olur. Bu, küçük ve büyük arasındaki benzerliği vurgular.
  4. **“Âlemimiz insan kadar küçülse; yıldızları, zerreler suretine dönerse bir zîşuur hayvana dönmesi caiz olur, akıl da bulur mecal”**: Kâinatımız insan kadar küçülse, yıldızlar zerreler gibi olsa, bilinçli bir hayvana (zîşuur hayvan) dönmesi mümkündür; akıl bunu kabul eder (bulur mecal). Bu, kâinatın bir organizma gibi olduğunu ima eder.

**Genel Yorum Bu Kısımda**: Kâinat, hayvan gibi canlı bir varlık gibidir; büyüklük ve küçüklük fark etmez. Allah’ın sanatı, her ölçekte aynı mükemmeliyeti gösterir.

#### **Kâinatın İbadet ve Tesbih Hali**

**Metin:**
> Demek, âlem erkânlarıyla birer âbid-i müsebbih, birer mutî musahhar Hâlık-ı Lemyezel’e, Kadîr-i Lâyezal’e.
> Kemmen büyük olması, keyfen büyük olması her vakit lâzım gelmez; zira daha cezaletlidir saat-i hardal-misal,
> Bir saatten ki timsali Ayasofya kadardır.

**İzah:**
Bu kısım, kâinatın her parçasının Allah’a ibadet ettiğini ve büyüklüğün kemiyette değil, keyfiyette olduğunu vurgular.

  1. **“Demek, âlem erkânlarıyla birer âbid-i müsebbih, birer mutî musahhar”**: Kâinat, unsurlarıyla (erkânlarıyla) Allah’a ibadet eden (âbid-i müsebbih) ve itaatkâr (mutî musahhar) bir varlıktır. Her şey, Allah’ı tesbih eder ve emrine boyun eğer.
  2. **“Hâlık-ı Lemyezel’e, Kadîr-i Lâyezal’e”**: Ezelî ve Ebedî Yaratıcı’ya (Hâlık-ı Lemyezel) ve Sonsuz Kudret Sahibi’ne (Kadîr-i Lâyezal).
  3. **“Kemmen büyük olması, keyfen büyük olması her vakit lâzım gelmez”**: Nicelikte (kemmen) büyük olmak, nitelikte (keyfen) büyük olmayı gerektirmez. Allah’ın sanatında büyüklük, kemiyette değil keyfiyettedir.
  4. **“Zira daha cezaletlidir saat-i hardal-misal, bir saatten ki timsali Ayasofya kadardır”**: Hardal tanesi gibi küçük bir saat (saat-i hardal-misal), Ayasofya büyüklüğünde bir saatten daha güzeldir (cezaletlidir). Küçük bir varlığın sanatı, büyük olandan üstün olabilir.

**Genel Yorum Bu Kısımda**: Kâinat, Allah’a ibadet eden bir varlıktır. Büyüklük, nicelikte değil, nitelik ve sanatta aranır. Küçük bir saat, büyük olandan daha cezbedici olabilir.

#### **Küçük ve Büyükteki Sanatın Eşitliği**

**Metin:**
> Bir sineğin hilkati hayret-fezadır filden, o mahluk-u bîfasal.
> Ger kalem-i kudretle bir cüz-ü fert üstüne esîrin cevahir-i ferdiyle yazılsa bir Kur’an ki sıgar-ı sahife nisbeti, bir kibr-i sanat-meal
> Sahife-i semada yıldızlarla yazılan bir Kur’an-ı Kerîm’e cezaletle müsavi. Nakkaş-ı Ezelî’nin sanatı her tarafta pür-cemal ve pür-kemal.

**İzah:**
Bu kısım, Allah’ın sanatının küçük ve büyükte eşit olduğunu, sineğin yaratılışının filinkinden daha az hayret verici olmadığını belirtir.

  1. **“Bir sineğin hilkati hayret-fezadır filden, o mahluk-u bîfasal”**: Bir sineğin yaratılışı (hilkati), filden daha hayret vericidir (hayret-fezadır). Bu, küçük ve basit görülen sineğin, fil gibi büyük bir varlıktan daha az mükemmel olmadığını gösterir.
  2. **“Ger kalem-i kudretle bir cüz-ü fert üstüne esîrin cevahir-i ferdiyle yazılsa bir Kur’an ki sıgar-ı sahife nisbeti”**: Eğer Allah’ın kudret kalemiyle (kalem-i kudret) bir zerre (cüz-ü fert) üzerine, esirin (hava molekülü) cevherleriyle bir Kur’an yazılsa, küçük sahifeye (sıgar-ı sahife) rağmen büyük bir sanattır (kibr-i sanat-meal).
  3. **“Sahife-i semada yıldızlarla yazılan bir Kur’an-ı Kerîm’e cezaletle müsavi”**: Gökyüzü sahifesinde (sahife-i sema) yıldızlarla yazılan Kur’an-ı Kerîm ile bu küçük Kur’an, güzellikte (cezaletle) eşittir.
  4. **“Nakkaş-ı Ezelî’nin sanatı her tarafta pür-cemal ve pür-kemal”**: Ezelî Nakkaş’ın (Allah’ın) sanatı, her yerde güzellik (pür-cemal) ve mükemmeliyet (pür-kemal) doludur.

**Genel Yorum Bu Kısımda**: Allah’ın sanatı, sinekte de filden, zerrede de gökyüzünde eşittir. Küçük bir varlığın yaratılışı, büyük bir varlıkla aynı mükemmeliyeti taşır.

#### **Sonuç ve Tefekkür**

**Metin:**
> Her tarafta böyledir. Derece-i kemalde kalemdeki ittihat, tevhidi ilan eder. Bu kelâm-ı pür-meal, iyi bir dikkate al!

**İzah:**
Bu kısım, metni tevhid ilanıyla kapatır ve tefekküre davet eder.

  1. **“Her tarafta böyledir”**: Allah’ın sanatı, kâinatta her yerde aynı mükemmeliyettedir.
  2. **“Derece-i kemalde kalemdeki ittihat, tevhidi ilan eder”**: Kudret kaleminin mükemmeliyet derecesindeki birliği (ittihat), tevhidi (Allah’ın birliğini) ilan eder. Her varlık, tevhid mührünü taşır.
  3. **“Bu kelâm-ı pür-meal, iyi bir dikkate al!”**: Bu anlam dolu sözü (kelâm-ı pür-meal), iyi düşün ve tefekkür et.

**Genel Yorum Bu Kısımda**: Kâinat, Allah’ın birliğini ilan eden bir sanat eseridir. Müslüman, bu tefekkürü dikkatle yapmalıdır.

### **Genel Değerlendirme ve Sonuç**
Bu metin, Risale-i Nur’un temel temalarından birini, yani tevhid, Allah’ın kudretinin genişliği ve kâinatın ibadet halini ele alır. Ana noktalar şunlardır:
1. **Kudretin Vüs’ati**: Allah’ın kudreti, sebepleri ve yardımcıları reddeder; her şey doğrudan onun tasarrufuyla olur.
2. **Küçük ve Büyükte Eşitlik**: Zerreden galaksiye, sinekten file, her varlıkta Allah’ın sanatı aynı mükemmeliyettedir.
3. **Kâinatın İtaati**: Kâinat, hayvan gibi itaatkâr ve tesbih eden bir varlıktır; her hareketi ibadet, her nağmesi tesbihtir.
4. **Tevhid İlanı**: Allah’ın sanatı, her yerde tevhidi gösterir; küçük ve büyük eşittir.

Bu metin, Müslümanlara kâinatı tefekkür etmeyi, sebeplerin hakikatsizliğini anlamayı ve her şeyde Allah’ın kudretini görmeyi öğütler. Kâinat, Allah’a ibadet eden bir organizmadır; Müslüman, bu hakikati tefekkürle idrak etmelidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Kadınlar yuvalarından çıkıp beşeri yoldan çıkarmış, yuvalarına dönmeli 

Kadınlar yuvalarından çıkıp beşeri yoldan çıkarmış, yuvalarına dönmeli 

اِذَا تَاَنَّثَ الرِّجَالُ السُّفَهَاءُ بِالْهَوَسَاتِ

اِذًا تَرَجَّلَ النِّسَاءُ النَّاشِزَاتُ بِالْوَقَاحَات ِ

   Mimsiz medeniyet, taife-i nisayı yuvalardan uçurmuş, hürmetleri de kırmış, mebzul metaı yapmış. Şer’-i İslâm onları

   Rahmeten davet eder eski yuvalarına. Hürmetleri orada, rahatları evlerde, hayat-ı ailede. Temizlik ziynetleri.

   Haşmetleri, hüsn-ü hulk; lütf-u cemali, ismet; hüsn-ü kemali, şefkat; eğlencesi, evladı. Bunca esbab-ı ifsad, demir-sebat kararı

   Lâzımdır tâ dayansın. Bir meclis-i ihvanda güzel karı girdikçe riya ile rekabet, hased ile hodgâmlık debretir damarları!

   Yatmış olan hevesat, birdenbire uyanır. Taife-i nisada serbestî inkişafı, sebep olmuş beşerde ahlâk-ı seyyienin birdenbire inkişafı.

   Şu medeni beşerin hırçınlaşmış ruhunda, şu suretler denilen küçük cenazelerin, mütebessim meyyitlerin rolleri pek azîmdir hem müthiştir tesiri. (**) 

   Memnû heykel, suretler: Ya zulm-ü mütehaccir ya mütecessid riya ya müncemid hevestir. Ya tılsımdır, celbeder o habîs ervahları.

* * * 

Kısa özet — pasajın ruhu

Metin, modern «medeniyet»in (metin bunu “mimsiz medeniyet” diye niteleyerek ahlâkî bir boşlukla tanımlıyor) kadınları yuvalarından “uçurduğunu”, hürmetlerini kırdığını ve onları metaî (ticari/meta) hâline getirdiğini; buna karşılık şerʿ (İslâm hukuku/ahlâkı) ve rahmetin onları eski onurlu yuvalarına davet ettiğini söylüyor. Ayrıca resim/heykele, teşhir ve gösterişe karşı ciddi uyarılar vardır: bu suretlerin (görüntülerin) ruhi ve ahlâkî tesirleri ağır ve zehirleyicidir.

1 — Metindeki ana kavramların açıklaması

“Mimsiz medeniyet”: Metin mecâzi bir terim kullanıyor. Burada “mimsiz” kelimesi muhtemelen “muhkem bir başlangıç/temel (mîm harfi gibi bir işaret) yok” — yani dinî/manevî esaslardan, hürmet ve edep ölçülerinden yana mahrum medeniyet anlamında. Kısaca: ahlâkî temeli eksik, kadîm erdemleri dışlayan modernleşme.

“Taife-i nisâ’yı yuvalardan uçurmuş”: Kadınların (geleneksel aile/yuva bağlamından) uzaklaştırılıp kamusal/teshirci hayata sürüklenmesi; hürmetlerinin (saygınlık, intizam, iffeti) sekteye uğraması.

“Mebzul metaî”: İnsanî hürmetin metaya (tüketim malına) dönüşmesi — reklâm, şov-biznes, gösteriş amaçlı kullanma.

“Şerʿ-i İslâm rahmeten davet eder eski yuvalarına”: Metin, İslâm şeriatinin kadını “evinden kovmak” değil, aksine onun hürmetini ve aile içindeki şerefini korumak için kurallar koyduğunu, bunun bir rahmet olduğunu vurguluyor.

“Suretler / memnû heykel”: Heykel, resim, görsel suretler; metin bunların teşhir, ihtiras ve riya (gösteriş) unsuru olarak işlevlerini eleştiriyor.

2 — Parça parça izah ve mantık

“Mimsiz medeniyet, taife-i nisayı yuvalardan uçurmuş, hürmetleri de kırmış, mebzul metaî yapmış.”

Okuma: Modern tüketimci kültür, kadınları iş/rekreasyon/medya alanına çekti; bu çekiş çoğu yerde kadınların saygınlığını kırdı ve onları ticarî obje hâline getirdi.

Hikmet: Metin, bu durumu toplumsal bir “tasfiye” ve ruhi erozyon olarak görüyor: kadının saygınlığının korunması toplumsal sağlamlık içindir.

Bugün: Gerçek hâl kompleks: ekonomik ihtiyaçlarla kadın emeğinin kamusal alana girişi bir zorunluluk da olabilir; ama metnin eleştirisi, nesnel olarak değersizleştirici, sömürücü, teşhirci kullanıma yöneliktir — yani sorun sömürü ve nesneleştirmedir, tek başına kamusallık değil.

“Şerʿ… Rahmeten davet eder eski yuvalarına. Hürmetleri orada, rahatları evlerde, hayat-ı ailede. Temizlik ziynetleri…”

Okuma: Şerʿ (İslâmî çerçeve) aile içindeki roller, hürmet, şeref, annelik ve mahremiyetin korunmasına vurgu yapar; bunlar kadının ruhî ve sosyal rahatlığını sağlar.

Hikmet: Belirli sınırlar korunduğunda insan onuru, mahremiyet ve gerçek rahmet hükmünü bulur.

Not (dengeli bakış): Bu noktada denilmek istenen, “kadınların eve kapatılması” değil; aksine hürmetin sağlanmasıdır. Günümüzde bunun nasıl sağlanacağı tartışmalıdır: zorla çıkarma değil, saygı, imkân ve gönüllü tercihlerin korunması.

“Bir meclis-i ihvanda güzel karı girdikçe riya ile rekabet, hased ile hodgâmlık debretir… Yatmış hevesat birdenbire uyanır…”

Okuma: Kadınların kamusal rekreatif/teşhir alanlarına çıkması, toplumda «gösteriş/rekabet»in artmasına, hased ve nefsi heveslerin tetiklenmesine neden olur; bastırılmış arzular uyanabilir.

Hikmet: Metin burada psikolojik bir yasamı, toplum içi nasıl bir dinamizm oluştuğunu anlatıyor: görünürlük arttıkça «gösteriş ekonomisi» işler, bu da hem kadınlar hem erkekler üzerinde olumsuz etki üretir.

“Şu medeni beşerin hırçınlaşmış ruhunda, şu suretler denilen küçük cenazelerin, mütebessim meyyitlerin rolleri pek azîmdir… Memnû heykel, suretler: ya zulm-ü mütehaccir ya mütecessid riya ya müncemid hevestir…”

Okuma: “Suret” ve “heykele” dair ağır eleştiri: metin, sanatın/heykelleşmiş temsillerin (özellikle cinsel çekimi öne çıkaran suretlerin) ruhları kirlettiğini, gösteriş ve arzu üretip insanları irşad-ü ıslah yerine saptırdığını iddia ediyor.

Hikmet: Bu ifade estetik-eleştirel çizgisinde yer alır: görsel kültürün kontrolsüz, metodik teşhiri toplumun manevi dengesini bozabilir.

Güncel gerçeklik: Görsel medya ve reklâm endüstrisinin cinselliği ticarileştirmesi ve nesneleştirme yaptığı yaygın bir olgudur; bunun psikolojik ve toplumsal zararları bilimsel literatürde de tartışılmaktadır.

3 — Metnin maksadı — eleştiri mi, çözüm mü?

Metin güçlü bir eleştiri içeriyor; maksat, kadının onurunu, aile kurumunu ve toplumun manevi dengesini korumak. Ancak pratik ve adil bir çözüm arayışı da metnin ruhunda var: şerʿin (İslâm hukuku/ahlâkı) “rahmet” ile katılan düzenleyici bir davet olduğunu vurguluyor. Yani amaç, baskı değil, hürmetli düzenin tekrar sağlanmasıdır.

4 — Bugün için dengeli ve adaletli çıkarımlar (pratik öneriler)

Metnin temel kaygısı (nesneleştirmenin, teşhirin, saygınlığın kaybı) haklı bazı gerçeklere işaret eder. Fakat günümüz dünyasında kadınların kamusal alana katılışı çoğu zaman ekonomik, hukuksal ve kişisel özgürlüklerle de ilişkilidir. Bu yüzden tek taraflı “geri gönderme” reçetesi insan hakları ve sosyal adalet açısından sorunludur. Aşağıda metnin ruhunu koruyup uygulamaya dönüştürecek, adil yollar:

  1. Onur ve hürmetin korunması

Medya ve reklâm sektöründe ahlâkî ve etik standartlar — kadınları nesneleştirmeyen düzenlemeler.

İş yerinde cinsel obje olmalarının önlenmesi için güvenlik, şikâyet mekanizmaları, eğitim.

  1. Aile-dostu sosyal ve ekonomik politikalar

Erişilebilir çocuk bakım hizmetleri ve esnek çalışma saatleri, kadınların tercihle ev/iş dengesini kurmasına imkân verir.

Eşit ücret ve sosyal güvenlik, ekonomik zorunluluğu azaltır — «yuva dışında çalışmaya mecbur bırakılma» sorunu hafifler.

  1. Eğitim ve kültür

Hem erkeklere hem kadına insan onurunu, mahremiyeti, şeref ve sorumluluğu öğreten aile ve okul eğitim programları.

Görsel okuryazarlık: gençlere medyanın manipülatif yönlerini öğreten programlar.

  1. Sanat ve estetikte sorumluluk

Sanat yasaklanmasın; fakat tasvir/temsil ahlakı, hakaret, aşağılama, teşhir ve istismar unsurlarıyla hesaplaşmalı.

Sanatçıların ve medyanın ahlaki kodları geliştirilmeli; yapıcı ifade ile insan haysiyeti arasındaki denge sağlanmalı.

  1. Hukuk ve koruma

Kadınların ticari/medya sektörlerinde sömürüye karşı korunması için daha etkili yasalar; mağdur koruma mekanizmaları.

  1. Toplumsal rollerde gönüllü tercih

İnsanların rol tercihleri gönüllü olmalı; kimseyi zorla eve kapatmak kabul edilemez. Aynı zamanda toplumsal saygı, evdeki emeğin değeri ve anneliğin toplumsal önemi de güçlendirilmeli.

5 — Manevî perspektif: metnin teklif ettiği “iyileştirme yolu”

Metnin önerisi özetle: Toplumsal düzen kadın-erkek hürmetini gözetmeli; teşhir ve meta hale getirme durdurulmalı; aile kurumu onarılmalı.

Ruhi düzeyde çözüm: Erkeklerin de kalbî terbiye, nefis eğitimi; toplumun tüketim kültürüne direnci; aileyi destekleyen değerlerin yeniden inşası.

*****

### **İzah**

Metin, kadınların toplumdaki rolü, modern medeniyetin (mimsiz medeniyet) kadınlar üzerindeki olumsuz etkisi, İslam’ın kadınlara bakış açısı ve ahlaki çöküşün sebepleri üzerine bir tefekkür sunuyor. Ana tema, kadınların “yuvalarından” (aile ve ev hayatından) çıkmasının beşeriyeti (insanlığı) yoldan çıkardığı, bu nedenle İslam’ın rahmetiyle onları eski yuvalarına davet ettiği ve bu davetin kadınların hürmet, rahat ve mutluluğunu koruduğu vurgulanır. Metin, Arapça bir hadis veya özdeyişle başlar, sonra modern medeniyetin eleştirisi, kadınların ziynet ve haşmeti, serbestiyetin zararları ve suretlerin (heykel ve resimler) tesiriyle devam eder.

Bu metin, İslam’ın aile, kadın hakları, ahlak ve medeniyet eleştirisi anlayışını yansıtır; modern Batı medeniyetinin kadınları nesneleştirdiğini, İslam’ın ise onları rahmet ve hürmetle koruduğunu savunur.

#### **Başlık ve Hadis/Özdeyiş**

**Metin:**
> Kadınlar yuvalarından çıkıp beşeri yoldan çıkarmış, yuvalarına dönmeli
> اِذَا تَاَنَّثَ الْرِّجَالُ السُّفَهَاءُ بِالْهَوَسَاتِ
> اِذًا تَرَجَّلَ النِّسَاءُ النَّاشِزَاتُ بِالْوَقَاحَات ِ

**İzah:**
Bu kısım, metnin temel tezini ve bir Arapça özdeyişi sunar. Başlık, kadınların aile yuvasından ayrılmasının toplumun ahlaki çöküşüne yol açtığını ve geri dönmeleri gerektiğini ifade eder.

  1. **“Kadınlar yuvalarından çıkıp beşeri yoldan çıkarmış, yuvalarına dönmeli”**: Kadınların “yuvalarından” (aile ve ev hayatından) çıkması, insanlığı (beşeri) yoldan çıkarmıştır. Bu, modern medeniyetin kadınları sosyal ve ekonomik hayata zorla dahil etmesinin, aile yapısını bozduğunu ve ahlaki yozlaşmaya yol açtığını vurgular. Çözüm, kadınların yuvalarına dönmesidir; yani, İslam’ın öngördüğü aile merkezli hayata. Bu, kadınların toplumdaki rolünü annelik, eşlik ve aile huzuru olarak görür; onları “uçurmak” yerine korumayı savunur.
  2. **اِذَا تَاَنَّثَ الْرِّجَالُ السُّفَهَاءُ بِالْهَوَسَاتِ / اِذًا تَرَجَّلَ النِّسَاءُ النَّاشِزَاتُ بِالْوَقَاحَات ِ (*)**: Bu, bir hadis veya özdeyişe benzeyen bir ifade: “Eğer ahmak erkekler heveslerle kadınlaşır (tâenneth) ise, o zaman asi kadınlar da yüzsüzlüklerle erkekleşir (teraccül).”
    – **Tâenneth**: Erkeklerin kadınsı özellikler (heves, duygusallık) göstermesi, yani erkeklerin sertlik ve sorumluluktan uzaklaşması.
    – **Teraccül**: Kadınların erkekleşmesi, yani kadınların asi (nâşize) ve yüzsüz (vakaahat) hale gelmesi, geleneksel rollerden uzaklaşması.
    – Bu, toplumda cinsiyet rollerinin bozulmasının ahlaki çöküşe yol açtığını ifade eder. Erkekler heveslere kapılıp sorumluluktan kaçınca, kadınlar da asi ve erkekleşir. Bu, İslam’ın fıtrat (yaratılış) anlayışına dayalıdır; erkek ve kadın rollerinin dengesi, toplumun huzurunu sağlar.

**Genel Yorum Bu Kısımda**: Modern medeniyet, kadınları aileden kopararak toplumun dengesini bozmuştur. İslam, kadınları rahmetle yuvalarına davet eder. Bu özdeyiş, cinsiyet rollerinin bozulmasının kıyamet alametlerinden biri olduğunu ima eder (benzer hadisler vardır). Müslümanlar, fıtrata uygun bir hayatı benimsemelidir.

#### **Modern Medeniyetin Eleştirisi ve İslam’ın Daveti**

**Metin:**
> Mimsiz medeniyet, taife-i nisayı yuvalardan uçurmuş, hürmetleri de kırmış, mebzul metaı yapmış. Şer’-i İslâm onları
> Rahmeten davet eder eski yuvalarına. Hürmetleri orada, rahatları evlerde, hayat-ı ailede. Temizlik ziynetleri.
> Haşmetleri, hüsn-ü hulk; lütf-u cemali, ismet; hüsn-ü kemali, şefkat; eğlencesi, evladı.

**İzah:**
Bu kısım, modern medeniyeti (mimsiz medeniyet) eleştirir ve İslam’ın kadınlara rahmetle sunduğu rolü tanımlar.

  1. **“Mimsiz medeniyet, taife-i nisayı yuvalardan uçurmuş”**: “Mimsiz medeniyet”, “medeniyet” kelimesinin “mim” harfi olmadan “deniyet” (alçaklık) anlamına gelir; yani, maneviyatsız, düşük medeniyet (Batı medeniyeti). Bu medeniyet, kadın topluluğunu (taife-i nisa) yuvalarından (aileden) uçurmuş, yani evden çıkarıp toplum hayatına atmıştır. Bu, kadınların çalışmaya zorlanması, sosyal hayata karışması olarak yorumlanır.
  2. **“Hürmetleri de kırmış, mebzul metaı yapmış”**: Bu medeniyet, kadınların hürmetini (saygınlığını) kırmış ve onları ucuz meta (mebzul metaı) haline getirmiştir. Kadınlar, nesneleştirilmiş, cinsellik veya emek sömürüsü aracı yapılmıştır. Bu, modern kapitalizm ve feminizmin eleştirisidir; kadınlar özgürleşmek adına saygınlıklarını kaybetmiştir.
  3. **“Şer’-i İslâm onları rahmeten davet eder eski yuvalarına”**: İslam şeriatı (şer’-i İslâm), kadınları rahmetle (merhametle) eski yuvalarına (aileye) davet eder. İslam, kadınları korur ve aile merkezli bir hayat sunar.
  4. **“Hürmetleri orada, rahatları evlerde, hayat-ı ailede”**: Kadınların hürmeti (saygınlığı) yuvalarda, rahatları evlerde, gerçek hayatları aile hayatındadır (hayat-ı ailede). Bu, İslam’ın kadınları evde koruduğunu, onların mutluluğunu ailede gördüğünü ifade eder.
  5. **“Temizlik ziynetleri”**: Kadınların ziyneti (süsü), temizliktir. İslam, kadınların dış görünüş yerine iç temizliğini ve iffetini vurgular.
  6. **“Haşmetleri, hüsn-ü hulk; lütf-u cemali, ismet; hüsn-ü kemali, şefkat; eğlencesi, evladı”**:
    – **Haşmetleri (büyüklükleri)**: Güzel ahlak (hüsn-ü hulk).
    – **Lütf-u cemali (güzellik lütfu)**: İffet ve ismet (ismet).
    – **Hüsn-ü kemali (kemal güzelliği)**: Şefkat.
    – **Eğlencesi**: Evlat (çocuklar).
    Bu, kadınların gerçek değerinin ahlak, iffet, şefkat ve annelikte olduğunu gösterir. İslam, kadınları bu rollerle yüceltir.

**Genel Yorum Bu Kısımda**: Modern medeniyet, kadınları aileden kopararak saygınlıklarını kırmış ve meta haline getirmiştir. İslam, kadınları rahmetle aileye davet eder; onların haşmeti ahlakta, güzelliği iffette, kemali şefkattedir. Bu, İslam’ın kadın haklarını aile merkezli koruduğunu savunur.

#### **Serbestiyetin Zararları ve Ahlaki Çöküş**

**Metin:**
> Bunca esbab-ı ifsad, demir-sebat kararı lâzımdır tâ dayansın. Bir meclis-i ihvanda güzel karı girdikçe riya ile rekabet, hased ile hodgâmlık debretir damarları!
> Yatmış olan hevesat, birdenbire uyanır. Taife-i nisada serbestî inkişafı, sebep olmuş beşerde ahlâk-ı seyyienin birdenbire inkişafı.
> Şu medeni beşerin hırçınlaşmış ruhunda, şu suretler denilen küçük cenazelerin, mütebessim meyyitlerin rolleri pek azîmdir hem müthiştir tesiri. (**)

**İzah:**
Bu kısım, kadınların serbestiyetinin (özgürlüğünün) toplumda ahlaki çöküşe yol açtığını ele alır. Heveslerin uyanması, rekabet ve hasedin artması örneklenir.

  1. **“Bunca esbab-ı ifsad, demir-sebat kararı lâzımdır tâ dayansın”**: Bu kadar ifsad edici sebepler (esbab-ı ifsad) karşısında, demir gibi bir sebat (demir-sebat) gereklidir ki dayansın. Kadınların serbestiyeti, ahlaki bozulmalara yol açar; Müslümanlar, İslam’a bağlılıkla buna direnmelidir.
  2. **“Bir meclis-i ihvanda güzel karı girdikçe riya ile rekabet, hased ile hodgâmlık debretir damarları!”**: Bir kardeşlik meclisinde (meclis-i ihvan) güzel bir kadın girdiğinde, riya (gösteriş) ile rekabet, hased (kıskançlık) ile bencillik (hodgâmlık) damarları harekete geçirir (debretir). Bu, kadın-erkek karışık ortamların hevesleri uyardığını ve kardeşliği bozduğunu gösterir.
  3. **“Yatmış olan hevesat, birdenbire uyanır”**: Saklı hevesler (hevesat), birden uyanır. Serbestiyet, nefsin arzularını tetikler.
  4. **“Taife-i nisada serbestî inkişafı, sebep olmuş beşerde ahlâk-ı seyyienin birdenbire inkişafı”**: Kadın topluluğunda serbestiyetin yayılması (inkişafı), insanlıkta kötü ahlakın (ahlâk-ı seyyie) birden yayılmasına sebep olmuştur. Bu, kadın özgürlüğünün toplumda ahlaksızlığa yol açtığını savunur.
  5. **“Şu medeni beşerin hırçınlaşmış ruhunda, şu suretler denilen küçük cenazelerin, mütebessim meyyitlerin rolleri pek azîmdir hem müthiştir tesiri. (**)”**: Modern insanlığın (medeni beşer) hırçınlaşmış ruhunda, suretler (resimler, heykeller) denilen küçük cenazelerin (küçük cenazeler), gülümseyen ölülerin (mütebessim meyyitler) rolü çok büyüktür (azîm) ve tesiri korkunçtur (müthiş). Bu, suretlerin (fotoğraf, heykel) ahlaki çöküşteki rolünü eleştirir; onları “gülümseyen ölüler” olarak niteler, çünkü bunlar hevesleri uyarır ve ruhu hırçınlaştırır.

**Genel Yorum Bu Kısımda**: Kadın serbestiyeti, hevesleri uyandırır, rekabet ve hasedi artırır, toplumda kötü ahlakı yayar. Suretler, bu çöküşün aracıdır. Müslümanlar, demir sebatla İslam’a bağlı kalmalıdır.

#### **Memnû Heykel ve Suretlerin Zararları**

**Metin:**
> Memnû heykel, suretler: Ya zulm-ü mütehaccir ya mütecessid riya ya müncemid hevestir. Ya tılsımdır, celbeder o habîs ervahları.

**İzah:**
Bu kısım, heykel ve suretlerin (resimlerin) haram (memnû) oluşunun hikmetini açıklar. Bunlar, zulüm, riya, heves ve habis ruhları celbeden tılsımlar olarak nitelenir.

  1. **“Memnû heykel, suretler”**: Haram heykel ve suretler (resimler). İslam’da canlı varlıkların tasviri, özellikle üç boyutlu heykeller, genellikle haram kabul edilir (hadisler vardır).
  2. **“Ya zulm-ü mütehaccir ya mütecessid riya ya müncemid hevestir”**:
    – **Zulm-ü mütehaccir**: Taşlaşmış zulüm (mütehaccir zulüm). Heykel, zulmü kalıcı kılar.
    – **Mütecessid riya**: Cisimleşmiş riya (gösteriş). Suretler, riyayı somutlaştırır.
    – **Müncemid hevestir**: Donmuş heves (müncemid heves). Heykel ve resimler, hevesleri dondurur ve kalıcı kılar.
  3. **“Ya tılsımdır, celbeder o habîs ervahları”**: Ya da bir tılsımdır, habis ruhları (kötü cinler, ervah) çeker. Bu, suretlerin manevi zararı olduğunu, putperestlik gibi kötü varlıkları celbettiğini ifade eder.

**Genel Yorum Bu Kısımda**: Heykel ve suretler, zulüm, riya ve hevesin aracıdır; habis ruhları çeker. İslam, bunları memnu kılarak ahlaki çöküşü önler.

### **Genel Değerlendirme ve Sonuç**
Bu metin, Risale-i Nur’un temel temalarından birini, yani kadınların rolü, modern medeniyetin eleştirisi ve İslam’ın aile merkezli adalet anlayışını ele alır. Ana noktalar şunlardır:
1. **Kadınların Rolü**: Kadınlar, aile yuvasında hürmet ve rahat bulur; ziynetleri temizlik, haşmetleri ahlak, kemalleri şefkattir. Serbestiyet, onları meta haline getirir.
2. **Modern Medeniyetin Eleştirisi**: Maneviyatsız medeniyet, kadınları uçurmuş, hürmetlerini kırmış ve toplumda ahlaki çöküşe sebep olmuştur. Serbestiyet, hevesleri uyanırır, rekabet ve hasedi artırır.
3. **Suretlerin Tesiri**: Resim ve heykeller, küçük cenazeler gibi; rolleri azîm ve müthiştir, çünkü hevesleri ve kötü ruhları celbeder.
4. **İslam’ın Çözümü**: İslam, kadınları rahmetle yuvalarına davet eder; demir sebatla ifsad sebeplerine direnilmelidir.

Bu metin, Müslümanlara aile hayatının önemini, modern medeniyetin tuzaklarından sakınmayı ve İslam’ın kadınlara sunduğu rahmeti öğütler. Kadın serbestiyetinin ahlaki çöküşe yol açtığını savunarak, İslam’ın fıtrat temelli rol dağılımını vurgular. Bu tefekkür, toplumun huzurunun ailede ve iffette olduğunu hatırlatır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com




Kadınlar yuvalarından çıkıp beşeri yoldan çıkarmış, yuvalarına dönmeli

Kadınlar yuvalarından çıkıp beşeri yoldan çıkarmış, yuvalarına dönmeli 

اِذَا تَاَنَّثَ الرِّجَالُ السُّفَهَاءُ بِالْهَوَسَاتِ

اِذًا تَرَجَّلَ النِّسَاءُ النَّاشِزَاتُ بِالْوَقَاحَات ِ

   Mimsiz medeniyet, taife-i nisayı yuvalardan uçurmuş, hürmetleri de kırmış, mebzul metaı yapmış. Şer’-i İslâm onları

   Rahmeten davet eder eski yuvalarına. Hürmetleri orada, rahatları evlerde, hayat-ı ailede. Temizlik ziynetleri.

   Haşmetleri, hüsn-ü hulk; lütf-u cemali, ismet; hüsn-ü kemali, şefkat; eğlencesi, evladı. Bunca esbab-ı ifsad, demir-sebat kararı

   Lâzımdır tâ dayansın. Bir meclis-i ihvanda güzel karı girdikçe riya ile rekabet, hased ile hodgâmlık debretir damarları!

   Yatmış olan hevesat, birdenbire uyanır. Taife-i nisada serbestî inkişafı, sebep olmuş beşerde ahlâk-ı seyyienin birdenbire inkişafı.

   Şu medeni beşerin hırçınlaşmış ruhunda, şu suretler denilen küçük cenazelerin, mütebessim meyyitlerin rolleri pek azîmdir hem müthiştir tesiri. (**) 

   Memnû heykel, suretler: Ya zulm-ü mütehaccir ya mütecessid riya ya müncemid hevestir. Ya tılsımdır, celbeder o habîs ervahları.

