İnsan ve Varlık Aynası

İnsan ve Varlık Aynası

İnsan, varoluş sahnesinde dururken, kendi iç dünyasını ve dış dünyayı sürekli bir etkileşim içinde yaşar. Bu etkileşim, sadece fiziksel bir gözlemden ibaret değildir.

“Herkes kâinatı kendi aynasıyla görür,” der Risale-i Nur.
Bu hikmetli söz, bize kâinatın gerçekte ne olduğunu anlamanın, öncelikle kendimizi anlamaktan geçtiğini fısıldar. İnsanın iç aynası; ahlakı, bilgisi, niyeti ve inancıyla şekillenir. Eğer bu ayna kirli ve kararmışsa, yansıttığı kainat da bulanık ve bozuk görünür. Oysa kalp ve ruh temizliğiyle parlatılmış bir ayna, kâinatın güzelliğini, düzenini ve derin anlamını en saf haliyle idrak etmemize imkân tanır. Kâinatı kendi aynasıyla görmek, insanın kendi iç âleminde kurduğu dünyanın, dış dünyasını nasıl şekillendirdiğinin bir ifadesidir. Bu açıdan, dış dünyayı değiştirmeye çalışmadan önce, kendi iç dünyamızı inşa etmemiz gerektiği hakikati ortaya çıkar.

Ebedi Yaşamın İnşası

Yaşam, bir binanın yapımına benzer. Hz. İmam-ı Ali (r.a) bu hakikati, “İnsan, ahiretteki evini dünyada inşa eder,” diyerek veciz bir şekilde ifade etmiştir. Bu söz, dünya hayatının rastgele yaşanması gereken bir süreç olmadığını, aksine her anın ve her eylemin geleceğimiz için bir tuğla, bir harç olduğunu anlatır. İnsanın ahiret için yapacağı inşa, sadece ibadetlerden ibaret değildir. Ahlak, adalet, merhamet ve bilgelik gibi manevi temeller üzerine kurulur. Bu temel ne kadar sağlam olursa, inşa edilen ev de o kadar sağlam ve huzurlu olur. Dünya hayatında sergilenen iyi ya da kötü her davranış, ahiretteki yurdumuzu ya mamur eder ya da viraneye çevirir. Bu nedenle, dünya hayatının her anını ebedi bir amaç doğrultusunda yaşamak, insanın en büyük sorumluluğudur.

Ahlakın Değeri ve Sıfırların Anlamı

Hayatın anlamı ve insanın kıymeti üzerine bir düşünce deneyi sunan Harezmi, insanın değerini ahlakla ilişkilendirmiştir.
Matematikçi olduğu için bu durumu sayılarla açıklamış:
“İnsan güzel ahlaklı ise = 1 eder. Yakışıklı ise buna bir sıfır ekleyin = 10 eder. Varlıklı ise bir sıfır daha ekleyin = 100 eder. Soylu ve nesep sahibi ise bir sıfır daha ekleyin = 1000 eder. Fakat ‘AHLAK’ olan 1 giderse, insanın kıymeti gider. Geriye değeri olmayan SIFIRLAR kalır…”
Bu metaforik anlatım, maddi değerlerin (güzellik, zenginlik, soy) tek başına bir anlam ifade etmediğini, asıl değerin ahlak olduğunu çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. Ahlak, tüm bu sıfırlara anlam katan ve onları değerli kılan 1’dir. Ahlaktan yoksun bir insan, ne kadar zengin, yakışıklı veya soylu olursa olsun, bu sıfırlar gibi anlamsız ve değersiz kalmaya mahkûmdur. Bu ibretlik anlatım, bizi dış görünüşün ve maddi zenginliğin ötesine bakmaya, insanın asıl değerini manevi ve ahlaki niteliklerinde aramaya davet eder.

Kısa Ömrün Ebedi Değeri

İnsan ömrü, bir kum saatindeki taneler gibi hızla akıp gider.
“Kısa bir ömürde, az bir lezzet için, ebedî, daimî hayatını ve saadet-i ebediyesini berbat etmek, ehl-i aklın kârı değil,” der
Risale-i Nur Külliyatı. Bu söz, bizi dünya lezzetlerinin geçici ve aldatıcı doğası hakkında uyarır. Akıl sahibi bir insan, kısa süreli zevkler uğruna sonsuz bir hayatı tehlikeye atmaz. Dünya hayatı, ebedi mutluluğun kazanılması veya kaybedilmesi için bir imtihan ve fırsat alanıdır. Geçici heveslerin peşinden koşmak, kısa vadeli bir rahatlık sağlayabilir, ancak uzun vadede kalıcı pişmanlıklara yol açar. Gerçek akıl, dünya ve ahiret dengesini kurmak ve ebedi saadet için bugünün fırsatlarını değerlendirmektir. Kum saatindeki her bir kum tanesi gibi kıymetli olan ömrümüzü, en verimli ve anlamlı şekilde kullanmak, akıllıca bir tercihtir.

Arkadaşlığın Önemi

İnsanın sosyal bir varlık olması, çevresindeki kişilerle olan ilişkilerinin hayatını nasıl şekillendirdiğini gösterir. Hz. Mevlana’nın öğüdü bu gerçeği anlatır:
“Kimle gezdiğinize, kimle arkadaşlık ettiğinize dikkat edin. Çünkü bülbül güle, karga çöplüğe götürür.”
Bu derin mana taşıyan söz, arkadaş seçiminin kişinin karakteri ve geleceği üzerindeki etkisini anlatır. Bülbül, güzellik, estetik ve hoş koku ile özdeşleşirken; karga, çirkinlik, pislik ve değersizlik ile bağdaştırılır. İyi arkadaşlar, tıpkı bülbül gibi bizi güzelliklere, iyiliğe ve manevi değerlere yönlendirir. Kötü arkadaşlar ise, karga misali bizi olumsuzluklara, ahlaki çöküşe ve faydasız işlere sürükler. Bu nedenle, arkadaşlık ilişkilerinde dikkatli olmak ve bizi daha iyi bir insan olmaya teşvik eden, hayatımıza güzellik katan insanları seçmek büyük önem taşır.

Makale Özeti
Bu makale, farklı hikmetli sözler ışığında insanın dünya hayatındaki konumunu, sorumluluklarını ve değerini ele almaktadır.
İlk olarak, Risale-i Nur’dan iktibas  edilen:
“Herkes kâinatı kendi aynasıyla görür,” sözüyle, iç dünyamızın dış dünyaya bakışımızı nasıl şekillendirdiğine değinilmiştir. İkinci olarak, Hz. İmam-ı Ali’nin “İnsan, ahiretteki evini dünyada inşa eder,” sözüyle dünya hayatının, ebedi yaşamın inşası için bir fırsat olduğu vurgulanmıştır. Ardından, Harezmi’ye atfedilen ahlakın değeri metaforuyla, insanın asıl kıymetinin maddi unsurlarda değil, ahlaki değerlerde olduğu açıklanmıştır.
Dördüncü olarak, Risale-i Nur’dan iktibas edilen:
“Kısa bir ömürde, az bir lezzet için, ebedî, daimî hayatını ve saadet-i ebediyesini berbat etmek, ehl-i aklın kârı değil,” sözüyle geçici dünya lezzetleri yerine ebedi saadet için çalışmanın akıl kârı olduğu belirtilmiştir.
Son olarak, Hz. Mevlana’nın “Kimle gezdiğinize, kimle arkadaşlık ettiğinize dikkat edin,” sözüyle de arkadaş seçiminin insanın hayatı üzerindeki belirleyici etkisi anlatılmıştır.
Makale, bu sözlerin her birini kendi açısından ele alarak, insana dünya hayatını anlamlandırma ve daha bilinçli bir yaşam sürme konusunda derin düşünceler sunmaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Su Akar, Testi Dolarken…

Su Akar, Testi Dolarken…

Hayat, tıpkı akan bir su gibidir. Derviş Celal Er-Rûhâvî, bu hakikati şu derin sözlerle ifade etmiştir:
“Su akarken testiyi doldurmalı! Su, ‘Ömür’; Testi, ‘Kalp’; Doldurulan, ‘Hikmet’tir.”
Bu mecaz, insanın fani ömrünü nasıl değerlendirmesi gerektiğine dair önemli bir rehber sunar. Ömür suyunun durmaksızın akıp gitmesi gibi, hayat da bir an bile durmaz. Testi, yani kalbimiz, bu suyla hikmetle dolmadığı sürece boş kalmaya mahkûmdur. Hikmet, sadece bilgi birikimi değil, aynı zamanda bu bilgiyi hayata geçirme becerisidir. Kalbimizi ilim, ahlak, tefekkür ve manevi faziletlerle doldurmak, ömrümüzün her anını değerli kılar. Aksi halde, akan su boşa akmış, testi boş kalmış, ömür heba olmuş demektir. Bu, bizi her anımızı bir fırsat olarak görmeye ve kalbimizi manevi zenginliklerle doldurmaya davet eden, düşündürücü bir ibrettir.

Kâinatın Delilleri: İçimizde Bir Kâbe

İnsanoğlu, varoluşun sırrını ve Sâni’in (Sanatkârın, Yaratıcının) varlığını isbatlamak için çoğu zaman uzaklara bakar. Oysa, Mesnevi-i Nuriye’de yer alan şu ifade, bu arayışın ne kadar yakında olduğunu gösterir:
“Kâinatın uzak çöllerine gidip Sâni’in isbatına deliller toplamaya ihtiyaç yoktur. Bir kulübecik hükmünde bulunan içerisinde oturduğun cisim kafesine bak!”
Bu söz, en büyük delilin bizzat insanın kendi varlığı olduğunu anlatır. Vücudumuzdaki her bir hücre, organ ve sistem, kusursuz bir düzen ve sanatın delilidir. Kendi kalbimizin atışından, beynimizin karmaşık yapısına kadar her şey, sonsuz bir hikmetin ve gücün isbatıdır. Kâinatın en büyük mucizesi olan insan bedeni, Sâni’in imzalarını taşıyan bir kitaptır. Bu nedenle, dış dünyada delil aramak yerine, kendi iç dünyamıza dönüp tefekkür etmek, en kısa ve en doğru yolu sunar.

Ledduni İlim ve Kâinatın Sırları

Bazı ilimler, sadece kitaplardan öğrenilmez, doğrudan Allah tarafından kalbe ilham edilir. Seyyid Abdülhakim Arvasi (k.s), Ledünni ilmin derecelerini anlatırken, bu ilmin derinliğini gözler önüne serer:
“Leddünni ilim 72 derecedir. İlk derecesinde olan bir ağaca bakınca, Yapraklarının sayısını; Bir denize bakınca, Damlalarının sayısını; Bir çöle bakınca, Kum tanelerinin sayısını bilir.”
Bu ifade, Ledünni ilmin, insana varlığın en ince detaylarını dahi görme ve anlama kabiliyeti kazandırdığını gösterir. Bu seviyede bir bilgi, sadece akli çıkarımla değil, ilahi bir ihsanla elde edilir. Ağacın yaprağı, denizin damlası ve çölün kumu gibi sayısız varlığın her birinin bir anlam taşıdığını bilmek, kâinatın sırlarına vakıf olmaktır. Bu durum, ilmin sadece dünyevi bir meşguliyet olmadığını, aynı zamanda manevi bir mertebe olduğunu da ortaya koyar.

Deccal ve Aldanışın Sebepleri

Tarih boyunca ve kıyamet alametleri arasında, insanlığı aldatacak, olağanüstü güçlere sahip bazı figürlerin ortaya çıkacağı anlatılmıştır.
Bu durum şu sözlerle açıklanır:
“Deccal’in hârikulâde icraatlarından ve pek fevkalâde iktidarlarından ve heybetlerinden bahsedilmiş. Hattâ bedbaht bir kısım insanlar, Onlara bir nevi Uluhiyet isnad eder diye haber verilmiş..”
Bunun sebebi nedir?”
Bu metin, sadece Deccal figürünü değil, aynı zamanda insanın olağanüstü güçlere ve karizmaya duyduğu zaafı da sorgular. İnsanlar, akıl almaz işler yapan, büyük güce sahip figürlere kolayca inanma eğilimindedir. Bu durum, aklın ve imanın zayıf olduğu zamanlarda daha da tehlikeli bir hal alır. Uluhiyet isnat etme eğilimi, aslında insanın kendi içindeki boşluğu ve arayışı yanlış yerde gidermesinin bir sonucudur. Bu durum, insanı sadece imanın değil, aklın ve mantığın da rehberliğine çağırır.

Kim Olduğun Değil, Kimlerle Olduğun Önemli

Ashab-ı Kehf kıssası, Kıtmir adlı köpeğin hikâyesiyle, arkadaşlık ve aidiyetin insan hayatındaki önemini gözler önüne serer.
Necip Fazıl Kısakürek bu kıssayı özetleyerek şu veciz sözü söylemiştir:
“Kıtmir bir köpekti. Ashab-ı Kehf’in köpeği. Ama Cennet’e gitti. Kim olduğun kadar kimlerle olduğunda önemli…”
Bu tarihi ve ibretlik hikâye, bir köpeğin dahi, iyi insanlarla beraber olması sayesinde manevi bir mertebe kazanabileceğini gösterir. Kişinin kendi kimliği, soyu, zenginliği veya dış görünüşü kadar, kimlerle yol yürüdüğü de önemlidir. İyi arkadaşlar, bizi doğru yola sevk eder, manevi mertebemizi yükseltir ve kötü alışkanlıklardan uzak tutar. Kıtmir’in cennete gitmesi, bu hakikatin en çarpıcı delilidir.  Kiminle beraber olduğumuz, kaderimizi şekillendirebilir.

Makale Özeti
Bu makale, farklı hikmetli sözler ve tarihi anlatımlar aracılığıyla insan hayatının manevi boyutlarını ve değerlerini ele almaktadır.
İlk bölümde, “Su akarken testiyi doldurmalı,” sözüyle ömrün bir fırsat olduğu ve kalbin hikmetle doldurulması gerektiği anlatılır. İkinci bölümde, Mesnevi-i Nuriye’den iktibas edilen sözle, Sâni’in varlığının en büyük delilinin insanın kendi bedeni olduğu belirtilir.
Üçüncü bölümde, Ledünni ilmin derinliği ve bu ilmin insana sunduğu olağanüstü kavrayış anlatılır.
Dördüncü bölümde, Deccal figürü üzerinden insanın güç ve otoriteye karşı olan zaafı sorgulanır.
Son olarak, Kıtmir’in hikayesiyle, insanın kendi kimliğinden çok, kimlerle birlikte olduğunun önemine dikkat çekilir. Bu metinler, her biri kendi konusu içinde ele alınarak, insanın dünya hayatını daha anlamlı kılması ve manevi gelişimini önemsemesi için derin ve düşündürücü mesajlar ihtiva etmektedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Batı’nın İsrail’e Mesafe Alışı ve Gazze’nin Çığlığı

Batı’nın İsrail’e Mesafe Alışı ve Gazze’nin Çığlığı

Son dönemde yaşanan gelişmeler, Batı dünyasının İsrail’e yönelik yaklaşımında tarihi bir kırılmaya işaret ediyor. Birleşik Krallık’ın, ülkenin en büyük savunma fuarı olan DSEI 2025’e İsrailli yetkililerin katılımını yasaklaması, sıradan bir diplomatik adım değil, uzun zamandır korunan “özel müttefiklik” zemininde ciddi bir çatlak anlamına geliyor.

