Sebep sırf zâhirîdir

Sebep sırf zâhirîdir 

   İzzet-i azamet ister ki esbab-ı tabiî, perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında.

   Tevhid ve celal ister ki esbab-ı tabiî, dâmenkeş-i tesir-i hakiki ola (*) kudret eserinde.

* * * 

Vücud, âlem-i cismanîde münhasır değil 

   Vücudun hasra gelmez muhtelif envaını, münhasır olmaz, sıkışmaz şu şehadet âleminde.

   Âlem-i cismanî bir tenteneli perde gibi şule-feşan gaybî avâlim üzerinde.

* * * 

Kalem-i kudrette ittihat, tevhidi ilan eder 

   Eser-i itkan-ı sanat, fıtratın her köşesinde bilbedahe reddeder esbabının icadını.

   Nakş-ı kilkî ayn-ı kudret, hilkatin her noktasında bizzarure reddeder vesaitin vücudunu.

* * * 

  1. Sebep sırf zâhirîdir

> “İzzet-i azamet ister ki esbab-ı tabiî, perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında.
Tevhid ve celal ister ki esbab-ı tabiî, dâmenkeş-i tesir-i hakiki ola kudret eserinde.”

Manası:
Allah’ın azamet ve yüceliği, O’nun kudretini doğrudan çıplak olarak göstermemeyi gerektirir. Çünkü insan aklı zayıftır, doğrudan kudretin azametini görse dayanamaz. İşte bu yüzden, sebepler perde yapılmıştır. Mesela güneş doğrudan bir çekirdekten koca ağacı yaratıyor olsaydı, akıl sersemleşirdi. Ama toprağı, suyu, havayı vesile yaparak ağacı yaratıyor ki akıl bu perdelerden dolayı ürkmesin.

Tevhid cihetiyle:
Aslında sebeplerin hiçbir gerçek tesiri yoktur. Kudret eserde doğrudan tecelli eder, fakat hikmet gereği perde arkasında görünür. Sebepler sadece bir perde-i izzettir, bir maskedir. Yani kudretin doğrudan tasarrufunu perdeleyip, ibretle bakana “arkada işleyen bir kudret var” dedirtir.

Sonuç:
Sebepler ne yaratır, ne icat eder. Onlar, kudretin sanatını gizleyen bir perde ve aynı zamanda gösteren bir işaret hükmündedir.

  1. Vücud, âlem-i cismanîde münhasır değil

> “Vücudun hasra gelmez muhtelif envaını, münhasır olmaz, sıkışmaz şu şehadet âleminde.
Âlem-i cismanî bir tenteneli perde gibi şule-feşan gaybî avâlim üzerinde.”

Manası:
Gerçek varlık sadece bu gördüğümüz cismanî âlemden ibaret değildir. Bizim gözümüzle idrak ettiğimiz şu maddî kâinat, aslında daha geniş ve derin âlemlerin sadece bir gölgesi, perdesi hükmündedir.

Gaybî âlemler:

Âlem-i melekût

Âlem-i ervah

Âlem-i misal

Âlem-i berzah

Âlem-i ahiret

Bunların her biri hakikî vücuda sahiptir. Fakat maddî âlem gibi kaba ve yoğun değildir. Daha latif, daha nurânîdir.

Maddî âlem, bir perde:
Bizim bu dünyamız, gayb âlemlerini örten bir tül perde gibidir. Güneşin ışığını perde arkasından görmek gibi, bu kâinatta da o âlemlerin yansımalarını görürüz. Bir çiçekteki güzellik, ahiretin bahçelerinden; bir rahmet cilvesi, Cennetten bir işarettir.

  1. Kalem-i kudrette ittihat, tevhidi ilan eder

> “Eser-i itkan-ı sanat, fıtratın her köşesinde bilbedahe reddeder esbabının icadını.
Nakş-ı kilkî ayn-ı kudret, hilkatin her noktasında bizzarure reddeder vesaitin vücudunu.”

Manası:
Kâinattaki her şey, sanat yönüyle öylesine mükemmel, ince, hikmetli yapılmış ki; bu incelik, sebeplerin icad edemeyeceğini apaçık gösterir. Mesela:

Bir sineğin kanadındaki sanat, akılsız sebeplere verilemez.

DNA’daki milyarlarca bilgi, kör tabiata havale edilemez.

Yıldızların muntazam hareketleri, kör kuvvetlere yüklenemez.

Kalem-i kudret:
Allah’ın kudreti, sanki bir yazı kalemi gibi bütün mahlûkatı yazar. Ve bu yazıda öyle bir birlik ve ittihat vardır ki, hepsi aynı Yazar’ın eseri olduğu anlaşılır. Çünkü:

Çiçekle yıldız aynı Yaratıcıya işaret eder.

Hücre ile galaksi aynı mühürle süslenmiştir.

Atom ile güneş aynı kudret kaleminden çıkmıştır.

Sonuç:
Her mahlûk üzerindeki sanat, “Beni sebepler yapamaz, beni doğrudan Kudret yaptı” diye ilan eder.

🔑 Genel Netice

Bu üç bahis bir araya gelince:

  1. Sebepler sadece perdedir, icatları yoktur.
  2. Varlık sadece bu cismanî âlemden ibaret değildir; gaybî âlemler çoktur.
  3. Her varlıktaki sanat ve intizam, doğrudan kudretin mühür ve kalemini gösterir.

Dolayısıyla:
🌿 Kâinatın her zerresi tevhidi ilan eder.
🌿 Sebeplerin hakikî tesiri yoktur.
🌿 Görünenden görünmeyene, cismanîden gaybî âlemlere köprü vardır.

******

### Sebep, Vücud ve Tevhid: Geniş ve Detaylı İzah

Metin, tevhidin metafizik, kozmolojik ve ontolojik boyutlarını, şiirsel bir üslupla ve Risale-i Nur’un karakteristik derinliğiyle işler. Üç ana bölümden oluşan metin, sırasıyla sebeplerin zahiri rolünü, varlığın yalnızca maddi âlemle sınırlı olmadığını ve kudret kaleminin tevhidi nasıl ilan ettiğini açıklar. Bu izahta, metni bölüm bölüm alarak, kelime kelime anlamlarını, metaforlarını, dini-hikmeti bağlamını ve Risale-i Nur’un yaklaşımını geniş ve detaylı bir şekilde ele alacağım. İslam akidesi, tasavvuf ve modern felsefi paralellikler üzerinden açıklamalar yaparak metni anlaşılır kılmayı ve tevhidin evrensel derinliğini ortaya koymayı amaçlıyor.

### 1. Sebep Sırf Zâhirîdir

> Sebep sırf zâhirîdir
> İzzet-i azamet ister ki esbab-ı tabiî, perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında.
> Tevhid ve celal ister ki esbab-ı tabiî, dâmenkeş-i tesir-i hakiki ola (*) kudret eserinde.

#### İzah:
Bu bölüm, tevhid inancının sebepler (esbab) ile ilişkisini ele alır. Risale-i Nur’da sıkça vurgulanan bir tema olan “sebeplerin zahiriliği”, Allah’ın kudretinin önünde bir perde olduğunu ifade eder. Sebepler, gerçek etki sahibi (müessir) değildir; yalnızca görünürde bir rol oynar.