* * * 

Kısa özet — pasajın ruhu

Metin, modern «medeniyet»in (metin bunu “mimsiz medeniyet” diye niteleyerek ahlâkî bir boşlukla tanımlıyor) kadınları yuvalarından “uçurduğunu”, hürmetlerini kırdığını ve onları metaî (ticari/meta) hâline getirdiğini; buna karşılık şerʿ (İslâm hukuku/ahlâkı) ve rahmetin onları eski onurlu yuvalarına davet ettiğini söylüyor. Ayrıca resim/heykele, teşhir ve gösterişe karşı ciddi uyarılar vardır: bu suretlerin (görüntülerin) ruhi ve ahlâkî tesirleri ağır ve zehirleyicidir.

1 — Metindeki ana kavramların açıklaması

“Mimsiz medeniyet”: Metin mecâzi bir terim kullanıyor. Burada “mimsiz” kelimesi muhtemelen “muhkem bir başlangıç/temel (mîm harfi gibi bir işaret) yok” — yani dinî/manevî esaslardan, hürmet ve edep ölçülerinden yana mahrum medeniyet anlamında. Kısaca: ahlâkî temeli eksik, kadîm erdemleri dışlayan modernleşme.

“Taife-i nisâ’yı yuvalardan uçurmuş”: Kadınların (geleneksel aile/yuva bağlamından) uzaklaştırılıp kamusal/teshirci hayata sürüklenmesi; hürmetlerinin (saygınlık, intizam, iffeti) sekteye uğraması.

“Mebzul metaî”: İnsanî hürmetin metaya (tüketim malına) dönüşmesi — reklâm, şov-biznes, gösteriş amaçlı kullanma.

“Şerʿ-i İslâm rahmeten davet eder eski yuvalarına”: Metin, İslâm şeriatinin kadını “evinden kovmak” değil, aksine onun hürmetini ve aile içindeki şerefini korumak için kurallar koyduğunu, bunun bir rahmet olduğunu vurguluyor.

“Suretler / memnû heykel”: Heykel, resim, görsel suretler; metin bunların teşhir, ihtiras ve riya (gösteriş) unsuru olarak işlevlerini eleştiriyor.

2 — Parça parça izah ve mantık

“Mimsiz medeniyet, taife-i nisayı yuvalardan uçurmuş, hürmetleri de kırmış, mebzul metaî yapmış.”

Okuma: Modern tüketimci kültür, kadınları iş/rekreasyon/medya alanına çekti; bu çekiş çoğu yerde kadınların saygınlığını kırdı ve onları ticarî obje hâline getirdi.

Hikmet: Metin, bu durumu toplumsal bir “tasfiye” ve ruhi erozyon olarak görüyor: kadının saygınlığının korunması toplumsal sağlamlık içindir.

Bugün: Gerçek hâl kompleks: ekonomik ihtiyaçlarla kadın emeğinin kamusal alana girişi bir zorunluluk da olabilir; ama metnin eleştirisi, nesnel olarak değersizleştirici, sömürücü, teşhirci kullanıma yöneliktir — yani sorun sömürü ve nesneleştirmedir, tek başına kamusallık değil.

“Şerʿ… Rahmeten davet eder eski yuvalarına. Hürmetleri orada, rahatları evlerde, hayat-ı ailede. Temizlik ziynetleri…”

Okuma: Şerʿ (İslâmî çerçeve) aile içindeki roller, hürmet, şeref, annelik ve mahremiyetin korunmasına vurgu yapar; bunlar kadının ruhî ve sosyal rahatlığını sağlar.

Hikmet: Belirli sınırlar korunduğunda insan onuru, mahremiyet ve gerçek rahmet hükmünü bulur.

Not (dengeli bakış): Bu noktada denilmek istenen, “kadınların eve kapatılması” değil; aksine hürmetin sağlanmasıdır. Günümüzde bunun nasıl sağlanacağı tartışmalıdır: zorla çıkarma değil, saygı, imkân ve gönüllü tercihlerin korunması.

“Bir meclis-i ihvanda güzel karı girdikçe riya ile rekabet, hased ile hodgâmlık debretir… Yatmış hevesat birdenbire uyanır…”

Okuma: Kadınların kamusal rekreatif/teşhir alanlarına çıkması, toplumda «gösteriş/rekabet»in artmasına, hased ve nefsi heveslerin tetiklenmesine neden olur; bastırılmış arzular uyanabilir.

Hikmet: Metin burada psikolojik bir yasamı, toplum içi nasıl bir dinamizm oluştuğunu anlatıyor: görünürlük arttıkça «gösteriş ekonomisi» işler, bu da hem kadınlar hem erkekler üzerinde olumsuz etki üretir.

“Şu medeni beşerin hırçınlaşmış ruhunda, şu suretler denilen küçük cenazelerin, mütebessim meyyitlerin rolleri pek azîmdir… Memnû heykel, suretler: ya zulm-ü mütehaccir ya mütecessid riya ya müncemid hevestir…”

Okuma: “Suret” ve “heykele” dair ağır eleştiri: metin, sanatın/heykelleşmiş temsillerin (özellikle cinsel çekimi öne çıkaran suretlerin) ruhları kirlettiğini, gösteriş ve arzu üretip insanları irşad-ü ıslah yerine saptırdığını iddia ediyor.

Hikmet: Bu ifade estetik-eleştirel çizgisinde yer alır: görsel kültürün kontrolsüz, metodik teşhiri toplumun manevi dengesini bozabilir.

Güncel gerçeklik: Görsel medya ve reklâm endüstrisinin cinselliği ticarileştirmesi ve nesneleştirme yaptığı yaygın bir olgudur; bunun psikolojik ve toplumsal zararları bilimsel literatürde de tartışılmaktadır.

3 — Metnin maksadı — eleştiri mi, çözüm mü?

Metin güçlü bir eleştiri içeriyor; maksat, kadının onurunu, aile kurumunu ve toplumun manevi dengesini korumak. Ancak pratik ve adil bir çözüm arayışı da metnin ruhunda var: şerʿin (İslâm hukuku/ahlâkı) “rahmet” ile katılan düzenleyici bir davet olduğunu vurguluyor. Yani amaç, baskı değil, hürmetli düzenin tekrar sağlanmasıdır.

4 — Bugün için dengeli ve adaletli çıkarımlar (pratik öneriler)

Metnin temel kaygısı (nesneleştirmenin, teşhirin, saygınlığın kaybı) haklı bazı gerçeklere işaret eder. Fakat günümüz dünyasında kadınların kamusal alana katılışı çoğu zaman ekonomik, hukuksal ve kişisel özgürlüklerle de ilişkilidir. Bu yüzden tek taraflı “geri gönderme” reçetesi insan hakları ve sosyal adalet açısından sorunludur. Aşağıda metnin ruhunu koruyup uygulamaya dönüştürecek, adil yollar:

  1. Onur ve hürmetin korunması

Medya ve reklâm sektöründe ahlâkî ve etik standartlar — kadınları nesneleştirmeyen düzenlemeler.

İş yerinde cinsel obje olmalarının önlenmesi için güvenlik, şikâyet mekanizmaları, eğitim.

  1. Aile-dostu sosyal ve ekonomik politikalar

Erişilebilir çocuk bakım hizmetleri ve esnek çalışma saatleri, kadınların tercihle ev/iş dengesini kurmasına imkân verir.

Eşit ücret ve sosyal güvenlik, ekonomik zorunluluğu azaltır — «yuva dışında çalışmaya mecbur bırakılma» sorunu hafifler.

  1. Eğitim ve kültür

Hem erkeklere hem kadına insan onurunu, mahremiyeti, şeref ve sorumluluğu öğreten aile ve okul eğitim programları.

Görsel okuryazarlık: gençlere medyanın manipülatif yönlerini öğreten programlar.

  1. Sanat ve estetikte sorumluluk

Sanat yasaklanmasın; fakat tasvir/temsil ahlakı, hakaret, aşağılama, teşhir ve istismar unsurlarıyla hesaplaşmalı.

Sanatçıların ve medyanın ahlaki kodları geliştirilmeli; yapıcı ifade ile insan haysiyeti arasındaki denge sağlanmalı.

  1. Hukuk ve koruma

Kadınların ticari/medya sektörlerinde sömürüye karşı korunması için daha etkili yasalar; mağdur koruma mekanizmaları.

  1. Toplumsal rollerde gönüllü tercih

İnsanların rol tercihleri gönüllü olmalı; kimseyi zorla eve kapatmak kabul edilemez. Aynı zamanda toplumsal saygı, evdeki emeğin değeri ve anneliğin toplumsal önemi de güçlendirilmeli.

5 — Manevî perspektif: metnin teklif ettiği “iyileştirme yolu”

Metnin önerisi özetle: Toplumsal düzen kadın-erkek hürmetini gözetmeli; teşhir ve meta hale getirme durdurulmalı; aile kurumu onarılmalı.

Ruhi düzeyde çözüm: Erkeklerin de kalbî terbiye, nefis eğitimi; toplumun tüketim kültürüne direnci; aileyi destekleyen değerlerin yeniden inşası.

*****

### **İzah**

Metin, kadınların toplumdaki rolü, modern medeniyetin (mimsiz medeniyet) kadınlar üzerindeki olumsuz etkisi, İslam’ın kadınlara bakış açısı ve ahlaki çöküşün sebepleri üzerine bir tefekkür sunuyor. Ana tema, kadınların “yuvalarından” (aile ve ev hayatından) çıkmasının beşeriyeti (insanlığı) yoldan çıkardığı, bu nedenle İslam’ın rahmetiyle onları eski yuvalarına davet ettiği ve bu davetin kadınların hürmet, rahat ve mutluluğunu koruduğu vurgulanır. Metin, Arapça bir hadis veya özdeyişle başlar, sonra modern medeniyetin eleştirisi, kadınların ziynet ve haşmeti, serbestiyetin zararları ve suretlerin (heykel ve resimler) tesiriyle devam eder.

Bu metin, İslam’ın aile, kadın hakları, ahlak ve medeniyet eleştirisi anlayışını yansıtır; modern Batı medeniyetinin kadınları nesneleştirdiğini, İslam’ın ise onları rahmet ve hürmetle koruduğunu savunur.

#### **Başlık ve Hadis/Özdeyiş**

**Metin:**
> Kadınlar yuvalarından çıkıp beşeri yoldan çıkarmış, yuvalarına dönmeli
> اِذَا تَاَنَّثَ الْرِّجَالُ السُّفَهَاءُ بِالْهَوَسَاتِ
> اِذًا تَرَجَّلَ النِّسَاءُ النَّاشِزَاتُ بِالْوَقَاحَات ِ

**İzah:**
Bu kısım, metnin temel tezini ve bir Arapça özdeyişi sunar. Başlık, kadınların aile yuvasından ayrılmasının toplumun ahlaki çöküşüne yol açtığını ve geri dönmeleri gerektiğini ifade eder.

  1. **“Kadınlar yuvalarından çıkıp beşeri yoldan çıkarmış, yuvalarına dönmeli”**: Kadınların “yuvalarından” (aile ve ev hayatından) çıkması, insanlığı (beşeri) yoldan çıkarmıştır. Bu, modern medeniyetin kadınları sosyal ve ekonomik hayata zorla dahil etmesinin, aile yapısını bozduğunu ve ahlaki yozlaşmaya yol açtığını vurgular. Çözüm, kadınların yuvalarına dönmesidir; yani, İslam’ın öngördüğü aile merkezli hayata. Bu, kadınların toplumdaki rolünü annelik, eşlik ve aile huzuru olarak görür; onları “uçurmak” yerine korumayı savunur.
  2. **اِذَا تَاَنَّثَ الْرِّجَالُ السُّفَهَاءُ بِالْهَوَسَاتِ / اِذًا تَرَجَّلَ النِّسَاءُ النَّاشِزَاتُ بِالْوَقَاحَات ِ (*)**: Bu, bir hadis veya özdeyişe benzeyen bir ifade: “Eğer ahmak erkekler heveslerle kadınlaşır (tâenneth) ise, o zaman asi kadınlar da yüzsüzlüklerle erkekleşir (teraccül).”
    – **Tâenneth**: Erkeklerin kadınsı özellikler (heves, duygusallık) göstermesi, yani erkeklerin sertlik ve sorumluluktan uzaklaşması.
    – **Teraccül**: Kadınların erkekleşmesi, yani kadınların asi (nâşize) ve yüzsüz (vakaahat) hale gelmesi, geleneksel rollerden uzaklaşması.
    – Bu, toplumda cinsiyet rollerinin bozulmasının ahlaki çöküşe yol açtığını ifade eder. Erkekler heveslere kapılıp sorumluluktan kaçınca, kadınlar da asi ve erkekleşir. Bu, İslam’ın fıtrat (yaratılış) anlayışına dayalıdır; erkek ve kadın rollerinin dengesi, toplumun huzurunu sağlar.

**Genel Yorum Bu Kısımda**: Modern medeniyet, kadınları aileden kopararak toplumun dengesini bozmuştur. İslam, kadınları rahmetle yuvalarına davet eder. Bu özdeyiş, cinsiyet rollerinin bozulmasının kıyamet alametlerinden biri olduğunu ima eder (benzer hadisler vardır). Müslümanlar, fıtrata uygun bir hayatı benimsemelidir.

#### **Modern Medeniyetin Eleştirisi ve İslam’ın Daveti**

**Metin:**
> Mimsiz medeniyet, taife-i nisayı yuvalardan uçurmuş, hürmetleri de kırmış, mebzul metaı yapmış. Şer’-i İslâm onları
> Rahmeten davet eder eski yuvalarına. Hürmetleri orada, rahatları evlerde, hayat-ı ailede. Temizlik ziynetleri.
> Haşmetleri, hüsn-ü hulk; lütf-u cemali, ismet; hüsn-ü kemali, şefkat; eğlencesi, evladı.

**İzah:**
Bu kısım, modern medeniyeti (mimsiz medeniyet) eleştirir ve İslam’ın kadınlara rahmetle sunduğu rolü tanımlar.

  1. **“Mimsiz medeniyet, taife-i nisayı yuvalardan uçurmuş”**: “Mimsiz medeniyet”, “medeniyet” kelimesinin “mim” harfi olmadan “deniyet” (alçaklık) anlamına gelir; yani, maneviyatsız, düşük medeniyet (Batı medeniyeti). Bu medeniyet, kadın topluluğunu (taife-i nisa) yuvalarından (aileden) uçurmuş, yani evden çıkarıp toplum hayatına atmıştır. Bu, kadınların çalışmaya zorlanması, sosyal hayata karışması olarak yorumlanır.
  2. **“Hürmetleri de kırmış, mebzul metaı yapmış”**: Bu medeniyet, kadınların hürmetini (saygınlığını) kırmış ve onları ucuz meta (mebzul metaı) haline getirmiştir. Kadınlar, nesneleştirilmiş, cinsellik veya emek sömürüsü aracı yapılmıştır. Bu, modern kapitalizm ve feminizmin eleştirisidir; kadınlar özgürleşmek adına saygınlıklarını kaybetmiştir.
  3. **“Şer’-i İslâm onları rahmeten davet eder eski yuvalarına”**: İslam şeriatı (şer’-i İslâm), kadınları rahmetle (merhametle) eski yuvalarına (aileye) davet eder. İslam, kadınları korur ve aile merkezli bir hayat sunar.
  4. **“Hürmetleri orada, rahatları evlerde, hayat-ı ailede”**: Kadınların hürmeti (saygınlığı) yuvalarda, rahatları evlerde, gerçek hayatları aile hayatındadır (hayat-ı ailede). Bu, İslam’ın kadınları evde koruduğunu, onların mutluluğunu ailede gördüğünü ifade eder.
  5. **“Temizlik ziynetleri”**: Kadınların ziyneti (süsü), temizliktir. İslam, kadınların dış görünüş yerine iç temizliğini ve iffetini vurgular.
  6. **“Haşmetleri, hüsn-ü hulk; lütf-u cemali, ismet; hüsn-ü kemali, şefkat; eğlencesi, evladı”**:
    – **Haşmetleri (büyüklükleri)**: Güzel ahlak (hüsn-ü hulk).
    – **Lütf-u cemali (güzellik lütfu)**: İffet ve ismet (ismet).
    – **Hüsn-ü kemali (kemal güzelliği)**: Şefkat.
    – **Eğlencesi**: Evlat (çocuklar).
    Bu, kadınların gerçek değerinin ahlak, iffet, şefkat ve annelikte olduğunu gösterir. İslam, kadınları bu rollerle yüceltir.

**Genel Yorum Bu Kısımda**: Modern medeniyet, kadınları aileden kopararak saygınlıklarını kırmış ve meta haline getirmiştir. İslam, kadınları rahmetle aileye davet eder; onların haşmeti ahlakta, güzelliği iffette, kemali şefkattedir. Bu, İslam’ın kadın haklarını aile merkezli koruduğunu savunur.

#### **Serbestiyetin Zararları ve Ahlaki Çöküş**

**Metin:**
> Bunca esbab-ı ifsad, demir-sebat kararı lâzımdır tâ dayansın. Bir meclis-i ihvanda güzel karı girdikçe riya ile rekabet, hased ile hodgâmlık debretir damarları!
> Yatmış olan hevesat, birdenbire uyanır. Taife-i nisada serbestî inkişafı, sebep olmuş beşerde ahlâk-ı seyyienin birdenbire inkişafı.
> Şu medeni beşerin hırçınlaşmış ruhunda, şu suretler denilen küçük cenazelerin, mütebessim meyyitlerin rolleri pek azîmdir hem müthiştir tesiri. (**)

**İzah:**
Bu kısım, kadınların serbestiyetinin (özgürlüğünün) toplumda ahlaki çöküşe yol açtığını ele alır. Heveslerin uyanması, rekabet ve hasedin artması örneklenir.

  1. **“Bunca esbab-ı ifsad, demir-sebat kararı lâzımdır tâ dayansın”**: Bu kadar ifsad edici sebepler (esbab-ı ifsad) karşısında, demir gibi bir sebat (demir-sebat) gereklidir ki dayansın. Kadınların serbestiyeti, ahlaki bozulmalara yol açar; Müslümanlar, İslam’a bağlılıkla buna direnmelidir.
  2. **“Bir meclis-i ihvanda güzel karı girdikçe riya ile rekabet, hased ile hodgâmlık debretir damarları!”**: Bir kardeşlik meclisinde (meclis-i ihvan) güzel bir kadın girdiğinde, riya (gösteriş) ile rekabet, hased (kıskançlık) ile bencillik (hodgâmlık) damarları harekete geçirir (debretir). Bu, kadın-erkek karışık ortamların hevesleri uyardığını ve kardeşliği bozduğunu gösterir.
  3. **“Yatmış olan hevesat, birdenbire uyanır”**: Saklı hevesler (hevesat), birden uyanır. Serbestiyet, nefsin arzularını tetikler.
  4. **“Taife-i nisada serbestî inkişafı, sebep olmuş beşerde ahlâk-ı seyyienin birdenbire inkişafı”**: Kadın topluluğunda serbestiyetin yayılması (inkişafı), insanlıkta kötü ahlakın (ahlâk-ı seyyie) birden yayılmasına sebep olmuştur. Bu, kadın özgürlüğünün toplumda ahlaksızlığa yol açtığını savunur.
  5. **“Şu medeni beşerin hırçınlaşmış ruhunda, şu suretler denilen küçük cenazelerin, mütebessim meyyitlerin rolleri pek azîmdir hem müthiştir tesiri. (**)”**: Modern insanlığın (medeni beşer) hırçınlaşmış ruhunda, suretler (resimler, heykeller) denilen küçük cenazelerin (küçük cenazeler), gülümseyen ölülerin (mütebessim meyyitler) rolü çok büyüktür (azîm) ve tesiri korkunçtur (müthiş). Bu, suretlerin (fotoğraf, heykel) ahlaki çöküşteki rolünü eleştirir; onları “gülümseyen ölüler” olarak niteler, çünkü bunlar hevesleri uyarır ve ruhu hırçınlaştırır.

**Genel Yorum Bu Kısımda**: Kadın serbestiyeti, hevesleri uyandırır, rekabet ve hasedi artırır, toplumda kötü ahlakı yayar. Suretler, bu çöküşün aracıdır. Müslümanlar, demir sebatla İslam’a bağlı kalmalıdır.

#### **Memnû Heykel ve Suretlerin Zararları**

**Metin:**
> Memnû heykel, suretler: Ya zulm-ü mütehaccir ya mütecessid riya ya müncemid hevestir. Ya tılsımdır, celbeder o habîs ervahları.

**İzah:**
Bu kısım, heykel ve suretlerin (resimlerin) haram (memnû) oluşunun hikmetini açıklar. Bunlar, zulüm, riya, heves ve habis ruhları celbeden tılsımlar olarak nitelenir.

  1. **“Memnû heykel, suretler”**: Haram heykel ve suretler (resimler). İslam’da canlı varlıkların tasviri, özellikle üç boyutlu heykeller, genellikle haram kabul edilir (hadisler vardır).
  2. **“Ya zulm-ü mütehaccir ya mütecessid riya ya müncemid hevestir”**:
    – **Zulm-ü mütehaccir**: Taşlaşmış zulüm (mütehaccir zulüm). Heykel, zulmü kalıcı kılar.
    – **Mütecessid riya**: Cisimleşmiş riya (gösteriş). Suretler, riyayı somutlaştırır.
    – **Müncemid hevestir**: Donmuş heves (müncemid heves). Heykel ve resimler, hevesleri dondurur ve kalıcı kılar.
  3. **“Ya tılsımdır, celbeder o habîs ervahları”**: Ya da bir tılsımdır, habis ruhları (kötü cinler, ervah) çeker. Bu, suretlerin manevi zararı olduğunu, putperestlik gibi kötü varlıkları celbettiğini ifade eder.

**Genel Yorum Bu Kısımda**: Heykel ve suretler, zulüm, riya ve hevesin aracıdır; habis ruhları çeker. İslam, bunları memnu kılarak ahlaki çöküşü önler.

### **Genel Değerlendirme ve Sonuç**
Bu metin, Risale-i Nur’un temel temalarından birini, yani kadınların rolü, modern medeniyetin eleştirisi ve İslam’ın aile merkezli adalet anlayışını ele alır. Ana noktalar şunlardır:
1. **Kadınların Rolü**: Kadınlar, aile yuvasında hürmet ve rahat bulur; ziynetleri temizlik, haşmetleri ahlak, kemalleri şefkattir. Serbestiyet, onları meta haline getirir.
2. **Modern Medeniyetin Eleştirisi**: Maneviyatsız medeniyet, kadınları uçurmuş, hürmetlerini kırmış ve toplumda ahlaki çöküşe sebep olmuştur. Serbestiyet, hevesleri uyanırır, rekabet ve hasedi artırır.
3. **Suretlerin Tesiri**: Resim ve heykeller, küçük cenazeler gibi; rolleri azîm ve müthiştir, çünkü hevesleri ve kötü ruhları celbeder.
4. **İslam’ın Çözümü**: İslam, kadınları rahmetle yuvalarına davet eder; demir sebatla ifsad sebeplerine direnilmelidir.

Bu metin, Müslümanlara aile hayatının önemini, modern medeniyetin tuzaklarından sakınmayı ve İslam’ın kadınlara sunduğu rahmeti öğütler. Kadın serbestiyetinin ahlaki çöküşe yol açtığını savunarak, İslam’ın fıtrat temelli rol dağılımını vurgular. Bu tefekkür, toplumun huzurunun ailede ve iffette olduğunu hatırlatır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com




Bir kısım desatir-i içtimaiye

Bir kısım desatir-i içtimaiye 

   İçtimaî heyette düsturları istersen: Müsavatsız adalet, önce adalet değil. Temasülse tezadın mühim bir sebebidir.

   Tenasüpse tesanüdün esası. Sıgar-ı nefistir tekebbürün menbaı. Zaaf-ı kalptir gururun madeni. Olmuş acz, muhalefet menşei. Meraksa ilme hocadır.

   İhtiyaçtır terakkinin üstadı. Sıkıntıdır muallime-i sefahet. Demek, sefahetin menbaı sıkıntı olmuş. Sıkıntı ise madeni: Yeisle sû-i zandır,

   Dalalet-i fikrîdir, zulümat-ı kalbîdir, israf-ı cesedîdir.

******

Geniş ve detaylı izah — “Bir kısım desatîr-i içtimâiyye”

Kısa özet (bir cümlede)

Metin diyor ki: toplumsal düzenin sağlığı, eşitlik/uyum (müsâvat/tenasüp) ile; çatışma sebepleri ise yakın temasın yanlış konumlandırılması, kalp zaafları ve sıkıntıdır. Merak ve ihtiyaç ise bilginin ve ilerlemenin hocasıdır; aksine sıkıntı ve acz, zulüm, israf ve sefahate yol açar.

Terimler — hızlı sözlük (kısa)

Temâsül: benzerlik, birbirine benzemek / (Osmanlı/Türkçe sözlüklerde) “benzeyiş, aynılık”.

Tenasüp: uygun oran, orantı, dengenin sağlanması; tesanüd ise dayanışma, birliktelik. (Metin: “Tenasüp, tesanüdün esası.”)

Sığar-ı nefs (çeşitleme/basık nefs): nefisle ilgili daralma/kuşatılmışlık fikri — metin bunu “tekebbürün menbaı (kaynağı)” diye verir; klasik yorumlarda “nefsin küçüklüğü, eksikliği” kibri doğurur.

Zaaf-ı kalb: kalbin zayıflığı/kompleksi — metin bunu gururun “madeni” (maden, kaynak) olarak gösterir.

(Altta satır satır açarken bu sözlükten faydalanacağız.)

Metnin satır satır izahı

“İçtimaî heyette düsturları istersen: Müsavatsız adalet, önce adalet değil.”

Ne demek? Adalet (hukukî, formal uygulama) ancak müsâvat (gerçek eşitlik / hakkaniyetli koşullar) üzerinde anlamlıdır. Yani “herkese aynı kural” koymak adalet değildir; eğer başlangıç koşulları eşit değilse o «eşitlik gibi görünen uygulama» haksız olur.

Modern örnek: Hukuk önünde eşitlik (formal) ama ekonomik, eğitimsel uçurumlar devam ediyorsa adaletten söz edilemez.

Çıkarım: Sosyal politikalarda hem fırsat eşitliği hem uygulama eşitliği gözetilmeli.

“Temâsülse tezâdın mühim bir sebebidir.”

Terim açıklaması: Temâsül = benzeşme/yakınlık/özdeşlik. Burada ima şudur: aynı mevkiye/role/fırsata çok sayıda benzer grup/kişi gelip karşılaşınca (temas), rekabet ve çelişki (tezâd) doğar.

Mantık: İki farklı grubun usûlen benzerleşmesi (aynı konumda görülmesi) bir çatışma sebebi olur; “aynılık” bazen sahada pozisyon kavgasına dönüşür.

Güncel: Aynı sektörün aşırı yoğunlaşması — işsizlik, kimlik çatışmaları gibi sosyal gerilim üretir.

“Tenasüpse tesanüdün esası.”

Açıklama: Tenasüp = uygunluk/orantı; tesanüd = dayanışma. Yani uyumlu, oranlı dağılım ve görev bölüşümü, toplumda dayanışmayı kurar. Bir toplumda roller, gelir ve yükler dengeli olursa insanlar omuz verir.

“Sığar-ı nefs­tir tekebbürün menbaı. Zaaf-ı kalptir gururun madeni. Olmuş acz, muhalefet menşei.”

Sığar-ı nefs → tekebbürün menbaı (kaynağı):

Klasik yorum: içsel darlık/eksiklik duygusu (nefsin küçüklüğü veya içte bir boşluk), dışarıda büyüklenme/şatafatla örtülmeye çalışılır; netice kibir olur. (Kaynaklarda bu ifade yaygındır.)

Zaaf-ı kalb → gururun madeni:

Kalpteki zaaf, güvensizlik veya kompleks, gururu (kibirli davranışı) doğurur; zerre-zerre savunma mekanizmasıdır.

Acz → muhalefetin menşei (kaynağı):

Bir kimsenin yeterince güç/vasıta/imtizaç sahibi olmaması, karşı çıkışa (muhalefete) sebep olur. Acz (kusur, çaresizlik) itirazı ve çatışmayı besler.

Anlam bütünlüğü: dahili eksiklikler (nefsin darlığı, kalp zaafı, acz) toplumsal düzeyde kibir, muhalefet ve çatışmanın psikolojik kaynaklarıdır.

“Meraksa ilme hocadır. İhtiyaçtır terakkinin üstadı.”

Merak → ilmin hocası: Curiosity is the teacher of knowledge. Merak tetikler, soru sorar, araştırmaya sevk eder. (Basit ve açık.)

İhtiyaç → terakkinin üstadı: İhtiyaçlar inovasyonu, çalışmayı ve ilerlemeyi zorlar; tarih boyunca ihtiyaçlar uygarlık-ilerlemeyi tetiklemiştir. (Metin: ihtiyaç, medeniyetin öğretmeni.)

“Sıkıntıdır muallime-i sefahet. Demek, sefahetin menbaı sıkıntı olmuş.”

İlk bakışta çelişki gibi görünür: “Sıkıntı nasıl sefaheti (sefahati) öğretir?” Ama metin şöyle okuyor:

Sürekli ağır sıkıntı/mahrumiyet insanları ya terakkiye veya umutsuzca kaçış-tüketim yollarına iter. Kimi zaman çare arayışı yerine kaçış ve aşırı zevke dalma (sefahet) ortaya çıkar. Yani sıkıntı hem terakkiye hem sefahate öğretir; fakat uygun rehberlik yoksa sıkıntı, sefaheti de üretebilir.

Yorum örneği: Uzun süreli sosyal yoksunluk, bazı bireylerde umutsuzluk → hedonistik kaçış (tüketim, madde, ahlâkî çöküş) doğurabilir.
Bediüzzaman’ın here uses this as a social-psychological tespith.

“Sıkıntı ise madeni: Yeisle sû-i zandır, Dalâlet-i fikrîdir, zulûmât-ı kalbîdir, israf-ı cesedîdir.”

Sıkıntı (madeni) — yani sıkıntı bir “maden”dir: içinden birçok olumsuz şey çıkar:

Yeis + sû-i zan (umutsuzluk ve kötü zan/su-izlenim): umutsuzluk, kötü zan toplumda bozgunculuk doğurur.

Dalâlet-i fikrî: düşüncede sapma, yanlış akıl yürütme, ideolojik sapmalar.

Zulûmât-ı kalbî: kalpte karanlık, merhamet kaybı, kin.

Israf-ı cesedî: bedensel israf — ya aşırı tüketimle kaçış (tüketim çılgınlığı), ya da sağlıksız davranışlar.

Net sonuç: Sıkıntı tedavi edilmezse toplumda ve bireyde hem fikrî hem ahlâkî bozulma üretir. (Metin bu zinciri açıkça kuruyor.)

Bütünlüklü mantık (neden-niçin)

  1. Toplumda düzgün oran/dağılım (tenasüp) varsa insanlar dayanışır (tesanüd). Eğer oranlar bozuksa, adalet görünür ama adalet değildir.
  2. Yakın temas (temâsül) — yani aynı sahada benzeşme/üst üste binme — uygun bir çerçeveyle yönetilmezse karşılaşma ve çelişki (tezâd) üretir.
  3. Bireysel düzeyde iç zaaflar (sığar, zaaf, acz) kibir, muhalefet ve toplumsal ayrışma için tohumdur; bu yüzden kalbin terbiye edilmesi gerekir.
  4. Merak ve ihtiyaç pozitif dürtülerdir: ilmi ve ilerlemeyi öğretir; buna karşılık sürekli sıkıntı (yoksunluk, ümitsizlik) yanlış yönelimlere, israfa ve karanlığa yol açar.

Pratik çıkarımlar — birey, aile, toplum ve politika düzeyinde

Birey

Kendi “sığar-ı nefs”ini gör: içteki küçüklük hissini tevazu ile iyileştir; kibri örtmeye çalışma, eksikliği onarma yolunu tevazu ve amel seç.

Merakı besle: soru sor, öğren; ilim merakı kişiyi hem şahsen hem toplumsal fayda açısından yükseltir.

Sıkıntıyla usullice uğraş: sıkıntı hâlinde umutsuzluk ve sui-zan yerine sabır, akılcı çözüm arayışı, sosyal destek iste. (Ruh sağlığı/duâ/ayet/rehberlik.)

Aile / Cemaat

Dağılımda adalet: ev içinde ve cemaatte imkanları orantılı kullan; aşırı şöhret/seçkinlik yerine paylaşımı öncelikle.

Eğitimde merak ve ihtiyacı motive et: çocuklara merak yollarını aç, ihtiyaçlarını (gereğini) öğret — “ihtiyaç, terakkînin üstadıdır.”

Politika / Toplum

Sosyal güvenlik ağları kur: sıkıntıyı azaltacak hizmetler (sağlık, beslenme, barınma) sefahetin ve israfın önünü keser.

Adalet-fırsat eşitliği: sadece formal hukuka değil, fiili eşitliğe (eğitim, ekonomik imkanlar) yatırım yap.

Sosyal rollerin düzenlenmesi: “temâsül”ten kaynaklı çatışmayı azaltmak için rekabet alanlarını düzenle, orantılı dağılım (tenasüp) sağla — bu tesanüdü (dayanışmayı) güçlendirir.

Kısa özet — 6 maddede

  1. Adalet eşitlikle desteklenmezse adalet değildir.
  2. Aynı yerde çokça benzerlik (temâsül) çatışma çıkarır; oran-uyum (tenasüp) dayanışma getirir.
  3. Nefsî daralma ve kalp zaafı kibri ve muhalefeti üretir; iç terbiye şart.
  4. Merak ilmin, ihtiyaç ilerlemenin hocasıdır; bunları teşvik et.
  5. Sıkıntı (mahrumiyet) tedavi edilmezse umutsuzluk, kötü zan, zihnî sapma, kalp kararması ve bedensel israf gibi kötülükleri doğurur.
  6. Çözüm hem bireysel terbiye hem yapısal sosyal düzenlemelerle (adalet, oran, sosyal koruma) mümkündür.

****

### **İzah**

Metin, sosyal hayatın (içtimaî heyet) düsturlarını (kurallarını) ele alır. Ana tema, toplumun dengesi ve bireysel ahlakın sosyal yapıya etkisi üzerine bir tefekkürdür. Burada, adalet, eşitlik, uyum, kibir, gurur, acz, merak, ihtiyaç, sıkıntı, sefahat, yeis, su-i zan, dalalet-i fikrî, zulümat-ı kalbî ve israf-ı cesedî gibi kavramlar üzerinden sosyal ve bireysel hikmetler açıklanır. Metin, toplumun sağlıklı işleyişi için zıtlıkların (örneğin, adalet-müsavat, tenasüp-tesanüd) dengelenmesi gerektiğini vurgular.