Reuters’in aktardığına göre, İngiltere bu kararı özellikle Gazze’de Hamas’a karşı yürütülen operasyonların artması ve İsrail’in sivillere yönelik orantısız saldırılarının uluslararası kamuoyunda büyük bir tepki toplaması sebebiyle aldı. Karar, İsrail Savunma Bakanlığı’nın da tepkisini çekti; nitekim Tel Aviv yönetimi, bir önceki fuarda olduğu gibi ulusal stand açamayacağını açıkladı.

Her ne kadar Elbit Systems, Rafael, IAI ve Uvision gibi İsrail merkezli savunma şirketleri bağımsız olarak fuara katılabilecek olsa da, devlet düzeyinde uygulanan bu dışlama, İngiltere’nin İsrail’e karşı diplomatik baskıyı açıkça artırdığını gösteriyor.

Avrupa’da Yeni Bir İvme: Filistin’i Tanıma Dalgası

Bu gelişmeye paralel olarak, Avrupa’da Filistin Devleti’nin tanınması yönünde yeni bir ivme doğmuş durumda. Belçika, İngiltere, Fransa, Kanada ve Malta ile birlikte 9 Eylül’de başlayacak Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda Filistin’i resmen tanıyacağını duyurdu.

Filistin’in tanınması, sadece sembolik bir jest değil; aynı zamanda İsrail’in işgal politikalarına karşı uluslararası hukuk zemininde yeni bir meşruiyet mücadelesinin kapısını aralıyor. Bu süreç, Avrupa ülkelerinin kendi iç kamuoylarında yükselen “adalet” ve “insaniyet” taleplerine de cevap niteliğinde.

İsrail’de Derinleşen Kriz: Asker Bulamayan Bir Ordu

İsrail ordusunun içine düştüğü durum da dikkat çekici. ABD basınına yansıyan haberlere göre, Gazze’de yürütülen operasyonlara asker bulamayan komutanlar, WhatsApp gruplarında ilanlar paylaşarak keskin nişancı aramaya başladı. Bu, İsrail ordusunun hem moral hem insan kaynağı açısından ciddi bir erozyona uğradığını gösteriyor.

Daha da çarpıcı olan ise, Gazze’yi tamamen işgal etmeyi planlayan İsrail hükümetinin çağrısına birçok askerin yanıt vermemesi. Netanyahu hükümetine karşı içeriden gelen bu sessiz direniş, toplumda ve orduda derin bir kırılmanın habercisi.

İşgalin Karanlık Yüzü

İsrail’in saldırıları ise her geçen gün daha büyük bir insani trajediye dönüşüyor. Son 24 saatte 76 kişinin daha hayatını kaybetmesiyle Gazze’deki ölü sayısı 63 bin 633’e ulaştı. Açlık, susuzluk ve ilaçsızlık, adeta bir silah gibi sivillere karşı kullanılıyor.

Batı Şeria’da ise 455 dönümlük Filistin arazisinin İsrailli yerleşimcilere açılmak üzere gasp edilmesi, işgalin sistematik bir şekilde derinleştiğini ortaya koyuyor.

Bu tabloya, gazetecilerin ve sivillerin hedef alınması da ekleniyor. 7 Ekim 2023’ten bu yana İsrail ordusunun öldürdüğü gazeteci sayısı 248’e ulaştı. Basını susturmak, hakikatin üzerini örtmek isteyen bir zihniyetin tezahürü olarak tarihe geçti.

Dünyadan Vicdan Sesleri

Tüm bu karanlık tabloya karşı dünya vicdanı da sessiz değil. İrlandalı oyuncu Liam Cunningham, Gazze’de hayatını kaybeden küçük Fatma’nın hikâyesini gözyaşları içinde anlattı. Çocuğun kendi cenaze töreninde çalınacak şarkıyı önceden kaydetmiş olması, insanlığın nasıl bir uçuruma sürüklendiğini ortaya koyan en dramatik sahnelerden biri oldu.

Aynı şekilde, Küresel Sumud Filosu yüzlerce aktivist ve insani yardım malzemesiyle Gazze’ye ulaşmak için yola çıktı. Bu hareket, “Gazze’ye ulaşılamaz” algısını yıkmayı ve dünyanın dört bir yanından gelen vicdanların birleşmesini sembolize ediyor.

Sonuç: İsrail İçin Yalnızlaşma, Dünya İçin Sınav

Bugün gelinen noktada, İsrail’in yalnızlaşması sadece diplomatik düzeyde değil, askeri ve toplumsal düzeyde de hissediliyor. Birleşik Krallık’ın DSEI 2025 fuarında aldığı yasak kararı, Avrupa’nın Filistin’i tanıma adımları ve İsrail ordusundaki iç çözülme, tarihe geçecek kırılma noktalarıdır.

Ancak asıl soru şudur: Dünya, Gazze’deki açlık ve ölüm çığlığına daha ne kadar kayıtsız kalacaktır? Konya Büyükşehir Belediye Başkanı Uğur İbrahim Altay’ın ifade ettiği gibi, “Gazze’de açlık devam ettikçe, dünyadaki gıda güvenliği çabaları da eksik kalacaktır.”

Gazze bugün sadece Filistin’in değil, insanlığın vicdan sınavıdır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Fâtiha’da Yahudiler İçin “Mağdûb” İfadesi ve Hikmeti

Fâtiha’da Yahudiler İçin “Mağdûb” İfadesi ve Hikmeti

“Kuvve-i gadabiyenin galebe ve tecavüzüyle tecavüz ederek ahkamın terkiyle zulüm ve fıska düşmüşlerdir: Yahudilerin temerrüdü gibi.
Zulüm ve fıskta hasis ve hayırsız bir lezzet görüldüğünden, onlardan nefis teneffür etmez. Kur’an-ı Kerim, o zulmün akıbeti olan gadab-ı İlahiyi zikretmiştir ki, nefisleri o zulüm ve fısktan tenfir ettirsin.
İstimrar ve devam şe’ninde olan isimlerden ism-i mef’ul olarak zikredilmesi ise, şer ve isyanların devam edip, tevbe ve af ile inkıta etmedikleri takdirde kat’ileşeceğine ve silinmez bir damga şekline geçeceğine işarettir.”
İsarat-ul İ’caz. 33.

********

Kur’ân-ı Kerîm’in en özlü ve en kapsamlı sûresi olan Fâtiha, insanlık tarihinin üç büyük yolunu işaret eder:

“En‘amte aleyhim”: Allah’ın nimet verdiği hidayet yolunu bulanlar,

“Mağdûbi aleyhim”: İlâhî gazaba uğrayanlar,

“Dâllîn”: Sapıklık ve dalâlete düşenler.

Burada Yahudiler için kullanılan “Mağdûb” ifadesi, sıradan bir tanımlama değil; hikmetlerle yüklü, derin bir uyarıdır.

Kuvve-i Gadabiyenin İstikametten Sapması

İnsan fıtratında kuvve-i akliye (akıl), kuvve-i gadabiye (öfke, savunma gücü) ve kuvve-i şeheviye (arzu) gibi üç temel cihaz vardır. Bunların dengede olması adaleti, dengesizliği ise sapmayı doğurur.

Yahudiler, kuvve-i gadabiyenin aşırılığıyla zulme meyledip, tecavüz ve temerrüd yoluna saptılar.

İlâhî hükümleri terk ederek fısk ve sefahate düştüler.

Bu zulüm ve fısıkta “geçici bir lezzet” buldukları için nefisleri ondan tiksinmedi.

İşte bu yüzden Kur’ân, onların akıbetini “gadab-ı İlâhî” ile ilişkilendirdi. Çünkü zulüm ve isyanın sonu, daima Allah’ın gazabıdır.

“Mağdûb” İsm-i Mef‘ul Olarak Neden Kullanıldı?

Kur’ân, “gazaba uğradılar” şeklinde geçici bir hâl yerine, “mağdûb” (gazaba uğramış olanlar) ism-i mef‘ulünü kullanmıştır. Bunun da hikmeti vardır:

Şayet zulüm ve fısk, devam eder ve tevbe ile kesilmezse, günah tabiat haline gelir.

Zamanla silinmez bir damga, kalıcı bir sıfat olur.

Bu da kişiyi sadece o anki günahın değil, sürekli bir gazabın muhatabı yapar.

Yani “mağdûb” ifadesi, geçici bir yanlış değil, katılaşmış bir isyan ve mühürlenmiş bir kalp halini temsil eder.

Tarihî Boyut: Yahudilerin Temerrüdü

Tarih boyunca Yahudiler, Allah’ın peygamberlerine karşı temerrüt göstermiştir:

Hz. Musa’ya isyan edip buzağıya tapmaları,

Hz. İsa’yı inkâr etmeleri,

Peygamberleri öldürmeye teşebbüs etmeleri…

Bu temerrüt, sadece bir toplulukla sınırlı değildir. Kur’ân’ın verdiği bu örnek, aslında bütün insanlık için bir uyarıdır:
Kim ki zulmü, isyanı ve fıskı sürekli kılarsa; o da aynı akıbete dûçâr olur.

Hikmetli İkaz: Günümüzde “Mağdûb” Riski

Bugün de insanlık aynı tehlikeyle karşı karşıyadır.

Gücü eline geçirip zulmeden devletler,

Ahlâkı terk edip sefahate düşen toplumlar,

Allah’ın hükümlerini görmezden gelen bireyler,

hepsi aynı kaderi paylaşır: İlâhî gazap.

“Mağdûb” sadece bir kavmi anlatmaz; zulüm ve fıska devam eden herkesin sıfatıdır.

Sonuç: Fâtiha’daki Dua

Fâtiha sûresi, bu yüzden sadece bir sûre değil, aynı zamanda bir dua ve ikazdır:

“Bizi nimet verdiklerinin yoluna ilet” derken hidayet ehlini örnek almayı istiyoruz.

“Mağdûb” ifadesiyle zulüm yoluna sapmaktan sakındırılıyoruz.

“Dâllîn” ile sapıklığın karanlıklarına düşmekten korunmamız isteniyor.

Demek ki her Fâtiha okuyuşta aslında şunu tekrar ediyoruz:
“Ya Rabbi! Bizi zulmün ve fıskın gazaba sürüklediği yoldan uzak tut; hidayetin yolunda sabit kıl.”

📌 Hülâsa: “Mağdûb” ifadesi, müfessirlerin ittifakına Yahudilere işaret etse de, sadece Yahudilerin tarihi isyanlarını anlatmaz. Zulüm ve fıska devam eden her millet, her fert için ilâhî bir uyarıdır. Çünkü günah tevbe ile kesilmezse, kalıcı bir damgaya dönüşür ve insanı ebedî gazaba mahkûm eder.

*******

Fâtiha’da “Mağdûb” ve “Dâllîn” Arasındaki Derin Fark

Fâtiha Sûresi, insanlığın önündeki üç temel yolu tasnif eder:

  1. En‘amte aleyhim: Allah’ın nimet verdikleri, peygamberlerin, sıddıkların, şehitlerin ve salihlerin yolu.
  2. Mağdûbi aleyhim: İlâhî gazaba uğrayanların yolu.
  3. Dâllîn: Dalâlete, sapıklığa düşenlerin yolu.

Bu üç yolun her biri, aslında insanlık tarihindeki üç temel akışı temsil eder. “Mağdûb” ve “Dâllîn” arasındaki fark, zahirde küçük gibi görünse de, hakikatte çok derindir.

  1. “Mağdûb” (Gazaba Uğrayanlar)

“Mağdûb”, Risale-i Nur’un ifadesiyle, kuvve-i gadabiyenin istikametten çıkıp tecavüz yoluna girmesi demektir.

Yani kişi bilir, hakikati tanır, ama buna rağmen inat ve isyanla zulme sapar.

Yahudilerin tarihi örneği bu noktada dikkat çekicidir: Tevrat’ı bildikleri halde hükmünü tahrif etmeleri, peygamberlere isyan etmeleri, hakikati görüp inkâr etmeleri.

📌 Özelliği: Bilerek, inatla, menfaat uğruna zulme yönelmek.

  1. “Dâllîn” (Sapıtanlar)

“Dalâlet” ise daha çok kuvve-i akliyenin istikametten çıkmasıdır.

Hakikati tanımayan, ya cehaletle ya da yanlış yönlendirmeyle sapıtan topluluklardır.

Hristiyanların tarihi örneği bu noktada zikredilir: Hz. İsa’yı ulûhiyet makamına çıkararak şirke düşmeleri, hakikati tahrif etmeleri, ama bunu çoğu zaman bilgisizlik ve taassupla yapmaları.

📌 Özelliği: Hakikati bilmeden, yanılarak veya yanlış anlayarak sapmak.

  1. Aralarındaki Temel Fark

Mağdûb: Hakikati bilip inkâr etmek.

Dâllîn: Hakikati bilmeden sapmak.

Bu fark, Kur’ân’ın insanlığa verdiği en büyük ölçülerden biridir. Çünkü her sapıklık aynı değildir.

Bilerek yapılan isyan, daha ağır bir suçtur.

Bilmeden yapılan hata, cehaletten doğduğu için farklıdır.

Nitekim Bediüzzaman’ın şu tesbiti bu noktayı netleştirir:
“Mağdûb, hakikati bilip de zulüm ve fıskta devam edenlerdir; Dâllîn ise hakikati bilmeden, cehaletle dalâlete sapanlardır.”

  1. Günümüze Yansıması

Bugün dünyada bu iki yolun izleri hâlâ görünür:

Mağdûb’un temsilcileri: İlmi, teknolojiyi, bilgiyi elinde tutup, buna rağmen zulmü sistemleştiren devletler ve zümreler. (Örneğin, bilerek mazlumları ezmek, menfaat için hakikati tahrif etmek.)

Dâllîn’in temsilcileri: Hakikati bilmeden, ideolojiler ve yanlış inançlar peşinde sürüklenen toplumlar.