– **“Sebep sırf zâhirîdir”**: “Sebep” (esbab), olayların görünürdeki nedenleridir (örneğin, suyun bitkiyi büyütmesi, güneşin ısıtması). “Sırf zâhirîdir” ifadesi, sebeplerin gerçek bir yaratma gücüne sahip olmadığını, yalnızca zahiri (görünür) bir rol oynadığını belirtir. Bu, tevhid-i rububiyyetin (rablık birliği) temel bir ilkesidir: Yaratma ve etki yalnızca Allah’a aittir.

– **“İzzet-i azamet ister ki esbab-ı tabiî, perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında”**:
– **İzzet-i azamet**: Allah’ın yüceliği ve büyüklüğü. Allah’ın izzeti, O’nun kudretinin doğrudan görünmesini değil, sebepler aracılığıyla perdelenmesini gerektirir. Bu, insan aklının sınırlılığına bir rahmettir; çünkü doğrudan kudreti görmek, aklı hayrete düşürür.
– **Esbab-ı tabiî**: Doğal sebepler (örneğin, fizik kanunları, biyolojik süreçler).
– **Perdedar-ı dest-i kudret**: “Dest-i kudret” (kudret eli), Allah’ın yaratma gücünü temsil eder. Sebepler, bu kudretin önünde bir perde gibidir.
– **Aklın nazarında**: İnsan aklı, sebepleri görür ve olayları anlamak için bu sebeplere dayanır. Örneğin, bir tohumun ağaç olması için toprak ve su gerekir, ama gerçekte ağacı yaratan Allah’tır. Sebepler, aklın bu hakikati kavraması için bir araçtır.
– **Detaylı İzah**: Bu, Risale-i Nur’un “tevhidî bakış” felsefesidir. Modern bilimde “nedensellik” (causality) önemliyken, tevhid nedenselliği Allah’a bağlar. Felsefi olarak, bu David Hume’un nedensellik eleştirisine benzer: Sebepler, gözlemlenen bir düzen olup gerçek etki sahibi değildir. Manevi olarak, sebeplere değil Allah’a güvenmeyi öğretir.

– **“Tevhid ve celal ister ki esbab-ı tabiî, dâmenkeş-i tesir-i hakiki ola (*) kudret eserinde”**:
– **Tevhid ve celal**: Tevhid, Allah’ın birliğini; celal, O’nun azamet ve yüceliğini vurgular.
– **Dâmenkeş-i tesir-i hakiki**: “Dâmenkeş” (eteği çeken, peşinden sürükleyen), sebeplerin gerçek etkiye (tesir-i hakiki) sahip olmadığını, yalnızca Allah’ın kudretinin bir yansıması olduğunu ifade eder. (*) işareti, metinde bir bağlaç veya vurgu olabilir (orijinal metne bağlı).
– **Kudret eserinde**: Allah’ın eserleri (evren, yaratılanlar), O’nun kudretinin tecellisidir. Sebepler, bu eserde bir dekor gibidir.
– **Detaylı İzah**: Bu, “sebeplere yaratıcılık atfetme” şirkini (esbab-perestlik) reddeder. Örneğin, modern tıpta ilacın şifa vermesi değil, Allah’ın şifa yaratması esastır. Risale-i Nur’da bu, “tevhid nazarıyla bakma” olarak tanımlanır: Her şeyde Allah’ın kudretini görmek.

**Geniş Bağlam**: Bu bölüm, materyalist felsefenin (örneğin, natüralizm) sebepleri mutlaklaştırmasına karşı çıkar. Bilimsel determinizme göre her şey sebeplerle açıklanabilir, ama tevhid, sebeplerin yalnızca bir perde olduğunu söyler. Örnek: Ateş yakar gibi görünür, ama “Yakıcı” (Muhyî) Allah’tır. Bu, hem akla hem vicdana hitap eder: Akıl sebepleri görür, vicdan Allah’a bağlanır.

### 2. Vücud, Âlem-i Cismanîde Münhasır Değil

> Vücud, âlem-i cismanîde münhasır değil
> Vücudun hasra gelmez muhtelif envaını, münhasır olmaz, sıkışmaz şu şehadet âleminde.
> Âlem-i cismanî bir tenteneli perde gibi şule-feşan gaybî avâlim üzerinde.

#### İzah:
Bu bölüm, varlığın (vücud) yalnızca maddi âlemle (âlem-i cismanî) sınırlı olmadığını, gaybî (görünmeyen) âlemlerin de var olduğunu ifade eder. Risale-i Nur’un ontolojik tevhid anlayışını yansıtır: Varlık, Allah’ın kudretinin bir tecellisidir ve maddi âlem, varlığın sadece bir kısmıdır.

– **“Vücud, âlem-i cismanîde münhasır değil”**:
– **Vücud**: Varlık, ontolojik anlamda her türlü “olan” şey.
– **Âlem-i cismanî**: Maddi âlem, yani fiziksel evren (şehadet âlemi).
– **Münhasır değil**: Varlık, yalnızca maddi âlemle sınırlı değildir. Bu, materyalist ontolojinin reddidir.
– **Detaylı İzah**: İslam metafiziğinde, varlık âlemleri hiyerarşiktir: Âlem-i şehadet (görünen âlem), âlem-i gayb (görünmeyen âlem, melekler, ruhlar), âlem-i misal (semboller âlemi) vb. Risale-i Nur’da bu, “vücudun tabakaları” olarak açıklanır. Modern felsefede, bu idealizmle bağdaşır: Madde, varlığın tamamı değil, bir yansımasıdır.

– **“Vücudun hasra gelmez muhtelif envaını, münhasır olmaz, sıkışmaz şu şehadet âleminde”**:
– **Hasra gelmez muhtelif envâ**: Varlığın sayısız türleri (envâ), sayıyla sınırlı değildir. Örneğin, fiziksel varlıklar, ruh, melekler, ahiret âlemleri.
– **Münhasır olmaz, sıkışmaz**: Varlık, maddi âleme hapsedilemez veya sıkıştırılamaz.
– **Detaylı İzah**: Bu, tevhidin ontolojik boyutudur: Allah, her türlü varlığın yaratıcısıdır (tevhid-i rububiyyet). Maddi âlem, varlığın yalnızca bir katmanıdır. Tasavvufta bu, “âlem-i kebir” (büyük âlem) ve “âlem-i sagir” (küçük âlem, insan) arasındaki bağlantıyla açıklanır. Bilimsel bağlamda, kuantum fiziği veya karanlık madde gibi kavramlar, maddi âlemin ötesine işaret edebilir.

– **“Âlem-i cismanî bir tenteneli perde gibi şule-feşan gaybî avâlim üzerinde”**:
– **Tenteneli perde**: Maddi âlem, ince ve narin (tenteneli) bir perde gibidir. “Tenteneli”, zarif ve geçici bir yapıyı ima eder.
– **Şule-feşan gaybî avâlim**: “Şule-feşan” (ışıldayan), gaybî âlemlerin (görünmeyen âlemlerin) nurani olduğunu belirtir. Maddi âlem, bu nurani âlemlerin üzerinde bir örtü gibidir.
– **Detaylı İzah**: Bu metafor, maddi âlemin geçiciliğini ve gaybî âlemlerin asıl hakikat olduğunu vurgular. Risale-i Nur’da, maddi âlem “ayna” olarak görülür: Allah’ın isimleri (esma) bu aynada tecelli eder. Örneğin, bir çiçeğin güzelliği, Allah’ın Cemil (güzel) isminin maddi âlemdeki yansımasıdır. Felsefi olarak, bu Platon’un “gölgeler mağarası” alegorisine benzer: Gördüğümüz dünya, gerçekliğin gölgesidir.