#### **Bir Kısım Desatir-i İçtimaiye**

**Metin:**
> Bir kısım desatir-i içtimaiye
> İçtimaî heyette düsturları istersen: Müsavatsız adalet, önce adalet değil. Temasülse tezadın mühim bir sebebidir.

**İzah:**
Bu kısım, sosyal hayatın (içtimaî heyet) temel düsturlarını (desatir-i içtimaiye) sorgulayan bir girişle başlar. Bediüzzaman, toplumun dengesini sağlayan kuralları arayan kişiye cevap verir.

  1. **“Bir kısım desatir-i içtimaiye”**: Bu başlık, “Bir kısım sosyal düsturlar” anlamına gelir. Metin, toplumun iç işleyişindeki kuralları (desatir) ele alır. “İçtimaiye”, sosyal anlamına gelir ve Risale-i Nur’da sıkça kullanılan bir terimdir; bireysel ahlakın toplumsal yapıya etkisini vurgular.
  2. **“İçtimaî heyette düsturları istersen”**: Eğer toplumun (içtimaî heyet) düsturlarını (kurallarını) arıyorsan, şu noktalara bak. “Heyet”, topluluk veya yapı anlamına gelir; toplum bir organizma gibi görülür.
  3. **“Müsavatsız adalet, önce adalet değil”**: Adalet, eşitliksiz (müsavatsız) olmaz; yani eşitlik olmadan adalet olmaz. Ancak, mutlak eşitlik (müsavat) adaletin önceliği değildir. Adalet, eşitlikten önce gelir. Bu, toplumda mutlak eşitliğin imkânsız olduğunu, adaletin ise farklılıkları dengeleyerek sağlanması gerektiğini ifade eder. Örneğin, zengin-fakir arasında mutlak eşitlik olmaz, ama adalet zekâtla sağlanır.
  4. **“Temasülse tezadın mühim bir sebebidir”**: Tam benzerlik (temasül), zıtlığın (tezad) önemli bir sebebidir. Yani, bireylerin tamamen aynı olması, toplumda çatışma ve zıtlığa yol açar. Farklılıklar, toplumun çeşitliliğini sağlar, ama aşırı benzerlik rekabet ve anlaşmazlığa sebep olur. Bu, İslam’ın “insanlar farklı kabilelerde yaratılmıştır” (Hucurât, 13) ayetine paralel bir hikmettir.

**Genel Yorum Bu Kısımda**: Toplum, bir denge üzerine kuruludur. Adalet, eşitlikten üstündür; mutlak eşitlik, zıtlığa yol açar. Müslüman, toplumda farklılıkları hikmetle kabul etmeli, adaleti ön planda tutmalıdır.

#### **Tenasüp, Tesanüd, Kibir, Gurur, Acz, Merak, İhtiyaç, Sıkıntı ve Sefahet**

**Metin:**
> Tenasüpse tesanüdün esası. Sıgar-ı nefistir tekebbürün menbaı. Zaaf-ı kalptir gururun madeni. Olmuş acz, muhalefet menşei. Meraksa ilme hocadır.
> İhtiyaçtır terakkinin üstadı. Sıkıntıdır muallime-i sefahet. Demek, sefahetin menbaı sıkıntı olmuş.

**İzah:**
Bu kısım, sosyal ve bireysel sıfatların toplumdaki rolünü açıklar. Her kavram, bir hikmet veya tehlike taşır.

  1. **“Tenasüpse tesanüdün esası”**: Uyum ve orantı (tenasüp), dayanışmanın (tesanüd) temelidir. Toplumda bireyler arasındaki uyum, birliği sağlar. Farklılıklar orantılı olursa, toplum güçlü olur.
  2. **“Sıgar-ı nefistir tekebbürün menbaı”**: Nefsin küçüklüğü (sıgar-ı nefs), kibrin (tekebbür) kaynağıdır. Kendini küçük gören nefs, kibirle şişerek büyümeye çalışır.
  3. **“Zaaf-ı kalptir gururun madeni”**: Kalbin zayıflığı (zaaf-ı kalp), gururun (kendini beğenme) madenidir. Kalp zayıf olunca, gururla kendini üstün görmeye başlar.
  4. **“Olmuş acz, muhalefet menşei”**: Acizlik (acz), muhalefetin (karşıtlık, isyan) kaynağıdır. İnsan aczini kabul etmezse, Allah’a veya topluma karşı isyan eder.
  5. **“Meraksa ilme hocadır”**: Merak, ilmin (bilginin) hocasıdır. Merak, insanı öğrenmeye sevk eder; bu, olumlu bir sıfattır.
  6. **“İhtiyaçtır terakkinin üstadı”**: İhtiyaç, ilerlemenin (terakki) üstadıdır. İhtiyaç, insanı çalışmaya ve gelişmeye motive eder.
  7. **“Sıkıntıdır muallime-i sefahet”**: Sıkıntı, sefahatin (ahlaksızlık, haz düşkünlüğü) öğretmenidir. Sıkıntı, insanı sefahate sürükler.
  8. **“Demek, sefahetin menbaı sıkıntı olmuş”**: Sefahetin kaynağı sıkıntıdır. İnsan sıkıntıdan kaçmak için sefahate düşer, ama bu kısır döngü yaratır.

**Genel Yorum Bu Kısımda**: Toplum, uyum (tenasüp) ile dayanışma (tesanüd) kazanır. Bireysel zayıflıklar (nefis küçüklüğü, kalp zaafı, acz) kibir, gurur ve muhalefete yol açar. Olumlu sıfatlar (merak, ihtiyaç) ilim ve terakkiye vesile olurken, sıkıntı sefahate sürükler. Müslüman, sıfatlarını dengede tutmalıdır.

#### **Sıkıntının Madeni ve Sonuç**

**Metin:**
> Sıkıntı ise madeni: Yeisle sû-i zandır,
> Dalalet-i fikrîdir, zulümat-ı kalbîdir, israf-ı cesedîdir.

**İzah:**
Bu kısım, sıkıntının kaynaklarını (madeni) sıralar. Sıkıntı, bireysel ve toplumsal sorunlardan doğar.

  1. **“Sıkıntı ise madeni: Yeisle sû-i zandır”**: Sıkıntının madeni (kaynağı), yeis (umutsuzluk) ve su-i zan (kötü zan)dır. Umutsuzluk ve kötü niyet, insanı sıkıntıya sokar.
  2. **“Dalalet-i fikrîdir”**: Fikri sapkınlık (dalalet-i fikrî), sıkıntının kaynağıdır. Yanlış düşünceler, insanı huzursuz eder.
  3. **“Zulümat-ı kalbîdir”**: Kalbin karanlıkları (zulümat-ı kalbî), sıkıntıya yol açar. İman eksikliği, kalbi karartır.
  4. **“İsraf-ı cesedîdir”**: Bedensel israf (israf-ı cesedî), sıkıntının kaynağıdır. Vücudu aşırı kullanmak veya israf etmek, hastalık ve huzursuzluğa sebep olur.

**Genel Yorum Bu Kısımda**: Sıkıntı, umutsuzluk, kötü zan, fikri sapkınlık, kalp karanlığı ve bedensel israftan doğar. Bu, sefahatin sıkıntıdan kaynaklandığını tamamlar. Müslüman, imanla kalp zulmetini, şükürle israfı önlemelidir.

### **Genel Değerlendirme ve Sonuç**
Bu metin, Risale-i Nur’un temel temalarından birini, yani sosyal hayatın düsturlarını ve bireysel ahlakın toplumsal etkisini ele alır. Ana noktalar şunlardır:
1. **Adalet ve Eşitlik**: Adalet eşitliksiz olmaz, ama mutlak eşitlik zıtlığa yol açar. Toplum, uyum (tenasüp) ile dayanışma (tesanüd) kazanır.
2. **Bireysel Zayıflıklar**: Nefis küçüklüğü kibre, kalp zaafı gurura, acz muhalefete yol açar. Bu, toplumda fitneye sebep olur.
3. **Olumlu Sıfatlar**: Merak ilme, ihtiyaç terakkiye vesiledir. Ancak sıkıntı sefahate sürükler.
4. **Sıkıntının Kaynakları**: Yeis, su-i zan, fikri dalalet, kalp zulmeti ve bedensel israf, sıkıntıyı doğurur. Bu, kısır döngü yaratır.

Bu metin, Müslümanlara sosyal dengede adaleti, bireysel ahlakta tevazuyu ve sıfatlarını hikmetle kullanmayı öğütler. Toplumun birliği, farklılıkların uyumuyla sağlanır; sıkıntı ve sefahat, iman eksikliğinden doğar. Bu tefekkür, İslam’ın sosyal adalet anlayışını yansıtır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




اَلْحَقُّ يَعْلُو bizzat hem âkıbet muraddır


اَلْحَقُّ يَعْلُو

bizzat hem âkıbet muraddır 

   Ey arkadaş! Bir zaman bir sâil dedi: “Madem ‎ اَلْحَقُّ يَعْلُو‎  haktır. Neden kâfir, müslime; kuvvet, hakka galiptir?”

   Dedim: Dört noktaya bak, bu müşkül de hallolur. Birinci nokta şudur: Her hakkın her vesilesi hak olması lâzım değildir.

   Öyle de her bâtılın her vesilesi bâtıl olması, yine lâzım değildir. Neticesi şu çıkar: Hak olan bir vesile, bâtıl vesileye galiptir.

   Dolayısıyla, bir hak bir bâtıla mağluptur. Muvakkaten, bi’l-vasıta olmuştur. Yoksa bizzat hem daima değildir.

   Lâkin âkıbetü’l-akibe, her dem yine hakkındır. Kuvvetin bir hakkı var, bir sırr-ı hilkati var. İkinci nokta şudur:

   Her müslimin her vasfı müslim olmak vâcib iken haricen her dem vaki, sabit değildir.

   Öyle de her kâfirin her vasfı kâfir olmak, küfründen neş’et etmek yine lâzım değildir.

   Her fâsıkın her vasfı fâsık olmak, fıskından neş’et etmek, öyle de her dem sabit değildir.

   Demek bir kâfirin müslim olan bir vasfı, müslimdeki lâmeşru vasfına galip olur. Bi’l-vasıta, o kâfir dahi ona galiptir.

   Hem dünyada, hayatın hakkı şâmil ve âmmdır. O rahmet-i âmmenin bir cilve-i manidar, onun bir sırr-ı hikmeti var; küfür mani değildir.

   Üçüncü nokta şudur: O Zat-ı Zülcelal’in iki vasf-ı kemalden iki şer’i tecelli, vasf-ı iradeden gelen meşietle takdirdir,

   O da şer’-i tekvinî. Vasf-ı kelâmdan gelen şeriat-ı meşhure. Teşriî evamire karşı itaat, isyan

   Nasıl olur. Öyle de tekvinî evamire itaat ve isyan olur. Birincisi galiba dâr-ı uhrada görür

Mücazatı, sevabı. İkincisi ağleba dâr-ı dünyada çeker, mükâfat ve ikabı. Mesela, nasıl sabrın mükâfatı zaferdir;

   Ataletin mücazatı sefalet. Öyle de sa’yin sevabı olur servet. Sebatta da galebedir mükâfat. Zehirin ikabı bir maraz, panzehirin sevabı bir sıhhattir.

   Bazen iki şeriat evamiri, bir şeyde beraber müctemidir. Her birine bir cihet… Demek tekvinî emre itaat ki bir haktır.

   İtaat galip olur, o emrin isyanına ki bir tavr-ı bâtıldır. Bir bâtıla vesile olmuş olursa bir hak, vaktâ ki galip olsa

   Bir bâtıla ki olmuş o da vesile-i hak. Bi’l-vasıta bir hakkın bir bâtıla mağluptur. Fakat bizzat değildir.

   Demek ‎ اَلْحَقُّ يَعْلُو‎  bizzat demektir. Hem âkıbet muraddır, kayd-ı haysiyet maksuddur. Dördüncü nokta şudur:

   Bir hak bi’l-kuvve kalmış, yahut kuvvetsiz kalmış, ya mahluttur hem mahşuş. Ona da bir inkişaf, ya bir taze kuvvet vermek lâzım gelmiştir.

   Mühezzeb ve müzehheb yapmak için muvakkat bâtıl ona musallat, tâ ki sebike-i hak ne miktar lüzum vardır

   Tâ mahz ve hâlis çıksın. Mebâdide, dünyada bâtıl etse galebe fakat kazanmaz harbi. “Âkıbetü’l-müttakin” ona vurur bir darbe!

   İşte bâtıl mağluptur. ‎ اَلْحَقُّ يَعْلُو‎  sırrı onu çarpar ikaba, işte hak da galiptir.

* * * 

“اَلْحَقُّ يَعْلُو — bizzat hem «âkıbet muraddır»” — geniş izah

Kısa giriş — ne demek bu cümle?

“اَلْحَقُّ يَعْلُو” — “Hak (hakikat) yükselir/üstün gelir.” Metinde ayrıca “bizzat hem âkıbet muraddır” deniyor: yani sözün asıl anlamı, hakikat kendinde (bizzat) daima üstündür ve nihai sonuç/son (âkıbet) göz önünde tutulduğunda hakikat kesinlikle galiptir. Buna rağmen dünyada geçici mağlubiyetler, bâtılın üstün görünmesi söz konusu olabilir. Bediüzzaman bu zorlu soruyu dört noktada çözümler.

Birinci nokta — Vesile (vasıta) ayrılığı

İfade: “Her hakkın her vesilesi hak olması lâzım değildir; her bâtılın her vesilesi bâtıl olması lâzım değildir.”

Açıklama:

Hakikat ile hak olma arasına araçlar/vesileler girer. Bir hak esasen doğrudur; fakat o hak, uygun, güçlü bir vesile (araç) bulamazsa o an için bâtıla mağlup olabilir. Aynı şekilde bâtıl da bazen güçlü bir vesile ile kısa süreli galip görünebilir.

Ana fikir: «Bir şeyin hak olması onun her yerde ve her an galip olmasını gerektirmez; ancak öz itibarıyla hak hep üstünlüğe meyyaldir.»

Basit örnekler:

Hakikati söyleyen bir bilim insanı uzun süre göz ardı edilebilir; zamana ve doğru araca (deney, yayın, destek) ihtiyaç vardır.

Bir reform düşüncesi haklı olsa da, kötü iletişim/örgütlenme yüzünden geri çekilebilir.

Pratik çıkarım: hak için çaba (doğru vesile, sabır, strateji) gerekir; “hak”ın mutlaka görünür galibiyeti için sebep/vasıta çalışılmalı.

İkinci nokta — Kişi vasıflarının sabit olmaması

İfade: “Her mü’minin her vasfı daima mü’minlikten neş’et etmez; her kâfirin her vasfı daima kâfirlikten doğmaz.”

Açıklama:

İnsan kişiliği, çok katmanlıdır. Bir kâfirin (düşüncesi, davranışı) içinde bir erdemli fiil bulunabilir; bir mü’minin içinde zayıf ve yanlış anlar görülebilir.

Bu yüzden “şahıs”a bakıp doğruyu/yanlışı tamamen hükmetmek yanlış olur. Bir bireyin bir davranışı hakka galip gelebilir ve o vesileyle hayır doğurabilir, hiç beklenmeyen bir kaynaktan gelebilir.

Örnek:

Dünyada zulmeden bir yönetici bile bir vesileyle insanlığın yararına bir karar verebilir; az bir iyilik geniş hayır üretebilir.

Tarihî örnek: tecrübesiz bir düşman kişinin bir hata yüzünden hak ortaya çıkabilir.

Pratik çıkarım: insanları etiketlemeden, fiilin niteliğine bak; “şahs-ı vâhid” (tek kişi) bazen vesile olduğu hakla insanlığı etkileyebilir.

Üçüncü nokta — İki tür emr (şer‘î ve tekvînî) ve sonuçları

İfade: Bediüzzaman “iki çeşid emr”ten söz eder:

  1. Vasf-ı kelâmdan gelen (teşriî) emirler — şer‘î hükümlerin, bu dünyada itaat/isyanın hesabı;
  2. Vasf-ı iradeden/kelamdan gelen tekvînî (yaratılış) emri — yaratılış düzeninin zorunlu etkileri.

Açıklama:

Kâinatta işler bir “yaratılış emri” (tekvînî) ile işler: sebep-sonuç kanunları vardır. Bu kanunlara uyma veya uymama, dünyada sonuçlar doğurur (sağlık, hastalık; sebatın zaferi; atalete mağlubiyet vb.).

Teşrîî emirler (ibadet, ahlâkî emirler) ise hem dünyada hem ahirette hüküm doğurur; itaatin mükâfatı, isyanın cezası vardır.

Bediüzzaman’ın noktası: bir şeyi yaratılış kanununa (tekvînî emre) uygun yapmak hak olduğu için o yönüyle galip gelebilir; isyan ise bâtıldır. Buna karşılık bazen teşrîî emrin neticeleri âhirette ya da başka bağlamda daha belirgin olur.

Örnek:

Sabır (teşrîî erdem): dünyada sabrın meyvesini görebilirsin (bazen zafer) ama bazen bunun mükâfatı âhirettedir.

Çalışma ve doğru tıp (tekvînî evamirle uyum): hasta iyileşir — yaratıcının koyduğu kanunla uyum sağlamanın dünyadaki ödülü.

Pratik çıkarım: hak ile hareket ederken hem yaratılışın kanunlarına uygun davran, hem de şerî emirlere riayet et; her iki cephe de ayrı sonuç verir.

Dördüncü nokta — Hak kuvve halinde kalabilir; bâtılın muvakkat üstünlüğü

İfade: “Bir hak kuvvetten mahrum kalmış olabilir; o yüzden muvakkat olarak bâtıl ona üstün gelebilir; fakat nihai gelişme hakikati ortaya çıkarır.”

Açıklama:

Hak bazen “gelişmeye muhtaç”tır: alt yapısı, kadro, zaman, tecrübe gerekir. Bu süreçte bâtıl kısa süreli üstünlük kurar ki o, hakikatin saf ve olgun hâle gelmesi için bir ‘sınav/temizlenme’ görevi yapar.

Bediüzzaman: bu muvakkat üstünlük hakikatin tabiatına ruhsal/şekli olarak zarar vermez; aksine sonunda hak daha saf hâlde çıkar. “Âkıbetü’l-müttakîn” (takva sahiplerinin son hâli) doğrultusunda hak galip gelir.

Örnek:

Bir hammadde (hak) saflaştırılmadan önce kirli görünür; ancak işlendikten sonra pırıl pırıl olur.

Tarihî: doğru fikirler önce baskı görür, sonra yayılır (örnekler dikkatle seçilmeli — genel: “hakin zaferi çoğu zaman süre ve çalışma ister”).

Pratik çıkarım: hak için sabret; kısa vadeli başarısızlık veya bâtılın galibiyeti moral bozmasın; sen vesileyi güçlendir.

Toparlama (Bediüzzaman’ın mesajının özü)

  1. Hak bizzat üstün olandır; fakat dünya şartları ve araçlar (vasıta) bazen hakka koğuş verir.
  2. İnsan ve fiil heterojendir — birinin şahsiyetine bakıp mutlak hüküm verilmez; bir kâfirde bile hak bir davranış olabilir.
  3. Yaratılış kanunlarına uyum ve şer‘î itaati ayrı ayrı sonuç üretir; her ikisi doğru yönetilirse hem dünya hem âhiret kazanılır.
  4. Geçici mağlubiyet hakikati yok etmez; genellikle hakın olgunlaşması, güçlenmesi ve nihai galibiyeti için zaman ve sınav gerekir.

Sonuç: اَلْحَقُّ يَعْلُو — “Hak nihayetinde üstün ve galiptir” — fakat bu üstünlük çoğu kez sabır, hikmet, tevazu ve uygun vesile çalışmasıyla gerçekleşir.

Kısa analoji/metaforlar (anlamı pekiştirmek için)

Altın ve cevher metaforu: Ham cevher (hak) ilk başta çamurlu görünebilir; ancak işlenince (vasıta/çaba) gerçek parlaklığı çıkar.

Tohum ve hasat: Tohum (hak fikir) toprağa atılır; ilk başta kök zayıf olabilir; fakat zaman ve bakım (vasıtalar) ile ağaç olur, meyve verir.

İlaç ve hastalık: Panzehir zamanla etkisini gösterir; başlangıçta ilacın etkisi, hastalığın görünürlüğünü tamamen ortadan kaldırmayabilir ama nihai hayata şifa verir.

Pratik davranış-reçetesi (senin için, birey veya cemaat)

  1. Umutsuzluğa kapılma. Kısa vadeli mağlubiyet, hakikatin ölümü demek değildir.
  2. Vasıta/araç çalış: davet, eğitim, kurum inşası, iletişim, sabır. Hak için doğru araçları oluştur.
  3. İki cepheye dikkat et: hem yaratılış kanunlarına (bilim, akıl, sebep) uy—hem de şer‘î yönü (ahlâk, ibadet, adalet) yaşa.
  4. İnsanları tek boyutlu yargılama: insanların içinde hak ve bâtlı arayabileceğini unutma; fiil bazlı değerlendirme yap.
  5. Tefekkür ve tevekkül: gayret + teslimiyet. Çalış, sonra neticeni Rabb’e bırak.

Kısa örnekler (özlü)

Hz. Yusuf (a.s.): kardeşlerinin kötülüğü onu bir süre zayıf gösterdi; ama nihai hâlde hak ve hikmet ortaya çıktı.

Musa (a.s.) ve sihirbazlar: sihirbazların aldatması geçerli oldu; fakat hakikat karşısında teslim oldular.

Bilimsel gerçekler: ilk reddedilen doğru fikirler zamanla kanıtlanıp kabul gördü — hak süreç sonunda yükselir.

Son söz

Bediüzzaman’ın metni, iman ve hikmetin birleştirilmiş bir tesellisi ve stratejisidir: Hakikat kesin bir gaye olarak üstün olmakla birlikte, dünya düzlemi vasıtalar, zaman ve imtihan gerektirir. Bu yüzden inananın yolu hem sabır hem strateji, hem çaba hem tevekküldür.

******

### **İzah**

Metin, Hz. Peygamber’e (s.a.v.) nispet edilen “El-Hakku ya’lu” (Hak üstündür) hadisi üzerine bir tefekkür sunuyor. Bir soru üzerinden başlayarak, hak ile kuvvet arasındaki ilişkiyi, görünürdeki çelişkileri ve hakikatin nihai üstünlüğünü dört nokta ile açıklıyor. Ana tema, hakikatin bizzat ve sonunda üstün olduğu, görünürdeki mağlubiyetlerin geçici ve hikmetli olduğu, kuvvetin hakka galip gelmesinin vesilelerle sınırlı kaldığıdır. Bu, Kur’an’ın adalet anlayışını, kaderi ve ilahi hikmeti tefekkür eder.

 

#### **Giriş: Soru ve Konu**

**Metin:**
> اَلْحَقُّ يَعْلُو
> bizzat hem âkıbet muraddır
> Ey arkadaş! Bir zaman bir sâil dedi: “Madem اَلْحَقُّ يَعْلُو haktır. Neden kâfir, müslime; kuvvet, hakka galiptir?”

**İzah:**
Bu kısım, metnin temelini oluşturur. Hadis-i şerif “El-Hakku ya’lu” (Hak üstündür), hakikatin nihai galibiyetini ifade eder. Bediüzzaman, bunu “bizzat (doğrudan) hem âkıbet (sonuçta) muraddır” diye yorumlar; yani hak, doğrudan ve sonunda üstündür, ama görünürde mağlup görünebilir.

– **Soru**: Bir soru soran (sâil) der ki: Madem hak üstündür, neden kâfir Müslime galip geliyor; kuvvet hakka üstün çıkıyor? Bu, tarih boyunca Müslümanların mağlubiyetlerini (örneğin, Haçlı Seferleri, Moğol istilaları veya modern sömürgecilik) akla getirir. Soru, görünürdeki çelişkiyi sorgular: Eğer hak üstünse, neden bâtıl ve kuvvet galip geliyor?

– **Bağlam**: Bu soru, iman zayıflığı veya şüpheye yol açabilir. Bediüzzaman, dört nokta ile cevap vererek, bu çelişkinin hikmetini açıklar. Cevap, vesileler (dolaylı sebepler), vasıflar, şer-i tekvini/teşrii ve hakikatin kuvve halinden inkişafı üzerine kuruludur. Bu, Risale-i Nur’un “hakikat-ı muhkeme” (sağlam hakikat) yaklaşımını yansıtır; görünür mağlubiyetler, hakikatin üstünlüğünü zedelemez.

**Genel Mesaj Girişte**: Hak, doğrudan (bizzat) ve sonuçta (âkıbet) üstündür. Görünür galibiyetler geçicidir; bâtılın zaferi, hikmetli bir sınav veya vesiledir.

#### **Birinci Nokta: Her Hakkın Vesilesi Hak Olmak Zorunda Değil**

**Metin:**
> Dedim: Dört noktaya bak, bu müşkül de hallolur. Birinci nokta şudur: Her hakkın her vesilesi hak olması lâzım değildir.
> Öyle de her bâtılın her vesilesi bâtıl olması, yine lâzım değildir. Neticesi şu çıkar: Hak olan bir vesile, bâtıl vesileye galiptir.
> Dolayısıyla, bir hak bir bâtıla mağluptur. Muvakkaten, bi’l-vasıta olmuştur. Yoksa bizzat hem daima değildir.
> Lâkin âkıbetü’l-akibe, her dem yine hakkındır. Kuvvetin bir hakkı var, bir sırr-ı hilkati var.

**İzah:**
Bu nokta, hak ve bâtıl arasındaki ilişkiyi vesileler (dolaylı sebepler) üzerinden açıklar. Hak, doğrudan üstün olsa da, vesilelerle geçici mağlubiyetler yaşanabilir.

  1. **“Her hakkın her vesilesi hak olması lâzım değildir”**: Bir hakikatin her aracı veya vesilesi (dolaylı sebebi) hak olmak zorunda değildir. Örneğin, bir haklı dava, haksız bir yöntemle savunulabilir; bu, davanın haklılığını zedelemez, ama vesile yanlıştır.
  2. **“Öyle de her bâtılın her vesilesi bâtıl olması, yine lâzım değildir”**: Aynı şekilde, bir bâtılın her vesilesi bâtıl olmak zorunda değildir. Örneğin, bir bâtıl fikir, haklı bir gerekçeyle savunulabilir; bu, fikrin bâtıllığını değiştirmez, ama vesile haklıdır.
  3. **“Neticesi şu çıkar: Hak olan bir vesile, bâtıl vesileye galiptir”**: Bundan çıkan sonuç: Haklı bir vesile, bâtıl bir vesileye üstün gelir. Yani, haklı yöntemler, bâtıl yöntemlere galip gelir.
  4. **“Dolayısıyla, bir hak bir bâtıla mağluptur. Muvakkaten, bi’l-vasıta olmuştur”**: Bu nedenle, bir hak, bir bâtıla mağlup olabilir; ama bu geçicidir (muvakkaten) ve dolaylı yolla (bi’l-vasıta) olur. Doğrudan (bizzat) ve daima değil.
  5. **“Yoksa bizzat hem daima değildir. Lâkin âkıbetü’l-akibe, her dem yine hakkındır”**: Bu mağlubiyet doğrudan ve sürekli değildir. Sonuçta (âkıbetü’l-akibe), hak her zaman üstündür. Bu, Kur’an’ın “İnne’l-bâtıle kâne zehûka” (Bâtıl yok olmaya mahkûmdur, İsrâ, 81) ayetine işaret eder.
  6. **“Kuvvetin bir hakkı var, bir sırr-ı hilkati var”**: Kuvvetin de bir hakkı ve yaratılış sırrı (sırr-ı hilkat) vardır. Kuvvet, Allah’ın bir kanunu olarak hakka hizmet etmelidir, ama bâtıl vesilelerle üstün gelebilir.

**Genel Mesaj Birinci Noktada**: Hak ile bâtılın mücadelesi, vesilelerle karmaşıktır. Görünür mağlubiyetler, hakikatin üstünlüğünü zedelemez; bunlar geçici ve dolaylıdır. Sonuçta hak galip gelir. Bu, Müslümanlara sabır ve iman telkin eder.

#### **İkinci Nokta: Vasıfların Karışıklığı**

**Metin:**
> İkinci nokta şudur: Her müslimin her vasfı müslim olmak vâcib iken haricen her dem vaki, sabit değildir.
> Öyle de her kâfirin her vasfı kâfir olmak, küfründen neş’et etmek yine lâzım değildir.
> Her fâsıkın her vasfı fâsık olmak, fıskından neş’et etmek, öyle de her dem sabit değildir.
> Demek bir kâfirin müslim olan bir vasfı, müslimdeki lâmeşru vasfına galip olur. Bi’l-vasıta, o kâfir dahi ona galiptir.
> Hem dünyada, hayatın hakkı şâmil ve âmmdır. O rahmet-i âmmenin bir cilve-i manidar, onun bir sırr-ı hikmeti var; küfür mani değildir.

**İzah:**
Bu nokta, kişilerin vasıflarının (özelliklerinin) karışıklığını açıklar. Her Müslimin vasfı Müslimane, her kâfirin vasfı kâfirane olmak zorunda değildir. Bu, galibiyetlerin vasıflarla ilgili olduğunu gösterir.

  1. **“Her müslimin her vasfı müslim olmak vâcib iken haricen her dem vaki, sabit değildir”**: Her Müslimin her vasfı (özelliği) Müslimane olmak vâcib (zorunlu) olsa da, dış dünyada her zaman gerçekleşmez ve sabit değildir. Yani, bir Müslüman’ın bazı davranışları İslam’a uymayabilir.
  2. **“Öyle de her kâfirin her vasfı kâfir olmak, küfründen neş’et etmek yine lâzım değildir”**: Aynı şekilde, her kâfirin her vasfı kâfirane olmak zorunda değildir ve küfründen doğmaz. Bir kâfir, bazı iyi vasıflara sahip olabilir.
  3. **“Her fâsıkın her vasfı fâsık olmak, fıskından neş’et etmek, öyle de her dem sabit değildir”**: Her günahkârın (fâsık) her vasfı günahkârane değildir ve günahından doğmaz; her zaman sabit değildir.
  4. **“Demek bir kâfirin müslim olan bir vasfı, müslimdeki lâmeşru vasfına galip olur. Bi’l-vasıta, o kâfir dahi ona galiptir”**: Bu nedenle, bir kâfirin Müslimane bir vasfı (örneğin, disiplin veya çalışkanlık), bir Müslimin gayrimeşru vasfına (örneğin, tembellik) galip gelebilir. Dolaylı yolla (bi’l-vasıta), kâfir Müslime üstün gelir.
  5. **“Hem dünyada, hayatın hakkı şâmil ve âmmdır. O rahmet-i âmmenin bir cilve-i manidar, onun bir sırr-ı hikmeti var; küfür mani değildir”**: Dünyada hayat hakkı herkese şamildir (geneldir). Allah’ın genel rahmetinin (rahmet-i âmmenin) bir anlamlı tecellisi (cilve-i manidar) ve hikmet sırrı vardır; küfür buna mani değildir. Yani, kâfir bile dünyevi başarılara sahip olabilir, çünkü hayat hakkı genel rahmetin bir parçasıdır.

**Genel Mesaj İkinci Noktada**: Galibiyetler, vasıflarla ilgilidir. Müslümanların gayrimeşru vasıfları, kâfirlerin iyi vasıflarına mağlup olabilir. Dünyada hayat hakkı genel rahmetin bir hikmetidir; küfür, başarıya mani olmaz. Bu, Müslümanlara kendi vasıflarını düzeltme telkini verir.

#### **Üçüncü Nokta: Şer-i Tekvini ve Teşrii**

**Metin:**
> Üçüncü nokta şudur: O Zat-ı Zülcelal’in iki vasf-ı kemalden iki şer’i tecelli, vasf-ı iradeden gelen meşietle takdirdir,
> O da şer’-i tekvinî. Vasf-ı kelâmdan gelen şeriat-ı meşhure. Teşriî evamire karşı itaat, isyan
> Nasıl olur. Öyle de tekvinî evamire itaat ve isyan olur. Birincisi galiba dâr-ı uhrada görür
> Mücazatı, sevabı. İkincisi ağleba dâr-ı dünyada çeker, mükâfat ve ikabı. Mesela, nasıl sabrın mükâfatı zaferdir;
> Ataletin mücazatı sefalet. Öyle de sa’yin sevabı olur servet. Sebatta da galebedir mükâfat. Zehirin ikabı bir maraz, panzehirin sevabı bir sıhhattir.
> Bazen iki şeriat evamiri, bir şeyde beraber müctemidir. Her birine bir cihet… Demek tekvinî emre itaat ki bir haktır.
> İtaat galip olur, o emrin isyanına ki bir tavr-ı bâtıldır. Bir bâtıla vesile olmuş olursa bir hak, vaktâ ki galip olsa
> Bir bâtıla ki olmuş o da vesile-i hak. Bi’l-vasıta bir hakkın bir bâtıla mağluptur. Fakat bizzat değildir.
> Demek اَلْحَقُّ يَعْلُو bizzat demektir. Hem âkıbet muraddır, kayd-ı haysiyet maksuddur.

**İzah:**
Bu nokta, Allah’ın iki şeriatı (tekvini ve teşrii) üzerinden galibiyetleri açıklar. Tekvini şeriat (kâinat kanunları), itaat ve isyanı içerir ve dünyada ceza/sevap verir.