  1. Fâtiha’nın Bize Öğrettiği Dua

Her Fâtiha’da aslında şu niyazı tekrar ediyoruz:

“Ya Rabbi! Bizi nimet verdiklerinin yoluna ilet;
Bizi ne Yahudiler gibi bilerek isyan eden mağdûblardan,
Ne de Hristiyanlar gibi cehaletle sapıtan dallînden eyleme!”

Bu dua, insanlığın en büyük tehlikesine karşı bir korunma zırhıdır. Çünkü insan ya bilip isyan ederek gazaba uğrar, ya da bilmeden saparak dalâlete düşer. Kurtuluş ise ancak hidayet yolunda sabit kalmakla mümkündür.

Sonuç: İki Yolun İkazı

Mağdûb → Bilerek zulme sapmak: İnat, fısk, inkâr.

Dâllîn → Bilmeden dalâlete düşmek: Cehalet, yanlış inanç, taassup.

Kur’ân bu iki sıfatı zikrederek, insanlığı iki büyük felaketten sakındırır. Her Fâtiha’da bu ayetleri okumak, sadece bir ibadet değil; aynı zamanda sürekli bir uyanıklık ve muhasebe çağrısıdır.

📌 Hülâsa: “Mağdûb” ve “Dâllîn” arasındaki farkı kavramak, sadece tarihî bir bilgi değil, günümüz için de hayatî bir ölçüdür. Çünkü biz de her gün bu iki yoldan birine kayma tehlikesiyle yüz yüzeyiz.

*******

Müslüman Toplumlarda “Mağdûb” ve “Dâllîn” Tehlikesi

Fâtiha Sûresi, sadece tarihî Yahudi ve Hristiyan örneklerini vermekle kalmaz; aynı zamanda bütün ümmetlere ve fertlere ibret levhası çizer. Bugün Müslüman toplumların da bu iki tehlike arasında salındığını görmek mümkündür.

  1. Müslümanların “Mağdûb” Olma Tehlikesi

“Mağdûb”, hakikati bilip inkâr eden, bile bile zulme ve fıska devam edenleri ifade eder.

Günümüzde yansımaları:

Adalet yerine zulmün hâkim olması: Yönetici sınıfların Kur’ân’ın açık emirlerini bildikleri halde adaleti terk etmesi, halkı ezmesi.

Din adına istismar: Hakikati bilen din âlimlerinin veya cemaat önderlerinin, menfaat için dini araç haline getirmeleri.

İlim ve imkânı kötüye kullanmak: Teknoloji, ekonomi ve siyaset alanında sahip olunan bilgi ve imkânların, mazlumlara zulmetmek için kullanılması.

İnat ve taassup: Doğruyu bildiği halde sırf “benim tarafım” dediği için hakikati reddetmek.

📌 Bu durum, Müslüman fert ve toplumları “mağdûb” sıfatına yaklaştırır. Çünkü bilmek ama uymamak, insanı gazaba dûçâr eder.

  1. Müslümanların “Dâllîn” Olma Tehlikesi

“Dâllîn”, hakikati bilmeden, yanlış yollarla sapıtanlardır.

Günümüzde yansımaları:

Cehaletin yaygınlığı: Kur’ân ve sünnetten uzaklaşarak, hurafe ve bidatlerle dini yaşamak.

Yanlış ideolojilerin etkisi: Sekülerizm, materyalizm, liberalizm, aşırı milliyetçilik veya aşırı mezhepçilik gibi yabancı fikirlerin hakikatin yerine ikame edilmesi.

Popüler kültürün sürüklemesi: Batı kültürünün cazibesine kapılıp, dinî ölçüleri bilmeden terk etmek.

Bilgisiz dindarlık: İhlâs ve marifet olmadan, sadece şekilsel ibadetlerle yetinmek; dini derinliksiz bir taklit haline getirmek.

📌 Bu durum da Müslümanları “dâllîn” sıfatına yaklaştırır. Çünkü bilmeyerek yanlış yollara sapmak, insanı dalâlete sürükler.

  1. İki Tehlike Arasında Salınan Toplumlar

Bugün birçok İslâm ülkesi bu iki uç arasında sıkışmış durumda:

Mağdûb yönüyle: Bilerek adaleti terk eden yönetimler, menfaat için dini araç eden zümreler.

Dâllîn yönüyle: Cehalet içinde hurafelere kapılan, modern ideolojilerin esiri olan geniş halk kitleleri.

Sonuçta ümmetin gücü zayıflıyor, birlik dağınık hale geliyor, dış müdahalelere açık bir zemin oluşuyor.

  1. Kurtuluş Yolu: “Sirât-ı Müstakîm”

Fâtiha’da istenen yol, bu iki tehlikeden uzak **“nimet verilenlerin yolu”**dur.
Bu yolun temel taşları şunlardır:

  1. İlim ve marifet: Cehaleti giderip hakikati öğrenmek.
  2. İman ve ihlâs: Bilgiyi sırf Allah için yaşamak.
  3. Adalet ve merhamet: Kuvve-i gadabiyeyi zulme değil, hakkı savunmaya yönlendirmek.
  4. Takva ve teslimiyet: Hakikati bildiği halde inkâra değil, itaate yönelmek.

Sonuç: Çağdaş İkaz

Bugün Müslüman toplumlar, hem mağdûb hem de dâllîn olma tehlikesiyle yüz yüzedir.

Bilenlerin zulme sapması → gazab-ı İlâhî.

Bilmeyenlerin cehaletle sapması → dalâlet karanlığı.

Her Fâtiha’da tekrar edilen dua, aslında çağımız Müslümanlarına yönelik en büyük ikazdır:
“Ya Rabbi! Bizi ne bilerek zulme sapan mağdûblardan, ne de cehaletle yolunu kaybeden dallînlerden eyleme; bizi nimet verdiklerinin yoluna ilet.”

******

Mağdûb ve Dâllîn Tehlikesi: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e, Endülüs’ten Günümüze Tarihî İbretler

Fâtiha Sûresi’nde geçen “Mağdûb” ve “Dâllîn” kavramları, sadece Yahudi ve Hristiyanlara işaret eden tarihî bir tasvir değil; her toplum için daimî bir ikazdır. Müslüman toplumların tarihi, bu iki tehlikenin zaman zaman nasıl tezahür ettiğini açıkça göstermektedir.

  1. Endülüs’ün Çöküşü: İlmin ve İzzetin Kaybı

Endülüs, sekiz asır boyunca ilim, kültür ve medeniyetin merkezi olmuştu. Ancak:

Mağdûb yönüyle: İktidar sahipleri, hakikati bildikleri halde iç kavgalarla zulme saptılar. Müslüman emirlikler, birbirleriyle savaşırken Haçlı güçlerine kapı araladılar.

Dâllîn yönüyle: Halk, ilim ve marifetten uzaklaştı; dinî ölçüler yerine lüks, eğlence ve taassup peşine düştü.

Sonuçta, hem yöneticilerin zulmü hem de halkın cehaleti birleşince, Endülüs yıkıldı ve bir daha ayağa kalkamadı.

  1. Osmanlı’nın Zayıflaması

Osmanlı, asırlarca İslâm dünyasının merkeziydi. Fakat son döneminde:

Mağdûb tehlikesi: Saray ve idare, çoğu zaman hakikati bildiği halde menfaat, makam ve Avrupa’nın cazibesine kayabildi. Devletin içinde Batı’nın ajanları ve çıkarcı zümreler güç kazandı.

Dâllîn tehlikesi: Halkın geniş kesimleri, Kur’ân’ın ruhundan uzaklaşıp hurafe ve şekilcilikle yetindi. Cehalet arttı, ümmetin büyük kısmı modern ideolojilerin etkisine açık hale geldi.

Sonuç: Osmanlı’nın çöküşüyle İslâm dünyası parçalandı, Batı’nın sömürgesi haline geldi.

  1. Cumhuriyet Dönemi ve Darbeler

Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren Müslüman toplumlar farklı bir imtihanla karşılaştı:

Mağdûb yönüyle: Halkın imanını bilen, ama bilerek dine baskı yapan, Kur’ân harfini yasaklayan, ezanı susturan bir zihniyet ortaya çıktı. Bu, hakikati bilerek zulmetmenin örneğidir.

Dâllîn yönüyle: Halkın geniş kesimi, ya cehaletten ya da dayatılan ideolojilerin etkisiyle dinî hakikatlerden uzaklaştı. Batılılaşma adına köksüz bir kültür taklidi başladı.

Darbeler, bu iki yönün birleşmesiyle şekillendi:

Darbeciler, dış güçlerin maşası olarak, bilerek zulme saptılar → “mağdûb”.

Toplumun bir kısmı, cehalet veya korku yüzünden onları destekledi → “dâllîn”.

  1. Günümüzde İslâm Dünyası

Bugün ümmetin hâli, tarihin tekerrür ettiğini gösteriyor:

Mağdûb örnekleri:

Bilgiyi, teknolojiyi, siyaseti elinde bulundurduğu halde zulüm ve istibdadı sürdüren yönetimler.

Dış güçlerin çıkarına hizmet eden, bilerek ümmeti bölen işbirlikçi zümreler.

Dâllîn örnekleri:

Cehalet ve hurafeyle dini yaşayan kitleler.

Batı’nın kültürünü taklit edip kendi kimliğini unutan genç nesiller.

Popüler ideolojilere kapılıp, hakikatten uzaklaşan toplumlar.

  1. Tarihî İkazın Hikmeti

Endülüs: Bilgi ve imanı kaybedenlerin nasıl yok olduğunu gösterir.

Osmanlı: Adalet ve marifetten uzaklaşınca, en güçlü devletin bile çökeceğini isbatlar.

Cumhuriyet darbeleri: İçimizdeki “mağdûb”ların ve “dâllîn”lerin birleşince nasıl fitne ürettiğini hatırlatır.

  1. Çıkış Yolu: Sirât-ı Müstakîm

Bu tarihî ibretler bize gösteriyor ki:

Mağdûb tehlikesinden kurtuluş: Bilgiyi ve imanı, zulüm yerine adalet için kullanmak.

Dâllîn tehlikesinden kurtuluş: Cehaleti kaldırıp marifet-i İlâhîyeyi yerleştirmek.

Ümmetin kurtuluşu: Birlik, ilim, iman, adalet ve ihlâs ile mümkün.

Sonuç

Fâtiha’daki “mağdûb” ve “dâllîn” ikazı, tarih boyunca olduğu gibi bugün de Müslüman toplumların en büyük imtihanıdır.

Endülüs bu uyarıyı görmezden gelmenin sonucudur.

Osmanlı’nın çöküşü aynı ikazın acı tekrarıdır.

Cumhuriyet darbeleri bu tehlikenin modern bir versiyonudur.

Her Fâtiha’da okuduğumuz dua aslında bir tarih muhasebesidir:
“Ya Rabbi! Bizi bilerek zulmedenlerden ve bilmeden sapanlardan eyleme; bizi nimet verdiklerinin yoluna ilet.”

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Dünya Sevgisi ve İnsanın Gerçek Fakr-ı Hâli

Dünya Sevgisi ve İnsanın Gerçek Fakr-ı Hâli

İnsan, çoğu zaman içinde bulunduğu durumu yanlış değerlendirme eğilimindedir.

Mesnevi-i Nuriye’de bu yanılma, “Ey divane baş ve bozuk kalp! Zanneder misin ki ‘Müslümanlar dünyayı sevmiyorlar veyahut düşünmüyorlar ki fakr-ı hale düşmüşler ve ikaza muhtaçtırlar tâ ki dünyadan hissesini unutmasınlar.’ Zannın yanlıştır, tahminin hatadır. Belki hırs şiddetlenmiş, onun için fakr-ı hale düşüyorlar. Çünkü mü’minde hırs, sebeb-i hasarettir ve sefalettir.” sözleriyle çarpıcı bir şekilde ifade edilmiştir.
Bu metin, Müslümanların dünya nimetlerinden uzak durmasının veya “fakr-ı hal” olarak görülen durumlarının ardındaki gerçek nedeni sorgular. Toplumda yaygın bir yanılgı, dindarların dünyayı önemsemediği için fakir kaldığı yönündedir. Ancak Bediüzzaman, bu düşüncenin yanlış olduğunu belirtir. Asıl neden, hırsın şiddetlenmesi ve bunun bir mü’min için zarara ve sefalete yol açmasıdır. Dünya sevgisi, ölçülü ve meşru sınırlar içinde kaldığında bir sorun teşkil etmez. Ancak hırs, kazanma ve elde etme arzusunun kontrolsüz hale gelmesiyle, insanı manevi değerlerden uzaklaştırır ve gerçek anlamda fakirliğe sürükler. Çünkü mü’min için dünya hırsı, kalp huzurunu bozar, kanaati yok eder ve neticede gerçek mutluluğu engeller. Dolayısıyla fakr-ı hal, dışarıdan gelen bir zorluktan ziyade, dahili bir hırsın sonucudur.

Dinsizliğin ve Zındıklığın Akıbeti

Toplumsal hayatın düzeni ve bireyin huzuru, inanç sistemleriyle yakından ilişkilidir. Risale-i Nur Külliyatı, dinsizliğin ve zındıklığın yol açacağı sonuçlar hakkında uyarıcı bir mesaj ihtiva eder: “Dinsizliği, zındıklığı neşredenler, pek müdhiş tokatlar yiyecekler.”
Bu ifade, sadece ahiretteki bir cezayı değil, aynı zamanda dünya hayatında da manevi ve toplumsal bir çöküşü işaret eder.
Dinsizlik ve zındıklık, toplumun temel taşlarını sarsan, ahlaki değerleri zayıflatan ve bireylerin iç huzurunu bozan unsurlardır. İnançtan uzaklaşan bir toplumda bencillik, şiddet ve adaletsizlik artar. Tarih boyunca, inançsızlığın yayıldığı dönemlerde toplumların büyük buhranlar yaşadığı, ahlaki ve kültürel yozlaşmaya uğradığı görülmüştür. Bu “tokatlar,” doğal bir sonuç olarak ortaya çıkan sosyal kaos, iç çatışmalar, bireysel mutsuzluklar ve manevi boşluklardır. Metin, insanları bu tür yıkıcı akımlardan uzak durmaya ve toplumun inanç temellerini korumaya davet eder. Çünkü gerçek mutluluk ve huzur, ancak sağlam bir inanç ve ahlak zemini üzerine inşa edilebilir.