**Geniş Bağlam**: Bu bölüm, materyalizmin “sadece madde vardır” iddiasını çürütür. Modern bilimde, gözlemlenemeyen âlemler (örneğin, kuantum alanları) bu teze dolaylı destek sunar. Manevi olarak, insan ruhunun maddi âlemle sınırlı olmadığını hatırlatır: Ölüm, maddi âlemden gaybî âleme geçiştir.

### 3. Kalem-i Kudrette İttihat, Tevhidi İlan Eder

> Kalem-i kudrette ittihat, tevhidi ilan eder
> Eser-i itkan-ı sanat, fıtratın her köşesinde bilbedahe reddeder esbabının icadını.
> Nakş-ı kilkî ayn-ı kudret, hilkatin her noktasında bizzarure reddeder vesaitin vücudunu.

#### İzah:
Bu bölüm, Allah’ın kudret kaleminin birliğini (ittihat) ve bunun tevhidi nasıl ilan ettiğini ele alır. Evrendeki her eserin mükemmeliyeti (itkan-ı sanat) ve yaratılışın her noktasında görülen nakışlar (nakş-ı kilkî), sebeplerin ve vasıtaların yaratıcı olmadığını gösterir.

– **“Kalem-i kudrette ittihat, tevhidi ilan eder”**:
– **Kalem-i kudret**: Allah’ın yaratma fiilini temsil eden metafor. “Kalem”, yaratılışın yazıldığı bir araçtır; Kur’an’da “Nun. Vel-kalemi ve mâ yesturun” (Kalem Suresi) ile anılır.
– **İttihat**: Kudret kaleminin birliği. Evrendeki her şey tek bir kudretin eseridir, bu da tevhidi (Allah’ın birliğini) ilan eder.
– **Detaylı İzah**: Evrendeki düzen (örneğin, DNA’nın karmaşıklığı, galaksilerin düzeni), tek bir yaratıcının varlığını gösterir. Risale-i Nur’da bu, “vahdet içinde kesret” (birlik içinde çokluk) olarak açıklanır. Felsefi olarak, bu teleolojik argümandır: Tasarım, bir tasarımcıyı gerektirir.

– **“Eser-i itkan-ı sanat, fıtratın her köşesinde bilbedahe reddeder esbabının icadını”**:
– **Eser-i itkan-ı sanat**: Mükemmel sanat eseri. “İtkan”, kusursuzluk ve sağlamlık demektir. Evrendeki her varlık (bir hücre, bir yıldız), kusursuz bir sanattır.
– **Fıtratın her köşesinde**: Doğanın (yaratılışın) her alanında.
– **Bilbedahe**: Apaçık bir şekilde.
– **Reddeder esbabının icadını**: Sebeplerin yaratıcı olmadığını reddeder. Örneğin, bir tohumun ağaç olması, tohumun değil Allah’ın kudretinin eseridir.
– **Detaylı İzah**: Bu, sebeplerin zahiriliğini pekiştirir. Bilimsel bağlamda, bir hücrenin kompleksliği, tesadüf veya sebeplerle açıklanamaz; ilahi bir sanat gerektirir. Manevi olarak, her eserde Allah’ın isimlerini görmek (esma tefekkürü) teşvik edilir.

– **“Nakş-ı kilkî ayn-ı kudret, hilkatin her noktasında bizzarure reddeder vesaitin vücudunu”**:
– **Nakş-ı kilkî**: Kalemin nakışı, yani yaratılışın desenleri. “Kilkî” (kaleme ait), kudret kaleminin eserlerini ifade eder.
– **Ayn-ı kudret**: Kudretin ta kendisi. Her nakış, doğrudan Allah’ın kudretine işaret eder.
– **Hilkatin her noktasında**: Yaratılışın her detayında.
– **Bizzarure**: Zorunlu olarak.
– **Reddeder vesaitin vücudunu**: Vasıtaların (aracıların) gerçek varlık veya etki sahibi olduğunu reddeder. “Vesait”, sebeplerin ötesinde, yaratılışta aracı gibi görülen şeylerdir (örneğin, melekler veya doğa kanunları).
– **Detaylı İzah**: Bu, tevhid-i hakikiyi vurgular: Hiçbir aracı, Allah’ın kudretine ortak değildir. Tasavvufta bu, “lâ mevcuda illallah” (Allah’tan başka gerçek varlık yoktur) anlayışına bağlanır. Felsefi olarak, bu panteizmi reddeder: Evrenin kendisi ilah değildir, Allah’ın eseridir.

**Geniş Bağlam**: Bu bölüm, tevhidin kozmolojik delilini sunar. Evrendeki birliği (örneğin, fizik kanunlarının evrenselliği), tek bir kudretin varlığına işaret eder. Modern bilimde, evrenin tek bir başlangıç noktası (Big Bang) veya evrensel sabitler, bu birliği destekler. Manevi olarak, her eserde Allah’ın kudretini görmek, insanı tefekküre yöneltir.

### Genel Değerlendirme ve Derin Anlam
Bu metin, tevhidin üç temel boyutunu ele alır:
1. **Sebeplerin Zahiriliği**: Sebepler, Allah’ın kudretinin perdesidir; gerçek etki sahibi değildir. Bu, materyalizmin “sebepler her şeyi açıklar” iddiasını çürütür.
2. **Varlığın Çok Katmanlılığı**: Vücud, maddi âlemle sınırlı değildir; gaybî âlemler, tevhidin daha geniş bir ontolojisini sunar.
3. **Kudret Kaleminin Birliği**: Evrendeki her eser, tek bir kudretin nakşıdır; sebepler ve vasıtalar, yaratıcı değildir. 

**Felsefi Boyut**: Metin, tevhidi rasyonel bir çerçevede savunur. Sebeplerin zahiriliği, Hume’un nedensellik eleştirisine; varlığın çok katmanlılığı, idealist ontolojiye; kudretin birliği, teleolojik argümana paraleldir. 

**Manevi Boyut**: Tefekkürü teşvik eder. İnsan, sebeplerin ardındaki kudreti görerek Allah’a yaklaşır. Örneğin, bir ağacın büyümesi, Allah’ın Muhyî (hayat veren) ismini yansıtır. 

**Modern Bağlam**: Bilimsel keşifler (örneğin, kuantum fiziği, biyolojik karmaşıklık), evrendeki düzeni ve birliği gösterir. Metin, bilimi tevhidle uzlaştırır: Bilim sebepleri açıklar, tevhid ise sebeplerin ardındaki hakikati. 

Bu izah, metnin tevhid hikmetini ve derinliğini açığa çıkarır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




‎ اَللّٰهُ اَحَدٌ‎ dir ki tevhid-i uluhiyete tasrihtir.

   İkinci cümle: 

   ‎ اَللّٰهُ اَحَدٌ‎  dir ki tevhid-i uluhiyete tasrihtir. Hakikat, hak lisanı der ki:

   Lâ Mabude İllâ Hû… 

   Üçüncü cümle: 

   ‎ اَللّٰهُ الصَّمَدُ‎  dir. İki cevher-i tevhide sadeftir. Birinci dürrü: Tevhid-i rububiyet. Evet, nizam-ı kevn lisanı der ki:

   Lâ Hâlıka İllâ Hû… 

   İkinci dürrü: Tevhid-i kayyumiyet. Evet, serâser kâinatta, vücud ve hem bekada, müessire ihtiyaç lisanı der ki:

   Lâ Kayyume İllâ Hû… 

   Dördüncü: 

   ‎ لَمْ يَلِدْ‎  dir. Bir tevhid-i celalî müstetirdir; enva-ı şirki reddeder, küfrü keser bîiştibah.