  1. **“O Zat-ı Zülcelal’in iki vasf-ı kemalden iki şer’i tecelli”**: Allah’ın irade (vasf-ı irade) ve kelam (vasf-ı kelâm) sıfatlarından iki şeriat tecelli eder.
  2. **“Vasf-ı iradeden gelen meşietle takdirdir, o da şer’-i tekvinî”**: İrade sıfatından meşiet (isteme) ve takdir (kader), tekvini şeriatı (kâinat kanunlarını) oluşturur. Örneğin, yerçekimi veya biyolojik kanunlar.
  3. **“Vasf-ı kelâmdan gelen şeriat-ı meşhure. Teşriî evamire karşı itaat, isyan nasıl olur”**: Kelam sıfatından teşrii şeriat (Kur’an ve sünnet) gelir. Bu şeriatta itaat ve isyan vardır.
  4. **“Öyle de tekvinî evamire itaat ve isyan olur”**: Tekvini şeriatta da itaat ve isyan vardır. Örneğin, sağlıklı beslenmek itaat, zehir içmek isyan.
  5. **“Birincisi galiba dâr-ı uhrada görür mücazatı, sevabı. İkincisi ağleba dâr-ı dünyada çeker”**: Teşrii şeriatın ceza/sevabı ahirette (dâr-ı uhra), tekvini şeriatınki dünyada görülür.
  6. **“Mesela, nasıl sabrın mükâfatı zaferdir; ataletin mücazatı sefalet”**: Sabrın ödülü zafer, tembelliğin cezası sefalettir. Çalışmanın ödülü servet, sebatın ödülü galibiyettir.
  7. **“Bazen iki şeriat evamiri, bir şeyde beraber müctemidir”**: İki şeriatın emirleri bir şeyde birleşebilir; her biri bir yönü etkiler.
  8. **“Demek tekvinî emre itaat ki bir haktır. İtaat galip olur…”**: Tekvini emre itaat hak, isyan bâtıldır. Hak vesileyle bâtıla mağlup olabilir, ama doğrudan değil.
  9. **“Demek اَلْحَقُّ يَعْلُو bizzat demektir. Hem âkıbet muraddır, kayd-ı haysiyet maksuddur”**: Hadis, hak doğrudan ve sonuçta üstündür; haysiyet (değer) kaydıyla maksuttur.

**Genel Mesaj Üçüncü Noktada**: Galibiyetler, tekvini ve teşrii şeriatlarla ilgilidir. Dünyada tekvini itaat, başarı getirir; teşrii itaat ahirette. Hak, doğrudan üstündür.

#### **Dördüncü Nokta: Hak Kuvve Halinde Kalırsa Bâtıl Ona Musallat Olur**

**Metin:**
> Dördüncü nokta şudur: Bir hak bi’l-kuvve kalmış, yahut kuvvetsiz kalmış, ya mahluttur hem mahşuş. Ona da bir inkişaf, ya bir taze kuvvet vermek lâzım gelmiştir.
> Mühezzeb ve müzehheb yapmak için muvakkat bâtıl ona musallat, tâ ki sebike-i hak ne miktar lüzum vardır
> Tâ mahz ve hâlis çıksın. Mebâdide, dünyada bâtıl etse galebe fakat kazanmaz harbi. “Âkıbetü’l-müttakin” ona vurur bir darbe!
> İşte bâtıl mağluptur. اَلْحَقُّ يَعْلُو sırrı onu çarpar ikaba, işte hak da galiptir.

**Izah:**
Bu nokta, hakikatin kuvve (potansiyel) halinde kalırsa, bâtılın ona musallat olmasının hikmetini açıklar. Bu, hakikatin saflaştırılması içindir; sonunda hak galip gelir.

  1. **“Bir hak bi’l-kuvve kalmış, yahut kuvvetsiz kalmış, ya mahluttur hem mahşuş”**: Bir hakikat potansiyel halde (bi’l-kuvve), zayıf, karışık (mahlut) veya kirli (mahşuş) kalırsa, geliştirilmesi gerekir.
  2. **“Ona da bir inkişaf, ya bir taze kuvvet vermek lâzım gelmiştir”**: Bu hakikate gelişim (inkişaf) veya yeni kuvvet vermek lazımdır.
  3. **“Mühezzeb ve müzehheb yapmak için muvakkat bâtıl ona musallat”**: Saflaştırmak (mühezzeb) ve parlatmak (müzehheb) için geçici (muvakkat) bâtıl ona musallat olur. Örneğin, ateş altını saflaştırır.
  4. **“Tâ ki sebike-i hak ne miktar lüzum vardır tâ mahz ve hâlis çıksın”**: Hakikatin eriyiği (sebike-i hak), ne kadar必要 varsa o kadar saflaşıp temiz (mahz ve hâlis) çıksın.
  5. **“Mebâdide, dünyada bâtıl etse galebe fakat kazanmaz harbi”**: Başlangıçta (mebâdide) dünyada bâtıl galip gelse de, savaşı kazanmaz.
  6. **“‘Âkıbetü’l-müttakin’ ona vurur bir darbe!”**: “Âkıbet takva sahiplerinindir” (A’râf, 128) ayeti, bâtıla darbe vurur.
  7. **“İşte bâtıl mağluptur. اَلْحَقُّ يَعْلُو sırrı onu çarpar ikaba, işte hak da galiptir”**: Bâtıl mağluptur; hadisin sırrı onu cezalandırır (ikab) ve hak galip gelir.

**Genel Mesaj Dördüncü Noktada**: Hakikatin zayıf veya kirli hali, bâtılın musallat olmasıyla saflaştırılır. Bu, geçicidir; sonunda hak galip gelir. Bu, Müslümanlara mağlubiyetlerde hikmet görme telkini verir.

### **Genel Değerlendirme ve Sonuç**
Bu metin, Risale-i Nur’un temel temalarından birini, yani hakikatin üstünlüğünü ve görünür mağlubiyetlerin hikmetini ele alır. Ana noktalar şunlardır:
1. **Vesileler ve Vasıflar**: Galibiyetler, dolaylıdır; doğrudan hak üstündür.
2. **Şeriatlar**: Tekvini şeriat dünyada ceza verir; teşrii ahirette.
3. **Hakikatin Saflaştırılması**: Bâtıl, hakikati geliştirmek için musallat olur; sonunda hak galip gelir.

Bu metin, Müslümanlara imanlarını güçlendirmeyi, mağlubiyetlerde hikmet görmeyi ve hakikatin nihai üstünlüğüne güvenmeyi öğütler. Görünür çelişkiler, ilahi hikmetin bir parçasıdır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Büyük görünme küçülürsün

Büyük görünme küçülürsün 

   Ey enesi çifteli, kafası da kibirli! Şu mizanı bilmeli: Her adam için elbet cemiyet-i beşerde, içtimaî binada,

   Görmek, görünmek için şu mertebe denilen bir penceresi var. Ger pencere, kamet-i kıymetinden yüksekse tekebbürle tetavül edecek,

   Uzanacak. Ger pencere, kamet-i himmetinden alçaksa tevazuyla takavvüs edecek, eğilecek.

   Kâmillerde, büyüklük mikyasıdır küçüklük. Nâkıslarda, küçüklük mizanıdır büyüklük…

* * * 

Hasletlerin yerleri değişse mahiyetleri değişir 

   Bir haslet; yer ayrı, sima bir. Kâh dev kâh melek kâh salih kâh talih, misali şunlardır:

   Zayıfın kavîye karşı izzet-i nefsi sayılan bir sıfat, ger olursa kavîde, tekebbür ve gururdur.

   Kavînin bir zayıfa karşı da tevazuu sayılan bir sıfatı, ger olursa zayıfta, tezellül ve riyadır.

   Bir ulü’l-emr, makamında olursa ciddiyeti, vakardır; mahviyeti, zillettir.

   Hanesinde bulunsa mahviyeti tevazu, ciddiyeti kibirdir.

   Mütekellim-i vahde olsa eğer bir zatta: Müsamaha, hamiyet. Fedakârlık; bir haslet, bir amel-i salihtir.

   Mütekellim-i maalgayr olsa eğer o zatta: Müsamaha, hıyanet. Fedakârlık; bir sıfat, bir amel-i talihtir.

   Tertib-i mebâdide tevekkül, tembelliktir. Terettüb-ü netice noktasındaki tefviz, tevekkül-ü şer’îdir.

   Semere-i sa’yine, kısmetine rıza ise memduh bir kanaattir, meyl-i sa’ye kuvvettir.

   Mevcud mala iktifa, mergub kanaat değil belki dûn-himmetliktir. Misaller daha çoktur.

Kur’an mutlak zikreder, salihat ve takvayı. İbhamında remzeder makamatın tesiri. Îcazı bir tafsildir. Sükûtu geniş sözdür.

* * * 

  1. “Büyük görünme — küçülürsün” (metafor ve mantık)

Kısa anlam: Toplum içinde “görünme penceresi” (itibar, tanınırlık, mevki) ile gerçek değerin (kıymet, gayret, liyakat = himmet) orantısı bozulursa, insan ya kibirlenir ya da küçük düşer.

“Pencere” = toplumun seni gördüğü mertebe/pozisyon (şöhret, makam, ün).

“Kıymet / himmet” = gerçekten sahip olduğun meziyet, gayret, fazilet.

Nasıl işler?

Eğer pencere (görünürlük) kıymetin/çabanın üstündeyse → kişi “olanın üzerinde” görünmeye çalışır; tekebbür (kibir) doğar: “Ben büyükmüşüm” tavrı.

Eğer pencere kıymetin altındayse → kişi tevazu ile eğilir; “ben olduğumdan küçük gösteriyorum” tavrı hâkim olur; kâmil (olgun) kişide ise küçüklük büyükliğin ölçüsüdür — yani mükemmeller için alçakgönüllülük büyüklüğün işaretidir.

Metnin son cümlesi tersine bir kural verir: eksik kişilerde (nâkıs) küçüklük gösterme çabası aslında büyüklük iddiasının (gösterişin) ölçüsüdür — yani “gerçekte küçük olup kendini büyük göstermeye çalışmak” nâkıslığın belirtisidir.

Güncel örnekler

Sosyal medyada geniş takipçisi olan ama ahlâk/kalite bakımından zayıf birinin kibri.

Aslî meziyeti çok yüksek ama alçakgönüllü büyük âlim/sanatçı: gerçek büyüklük, küçülük (tevazu) ile ölçülür.

Yönetici pozisyonunda kibir göstermek kurumu çürütür; tersine liderin tevazusu itibar kazandırır.

Pratik neticeler / Öneriler

Görünürlüğün seni aşmasını engelle: başarıyla tevazu arasındaki dengeyi koru.

Kendi “penceren” ile “kıymetin” arasındaki orantıyı düzenli kontrol et — geribildirim, öz-muhasebe.

Kâmil kişilerin örneğini oku (Hz. Peygamber, evliya şahsiyetleri) — büyüklüğün küçüklükle gösterildiği haller.

  1. “Hasletlerin yerleri değişse mahiyetleri değişir” — temel prensip

Ana ilke: Bir haslet (sıfat, huy, davranış) aynı değil; kimin elinde, hangi konumda, hangi niyetle bulunduğuna göre övgü veya ayıplaşma haline gelir. Yani erdemin mahiyeti bağlama bağlıdır.

Aşağıda metindeki örnekleri alıp açıkça çözelim.

  1. a) Zayıfın övünmesi (izzet-i nefsi) — güçlüde tekebbür olur

Durum A (zayıf→kavîye karşı): Zayıfın kendini koruma, onurunu savunma tavrı “izzet” (öz saygı) olarak görülür — toplum bunu takdir eder.

Durum B (aynı tavır güçlüde): Eğer aynı ifade güçlünün tavrıysa, o zaman kibir ve gurur olur — zayıfın hakkını gasp eden ruh hali.

Örnek: Fakirin onuruyla davranması saygı toplar; aynı sertlikle zengine davranış kibir olur.

  1. b) Gücün tevazusu — zayıfın tevazusu farklı mahiyet taşır

Güçlüde tevazu: Makam sahibi birinin alçakgönüllülüğü vakur ve erdemli kabul edilir.

Zayıfta aynı tavır: Zayıfın yapay tevazu gösterisi, çoğu zaman riyâ veya aşağılık duygusunun belirtisi olur.

Örnek: Liderin halka içtenlikle yaklaşması erdem; zayıfın abartılı alçakgönüllülüğü taktiksel olabilir.

  1. c) Makam/rol ile hasletin yerleşmesi

Ulû’l-emr (otorite) makamında ciddiyet ve vakarıyla “ciddiyet” erdemdir; aynı ciddiyet evde sürekliyse soğukluk, zillettir.

Hanede (ev içi) mahiyet farklılaşır: Bir şeyin yeri değişirse anlamı da değişir.

Örnek: Bir komutanın ciddiyeti sahada disiplin sağlar; evde aynı sertlik aile bağlarını zedeler.

  1. d) “Mütekellim-i vahde / maalgayr” (temsil ve sorumluluk bağlamı)

Mütekellim-i vahde (şahsî sorumluluk/karar): Birey kendi adıyla hareket ediyorsa, gösterdiği fedakârlık ve müsamaha gerçek fedakârlık sayılır.

Mütekellim-i maalgayr (başkaların adına hareket/temsil): Aynı eylem, temsil, vekâlet veya başkası için yapılırken niyet/hesap varsa hıyanet ve riya olabilir.

Örnek: Bir kişinin kendi malından verdiği sadaka samimi; söylenerek veya başkası adına suistimal edilerek verilen para, manipülasyon olabilir.

  1. e) Tevekkül ile tembellik, tevekkül-ü şerî ile tembellik ayrımı

Terettüb-ü netice noktasındaki tefviz (işin sonucu Allah’a havale) — önce sebebi yerine getir sonra neticeyi Allah’a bırak; bu şer‘î tevekkültür (övgüye layık).

Tertib-i mebâdıde tevekkül (nedenleri atlayıp sadece tevekkül) — sebebi terk edip tembelliği mazeret yapmak ise tembelliktir.

Uygulama: Çalışmadan “Allah yardım eder” deyip iş yapmamak yanlış; önce gayret, sonra tevekkül.

  1. f) Sa’y ve kısmet, kanaat ve dûn-himmetlik (azim eksikliği)

Sa‘y (çaba): gayretin semeresi.

Kısmetine rıza: çalışıp neticeye razı olmak memduh (övgüye layık). Bu, kanaat ve ruhun olgunluğudur.

Mevcud mala iktifa (sahip olana yetinme): eğer bu rıza çalışmanın sonucu ise övgü alır; ama eğer hedefsizlikten, dûn-himmetlikten (küçük hedefçilik) geliyorsa ayıptır.

Örnek: Elinde olanla şükretmek iyidir; ama hırs ve gayret olmadan yetinmek tembelliktir.

  1. g) Toplumsal pratiğe dair ipuçları (Kur’anî bağlam)

Kur’an genel olarak salihat (salih ameller) ve takvâ vurgular; bunların bağlamı ve mahiyeti bazen “ibham” (örtülü, işaretli) ile ifade edilir. Yani tek bir lafzın ardında makamların tesiri gizlidir — amelin mahiyeti, kimin ve nerede yaptığına bağlıdır.

  1. Pratik kıstas: “Bir hasleti nerede erdem, nerede kusur sayarım?”

Kısa kontrol listesi — karar verirken sor:

  1. Niyet nedir? (İçtenlik mi, gösteriş mi?)
  2. Kimin elinde? (Güçlü mü zayıf mı? Makam sahibi mi, sıradan mı?)
  3. Bağlam neresi? (Ev mi, meydan mı, meslek mi?)
  4. Netice kim/neyi etkiler? (Topluma fayda mı, zarar mı?)
  5. Sürekli mi geçici mi? (Sürekli gösteri mi yoksa olağan görev mi?)
  6. Dinî ve ahlâkî ölçülerle uyumlu mu? (Adalet, ihsan, tevazu kriterleri)

  7. Somut örnekler (güncel)

Liderlik: Bir siyasi liderin alçakgönüllülüğü makamında erdemdir; aynı üslup saha-dışı durumlarda zayıflık işareti olabilir.

İş dünyası: Patronun fedakârlığı (çalışana yaptığı iyilik) samimi ise övgü; eğer propaganda içinse riyâdır.

Aile: Ebeveynin sert disiplini kurum için gerekli olabilir; fakat evde duygusal soğukluk yaratıyorsa yanlış.

Bireysel hayat: “Mevcud mala iktifa” ile “hayal kurmaktan vazgeçmek” arasındaki farkı niyet ve gayretle tespit et.

  1. Uygulama-reçetesi (kısa)

Kişisel seviye: Haftalık öz-muhasebe: niyet kontrolü, rol analizi, dua + somut hedef.

Eğitim/öğretim: Öğrencilere “erimeyeni erdem” öğretilmeli: situasyonel etik, rol bilinci.

Kurum/yönetim: Görev tanımları ve davranış kodu: makamın erdem gerektirdiği davranışlar açık olsun.

Toplum: Kahramanlaştırma yerine liyakatçi ve tevazu ödüllendiren kültür inşa et.

  1. Kısa sonuç (tek cümleyle)

Erdem sabit bir obje değildir; kimin elinde, hangi makamda ve hangi niyetle bulunduğuna göre ya viraneyi onarır ya zehri çoğaltır — hikmet, hasleti yerinde kullanmaktır.

*****

### **İzah**

Bu metin, Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan alınmışa benzeyen, derin manalar içeren ve onun karakteristik üslubuyla yazılmış bir parçadır. Metin, iki ana bölüme ayrılıyor:

  1. **Büyük görünme küçülürsün**: Kibir ve tevazunun dengesi, büyüklük algısının hikmeti.
    2. **Hasletlerin yerleri değişse mahiyetleri değişir**: İnsan sıfatlarının (hasletlerin) bağlama göre değişen mahiyetleri ve bunun örnekleri.

Bu metinler, İslam ahlakı, tevazu, kibir, sıfatların göreceliliği ve Kur’an’ın ibhamının (belirsizliğinin) hikmetini tefekkür ederek açıklıyor.

#### **1. Büyük Görünme Küçülürsün**

**Metin:**
> Büyük görünme küçülürsün
> Ey enesi çifteli, kafası da kibirli! Şu mizanı bilmeli: Her adam için elbet cemiyet-i beşerde, içtimaî binada,
> Görmek, görünmek için şu mertebe denilen bir penceresi var. Ger pencere, kamet-i kıymetinden yüksekse tekebbürle tetavül edecek,
> Uzanacak. Ger pencere, kamet-i himmetinden alçaksa tevazuyla takavvüs edecek, eğilecek.
> Kâmillerde, büyüklük mikyasıdır küçüklük. Nâkıslarda, küçüklük mizanıdır büyüklük…

**İzah:**
Bu bölüm, kibirin (büyüklük taslama) insanı küçülttüğünü, tevazunun ise gerçek büyüklük olduğunu ele alıyor. İnsan, toplumdaki konumunu (mertebe) doğru değerlendirmeli; kibir, dengesizliğe yol açar. Ana fikir, kâmil (olgun) insanlarda küçüklük (tevazu) büyüklüğün ölçüsüdür; nâkıs (eksik) insanlarda ise büyüklük küçüklüğün ölçüsüdür.

  1. **“Büyük görünme küçülürsün”**: Büyük görünmeye çalışma, yoksa küçülürsün. Kibir ve büyüklük taslama, insanı manevi olarak küçültür ve toplumda rezil eder. Bu, İslam’ın tevazu emrine dayalıdır; Kur’an’da “Yeryüzünde böbürlenerek yürüme” (İsrâ, 37) buyurulur.
  2. **“Ey enesi çifteli, kafası da kibirli! Şu mizanı bilmeli”**: Benliği (ene) ikiye katlanmış, kafası kibir dolu kişiye seslenerek, şu mizanı (ölçüyü) bilmesi gerektiği belirtiliyor. “Enesi çifteli”, benliğini abartan, kibirli bir kişiyi tasvir eder. İnsan, toplumdaki dengesini bilmelidir.
  3. **“Her adam için elbet cemiyet-i beşerde, içtimaî binada, görmek, görünmek için şu mertebe denilen bir penceresi var”**: Her insan için toplumda (cemiyet-i beşer), sosyal yapıda (içtimaî bina) bir penceresi vardır. Bu pencere, mertebe (konum) olarak adlandırılır ve görmek/görünmek için kullanılır. Yani, insan toplumda bir rol ve konum sahibidir; bu konum, onun toplumdaki penceresidir.
  4. **“Ger pencere, kamet-i kıymetinden yüksekse tekebbürle tetavül edecek, uzanacak”**: Eğer bu pencere (mertebe), insanın gerçek değerinin (kamet-i kıymet) üstündeyse, kibirle (tekebbür) uzanacak ve büyüyecektir. Yani, hak etmediği bir konumu kibirle şişirir ve haddini aşar.
  5. **“Ger pencere, kamet-i himmetinden alçaksa tevazuyla takavvüs edecek, eğilecek”**: Eğer pencere, insanın himmetinin (gayret ve idealinin) altında kalırsa, tevazuyla (tevazu) küçülecek ve eğilecek. Yani, insan konumunu tevazuyla kabul eder ve büyümek için çaba gösterir.
  6. **“Kâmillerde, büyüklük mikyasıdır küçüklük. Nâkıslarda, küçüklük mizanıdır büyüklük…”**: Olgun insanlarda (kâmillerde), büyüklüğün ölçüsü (mikyası) küçüklüktür (tevazu). Eksik insanlarda (nâkıslarda) ise küçüklüğün ölçüsü büyüklüktür (kibir). Yani, gerçek büyüklük tevazuda gizlidir; kibir ise küçüklüğün bir işaretidir.

**Genel Mesaj**: Kibir, insanı küçültür; tevazu ise büyütür. İnsan, toplumdaki konumunu doğru değerlendirmeli, hak etmediği büyüklük taslamamalıdır. Kâmil insanlar tevazuyla büyür; nâkıslar kibirle küçülür. Bu, İslam’ın tevazu ve ihlas emrini yansıtır.

#### **2. Hasletlerin Yerleri Değişse Mahiyetleri Değişir**

**Metin:**
> Hasletlerin yerleri değişse mahiyetleri değişir
> Bir haslet; yer ayrı, sima bir. Kâh dev kâh melek kâh salih kâh talih, misali şunlardır:
> Zayıfın kavîye karşı izzet-i nefsi sayılan bir sıfat, ger olursa kavîde, tekebbür ve gururdur.
> Kavînin bir zayıfa karşı da tevazuu sayılan bir sıfatı, ger olursa zayıfta, tezellül ve riyadır.
> Bir ulü’l-emr, makamında olursa ciddiyeti, vakardır; mahviyeti, zillettir.
> Hanesinde bulunsa mahviyeti tevazu, ciddiyeti kibirdir.
> Mütekellim-i vahde olsa eğer bir zatta: Müsamaha, hamiyet. Fedakârlık; bir haslet, bir amel-i salihtir.
> Mütekellim-i maalgayr olsa eğer o zatta: Müsamaha, hıyanet. Fedakârlık; bir sıfat, bir amel-i talihtir.
> Tertib-i mebâdide tevekkül, tembelliktir. Terettüb-ü netice noktasındaki tefviz, tevekkül-ü şer’îdir.
> Semere-i sa’yine, kısmetine rıza ise memduh bir kanaattir, meyl-i sa’ye kuvvettir.
> Mevcud mala iktifa, mergub kanaat değil belki dûn-himmetliktir. Misaller daha çoktur.
> Kur’an mutlak zikreder, salihat ve takvayı. İbhamında remzeder makamatın tesiri. Îcazı bir tafsildir. Sükûtu geniş sözdür.

**İzah:**
Bu bölüm, insan sıfatlarının (hasletlerin) bağlama göre değişen mahiyetlerini ele alıyor. Aynı sıfat, farklı yerlerde (yer ayrı) farklı anlam kazanır; bazen olumlu (salih), bazen olumsuz (talih) olur. Ana fikir, sıfatların göreceli (nisbî) olduğu ve Kur’an’ın mutlak ifadelerinin bu göreceliliği kapsadığıdır.

  1. **“Hasletlerin yerleri değişse mahiyetleri değişir”**: Sıfatların (hasletlerin) yerleri (bağlamları) değişirse, mahiyetleri (özleri) de değişir. Aynı sıfat, farklı durumlarda farklı bir karaktere bürünür. Bu, İslam ahlakının göreceli yönünü gösterir.
  2. **“Bir haslet; yer ayrı, sima bir. Kâh dev kâh melek kâh salih kâh talih, misali şunlardır”**: Bir sıfat, yeri farklı olsa da görünüşü (sima) aynıdır. Bazen dev gibi korkutucu, bazen melek gibi güzel, bazen doğru (salih), bazen yanlış (talih) olur. Aşağıdaki örnekler bunu açıklar.
  3. **“Zayıfın kavîye karşı izzet-i nefsi sayılan bir sıfat, ger olursa kavîde, tekebbür ve gururdur”**: Zayıfın güçlüye karşı izzet-i nefsi (onur), olumlu bir sıfattır. Ancak güçlüde (kavîde) olursa, kibir ve gurur olur.
  4. **“Kavînin bir zayıfa karşı da tevazuu sayılan bir sıfatı, ger olursa zayıfta, tezellül ve riyadır”**: Güçlünün zayıfa karşı tevazuu (alçakgönüllülük), olumlu bir sıfattır. Ancak zayıfta olursa, alçaklık (tezellül) ve riya olur.
  5. **“Bir ulü’l-emr, makamında olursa ciddiyeti, vakardır; mahviyeti, zillettir”**: Bir yönetici (ulü’l-emr), makamında ciddiyet gösterirse vakar (ağırlık) olur; alçakgönüllülük gösterirse zillet (aşağılık) olur.
  6. **“Hanesinde bulunsa mahviyeti tevazu, ciddiyeti kibirdir”**: Aynı yönetici evinde (hanesinde) alçakgönüllü olursa tevazu olur; ciddi olursa kibir olur.
  7. **“Mütekellim-i vahde olsa eğer bir zatta: Müsamaha, hamiyet. Fedakârlık; bir haslet, bir amel-i salihtir”**: Tek başına konuşan (mütekellim-i vahde) bir kişide müsamaha (hoşgörü), hamiyet (vatanseverlik); fedakârlık, salih bir amel olur.
  8. **“Mütekellim-i maalgayr olsa eğer o zatta: Müsamaha, hıyanet. Fedakârlık; bir sıfat, bir amel-i talihtir”**: Başkalarıyla birlikte konuşan (mütekellim-i maalgayr) bir kişide müsamaha, hıyanet (ihanet); fedakârlık, talihsiz bir amel olur.
  9. **“Tertib-i mebâdide tevekkül, tembelliktir. Terettüb-ü netice noktasındaki tefviz, tevekkül-ü şer’îdir”**: İşin başlangıcında (tertib-i mebâdide) tevekkül, tembellik olur. Sonucun beklenmesinde (terettüb-ü netice) tefviz (işi Allah’a bırakma), şer’i tevekküldür.
  10. **“Semere-i sa’yine, kısmetine rıza ise memduh bir kanaattir, meyl-i sa’ye kuvvettir”**: Çabasının meyvesine (semere-i sa’yine) ve kısmetine rıza, övülen bir kanaattir ve çalışmaya teşvik eder.
  11. **“Mevcud mala iktifa, mergub kanaat değil belki dûn-himmetliktir”**: Mevcut mala yetinmek, övülen bir kanaat değil, düşük himmetliliktir (dûn-himmetlik).
  12. **“Misaller daha çoktur”**: Örnekler daha çoktur; sıfatların göreceliği hayatın her alanında görülür.
  13. **“Kur’an mutlak zikreder, salihat ve takvayı. İbhamında remzeder makamatın tesiri”**: Kur’an, salihat (iyi ameller) ve takvayı mutlak (belirsiz) bir şekilde zikreder. Bu ibham (belirsizlik), makamların (durumların) etkisine işaret eder (remzeder). Kur’an’ın icazı (kısalığı), bir tafsildir (açıklama); sükûtu (susması) ise geniş bir sözdür. Yani, Kur’an, sıfatların göreceliliğini mutlak ifadelerle kapsar.

**Genel Mesaj**: Sıfatlar, bağlama göre değişir; aynı sıfat farklı yerlerde olumlu veya olumsuz olur. Müslüman, sıfatlarını doğru bağlamda kullanmalı ve Kur’an’ın mutlak ifadelerinin hikmetini anlamalıdır.

### **Genel Değerlendirme ve Sonuç**
Bu metin, Risale-i Nur’un temel temalarından birini, yani tevazu, kibir ve sıfatların göreceliliğini ele alır. Ana noktalar şunlardır:
1. **Tevazu ve Kibir**: Kibir küçültür; tevazu büyütür. İnsan, konumunu doğru değerlendirmeli.
2. **Sıfatların Göreceliliği**: Sıfatlar, bağlama göre değişir; olumlu bir sıfat yanlış yerde olumsuz olur.
3. **Kur’an’ın Hikmeti**: Kur’an, mutlak ifadelerle sıfatların göreceliliğini kapsar; bu ibham, makamların etkisini gösterir.

Bu metin, Müslümanlara tevazu ve adaletle hareket etmeyi, sıfatlarını doğru bağlamda kullanmayı öğütler. Kibir ve büyüklük taslamanın küçülmeye yol açtığını, sıfatların göreceliliğinin hayatın bir hikmeti olduğunu vurgular.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Böyle zamanda tereffühte izn-i Şer’î bizi muhtar bırakmaz

Böyle zamanda tereffühte izn-i Şer’î bizi muhtar bırakmaz 

   Lezaiz çağırdıkça “Sanki yedim.” demeli. Sanki yedim düstur eden, bir mescidi yemedi.

   Eskide ekser İslâm filcümle aç değildi. Tena’uma ihtiyar bir derece var idi.

   Şimdi ise ekseri açlığa düştü kaldı. Telezzüze ihtiyar, izn-i şer’î kalmadı.

   Sevad-ı a’zam hem ekseriyet-i masumun maişeti basittir. Tagaddi besatetiyle onlara tabi olmak

   Bin kere müreccahtır, ekalliyet-i müsrife, ya bir kısım sefihe tagaddide tereffüh noktasında benzemek…

* * * 

Zaman olur ki adem-i nimet nimettir 

   Hâfıza bir nimettir. Fakat ahlâksız bir adamda musibet zamanında nisyan ona râcihtir.

   Nisyan da bir nimettir. Yalnız her günün âlâmını çektirir, müterakim olmuş âlâmı unutturur.

* * * 

Her musibette, bir cihet-i nimet var 

   Ey musibetzede! Musibetin içinde bir nimet mündericdir. Dikkat et de onu gör. Nasıl her şeyde vardır

   Bir derece-i hararet, her musibette vardır bir derece-i nimet. Daha büyüğü düşün. Küçükteki nimetin

   Dereceyi görerek Allah’a çok şükür et. Yoksa isti’zamla ürkersen “of of”la üflersen, o da aksine şişer.

   Şişer de dehşetlenir. Eğer merak da etsen bir iken ikileşir. Kalpte olan misali, döner hakikat olur;

   Hakikatten ders alır. Sonra döner, başlıyor, kalbini tokatlıyor…

******

1 — Tereffüh ve şer‘î izin

Metin özeti:

> “Böyle zamanda tereffühte izn-i Şer‘î bizi muhtar bırakmaz.”

İzah:

Tereffüh, rahat ve lüks içinde yaşama, lezzet ve bolluk anlamına gelir.

Risale-i Nur’da ifade edildiği gibi, şer‘î izn-i lüks ve keyif belirli şartlara bağlıdır; her zaman ve her koşulda serbest değildir.

Günümüzde toplumun çoğu kişi açlık, kıtlık veya basit hayat şartları ile karşı karşıya olduğundan, lüks ve fazlalıkta serbestçe hareket etmek, şer‘î açıdan uygun değildir.

Örnek:

Eskiden, İslâm toplumunun çoğu açlık ve basit hayat ile yaşıyordu; lüks seçimlerinde serbestlik vardı.

Günümüzde ise çoğu kişi temel ihtiyaçlarını karşılamakta zorlandığı için, şer‘î olarak lüks ve tereffüh için izne ihtiyaç kalmamıştır.

> “Sanki yedim.” → Bu ifade, az ile yetinmeyi ve keyfi sınırlamayı, lüksü bir ölçüde hayal etmekle yetinmeyi öğütler.

2 — Zamanın nimeti ve nimetsizliği

Metin, nimetin ve musibetin göreceli olduğunu vurgular:

Zaman zaman nimetler, kişinin farkına varmadan geçer; bu, nimetin değersiz olduğu anlamına gelmez.

Hâfıza ve unutkanlık bir nimettir: Musibet zamanında önceki musibetleri unutturur, bu sayede insan, her nimeti yeniden takdir eder.

> “Zaman olur ki adem-i nimet nimettir.”

Burada “adem-i nimet”, nimetin yokluğu gibi görünse de aslında bir nimettir; zira insanın sabrı ve farkındalığı gelişir.

3 — Her musibette bir nimet vardır

Metin özeti:

> “Ey musibetzede! Musibetin içinde bir nimet mündericdir. Dikkat et de onu gör.”

Her musibet, insan için gizli bir iyilik veya eğitim fırsatı taşır.

Risale-i Nur’a göre:

Musibet, kişinin kalbini terbiye eder.

Küçük bir nimeti fark etmek, şükür bilincini geliştirir.

Musibete sadece dehşet ve korku ile bakmak, nimeti görememek anlamına gelir.

Hikmetli yaklaşım:

  1. Musibetin içindeki küçük nimetleri fark et.
  2. Kalpteki sabır ve şükür ile bunu çoğalt.
  3. Aksi durumda, musibete gereksiz üzüntü ve dehşet eklenir, fayda yerine zarar olur.

> “Dikkat et de onu gör. Nasıl her şeyde vardır.”

Bu, her olumsuz olayda bile Allah’ın bir hikmeti ve gizli nimeti bulunduğunu gösterir.

4 — Tefsirî hikmetler

Tereffühün sınırlandırılması: Toplumun genel durumu ve şer‘î ölçüler ile ilgilidir. Fazla lüks, adaletsizlik ve sefahate yol açar.

Musibet ve nimet ilişkisi: İnsan, musibet anında dahi gizli hikmet ve nimeti fark etmelidir; bu, iman ve sabrı pekiştirir.

Şer‘î ve hikmetli hayat: Hem azla yetinmek hem de musibette hikmeti görmek, insanı manevi olgunluğa ve ahlâkî dengeye götürür.

5 — Özet ve ders

  1. Lüks ve tereffüh sınırlıdır: Şer‘î izne uygun olarak hareket edilmeli; fazlası helak edici olabilir.
  2. Nimetin farkında ol: Küçük nimetler dahi büyük değer taşır; fark etmek, şükür ve manevi kazanç getirir.
  3. Musibette hikmet ve nimet vardır: Her sıkıntı, insanın imanını ve sabrını sınayan gizli bir nimettir.
  4. Aşırı korku ve dehşet hatadır: Musibete panik ve üzüntü ile yaklaşmak, nimeti görmeyi engeller; tefekkür ve dikkat ile içindeki hikmeti yakalamak gerekir.

    *******

### **İzah**

Bu metin, Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan alınmışa benzeyen, derin manalar içeren ve onun karakteristik üslubuyla yazılmış bir parçadır. Metin, üç ana bölüme ayrılıyor:

  1. **Böyle zamanda tereffühte izn-i Şer’î bizi muhtar bırakmaz**: Zor zamanlarda lüks ve israfın şer’i açıdan caiz olmadığı, sade yaşamın gerekliliği ve ekseriyetin basit maişetine uymanın önemi.
    2. **Zaman olur ki adem-i nimet nimettir**: Nimetlerin yokluğunun bazen nimet olduğu, hafıza ve nisyan (unutma) örnekleriyle.
    3. **Her musibette, bir cihet-i nimet var**: Her musibette bir nimet yönü bulunduğu, musibeti büyütmemek ve şükretmek gerektiği.