Musibet Perdesi ve Azrail (A.S)’ın Hikmeti

Hayatın kaçınılmaz gerçeklerinden biri de ölüm ve onun getirdiği ayrılık hissidir. Mesnevi-i Nuriye 11. Şua’da, Hazret-i Azrail (A.S) ile Cenab-ı Hakk arasındaki diyalog, musibetlerin ardındaki ilahi hikmeti anlamamıza yardımcı olur:

“Hazret-i Azrail Aleyhisselâm, Cenab-ı Hakk’a demiş ki: -Kabz-ı ervah vazifesinde senin ibadın benden şekva edecekler. Benden küsecekler. Cenab-ı Hak lisan-ı hikmetle ona demiş ki: -Senin ile ibadımın ortasında musibetler, hastalıklar perdesini bırakacağım. Tâ şekvaları onlara gidip sana küsmesinler.”
Bu anlatım, ölüm meleği Azrail’in, can alma görevinin insanlarda oluşturacağı küskünlük ve şikayetlerden endişe etmesini ve Allah’ın bu endişeye karşı nasıl bir hikmetle cevap verdiğini gözler önüne serer. Allah, kullarının doğrudan Azrail’den şikayet etmemesi için araya hastalıklar, kazalar ve musibetler perdesini koymuştur. Böylece insanlar, ölümün doğrudan Azrail’den değil, bu sebeplere bağlı olduğunu düşünerek, Azrail’e karşı bir öfke veya küskünlük beslemezler. Bu, ilahi adaletin ve merhametin bir tecellisidir. Musibetler, aslında ölüm gerçeğine bir hazırlık, dünya hayatının geçiciliğini hatırlatan ve sabrı öğreten birer imtihandır. Bu ibretlik kıssa, zorlukların ve ölüme giden yoldaki acıların ardındaki ilahi planı anlamamıza yardımcı olur.

Kaderin Güzelliği ve Hayrın Şer Perdesi

İnsanlık tarihinde pek çok filozof ve düşünür, “neden kötülükler var?” sorusuna cevap aramıştır. Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı’ndan “Sözler – 472″de bu konuda eşsiz bir bakış açısı sunar: “Kaderin her şeyi güzeldir, hayırdır. Ondan gelen şer de hayırdır. Çirkinlik de güzeldir.”
Bu söz, kader ve kazaya iman etmenin derinliğini ifade eder. Zahiren kötü görünen olaylar, hastalıklar, musibetler, hatta çirkinlikler dahi, kaderin sonsuz hikmeti ve adaleti açısından bakıldığında bir hayır taşır. İnsan aklı, olayların sadece yüzeysel ve anlık etkilerini görebilirken, ilahi kader, olayın tüm boyutlarını ve uzun vadeli sonuçlarını kapsar. Bir şer gibi görünen olay, aslında daha büyük bir hayra kapı aralayabilir, insanı olgunlaştırabilir, günahlardan arındırabilir veya Allah’a daha çok yönelmesine vesile olabilir. Çirkinlikler ise, güzelliklerin kıymetini anlamak için birer ölçü vazifesi görür. Her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğu kâinatta, zıtlıklar bile ilahi bir denge ve güzellik içinde yer alır. Bu perspektif, olaylara bakış açımızı değiştirerek, bize tevekkül ve rıza makamına ulaşma yolunu gösterir.

Deccal’in Küresel Etkisi ve Yanlış Yönlendirmeler

Kıyamet alametlerinden biri olarak zikredilen Deccal figürü, farklı din ve kültürlerde çeşitli şekillerde yorumlanmıştır. Şualar – 587 ve Zülfikar – 271’de, Hz. Bediüzzaman Said Nursi, Deccal’in önemli bir gücünü Yahudilerle ilişkilendirir ve onların bu harekete gönüllü katılımından bahseder:
“Rivayette var ki: ‘Deccal’in mühim kuvveti yahudidir. Yahudiler severek tâbi’ olurlar.’ Her çeşit fesad komitelerine karışan ve her nevi ihtilale parmak karıştıran yine o millet olduğunu ifade ediyor.”
Bu metin, tarihi ve dini literatürdeki bazı rivayetlere dayanarak, Yahudi milletinin Deccal’in ortaya çıkışında ve küresel fesat hareketlerinde oynayabileceği rolü gündeme getirir.
Metin, Yahudilerin Deccal’e “severek tabi” olacağını belirtirken, onların her türlü fesat komitelerine ve ihtilallere karışan bir millet olduğunu ifade eder. Bu, Deccal’in sadece bir bireyden ibaret olmadığını, aynı zamanda belirli bir zihniyetin ve küresel entrikaların bir sembolü olabileceğini düşündürür. Bu ifadeler, dini metinlerin siyasi ve sosyal yorumlarına işaret ederken, okuyucuyu tarihin derinliklerindeki olayları ve günümüzdeki gelişmeleri dikkatle takip etmeye davet eder. Metin, genel olarak kötülüğün ve fitnenin yayılmasındaki insan faktörünü ve bu durumun toplumsal sonuçlarını anlatır.

Makale Özeti
Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan ve diğer hikmetli sözlerden ilham alarak, insanın dünya hayatı, inanç, kader ve toplumsal ilişkiler üzerine derinlemesine bir bakış sunmaktadır.
İlk bölümde, Müslümanların fakr-ı halinin nedeninin hırs olduğu ve dünya sevgisinin sınırları ele alınmıştır.
İkinci bölümde, dinsizliğin ve zındıklığın toplumsal ve bireysel sonuçlarına değinilerek, manevi değerlerin önemi anlatılmıştır. Üçüncü bölümde, Hazret-i Azrail (A.S) ile Cenab-ı Hakk arasındaki diyalog üzerinden musibetlerin ardındaki ilahi hikmet ve merhamet açıklanmıştır.
Dördüncü bölümde, kaderin her şeyinin güzel ve hayırlı olduğu, zahiren şer gibi görünenin bile bir hikmet taşıdığı Bediüzzaman’ın sözleriyle ifade edilmiştir.
Son olarak, Deccal’in küresel etkisi ve bu süreçte bazı milletlerin oynayabileceği rol, tarihi ve dini rivayetler ışığında değerlendirilmiştir.
Makale, bu farklı konuları bir bütünlük içinde ele alarak, okuyucuyu hem bireysel hem de toplumsal düzeyde daha bilinçli, tevekküllü ve hikmetli bir yaşam sürmeye teşvik etmektedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Dünya Sevgisi ve İnsanın Gerçek Fakr-ı Hâli

Dünya Sevgisi ve İnsanın Gerçek Fakr-ı Hâli

İnsan, çoğu zaman içinde bulunduğu durumu yanlış değerlendirme eğilimindedir.

Mesnevi-i Nuriye’de bu yanılma, “Ey divane baş ve bozuk kalp! Zanneder misin ki ‘Müslümanlar dünyayı sevmiyorlar veyahut düşünmüyorlar ki fakr-ı hale düşmüşler ve ikaza muhtaçtırlar tâ ki dünyadan hissesini unutmasınlar.’ Zannın yanlıştır, tahminin hatadır. Belki hırs şiddetlenmiş, onun için fakr-ı hale düşüyorlar. Çünkü mü’minde hırs, sebeb-i hasarettir ve sefalettir.” sözleriyle çarpıcı bir şekilde ifade edilmiştir.
Bu metin, Müslümanların dünya nimetlerinden uzak durmasının veya “fakr-ı hal” olarak görülen durumlarının ardındaki gerçek nedeni sorgular. Toplumda yaygın bir yanılgı, dindarların dünyayı önemsemediği için fakir kaldığı yönündedir. Ancak Bediüzzaman, bu düşüncenin yanlış olduğunu belirtir. Asıl neden, hırsın şiddetlenmesi ve bunun bir mü’min için zarara ve sefalete yol açmasıdır. Dünya sevgisi, ölçülü ve meşru sınırlar içinde kaldığında bir sorun teşkil etmez. Ancak hırs, kazanma ve elde etme arzusunun kontrolsüz hale gelmesiyle, insanı manevi değerlerden uzaklaştırır ve gerçek anlamda fakirliğe sürükler. Çünkü mü’min için dünya hırsı, kalp huzurunu bozar, kanaati yok eder ve neticede gerçek mutluluğu engeller. Dolayısıyla fakr-ı hal, dışarıdan gelen bir zorluktan ziyade, dahili bir hırsın sonucudur.

Dinsizliğin ve Zındıklığın Akıbeti

Toplumsal hayatın düzeni ve bireyin huzuru, inanç sistemleriyle yakından ilişkilidir. Risale-i Nur Külliyatı, dinsizliğin ve zındıklığın yol açacağı sonuçlar hakkında uyarıcı bir mesaj ihtiva eder: “Dinsizliği, zındıklığı neşredenler, pek müdhiş tokatlar yiyecekler.”
Bu ifade, sadece ahiretteki bir cezayı değil, aynı zamanda dünya hayatında da manevi ve toplumsal bir çöküşü işaret eder.
Dinsizlik ve zındıklık, toplumun temel taşlarını sarsan, ahlaki değerleri zayıflatan ve bireylerin iç huzurunu bozan unsurlardır. İnançtan uzaklaşan bir toplumda bencillik, şiddet ve adaletsizlik artar. Tarih boyunca, inançsızlığın yayıldığı dönemlerde toplumların büyük buhranlar yaşadığı, ahlaki ve kültürel yozlaşmaya uğradığı görülmüştür. Bu “tokatlar,” doğal bir sonuç olarak ortaya çıkan sosyal kaos, iç çatışmalar, bireysel mutsuzluklar ve manevi boşluklardır. Metin, insanları bu tür yıkıcı akımlardan uzak durmaya ve toplumun inanç temellerini korumaya davet eder. Çünkü gerçek mutluluk ve huzur, ancak sağlam bir inanç ve ahlak zemini üzerine inşa edilebilir.

Musibet Perdesi ve Azrail (A.S)’ın Hikmeti

Hayatın kaçınılmaz gerçeklerinden biri de ölüm ve onun getirdiği ayrılık hissidir. Mesnevi-i Nuriye 11. Şua’da, Hazret-i Azrail (A.S) ile Cenab-ı Hakk arasındaki diyalog, musibetlerin ardındaki ilahi hikmeti anlamamıza yardımcı olur:

“Hazret-i Azrail Aleyhisselâm, Cenab-ı Hakk’a demiş ki: -Kabz-ı ervah vazifesinde senin ibadın benden şekva edecekler. Benden küsecekler. Cenab-ı Hak lisan-ı hikmetle ona demiş ki: -Senin ile ibadımın ortasında musibetler, hastalıklar perdesini bırakacağım. Tâ şekvaları onlara gidip sana küsmesinler.”
Bu anlatım, ölüm meleği Azrail’in, can alma görevinin insanlarda oluşturacağı küskünlük ve şikayetlerden endişe etmesini ve Allah’ın bu endişeye karşı nasıl bir hikmetle cevap verdiğini gözler önüne serer. Allah, kullarının doğrudan Azrail’den şikayet etmemesi için araya hastalıklar, kazalar ve musibetler perdesini koymuştur. Böylece insanlar, ölümün doğrudan Azrail’den değil, bu sebeplere bağlı olduğunu düşünerek, Azrail’e karşı bir öfke veya küskünlük beslemezler. Bu, ilahi adaletin ve merhametin bir tecellisidir. Musibetler, aslında ölüm gerçeğine bir hazırlık, dünya hayatının geçiciliğini hatırlatan ve sabrı öğreten birer imtihandır. Bu ibretlik kıssa, zorlukların ve ölüme giden yoldaki acıların ardındaki ilahi planı anlamamıza yardımcı olur.

Kaderin Güzelliği ve Hayrın Şer Perdesi

İnsanlık tarihinde pek çok filozof ve düşünür, “neden kötülükler var?” sorusuna cevap aramıştır. Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı’ndan “Sözler – 472″de bu konuda eşsiz bir bakış açısı sunar: “Kaderin her şeyi güzeldir, hayırdır. Ondan gelen şer de hayırdır. Çirkinlik de güzeldir.”
Bu söz, kader ve kazaya iman etmenin derinliğini ifade eder. Zahiren kötü görünen olaylar, hastalıklar, musibetler, hatta çirkinlikler dahi, kaderin sonsuz hikmeti ve adaleti açısından bakıldığında bir hayır taşır. İnsan aklı, olayların sadece yüzeysel ve anlık etkilerini görebilirken, ilahi kader, olayın tüm boyutlarını ve uzun vadeli sonuçlarını kapsar. Bir şer gibi görünen olay, aslında daha büyük bir hayra kapı aralayabilir, insanı olgunlaştırabilir, günahlardan arındırabilir veya Allah’a daha çok yönelmesine vesile olabilir. Çirkinlikler ise, güzelliklerin kıymetini anlamak için birer ölçü vazifesi görür. Her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğu kâinatta, zıtlıklar bile ilahi bir denge ve güzellik içinde yer alır. Bu perspektif, olaylara bakış açımızı değiştirerek, bize tevekkül ve rıza makamına ulaşma yolunu gösterir.

Deccal’in Küresel Etkisi ve Yanlış Yönlendirmeler

Kıyamet alametlerinden biri olarak zikredilen Deccal figürü, farklı din ve kültürlerde çeşitli şekillerde yorumlanmıştır. Şualar – 587 ve Zülfikar – 271’de, Hz. Bediüzzaman Said Nursi, Deccal’in önemli bir gücünü Yahudilerle ilişkilendirir ve onların bu harekete gönüllü katılımından bahseder:
“Rivayette var ki: ‘Deccal’in mühim kuvveti yahudidir. Yahudiler severek tâbi’ olurlar.’ Her çeşit fesad komitelerine karışan ve her nevi ihtilale parmak karıştıran yine o millet olduğunu ifade ediyor.”
Bu metin, tarihi ve dini literatürdeki bazı rivayetlere dayanarak, Yahudi milletinin Deccal’in ortaya çıkışında ve küresel fesat hareketlerinde oynayabileceği rolü gündeme getirir.
Metin, Yahudilerin Deccal’e “severek tabi” olacağını belirtirken, onların her türlü fesat komitelerine ve ihtilallere karışan bir millet olduğunu ifade eder. Bu, Deccal’in sadece bir bireyden ibaret olmadığını, aynı zamanda belirli bir zihniyetin ve küresel entrikaların bir sembolü olabileceğini düşündürür. Bu ifadeler, dini metinlerin siyasi ve sosyal yorumlarına işaret ederken, okuyucuyu tarihin derinliklerindeki olayları ve günümüzdeki gelişmeleri dikkatle takip etmeye davet eder. Metin, genel olarak kötülüğün ve fitnenin yayılmasındaki insan faktörünü ve bu durumun toplumsal sonuçlarını anlatır.