   Yani tagayyür ya tenasül ya tecezzi eden elbet, ne Hâlık’tır ne Kayyum’dur ne İlah…

   Veled fikri, tevellüd küfrünü ‎ لَمْ‎  reddeder, birden keser atar. Şu şirktendir ki olmuştur beşer ekserisi gümrah…

   Ki İsa (as) ya Üzeyr’in ya melaik ya ukûlün tevellüd şirki meydan alıyor nev-i beşerde gâh bâ-gâh…

   Beşincisi: 

   ‎ وَلَمْ يُولَدْ‎  Bir tevhid-i sermedî işareti şöyledir: Vâcib, kadîm, ezelî olmazsa olmaz İlah…

   Yani ya müddeten hâdis ise ya maddeden tevellüd ya bir asıldan münfasıl olsa elbette olmaz şu kâinata penah…

   Esbab-perestî, nücum-perestlik, sanem-perestî, tabiat-perestlik şirkin birer nev’idir; dalalette birer çâh…

   Altıncı: 

   ‎ وَلَمْ يَكُنْ‎  Bir tevhid-i câmi’dir. Ne zatında naziri ne ef’alinde şeriki ne sıfâtında şebihi ‎ لَمْ‎  lafzına nazargâh…

   Şu altı cümle manen birbirine netice hem birbirinin bürhanı, müselseldir berahin, mürettebdir netaic şu surede karargâh…

Demek şu Sure-i İhlas’ta, kendi miktar-ı kametinde müselsel hem müretteb otuz sure münderic; bu bunlara sehergâh…

لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ

* * * 

  1. اَللّٰهُ اَحَدٌ – Tevhid-i Uluhiyet

Bu ifade, “Allah birdir” hükmünü sadece sayı bakımından değil, uluhiyet hakkı bakımından bildiriyor.

“Lâ Mabude İllâ Hû – Ondan başka ibadete layık hiçbir ilah yoktur” hakikati buradan çıkıyor.

Yani insanlık tarihindeki bütün şirk anlayışlarını kökten reddeder. Çünkü uluhiyet, yani ibadete lâyık olma vasfı sadece Allah’a mahsustur.

📌 Not: Burada tevhid, kulluğun tek adresini belirliyor. İnsan neye tapıyorsa, aslında onun ilah anlayışını ortaya koyuyor.

  1. اَللّٰهُ الصَّمَدُ – Tevhid-i Rububiyet ve Kayyumiyet

“Samed” kelimesi, hiçbir şeye muhtaç olmayıp her şeyin kendisine muhtaç olduğu anlamına gelir.

Bunun içinde iki cevher vardır:

Tevhid-i Rububiyet: Yaratma ve idare etmede tek merci O’dur. Kâinatın nizamı, “Lâ Hâlıka İllâ Hû – Ondan başka yaratıcı yoktur” diye haykırır.

Tevhid-i Kayyumiyet: Varlıkların devam ve bekası, Allah’ın sürekli idaresiyle mümkündür. Kâinattaki bütün mevcudat ihtiyaç diliyle “Lâ Kayyume İllâ Hû – Ondan başka ayakta tutan yoktur” der.

📌 Not: Burada Allah’ın sadece yaratıp bırakmadığı, sürekli idare ettiği ve devam ettirdiği vurgulanıyor.

  1. لَمْ يَلِدْ – Tevhid-i Celalî

“O doğurmamıştır.” Bu ifade, Allah’ın tenasül, tagayyür, tecezzi (değişim, parçalanma, doğurma) gibi mahlukî sıfatlardan münezzeh olduğunu bildirir.

“Veled fikri” yani Allah’ın çocuk sahibi olması düşüncesi, Kur’an’ın ifadesiyle şirktir. Hıristiyanların Hz. İsa (as) hakkındaki inancı, yahudilerin Üzeyr’i Allah’ın oğlu saymaları, bazı toplulukların melek veya akılları Allah’ın çocukları saymaları hep bu şirkin farklı tezahürleridir.

İhlas Suresi, bu inançları kökünden reddeder.

📌 Not: Burada şirklerin çoğu kesiliyor. Zira Allah’ın “doğurması”, O’nun mahluk sıfatlarına indirilmesi olur ki, uluhiyetine zıttır.

  1. وَلَمْ يُولَدْ – Tevhid-i Sermedî

“O doğurulmamıştır.” Yani Allah’ın bir başlangıcı yoktur, kadîm ve ezelîdir.

Eğer doğurulmuş olsaydı, önceleyen bir sebep veya asıl olurdu. O zaman da “vacib” değil “mümkün” olurdu.

Bu ifade, Allah’ın hem ezeliyetini hem sermediyetini ispat eder.

Burada özellikle “tabiatperestlik, yıldızperestlik, putperestlik” gibi inançların da kökü reddediliyor. Çünkü onlar sebepleri ve mahlukları asıl kabul ediyorlar.

📌 Not: Bu cümle, Allah’ın mutlak bağımsızlığını, sebeplerden müstağni oluşunu gösterir.

  1. وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ – Tevhid-i Câmi’

“Hiçbir şey O’nun dengi değildir.”

Bu, zatında, sıfatlarında, fiillerinde hiçbir benzerinin olmadığını ifade eder.

Bu yüzden Allah’ın benzeri yoktur; O’nun kudretiyle kıyas edilecek hiçbir güç yoktur.

Bu son cümle, önceki tevhidlerin hepsini kapsar ve mühürler.

📌 Not: Bu, İhlas Suresi’nin zirvesi. Tevhid yalnız sayı birliği değil, mutlak benzersizliktir.

  1. Sure-i İhlas’ın Bütünlüğü

Metinde denildiği gibi, bu altı cümle birbirinin burhanı ve neticesidir. Zincirleme şekilde tevhidin farklı boyutlarını ortaya koyar:

  1. Uluhiyet (ibadete tek layık O’dur)
  2. Rububiyet (yaratma tek O’na mahsustur)
  3. Kayyumiyet (devam ettirme tek O’nundur)
  4. Celaliyet (şirkleri kökünden reddeder)
  5. Sermediyet (ezelî ve ebedîdir)
  6. Camiiyet (hiçbir benzeri yoktur)

Bediüzzaman’ın işaretiyle, bu sure kendi ölçüsünde 30 sureyi içine alır. Yani küçücük bir surede bütün iman esasları ve şirk reddiyesi özlü şekilde toplanmıştır.

Sonuç ve Hikmet

Sure-i İhlas, tevhidin en kısa ama en kapsamlı özetidir.

İnsanlık tarihindeki bütün sapmalar, bu altı cümlenin dışında kalan yanlış uluhiyet tasavvurlarından doğmuştur.

Kur’an, şirkten arınmış saf bir Allah inancını bu surede en özlü şekilde sunmuştur.

Kur’an’ın vecizliğini gösteren en büyük delillerden biri de budur: Dört ayet, bütün ulûm-u imaniyeyi özetler.