Bu metinler, İslam’ın iktisat, sabır, şükür ve musibetlere bakış açısını tefekkür ederek açıklıyor.

#### **1. Böyle Zamanda Tereffühte İzn-i Şer’î Bizi Muhtar Bırakmaz**

**Metin:**
> Böyle zamanda tereffühte izn-i Şer’î bizi muhtar bırakmaz
> Lezaiz çağırdıkça “Sanki yedim.” demeli. Sanki yedim düstur eden, bir mescidi yemedi. (*)
> Eskide ekser İslâm filcümle aç değildi. Tena’uma ihtiyar bir derece var idi.
> Şimdi ise ekseri açlığa düştü kaldı. Telezzüze ihtiyar, izn-i şer’î kalmadı.
> Sevad-ı a’zam hem ekseriyet-i masumun maişeti basittir. Tagaddi besatetiyle onlara tabi olmak
> Bin kere müreccahtır, ekalliyet-i müsrife, ya bir kısım sefihe tagaddide tereffüh noktasında benzemek…

**İzah:**
Bu bölüm, zor zamanlarda lüks (tereffüh) ve lezzet peşinde koşmanın (telezzüz) şer’i (İslam hukuku) açısından caiz olmadığını, israfın yasaklandığını ve sade bir yaşama tabi olmanın gerekliliğini ele alıyor. Ana fikir, ekonomik ve sosyal zorluklarda ekseriyetin basit yaşamına uymanın, azınlığın israfına tercih edilmesidir.

  1. **“Böyle zamanda tereffühte izn-i Şer’î bizi muhtar bırakmaz”**: Zor ve sıkıntılı zamanlarda lükse (tereffüh) düşkünlük, şer’i izin vermez ve bizi bu konuda serbest bırakmaz (muhtar bırakmaz). İslam, iktisat ve itidali emreder; özellikle açlık, fakirlik ve kriz dönemlerinde lüks ve israf haram veya mekruh hale gelir. Bu, Kur’an’ın “Yiyin, için, israf etmeyin” (A’râf, 31) emrine dayalıdır.
  2. **“Lezaiz çağırdıkça ‘Sanki yedim.’ demeli. Sanki yedim düstur eden, bir mescidi yemedi. (*)”**: Lezzetler (lezaiz) çağırdıkça, “Sanki yedim” diyerek nefsi kandırmalı. Bu düsturu (kuralı) benimseyen biri, bir mescid yememiştir (yani, israf etmeyerek tasarruf etmiş ve bu tasarrufu hayırlı bir işe harcamıştır). Bu, meşhur bir hikâyeye atıftır: Bir zat, lezzetli bir şey gördüğünde “Sanki yedim” der ve parasını biriktirerek mescid yaptırmıştır. Bu, nefsi terbiye etmenin ve israftan kaçınmanın bir yoludur.
  3. **“Eskide ekser İslâm filcümle aç değildi. Tena’uma ihtiyar bir derece var idi”**: Eskiden Müslümanların çoğu (ekser İslâm) aç değildi (filcümle aç değildi). Bu nedenle, lüks ve rahatlığa (tena’um) bir dereceye kadar serbestiyet (ihtiyar) vardı. Bolluk dönemlerinde ölçülü lüks caiz olabilir, ancak bu, israfa dönüşmemelidir.
  4. **“Şimdi ise ekseri açlığa düştü kaldı. Telezzüze ihtiyar, izn-i şer’î kalmadı”**: Şimdi ise Müslümanların çoğu açlığa düşmüştür (açlığa düştü kaldı). Bu durumda, lezzet peşinde koşmaya (telezzüze) şer’i izin kalmamıştır. Zor zamanlarda, lüks ve israf, hem bireysel hem toplumsal açıdan haramdır; çünkü bu, açlık çeken ekseriyetin hakkına tecavüz eder.
  5. **“Sevad-ı a’zam hem ekseriyet-i masumun maişeti basittir. Tagaddi besatetiyle onlara tabi olmak”**: Büyük kitle (sevad-ı a’zam) ve masum ekseriyetin geçimi (maişeti) basittir. Yemek ve beslenme (tagaddi) konusunda onların basitliğine uymak (besatetiyle onlara tabi olmak), bin kere tercih edilmelidir (müreccahtır).
  6. **“Bin kere müreccahtır, ekalliyet-i müsrife, ya bir kısım sefihe tagaddide tereffüh noktasında benzemek…”**: Bu basitliğe uymak, israf eden azınlığa (ekalliyet-i müsrife) veya sefih (ahlaksız) bir kısma beslenme ve lükste (tagaddide tereffüh) benzemekten bin kere üstündür. Müslüman, ekseriyetin sade yaşamına tabi olmalı, azınlığın israfına özenmemelidir.

**Genel Mesaj**: Zor zamanlarda lüks ve lezzet peşinde koşmak, şer’i izin vermez. Müslüman, nefsi “Sanki yedim” diyerek terbiye etmeli ve ekseriyetin basit yaşamına uymalıdır. Bu, İslam’ın iktisat ve sosyal adalet anlayışını yansıtır; israf, hem bireysel hem toplumsal zarara yol açar.

#### **2. Zaman Olur ki Adem-i Nimet Nimettir**

**Metin:**
> Zaman olur ki adem-i nimet nimettir
> Hâfıza bir nimettir. Fakat ahlâksız bir adamda musibet zamanında nisyan ona râcihtır.
> Nisyan da bir nimettir. Yalnız her günün âlâmını çektirir, müterakim olmuş âlâmı unutturur.

**İzah:**
Bu bölüm, nimetlerin yokluğunun (adem-i nimet) bazen bir nimet olabileceğini, hafıza ve nisyan (unutma) örnekleriyle ele alıyor. Ana fikir, her şeyin hikmetli olduğu ve bazen unutmanın, hatırlamaktan daha faydalı olabileceğidir.

  1. **“Zaman olur ki adem-i nimet nimettir”**: Bazen bir nimetin yokluğu (adem-i nimet), bir nimet olur. Örneğin, bazı durumlarda bir şeyin olmaması, varlığından daha hayırlıdır. Bu, Allah’ın hikmetini gösterir; her şey zıddıyla bilinir ve yokluk, varlığın değerini artırır.
  2. **“Hâfıza bir nimettir. Fakat ahlâksız bir adamda musibet zamanında nisyan ona râcihtır”**: Hafıza (hatırlama yetisi), bir nimettir; çünkü bilgi, tecrübe ve ibadetleri korur. Ancak, ahlaksız bir adamda (ahlâksız bir adamda), musibet zamanında unutma (nisyan), hatırlamaktan daha üstündür (râcihtır). Çünkü hafıza, geçmiş günahları ve musibetleri hatırlatarak kişiyi daha fazla azaba sürükleyebilir.
  3. **“Nisyan da bir nimettir. Yalnız her günün âlâmını çektirir, müterakim olmuş âlâmı unutturur”**: Unutma (nisyan), bir nimettir; çünkü birikmiş acıları (müterakim olmuş âlâm) unutturur. Sadece her günün acısını (âlâm) çektirir, geçmiştekileri siler. Bu, insanın psikolojik dayanıklılığını artırır ve hayatı sürdürmesini sağlar.

**Genel Mesaj**: Nimetlerin yokluğu bazen bir hikmettir. Hafıza nimettir, ancak ahlaksız bir hayatta unutma daha faydalıdır. Nisyan, geçmiş acıları silerek insanı rahatlatır. Müslüman, her durumda Allah’ın hikmetini görmeli ve şükretmelidir.

#### **3. Her Musibette, Bir Cihet-i Nimet Var**

**Metin:**
> Her musibette, bir cihet-i nimet var
> Ey musibetzede! Musibetin içinde bir nimet mündericdir. Dikkat et de onu gör. Nasıl her şeyde vardır
> Bir derece-i hararet, her musibette vardır bir derece-i nimet. Daha büyüğü düşün. Küçükteki nimetin
> Dereceyi görerek Allah’a çok şükür et. Yoksa isti’zamla ürkersen “of of”la üflersen, o da aksine şişer.
> Şişer de dehşetlenir. Eğer merak da etsen bir iken ikileşir. Kalpte olan misali, döner hakikat olur;
> Hakikatten ders alır. Sonra döner, başlıyor, kalbini tokatlıyor…

**İzah:**
Bu bölüm, her musibette bir nimet yönü (cihet-i nimet) bulunduğunu, musibeti büyütmemek ve şükretmek gerektiğini ele alıyor. Ana fikir, musibetin bir hikmeti olduğu ve onu abartmanın (isti’zam) daha büyük zararlara yol açacağıdır.

  1. **“Her musibette, bir cihet-i nimet var”**: Her musibette (sıkıntı, bela), bir nimet yönü (cihet-i nimet) vardır. Örneğin, hastalık sabrı öğretir, fakirlik şükrü artırır. Bu, Kur’an’ın “Her zorlukla beraber bir kolaylık vardır” (İnşirah, 5-6) mesajına benzer.
  2. **“Ey musibetzede! Musibetin içinde bir nimet mündericdir. Dikkat et de onu gör”**: Musibete uğrayan kişiye (musibetzede) seslenerek, musibetin içinde bir nimetin saklı olduğu (mündericdir) belirtiliyor. Dikkatle bakılırsa (dikkat et), bu nimet görülür.
  3. **“Nasıl her şeyde vardır bir derece-i hararet, her musibette vardır bir derece-i nimet”**: Her şeyde bir sıcaklık derecesi (derece-i hararet) olduğu gibi, her musibette de bir nimet derecesi vardır. Nimetler, zıtlıklarla (örneğin, soğuk-sıcak) anlam kazanır; musibetler de nimetleri öne çıkarır.
  4. **“Daha büyüğü düşün. Küçükteki nimetin dereceyi görerek Allah’a çok şükür et”**: Daha büyük musibetleri düşünerek, mevcut musibetteki nimetin değerini (dereceyi) gör ve Allah’a şükret. Bu, sabır ve şükrü artırır.
  5. **“Yoksa isti’zamla ürkersen ‘of of’la üflersen, o da aksine şişer”**: Eğer musibeti abartır (isti’zam) ve korkarsan, “of of” diyerek şikâyet edersen (üflersen), musibet aksine büyür (şişer). Şikâyet, musibeti büyütür ve insanı daha fazla ezer.
  6. **“Şişer de dehşetlenir. Eğer merak da etsen bir iken ikileşir”**: Şikâyet, musibeti dehşetli hale getirir. Eğer merakla (aşırı sorgulama) üzerine düşersen, musibet bir iken ikiye çıkar (ikileşir).
  7. **“Kalpte olan misali, döner hakikat olur; hakikatten ders alır”**: Kalpteki hayali bir musibet (misali), şikâyet ve merakla hakikate dönüşür ve gerçek bir musibetten daha fazla zarar verir. Bu, “ders alır” ifadesiyle, musibetin büyüdüğünü gösterir.
  8. **“Sonra döner, başlıyor, kalbini tokatlıyor…”**: Büyüyen musibet, insana döner ve kalbini tokatlar (kalbini tokatlıyor). Yani, şikâyet ve merak, insanı içten içe ezer ve huzursuz eder.

**Genel Mesaj**: Her musibette bir nimet vardır; bunu görmek için dikkatli olunmalı ve şükredilmelidir. Musibeti abartmak ve şikâyet etmek, onu büyütür ve dehşetli hale getirir. Müslüman, musibete sabırla yaklaşmalı, daha büyüklerini düşünerek teselli bulmalı ve Allah’a şükretmelidir.

### **Genel Değerlendirme ve Sonuç**
Bu metin, Risale-i Nur’un temel temalarından birini, yani iktisat, şükür, sabır ve musibetlere bakış açısını ele alır. Ana noktalar şunlardır:
1. **Zor Zamanlarda İktisat**: Kriz dönemlerinde lüks ve israf caiz değildir; Müslüman, ekseriyetin sade yaşamına uymalı ve nefsi “Sanki yedim” diyerek terbiye etmelidir.
2. **Nimetlerin Hikmeti**: Nimetlerin yokluğu bazen nimet olur; hafıza ve nisyan gibi, her şeyde bir denge vardır.
3. **Musibetlerde Nimet**: Her musibette bir nimet yönü vardır; bunu görmek şükür getirir. Musibeti abartmak ve şikâyet etmek, onu büyütür ve kalbi ezer.

Bu metin, Müslümanlara zor zamanlarda sade yaşamı, musibetlerde şükrü ve sabrı öğütler. Her şeyde Allah’ın hikmetini görmeyi, israf ve şikâyetten kaçınmayı vurgulayarak, insanı hem dünya hem ahiret saadetine yönlendirir. Bu tefekkür, İslam’ın iktisat ve sabır anlayışını yansıtır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Niyet gibi tarz-ı nazar dahi âdeti ibadete çevirir

Niyet gibi tarz-ı nazar dahi âdeti ibadete çevirir 

   Şu noktaya dikkat et; nasıl olur niyetle mübah âdât, ibadat… Öyle tarz-ı nazarla fünun-u ekvan, olur maarif-i İlahî…

   Tetkik dahi tefekkür, yani ger harfî nazarla hem sanat noktasında “Ne güzeldir.” yerine “Ne güzel yapmış Sâni’, nasıl yapmış o mâhi?”

   Nokta-i nazarında kâinata bir baksan nakş-ı Nakkaş-ı Ezel, nizam ve hikmetiyle lem’a-i kasd ve itkan, tenvir eder şübehi.

   Döner ulûm-u kâinat, maarif-i İlahî. Eğer mana-yı ismiyle, tabiat noktasında, “Zatında nasıl olmuş?” eğer etsen nigâhı,

   Bakarsan kâinata, daire-i fünunun daire-i cehil olur. Bîçare hakikatler, kıymetsiz eller kıymetsiz eder. Çoktur bunun güvahı.

* * * 

1 — Niyetin gücü: âdeti ibadete çevirme

Metin özeti:

> “Niyet gibi tarz-ı nazar dahi âdeti ibadete çevirir.”

İzah:

İnsan davranışları, niyet ve bakış açısıyla mükemmel bir manevi boyut kazanabilir.

Günlük rutinler veya âdetler, normalde sıradan ve değersiz görülebilir. Ancak kişi niyetini Allah rızasına yöneltirse, bu sıradan eylemler ibadet seviyesine yükselir.

Örneğin, yemek yemek, uyumak veya çalışmak gibi doğal işler, niyet ve dikkatle Allah’a şükür vesilesi hâline gelir.

Risale-i Nur vurgusu:

> “Niyetle mübah âdât, ibadat olur.”

Burada “mübah âdât”, dinen serbest olan, ne iyi ne kötü sayılan günlük davranışlardır.

Bu davranışlara niyet eklenince manevi bir değer kazanır.

2 — Bakış tarzı (tarz-ı nazar) ile kâinatın incelenmesi

Niyet sadece ibadeti doğurmaz, tarz-ı nazar da aynı şekilde fünun-u ekvanı, yani kâinat ilimlerini ibadete dönüştürür.

İnsan, bir sanat eserini veya doğayı sadece estetik bakışla görmek yerine “Sâni’nin (Allah’ın) kudreti ve hikmeti” açısından incelerse, bu tefekkür ve maarif-i İlahiye yol açar.

Örnek:

Bir çiçeğe bakmak:

Sıradan bakış: “Ne güzel bir çiçek.” → Salt estetik zevk.

İlahi bakış: “Ne güzel yaratmış Allah! Nasıl düzenlemiş, renk ve şekillerin her biri kudretin delili.” → Bu bakış, ibadet ve tefekkür niteliği kazanır.

3 — Harfî nazar vs. manaî nazar

Harfî nazar: Yüzeysel, dış görünüşle sınırlı bakış. Örneğin: “Ne güzel yapılmış.”

Manaî nazar: Hikmet ve kudreti görerek bakış. Örneğin: “Sâni’nin kudretiyle, nasıl bu mükemmel düzen kurulmuş?”

Manaî nazar, kâinatı Allah’ın sanatı ve kudretinin bir tecellisi olarak fark etmemizi sağlar.

> Risale-i Nur ifadesiyle: “Döner ulûm-u kâinat, maarif-i İlahi.”

Yani, doğru bakış açısı, tüm kâinat ilimlerini Allah’ın kudret ve hikmetini öğrenmeye (maarif-i İlahiye) dönüştürür.

4 — İnsanın bakış tarzı kıymeti belirler

Aynı nesne, farklı bakış açısıyla farklı değer kazanır:

Sıradan bakış → Değersiz, kıymetsiz.

Hikmet ve niyetle bakış → Kıymetli, ibadet ve tefekkür vesilesi.

Örnek:

Bir yıldız: Sadece gökyüzünde bir nokta → kıymetsiz.

Aynı yıldız → Allah’ın kudreti ve nizamının tecellisi → ibadet ve hikmet dersi.

> “Bîçare hakikatler, kıymetsiz eller kıymetsiz eder.”

Burada hakikat, insanın doğru bakış açısı ile değer kazanır.

5 — Özet ve hikmet

  1. Niyet, âdeti ibadete çevirir: Günlük işler, Allah rızasına yönlendirilirse manevi değer kazanır.
  2. Tarz-ı nazar, kâinat ilimlerini ibadete dönüştürür: Tefekkür, sadece dış görünüşe değil, kudret ve hikmete odaklanmalıdır.
  3. Harfî bakış vs. manaî bakış: Manaî bakış, ibadet ve ilahi marifete yol açar.
  4. İnsanın kıymeti, bakış açısına bağlıdır: Sıradan bakışla hakikat değersizdir; doğru niyet ve anlayışla her şey kıymet kazanır.

    Bu metin, Risale-i Nur’da günlük hayatın, niyet ve tefekkürle manevi bir eğitim ve ibadet fırsatına dönüşebileceğini öğreten bir derstir.

*****

Metin, niyetin ve bakış açısının (tarz-ı nazar) önemini, özellikle kâinata nasıl bakılması gerektiğini ele alıyor. Ana tema, niyetle sıradan alışkanlıkların (âdât) ibadete dönüşmesi gibi, kâinata “harfî” (Allah’a işaret eden) bir bakış açısıyla bakmanın, bilimleri (fünun) ilahi bilgilere (maarif-i İlahî) dönüştüreceği; buna karşılık, “ismî” (kendi zatına odaklanan) bir bakış açısının ise hakikatleri kıymetsizleştireceğidir.

### **Niyet Gibi Tarz-ı Nazar Dahi Âdeti İbadete Çevirir**

**Metin:**
> Niyet gibi tarz-ı nazar dahi âdeti ibadete çevirir
> Şu noktaya dikkat et; nasıl olur niyetle mübah âdât, ibadat… Öyle tarz-ı nazarla fünun-u ekvan, olur maarif-i İlahî…
> Tetkik dahi tefekkür, yani ger harfî nazarla hem sanat noktasında “Ne güzeldir.” yerine “Ne güzel yapmış Sâni’, nasıl yapmış o mâhi?”
> Nokta-i nazarında kâinata bir baksan nakş-ı Nakkaş-ı Ezel, nizam ve hikmetiyle lem’a-i kasd ve itkan, tenvir eder şübehi.
> Döner ulûm-u kâinat, maarif-i İlahî. Eğer mana-yı ismiyle, tabiat noktasında, “Zatında nasıl olmuş?” eğer etsen nigâhı,
> Bakarsan kâinata, daire-i fünunun daire-i cehil olur. Bîçare hakikatler, kıymetsiz eller kıymetsiz eder. Çoktur bunun güvahı.

**İzah:**
Bu bölüm, niyetin ve bakış açısının (tarz-ı nazar) hayatı ve bilimi nasıl dönüştürdüğünü ele alıyor. Kâinata Allah’a işaret eden (harfî) bir bakış açısıyla bakmak, bilimleri ilahi bilgilere dönüştürürken; kendi zatına odaklanan (ismî) bir bakış açısı, hakikatleri değersizleştirir ve cehalete yol açar.

  1. **“Niyet gibi tarz-ı nazar dahi âdeti ibadete çevirir”**: Niyet, mübah olan sıradan alışkanlıkları (âdât) ibadete dönüştürür. Örneğin, yemek yemek veya uyumak, Allah rızası için yapıldığında ibadet olur. Aynı şekilde, bakış açısı (tarz-ı nazar) da kâinata yaklaşımı dönüştürür. Doğru bir bakış açısı, bilimleri ve kâinatı anlamayı ilahi bir bilgiye (maarif-i İlahî) çevirir.
  2. **“Şu noktaya dikkat et; nasıl olur niyetle mübah âdât, ibadat… Öyle tarz-ı nazarla fünun-u ekvan, olur maarif-i İlahî…”**: Niyetle sıradan işler ibadet olur; aynı şekilde, kâinat bilimlerine (fünun-u ekvan) doğru bir bakış açısıyla yaklaşmak, onları Allah’ın isim ve sıfatlarını tanıtan bilgilere (maarif-i İlahî) dönüştürür. Örneğin, astronomi veya biyoloji, Allah’ın kudret ve hikmetini anlamak için bir araç olabilir.
  3. **“Tetkik dahi tefekkür, yani ger harfî nazarla hem sanat noktasında ‘Ne güzeldir.’ yerine ‘Ne güzel yapmış Sâni’, nasıl yapmış o mâhi?’”**: Kâinatı incelemek (tetkik), tefekküre dönüşür; yeter ki harfî nazarla (Allah’a işaret eden bakış açısıyla) bakılsın. Harfî nazar, kâinatı Allah’ın sanatı olarak görür ve “Ne güzeldir” yerine “Ne güzel yapmış Sâni’ (Yaratıcı), nasıl yapmış o mâhi (maharetli usta)?” der. Bu, kâinatın güzelliğini Allah’ın sanatına bağlar.
  4. **“Nokta-i nazarında kâinata bir baksan nakş-ı Nakkaş-ı Ezel, nizam ve hikmetiyle lem’a-i kasd ve itkan, tenvir eder şübehi”**: Eğer kâinata bu bakış açısıyla (nokta-i nazar) bakarsan, Ezelî Nakkaş’ın (Allah’ın) nakışlarını (nakş-ı Nakkaş-ı Ezel) görürsün. Kâinatın düzeni (nizam) ve hikmeti, Allah’ın kastettiği amacı ve kusursuz işçiliğini (lem’a-i kasd ve itkan) aydınlatır ve şüpheleri (şübehi) giderir.
  5. **“Döner ulûm-u kâinat, maarif-i İlahî”**: Kâinat bilimleri (ulûm-u kâinat), harfî nazarla bakıldığında Allah’ın isim ve sıfatlarını tanıtan bilgilere (maarif-i İlahî) dönüşür. Örneğin, bir çiçeğin yapısını incelemek, Allah’ın Musavvir (şekil veren) ismini anlamaya vesile olur.
  6. **“Eğer mana-yı ismiyle, tabiat noktasında, ‘Zatında nasıl olmuş?’ eğer etsen nigâhı”**: Eğer kâinata mana-yı ismiyle (kendi zatına odaklanan, Allah’tan bağımsız) ve tabiatçı bir bakış açısıyla (tabiat noktasında) bakarsan, “Bu şey kendi zatında nasıl olmuş?” diye sorarsın. Bu, kâinatı Yaratıcı’dan koparır ve hakikati anlamayı engeller.
  7. **“Bakarsan kâinata, daire-i fünunun daire-i cehil olur”**: Kâinata mana-yı ismiyle bakarsan, bilimlerin dairesi (daire-i fünun) bir cehalet dairesine (daire-i cehil) dönüşür. Çünkü Allah’ı dışlayan bir bilim, hakikati anlamaktan uzaklaşır.
  8. **“Bîçare hakikatler, kıymetsiz eller kıymetsiz eder. Çoktur bunun güvahı”**: Mana-yı ismiyle bakıldığında, zavallı hakikatler (bîçare hakikatler), kıymetsiz ellerde değersizleşir. Bunun pek çok şahidi (güvahı) vardır. Örneğin, materyalist bir bilim anlayışı, kâinatın ilahi sanatını göremez ve hakikatleri indirger.

**Genel Mesaj**: Niyet, sıradan işleri ibadete çevirdiği gibi; harfî nazar, kâinat bilimlerini ilahi bilgilere dönüştürür. Kâinata Allah’ın sanatı olarak bakmak, onun düzenini ve hikmetini anlamayı sağlar. Ancak, mana-yı ismiyle bakmak, bilimleri cehalete ve hakikatleri kıymetsizliğe sürükler. Müslüman, kâinata tefekkürle bakmalı ve Allah’ın isimlerini okumalıdır.

### **Genel Değerlendirme ve Sonuç**
Bu metin, Risale-i Nur’un temel temalarından birini, yani kâinata tefekkürle bakmanın ve ilahi hakikatleri anlamanın önemini ele alır. Ana noktalar şunlardır:
1. **Niyet ve Tarz-ı Nazar**: Niyet, sıradan işleri ibadete; harfî nazar ise bilimleri ilahi bilgilere dönüştürür. Müslüman, her şeyi Allah’a bağlayarak bakmalıdır.
2. **Harfî ve İsmî Nazar**: Harfî nazar, kâinatı Allah’ın sanatı olarak görür ve hakikatleri aydınlatır; mana-yı ismi ise kâinatı Allah’tan kopararak cehalete yol açar.
3. **Tefekkürün Değeri**: Kâinatı incelemek (tetkik), Allah’ın hikmetini anlamaya vesile olan bir tefekkürdür. Müslüman, “Ne güzel yapılmış?” diyerek Sâni’yi (Yaratıcı’yı) tanımalıdır.
4. **Hakikatlerin Kıymeti**: Harfî nazar, hakikatleri yüceltir; mana-yı ismi ise onları değersizleştirir. Müslüman, kâinatı bir ilahi sanat kitabı olarak okumalıdır.

Bu metin, Müslümanlara kâinata tefekkürle bakmayı, bilimleri Allah’ın isimlerini tanıma vesilesi kılmayı ve mana-yı ismiyle bakmanın cehaletinden sakınmayı öğütler. Kâinat, Nakkaş-ı Ezel’in nakışlarıyla doludur; bu nakışları harfî nazarla okumak, insanı ilahi marifete ulaştırır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Zaika telgrafçıdır, telziz ile baştan çıkarma

Zaika telgrafçıdır, telziz ile baştan çıkarma 

   Rububiyet-i İlah hikmet ve inayeti, ağızla hem burunla iki merkezi teşkil eylemiştir, içinde hudut karakolu, hem

   Muhbirleri de koymuş. Şu âlem-i sağirde damarları telefon, âsabları telgraf hükmüne vaz’eylemiş. Şâmme telefonu, hem

   Telgrafa zaika inayet memur etmiş. O Rezzak-ı Hakiki, erzak üstüne koymuş rahmetten bir tarife; taam ve levn ve hem Rayiha. İşte şu havass-ı selâse, o Rezzak canibinden birer ilannamesi, birer davetnamesi, bir izinnamesi, hem

   Bir dellâldır ki muhtaç ve müşteriler hep onlarla celbolur. Mürtezik hayvanlara zevk ve rü’yet ve şemm, birer âlet vermiş. Hem

   Taamları muhtelif ziynetlerle süsletmiş, hevaî gönülleri avutup lâkaytları tehyic ile cezbetmiş. Vaktâ taam girse hem

   Ağza, birdenbire zaika her tarafa bir telgraf çekiyor bedenin aktarına. Şâmme telefon veriyor, gelen taam nev’i, hem

   Çeşitleri de söyler. Hâcetleri muhtelif, ayrı ayrı mürtezik, ona göre davranır, ona da hazırlanır ya cevab-ı red gelir. Hem

   Kapı dışarı atar, yüzüne de tükürür. İnayet tarafından madem buna memurdur, zevki baştan çıkarma. Hem

   Telziz ile aldatma. Sonra o da unutur doğru iştiha nedir; bir iştiha-yı kâzib gelir, başına çatar. Hatası, maraz ile hem

   İlletlerle cezalar gelir. Hakiki lezzet hakiki iştihadan çıkar, doğru iştiha sadık bir ihtiyaçtan. Bu lezzet-i kâfide, şah hem

   Geda beraber. Hem bâhemdir bir dinar ve bir dirhem o lezzet berhem-zened eleme olur merhem.

* * * 

1 — Zaika (tat alma) bir telgrafçıdır

Metin özeti:

> “Zaika telgrafçıdır, telziz ile baştan çıkarma.”

İzah:

İnsan vücudu, Allah’ın kudretiyle işleyen mükemmel bir sistemdir. Bu sistem, sadece yaşamsal fonksiyonlar için değil, lezzet, ihtiyaç ve irade eğitimine dair bir iletişim ağı sağlar.

Zaika, yani tat alma, bedene gönderilen sinyallerin bir telgraf görevi görmesi gibidir. Gıda ağızdan içeri girdiğinde, tat reseptörleri bu mesajları merkezi sinir sistemi üzerinden iletir.

Bu, hâzım ve beslenme sürecinin düzenlenmesini sağlar. Risale-i Nur bu durumu, “Allah’ın rahmeti ve hikmeti, ağızla hem burunla iki merkezi teşkil etmiştir” cümlesiyle ifade eder.

Örnek:

Tat alma duyusu, hangi gıdaların vücuda faydalı, hangi gıdaların zararlı olduğunu bedene haber verir. Böylece Allah’ın kudretiyle düzenlenen bir koruma ve rehberlik sistemi oluşur.

2 — İhtiyaç ve haz veren sistemin düzeni

Allah, yiyecekleri çeşitli renk, koku ve tatlarla süsleyerek insana sunmuştur.

İnsan ve hayvan, bu duyular aracılığıyla ihtiyaçlarını doğru şekilde yönlendirilir.

Her tat, her koku ve her görsel detay birer ilannâme, davetname ve izinnâme niteliğindedir:

İlannâme → “Bunu ye, sana fayda verir.”

Davetname → “Şuna yönel, buna itibar et.”

İzinnâme → “Bunu tüketme, sana zarar verir.”

Bu, Risale-i Nur’da “Rezzak-ı Hakiki’nin inayeti” olarak tanımlanır; yani her bedensel lezzet, Allah’ın merhamet ve ihsanının bir tecellisidir.

3 — Zaikayı yanlış kullanmanın tehlikeleri

İnsan, zaikayı “telziz ile aldatma”, yani sahte haz ve aşırı zevk arayışı için kullanırsa, hata ve maraz gelir.

Telziz: Yanlış veya sahte tat ve haz arayışı.

İnsan, bedensel hazzı ölçüsüz ve aceleci bir biçimde kullanırsa, hem bedenini hem ruhunu bozar.

Örnekler:

Fazla şeker, tuz veya yağ tüketmek, bedende ve ruhsal dengede bozulmalara yol açar.

Doğru iştiha (gerçek ihtiyaç) yerine sahte iştiha peşinde koşmak, lezzetin kâfide (doğru, yeterli) olmamasına, dolayısıyla maraz ve illetlere sebep olur.

4 — Hakiki lezzet: ihtiyaçla uyumlu

Gerçek ve kalıcı lezzet, doğru iştiha ile elde edilir.

İştiha, yani gerçek ihtiyaç, sadece bedenin değil ruhun da dengeli işleyişini sağlar.

Allah, lezzeti sadece beden için bir ihtiyaç olarak değil, aynı zamanda hikmetli bir eğitim ve ölçü sistemi olarak yerleştirmiştir.

Risale-i Nur perspektifi:

> “Hakiki lezzet hakiki iştihadan çıkar, doğru iştiha sadık bir ihtiyaçtan.”

Bu sistemde, lezzetin maddî bedeli (dirhem, dinar) ile manevi etkisi (haz, mutluluk) birbirine bağlıdır. Her şey ölçülü olursa fayda sağlar; ölçüsüz olursa zarar verir.

5 — Özet ve hikmet

  1. Zaika bir telgrafçıdır: Tat alma, bedene ihtiyaç ve faydayı bildirir.
  2. Allah’ın inayetiyle düzenlenmiş bir sistemdir: Her tat, koku ve renk birer ilannâme ve davetname gibidir.
  3. Telziz ve aldatmadan sakın: Sahte hazlar, bedensel ve ruhsal bozulmalara yol açar.
  4. Hakiki lezzet, doğru iştihadan çıkar: Ölçülü ve ihtiyaçla uyumlu lezzet, hem beden hem ruh için hikmetlidir.

****

Metin, insanın tat alma (zaika) ve koku alma (şâmme) duyularının Allah’ın hikmet ve inayetiyle nasıl bir düzen içinde çalıştığını, bu duyuların asli vazifesinin Allah’ın nimetlerini tanıtmak olduğunu ve lezzet peşinde koşmanın (telziz) insanı yanıltabileceğini ele alıyor. Ana tema, insanın duyularını Allah’ın rızasına uygun kullanması gerektiği, aksi takdirde israf ve marazlara düşeceği ve hakiki lezzetin sadık bir ihtiyaçtan geldiğidir.

### **Zaika Telgrafçıdır, Telziz ile Baştan Çıkarma**

**Metin:**
> Zaika telgrafçıdır, telziz ile baştan çıkarma
> (*) Rububiyet-i İlah hikmet ve inayeti, ağızla hem burunla iki merkezi teşkil eylemiştir, içinde hudut karakolu, hem
> Muhbirleri de koymuş. Şu âlem-i sağirde damarları telefon, âsabları telgraf hükmüne vaz’eylemiş. Şâmme telefonu, hem
> Telgrafa zaika inayet memur etmiş. O Rezzak-ı Hakiki, erzak üstüne koymuş rahmetten bir tarife; taam ve levn ve hem
> Rayiha. İşte şu havass-ı selâse, o Rezzak canibinden birer ilannamesi, birer davetnamesi, bir izinnamesi, hem
> Bir dellâldır ki muhtaç ve müşteriler hep onlarla celbolur. Mürtezik hayvanlara zevk ve rü’yet ve şemm, birer âlet vermiş. Hem
> Taamları muhtelif ziynetlerle süsletmiş, hevaî gönülleri avutup lâkaytları tehyic ile cezbetmiş. Vaktâ taam girse hem
> Ağza, birdenbire zaika her tarafa bir telgraf çekiyor bedenin aktarına. Şâmme telefon veriyor, gelen taam nev’i, hem
> Çeşitleri de söyler. Hâcetleri muhtelif, ayrı ayrı mürtezik, ona göre davranır, ona da hazırlanır ya cevab-ı red gelir. Hem
> Kapı dışarı atar, yüzüne de tükürür. İnayet tarafından madem buna memurdur, zevki baştan çıkarma. Hem
> Telziz ile aldatma. Sonra o da unutur doğru iştiha nedir; bir iştiha-yı kâzib gelir, başına çatar. Hatası, maraz ile hem
> İlletlerle cezalar gelir. Hakiki lezzet hakiki iştihadan çıkar, doğru iştiha sadık bir ihtiyaçtan. Bu lezzet-i kâfide, şah hem
> Geda beraber. Hem bâhemdir bir dinar ve bir dirhem o lezzet berhem-zened eleme olur merhem.