Makale Özeti
Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan ve diğer hikmetli sözlerden ilham alarak, insanın dünya hayatı, inanç, kader ve toplumsal ilişkiler üzerine derinlemesine bir bakış sunmaktadır.
İlk bölümde, Müslümanların fakr-ı halinin nedeninin hırs olduğu ve dünya sevgisinin sınırları ele alınmıştır.
İkinci bölümde, dinsizliğin ve zındıklığın toplumsal ve bireysel sonuçlarına değinilerek, manevi değerlerin önemi anlatılmıştır. Üçüncü bölümde, Hazret-i Azrail (A.S) ile Cenab-ı Hakk arasındaki diyalog üzerinden musibetlerin ardındaki ilahi hikmet ve merhamet açıklanmıştır.
Dördüncü bölümde, kaderin her şeyinin güzel ve hayırlı olduğu, zahiren şer gibi görünenin bile bir hikmet taşıdığı Bediüzzaman’ın sözleriyle ifade edilmiştir.
Son olarak, Deccal’in küresel etkisi ve bu süreçte bazı milletlerin oynayabileceği rol, tarihi ve dini rivayetler ışığında değerlendirilmiştir.
Makale, bu farklı konuları bir bütünlük içinde ele alarak, okuyucuyu hem bireysel hem de toplumsal düzeyde daha bilinçli, tevekküllü ve hikmetli bir yaşam sürmeye teşvik etmektedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Kur’ân’da “Galibiyet ve Üstünlük” İfade Eden Kelimeler

Kur’ân’da “Galibiyet ve Üstünlük” İfade Eden Kelimeler

Kur’ân-ı Kerîm’de galebe, gâlibiyet, üstünlük, izzet, zafer mânâsını ifade eden birçok kelime ve bunların müradifleri vardır. Bunlar sadece bir “üstün gelme” ifadesi değil, aynı zamanda hak-bâtıl mücadelesinde Allah’ın yardımını, imanın kudretini ve ilahî hikmeti de gösterir.

  1. غلب – galebe

“Üstün gelmek, yenmek, hâkim olmak” anlamındadır.
🔹 رُوم / Rum Suresi, 2-4:

> “Rumlar yenildi. Onlar, bu yenilgilerinden sonra birkaç yıl içinde galip geleceklerdir. Ve o gün mü’minler de sevineceklerdir. Allah’ın yardımıyla. O, dilediğine yardım eder. O Azîz’dir, Rahîm’dir.”
Burada “غَلَبَت” (yenildi) ve “سَيَغْلِبُونَ” (galip gelecekler) kullanılmıştır. Hikmeti: Allah, dünya siyasetinde dahi mü’minlerin kalbini teselli edecek galibiyetler yaratır.

  1. غالب – gâlib

“Daima üstün gelen, mağlup edilmeyen.”
🔹 يوسف / Yusuf Suresi, 21:

> “…Allah, işinde gâliptir (غَالِبٌ عَلَى أَمْرِهِ), fakat insanların çoğu bunu bilmez.”
Burada “gâlib” sıfatı, Allah’ın mutlak irade ve takdirde daima üstün olduğunu anlatır. İnsanlar zâhirde sebepleri görür, ama galibiyetin hakiki faili Allah’tır.

  1. عز – izzet

“Üstünlük, güç, onur” mânâsına gelir.
🔹 فاطر / Fâtır Suresi, 10:

> “Kim izzet istiyorsa bilsin ki, bütün izzet Allah’ındır.”
İnsan izzeti dünyevî makamda arar, fakat Kur’ân hakikati bildirir: hakikî üstünlük yalnız Allah katındadır.

🔹 منافقون / Münâfikûn Suresi, 8:

> “İzzet Allah’ın, Resulünün ve mü’minlerindir. Fakat münafıklar bilmezler.”
Burada izzetin üç merkeze verildiği anlatılır: Allah, Resulü ve mü’minler.

  1. نصر – nusret

“Yardım, zafer, üstünlük.”
🔹 صف / Saff Suresi, 13:

> “…Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah’tan bir yardım (نَصْرٌ) ve yakın bir fetih. Mü’minleri müjdele.”
Galibiyetin ilahî yardım olmadan mümkün olmayacağı anlatılır.

🔹 فتح / Fetih Suresi, 1:

> “Şüphesiz biz sana apaçık bir fetih verdik.”
Buradaki fetih, nusretin sonucu olan zaferdir.

  1. فوز – fevz

“Kurtuluş, en büyük başarı, üstünlük.”
🔹 احزاب / Ahzâb Suresi, 71:

> “Kim Allah’a ve Resulüne itaat ederse, işte onlar en büyük başarıya (فَوْزًا عَظِيمًا) ermiş olanlardır.”
Galibiyet sadece dünyevî zafer değil, uhrevî kurtuluştur.

  1. علو – uluvv

“Yükselmek, üstün olmak.”
🔹 قصص / Kasas Suresi, 4:

> “Şüphesiz Firavun, yeryüzünde büyüklük tasladı (عَلَا فِي الْأَرْضِ) ve halkını fırkalara ayırdı…”
Buradaki “uluvv”, haksız, zalimâne bir üstünlük iddiasıdır. Bu, hakiki galibiyet değil, geçici bir hegemonyadır.

🧠 Hikmet ve Kullanım Yerleri

  1. Hak-bâtıl mücadelesinde:
    Kur’ân’da galibiyet, çoğunlukla iman ile küfür arasındaki mücadelede Allah’ın yardımını göstermek için kullanılır. (Rum, Bedir, Hendek).
  2. İlâhî kudretin tecellisi:
    Yusuf Suresi 21’deki gibi, insanlar başka şey zannederken Allah’ın takdiri gâlib gelir.
  3. Dünyevî – Uhrevî ayrımı:
    Dünyada galibiyet bazen zahiren kâfirlerde olabilir (Firavun, Nemrut). Ama hakiki üstünlük ve kalıcı zafer iman ve izzette olur.
  4. İzzet ve şeref kaynağı:
    Mü’minler için izzetin yalnız Allah’a dayanması gerektiği anlatılır. Dünyevî üstünlük geçicidir, ilahî izzet ise ebedîdir.
  5. Teselli ve müjde:
    “Galibiyet Allah’ındır” ifadesi, özellikle sıkıntı ve mağlubiyet dönemlerinde mü’minlere moral ve sabır vermek için yer alır (Uhud sonrası, Hendek, Hudeybiye süreci).

📌 Özetle:
Kur’ân’da galebe, gâlib, izzet, nusret, fevz, ulûvv gibi kavramlarla üstünlük ifade edilir. Bunların hikmeti, sadece zahirî zaferi anlatmak değil, hakikî üstünlüğün Allah’a, Resulüne ve mü’minlere ait olduğunu, dünyadaki mağlubiyetlerin ise geçici olduğunu öğretmektir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Manevi Mücadele ve Gençliğin İmana Daveti

Manevi Mücadele ve Gençliğin İmana Daveti

İslâm memleketlerinde dahi zaman zaman iman esaslarını zedeleyen, gençleri imansızlığa sürükleyen fikir akımları boy göstermiştir.
Şualar’da bu duruma dikkat çekilerek şöyle denilmiştir:

“İslâm memleketi olan bu vatanda bolşevik baykuşlarının seslerini işitiyoruz. Bu ses, âlem-i İslâm’ın iman esaslarını zedeliyor. Halkı, bilhâssa gençleri imansız yaparak kendisine bağlıyor. Ben bütün mevcudiyetimle bunlarla mücadele ederek gençleri ve Müslümanları imana davet ediyorum.”
Bu metin, dönemin siyasi ve ideolojik akımlarına karşı yapılan manevi bir mücadeleyi anlatmaktadır.
“Bolşevik baykuşlarının sesleri” ifadesi, dine ve maneviyata aykırı, özellikle genç nesilleri hedef alan yıkıcı fikirleri sembolize eder. Bu tür akımlar, genellikle materyalist ve ateist düşünceleri yayarak toplumun iman temelini sarsmayı hedefler. Bediüzzaman Said Nursi, bu tehlikenin farkında olarak, bütün varlığıyla bu fikri sapkınlıklarla mücadele etmiş ve gençleri imana davet etmiştir. Bu davet, sadece bireysel bir kurtuluş değil, aynı zamanda toplumun manevi değerlerini koruma ve gelecek nesillere sağlam bir miras bırakma çabasıdır. Bugün de benzer ideolojik tehditler karşısında, gençleri doğru inanca yöneltmek, manevi değerleri canlı tutmak ve onları yıkıcı fikirlerden korumak büyük bir önem taşımaktadır. Bu, her dönemde İslâm âlimlerinin ve münevverlerinin en temel vazifelerinden biri olmuştur.

İnsanın Acziyeti, Zayıflığı ve Dua Kapısı

İnsanın yaratılışındaki en temel özelliklerden biri, acziyeti ve nihayetsiz zayıflığıdır.
Lem’alar’da Bediüzzaman Said Nursi (R.A) bu hakikati şu şekilde izah eder:
“Cenab-ı Hak, insana hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir zaaf vermiş… tâ ki daimî bir surette dergâh-ı ilahiyeye iltica edip niyaz etsin, dua etsin. yani
‘Eğer duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var'”
Bu söz, insanın Allah karşısındaki mutlak acziyetini ve zayıflığını anlatır. Allah, insanı bu zayıf yapıyla yaratmıştır ki, sürekli olarak kendisine yönelsin, yalvarsın ve dua etsin. Dua, insanın yaratıcısıyla kurduğu en samimi bağ, acziyetini itiraf ettiği ve kudret sahibinden yardım dilediği bir köprüdür. Eğer dua olmasa, insan kendi zayıflıkları içinde kaybolur, varlığının gerçek anlamını yitirir. Dua, sadece bir istek listesi sunmaktan öte, Allah’a güvenmek, O’na teslim olmak ve O’nun sonsuz kudretine sığınmaktır. İnsanın zayıflığı, aynı zamanda Allah’ın kudretini ve merhametini daha iyi anlamasına vesile olur. Bu durum, bizi her anımızı bir dua fırsatı olarak görmeye ve Rabbimize olan bağlılığımızı güçlendirmeye teşvik eder.

Kainatın Muhteşem İşleri ve Başıboş Olmayan Varlık

Kainatın her köşesinde, başıboş olmadığını isbat eden deliller mevcuttur.
Asâ-yı Musa’ da bu gerçek şöyle ifade edilmiştir:
“Başını kaldır, kendini tanıttırmak isteyen faal ve kudretli bir zâtın hârika işlerine bak! Sen başıboş olmadığın gibi, bu hâdiseler de başıboş olamazlar…”
Bu söz, insana derin bir tefekkür daveti sunar. Gözlemleyebileceğimiz her tabiat olayı, her canlı varlık, her gezegenin hareketi, sonsuz bir güç ve irade sahibi olan bir Yaratıcı’nın varlığını haykırır. İnsanın kendi varlığı bile, başıboş ve anlamsız bir tesadüfün ürünü değildir. Bu muhteşem düzen, mükemmel işleyiş ve her bir zerresindeki sanat, kendini tanıtmak isteyen Kadir-i Mutlak bir Zât’ın eseridir. Eğer insan kendi varlığının bile bir amacı ve yaratıcısı olduğuna inanıyorsa, o zaman içinde yaşadığı kâinatın da başıboş olmadığını idrak etmelidir. Bu, insanı kâinatı bir ibret nazarıyla okumaya, her hadisede ilahi kudretin izlerini görmeye ve kendi varlığının anlamını bulmaya yönlendiren bir çağrıdır.

Her Kıştan Sonra Bahar: İslam Medeniyetinin Yükselişi

Tarih, milletlerin ve medeniyetlerin inişli çıkışlı seyrini gösterir. Ancak ilahi takdirde her zorluğun ardından bir kolaylık, her karanlığın ardından bir aydınlık vardır.

Tarihçe-i Hayat’ta Bediüzzaman Said Nursi (r.a), bu umut veren gerçeği şöyle dile getirir:
“Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev’-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşâallah. Hakikat-i İslâmiyenin güneşi ile, sulh-u umumî dairesinde hakikî medeniyeti görmeyi, rahmet-i ilahiyeden bekliyebilirsiniz.”
Bu söz, insanlık için karanlık ve zorlu dönemlerin geçici olduğuna işaret eder. Tıpkı tabiatta olduğu gibi, toplumların da bir yenilenme ve diriliş süreci yaşayacağı müjdelenir.
Bediüzzaman, bu dirilişin “Hakikat-i İslâmiyenin güneşi” ile geleceğini ve “sulh-u umumî dairesinde hakikî medeniyeti” inşa edeceğini belirtir. Bu, İslam’ın evrensel değerleri olan adalet, barış, ilim ve merhametin hâkim olduğu bir medeniyet tasavvurudur. İslam medeniyetinin geçmişteki altın çağı gibi, gelecekte de insanlığa yeniden ışık saçacağı umudu ifade edilir. Bu umut, Müslümanları pasifliğe değil, aksine aktif bir şekilde bu baharı hazırlamak için çalışmaya, ilme ve ahlaka sarılmaya teşvik eder.

Ecdadın Mirası: Din ve Kahramanlık

Milletlerin kimliği, geçmişlerinden aldıkları mirasla şekillenir. Tarihçe-i Hayat’ta Bediüzzaman Said Nursi, Türk milletinin dini ve kahramanlık mirasına işaret ederek şöyle der:
“Bizler dinde olduğu gibi, kahramanlıkta da ecdadımızın vârisleri olduğumuzu göstereceğiz.”
Bu söz, milli kimliğin iki temel direği olan dini değerler ve tarihi kahramanlıklar arasındaki güçlü bağı ortaya koyar. Türk milleti, hem İslam dinine olan derin bağlılığıyla hem de tarihin her döneminde gösterdiği cesaret ve kahramanlıkla tanınmıştır. Ecdattan miras alınan bu iki değer, gelecek nesillere aktarılması gereken önemli bir sorumluluktur. Bu ifade, sadece geçmişle övünmekten ziyade, o mirasın gereğini yerine getirme, günümüz şartlarında da dine ve vatana hizmet etme azmini dile getirir. Dini yaşantıda ve kahramanlıkta ataların izinden gitmek, milli şuurun ve kimliğin korunması için elzemdir. Bu, genç nesillere hem manevi bir sorumluluk hem de vatan sevgisi aşılayan güçlü bir mesajdır.

Makale Özeti
Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin eserlerinden ve hikmetli sözlerden yola çıkarak, bireysel ve toplumsal hayatın farklı yönlerine ışık tutmaktadır.
İlk bölümde, gençleri imana davet etmenin ve yıkıcı ideolojilerle mücadelenin önemi, “Bolşevik baykuşlarının sesleri” metaforuyla anlatılmıştır.

İkinci bölümde, insanın acziyeti ve zayıflığına rağmen dua yoluyla Allah’a yönelmesinin önemi anlatılmış, duanın insan hayatındaki merkezi rolüne dikkat çekilmiştir.

Üçüncü bölümde, kâinatın başıboş olmadığı ve her hadisede ilahi kudretin izlerinin bulunduğu, insana tefekkür kapısı aralanarak açıklanmıştır.