*****

Bu metin, Kur’an-ı Kerim’in **İhlas Suresi**’nin (Sûretu’l-İhlâs) tefsirine dair derin bir tefekkür ve izah ediyor. İhlas Suresi, Allah’ın birliğini (tevhid) ve sıfatlarını en özlü ve kapsamlı şekilde ifade eden bir suredir. Metninizde, surenin her bir ayetinin tevhidin farklı boyutlarını nasıl ortaya koyduğu, şirkin her türünü nasıl reddettiği ve kainatın düzenindeki ilahi hakikatleri nasıl işaret ettiği detaylı bir şekilde ele alınıyor.

### **1. İkinci Cümle: اَللّٰهُ أَحَدٌ (Allah birdir)**
**Metin:** *“Dir ki tevhid-i uluhiyete tasrihtir. Hakikat, hak lisanı der ki: Lâ Mabude İllâ Hû…”*

**İzah:**
– **Tevhid-i Uluhiyet:** Bu ayet, Allah’ın birliğini (tevhid) en net ve açık bir şekilde ifade eder. “Allah birdir” ifadesi, Allah’ın zatında, sıfatlarında ve fiillerinde tek olduğunu, hiçbir ortağı, benzeri veya dengi bulunmadığını bildirir. Bu, **tevhid-i uluhiyet**in temelidir; yani ibadet edilmeye layık yegâne varlığın Allah olduğunu vurgular.
– **Lâ Mabude İllâ Hû:** “O’ndan başka ilah yoktur” anlamındaki bu ifade, Allah’ın ibadet edilmeye layık tek varlık olduğunu kesin bir şekilde ortaya koyar. İnsanların tarih boyunca putlara, yıldızlara, doğa güçlerine veya kendi heva ve heveslerine tapınma eğilimleri, bu ayetle kesin bir şekilde reddedilir. Bu, şirkin her türünü (açık veya gizli) ortadan kaldıran bir hakikat beyanıdır.
– **Hakikat ve Hak Lisanı:** Metinde geçen “hak lisanı” ifadesi, kainatın ve varlığın dilinin Allah’ın birliğini haykırdığını ima eder. Kainattaki düzen, nizam ve her bir varlığın birbiriyle uyumu, Allah’ın birliğini gösteren bir delildir. Örneğin, bir ağacın yaprağından galaksilerin hareketine kadar her şey, tek bir ilahi iradenin eseri olduğunu adeta “konuşur” ve bu hakikati insan aklına sunar.

**Örnek ve Derinleşme:**
– İnsanlık tarihinde, politeizmin (çok tanrıcılık) veya panteizmin (her şeyin tanrı olduğu inancı) yaygın olduğu dönemlerde, bu ayet, Allah’ın birliğini ve eşsizliğini en kısa ve en etkili şekilde ifade ederek tüm bu sapmaları düzeltir.
– Mesela, eski Mısır’da firavunların ilahlaştırılması veya Yunan mitolojisindeki çok tanrılı sistemler, bu ayetin ışığında batıl inançlar olarak ortaya çıkar. Modern çağda ise materyalizm veya seküler ideolojiler gibi Allah’ı inkar eden yaklaşımlar da bu ayetle çürütülür.

### **2. Üçüncü Cümle: اَللّٰهُ الصَّمَدُ (Allah Samed’dir)**
**Metin:** *“İki cevher-i tevhide sadeftir. Birinci dürrü: Tevhid-i rububiyet. Evet, nizam-ı kevn lisanı der ki: Lâ Hâlıka İllâ Hû… İkinci dürrü: Tevhid-i kayyumiyet. Evet, serâser kâinatta, vücud ve hem bekada, müessire ihtiyaç lisanı der ki: Lâ Kayyume İllâ Hû…”*

**İzah:**
– **Samed’in Anlamı:** “Samed” kelimesi, Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmadığını, her şeyin O’na muhtaç olduğunu, O’nun mutlak kemal sahibi olduğunu ifade eder. Bu ayet, Allah’ın zatında ve fiillerinde eşsizliğini ve bağımsızlığını vurgular.
– **İki Cevher-i Tevhid:**
1. **Tevhid-i Rububiyet (Lâ Hâlıka İllâ Hû):** Allah’ın yaratıcılığının tekliği. Kainattaki her şeyin yaratıcısı yalnızca Allah’tır. “Nizam-ı kevn” (kainatın düzeni) ifadesi, evrendeki muhteşem düzenin ve her varlığın birbiriyle uyumunun, tek bir yaratıcının varlığını gösterdiğini belirtir. Örneğin, bir hücrenin DNA’sındaki bilgi, galaksilerin hareket düzeni veya doğadaki ekosistemin işleyişi, hepsi Allah’ın yaratma fiilinin delilleridir.
2. **Tevhid-i Kayyumiyet (Lâ Kayyume İllâ Hû):** Allah’ın kainatı ayakta tutan, her an varlıkları var eden ve devam ettiren yegâne güç olduğunu ifade eder. Kainattaki her şey, her an Allah’ın “kayyum” sıfatıyla ayakta durur. Örneğin, fizik kanunları, yerçekimi veya biyolojik süreçler, Allah’ın kainatı sürekli olarak idare ettiğini gösterir. Eğer Allah bir an için kainatı terk etse, her şey yok olur.

**Örnek ve Derinleşme:**
– Kainatın düzeni, modern bilimle de açıkça gözler önüne serilir. Örneğin, Big Bang teorisi, evrenin bir başlangıcı olduğunu ve bu başlangıcın bir yaratıcı irade olmadan açıklanamayacağını gösterir. Aynı şekilde, termodinamik yasalar veya entropi gibi kavramlar, kainatın kendi kendine var olamayacağını, bir “Kayyum”a ihtiyaç duyduğunu ispatlar.
– Metindeki “vücud ve hem bekada, müessire ihtiyaç lisanı” ifadesi, her varlığın hem var oluşunda hem de varlığını devam ettirmesinde Allah’a muhtaç olduğunu vurgular. Bu, modern felsefede “varlık problemi” (ontoloji) tartışmalarına da bir cevap niteliğindedir.

### **3. Dördüncü Cümle: لَمْ يَلِدْ (O doğurmamıştır)**
**Metin:** *“Bir tevhid-i celalî müstetirdir; enva-ı şirki reddeder, küfrü keser bîiştibah. Yani tagayyür ya tenasül ya tecezzi eden elbet, ne Hâlık’tır ne Kayyum’dur ne İlah…”*

**İzah:**
– **Tevhid-i Celalî:** Bu ayet, Allah’ın zatının değişmezliğini, bölünmezliğini ve doğurmaktan münezzeh olduğunu ifade eder. “Celalî” ifadesi, Allah’ın azametini ve her türlü eksiklikten uzaklığını vurgular.
– **Şirkin Reddi:** Ayet, Allah’a çocuk isnat eden inançları (örneğin, Hristiyanlık’taki teslis inancı veya Yahudilik’te Üzeyr’e ilahi sıfatlar atfedilmesi) kesin bir şekilde reddeder. Allah’ın doğurması, yani bir varlığı kendi zatından türetmesi, O’nun mutlak birliğine ve değişmezliğine aykırıdır.
– **Tagayyür, Tenasül ve Tecezzi:** Metninizde, Allah’ın değişim (tagayyür), üreme yoluyla çoğalma (tenasül) veya bölünme (tecezzi) gibi maddi varlıklara özgü niteliklerden münezzeh olduğu belirtiliyor. Bu nitelikler, yaratılmışlara aittir ve Allah’ın ilahi zatına yakıştırılamaz.
– **Veled Fikri ve Şirk:** İnsanlık tarihindeki bazı inanç sistemleri, Allah’a çocuk isnat ederek şirke düşmüştür. Örneğin, Hristiyanlık’ta Hz. İsa’nın (as) “Allah’ın oğlu” olarak görülmesi veya bazı eski inançlarda meleklerin ilahi varlıklar olarak kabul edilmesi, bu ayetle kesin bir şekilde reddedilir.