**İzah:**
Bu bölüm, tat alma (zaika) ve koku alma (şâmme) duyularının Allah’ın hikmet ve inayetiyle nasıl bir düzen içinde çalıştığını, bu duyuların asli vazifesinin Allah’ın nimetlerini tanıtmak ve ihtiyaçları karşılamak olduğunu anlatıyor. Ancak, lezzet peşinde koşmak (telziz) ve sahte iştah (iştiha-yı kâzib), insanı israfa ve hastalıklara sürükler. Hakiki lezzet, sadık bir ihtiyaçtan doğar ve bu lezzet, zengin-fakir herkes için eşittir.

  1. **“Zaika telgrafçıdır, telziz ile baştan çıkarma”**: Tat alma duyusu (zaika), bir telgrafçı gibidir; bedenin ihtiyaçlarını bildirir. Ancak, lezzet peşinde koşmak (telziz), insanı baştan çıkarır ve asli vazifesinden uzaklaştırır. Bu, israf ve heva-hevese kapılmanın tehlikesini ifade eder.
  2. **“Rububiyet-i İlah hikmet ve inayeti, ağızla hem burunla iki merkezi teşkil eylemiştir, içinde hudut karakolu, hem muhbirleri de koymuş”**: Allah’ın rububiyeti (terbiye ediciliği), hikmet ve inayetiyle ağız (tat alma merkezi) ve burun (koku alma merkezi) olmak üzere iki merkezi yaratmıştır. Bu merkezlerde, bir hudut karakolu (kontrol noktası) ve muhbirler (haber vericiler) bulunur. Yani, bu duyular, bedenin ihtiyaçlarını kontrol eder ve bildirir.
  3. **“Şu âlem-i sağirde damarları telefon, âsabları telgraf hükmüne vaz’eylemiş”**: İnsan bedeni (âlem-i sağir), bir düzen içinde yaratılmıştır. Damarlar telefon, sinirler (âsab) telgraf gibidir; bedenin iletişim ağını oluşturur.
  4. **“Şâmme telefonu, hem telgrafa zaika inayet memur etmiş”**: Koku alma duyusu (şâmme) bir telefon, tat alma duyusu (zaika) ise bir telgraf gibidir. Allah’ın inayeti, bu duyuları bedenin ihtiyaçlarını bildiren memurlar olarak görevlendirmiştir.
  5. **“O Rezzak-ı Hakiki, erzak üstüne koymuş rahmetten bir tarife; taam ve levn ve hem rayiha”**: Gerçek Rızık Verici (Rezzak-ı Hakiki) olan Allah, yiyeceklere (erzak) rahmetinden bir tarife (tanıtım) koymuştur: yiyeceğin tadı (taam), rengi (levn) ve kokusu (rayiha). Bu, nimetlerin cazip kılınarak insana sunulduğunu gösterir.
  6. **“İşte şu havass-ı selâse, o Rezzak canibinden birer ilannamesi, birer davetnamesi, bir izinnamesi, hem bir dellâldır”**: Üç duyu (tat, koku, görme; havass-ı selâse), Allah’ın rızıklarının birer ilanı (ilannamesi), daveti (davetnamesi), izni (izinnamesi) ve tellalıdır (dellâldır). Bu duyular, Allah’ın nimetlerini muhtaçlara tanıtır ve cezbeder.
  7. **“Muhtaç ve müşteriler hep onlarla celbolur”**: Muhtaçlar ve rızık arayanlar (müşteriler), bu duyular aracılığıyla nimetlere çekilir (celbolur).
  8. **“Mürtezik hayvanlara zevk ve rü’yet ve şemm, birer âlet vermiş”**: Rızık alan hayvanlara (mürtezik), tat (zevk), görme (rü’yet) ve koku alma (şemm) duyuları birer araç (âlet) olarak verilmiştir. Bu duyular, hayvanların ihtiyaçlarını karşılamasını sağlar.
  9. **“Taamları muhtelif ziynetlerle süsletmiş, hevaî gönülleri avutup lâkaytları tehyic ile cezbetmiş”**: Allah, yiyecekleri çeşitli süslerle (ziynetler) donatmış, hevesli gönülleri (hevaî) avutmuş ve kayıtsızları (lâkaytları) heyecanlandırarak (tehyic) cezbetmiştir. Yiyeceklerin tat, renk ve kokusu, insanı ve hayvanları nimetlere çeker.
  10. **“Vaktâ taam girse hem ağza, birdenbire zaika her tarafa bir telgraf çekiyor bedenin aktarına”**: Yiyecek ağza girince, tat alma duyusu (zaika), bedenin her tarafına (aktarına) bir telgraf çeker; yani, bedeni yiyeceğin varlığından haberdar eder.
  11. **“Şâmme telefon veriyor, gelen taam nev’i, hem çeşitleri de söyler”**: Koku alma duyusu (şâmme), bir telefon gibi çalışır ve yiyeceğin türünü (nev’i) ve çeşitlerini bildirir.
  12. **“Hâcetleri muhtelif, ayrı ayrı mürtezik, ona göre davranır, ona da hazırlanır ya cevab-ı red gelir”**: Farklı ihtiyaçları (hâcetleri muhtelif) olan rızık alanlar (mürtezik), yiyeceğe göre davranır ve hazırlanır. Ancak, yiyecek uygun değilse, beden reddeder (cevab-ı red).
  13. **“Kapı dışarı atar, yüzüne de tükürür”**: Beden, uygun olmayan yiyeceği reddeder, dışarı atar ve hatta tiksinir (yüzüne tükürür). Bu, duyuların bedeni koruma görevini gösterir.
  14. **“İnayet tarafından madem buna memurdur, zevki baştan çıkarma. Hem telziz ile aldatma”**: Allah’ın inayeti, bu duyuları bedeni korumak ve ihtiyaçlarını karşılamak için memur kılmıştır. Bu nedenle, lezzet peşinde koşarak (zevk) veya aşırı tat düşkünlüğüyle (telziz) bu düzeni bozmamalıdır.
  15. **“Sonra o da unutur doğru iştiha nedir; bir iştiha-yı kâzib gelir, başına çatar”**: Lezzet peşinde koşmak, insanın gerçek iştahı (doğru iştiha) unutmasına sebep olur. Sahte bir iştah (iştiha-yı kâzib) ortaya çıkar ve bu, insana zarar verir.
  16. **“Hatası, maraz ile hem illetlerle cezalar gelir”**: Bu hata, hastalıklar (maraz) ve illetlerle cezalandırılır. İsraf ve lezzet düşkünlüğü, bedensel ve manevi hastalıklara yol açar.
  17. **“Hakiki lezzet hakiki iştihadan çıkar, doğru iştiha sadık bir ihtiyaçtan”**: Gerçek lezzet, hakiki iştahtan (ihtiyaca dayalı iştah) gelir; doğru iştah ise gerçek bir ihtiyaçtan (sadık ihtiyaç) doğar. İhtiyaca dayalı yemek, hem bedene hem ruha faydalıdır.
  18. **“Bu lezzet-i kâfide, şah hem geda beraber”**: Hakiki lezzette (lezzet-i kâfide), kral (şah) ile fakir (geda) eşittir. Gerçek lezzet, zengin-fakir ayrımı yapmaz.
  19. **“Hem bâhemdir bir dinar ve bir dirhem o lezzet berhem-zened eleme olur merhem”**: Bir dinarlık (pahalı) veya bir dirhemlik (ucuz) yiyecek, bu hakiki lezzette birleşir (bâhemdir). Bu lezzet, eleme (üzüntüye) merhem olur; yani, insanı huzurlu kılar.

**Genel Mesaj**: Tat alma (zaika) ve koku alma (şâmme) duyuları, Allah’ın hikmet ve inayetiyle bedenin ihtiyaçlarını karşılamak için memurdur. Bu duyular, Allah’ın nimetlerini tanıtan birer tellaldır. Ancak, lezzet peşinde koşmak (telziz), sahte iştahlara ve hastalıklara yol açar. Hakiki lezzet, gerçek ihtiyaçtan doğar ve bu lezzet, zengin-fakir herkes için eşittir. Müslümanlar, duyularını Allah’ın rızasına uygun kullanmalı, israftan ve heva-hevese kapılmaktan kaçınmalıdır.

### **Genel Değerlendirme ve Sonuç**
Bu metin, Risale-i Nur’un temel temalarından birini, yani Allah’ın nimetlerine karşı şükür, iktisat ve itidal anlayışını ele alır. Ana noktalar şunlardır:
1. **Duyuların Hikmeti**: Tat ve koku alma duyuları, Allah’ın rububiyetinin birer memurudur; nimetleri tanıtır ve bedenin ihtiyaçlarını karşılar.
2. **Lezzet Tuzağı**: Lezzet peşinde koşmak (telziz), sahte iştahlara ve hastalıklara yol açar. Müslüman, duyularını heva-heves için değil, Allah’ın rızası için kullanmalıdır.
3. **Hakiki Lezzet**: Gerçek lezzet, ihtiyaçtan doğar ve zengin-fakir ayrımı yapmadan herkese huzur verir.
4. **İktisat ve Şükür**: Müslüman, nimetleri israf etmeden, ihtiyaç kadar tüketmeli ve Allah’ın rahmetine şükretmelidir.

Bu metin, Müslümanlara Allah’ın nimetlerini tefekkür etmeyi, duyularını doğru kullanmayı ve israftan kaçınmayı öğütler. Hakiki lezzetin, sadık bir ihtiyaçtan geldiğini vurgulayarak, insanı hem maddi hem manevi olarak dengeli bir hayata davet eder.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Allah’ın rahmet ve gazabından fazla tahassüs hatadır

Allah’ın rahmet ve gazabından fazla tahassüs hatadır 

   Allah’ın rahmetinden fazla rahmet edilmez. Allah’ın gazabından fazla gazap edilmez.

   Öyle ise işi bırak o Âdil-i Rahîm’e. Fazla şefkat elemdir, fazla gazap zemîme…

* * * 

İsraf sefahetin, sefahet sefaletin kapısıdır 

   Ey müsrifli kardeşim! Tagaddi noktasında bir iken iki lokma; bir lokma bir kuruşa, bir lokma on kuruşa.

   Hem ağza girmeden hem boğazdan geçtikten, müsavi bir olurlar. Yalnız ağızda, o da kaç saniyede bîhuşe verir nûşe.

   Zevkî bir fark bulunur, daim onu aldatır o kuvve-i zaika; bedene hem mideye kapıcı, müfettişe.

   Onun tesiri menfî, müsbet değil! Vazife yalnız kapıcıyı taltif ve memnun etmek! Nûş verirsin o bîhuşe

   Aslî vazifesinde onu müşevveş etmek, tek bir kuruş yerine on bir kuruşu vermek, olur şeytanî pîşe.

   İsrafın en sefihi, tebzirin en sakîmi, bir tarzdır bir çeşidi; heves etme bu işe…

* * * 

1 — Allah’ın rahmet ve gazabından fazla tahassüs hatadır

Metin özeti:

> “Allah’ın rahmetinden fazla rahmet edilmez. Allah’ın gazabından fazla gazap edilmez.”

İzah:

İnsan bazen Allah’ın rahmeti veya gazabı üzerinde kendi takdirini ve müdahalesini artırmak ister. Bu, yani fazla şefkat veya fazla gazap göstermek, hatalı bir tutumdur.

Allah, Âdil ve Rahîmtir; O’nun hikmeti ve ölçüsü, her zaman en doğru ölçüdür. İnsan kendi aşırı tahakküm ve şefkatini kullanırsa, işin doğal akışını bozar, hem kendine hem çevresine zarar verir.

Bu, Risale-i Nur’da sıkça işlenen bir prensiptir: “İşleri Allah’a bırak, O’nun kudreti ve hikmeti yetmez mi?”

Örnekle açıklama:

Bir kişi, başkasına yardım ederken aşırıya kaçarsa, niyeti iyi olsa da sonuçta hem kendisi hem karşısındakiler için zararlı olur.

Aynı şekilde öfke ve gazapta ölçüyü aşmak, hem toplumsal hem ruhsal düzeni bozar.

2 — İsraf: sefahetin ve sefaletin kapısı

Metin özeti:

> “İsraf sefahetin, sefahet sefaletin kapısıdır.”

İzah:

İsraf, gereksiz, ölçüsüz ve hoyratça harcama anlamına gelir.

Risale-i Nur’da özellikle maddî hususlarda ölçülü olmak, hem nefsi hem toplumu korumak açısından önemlidir.

Örneğin, bir lokmanın bir kuruşa veya on kuruşa mal olması, bedende ve mideye etkisi açısından fark yaratmaz, ama müsriflik ve aşırı zevk arayışı insanı yanlış yola sürükler.

Açıklamalar:

İsraf, sadece mal kaybı değildir; aynı zamanda nefsin sefahate yönelmesi ve ruhsal çöküntü kapısını açar.

Bedensel ve maddî ölçü, aslında Allah’ın koyduğu bir düzeni gözetmektir.

Fazla ve gereksiz harcama, hem nefsin zaafını besler hem de şeytani tesirleri artırır.

3 — Fazla şefkat ve gazap, israf ve sefahatin paralelliği

İnsan ölçüyü aşarsa, hem rahmet hem gazap, hem sefahet hem de israf boyutunda hata yapar.

Risale-i Nur burada “ölçülü olma, ihsan ve şefkatte aşırılıktan kaçınma” mesajını verir.

İnsan, fazlasını yapmak isterse, zararın ve eksikliğin farkında olmalıdır; çünkü gerçek fayda, ölçülü ve hikmetli davranmakla ortaya çıkar.

4 — Pratik dersler

  1. İşleri Allah’a bırak: İnsan kendi aşırı şefkat veya gazabıyla işleri bozmasın.
  2. Ölçülü olun: Maddî ve bedensel ihtiyaçlarda, ihtiyacın ötesine geçmek sefahate ve sefalete yol açar.
  3. Nefs ve toplum için denge: İsraf hem bireye hem topluma zarar verir; ölçü ve hikmet her zaman kurtarıcıdır.
  4. Aşırılıktan kaçınmak: Fazla şefkat, fazla gazap, fazla israf hepsi hatadır; her birinin ölçüsü Allah tarafından belirlenmiştir.

Özet:

Allah’ın rahmeti ve gazabı, doğru ölçüdedir; insanın kendi aşırı tahakkümü hatadır.

İsraf, hem maddî hem ruhsal sefaletin kapısıdır.

Ölçülü, dengeli ve hikmetli olmak, nefsin, toplumun ve Allah’ın hikmetinin korunmasını sağlar.

Risale-i Nur’un mesajı: Her işte ölçülü ve Allah’a tevekküllü ol, aşırılıktan kaçın.

*****

Metin, iki ana bölüme ayrılıyor:

  1. **Allah’ın rahmet ve gazabından fazla tahassüs hatadır**: Allah’ın rahmet ve gazabını aşacak şekilde aşırı şefkat veya gazap göstermek hatadır; her şeyi Âdil-i Rahîm’e bırakmak gerekir.
    2. **İsraf sefahetin, sefahet sefaletin kapısıdır**: İsrafın, sefahate ve nihayetinde sefalete yol açtığı, özellikle lezzet peşinde koşmanın şeytani bir tuzak olduğu.

Her bir bölümü ayrı ayrı, geniş ve detaylı bir şekilde izah edelim.

### **1. Allah’ın Rahmet ve Gazabından Fazla Tahassüs Hatadır**

**Metin:**
> Allah’ın rahmet ve gazabından fazla tahassüs hatadır
> Allah’ın rahmetinden fazla rahmet edilmez. Allah’ın gazabından fazla gazap edilmez.
> Öyle ise işi bırak o Âdil-i Rahîm’e. Fazla şefkat elemdir, fazla gazap zemîme…

**İzah:**
Bu bölüm, insanın Allah’ın rahmet ve gazabını aşacak şekilde duygularını (tahassüs) aşırıya kaçırmasının hata olduğunu ele alıyor. Müslüman, her şeyi Allah’ın adaletine ve merhametine teslim etmelidir.

  1. **“Allah’ın rahmet ve gazabından fazla tahassüs hatadır”**: Allah’ın rahmet ve gazabına uygun olmayan bir şekilde aşırı hassasiyet göstermek (tahassüs), bir hatadır. İnsan, Allah’ın merhamet ve gazabının sınırlarını aşmamalı, O’nun adaletine uygun davranmalıdır.
  2. **“Allah’ın rahmetinden fazla rahmet edilmez”**: Allah’ın rahmetinden daha fazla merhamet göstermek mümkün değildir. Örneğin, Allah’ın cezalandırmayı uygun gördüğü bir durumda, insan aşırı şefkatle bu cezayı yok saymaya kalkışırsa, bu hata olur ve adaleti zedeler.
  3. **“Allah’ın gazabından fazla gazap edilmez”**: Aynı şekilde, Allah’ın gazabından daha fazla gazap göstermek de yanlıştır. Örneğin, bir suçluya Allah’ın belirlediği cezadan daha ağır bir tepki göstermek, adaletsizliğe ve zulme yol açar.
  4. **“Öyle ise işi bırak o Âdil-i Rahîm’e”**: Müslüman, her şeyi Adil ve Merhametli olan Allah’a (Âdil-i Rahîm) bırakmalıdır. İnsan, kendi duygularıyla değil, Allah’ın adalet ve merhamet ölçüleriyle hareket etmelidir.
  5. **“Fazla şefkat elemdir, fazla gazap zemîme…”**: Aşırı şefkat (fazla şefkat), eleme (üzüntüye) yol açar; çünkü bu, adaleti ihlal edebilir ve yanlış kararlara sebep olabilir. Aşırı gazap (fazla gazap) ise zemîmedir (kınanmış, yerilmiş bir davranıştır), çünkü zulme ve haksızlığa yol açar.

**Genel Mesaj**: İnsan, Allah’ın rahmet ve gazabını aşacak şekilde duygularını aşırıya kaçırmamalıdır. Her şeyi Allah’ın adaletine ve merhametine teslim etmek, hem bireysel hem toplumsal huzuru sağlar. Aşırı şefkat ve gazap, adaleti bozar ve zararlı sonuçlar doğurur.

### **2. İsraf Sefahetin, Sefahet Sefaletin Kapısıdır**

**Metin:**
> İsraf sefahetin, sefahet sefaletin kapısıdır
> Ey müsrifli kardeşim! Tagaddi noktasında bir iken iki lokma; bir lokma bir kuruşa, bir lokma on kuruşa.
> Hem ağza girmeden hem boğazdan geçtikten, müsavi bir olurlar. Yalnız ağızda, o da kaç saniyede bîhuşe verir nûşe.
> Zevkî bir fark bulunur, daim onu aldatır o kuvve-i zaika; bedene hem mideye kapıcı, müfettişe.
> Onun tesiri menfî, müsbet değil! Vazife yalnız kapıcıyı taltif ve memnun etmek! Nûş verirsin o bîhuşe
> Aslî vazifesinde onu müşevveş etmek, tek bir kuruş yerine on bir kuruşu vermek, olur şeytanî pîşe.
> İsrafın en sefihi, tebzirin en sakîmi, bir tarzdır bir çeşidi; heves etme bu işe…

**İzah:**
Bu bölüm, israfın sefahate (ahlaksızlığa), sefahatin ise sefalete (yoksulluğa) yol açtığını ele alıyor. İnsan, lezzet peşinde koşarak israfa düşer ve bu, şeytani bir tuzaktır. Özellikle tat alma duyusu (kuvve-i zaika) üzerinden israfın anlamsızlığı vurgulanır.

  1. **“İsraf sefahetin, sefahet sefaletin kapısıdır”**: İsraf, sefahatin (nefsin hazlarına düşkünlük, ahlaksızlık) kapısını açar; sefahat ise sefalete (yoksulluk, perişanlık) yol açar. İsraf, insanın maddi ve manevi kaynaklarını heba ederek ahlaki çöküşe ve nihayetinde yoksulluğa sürükler.
  2. **“Ey müsrifli kardeşim! Tagaddi noktasında bir iken iki lokma; bir lokma bir kuruşa, bir lokma on kuruşa”**: İsraf eden kardeşine (müsrifli kardeşim) seslenerek, beslenme (tagaddi) konusunda bir lokmanın bir kuruş, diğerinin on kuruş olduğu belirtiliyor. Bu, bir lokmanın ihtiyaç için, diğerinin ise lüks ve israf için olduğunu ifade eder.
  3. **“Hem ağza girmeden hem boğazdan geçtikten, müsavi bir olurlar”**: Lokmalar, ağza girmeden önce ve boğazdan geçtikten sonra eşittir (müsavi). Yani, pahalı veya ucuz olmasının bir farkı yoktur; her iki lokma da aynı biyolojik ihtiyacı karşılar.
  4. **“Yalnız ağızda, o da kaç saniyede bîhuşe verir nûşe”**: Lokmalar arasındaki fark, sadece ağızda, o da birkaç saniyelik bir lezzet (nûşe) anında hissedilir. Bu lezzet, bilinçsizce (bîhuşe) alınır ve geçicidir.
  5. **“Zevkî bir fark bulunur, daim onu aldatır o kuvve-i zaika; bedene hem mideye kapıcı, müfettişe”**: Tat alma duyusu (kuvve-i zaika), bu geçici lezzet farkıyla insanı aldatır. Tat alma duyusu, bedene ve mideye sadece bir kapıcı ve denetçi (müfettişe) gibidir; asıl amacı, bedeni beslemektir, lezzet peşinde koşmak değil.
  6. **“Onun tesiri menfî, müsbet değil! Vazife yalnız kapıcıyı taltif ve memnun etmek!”**: Tat alma duyusunun peşinden koşmanın etkisi olumsuzdur (menfî), olumlu (müsbet) değildir. Bu duyunun görevi, sadece kapıcıyı (ağzı) memnun etmek değil, bedeni beslemektir. Lezzet peşinde koşmak, bu asli vazifeyi bozar.
  7. **“Nûş verirsin o bîhuşe aslî vazifesinde onu müşevveş etmek, tek bir kuruş yerine on bir kuruşu vermek, olur şeytanî pîşe”**: Bilinçsizce lezzet (nûş) peşinde koşmak, tat alma duyusunun asli vazifesini karıştırır (müşevveş). Bir kuruşluk lokma yerine on bir kuruşluk lokma harcamak, şeytani bir iş (pîşe) ve tuzaktır.
  8. **“İsrafın en sefihi, tebzirin en sakîmi, bir tarzdır bir çeşidi; heves etme bu işe…”**: En ahmakça israf (israfın en sefihi) ve en düşük savurganlık (tebzirin en sakîmi), lezzet peşinde koşarak yapılan harcamalardır. Müslüman, bu işe heves etmemelidir.

**Genel Mesaj**: İsraf, sefahate ve sefalete yol açar. İnsan, tat alma duyusunun geçici lezzetlerine aldanarak israfa düşmemelidir. Bir lokmanın pahalı veya ucuz olması, bedene fayda açısından fark etmez; bu nedenle lezzet peşinde koşmak şeytani bir tuzaktır. Müslümanlar, ihtiyaç kadar tüketmeli ve israftan kaçınmalıdır.

### **Genel Değerlendirme ve Sonuç**
Bu metin, Risale-i Nur’un temel temalarından birini, yani adalet, itidal ve iktisat anlayışını ele alır. Ana noktalar şunlardır:
1. **Adalet ve Teslimiyet**: İnsan, Allah’ın rahmet ve gazabını aşacak şekilde aşırı şefkat veya gazap göstermemelidir. Her şeyi Âdil-i Rahîm’e bırakmak, huzur ve adaleti sağlar.
2. **İsrafın Zararları**: İsraf, sefahate ve sefalete yol açar. Tat alma duyusunun geçici lezzetlerine aldanarak yapılan harcamalar, şeytani bir tuzaktır ve ahmakça bir savurganlıktır.
3. **İtidal ve İktisat**: Müslüman, her konuda itidalli olmalı, ihtiyaç kadar tüketmeli ve lezzet peşinde koşarak israfa düşmemelidir.

Bu metin, Müslümanlara Allah’a teslimiyeti, adaletle hareket etmeyi ve israftan kaçınmayı öğütler. Aşırı şefkat ve gazabın, adaleti bozabileceği gibi; israfın da ahlaki ve maddi çöküşe yol açabileceği vurgulanır. Müslüman, her şeyde ölçülü (mutedil) olmalı ve Allah’ın nizamına uygun bir hayat sürmelidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Allah’ın rahmet ve gazabından fazla tahassüs hatadır

Allah’ın rahmet ve gazabından fazla tahassüs hatadır 

   Allah’ın rahmetinden fazla rahmet edilmez. Allah’ın gazabından fazla gazap edilmez.

   Öyle ise işi bırak o Âdil-i Rahîm’e. Fazla şefkat elemdir, fazla gazap zemîme…

* * * 

İsraf sefahetin, sefahet sefaletin kapısıdır 

   Ey müsrifli kardeşim! Tagaddi noktasında bir iken iki lokma; bir lokma bir kuruşa, bir lokma on kuruşa.

   Hem ağza girmeden hem boğazdan geçtikten, müsavi bir olurlar. Yalnız ağızda, o da kaç saniyede bîhuşe verir nûşe.

   Zevkî bir fark bulunur, daim onu aldatır o kuvve-i zaika; bedene hem mideye kapıcı, müfettişe.

   Onun tesiri menfî, müsbet değil! Vazife yalnız kapıcıyı taltif ve memnun etmek! Nûş verirsin o bîhuşe

   Aslî vazifesinde onu müşevveş etmek, tek bir kuruş yerine on bir kuruşu vermek, olur şeytanî pîşe.

   İsrafın en sefihi, tebzirin en sakîmi, bir tarzdır bir çeşidi; heves etme bu işe…

* * * 

1 — Allah’ın rahmet ve gazabından fazla tahassüs hatadır

Metin özeti:

> “Allah’ın rahmetinden fazla rahmet edilmez. Allah’ın gazabından fazla gazap edilmez.”

İzah:

İnsan bazen Allah’ın rahmeti veya gazabı üzerinde kendi takdirini ve müdahalesini artırmak ister. Bu, yani fazla şefkat veya fazla gazap göstermek, hatalı bir tutumdur.

Allah, Âdil ve Rahîmtir; O’nun hikmeti ve ölçüsü, her zaman en doğru ölçüdür. İnsan kendi aşırı tahakküm ve şefkatini kullanırsa, işin doğal akışını bozar, hem kendine hem çevresine zarar verir.

Bu, Risale-i Nur’da sıkça işlenen bir prensiptir: “İşleri Allah’a bırak, O’nun kudreti ve hikmeti yetmez mi?”

Örnekle açıklama:

Bir kişi, başkasına yardım ederken aşırıya kaçarsa, niyeti iyi olsa da sonuçta hem kendisi hem karşısındakiler için zararlı olur.

Aynı şekilde öfke ve gazapta ölçüyü aşmak, hem toplumsal hem ruhsal düzeni bozar.

2 — İsraf: sefahetin ve sefaletin kapısı

Metin özeti:

> “İsraf sefahetin, sefahet sefaletin kapısıdır.”

İzah:

İsraf, gereksiz, ölçüsüz ve hoyratça harcama anlamına gelir.

Risale-i Nur’da özellikle maddî hususlarda ölçülü olmak, hem nefsi hem toplumu korumak açısından önemlidir.

Örneğin, bir lokmanın bir kuruşa veya on kuruşa mal olması, bedende ve mideye etkisi açısından fark yaratmaz, ama müsriflik ve aşırı zevk arayışı insanı yanlış yola sürükler.

Açıklamalar:

İsraf, sadece mal kaybı değildir; aynı zamanda nefsin sefahate yönelmesi ve ruhsal çöküntü kapısını açar.

Bedensel ve maddî ölçü, aslında Allah’ın koyduğu bir düzeni gözetmektir.

Fazla ve gereksiz harcama, hem nefsin zaafını besler hem de şeytani tesirleri artırır.

3 — Fazla şefkat ve gazap, israf ve sefahatin paralelliği

İnsan ölçüyü aşarsa, hem rahmet hem gazap, hem sefahet hem de israf boyutunda hata yapar.

Risale-i Nur burada “ölçülü olma, ihsan ve şefkatte aşırılıktan kaçınma” mesajını verir.

İnsan, fazlasını yapmak isterse, zararın ve eksikliğin farkında olmalıdır; çünkü gerçek fayda, ölçülü ve hikmetli davranmakla ortaya çıkar.

4 — Pratik dersler

  1. İşleri Allah’a bırak: İnsan kendi aşırı şefkat veya gazabıyla işleri bozmasın.
  2. Ölçülü olun: Maddî ve bedensel ihtiyaçlarda, ihtiyacın ötesine geçmek sefahate ve sefalete yol açar.
  3. Nefs ve toplum için denge: İsraf hem bireye hem topluma zarar verir; ölçü ve hikmet her zaman kurtarıcıdır.
  4. Aşırılıktan kaçınmak: Fazla şefkat, fazla gazap, fazla israf hepsi hatadır; her birinin ölçüsü Allah tarafından belirlenmiştir.

Özet:

Allah’ın rahmeti ve gazabı, doğru ölçüdedir; insanın kendi aşırı tahakkümü hatadır.

İsraf, hem maddî hem ruhsal sefaletin kapısıdır.

Ölçülü, dengeli ve hikmetli olmak, nefsin, toplumun ve Allah’ın hikmetinin korunmasını sağlar.

Risale-i Nur’un mesajı: Her işte ölçülü ve Allah’a tevekküllü ol, aşırılıktan kaçın.

*****

Metin, iki ana bölüme ayrılıyor:

  1. **Allah’ın rahmet ve gazabından fazla tahassüs hatadır**: Allah’ın rahmet ve gazabını aşacak şekilde aşırı şefkat veya gazap göstermek hatadır; her şeyi Âdil-i Rahîm’e bırakmak gerekir.
    2. **İsraf sefahetin, sefahet sefaletin kapısıdır**: İsrafın, sefahate ve nihayetinde sefalete yol açtığı, özellikle lezzet peşinde koşmanın şeytani bir tuzak olduğu.

Her bir bölümü ayrı ayrı, geniş ve detaylı bir şekilde izah edelim.

### **1. Allah’ın Rahmet ve Gazabından Fazla Tahassüs Hatadır**

**Metin:**
> Allah’ın rahmet ve gazabından fazla tahassüs hatadır
> Allah’ın rahmetinden fazla rahmet edilmez. Allah’ın gazabından fazla gazap edilmez.
> Öyle ise işi bırak o Âdil-i Rahîm’e. Fazla şefkat elemdir, fazla gazap zemîme…

**İzah:**
Bu bölüm, insanın Allah’ın rahmet ve gazabını aşacak şekilde duygularını (tahassüs) aşırıya kaçırmasının hata olduğunu ele alıyor. Müslüman, her şeyi Allah’ın adaletine ve merhametine teslim etmelidir.

  1. **“Allah’ın rahmet ve gazabından fazla tahassüs hatadır”**: Allah’ın rahmet ve gazabına uygun olmayan bir şekilde aşırı hassasiyet göstermek (tahassüs), bir hatadır. İnsan, Allah’ın merhamet ve gazabının sınırlarını aşmamalı, O’nun adaletine uygun davranmalıdır.
  2. **“Allah’ın rahmetinden fazla rahmet edilmez”**: Allah’ın rahmetinden daha fazla merhamet göstermek mümkün değildir. Örneğin, Allah’ın cezalandırmayı uygun gördüğü bir durumda, insan aşırı şefkatle bu cezayı yok saymaya kalkışırsa, bu hata olur ve adaleti zedeler.
  3. **“Allah’ın gazabından fazla gazap edilmez”**: Aynı şekilde, Allah’ın gazabından daha fazla gazap göstermek de yanlıştır. Örneğin, bir suçluya Allah’ın belirlediği cezadan daha ağır bir tepki göstermek, adaletsizliğe ve zulme yol açar.
  4. **“Öyle ise işi bırak o Âdil-i Rahîm’e”**: Müslüman, her şeyi Adil ve Merhametli olan Allah’a (Âdil-i Rahîm) bırakmalıdır. İnsan, kendi duygularıyla değil, Allah’ın adalet ve merhamet ölçüleriyle hareket etmelidir.
  5. **“Fazla şefkat elemdir, fazla gazap zemîme…”**: Aşırı şefkat (fazla şefkat), eleme (üzüntüye) yol açar; çünkü bu, adaleti ihlal edebilir ve yanlış kararlara sebep olabilir. Aşırı gazap (fazla gazap) ise zemîmedir (kınanmış, yerilmiş bir davranıştır), çünkü zulme ve haksızlığa yol açar.

**Genel Mesaj**: İnsan, Allah’ın rahmet ve gazabını aşacak şekilde duygularını aşırıya kaçırmamalıdır. Her şeyi Allah’ın adaletine ve merhametine teslim etmek, hem bireysel hem toplumsal huzuru sağlar. Aşırı şefkat ve gazap, adaleti bozar ve zararlı sonuçlar doğurur.

### **2. İsraf Sefahetin, Sefahet Sefaletin Kapısıdır**

**Metin:**
> İsraf sefahetin, sefahet sefaletin kapısıdır
> Ey müsrifli kardeşim! Tagaddi noktasında bir iken iki lokma; bir lokma bir kuruşa, bir lokma on kuruşa.
> Hem ağza girmeden hem boğazdan geçtikten, müsavi bir olurlar. Yalnız ağızda, o da kaç saniyede bîhuşe verir nûşe.
> Zevkî bir fark bulunur, daim onu aldatır o kuvve-i zaika; bedene hem mideye kapıcı, müfettişe.
> Onun tesiri menfî, müsbet değil! Vazife yalnız kapıcıyı taltif ve memnun etmek! Nûş verirsin o bîhuşe
> Aslî vazifesinde onu müşevveş etmek, tek bir kuruş yerine on bir kuruşu vermek, olur şeytanî pîşe.
> İsrafın en sefihi, tebzirin en sakîmi, bir tarzdır bir çeşidi; heves etme bu işe…

**İzah:**
Bu bölüm, israfın sefahate (ahlaksızlığa), sefahatin ise sefalete (yoksulluğa) yol açtığını ele alıyor. İnsan, lezzet peşinde koşarak israfa düşer ve bu, şeytani bir tuzaktır. Özellikle tat alma duyusu (kuvve-i zaika) üzerinden israfın anlamsızlığı vurgulanır.