Dördüncü bölümde, “Her kıştan sonra bir bahar” benzetmesiyle İslam medeniyetinin gelecekteki dirilişine dair umut verici bir perspektif sunulmuştur.

Son olarak, “dinde olduğu gibi kahramanlıkta da ecdadımızın vârisleri olduğumuzu göstereceğiz” sözüyle milli kimliğin dini ve tarihi kahramanlıklarla olan ilişkisi ve bu mirasın korunması gerektiği belirtilmiştir.
Makale, bu farklı konuları bir bütünlük içinde ele alarak, okuyucuyu hem manevi hem de sosyal sorumlulukları konusunda derinlemesine düşünmeye davet etmektedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Ümidim Kavîdir ki…

Ümidim Kavîdir ki…
Bu metin, Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayat adlı eserinden bir iktibas ve manevi bir uyanış ve yeniden doğuş umudunu ifade eder.

“Ümidim kavîdir ki: Çok masumların kalblerinden hararet-i hüzün ile tebahhur eden Ây! Vay! ve Âh! lar, rahmetli bir bulut teşkil edecektir. Ve Âlem-i İslâm’daki yeni yeni İslâm devletlerinin teşekkülleriyle o rahmetli bulut teşekküle başlamıştır.”

Yani;
“Güçlü bir umudum var ki: Birçok masum insanın kalbinden kederin ateşiyle buharlaşan ‘Ah!’, ‘Vah!’ ve ‘Eyvah!’lar, rahmet getiren bir bulut oluşturacaktır. Ve İslam dünyasındaki yeni İslam devletlerinin kurulmasıyla o rahmet bulutu oluşmaya başlamıştır.”

O Kadar Sevdiğin Mal ve Evlat…

Bu metin, hayatın gelip geçici yapısına ve ahirete odaklanmanın önemine dair bir uyarı niteliğindedir.
Risale-i Nur Külliyatı’ndan;

“O kadar sevdiğin mal ve evlat ve perestiş ettiğin nefis ve heva ve meftun olduğun gençlik ve hayat zayi olup kaybolacak, senin elinden çıkacaklar. Fakat günahlarını, elemlerini sana bırakıp boynuna yükletecekler.”

Yani:
“O kadar sevdiğin mal ve evlat, taptığın nefsin ve heveslerin, hayranı olduğun gençlik ve hayat, hepsi zayi olup kaybolacak ve senin elinden çıkacak. Fakat günahlarını ve kederlerini sana bırakıp boynuna yükleyecekler.”

Avrupa, Bir İslâm Devletine Hâmiledir…

Bu iktibas, Tarihçe-i Hayat ve Risale-i Nur’dan olup, tarihin ve medeniyetlerin devir içinde ve bir değişim içinde olduğunu anlatan mecazi bir ifadedir.

“Avrupa, bir İslâm devletine hâmiledir, günün birinde onu doğuracak. Osmanlılar da Avrupa ile hâmiledir, o da onu doğuracak.”
Yani:
“Avrupa, bir İslam devletine gebedir, bir gün onu doğuracaktır. Osmanlılar da Avrupa ile gebedir, o da onu doğuracaktır.”

Mevt, Vazife-i Hayattan Bir Terhistir…

Bu metin, Risale-i Nur Külliyatı’ndan alınmıştır ve ölümü bir son olarak değil, yeni bir başlangıç olarak tanımlar.

“Mevt, vazife-i hayattan bir terhistir, bir paydostur, bir tebdil-i mekândır, bir tahvil-i vücuddur, hayat-ı bâkiyeye bir davettir, bir mebde’dir, bir hayat-ı bâkiyenin mukaddimesidir.”
Yani:
“Ölüm, hayat görevinden bir terhistir, bir paydostur, bir yer değişikliğidir, bir vücut dönüşümüdür, ebedi hayata bir davettir, bir başlangıçtır, ebedi hayatın bir önsözüdür.”

Aklı Başında Olan İnsan…
Bu söz, Bediüzzaman’ın genel tesbitinden bir kesit sunar ve dünyaya karşı dengeli bir duruş sergilemenin önemine işaret eder.

“Aklı başında olan insan, ne dünya umurundan kazandığına mesrur ve ne de kaybettiği şeye mahzun olmaz. Zira dünya durmuyor, gidiyor. İnsan da beraber gidiyor. Sen de yolcusun.”

Yani:
“Akıllı olan insan, dünya işlerinden kazandığına sevinmez, kaybettiği şeye de üzülmez. Çünkü dünya durmuyor, gidiyor. İnsan da onunla beraber gidiyor. Sen de bir yolcusun.”

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




İnsanın Yolculuğu ve Ebedi Hayatın Hikmeti

İnsanın Yolculuğu ve Ebedi Hayatın Hikmeti

İnsan, bu dünyada geçici bir misafir, uzun bir yolculuğun yolcusudur. Bu yolculuk, sadece mekânlar arasında bir seyahat değil, aynı zamanda ruhsal ve manevi bir terakki sürecidir.
Metinlerde yer alan derin anlamlı sözler, insanın bu yolculuğunu, karşılaştığı zorlukları ve ebedi hayata hazırlık yapmanın önemini etkileyici bir şekilde anlatmaktadır.

Birinci Bölüm: İnsanın Sonsuz Yolculuğu

Mesnevi-i Nuriye’den alınan ilk metin, insanın hayat yolculuğunu doğumdan sonsuzluğa uzanan bir seyir olarak tanımlar.

“İnsan bir yolcudur. Sabavetten gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder.”
Bu söz, hayatın bir dizi geçiş evresinden ibaret olduğunu ve her aşamanın bir sonrakine hazırlık olduğunu anlatır. Çocukluktan gençliğe, gençlikten yaşlılığa ve oradan da kabre uzanan bu yolculukta, her bir durak, insanın varoluş amacını daha iyi anlamasına vesile olmalıdır. Bu yolculukta asıl hedef, dünya hayatının ötesindeki ebedi âlemdir.

İkinci Bölüm: Dünya Hayatının Aldatıcı Yüzü ve Ebedi Ahiret

Fecr Suresi’nin ayetleri ve Yunus Emre’nin hikmetli sözleri, dünya hayatının geçiciliğine ve ahiretteki pişmanlığa dikkat çeker.
“O gün cehennem de getirildiğinde, insan işte o gün yaptıklarını birer birer hatırlayacaktır. Fakat bu hatırlamanın ona ne faydası var. İnsan, ‘Keşke âhiret hayatım için daha önce bir şeyler yapmış olsaydım’ der.”
Bu ifadeler, dünya zevklerine dalıp ahireti unutanların yaşayacağı büyük pişmanlığı gözler önüne serer. İnsan, ebedi hayatı için hazırlık yapmadığı zaman, geri dönüşü olmayan bir sona doğru ilerler.
İbrahim en-Nehâî’nin sözü de bu durumu destekler:
“İnsanları iki şey mahveder; Fazla mal toplama hırsı ve çok konuşmak.”
Dünya hırsı ve faydasız sözler, insanı asıl amacından uzaklaştıran ve manevi olarak zayıflatan iki büyük tehlikedir.
Yunus Emre’nin uyarısı ise adeta bir tokat gibidir:
“Daha ne kadar besleyeceksin, nefsini, bedeni?
Düştün dünya zevkine, unuttun kıyameti!”
Bu sözler, bedeni ve nefsani arzuların esiri olmanın, ahiret bilincini yitirmeye yol açacağını hatırlatır.

Üçüncü Bölüm: Yolculukta Işık ve Azık İhtiyacı

Uzun ve karanlık bir yolculukta azıksız ve ışıksız kalmak tehlikelidir. Mesnevi-i Nuriye’den alınan bir diğer metin, bu yolculuğun manevi ihtiyaçlarına işaret eder.

“Bizler uzun bir seferdeyiz. Buradan kabre, kabirden haşre, haşirden ebed memleketine gitmek üzereyiz. O yollarda zulümatı dağıtacak bir nur ve bir erzak lazımdır. Güvendiğimiz akıl ve ilimden ümid yok. Ancak Kur’an’ın güneşinden, Rahman’ın hazinesinden tedarik edilebilir.”
Bu söz, dünya ilimlerinin ve aklın tek başına ebedi saadeti garantilemeyeceğini, asıl azığın Kur’an’ın nuru ve İlahi rahmetten alınabileceğini belirtir. Kur’an, bu uzun seferin karanlıklarını aydınlatan bir rehberdir.

Dördüncü Bölüm: Ölümün Hakikati ve Ebedi Hayatın Sünbülü

Hayatın en yüksek mertebesi, ölümle son bulmaz; aksine yeni bir başlangıca kapı aralar. Risale-i Nur’dan alınan bir metin, ölümü mecazi bir benzetmeyle açıklar.

“Tabaka-i hayatın en ulvîsi (yükseği) olan hayat-ı insaniyenin başına gelen mevt (ölüm), elbette yer altına girmiş bir çekirdeğin hava âleminde bir ağaç olması gibi, yer altına giren bir insan da, âlem-i Berzahta, elbette bir hayat-ı bakiye (sonsuz hayata) sünbülü verecektir.”
Bu ibretli benzetme, ölümün bir yok oluş değil, tohumun toprağa düşüp filizlenmesi gibi, ruhun yeni bir boyutta, ebedi hayatta yeşermesi anlamına geldiğini ifade eder.

Beşinci Bölüm: Gafletten Uyanış Çağrısı

Son olarak, Mesnevi-i Nuriye’den bir başka iktibas, insanın gafletine ve acizliğine dokunaklı bir şekilde değinir.

“Ömür az, sefer uzun, yol tedariki yok, kuvvet ve kudret yok, acz-i mutlak gibi elim elemlere maruz kalmaktır. Öyle ise, bu gaflet ü nisyan nedir? Deveykuşu gibi başını nisyan kumuna sokar, gözüne gaflet gözlüğünü takarsın ki Allah seni görmesin. Veya sen Onu görmeyesin.”
Bu sözler, insanın fani ve aciz bir varlık olduğunu, ancak çoğu zaman bu gerçeği görmezden geldiğini anlatır. Gaflet, devekuşunun başını kuma gömmesi gibi bir davranıştır; insan, geçici zevkler uğruna ahiretini unutur ve kendini güvende zanneder. Ancak bu gaflet, insana sadece daha büyük bir pişmanlık getirir.

Makale Özeti
Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi ve diğer hikmet ehli zatların sözlerinden yola çıkarak insanın dünya hayatındaki yolculuğunu ve bu yolculuğun manevi boyutlarını ele almaktadır.
İlk bölümde, insan hayatının doğumdan sonsuzluğa uzanan kesintisiz bir yolculuk olduğu anlatılmaktadır.
İkinci bölümde, dünya malı hırsı ve faydasız konuşmanın insanı nasıl helake sürüklediği ve ahirette yaşanacak pişmanlıklar işlenmektedir.
Üçüncü bölümde, bu uzun yolculukta gerekli olan manevi azık ve rehberin sadece Kur’an’dan ve İlahi rahmetten temin edilebileceği belirtilmektedir.
Dördüncü bölümde ise ölümün bir son değil, ebedi hayata açılan bir kapı olduğu, tohumun filizlenmesi metaforuyla açıklanmaktadır.
Son olarak, insanın gafletten uyanması ve fani dünyanın geçici zevklerine aldanmaması gerektiği üzerinde durulmaktadır.
Makale, okuyucuyu hayatın gerçek amacını ve ebedi hayata hazırlık yapmanın önemini derinlemesine düşünmeye davet eden ibretli ve düşündürücü bir bütünlük taşımaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Hayatın Sırrı, Ölümün Hakikati ve Ahiret Yolculuğu

Hayatın Sırrı, Ölümün Hakikati ve Ahiret Yolculuğu

İnsan, varoluşunun anlamını ve hayatın nihai gayesini sorgulayan bir varlıktır. Bu sorgulamalar, kimi zaman bir melankoliye, kimi zaman da büyük bir umuda dönüşür. Bediüzzaman Said Nursi, eserlerinde bu temel sorulara ışık tutarak insana bir yol haritası sunar. Hikmetli sözler, bu yolculuğun farklı duraklarını ve sırlarını aydınlatmaktadır.

Birinci Bölüm: Hayatın Anlamı ve Yükü

Hayatın getirdiği ağır sorumluluklar, bazen insanı yorup bezginliğe sevk edebilir. İlk metin, bu durumu ele alarak insana bir teselli sunar:
“Ey insan. Hayatın ağır tekâlifini omuzuna alıp zahmet çekme. Hayatın fenâsını düşünüp, hüzne düşme. Yalnız dünyevî ehemmiyetsiz meyvelerini görüp dünyaya gelişinden pişmanlık gösterme. Belki o sefine-i vücudundaki hayat makinesi, Hayy-u Kayyum’a aittir. Masarif ve levazımatını, o tedarik eder. Ve o hayatın pek kesretli gayeleri ve neticeleri var ve ona aittir. Sen, o gemide bir dümenci neferisin. Vazifeni güzel gör, ücretini al, keyfine bak.”
Bu söz, hayatın zorluklarına odaklanmak yerine, onun ardındaki İlahi hikmeti görmeye davettir. Hayat, insana ait bir yük değil, Allah’ın bir emanetidir. İnsan, bu emanetin sadece bir hizmetkârıdır; görevi en iyi şekilde yerine getirmek ve neticesini Allah’a bırakmaktır. Bu bakış açısı, insana hem huzur verir hem de onu dünyevi kaygılardan kurtarır.

İkinci Bölüm: Ölüm, Bir Terhis ve Yükseliş Kapısı

Ölüm, çoğu insan için korkutucu bir sondur. Ancak ikinci metin, bu korkuyu manevi bir anlayışla giderir ve ölümü bir yükseliş olarak sunar:
“En evvel beni çok korkutan ölümün yüzüne baktım. Gördüm ki: Ölüm, ehl-i iman için bir terhistir; ecel, terhis tezkeresidir. Bir tebdil-i mekândır, bir hayat-ı bâkiyenin mukaddimesi ve kapısıdır, zindan-ı dünyadan çıkmak ve bâğistan-ı cinâna bir uçmaktır. Hizmetinin ücretini almak için huzur-u Rahman’a girmeye bir nöbettir ve dâr-ı saadete gitmeye bir davettir, diye kat’î anladığımdan ölümü ve mevti sevmeye başladım.”
Bu söz, ölümün, iman edenler için bir yok oluş değil, görev bitiminde alınan bir “terhis belgesi” olduğunu anlatır. Dünya hayatının bir zindan gibi anlaşıldığı bu bakış açısında, ölüm, Cennet bahçelerine uçmak için bir fırsattır. Bu idrak, ölüm korkusunu sevgiye ve ahiret özlemine dönüştürür.