**Örnek ve Derinleşme:**
– Bu ayet, özellikle Hristiyanlık’taki teslis (üçleme) inancına bir reddiyedir. Teslis, Allah’ın birliğini zedeler ve O’na ortaklar koşar. Kur’an, bu ayetle, Allah’ın zatının herhangi bir şekilde çoğalmaya veya bölünmeye tabi olmadığını vurgular.
– Metindeki “şu şirktendir ki olmuştur beşer ekserisi gümrah” ifadesi, insanlığın çoğunluğunun tarih boyunca şirke düşerek doğru yoldan saptığını belirtir. Bu, hem eski pagan inançlarda hem de modern çağdaki bazı ideolojilerde (örneğin, insanı veya doğayı ilahlaştırma) görülebilir.

### **4. Beşinci Cümle: وَلَمْ يُولَدْ (O doğmamıştır)**
**Metin:** *“Bir tevhid-i sermedî işareti şöyledir: Vâcib, kadîm, ezelî olmazsa olmaz İlah… Yani ya müddeten hâdis ise ya maddeden tevellüd ya bir asıldan münfasıl olsa elbette olmaz şu kâinata penah…”*

**İzah:**
– **Tevhid-i Sermedî:** Bu ayet, Allah’ın ezelî ve ebedî olduğunu, yani başlangıcı ve sonu olmadığını ifade eder. Allah’ın “doğmamış” olması, O’nun bir başka varlıktan türemediğini ve hiçbir şeye bağımlı olmadığını gösterir.
– **Vâcib, Kadîm, Ezelî:** Allah, varlığı zorunlu (vâcibü’l-vücud), ezelden beri var olan (kadîm) ve başlangıcı olmayan (ezelî) bir varlıktır. Eğer Allah bir şeyden doğmuş olsaydı, O’na bağımlı bir varlık olurdu ve bu, O’nun ilahi zatına aykırı olurdu.
– **Kainata Penah:** Kainatın varlığı ve düzeni, Allah’ın ezelî ve ebedî oluşuna bağlıdır. Eğer Allah hâdis (sonradan var olmuş) veya maddeden türemiş olsaydı, kainatın varlığını açıklamak mümkün olmazdı. Bu, Allah’ın yaratıcı ve kayyum sıfatlarının bir gereğidir.
– **Şirkin Türleri:** Metninizde, “esbab-perestî, nücum-perestlik, sanem-perestî, tabiat-perestlik” gibi şirk türleri sıralanır. Bunlar, Allah’ın yerine başka varlıkları veya güçleri ilah kabul etme yanılgılarıdır. Örneğin, tabiatperestlik, doğanın kendi kendine işlediğini iddia eden materyalist felsefelerdir.

**Örnek ve Derinleşme:**
– Modern bilimde, evrenin bir başlangıcı olduğu (Big Bang) kabul edilir. Ancak bu başlangıcın nasıl olduğu, materyalist bilimle açıklanamaz. İhlas Suresi’nin bu ayeti, evrenin bir ezelî ve ebedî yaratıcıya ihtiyaç duyduğunu açıkça ortaya koyar.
– Metindeki “dalalette birer çâh” ifadesi, bu şirk türlerinin insanı hakikatten uzaklaştıran birer kuyu olduğunu belirtir. Örneğin, tabiatperestlik, modern ateizmin temel dayanaklarından biridir ve bu ayet, bu tür inançların geçersizliğini gösterir.

### **5. Altıncı Cümle: وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا أَحَدٌ (O’na hiçbir şey denk değildir)**
**Metin:** *“Bir tevhid-i câmi’dir. Ne zatında naziri ne ef’alinde şeriki ne sıfâtında şebihi لَمْ lafzına nazargâh…”*

**İzah:**
– **Tevhid-i Câmi:** Bu ayet, Allah’ın zatında, fiillerinde ve sıfatlarında hiçbir şeyin O’na denk olamayacağını ifade eder. “Câmi” ifadesi, bu ayetin tevhidin tüm boyutlarını kapsadığını gösterir.
– **Zatında Naziri Yok:** Allah’ın zatı, hiçbir varlıkla kıyaslanamaz. O’nun benzeri veya dengi yoktur.
– **Ef’alinde Şeriki Yok:** Allah’ın fiilleri (yaratma, rızık verme, idare etme vb.) konusunda O’na ortak koşulamaz. Örneğin, kainatın yaratılması veya idaresi, yalnızca Allah’a aittir.
– **Sıfâtında Şebihi Yok:** Allah’ın sıfatları (ilim, kudret, hayat vb.) eşsizdir ve hiçbir yaratılmış varlığın sıfatlarıyla kıyaslanamaz.
– **لَمْ Nazargâhı:** Bu ifade, Allah’ın her türlü noksan sıfattan münezzeh olduğunu ve O’na hiçbir şeyin benzemediğini vurgular.

**Örnek ve Derinleşme:**
– Bu ayet, Allah’ın eşsizliğini ve mutlak üstünlüğünü ifade ederek, her türlü antropomorfik (Allah’ı insan gibi tasavvur etme) veya panteist (her şeyi Allah ile birleştirme) yaklaşımları reddeder.
– Örneğin, bazı felsefelerde Tanrı’nın evrenle bir olduğu (panteizm) veya Tanrı’ya insan benzeri sıfatlar atfedildiği görülür. Bu ayet, bu tür yaklaşımların yanlışlığını kesin bir şekilde ortaya koyar.

### **6. İhlas Suresi’nin Bütünü ve Müselsel Neticeler**
**Metin:** *“Şu altı cümle manen birbirine netice hem birbirinin bürhanı, müselseldir berahin, mürettebdir netaic şu surede karargâh… Demek şu Sure-i İhlas’ta, kendi miktar-ı kametinde müselsel hem müretteb otuz sure münderic; bu bunlara sehergâh…”*

**İzah:**
– **Müselsel Berahin ve Müretteb Netaic:** İhlas Suresi’nin her bir ayeti, birbiriyle bağlantılı bir delil zinciri (müselsel berahin) oluşturur. Her ayet, bir önceki ayetin hakikatini destekler ve tevhidin farklı bir boyutunu açıklar. Aynı zamanda, bu ayetler birbiriyle düzenli bir şekilde sıralanmış sonuçlar (müretteb netaic) doğurur.
– **Otuz Sure Münderic:** Metninizde, İhlas Suresi’nin küçük hacmine rağmen, Kur’an’ın otuz suresinin manasını içinde barındırdığı belirtiliyor. Bu, surenin tevhid hakikatini en özlü ve kapsamlı şekilde ifade ettiğini gösterir. İhlas Suresi, Kur’an’ın ana mesajı olan tevhidi özetler ve bu yönüyle Kur’an’ın kalbi sayılır.
– **Sehergâh:** Bu ifade, İhlas Suresi’nin hakikat arayanlar için bir aydınlanma, bir uyanış yeri olduğunu ima eder. Sure, insanın zihnini ve kalbini tevhid nuruyla aydınlatır.