  1. **“İsraf sefahetin, sefahet sefaletin kapısıdır”**: İsraf, sefahatin (nefsin hazlarına düşkünlük, ahlaksızlık) kapısını açar; sefahat ise sefalete (yoksulluk, perişanlık) yol açar. İsraf, insanın maddi ve manevi kaynaklarını heba ederek ahlaki çöküşe ve nihayetinde yoksulluğa sürükler.
  2. **“Ey müsrifli kardeşim! Tagaddi noktasında bir iken iki lokma; bir lokma bir kuruşa, bir lokma on kuruşa”**: İsraf eden kardeşine (müsrifli kardeşim) seslenerek, beslenme (tagaddi) konusunda bir lokmanın bir kuruş, diğerinin on kuruş olduğu belirtiliyor. Bu, bir lokmanın ihtiyaç için, diğerinin ise lüks ve israf için olduğunu ifade eder.
  3. **“Hem ağza girmeden hem boğazdan geçtikten, müsavi bir olurlar”**: Lokmalar, ağza girmeden önce ve boğazdan geçtikten sonra eşittir (müsavi). Yani, pahalı veya ucuz olmasının bir farkı yoktur; her iki lokma da aynı biyolojik ihtiyacı karşılar.
  4. **“Yalnız ağızda, o da kaç saniyede bîhuşe verir nûşe”**: Lokmalar arasındaki fark, sadece ağızda, o da birkaç saniyelik bir lezzet (nûşe) anında hissedilir. Bu lezzet, bilinçsizce (bîhuşe) alınır ve geçicidir.
  5. **“Zevkî bir fark bulunur, daim onu aldatır o kuvve-i zaika; bedene hem mideye kapıcı, müfettişe”**: Tat alma duyusu (kuvve-i zaika), bu geçici lezzet farkıyla insanı aldatır. Tat alma duyusu, bedene ve mideye sadece bir kapıcı ve denetçi (müfettişe) gibidir; asıl amacı, bedeni beslemektir, lezzet peşinde koşmak değil.
  6. **“Onun tesiri menfî, müsbet değil! Vazife yalnız kapıcıyı taltif ve memnun etmek!”**: Tat alma duyusunun peşinden koşmanın etkisi olumsuzdur (menfî), olumlu (müsbet) değildir. Bu duyunun görevi, sadece kapıcıyı (ağzı) memnun etmek değil, bedeni beslemektir. Lezzet peşinde koşmak, bu asli vazifeyi bozar.
  7. **“Nûş verirsin o bîhuşe aslî vazifesinde onu müşevveş etmek, tek bir kuruş yerine on bir kuruşu vermek, olur şeytanî pîşe”**: Bilinçsizce lezzet (nûş) peşinde koşmak, tat alma duyusunun asli vazifesini karıştırır (müşevveş). Bir kuruşluk lokma yerine on bir kuruşluk lokma harcamak, şeytani bir iş (pîşe) ve tuzaktır.
  8. **“İsrafın en sefihi, tebzirin en sakîmi, bir tarzdır bir çeşidi; heves etme bu işe…”**: En ahmakça israf (israfın en sefihi) ve en düşük savurganlık (tebzirin en sakîmi), lezzet peşinde koşarak yapılan harcamalardır. Müslüman, bu işe heves etmemelidir.

**Genel Mesaj**: İsraf, sefahate ve sefalete yol açar. İnsan, tat alma duyusunun geçici lezzetlerine aldanarak israfa düşmemelidir. Bir lokmanın pahalı veya ucuz olması, bedene fayda açısından fark etmez; bu nedenle lezzet peşinde koşmak şeytani bir tuzaktır. Müslümanlar, ihtiyaç kadar tüketmeli ve israftan kaçınmalıdır.

### **Genel Değerlendirme ve Sonuç**
Bu metin, Risale-i Nur’un temel temalarından birini, yani adalet, itidal ve iktisat anlayışını ele alır. Ana noktalar şunlardır:
1. **Adalet ve Teslimiyet**: İnsan, Allah’ın rahmet ve gazabını aşacak şekilde aşırı şefkat veya gazap göstermemelidir. Her şeyi Âdil-i Rahîm’e bırakmak, huzur ve adaleti sağlar.
2. **İsrafın Zararları**: İsraf, sefahate ve sefalete yol açar. Tat alma duyusunun geçici lezzetlerine aldanarak yapılan harcamalar, şeytani bir tuzaktır ve ahmakça bir savurganlıktır.
3. **İtidal ve İktisat**: Müslüman, her konuda itidalli olmalı, ihtiyaç kadar tüketmeli ve lezzet peşinde koşarak israfa düşmemelidir.

Bu metin, Müslümanlara Allah’a teslimiyeti, adaletle hareket etmeyi ve israftan kaçınmayı öğütler. Aşırı şefkat ve gazabın, adaleti bozabileceği gibi; israfın da ahlaki ve maddi çöküşe yol açabileceği vurgulanır. Müslüman, her şeyde ölçülü (mutedil) olmalı ve Allah’ın nizamına uygun bir hayat sürmelidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Meziyetin varsa hafâ türabında kalsın tâ neşv ü nema bulsun

Meziyetin varsa hafâ türabında kalsın tâ neşv ü nema bulsun 

   Ey zîhâssa-i meşhure! Taayyünle zulmetme, ger perde-i hafânın altında sen kalırsan ihvanına verirsin ihsan ve bereketi.

   Her bir ihvanın altında sen çıkması hem de o sen olması imkân ve ihtimali, her birine celbeder bir nazar-ı hürmeti.

   Eğer taayyün edip perde altından çıksan mükrim iken altında, üstünde zalim olursun. Güneş iken orada, burada gölge edersin.

   İhvanını düşürttürüp hem nazar-ı hürmetten. Demek taayyün ve teşahhus, zalim birer emirdir, sahih doğru böyle ise hem de böyle görürsün.

   Nerede kaldı yalancı tasannu ve riya ile kesb-i teşahhus-u şöhret? İşte bir sırr-ı azîm ki hikmet-i İlahî hem o nizam-ı ahsen

   Bir ferd-i fevkalâde, kendi nev’i içinde setr ile perde çeker, bununla kıymet verdirir hem de eder müstahsen.

   İşte sana misali: İnsan içinde veli, ömür içinde ecel, olmuş meçhul ve mühmel. Cumada müstetirdir bir saat, kabul olur dua edersen.

   Ramazanda münteşir bir leyle-i zû-kadir, esmaü’l-hüsnada muzmer iksir-i ism-i a’zam. Bu misallerin haşmeti hem de o sırr-ı hasen

   İbhamda izhar eder, ihfada ispat eder. Mesela, ecelin ibhamında bir muvazene vardır; her dakikada tutar ne vaziyet alırsan.

   Kefeteyn-i havf ve reca, hizmet-i ukba, dünya; tevehhüm-ü bekaî, lezzet-i ömrü verir. Yirmi sene mübhem bir ömür olsa ahsen

   Nihayeti muayyen bin senelik bir ömre. Zira nısfı geçerse, her saati geldikçe güya adım atarak darağacına gidersin

   Şey’en şey’en üzülmek, vehim de teselli vermez, sen de rahat etmezsin…

* * * 

1 — Meziyetin gizli kalması: “hafâ türabında”

Metin özeti:

> “Meziyetin varsa hafâ türabında kalsın tâ neşv ü nema bulsun.”

İzah:

Burada “hafâ türabı”, yani alçak gönüllülük ve görünmezlik, meziyetin gelişip bereketlenmesi için bir zemin olarak sunulur.

Eğer kişi meziyetini açığa çıkarır ve şöhret peşine düşerse, hem kendine hem de çevresine zarar verir; meziyet bereketini kaybeder.

Perde altında kalmak, insanlara ihsan ve fayda vermenin en sağlam yoludur. Bu, Risale-i Nur’un sıkça vurguladığı “ihsanın gizliliği” prensibidir: İnsan, kendini öne çıkarmazsa, Allah’ın rahmeti ve bereketi en doğru şekilde tecelli eder.

2 — Taayyün ve teşahhusun tehlikesi

Metin özeti:

> “Eğer taayyün edip perde altından çıksan mükrim iken altında, üstünde zalim olursun.”

İzah:

“Taayyün” = belirli bir kimlik ve görünürlük kazanma;

“Teşahhus” = şahsiyetini ön plana çıkarma.

Kişi eğer meziyetini gizli tutmaz ve görünür kılarsa, başlangıçta faydalı olan yetenek veya meziyet, üstte zulüm ve gölge olma potansiyeli taşır.

Yani, şöhret veya kendini öne çıkarma, çoğu zaman ihsan ve hayır kapılarını kapatır, hatta zarar verir.

Risale-i Nur’da bu, tevazu ve ihfâ ilkesinin önemini vurgular: İhsan ve meziyet, gizli kalınca hem bereket bulur hem de başkalarına daha etkili ulaşır.

3 — Gizlilikte hikmet ve ahsen nizam

Metin özeti:

> “Bir ferd-i fevkalâde, kendi nev’i içinde setr ile perde çeker, bununla kıymet verdirir hem de eder müstahsen.”

İzah:

“Setr ile perde çekmek”, kendi meziyetini gizlemek demektir.

Bu, hem insanın kıymetini artırır, hem de etrafındakilere tesir ve hürmet kazandırır.

Hikmet burada şudur: Gizlilik, insanın meziyetini korur ve onu değerli kılar.

Allah’ın takdiri, gizlilik ve ibadette tecelli eder; açığa çıkarmak ise çoğu zaman riya ve şöhret duygusuna kapı açar.

4 — Misaller: ecel ve ibham

Metin özeti:

> “İnsan içinde veli, ömür içinde ecel, olmuş meçhul ve mühmel… Ramazanda münteşir bir leyle-i zû-kadir…”

İzah:

Hayat, ölüm ve ecel, ibham içinde gizlidir. İnsan, her anın değerini ve zamanın hikmetini doğru kavrayamaz.

Bu ibham, tevazu ve sabır için bir eğitim alanıdır.

Aynı şekilde, hayır ve bereket anları (mesela Ramazan geceleri veya dualar) gizli şekilde tecelli eder. Bunları gören veya bilen kişi, onları açığa çıkarmazsa en büyük faydayı sağlar.

Risale-i Nur burada “gizli ihsan ve ibadet, açık şöhretten daha değerlidir” ilkesini vurgular.

5 — Vehim ve teselli

Metin özeti:

> “Tevehhüm-ü bekaî, lezzet-i ömrü verir… Yirmi sene mübhem bir ömür olsa ahsen nihayeti muayyen bin senelik bir ömre.”

İzah:

Hayatın sürekliliği ve ibrahimi (ibrahimî tefekkür) vehim veya takdir ile değerlendirilir.

Kişi, ömrünün belirsizliğini vehim ve farkındalıkla yaşarsa, her anı bin yıllık deneyim gibi kıymetli olur.

Risale-i Nur burada, ibrahimî (tefekkürî) yaklaşımın ömrü manen uzattığını ve kıymetlendirdiğini anlatır.

6 — Pratik dersler

  1. Meziyet ve ihsan, gizli kaldığında daha çok bereket ve etki bulur.
  2. Şöhret ve görünürlük, çoğu zaman ihsanı azaltır ve zarar verebilir.
  3. Taayyün ve teşahhus, hem kendine hem başkasına zarar verebilir.
  4. Hayatın ve ibadetlerin gizli yönleri, manen büyük değer taşır.
  5. Vehim ve ibrahimî tefekkür, ömrün kıymetini artırır.

Özet:

Meziyetin perde altında kalması, hem kişinin hem çevresinin faydasını artırır.

Açığa çıkarma, şöhret ve riya, hem kişiye hem ihvânına zarar verir.

Hayat, ölüm ve ibadet ibham içinde tecelli eder, bu da hikmetin bir parçasıdır.

Risale-i Nur, tevazu, ihfâ ve vehimle kıymetlendirmeyi insanın ruhî gelişimi için temel bir prensip olarak sunar.

******

Metin, meziyetlerin (üstün vasıfların) gizli kalmasının hikmetini, şöhret ve kendini gösterme (taayyün) arzusunun zararlarını, Allah’ın nizamındaki ibhamın (belirsizlik) ve gizliliğin hikmetlerini ele alıyor. Ana tema, alçakgönüllülüğün, gizliliğin ve ihlasın önemidir; şöhret ve riyanın zararlarına karşı, meziyetlerin perde altında kalmasının hem birey hem de topluluk için bereketli olduğu vurgulanır. Ayrıca, ecelin, velayetin, dua saatinin ve Kadir Gecesi’nin gizli olmasının hikmetleri açıklanır.

 

### **Meziyetin Varsa Hafâ Türabında Kalsın Tâ Neşv ü Nema Bulsun**

**Metin:**
> Meziyetin varsa hafâ türabında kalsın tâ neşv ü nema bulsun
> Ey zîhâssa-i meşhure! Taayyünle zulmetme, ger perde-i hafânın altında sen kalırsan ihvanına verirsin ihsan ve bereketi.
> Her bir ihvanın altında sen çıkması hem de o sen olması imkân ve ihtimali, her birine celbeder bir nazar-ı hürmeti.
> Eğer taayyün edip perde altından çıksan mükrim iken altında, üstünde zalim olursun. Güneş iken orada, burada gölge edersin.
> İhvanını düşürttürüp hem nazar-ı hürmetten. Demek taayyün ve teşahhus, zalim birer emirdir, sahih doğru böyle ise hem de böyle görürsün.
> Nerede kaldı yalancı tasannu ve riya ile kesb-i teşahhus-u şöhret? İşte bir sırr-ı azîm ki hikmet-i İlahî hem o nizam-ı ahsen
> Bir ferd-i fevkalâde, kendi nev’i içinde setr ile perde çeker, bununla kıymet verdirir hem de eder müstahsen.
> İşte sana misali: İnsan içinde veli, ömür içinde ecel, olmuş meçhul ve mühmel. Cumada müstetirdir bir saat, kabul olur dua edersen.
> Ramazanda münteşir bir leyle-i zû-kadir, esmaü’l-hüsnada muzmer iksir-i ism-i a’zam. Bu misallerin haşmeti hem de o sırr-ı hasen
> İbhamda izhar eder, ihfada ispat eder. Mesela, ecelin ibhamında bir muvazene vardır; her dakikada tutar ne vaziyet alırsan.
> Kefeteyn-i havf ve reca, hizmet-i ukba, dünya; tevehhüm-ü bekaî, lezzet-i ömrü verir. Yirmi sene mübhem bir ömür olsa ahsen
> Nihayeti muayyen bin senelik bir ömre. Zira nısfı geçerse, her saati geldikçe güya adım atarak darağacına gidersin
> Şey’en şey’en üzülmek, vehim de teselli vermez, sen de rahat etmezsin…

**İzah:**
Bu bölüm, meziyetlerin (üstün vasıfların) gizli kalmasının hikmetini ve şöhretin zararlarını ele alıyor. Alçakgönüllülük, ihlas ve gizlilik, bireyin ve topluluğun bereketini artırırken; şöhret, riya ve kendini gösterme arzusu (taayyün) zulme ve fitneye yol açar. Ayrıca, Allah’ın nizamında bazı şeylerin gizli bırakılmasının (ibham) hikmeti, velayet, ecel, dua saati ve Kadir Gecesi gibi örneklerle açıklanıyor.

  1. **“Meziyetin varsa hafâ türabında kalsın tâ neşv ü nema bulsun”**: Eğer üstün vasıfların (meziyet) varsa, bunları gizlilik toprağında (hafâ türabında) sakla ki gelişip büyüsün (neşv ü nema bulsun). Meziyetlerin gizli kalması, onların bereketini artırır ve ihlasla değer kazanmasını sağlar.
  2. **“Ey zîhâssa-i meşhure! Taayyünle zulmetme, ger perde-i hafânın altında sen kalırsan ihvanına verirsin ihsan ve bereketi”**: Üstün vasıflara sahip olan kişiye (zîhâssa-i meşhure) seslenerek, kendini öne çıkarma (taayyün) ile başkalarına zulmetmemesi söyleniyor. Eğer gizlilik perdesi (perde-i hafâ) altında kalırsan, kardeşlerine (ihvan) ihsan ve bereket verirsin. Bu, alçakgönüllülüğün ve ihlasın topluma faydasını ifade eder.
  3. **“Her bir ihvanın altında sen çıkması hem de o sen olması imkân ve ihtimali, her birine celbeder bir nazar-ı hürmeti”**: Gizlilik, her bir kardeşin (ihvan) altında senin gibi birinin çıkma ihtimalini canlı tutar. Bu, herkese saygı ve hürmet (nazar-ı hürmet) kazandırır. Yani, bir toplulukta herkesin potansiyel olarak değerli olduğu düşüncesi, kardeşlik ruhunu güçlendirir.
  4. **“Eğer taayyün edip perde altından çıksan mükrim iken altında, üstünde zalim olursun”**: Eğer kendini öne çıkarıp (taayyün) gizlilik perdesinden çıkarsan, altta cömert (mükrim) iken, üstte zalim olursun. Şöhret, kişiyi bencilleştirir ve başkalarını gölgede bırakarak haksızlık yapar.
  5. **“Güneş iken orada, burada gölge edersin. İhvanını düşürttürüp hem nazar-ı hürmetten”**: Gizliyken bir güneş gibi değerli olan kişi, şöhret peşinde koşarsa gölge olur ve kardeşlerini saygıdan (nazar-ı hürmet) düşürür. Şöhret, toplumu bölerek kardeşlik bağlarını zayıflatır.
  6. **“Demek taayyün ve teşahhus, zalim birer emirdir, sahih doğru böyle ise hem de böyle görürsün”**: Kendini öne çıkarma (taayyün) ve şöhret kazanma (teşahhus), zalimane davranışlardır. Bu, hem gerçek hem de böyle görülmelidir.
  7. **“Nerede kaldı yalancı tasannu ve riya ile kesb-i teşahhus-u şöhret?”**: Riya ve yapmacıklıkla (tasannu) şöhret kazanma, tamamen yalandır ve değersizdir. İhlas, şöhretten çok daha kıymetlidir.
  8. **“İşte bir sırr-ı azîm ki hikmet-i İlahî hem o nizam-ı ahsen”**: Allah’ın hikmeti (hikmet-i İlahî) ve en güzel düzeni (nizam-ı ahsen), üstün bir ferdin (ferd-i fevkalâde) kendi türü içinde gizlenmesini (setr) sağlar. Bu, ona kıymet kazandırır ve güzel bir davranış (müstahsen) olarak kabul edilir.
  9. **“İşte sana misali: İnsan içinde veli, ömür içinde ecel, olmuş meçhul ve mühmel”**: Allah’ın nizamındaki ibhamın (belirsizlik) hikmeti, şu örneklerle açıklanır:
    – İnsanlar arasında veli (evliya) gizlidir (meçhul ve mühmel).
    – Ömrün içindeki ecel (ölüm vakti) bilinmez.
  10. **“Cumada müstetirdir bir saat, kabul olur dua edersen”**: Cuma günü, duaların kabul olduğu bir saat vardır, ancak bu saat gizlidir (müstetirdir). Bu, ibhamın hikmetini gösterir.
  11. **“Ramazanda münteşir bir leyle-i zû-kadir, esmaü’l-hüsnada muzmer iksir-i ism-i a’zam”**: Ramazan’da Kadir Gecesi (leyle-i zû-kadir) gizlidir (münteşir). Allah’ın güzel isimleri (esmaü’l-hüsna) içinde en büyük ismin (ism-i a’zam) iksiri de saklıdır (muzmer). Bu, gizliliğin değerini ve hikmetini vurgular.
  12. **“Bu misallerin haşmeti hem de o sırr-ı hasen ibhamda izhar eder, ihfada ispat eder”**: Bu örneklerin büyüklüğü (haşmet) ve güzelliği (sırr-ı hasen), belirsizlikte (ibham) ortaya çıkar ve gizlilikte (ihfa) ispat edilir. Gizlilik, hakikatlerin değerini artırır.
  13. **“Mesela, ecelin ibhamında bir muvazene vardır; her dakikada tutar ne vaziyet alırsan”**: Ecelin bilinmezliği (ibham), korku ve ümit (kefeteyn-i havf ve reca) arasında bir denge (muvazene) sağlar. İnsan, her an ölümü düşünerek hem dünya hem ahiret için dengeli bir hayat sürer.
  14. **“Kefeteyn-i havf ve reca, hizmet-i ukba, dünya; tevehhüm-ü bekaî, lezzet-i ömrü verir”**: Korku ve ümit dengesi, dünya ve ahiret hizmetini sağlar. Ecelin belirsizliği, insana sanki ebedi yaşayacakmış gibi bir his (tevehhüm-ü bekaî) verir ve ömrün lezzetini artırır.
  15. **“Yirmi sene mübhem bir ömür olsa ahsen nihayeti muayyen bin senelik bir ömre”**: Belirsiz (mübhem) bir yirmi yıllık ömür, sonu belli (muayyen) bin yıllık bir ömürden daha iyidir (ahsen). Çünkü belirsizlik, insanı her an hazır tutar ve hayata anlam katar.
  16. **“Zira nısfı geçerse, her saati geldikçe güya adım atarak darağacına gidersin”**: Eğer ömrün yarısı geçerse ve ecel belli olsaydı, her saat insana darağacına yaklaşır gibi hissettirirdi. Bu, sürekli bir üzüntü (şey’en şey’en üzülmek) ve tesellisizlik yaratırdı.
  17. **“Şey’en şey’en üzülmek, vehim de teselli vermez, sen de rahat etmezsin”**: Ecelin belli olması, insanı adım adım üzüntüye sürükler ve hiçbir teselli (vehim) rahatlık vermez. Bu, ecelin gizliliğinin hikmetini gösterir.

**Genel Mesaj**: Meziyetlerin gizli kalması, ihlas ve bereket getirir; şöhret ve riya ise zulüm ve fitneye yol açar. Allah’ın nizamında, velayet, ecel, dua saati ve Kadir Gecesi gibi bazı şeyler gizlidir; bu belirsizlik (ibham), hikmet ve denge sağlar. Müslümanlar, alçakgönüllü olmalı, şöhretten kaçınmalı ve Allah’ın nizamındaki gizliliğin hikmetini tefekkür etmelidir.

### **Genel Değerlendirme ve Sonuç**
Bu metin, Risale-i Nur’un temel temalarından birini, yani ihlas, alçakgönüllülük ve Allah’ın nizamındaki hikmeti ele alır. Ana noktalar şunlardır:
1. **Gizliliğin Hikmeti**: Meziyetlerin gizli kalması, birey ve topluluk için bereketlidir. Şöhret ve kendini gösterme (taayyün), zulme ve fitneye yol açar.
2. **İhlas ve Kardeşlik**: Alçakgönüllülük, kardeşler arasında saygı ve hürmeti artırır; şöhret ise bölünmeye sebep olur.
3. **İbhamın Hikmeti**: Allah’ın nizamında velayet, ecel, dua saati ve Kadir Gecesi gibi şeylerin gizli olması, denge ve hikmet taşır. Örneğin, ecelin belirsizliği, korku ve ümit arasında bir muvazene sağlar.
4. **Tefekkürün Önemi**: Müslümanlar, Allah’ın nizamındaki gizliliğin ve belirsizliğin hikmetini tefekkür ederek ihlasla hareket etmelidir.

Bu metin, Müslümanlara ihlası, alçakgönüllülüğü ve Allah’ın nizamındaki hikmetleri anlamayı öğütler. Şöhret ve riyadan uzak durmayı, gizliliğin bereketini ve belirsizliğin hikmetini vurgulayarak, insanın hem dünya hem ahiret saadeti için nasıl bir tavır takınması gerektiğini gösterir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




İcad ve cem’-i ezdadda büyük bir hikmet var. Kudret elinde şems ve zerre birdir.

İcad ve cem’-i ezdadda büyük bir hikmet var. Kudret elinde şems ve zerre birdir. 

   Ey birader-i kalb-hüşyar! Ezdadın cem’indendir tecelli-i iktidar; lezzet içinde elem, hayrın içinde şerri,

   Hüsnün içinde kubhu, nef’in içinde darrı, nimet içinde nıkmet, nurun içinde nârı bilir misin ki sırrı?

Hakaik-i nisbiye, sübut takarrur etsin, bir şeyde çok şey olsun, bulsun vücud, görünsün. Sürat-i hareketle bir nokta bir hat olur.

   Çevirmenin sürati yapar bir lem’a-i nur, daire-i nurani. Hakaik-i nisbiye vazifesi, dünyada taneler sümbül olur.

   Kâinatın çamuru, revabıt-ı nizamı, alâik-ı nakşını odur teşkil ediyor. Âhirette bu nisbî emirler orada hakaik olur.

   Hararette meratib, ona olmuştur sebep tahallül-ü bürudet. Hüsündeki derecat kubhun tedahülüdür. Sebep, illet oluyor.

   Ziya zulmete borçlu, lezzet eleme medyun; sıhhat, marazsız olmaz. Cennet olmazsa belki cehennem tazip etmez. Zemherirsiz olmuyor.

   Ger zemherir olmazsa o da ihrak edemez. O Hallak-ı Lemyezel, halk-ı ezdad içinde hikmetini gösterdi. Haşmeti etti zuhur.

   O Kadîr-i Lâyezal, cem’-i ezdad içinde iktidarı gösterdi. Azamet etti zuhur. Madem o kudret-i İlahî lâzıme-i zatî olur

   O Zat-ı Ezelî’ye hem zarure-i nâşie; onda zıddı olamaz, acz tahallül edemez, onda meratib olamaz, her şeye nisbeti bir, hiçbir şey ağır olmuyor.

   O kudretin ziyasına güneş mişkât olmuştur. Bu mişkâtın nuruna deniz yüzü âyine, şebnemlerin gözleri birer mir’at olmuştur.

   Denizin geniş yüzü, gösterdiği güneşi çin-i cebînindeki katreler de gösterir, şebnemin küçük gözü yıldız gibi parlıyor.

   Aynı hüviyet tutar; şebnem, deniz bir olur güneşin nazarında, kudreti tanzir eder; şebnemin göz bebeği küçücük bir güneştir.

   Şu muhteşem güneş de küçücük bir şebnemdir; göz bebeği bir nurdur ki şems-i kudretten gelir, o kudrete kamer olur.

   Semavat bir denizdir, bir nefes-i Rahman’la çin-i cebînlerinde mevcelenip, katarat ki nücum ve hem şümustur.

   Kudret tecelli etti, o katarata serpti nurani lemaatı. Her bir güneş bir katre, her bir yıldız bir şebnem, her bir lem’a timsaldir.

   O feyz-i tecellinin küçücük bir aksidir o katre-misal güneş. Eder mücella camını o lümey’a zücace dürri-misal parlıyor

   O şebnem-misal yıldız latîf gözü içinde, bir yer yapar lem’aya, lem’a olur bir sirac, gözü olur zücace, misbahı nurlanıyor.

******

1 — İcad ve cem’-i ezdadın hikmeti

Metin özeti:

> “İcad ve cem’-i ezdadda büyük bir hikmet var. Kudret elinde şems ve zerre birdir.”

İzah:

Burada “cem’-i ezdad”, yani varlıkların çeşitliliği ve bir araya gelmesi üzerinden kudretin hikmeti anlatılır.

Kudret, en büyük ölçekte güneşi, en küçük ölçekte zerreyi aynı şekilde kontrol eder.

Bu, Allah’ın birliği ve mutlak kudretini gösterir: Çokluk içinde birlik, çeşitlilik içinde düzen.

Farklı mertebelerdeki varlıklar, küçük ve büyük tüm varlıklar kudretin birer tecellisidir.

2 — Hikmetin dual yönlü tezahürü: lezzet ve elem

Metin özeti:

> “Lezzet içinde elem, hayrın içinde şerri, hüsnün içinde kubhu, nimet içinde nıkmet…”

İzah:

Allah’ın kudreti ve hikmeti, mutlak bir denge ile tecelli eder.

Dünyada lezzet ve elem, hayır ve şer, güzellik ve çirkinlik bir arada görülür; her şeyin bir sebebi vardır.

Bu nisbi tecelli, insanın hakkı anlaması, hikmeti fark etmesi için bir eğitim ve imtihan sistemidir.

Mesela sağlık, hastalık; sıcaklık, soğukluk gibi çift kutuplar, kudretin ilahi düzenini gösterir.

3 — Hakikatin nisbi olması

Metin özeti:

> “Hakaik-i nisbiye, sübut takarrur etsin, bir şeyde çok şey olsun…”

İzah:

Her varlık, tek başına anlam taşımaz; diğer varlıklarla ilişkisiyle anlam kazanır.

Güneşin ışığı, deniz yüzüne, şebneme ve zerrelere yansır; her bir varlık kudreti yansıtır ama nisbi bir biçimde.

Bu, hakikatin nisbi doğasıdır: Küçük bir varlık, büyük kudretin aksini taşır; büyük bir varlık, küçük varlıkların içinde yansır.

4 — Mikro ve makro âlemin tecellisi

Metin özeti:

> “Şebnem, deniz bir olur güneşin nazarında; şebnemin göz bebeği küçücük bir güneştir…”

İzah:

Bu bölümde mikro-kosmos ve makro-kosmos arasındaki bağlantı vurgulanır.

Küçük bir şebnem damlası, güneş ışığının aksini taşır; bütün evren, kudretin bir yansımasıdır.

Her zerre, her yıldız, her ışık lekesi, Allah’ın kudretinin bir tecellisidir.

Risale-i Nur’un önemli bir noktası: Her küçük varlık, büyük varlıkla aynı kudretin bir parçasıdır, bu da “vahdet-i kudret”i gösterir.

5 — Kudretin mutlak ve eşit dağılışı

Metin özeti:

> “Madem o kudret-i İlahî lâzıme-i zatî olur; onda zıddı olamaz, acz tahallül edemez…”

İzah:

Allah’ın kudreti temel ve değişmezdir; hiçbir varlık O’na denk gelemez.

Tüm varlıklar, kudretin eşit ve orantılı tecellisi ile birbirine bağlanır.

Büyük güneş, küçük şebnem, her biri kudretin nisbi tecellisini gösterir; hiçbir şey ağır basmaz, her şey dengededir.

6 — Kâinatın nizamı ve dersleri

Metin özeti:

> “Kâinatın çamuru, revabıt-ı nizamı, alâik-ı nakşını odur teşkil ediyor. Âhirette bu nisbî emirler orada hakaik olur.”

İzah:

Dünyadaki her şey nisbi tecellilerle var olur; sıcaklık, soğukluk, sağlık, hastalık gibi dualiteler kudretin hikmetini gösterir.

Âhirette bu nisbi tecelliler, hakikate dönüşür ve her şeyin özündeki anlam ortaya çıkar.

Bu, kainatın düzeni ve Allah’ın adaletinin göstergesidir.

7 — Pratik dersler

  1. Küçük ve büyük varlıklar, kudretin bir tecellisidir.
  2. Lezzet ve elem, nimet ve nıkmet, hayır ve şer bir arada olup hikmetin bir yönünü gösterir.
  3. Her varlık, diğerleriyle ilişkisi içinde anlam kazanır; hakikat nisbi bir düzendedir.
  4. Mikro ve makro âlem, kudretin tecellisinin birbirini yansıtmasıdır.
  5. Dünyadaki tecrübeler, Âhirette hakikate dönüşecek bir eğitim ve imtihan sistemidir.

Özet:

Kudret elinde tüm varlıklar birdir: Büyük güneş, küçük şebnem, zerre.

Her varlık, kudretin tecellisidir; lezzet ve elem, nimet ve nıkmet, güzellik ve çirkinlik, hepsi hikmetin bir parçasıdır.

Kâinatın düzeni, nisbi tecelli ve ölçü üzerine kuruludur.

Bu düzen, insanın aklı ve kalbi için ders ve ibrettir; her şey Allah’ın kudretini gösterir ve Âhirette hakikate dönüşür.

******

Metin, Allah’ın kudretinin zıtlıkların bir araya getirilmesinde (cem’-i ezdad) tecelli ettiğini, bu zıtlıkların hikmetini ve yaratılışta küçük ile büyük arasındaki birliği ele alıyor. Ana tema, Allah’ın kudretinin zıtlıklar içinde nasıl bir hikmet ve haşmetle göründüğünü, her şeyin O’nun nazarında eşit olduğunu ve yaratılışın inceliklerini tefekkür etmenin önemini vurgulamaktır.

### **İcad ve Cem’-i Ezdadda Büyük Bir Hikmet Var. Kudret Elinde Şems ve Zerre Birdir**

**Metin:**
> İcad ve cem’-i ezdadda büyük bir hikmet var. Kudret elinde şems ve zerre birdir.
> Ey birader-i kalb-hüşyar! Ezdadın cem’indendir tecelli-i iktidar; lezzet içinde elem, hayrın içinde şerri,
> Hüsnün içinde kubhu, nef’in içinde darrı, nimet içinde nıkmet, nurun içinde nârı bilir misin ki sırrı?
> Hakaik-i nisbiye, sübut takarrur etsin, bir şeyde çok şey olsun, bulsun vücud, görünsün. Sürat-i hareketle bir nokta bir hat olur.
> Çevirmenin sürati yapar bir lem’a-i nur, daire-i nurani. Hakaik-i nisbiye vazifesi, dünyada taneler sümbül olur.
> Kâinatın çamuru, revabıt-ı nizamı, alâik-ı nakşını odur teşkil ediyor. Âhirette bu nisbî emirler orada hakaik olur.
> Hararette meratib, ona olmuştur sebep tahallül-ü bürudet. Hüsündeki derecat kubhun tedahülüdür. Sebep, illet oluyor.
> Ziya zulmete borçlu, lezzet eleme medyun; sıhhat, marazsız olmaz. Cennet olmazsa belki cehennem tazip etmez. Zemherirsiz olmuyor.
> Ger zemherir olmazsa o da ihrak edemez. O Hallak-ı Lemyezel, halk-ı ezdad içinde hikmetini gösterdi. Haşmeti etti zuhur.
> O Kadîr-i Lâyezal, cem’-i ezdad içinde iktidarı gösterdi. Azamet etti zuhur. Madem o kudret-i İlahî lâzıme-i zatî olur
> O Zat-ı Ezelî’ye hem zarure-i nâşie; onda zıddı olamaz, acz tahallül edemez, onda meratib olamaz, her şeye nisbeti bir, hiçbir şey ağır olmuyor.
> O kudretin ziyasına güneş mişkât olmuştur. Bu mişkâtın nuruna deniz yüzü âyine, şebnemlerin gözleri birer mir’at olmuştur.
> Denizin geniş yüzü, gösterdiği güneşi çin-i cebînindeki katreler de gösterir, şebnemin küçük gözü yıldız gibi parlıyor.
> Aynı hüviyet tutar; şebnem, deniz bir olur güneşin nazarında, kudreti tanzir eder; şebnemin göz bebeği küçücük bir güneştir.
> Şu muhteşem güneş de küçücük bir şebnemdir; göz bebeği bir nurdur ki şems-i kudretten gelir, o kudrete kamer olur.
> Semavat bir denizdir, bir nefes-i Rahman’la çin-i cebînlerinde mevcelenip, katarat ki nücum ve hem şümustur.
> Kudret tecelli etti, o katarata serpti nurani lemaatı. Her bir güneş bir katre, her bir yıldız bir şebnem, her bir lem’a timsaldir.
> O feyz-i tecellinin küçücük bir aksidir o katre-misal güneş. Eder mücella camını o lümey’a zücace dürri-misal parlıyor
> O şebnem-misal yıldız latîf gözü içinde, bir yer yapar lem’aya, lem’a olur bir sirac, gözü olur zücace, misbahı nurlanıyor.