Üçüncü Bölüm: İnsanın Fıtratındaki Hasletlerin Hikmeti

İnsan fıtratında var olan şiddetli duygular, genellikle dünyevi hevesler için kullanılır.

Üçüncü metin ise bu duyguların asıl amacını açıklar:
“İnsanın fıtratındaki şiddetli merak ve hararetli muhabbet ve dehşetli hırs ve inadlı taleb ve hâkeza şedid hissiyatlar umûr-u uhreviyeyi kazanmak için verilmiştir.”
İnsan tabiatındaki merak, muhabbet, hırs ve istek gibi güçlü hisler, aslında geçici dünya malı için değil, sonsuz ahiret hayatını kazanmak için verilmiştir. Eğer bu duygular dünyevi ve geçici şeylere yönelirse, insan hayal kırıklığına uğrar ve tatmin olamaz. Bu nedenle, bu güçlü hisleri ebedi saadeti kazanmaya yönlendirmek, insanın fıtratına en uygun ve en hikmetli davranıştır.

Dördüncü Bölüm: Faniden Bâkiye Gidiş

Hayatın nihai gayesi, fani olandan sonsuz olana geçiştir.
Son metin bu geçişi çok net bir şekilde ifade eder:
“Dâr-ı fâniden dâr-ı bâkiye dönülecek ve Kadîm-i Bâkî’nin makarr-ı saltanat-ı ebediyesine gidilecek ve kesret-i esbabdan Vâhid-i Zülcelâl’in daire-i kudretine gidilecek, dünyadan âhirete geçilecek. Merciiniz onun dergâhıdır, melceiiniz onun rahmetidir.”
Bu söz, insanın geçici dünyadan (dâr-ı fani) ebedi dünyaya (dâr-ı bâki) döneceğini belirtir. Bu dönüş, bütün sebeplerin çokluğundan (kesret-i esbab) tek ve yüce Yaratıcı’nın (Vâhid-i Zülcelâl) kudret dairesine doğru bir harekettir. İnsanın sığınacağı tek merci ve sığınak, O’nun dergâhı ve sonsuz rahmetidir. Bu sözler, insana hem bir hedef hem de güvenebileceği tek sığınak olduğunu hatırlatır.

Makale Özeti
Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan alınan dört ayrı metni ele alarak, insanın varoluş yolculuğunu, hayatın ve ölümün derin anlamlarını, fıtratındaki duyguların hikmetini ve ahiret inancının önemini işlemeyi amaçlamıştır.
İlk bölümde, hayatın zorluklarının bir yük değil, İlahi bir emanet olduğu ve insanın bu emanette sadece bir hizmetkâr olduğu anlatılmaktadır.

İkinci bölümde, ölümün bir son değil, iman edenler için Cennet’e açılan bir kapı olduğu anlatılarak ölüm korkusu giderilmektedir.

Üçüncü bölümde, insanın fıtratında bulunan güçlü hislerin aslında ahiret hayatını kazanmak için verildiği, bu duyguların asıl hedeften sapmaması gerektiği belirtilmektedir.

Son olarak, dördüncü bölümde ise insanın fani dünyadan ebedi olana doğru yaptığı zorunlu yolculuk ve bu yolculukta sığınacağı yegâne merciin Allah’ın dergâhı ve rahmeti olduğu anlatılmaktadır.
Bu metinler, bir bütün olarak, insana hayatın ve ölümün gerçek amacını hatırlatarak onu daha bilinçli ve maneviyat dolu bir yaşama davet etmektedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Hayatın Sırrı, Ölümün Hakikati ve Ahiret Yolculuğu

Hayatın Sırrı, Ölümün Hakikati ve Ahiret Yolculuğu

İnsan, varoluşunun anlamını ve hayatın nihai gayesini sorgulayan bir varlıktır. Bu sorgulamalar, kimi zaman bir melankoliye, kimi zaman da büyük bir umuda dönüşür. Bediüzzaman Said Nursi, eserlerinde bu temel sorulara ışık tutarak insana bir yol haritası sunar. Hikmetli sözler, bu yolculuğun farklı duraklarını ve sırlarını aydınlatmaktadır.

Birinci Bölüm: Hayatın Anlamı ve Yükü

Hayatın getirdiği ağır sorumluluklar, bazen insanı yorup bezginliğe sevk edebilir. İlk metin, bu durumu ele alarak insana bir teselli sunar:
“Ey insan. Hayatın ağır tekâlifini omuzuna alıp zahmet çekme. Hayatın fenâsını düşünüp, hüzne düşme. Yalnız dünyevî ehemmiyetsiz meyvelerini görüp dünyaya gelişinden pişmanlık gösterme. Belki o sefine-i vücudundaki hayat makinesi, Hayy-u Kayyum’a aittir. Masarif ve levazımatını, o tedarik eder. Ve o hayatın pek kesretli gayeleri ve neticeleri var ve ona aittir. Sen, o gemide bir dümenci neferisin. Vazifeni güzel gör, ücretini al, keyfine bak.”
Bu söz, hayatın zorluklarına odaklanmak yerine, onun ardındaki İlahi hikmeti görmeye davettir. Hayat, insana ait bir yük değil, Allah’ın bir emanetidir. İnsan, bu emanetin sadece bir hizmetkârıdır; görevi en iyi şekilde yerine getirmek ve neticesini Allah’a bırakmaktır. Bu bakış açısı, insana hem huzur verir hem de onu dünyevi kaygılardan kurtarır.

İkinci Bölüm: Ölüm, Bir Terhis ve Yükseliş Kapısı

Ölüm, çoğu insan için korkutucu bir sondur. Ancak ikinci metin, bu korkuyu manevi bir anlayışla giderir ve ölümü bir yükseliş olarak sunar:
“En evvel beni çok korkutan ölümün yüzüne baktım. Gördüm ki: Ölüm, ehl-i iman için bir terhistir; ecel, terhis tezkeresidir. Bir tebdil-i mekândır, bir hayat-ı bâkiyenin mukaddimesi ve kapısıdır, zindan-ı dünyadan çıkmak ve bâğistan-ı cinâna bir uçmaktır. Hizmetinin ücretini almak için huzur-u Rahman’a girmeye bir nöbettir ve dâr-ı saadete gitmeye bir davettir, diye kat’î anladığımdan ölümü ve mevti sevmeye başladım.”
Bu söz, ölümün, iman edenler için bir yok oluş değil, görev bitiminde alınan bir “terhis belgesi” olduğunu anlatır. Dünya hayatının bir zindan gibi anlaşıldığı bu bakış açısında, ölüm, Cennet bahçelerine uçmak için bir fırsattır. Bu idrak, ölüm korkusunu sevgiye ve ahiret özlemine dönüştürür.

Üçüncü Bölüm: İnsanın Fıtratındaki Hasletlerin Hikmeti

İnsan fıtratında var olan şiddetli duygular, genellikle dünyevi hevesler için kullanılır.

Üçüncü metin ise bu duyguların asıl amacını açıklar:
“İnsanın fıtratındaki şiddetli merak ve hararetli muhabbet ve dehşetli hırs ve inadlı taleb ve hâkeza şedid hissiyatlar umûr-u uhreviyeyi kazanmak için verilmiştir.”
İnsan tabiatındaki merak, muhabbet, hırs ve istek gibi güçlü hisler, aslında geçici dünya malı için değil, sonsuz ahiret hayatını kazanmak için verilmiştir. Eğer bu duygular dünyevi ve geçici şeylere yönelirse, insan hayal kırıklığına uğrar ve tatmin olamaz. Bu nedenle, bu güçlü hisleri ebedi saadeti kazanmaya yönlendirmek, insanın fıtratına en uygun ve en hikmetli davranıştır.

Dördüncü Bölüm: Faniden Bâkiye Gidiş

Hayatın nihai gayesi, fani olandan sonsuz olana geçiştir.
Son metin bu geçişi çok net bir şekilde ifade eder:
“Dâr-ı fâniden dâr-ı bâkiye dönülecek ve Kadîm-i Bâkî’nin makarr-ı saltanat-ı ebediyesine gidilecek ve kesret-i esbabdan Vâhid-i Zülcelâl’in daire-i kudretine gidilecek, dünyadan âhirete geçilecek. Merciiniz onun dergâhıdır, melceiiniz onun rahmetidir.”
Bu söz, insanın geçici dünyadan (dâr-ı fani) ebedi dünyaya (dâr-ı bâki) döneceğini belirtir. Bu dönüş, bütün sebeplerin çokluğundan (kesret-i esbab) tek ve yüce Yaratıcı’nın (Vâhid-i Zülcelâl) kudret dairesine doğru bir harekettir. İnsanın sığınacağı tek merci ve sığınak, O’nun dergâhı ve sonsuz rahmetidir. Bu sözler, insana hem bir hedef hem de güvenebileceği tek sığınak olduğunu hatırlatır.

Makale Özeti
Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan alınan dört ayrı metni ele alarak, insanın varoluş yolculuğunu, hayatın ve ölümün derin anlamlarını, fıtratındaki duyguların hikmetini ve ahiret inancının önemini işlemeyi amaçlamıştır.
İlk bölümde, hayatın zorluklarının bir yük değil, İlahi bir emanet olduğu ve insanın bu emanette sadece bir hizmetkâr olduğu anlatılmaktadır.

İkinci bölümde, ölümün bir son değil, iman edenler için Cennet’e açılan bir kapı olduğu anlatılarak ölüm korkusu giderilmektedir.

Üçüncü bölümde, insanın fıtratında bulunan güçlü hislerin aslında ahiret hayatını kazanmak için verildiği, bu duyguların asıl hedeften sapmaması gerektiği belirtilmektedir.

Son olarak, dördüncü bölümde ise insanın fani dünyadan ebedi olana doğru yaptığı zorunlu yolculuk ve bu yolculukta sığınacağı yegâne merciin Allah’ın dergâhı ve rahmeti olduğu anlatılmaktadır.
Bu metinler, bir bütün olarak, insana hayatın ve ölümün gerçek amacını hatırlatarak onu daha bilinçli ve maneviyat dolu bir yaşama davet etmektedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




İçimizdeki Gölge: Tarihten Günümüze Ajanlık ve Sızıntı Hikâyesi

İçimizdeki Gölge: Tarihten Günümüze Ajanlık ve Sızıntı Hikâyesi

Tarih, savaşların sadece cephede değil, akıllarda ve kalplerde kazanıldığını gösteren sayısız örnekle doludur. Silahların patlamasından çok önce, fikirlerin ve istihbaratın görünmeyen savaşları yaşanır. Bu yüzden nice devletler dışarıdan değil, içeriden çökertilmiş; ordularını yenemeyenler, akıllarını ele geçirerek zafer kazanmıştır.

Bugün İran-İsrail geriliminde gördüğümüz manzara, aslında tarihin bize çoktan öğrettiği bir hakikati hatırlatıyor:
“En tehlikeli düşman, içeriden konuşlanandır.”

İsrail’in İran’ın en mahrem noktalarına kadar sızabilmesi, cumhurbaşkanından generaline kadar “nokta atışı” operasyonlar yapabilmesi, sadece teknoloji değil; aynı zamanda içeriden kurulan köprülerin, yıllarca örülmüş gizli ağların eseridir. Ajanlık faaliyetleri, casusluk teşkilatları ve “yerli işbirlikçiler” olmadan böylesine derin nüfuz mümkün değildir.

Bizim Tarihimizdeki Yansımaları

Peki bizde durum farklı mı?

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e, darbelerden modern siyaset arenasına kadar “içimize sızan ellerin” izini sürmek mümkündür.

Osmanlı’nın son döneminde, Babıali’de görev yapan nice bürokratın aslında yabancı elçiliklerle bağlantılı olduğu tarihe kaydedilmiştir. İmparatorluk, top gücünden önce, içeriden çözülen bünyesiyle yıkılmıştır.

Cumhuriyet döneminde de bu “gölge” kaybolmamıştır. Darbeler, gizli ellerin yönlendirdiği, kendi halkına karşı kullanılan silahlı güçlerin gölgesinde gerçekleşmiştir.
“Yapanlar kimin çocuklarıydı?” sorusu burada acı bir gerçeği hatırlatır: Çoğu zaman bu darbeleri, dışarıdaki düşman değil, içerideki ihanetin çocukları yapmıştır.

1970’lerden günümüze, medya, akademi, teknoloji ve güvenlik kurumlarında “başka ajandalarla” hareket eden gruplar varlığını göstermiştir. Farklı ideolojik maskeler taksalar da –ister “Atatürkçülük” adı altında, ister “fetö” paravanıyla– sonuçta yaptıkları, ülkenin damarlarına yabancı bir zehri zerk etmek olmuştur.

İbretlik Hakikat: Kirayı Kim Ödüyordu?

Daha düne kadar, MİT ile CIA’nın aynı binada çalıştığı ve hatta binanın kirasını Amerikalıların ödediği söylentisi, ibret alınması gereken çarpıcı bir tabloyu ortaya koyuyor. Bu bir semboldür:
Kendi istihbarat binanın kirasını dahi başkasına ödetiyorsan, aslında kendi istikbalinin de ipotek altında olduğunu kabul etmişsin demektir.

Tarihten ibret almayan toplumlar, aynı senaryoları farklı zamanlarda tekrar tekrar yaşamak zorunda kalır. Bizde darbeler, faili meçhul suikastlar, öldürülen mühendisler ve bilim insanları hep bu derin gölgenin işaretleridir.

Hikmet ve Ders

Bir milletin düşmanları, evvela onun içinden çıkar. İçte gedik açılmazsa, dışarıdan gelen zarar veremez.

Bu gerçek, tarihin her döneminde teyit edilmiştir. Roma’dan Osmanlı’ya, Endülüs’ten günümüz İslam coğrafyasına kadar, yıkımlar hep içeriden başlamıştır.

Bugün de eğer İsrail’in pervasızlığından bahsediyorsak, bu cesareti ona veren şey kendi gücü değil, bizim içimizdeki zaaflarımızdır. İçteki “ajan ruhlular” temizlenmeden, dışarıdaki düşman karşısında daima zaaf içinde kalınacaktır.

Sonuç: Uyanık Olmak Gerek

Artık şunu görmek zorundayız:

Casusluk sadece gizli bir odada yaşanan film sahnesi değildir. Medyada, akademide, teknolojide, ekonomide, hatta inanç zemininde sinsice işleyen bir süreçtir.

Düşman dışarıdan değil, içeriden başlar.

En büyük ihanet, içeriden gelen ihanettir.