**Örnek ve Derinleşme:**
– İhlas Suresi’nin kısa olmasına rağmen böylesine kapsamlı bir mana taşıması, onun mucizevi bir özet olduğunu gösterir. Örneğin, hadislerde İhlas Suresi’nin Kur’an’ın üçte birine denk olduğu belirtilir. Bu, surenin tevhid, Allah’ın sıfatları ve şirkin reddi gibi temel konuları en özlü şekilde ihtiva ettiğini gösterir.
– Metindeki “müselsel berahin” ifadesi, surenin mantıksal bir bütünlükle tevhidi ispat ettiğini vurgular. Her ayet, bir önceki ayetin delilini güçlendirir ve bir sonrakine zemin hazırlar.

### **Sonuç: لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ (Gaybı ancak Allah bilir)**
– Bu ifade, İhlas Suresi’nin tefsirinin sonunda yer alarak, Allah’ın ilminin sınırsızlığını ve gaybı yalnızca O’nun bildiğini vurgular. İnsan aklı, Allah’ın zatını ve sıfatlarını tam anlamıyla kavrayamaz; ancak Kur’an’ın rehberliğiyle O’nu tanıyabilir ve tevhid hakikatine ulaşabilir.
– İhlas Suresi, Allah’ın birliğini, eşsizliğini ve her türlü noksan sıfattan münezzeh olduğunu en açık şekilde ifade eder. Bu sure, hem bireysel imanı güçlendiren bir rehber hem de insanlığın tarih boyunca düştüğü şirk ve sapmalara karşı bir manifesto niteliğindedir.

### **Ek Notlar ve Modern Açıdan İzah:**
1. **Bilim ve Tevhid:** Modern bilim, kainatın düzenini ve karmaşıklığını ortaya koyarak, Allah’ın birliğini ve yaratıcılığını destekler. Örneğin, evrenin ince ayarlı yapısı (fine-tuning) veya biyolojik sistemlerin kompleksliği, tesadüfle açıklanamayacak bir ilahi iradeyi işaret eder.
2. **Felsefi Tartışmalara Cevap:** İhlas Suresi, ateizm, materyalizm, panteizm ve deizm gibi modern felsefi akımlara karşı tevhidin en güçlü delillerini sunar. Örneğin, “Lâ Hâlıka İllâ Hû” ifadesi, evrenin kendi kendine var olamayacağını ve bir yaratıcıya ihtiyaç duyduğunu gösterir.
3. **İnsanın Kalbine Hitap:** İhlas Suresi, sadece akla değil, kalbe de hitap eder. İnsan, bu sureyi okuyarak Allah’ın birliğini ve eşsizliğini hissederek manevi bir huzura kavuşur.

Bu izah, metninizdeki derin tefekkürü esas alarak, İhlas Suresi’nin hem teolojik hem de hikmeti boyutlarını detaylı bir şekilde açıklamaya çalışmıştır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




O Kur’an-ı Azîmüşşan nasıl bir bahr-i tevhiddir.

O Kur’an-ı Azîmüşşan nasıl bir bahr-i tevhiddir. Bir tek katre, misal için bir tek Sure-i İhlas, fakat kısa bir tek remzi, nihayetsiz rumuzundan.

   Bütün enva-ı şirki reddeder hem de yedi enva-ı tevhidi eder ispat; üçü menfî, üçü müsbet şu altı cümlede birden:

   Birinci cümle: 

   ‎ قُلْ هُوَ‎  karinesiz işarettir. Demek ıtlakla tayindir. O tayinde taayyün var. Ey

   Lâ Hüve İllâ Hû… 

   Şu tevhid-i şuhuda bir işarettir. Hakikatbîn nazar tevhide müstağrak olursa der ki:

   Lâ Meşhude İllâ Hû… 

******

  1. Kur’ân Bir Bahr-i Tevhiddir

Kur’ân-ı Kerîm, bütünüyle tevhid hakikatini ilan eden bir denizdir.

Onun her ayeti, her sûresi, birer dalga gibi bu hakikati taşır.

Bu büyük denizin küçük bir damlası olan İhlas Sûresi, öyle bir yoğunluk ve derinlik taşır ki, sadece dört ayetle şirk çeşitlerini reddeder, tevhid hakikatini ispat eder.

  1. İhlas Sûresinde Altı Cümle ve Yedi Tevhid

Bediüzzaman, bu sûrede yedi çeşit tevhid bulunduğunu söyler. Bunlardan ilk kısmı sizin zikrettiğiniz cümlelerdir.

Birinci Cümle:

قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ’ün ilk kelimesi “قُلْ هُوَ” (De ki: O Allah’tır).

“Hüve” (O) kelimesi karinesiz olarak kullanılıyor. Normalde “O” zamiri bir şahsı veya nesneyi göstermek için karine ister. Fakat burada karinesizdir.

Demek ki: Mutlaklıkla tayindir. Yani, “O” denilince başka hiçbir şey akla gelmez, yalnız Allah anlaşılır.

Bu bize şunu anlatır:

Tevhid-i şuhudîye işarettir. Yani, hakkalyakîn derecesinde Allah’tan başka hiçbir şey görmemek.

Tevhid yolcusu, kâinatı seyrederken her şeyde “O”ndan başka bir şey görmez, her şeyin arkasında yalnız O’nun tecellisini fark eder.

📌 Hakikatbîn nazar bu noktada şöyle der:
لَا مَشْهُودَ اِلَّا هُوَ
(Yani: Allah’tan başka görülen yoktur.)

  1. Tevhid-i Şuhudun Derinliği

Burada önemli bir nokta var:
Tevhid-i şuhud, “her şey yok, sadece Allah var” tarzında yanlış bir vahdet-i vücud anlayışı değildir.

Bilakis: Her şey vardır ama hakiki varlık ve tecelli eden isimler açısından bakıldığında bütün varlıkların perde olduğu, hakiki müşahede edilenin sadece Allah olduğu anlatılır.

  1. Şirki Reddedişi

Bu ilk cümlede bile şirk reddediliyor. Çünkü “Hüve” dediğin zaman başka hiçbir varlık araya giremiyor.

Put, hayal, felsefe, tabiata yer kalmıyor.

Tevhidin ilk merhalesinde insan, “Şahid olunan hakikat yalnız Allah’tır” demekle kalbi, nazarı ve şuuruyla tevhid nuruna girmiş oluyor.

  1. Yedi Tür Tevhid (İlerleyen Cümlelerde Açılan)

Bu bahis İhlas Sûresinin bütün cümlelerinde işleniyor. Kısaca:

  1. Tevhid-i Şuhudî: Lâ Meşhude illâ Hû
  2. Tevhid-i Ulûhiyet: Lâ Ma‘bude illâ Hû
  3. Tevhid-i Rububiyet: Lâ Müdebbire illâ Hû
  4. Tevhid-i Vahdaniyet: Lâ Ma‘lûme illâ Hû
  5. Tevhid-i Samediyet: Lâ Mürtezeke illâ Hû
  6. Tevhid-i Mutlak: Lâ Mevcude illâ Hû (Hakiki varlık noktasında)
  7. Tevhid-i Ehadiyet: Her şeyde O’nun birliği görünür.

  8. Netice

İhlas Sûresi, küçücük hacmine rağmen, şirkin bütün nevilerini (Allah’a ortak koşma ihtimallerini) kökten reddeder.