**İzah:**
Bu bölüm, Allah’ın kudretinin zıtlıkların bir araya getirilmesinde (cem’-i ezdad) tecelli ettiğini ve bu zıtlıkların yaratılışta büyük bir hikmet barındırdığını ele alıyor. Küçük ile büyük, zerre ile güneş, Allah’ın kudret nazarında birdir. Zıtlıklar, hakikatlerin ortaya çıkması için bir vesiledir ve kâinat, bu zıtlıkların uyumuyla düzenlenmiştir.

  1. **“İcad ve cem’-i ezdadda büyük bir hikmet var. Kudret elinde şems ve zerre birdir”**: Yaratılış (icad) ve zıtlıkların bir araya getirilmesi (cem’-i ezdad), büyük bir hikmet taşır. Allah’ın kudreti nazarında, güneş (şems) ile zerre (en küçük parçacık) eşittir. Bu, Allah’ın sınırsız kudretinin her şeye eşit şekilde tecelli ettiğini gösterir.
  2. **“Ey birader-i kalb-hüşyar! Ezdadın cem’indendir tecelli-i iktidar; lezzet içinde elem, hayrın içinde şerri, hüsnün içinde kubhu, nef’in içinde darrı, nimet içinde nıkmet, nurun içinde nârı bilir misin ki sırrı?”**: Kalbi uyanık olan kardeşine (birader-i kalb-hüşyar) seslenerek, Allah’ın kudretinin (iktidar) zıtlıkların birleşiminde tecelli ettiği belirtiliyor. Lezzet ile elem, hayır ile şer, güzellik (hüsn) ile çirkinlik (kubh), fayda (nef’) ile zarar (darr), nimet ile nıkmet (bela), nur ile nar (ateş) bir aradadır. Bu zıtlıkların birleşimi, yaratılışın sırrıdır ve Allah’ın hikmetini gösterir.
  3. **“Hakaik-i nisbiye, sübut takarrur etsin, bir şeyde çok şey olsun, bulsun vücud, görünsün”**: Göreceli hakikatler (hakaik-i nisbiye), varlığın sabitlenmesi (sübut) ve hakikatlerin ortaya çıkması için gereklidir. Bir şeyde çok şeyin var olması, zıtlıkların bir araya gelmesiyle mümkün olur. Örneğin, bir şey hem güzel hem çirkin, hem faydalı hem zararlı olabilir; bu, hakikatlerin çeşitlenmesini sağlar.
  4. **“Sürat-i hareketle bir nokta bir hat olur. Çevirmenin sürati yapar bir lem’a-i nur, daire-i nurani”**: Hızlı hareket eden bir nokta, bir çizgi (hat) olur; hızlı dönen bir ışık parçası (lem’a-i nur), bir ışık dairesi (daire-i nurani) oluşturur. Bu, göreceli hakikatlerin (hakaik-i nisbiye) dinamik doğasını gösterir. Hareket ve zıtlıklar, kâinatta düzenin ve güzelliğin ortaya çıkmasını sağlar.
  5. **“Hakaik-i nisbiye vazifesi, dünyada taneler sümbül olur”**: Göreceli hakikatlerin görevi, dünyada tohumların (taneler) sümbül (başak) haline gelmesidir. Yani, zıtlıklar ve farklılıklar, dünyanın düzenini ve bereketini sağlar.
  6. **“Kâinatın çamuru, revabıt-ı nizamı, alâik-ı nakşını odur teşkil ediyor”**: Kâinatın hammaddesi (çamuru), düzen bağları (revabıt-ı nizamı) ve nakışlarının ilişkileri (alâik-ı nakşı), bu göreceli hakikatlerle şekillenir. Zıtlıklar, kâinatın düzenini ve estetiğini oluşturur.
  7. **“Âhirette bu nisbî emirler orada hakaik olur”**: Dünyada göreceli olan hakikatler (nisbî emirler), ahirette mutlak hakikatlere dönüşür. Örneğin, dünyadaki zıtlıklar (lezzet-elem, hayır-şer), ahirette cennet ve cehennem gibi mutlak hakikatler olarak tezahür eder.
  8. **“Hararette meratib, ona olmuştur sebep tahallül-ü bürudet. Hüsundaki derecat kubhun tedahülüdür”**: Sıcaklığın dereceleri (hararette meratib), soğuğun varlığına (tahallül-ü bürudet) bağlıdır. Güzelliğin dereceleri (hüsundaki derecat), çirkinliğin varlığı (kubhun tedahülü) ile anlam kazanır. Zıtlıklar, birbirini tamamlar ve hakikatlerin ortaya çıkmasına sebep olur.
  9. **“Sebep, illet oluyor. Ziya zulmete borçlu, lezzet eleme medyun; sıhhat, marazsız olmaz”**: Işık (ziya), karanlığa (zulmet); lezzet, eleme; sıhhat, hastalığa (maraz) borçludur. Zıtlıklar, birbirinin varlığını anlamlı kılar ve birinin varlığı, diğerinin sebebidir (illet).
  10. **“Cennet olmazsa belki cehennem tazip etmez. Zemherirsiz olmuyor. Ger zemherir olmazsa o da ihrak edemez”**: Cennetin varlığı, cehennemin azabını anlamlı kılar; cehennemin soğukluğu (zemherir) olmazsa, sıcaklığı (ihrak) da etkili olmaz. Zıtlıklar, ahiret hayatını da anlamlı hale getirir.
  11. **“O Hallak-ı Lemyezel, halk-ı ezdad içinde hikmetini gösterdi. Haşmeti etti zuhur”**: Ebedi Yaratıcı (Hallak-ı Lemyezel), zıtlıkları yaratmakla (halk-ı ezdad) hikmetini göstermiştir. Bu, O’nun haşmetinin (büyüklüğünün) ortaya çıkmasını sağlar.
  12. **“O Kadîr-i Lâyezal, cem’-i ezdad içinde iktidarı gösterdi. Azamet etti zuhur”**: Sınırsız Kudret Sahibi (Kadîr-i Lâyezal), zıtlıkları bir araya getirerek kudretini göstermiştir. Bu, O’nun azametinin (büyüklüğünün) ortaya çıkmasını sağlar.
  13. **“Madem o kudret-i İlahî lâzıme-i zatî olur O Zat-ı Ezelî’ye hem zarure-i nâşie; onda zıddı olamaz, acz tahallül edemez, onda meratib olamaz, her şeye nisbeti bir, hiçbir şey ağır olmuyor”**: Allah’ın kudreti, O’nun zatının ayrılmaz bir özelliğidir (lâzıme-i zatî) ve zorunlu bir niteliğidir (zarure-i nâşie). Bu kudrette zıtlık (zıddı) veya acizlik (acz) bulunamaz; dereceler (meratib) yoktur; her şeye eşit şekilde tecelli eder ve hiçbir şey O’na ağır gelmez. Bu, Allah’ın sınırsız kudretinin evrenselliğini ve eşitliğini gösterir.
  14. **“O kudretin ziyasına güneş mişkât olmuştur. Bu mişkâtın nuruna deniz yüzü âyine, şebnemlerin gözleri birer mir’at olmuştur”**: Allah’ın kudretinin ışığına (ziyasına) güneş, bir kandil (mişkât) olmuştur. Deniz yüzü, bu nurun aynası (âyine); şebnemlerin (çiy damlalarının) gözleri ise birer aynadır (mir’at). Bu, Allah’ın kudretinin her şeyde tecelli ettiğini gösterir.
  15. **“Denizin geniş yüzü, gösterdiği güneşi çin-i cebînindeki katreler de gösterir, şebnemin küçük gözü yıldız gibi parlıyor”**: Denizin geniş yüzeyi, güneşi yansıtır; alnındaki kırışıklıklarda (çin-i cebîn) bulunan su damlacıkları (katreler) de aynı güneşi yansıtır. Şebnemin küçük gözü, yıldız gibi parlar. Bu, Allah’ın kudretinin büyük ve küçük her şeyde eşit şekilde tecelli ettiğini ifade eder.
  16. **“Aynı hüviyet tutar; şebnem, deniz bir olur güneşin nazarında, kudreti tanzir eder; şebnemin göz bebeği küçücük bir güneştir”**: Şebnem ve deniz, Allah’ın kudret nazarında birdir; aynı hakikati (hüviyet) yansıtır. Şebnemin göz bebeği, küçük bir güneş gibidir ve Allah’ın kudretini aynen yansıtır (tanzir eder).
  17. **“Şu muhteşem güneş de küçücük bir şebnemdir; göz bebeği bir nurdur ki şems-i kudretten gelir, o kudrete kamer olur”**: Muhteşem güneş bile, Allah’ın kudret nazarında bir şebnem gibidir. Güneşin ışığı, Allah’ın kudret güneşinden (şems-i kudret) gelen bir nurdur ve O’nun kudretine bir ay (kamer) gibi yansıtıcıdır.
  18. **“Semavat bir denizdir, bir nefes-i Rahman’la çin-i cebînlerinde mevcelenip, katarat ki nücum ve hem şümustur”**: Gökyüzü (semavat), bir deniz gibidir; Allah’ın rahmet nefesiyle (nefes-i Rahman) dalgalanır ve yıldızlar (nücum) ile güneşler (şümus), bu denizin damlacıkları (katarat) gibidir.
  19. **“Kudret tecelli etti, o katarata serpti nurani lemaatı”**: Allah’ın kudreti, bu damlacıklara (yıldızlar ve güneşler) nurani parıltılar (lema’at) serpti. Her biri, Allah’ın kudretinin bir yansımasıdır.
  20. **“Her bir güneş bir katre, her bir yıldız bir şebnem, her bir lem’a timsaldir”**: Her güneş bir damla, her yıldız bir şebnem, her ışık parıltısı (lem’a) bir temsildir (timsal). Bu, Allah’ın kudretinin her şeyde tecelli ettiğini gösterir.
  21. **“O feyz-i tecellinin küçücük bir aksidir o katre-misal güneş. Eder mücella camını o lümey’a zücace dürri-misal parlıyor”**: Güneş, Allah’ın kudretinin tecelli feyzinin küçük bir yansımasıdır (aks). Şebnemin parlak camı (zücace), inci gibi parlar (dürri-misal).
  22. **“O şebnem-misal yıldız latîf gözü içinde, bir yer yapar lem’aya, lem’a olur bir sirac, gözü olur zücace, misbahı nurlanıyor”**: Yıldız, şebnem gibi latif bir göz içinde Allah’ın nur parıltısına (lem’a) yer açar. Bu parıltı, bir lamba (sirac) olur; yıldızın gözü bir cam (zücace) gibi parlar ve nurlandırılır.

**Genel Mesaj**: Allah’ın kudreti, zıtlıkların bir araya getirilmesinde (cem’-i ezdad) tecelli eder ve bu, yaratılışın büyük bir hikmetidir. Lezzet-elem, hayır-şer, güzellik-çirkinlik gibi zıtlıklar, hakikatlerin ortaya çıkmasını sağlar. Allah’ın kudret nazarında, güneş ile zerre, deniz ile şebnem birdir; her şey O’nun kudretinin bir yansımasıdır. Kâinat, bu zıtlıkların uyumuyla düzenlenmiştir ve ahirette bu göreceli hakikatler mutlak hakikatlere dönüşecektir. Müslümanlar, bu hikmeti tefekkür ederek Allah’ın kudret ve azametini anlamalıdır.

### **Genel Değerlendirme ve Sonuç**
Bu metin, Risale-i Nur’un temel temalarından birini, yani Allah’ın kudretinin zıtlıklar içinde tecelli ettiğini ve yaratılışın hikmetini ele alır. Ana noktalar şunlardır:
1. **Zıtlıkların Hikmeti**: Zıtlıkların bir araya getirilmesi (cem’-i ezdad), Allah’ın kudretinin ve hikmetinin bir göstergesidir. Lezzet-elem, hayır-şer, güzellik-çirkinlik gibi zıtlıklar, hakikatlerin ortaya çıkmasını sağlar.
2. **Kudretin Eşitliği**: Allah’ın kudret nazarında, güneş ile zerre, deniz ile şebnem birdir. Her şey, O’nun kudretinin bir yansımasıdır ve hiçbir şey O’na ağır gelmez.
3. **Kâinatın Düzeni**: Göreceli hakikatler (hakaik-i nisbiye), kâinatın düzenini ve nakışlarını oluşturur. Ahirette bu hakikatler, mutlak hakikatlere dönüşecektir.
4. **Tefekkürün Önemi**: Müslümanlar, kâinattaki zıtlıkları ve Allah’ın kudretinin tecellilerini tefekkür ederek O’nun hikmetini, haşmetini ve azametini anlamalıdır.

Bu metin, Müslümanlara kâinatı bir tefekkür kitabı olarak okumayı, Allah’ın kudretinin zıtlıklar içindeki hikmetini görmeyi ve her şeyde O’nun birliğini (tevhid) fark etmeyi öğütler. Zıtlıkların bir araya getirilmesi, yaratılışın güzelliğini ve Allah’ın sınırsız kudretini ortaya koyar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




İslâmiyet, selm ve müsalemettir; dâhilde nizâ ve husumet istemez

İslâmiyet, selm ve müsalemettir; dâhilde nizâ ve husumet istemez 

   Ey âlem-i İslâmî! Hayatın ittihatta. Ger ittihat istersen düsturun bu olmalı:

   “Hüve’l-Hakku” yerine “Hüve Hakkun” olmalı. “Hüve’l-Hasen” yerine “Hüve’l-Ahsen” olmalı.

Her müslim kendi meslek, mezhebine demeli: “İşte bu haktır, başkasına ilişmem. Başkaları güzelse benim en güzelidir.”

   Dememeli: “Budur hak, başkaları battaldır.” Ya “Yalnız benimkidir güzeli, başkaları yanlıştır hem çirkindir.”

   Zihniyet-i inhisar, hubb-u nefisten geliyor, sonra maraz oluyor, nizâ ondan çıkıyor. Dert ile dermanlar

   Taaddüdü hak olur, hak da taaddüd eder. Hâcat ve ağdiyenin tenevvüü hak olur, hak da tenevvü eder.

   İstidat, terbiyeler tekessürü hak olur, hak da tekessür eder. Bir madde-i vâhide hem zehir ve hem panzehir.

   İki mizaca göre. Mesail-i fer’îde hakikat sabit değil, izafî ve mürekkeb, mükellefîn mizaçlar

   Ona bir hisse verip ona göre ederek tahakkuk ve terekküp, her mezhebin sahibi mühmel mutlak hükmeder.

   Mezhebinin hududu, tayinini bırakır temayül-ü mizaca; taassub-u mezhebî tamime sebep olur.

   Tamimin iltizamı sebep olur nizâya. İslâmiyet’ten evvel tabakat-ı beşerde derin uçurumlar,

   Hem tebâud-ü acibi istedi bir vakitte taaddüd-ü enbiya, tenevvü-ü şerâyi’, müteaddid mezhepler.

   Beşerde bir inkılab İslâmiyet yaptırdı, beşer tekarüb etti, şer’ etti ittihat, vâhid oldu peygamber.

   Seviye bir olmadı, mezhep taaddüd etti. Terbiye-i vâhide kâfi geldiği zaman, ittihat eder mezhepler…

* * * 

İslâmiyetin özünde selm, müsamaha ve ittihat anlayışını ele alıyor. Risale-i Nur perspektifiyle detaylı bir izah yapalım:

1 — İslâmiyetin selm ve müsalemet özelliği

Metin özeti:

> “İslâmiyet, selm ve müsalemettir; dâhilde nizâ ve husumet istemez.”

İzah:

İslâmiyetin temel düsturu, barış, güven ve karşılıklı saygıdır.

Dâhilde, yani Müslüman topluluk içinde iç çatışma ve düşmanlık İslâmiyetin ruhuna aykırıdır.

Kur’ân-ı Kerîm’de ve Peygamber Efendimiz’in sünnetinde sık sık vurgulanan husus: Müslümanlar birbirleriyle çekişmemeli, birbirini yok etmeye çalışmamalıdır.

2 — “Hüve’l-Hakku” yerine “Hüve Hakkun” ilkesi

Metin özeti:

> “Ger ittihat istersen düsturun bu olmalı: ‘Hüve’l-Hakku’ yerine ‘Hüve Hakkun’, ‘Hüve’l-Hasen’ yerine ‘Hüve’l-Ahsen’ olmalı.”

İzah:

Burada hakikati ve güzelliği mutlak görmek yerine nisbi ve mükerrer görmek öneriliyor.

“Hüve’l-Hakku” (Sadece O haklıdır) yerine “Hüve Hakkun” (Her hak kendi yerinde haklıdır) yaklaşımı:

İnsanlar ve mezhepler arasında ittifak ve karşılıklı saygı oluşturur.

İhtilaflar ve taassup yerine birbirine tahammül ve nezaket esas alınır.

Benzer şekilde “Hüve’l-Hasen” yerine “Hüve’l-Ahsen” demek: Güzellik de farklı şekillerde tezahür edebilir, herkesin kendi yolu kendince güzeldir.

3 — Mezhep taassubu ve inhisar zihniyeti

Metin özeti:

> “Dememeli: ‘Budur hak, başkaları battaldır.’ Ya ‘Yalnız benimkidir güzeli, başkaları yanlıştır hem çirkindir.’”

İzah:

Mezhep taassubu ve inhisar (tekelleşme) zihniyeti, nifak ve düşmanlık doğurur.

İnsan sadece kendi mezhebi veya görüşünü mutlak hak zannedip diğerlerini çirkin ve yanlış görmemelidir.

Risale-i Nur’da da vurgulanan prensip: Farklılıklar, düşmanlık değil, zenginlik ve çeşitlilik olarak görülmelidir.

4 — Hak ve taaddüd (çoğuliyet) ilişkisi

Metin özeti:

> “Dert ile dermanlar taaddüdü hak olur, hak da taaddüd eder.”

İzah:

Hak ve güzellik tek biçimde değil, çeşitli yollar ve şekillerle tezahür eder.

Mezheplerin veya fıkhî görüşlerin farklı olması, İslâm’ın ruhuna aykırı değil, aksine hakikatin çeşitli yönlerinin ortaya çıkmasıdır.

Tek tip yaklaşım, inhisar ve taassuba yol açar; farklı yollar, İslâm’ın esnek ve kapsayıcı ruhunu gösterir.

5 — İslâmiyetin inkılabı ve ittihat anlayışı

Metin özeti:

> “Beşerde bir inkılab İslâmiyet yaptırdı, beşer tekarüb etti, şer’ etti ittihat, vâhid oldu peygamber.”

İzah:

İslâmiyet, insanları birleştiren bir inkılap yapmıştır.

Peygamber Efendimiz (asm), farklı kavim ve mezhepleri bir araya getirmiş, şer’i kurallarla ittifak ve birlik sağlamıştır.

Bu süreçte herkes kendi ölçüsünde hakikate yönlendirilmiş, zorla tek bir mezhebe sokulmamıştır.

Mezheplerin çoğulluğu, ittihatın önünde engel değil, manevi çeşitliliği ve hakikatin zenginliğini gösterir.

6 — Pratik dersler

  1. İslâmiyet, iç çatışmayı reddeder, selm ve müsamaha esas alınmalıdır.
  2. Hak ve güzellik farklı biçimlerde tezahür edebilir, herkes kendi yolunu benimser, başkasına düşman olmaz.
  3. Taassup, inhisar ve kibir, İslâm’ın ruhuna aykırıdır; bu zihniyet düşmanlık ve nizâ doğurur.
  4. Mezhepler ve farklı görüşler, hakikatin çeşitliliğini gösterir, bu çoğulluk bir zenginliktir.
  5. Peygamberlik ve şer’i düzen, insanları ittihat ve ahenk içinde birleştirir, herkesin ruh ve fıtratına göre farklı yollar bırakır.

7 — Özet

İttihat ve selm: Müslüman topluluk içinde çatışma değil, birlik ve saygı esastır.

Nisbi hak anlayışı: Her mezhep ve yol kendi içinde haklıdır ve güzeldir.

Taassup ve inhisar: Nifak ve düşmanlık kaynağıdır, önlenmelidir.

Çoğul hak anlayışı: Mezhep farklılıkları hakikatin farklı tezahürleridir, İslâm’ın ruhuna uygundur.

Peygamberlik ve şer’î düzen: İnsanları ahenk ve birlik içinde birleştirir, hak ve güzellik çeşitliliğini korur.

*****

Metin, İslam’ın barış ve birlik dini olduğunu, Müslümanlar arasında ihtilaf ve husumetin istenmediğini, mezheplerin ve farklılıkların hakikatin birer yansıması olduğunu ve birlik için doğru bir zihniyetin gerektiğini vurguluyor. Ana tema, İslam dünyasının birliğini (ittihat) sağlamak için mezhepler ve görüşler arasındaki farklılıkları hoşgörüyle karşılamanın ve taassuptan uzak durmanın önemidir.

### **İslâmiyet, Selm ve Müsalemettir; Dâhilde Nizâ ve Husumet İstemez**

**Metin:**
> İslâmiyet, selm ve müsalemettir; dâhilde nizâ ve husumet istemez
> Ey âlem-i İslâmî! Hayatın ittihatta. Ger ittihat istersen düsturun bu olmalı:
> “Hüve’l-Hakku” yerine “Hüve Hakkun” olmalı. “Hüve’l-Hasen” yerine “Hüve’l-Ahsen” olmalı.
> Her müslim kendi meslek, mezhebine demeli: “İşte bu haktır, başkasına ilişmem. Başkaları güzelse benim en güzelidir.”
> Dememeli: “Budur hak, başkaları battaldır.” Ya “Yalnız benimkidir güzeli, başkaları yanlıştır hem çirkindir.”
> Zihniyet-i inhisar, hubb-u nefisten geliyor, sonra maraz oluyor, nizâ ondan çıkıyor. Dert ile dermanlar
> Taaddüdü hak olur, hak da taaddüd eder. Hâcat ve ağdiyenin tenevvüü hak olur, hak da tenevvü eder.
> İstidat, terbiyeler tekessürü hak olur, hak da tekessür eder. Bir madde-i vâhide hem zehir ve hem panzehir.
> İki mizaca göre. Mesail-i fer’îde hakikat sabit değil, izafî ve mürekkeb, mükellefîn mizaçlar
> Ona bir hisse verip ona göre ederek tahakkuk ve terekküp, her mezhebin sahibi mühmel mutlak hükmeder.
> Mezhebinin hududu, tayinini bırakır temayül-ü mizaca; taassub-u mezhebî tamime sebep olur.
> Tamimin iltizamı sebep olur nizâya. İslâmiyet’ten evvel tabakat-ı beşerde derin uçurumlar,
> Hem tebâud-ü acibi istedi bir vakitte taaddüd-ü enbiya, tenevvü-ü şerâyi’, müteaddid mezhepler.
> Beşerde bir inkılab İslâmiyet yaptırdı, beşer tekarüb etti, şer’ etti ittihat, vâhid oldu peygamber.
> Seviye bir olmadı, mezhep taaddüd etti. Terbiye-i vâhide kâfi geldiği zaman, ittihat eder mezhepler…

**İzah:**
Bu bölüm, İslam’ın barış (selm) ve uzlaşma (müsalemet) dini olduğunu, Müslümanlar arasında çekişme (nizâ) ve düşmanlık (husumet) istemediğini vurguluyor. İslam dünyasının birliği (ittihat) için doğru bir zihniyetin benimsenmesi gerektiğini ve mezheplerin farklılıklarının hakikatin birer yansıması olarak kabul edilmesi gerektiğini ifade ediyor.

  1. **“İslâmiyet, selm ve müsalemettir; dâhilde nizâ ve husumet istemez”**: İslam, barış ve uzlaşma dinidir. Müslümanlar arasında (dâhilde) çekişme ve düşmanlık istenmez. İslam, birlik ve kardeşlik üzerine kuruludur; bu nedenle Müslümanlar, ihtilaf ve husumetten uzak durmalıdır.
  2. **“Ey âlem-i İslâmî! Hayatın ittihatta”**: İslam dünyasına (âlem-i İslâmî) seslenerek, hayatın ve kurtuluşun birlik (ittihat) içinde olduğu belirtiliyor. Müslümanların gücü ve saadeti, birleşmelerinde yatmaktadır.
  3. **“Ger ittihat istersen düsturun bu olmalı: ‘Hüve’l-Hakku’ yerine ‘Hüve Hakkun’ olmalı. ‘Hüve’l-Hasen’ yerine ‘Hüve’l-Ahsen’ olmalı”**: Birlik isteyen Müslümanlar, şu düsturu benimsemelidir: “Bu tek hakikattir” (Hüve’l-Hakku) demek yerine, “Bu bir hakikattir” (Hüve Hakkun) demeli; “Bu tek güzeldir” (Hüve’l-Hasen) yerine, “Bu en güzelidir” (Hüve’l-Ahsen) demelidir. Bu, kendi yolunu hak ve güzel görmekle birlikte, başkalarının yolunu da kabul etmeyi ve saygı göstermeyi ifade eder.
  4. **“Her müslim kendi meslek, mezhebine demeli: ‘İşte bu haktır, başkasına ilişmem. Başkaları güzelse benim en güzelidir.’”**: Her Müslüman, kendi mesleği veya mezhebine “Bu haktır, başkalarına karışmam; başkaları güzel olsa bile benimki en güzelidir” demelidir. Bu, kendi inancına bağlılığı korurken, başkalarının inancına saygı göstermeyi öğütler.
  5. **“Dememeli: ‘Budur hak, başkaları battaldır.’ Ya ‘Yalnız benimkidir güzeli, başkaları yanlıştır hem çirkindir.’”**: Müslüman, “Yalnız benim yolum haktır, diğerleri batıldır” veya “Yalnız benim mezhebim güzeldir, diğerleri yanlış ve çirkindir” dememelidir. Bu tür bir yaklaşım, tekelci (inhisar) bir zihniyettir ve birlik ruhuna zarar verir.
  6. **“Zihniyet-i inhisar, hubb-u nefisten geliyor, sonra maraz oluyor, nizâ ondan çıkıyor”**: Tekelci zihniyet (zihniyet-i inhisar), nefis sevgisinden (hubb-u nefs) kaynaklanır. Bu zihniyet, bir hastalığa (maraz) dönüşür ve çekişmelere (nizâ) yol açar. Kendi yolunu tek doğru saymak, bencillikten gelir ve Müslümanlar arasında ayrılığa sebep olur.
  7. **“Dert ile dermanlar taaddüdü hak olur, hak da taaddüd eder”**: İnsanların dertleri ve dermanları çeşitlidir (taaddüd eder) ve bu bir hakikattir. Hakikat de farklı şekillerde kendini gösterebilir. Örneğin, farklı mezhepler, farklı ihtiyaçlara cevap verir.
  8. **“Hâcat ve ağdiyenin tenevvüü hak olur, hak da tenevvü eder”**: İnsanların ihtiyaçları (hâcat) ve gıdaları (ağdiye) çeşitlidir; bu çeşitlilik bir hakikattir ve hakikat de çeşitlenir (tenevvü eder). Örneğin, farklı mezhepler, farklı mizaçlara ve ihtiyaçlara uygun olarak ortaya çıkmıştır.
  9. **“İstidat, terbiyeler tekessürü hak olur, hak da tekessür eder”**: İnsanların yetenekleri (istidat) ve eğitimleri (terbiyeler) çeşitlidir; bu çeşitlilik bir hakikattir ve hakikat de bu çeşitliliğe göre çoğalır (tekessür eder). Her insanın mizacı ve terbiyesi farklı olduğu için, hakikat farklı yollardan ifade bulabilir.
  10. **“Bir madde-i vâhide hem zehir ve hem panzehir. İki mizaca göre”**: Aynı madde, bir mizaca zehir, başka bir mizaca panzehir olabilir. Örneğin, bir ilacın bir kişiye fayda sağlaması, başka bir kişiye zarar verebilir. Bu, farklı mizaçlara uygun farklı yaklaşımların hak olduğunu gösterir.
  11. **“Mesail-i fer’îde hakikat sabit değil, izafî ve mürekkeb, mükellefîn mizaçlar ona bir hisse verip ona göre ederek tahakkuk ve terekküp”**: Fer’î meselelerde (fıkhî detaylarda) hakikat sabit ve mutlak değildir; göreceli (izafî) ve karmaşıktır (mürekkeb). İnsanların mizaçları, bu meselelere bir pay (hisse) verir ve hakikat, bu mizaçlara göre şekillenir (tahakkuk ve terekküp). Örneğin, farklı mezhepler, farklı mizaçlara ve ihtiyaçlara göre hüküm çıkarır.
  12. **“Her mezhebin sahibi mühmel mutlak hükmeder”**: Her mezhebin sahibi, kendi mezhebini mutlak bir şekilde doğru sayar ve diğerlerini ihmal eder (mühmel). Bu, taassuba yol açar.
  13. **“Mezhebinin hududu, tayinini bırakır temayül-ü mizaca; taassub-u mezhebî tamime sebep olur”**: Mezhebin sınırları, mizaca olan eğilime (temayül-ü mizaca) göre belirlenir. Mezhep taassubu (taassub-u mezhebî), genellemeye (tamim) ve dolayısıyla ihtilafa sebep olur.
  14. **“Tamimin iltizamı sebep olur nizâya”**: Herkesi kendi mezhebine uymaya zorlama (tamimin iltizamı), çekişmelere (nizâ) yol açar. Müslümanlar, farklılıkları kabul etmeli ve genelleme yapmaktan kaçınmalıdır.
  15. **“İslâmiyet’ten evvel tabakat-ı beşerde derin uçurumlar, hem tebâud-ü acibi istedi bir vakitte taaddüd-ü enbiya, tenevvü-ü şerâyi’, müteaddid mezhepler”**: İslam’dan önce insanlık, derin sınıfsal uçurumlar (tabakat-ı beşerde derin uçurumlar) ve uzaklaşmalar (tebâud-ü acibi) içindeydi. Bu nedenle birden fazla peygamber (taaddüd-ü enbiya), farklı şeriatlar (tenevvü-ü şerâyi’) ve çok sayıda mezhep gerekliydi.
  16. **“Beşerde bir inkılab İslâmiyet yaptırdı, beşer tekarüb etti, şer’ etti ittihat, vâhid oldu peygamber”**: İslam, insanlıkta bir inkılap yaptı ve insanları birbirine yaklaştırdı (tekarüb etti). Şeriat, birliği (ittihat) sağladı ve tek bir peygamber (Hz. Muhammed) ile tamamlandı.
  17. **“Seviye bir olmadı, mezhep taaddüd etti”**: İnsanların seviyeleri eşit olmadığından, mezhepler çeşitlendi (taaddüd etti). Farklı mizaçlar ve ihtiyaçlar, farklı mezheplerin ortaya çıkmasına sebep oldu.
  18. **“Terbiye-i vâhide kâfi geldiği zaman, ittihat eder mezhepler…”**: Tek bir terbiye (İslam’ın eğitimi) yeterli olduğunda, mezhepler birleşir (ittihat eder). Bu, İslam’ın birleştirici gücünün, gelecekte mezhepleri bir araya getirebileceğini ifade eder.

**Genel Mesaj**: İslam, barış ve uzlaşma dinidir; Müslümanlar arasında çekişme ve düşmanlık istenmez. Birlik, farklılıkları hoşgörüyle karşılayarak sağlanır. Müslümanlar, kendi mezhebini hak ve güzel görse de başkalarının yolunu batıl saymamalıdır. Tekelci zihniyet, nefis sevgisinden kaynaklanır ve ihtilafa yol açar. Farklı mizaçlar ve ihtiyaçlar, hakikatin farklı yansımalarını doğurur; bu nedenle mezheplerin çeşitliliği bir zenginliktir. İslam, insanlığı birleştiren bir inkılap yapmış, ancak farklı seviyeler nedeniyle mezhepler ortaya çıkmıştır. Gelecekte, İslam’ın terbiyesi mezhepleri birleştirebilir.

### **Genel Değerlendirme ve Sonuç**
Bu metin, Risale-i Nur’un temel temalarından birini, yani İslam dünyasının birliğini ve mezheplerin farklılıklarının hakikatin birer yansıması olduğunu ele alır. Ana noktalar şunlardır:
1. **İslam’ın Barış Ruhu**: İslam, barış ve uzlaşma dinidir; Müslümanlar arasında çekişme ve düşmanlık istenmez.
2. **Birlik İçin Hoşgörü**: Müslümanlar, kendi mezhebini hak ve güzel görse de başkalarının yoluna saygı göstermeli, tekelci zihniyetten (zihniyet-i inhisar) ve taassuptan kaçınmalıdır.
3. **Farklılıkların Hakikati**: İnsanların mizaçları, ihtiyaçları ve yetenekleri farklı olduğu için hakikat, farklı yollardan (mezhepler) ifade bulur. Bu çeşitlilik, bir zenginliktir.
4. **İslam’ın Birleştirici Gücü**: İslam, insanlıkta bir inkılap yapmış ve birliği sağlamıştır. Gelecekte, İslam’ın terbiyesi mezhepleri birleştirebilir.

Bu metin, Müslümanlara birlik ve hoşgörüyü öğütler. Mezheplerin farklılıklarını bir zenginlik olarak görmeyi, taassuptan ve ihtilaftan uzak durmayı, İslam’ın barış ruhuna bağlı kalarak ittihat (birlik) için çalışmayı vurgular. Aynı zamanda, İslam’ın insanlığı birleştiren inkılap gücünü ve mezheplerin geçici bir çeşitlilik olduğunu hatırlatır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com