O halde milletçe bize düşen, tarihten ibret alarak şunu unutmamaktır:
İçimizdeki gedikleri kapatmadan, dışarıdaki düşmana karşı asla tam manasıyla güçlü olamayız.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Kudretin Hatemi: Zerreden Yıldıza Mutlak İntizam

Kudretin Hatemi: Zerreden Yıldıza Mutlak İntizam

“Evet görüyoruz ki: Bütün yeryüzünde, bir vüs’at-i mutlaka içinde bir sür’at-i mutlaka; hem o sür’at ve vüs’at-i mutlaka içinde bir suhûlet-i mutlaka; hem o suhûlet ve sür’at ve vüs’at-i mutlaka ile beraber bir cûd ve sehâvet-i mutlaka içinde, nevilerde olduğu gibi her bir fertte görülen gayet mükemmel bir intizam-ı mutlak ve gayet mümtâz bir hüsn-ü san’at ve gayet mükemmeliyet-i hilkat; hem bir anda ve her yerde ve bir tarzda, her ferdde müşâhede edilen bir san’at-ı hârika; elbette ve elbette öyle bir zâtın hâtemidir ki; o Zât-ı Akdes, hiçbir yerde olmadığı halde her yerde hazırdır; ve hiçbir şey ondan gizlenemediği gibi, hiçbir şey ona ağır gelemez. Zerreler ve yıldızlar, O’nun kudretine nisbeten müsâvidirler.”
Nur’un İlk Kapısı

*******

Bediüzzaman Said Nursî’nin işaret ettiği üzere, kâinata dikkatle bakan her bir göz, “mutlak bir genişlik içinde mutlak bir sürat, mutlak bir sürat içinde mutlak bir kolaylık, mutlak bir kolaylık içinde mutlak bir cömertlik” görür. Bu gözlem, sıradan bir tasvir değil; varlık kitabını okumaya davet eden bir hakikatin beyanıdır. Çünkü kâinat, başıboş ve manasız bir sahne değil; her satırı hikmetle yazılmış, her noktası bir kudretin mührünü taşıyan ilahî bir kitaptır.

Hikmet ve Edebî Boyut

Varlıkların yaratılışındaki intizam, adeta ilahî kudretin yazdığı bir şiirdir. Zerrelerin titremesi, yaprakların düşmesi, yıldızların dönmesi, hepsi bir ahenk içinde. “Tesadüf” kelimesi bu kadar sanatlı bir nakış karşısında sönük kalır. Çünkü tesadüf, sanatı bozarken; kudret, sanatı mükemmelleştirir. Her şeyin en güzel şekilde, en kolay tarzda ve en mükemmel ölçüde var olması, “Sani-i Zülcelal”in hatemini yani imzasını gösterir.

Kur’ân-ı Kerîm bu hakikate defalarca dikkat çeker:

> “O ki, yarattığı her şeyi en güzel yapan ve insanı yaratmaya çamurdan başlayandır.” (Secde, 32/7)
“Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri oyun olsun diye yaratmadık.” (Enbiyâ, 21/16)

Tarihî ve İbretli Yön

Tarih boyunca insanlık, kâinatı anlamak için farklı yollar denemiştir. Antik çağ filozofları unsurlara (toprak, su, hava, ateş) bakarak açıklama getirmeye çalıştı; Orta Çağ’da yıldızların düzeni insan için kaderin sembolü sanıldı; modern çağda ise bilimsel yöntemle varlık incelenmeye başlandı. Fakat hangi asırda olursa olsun, kâinatta görülen intizam ve ölçü, insanı tek bir hakikate götürdü: Her şeyin üstünde, her şeyi idare eden bir irade vardır.

İlmi ve Bilimsel Yön

Bilim bize şunu gösteriyor: Atomun içinde elektronlar ışık hızına yakın bir süratle dönüyor; göklerde ise galaksiler milyarlarca ışık yılı uzaklıkta, kusursuz bir düzen içinde hareket ediyor. İlginç olan şu ki: Bu kadar sürat ve genişlik içinde mükemmel bir kolaylık var. Bir hücre kendi DNA’sını kopyalarken, milyarlarca bilgiyi hatasız işliyor; bir arı peteğini yaparken altıgeni kusursuz çiziyor. Bu kolaylık, bilinçsiz maddelere yüklenemez. Çünkü akılsız bir zerre, akılları hayrette bırakan bir düzen ortaya koyamaz.

Kur’ân bu noktaya işaret eder:

> “Güneş de kendi belirlenmiş yörüngesinde akıp gider. İşte bu, Azîz ve Alîm olan Allah’ın takdiridir.” (Yâsîn, 36/38)
“Şüphesiz biz her şeyi bir ölçü ile yarattık.” (Kamer, 54/49)

Sosyal ve Ahlâkî Boyut

Kâinatta görülen intizam, insana bir ders de verir: Hayatını da bu ilahî ölçü ve denge üzerine kur. Nasıl ki tabiatta ölçü ve hikmet hâkimdir, toplum hayatında da adalet, denge ve ahlâk hâkim olmalıdır. İnsan nefsinin hoyratlığıyla ölçüyü bozarsa, kâinatta kurulan intizamı kendi hayatında bozar. Bu nedenle Kur’ân, sadece göklerin düzeninden değil, insanların adalet ve ahlak düzeninden de bahseder:

> “Gerçekten Allah adaleti, iyiliği ve akrabaya yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalığı ve azgınlığı yasaklar.” (Nahl, 16/90)

Akli ve Mantıki Yön

Mantıki bir sorgulama yaptığımızda şunu görürüz:

Tesadüf, intizam doğuramaz.

Kör bir sebep, hikmetli bir sonuç veremez.

İlimden ve iradeden yoksun madde, ilim ve irade eseri olan sanatı ortaya koyamaz.

O halde zerreden kürreye kadar her şeyde görülen bu eşsiz düzen, mutlak kudret ve ilim sahibi bir Zât’ı zaruri olarak gösterir.

Kur’ân bu akli delili şöyle ifade eder:

> “Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ard arda gelişinde, akıl sahipleri için deliller vardır.” (Âl-i İmrân, 3/190)

Sonuç

Zerrelerden yıldızlara kadar her şey, aynı mühürle damgalıdır. O mühür, “Her yerde hazır, hiçbir şeyden gizlenmeyen, hiçbir şeyin kendisine ağır gelmediği” Zât-ı Akdes’in mührüdür. Varlığın her satırı, insana sürekli şu hakikati fısıldar: “Beni yapan birdir, beni idare eden birdir, beni rızıklandıran birdir.”

Özet

Kâinatta mutlak genişlik, sürat, kolaylık ve cömertlik vardır.

Her şeyde mükemmel bir sanat ve intizam gözlemlenir.

Bu intizam, tesadüf veya sebeplerle açıklanamaz; yalnızca mutlak kudret ve ilim sahibi Allah’ın eseri olabilir.

Tarih, bilim ve mantık hep bu hakikate işaret eder.

İnsan, bu intizamdan ders almalı; hayatını adalet, ölçü ve ahlaka göre düzenlemelidir.

Ayetler de bu gerçeği teyit eder: “Her şeyi bir ölçü ile yarattık” (Kamer, 54/49).

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Meyveler Kudretin Kelimeleri, Kalp Rahmân’ın Arşıdır

Meyveler Kudretin Kelimeleri, Kalp Rahmân’ın Arşıdır

“Evet nar, elma ve dut gibi musanna meyveler birer kelime-i kudrettirler. Esmâ-i İlâhiye’yi ilân edip okutturuyorlar. Onların hayatlarının gayeleri bu gibi emirlerdir. Yoksa bu meyvelerin suretlerinin gayeleri olan yenilmek, gaye-i hayatları değildir. Ancak, gaye-i mevtleri olabilir. Yâni ölümlerinin bir gayesidir. Fakat sâir zevilhayat, bütün gayelerde sana müsâvi olamaz. Çünkü câmi’ âyine sendedir. Sen dahi, senden çok aşağı olanlardan daha aşağı olma. Mü’minin kıymetini ilân eden şu hadîs-i kudsî sana kâfidir:

لاَ يَسَعُنٖى اَرْضٖى وَلاَ سَمَائٖى وَلٰكِنْ يَسَعُنٖى قَلْبُ عَبْدِ الْمُؤْمِنِ

Ve hem yine bu beyte nazar et:

مَنْ نَگُنْجَمْ دَرْ سَمٰوَات و زَمٖينْ ٭ اَزْ عَجَبْ گُنْجَمْ بَقَلْبِ مُؤْمِنٖينْ ”
Nur’un İlk Kapısı

******

Nur’un İlk Kapısından çok ince bir hakikati ders veriyor: Meyveler, yalnızca yenilmek için değil; Allah’ın isimlerini ilan eden birer “kelime-i kudret”tir. Ve asıl maksat, insanın kalbinde tecelli eden ilahî isimleri okumaktır.

Nar, elma, dut gibi meyvelere bakıldığında, ilk bakışta akla gelen şey onların tadı, rengi ve yenilmeleridir. Fakat Bediüzzaman Said Nursî, bu basit bakışın ötesine çağırıyor. Zira her bir meyve, yalnızca gıda değil; kudretin yazdığı birer kelimedir. Onların hakiki gaye-i hayatı, Allah’ın isimlerini ilan etmektir. Yenilmeleri, aslında ölümlerine ait bir sonuçtur. Asıl hayat gayeleri ise, birer ayine olup Esmâ-i Hüsnâ’yı göstermeleridir.

Hikmet ve Edebî Yön

Meyveler, ilahî kudretin noktalı virgülleridir; bahar mevsimi ise bu kudret kitabının açılmış bir sayfasıdır. Nar, içindeki yüzlerce taneleriyle “Cemîl” ismini gösterir; elma, rengârenk nakışlarıyla “Latîf” ismini okutur; dut, küçücük bünyesinde yüzlerce tohumu ile “Mürekkib” ismini ders verir. Böylece her bir meyve, sessiz bir dil ile şunu söyler: “Ben yenilmek için değil, Yapanımı tanıtmak için varım.”

Kur’ân da bu dili açığa çıkarır:

> “O, gökten su indirendir. İşte biz her çeşit bitkiyi onunla bitirdik. O bitkiden de kendisinde üstüste binmiş taneler bitireceğimiz bir yeşillik; hurmanın tomurcuğundan sarkan salkımlar; üzüm bağları; bir kısmı birbirine benzeyen, bir kısmı da benzemeyen zeytin ve nar bahçeleri meydana getirdik. Meyve verirken ve olgunlaştığı zaman her birinin meyvesine bakın! Kuşkusuz bütün bunlarda inanan bir toplum için ibretler vardır.” (En’âm, 6/99)

Tarihî ve İbretli Boyut

Tarih boyunca medeniyetler meyveyi yalnız yiyecek değil, bir hikmet unsuru olarak görmüştür. Yunan filozofları, narı bereket sembolü yapmış; Çin kültürü, elmayı barışla özdeşleştirmiş; İslam medeniyeti ise meyveyi bir ayet gibi okumuştur. Bediüzzaman’ın getirdiği bakış, bu kadim anlayışı yeniden diriltmiştir: Meyve, yalnız dünyaya değil; ahirete işaret eder.

İlmi ve Bilimsel Boyut

Modern bilim, meyvenin bir mucize olduğunu daha iyi ortaya koyuyor. Bir nar tanesinde yüzlerce çekirdek vardır. Her çekirdekte ağacın bütün programı DNA ile yazılıdır. Minicik bir dut, içindeki onlarca tohumla adeta kâinatı saklar. Bu, “hikmetsiz bir tabiata” yüklenebilir mi? Kör tesadüf, her tanede milyarlarca bilgiyi yazabilir mi? Hayır. Bu düzen, bilinçli bir kudretin, ilahî bir iradenin işaretidir.

Kur’ân bu noktayı teyit eder:

> “O ki, her şeyi yarattı ve ona bir ölçü takdir etti.” (Furkan, 25/2)
“Yeryüzüne bir bakmazlar mı! Orada her güzel çiftten nice bitkiler yetiştirdik.” (Şuarâ, 26/7)

Sosyal ve Ahlâkî Boyut

Meyvelerin ibret veren yönü, insanın da hayat gayesini hatırlatır. Meyve nasıl ki sadece yenilmek için değil, Esmâ-i İlâhiye’yi ilan için var ise, insan da yalnızca yaşamak, yemek, içmek için değil; iman ve marifet için yaratılmıştır. Bu yüzden insan, kendinden daha aşağı olan bir meyveden aşağı olmamalıdır. Meyve Esmâ’yı okurken, insan gafletle o Esmâ’yı unutursa, yaratılış hikmetine zıt bir konuma düşer.

Akli ve Mantıki Boyut

Mantıken şu netice çıkar:

Meyve, basit bir gıda değil; sanatlı bir mucizedir.

Mucizevi sanat, sanatkârsız olamaz.

Öyleyse her meyve, bir “kelime-i kudret”tir ve arkasında “Kudret-i Ezeliye”yi gösterir.

Kalbin Kâinata Sığmayan Değeri

Hadîs-i kudsî, bu hakikatin zirvesini gösterir:

> “Ne arzım ne semam beni içine almadı. Fakat mü’min kulumun kalbi beni içine aldı.”

Demek ki kâinat, Allah’ın azametini gösteren bir kitap; mü’minin kalbi ise O’nun marifetine mazhar olan bir arştır. Koca semavata sığmayan ilahî tecelliler, bir kalpte tecelli eder. Bu, insanın şerefini ve kulluğunun kıymetini ilan eder.

Kur’ân bu hakikati teyit eder:

> “Gerçekten biz insanı en güzel bir surette yarattık.” (Tîn, 95/4)
“Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik.” (Tîn, 95/5)
İnsan, kalbini imanla arş-ı Rahmân’ın bir aynası yaparsa yükselir; gafletle boş bırakırsa, meyveden daha aşağı düşer.

Sonuç

Nar, elma, dut gibi meyveler sadece yenilecek şeyler değildir; onlar Allah’ın isimlerini okutan kudret kelimeleridir. Onların gerçek gayesi, Esmâ-i İlahiye’yi ilan etmektir. İnsanın da gayesi aynıdır. Kalbini imanla dolduran mü’min, kâinatın üstünde bir değer kazanır. Çünkü arza ve semaya sığmayan ilahî tecelliler, onun kalbine sığar.

Özet

Meyveler yalnızca yiyecek değil, kudretin kelimeleri ve ilahî isimlerin aynalarıdır.

Asıl gayeleri, Allah’ın isimlerini ilan etmektir; yenilmek ise ölümlerine ait bir sonuçtur.

Kur’ân, meyveleri ibret vesilesi olarak gösterir (Nahl 16/11; En’âm 6/99).

İnsanın gayesi de aynıdır: Allah’ı tanımak, marifetullah ve kulluktur.

Hadîs-i kudsîye göre, Allah’ın tecellileri mü’minin kalbine sığar.

İnsan, bu idraki kaybederse, bir meyveden daha aşağıya düşer.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com