Bunun karşılığında ise, Allah’ın birliğini altı cümlede, yedi çeşit tevhid hakikatiyle ispat eder.

İşte bu yönüyle, Kur’ân’ın bir damlası dahi sonsuz deniz gibi bir hakikat taşır.

👉 Kısacası, “قُلْ هُوَ” kelimesi bize Allah’ın mutlak varlığını, “karinesiz tayin” ile gösterir. İnsanı doğrudan şuhudî tevhid ufkuna çıkarır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com




Tevhidin iki bürhan-ı muazzamı

LEMAAT VE İZAHI

Tevhidin iki bürhan-ı muazzamı 

   Şu kâinat tamamıyla bir bürhan-ı muazzamdır. Lisan-ı gayb, şehadetle müsebbihtir, muvahhiddir. Evet, tevhid-i Rahman’la, büyük bir sesle zâkirdir ki:

   Lâ İlahe İllâ Hû… 

   Bütün zerrat hüceyratı, bütün erkân ve azası birer lisan-ı zâkirdir; o büyük sesle beraber der ki:

   Lâ İlahe İllâ Hû… 

   O dillerde tenevvü var, o seslerde meratib var. Fakat bir noktada toplar, onun zikri, onun savtı ki:

   Lâ İlahe İllâ Hû… 

   Bu bir insan-ı ekberdir, büyük sesle eder zikri; bütün eczası, zerratı, küçücük sesleriyle, o bülend sesle beraber der ki:

   Lâ İlahe İllâ Hû… 

   Şu âlem halka-i zikri içinde okuyor aşrı, şu Kur’an maşrık-ı nuru. Bütün zîruh eder fikri ki:

   Lâ İlahe İllâ Hû… 

   Bu Furkan-ı Celilüşşan, o tevhide nâtık bürhan, bütün âyât sadık lisan. Şuâat-bârika-i iman. Beraber der ki:

   Lâ İlahe İllâ Hû… 

   Kulağı ger yapıştırsan şu Furkan’ın sinesine, derinden tâ derine, sarîhan işitirsin semavî bir sadâ der ki:

   Lâ İlahe İllâ Hû… 

   O sestir gayeten ulvi, nihayet derece ciddi, hakiki pek samimi hem nihayet munis ve mukni ve bürhanla mücehhezdir. Mükerrer der ki:

   Lâ İlahe İllâ Hû… 

   Şu bürhan-ı münevverde, cihat-ı sittesi şeffaf ki üstünde münakkaştır, müzehher sikke-i i’caz. İçinde parlayan nur-u hidayet der ki:

   Lâ İlahe İllâ Hû… 

   Evet, altında nescolmuş mühefhef mantık ve bürhan, sağında aklı istintak; mürefref her taraf, ezhan “Sadakte” der ki:

   Lâ İlahe İllâ Hû… 

   Yemîn olan şimalinde, eder vicdanı istişhad. Emamında hüsn-ü hayırdır, hedefinde saadettir. Onun miftahıdır her dem ki:

   Lâ İlahe İllâ Hû… 

   Emam olan verasında ona mesned semavîdir ki vahy-i mahz-ı Rabbanî. Bu şeş cihet ziyadardır, burucunda tecellidar ki:

   Lâ İlahe İllâ Hû… 

   Evet vesvese-i sârık, bâvehm-i şüphe-i târık, ne haddi var ki o mârık, girebilsin bu bârık kasra. Hem şârık ki sur sureler şâhik, her kelime bir melek-i nâtık ki:

   Lâ İlahe İllâ Hû… “

*******

Kısa Genel Değerlendirme

Metin iki büyük «bürhan»ı (güçlü delili) bir arada gösterir:
(1) Kâinat — yaradılışın kendisi;
(2) Furkan (Kur’ân) — vahyin kendisi.
Her ikisi de tevhidi, yani “Allah’tan başka ilah yoktur” hakikatini yüksek ve ikna edici bir sûrette ilan eder.
Metin hem ontolojik/epistemik hem de duygusal-manevî yönleri birleştirerek imanî bir teşekkül tasvir eder: akıl, vicdan, dil, tefekkür ve vahiy bir bütün olarak “Lâ İlâhe İllâ Hû”ya şahitlik eder.

Aşağıda metni parçalar hâlinde alıyoruz ve her parçayı ayrıntılı şekilde açıyoruz.

1) “Kâinat bir bürhan-ı muazzamdır” — Birinci Bürhan: Tabiatın konuşması

Temel fikir: Evren (kâinat) kendisiyle konuşur; yani yaratılışın düzeni, düzen ve hikmet farklı düzeylerde bir tanıklık verir.

“Lisan-ı gayb, şehadetle müsebbihtir”: Burada «lisan-ı gayb» tabiatın, görünmeyenlerin dili demektir; “şehadetle müsebbihtir” ise görünen âlemin (şehadet) Allah’ı tesbih ettiğini belirtir. Yani hem görünen (gök, yer, canlılar) hem görünmeyen (hükümlerin, kanunların) birer şahitlik dilidir.

Metaforik fakat epistemik iddia: Metin atomdan galaksilere kadar her şeyin birer «konuşma» vasfı taşıdığını, bu «konuşmanın» özü itibariyle tevhid yönünde olduğunu savunur. Bu, klasik kelamî/ilmi-temellendirmede kozmolojik ve teleolojik delillerle akraba bir yaklaşımdır: düzen, sebep-sonuç, maksatlılık iman için delil teşkil eder.

“Bütün zerrat hüceyratı… birer lisan-ı zâkirdir”: Burada mikro düzeyler bile (hücre, zerre) yaratılışın bir dilekçesi, zikir levhası gibidir. Modern bir benzetmeyle: canlılardaki kompleks uyum, kanunlardaki hassas denge «anlam» üretir; metin bunu zikir olarak niteler.

“İnsan-ı ekber” fikri: İnsan, kainatın en şuurlu, en yüksek “konuşucusu” olduğundan, onun tasdiki (iradenin, aklın ve dilin zikir yapması) bütün parçaların sesini birleştirir. İnsan, kainatın bilincî tercümanıdır; onun aklı ve kalbi bu «Büyük Ses»i yükseltir.

Nihai sonuç: Kâinat, salt mekanik bir tesadüfler yığını olarak değil; hikmet ve maksad yönüyle bakan akıl için bir bürhan (kuvvetli delil) sunar. Metin bunun iman için nasıl içten ve etkileyici olduğunu duyulur kılar.

2) “Furkan-ı Celilüşşan” — İkinci Bürhan: Kur’ân’ın nâtıklığı ve mucizesi

Temel fikir: Kur’ân (Furkan), kendi sûretinde tevhide şahitlik eden, onu izah eden, akıl ve vicdana hitap eden bir delildir; kâinatın delilini tamamlar, netleştirir, kâmil hale getirir.

“Şu Kur’an maşrık-ı nuru… Bu Furkan-ı Celilüşşan, o tevhide nâtık bürhan”:
Kur’an sadece emir-nas değil, hakikati gösteren, kalpleri aydınlatan ve aklı ikna eden bir «şahit»tir.
“Furkan” kelimesi ayrım, delil ve hakkı batıldan ayıran demektir; metin burada Kur’an’ın o ayırma gücünü anlatır.

Semavî ve içî tecrübe: “Kulağı ger yapıştırsan … semavî bir sadâ” — Kur’ân dinlendiğinde kalpte, ruhta semavî (gökten gelen) bir sesin işitildiği, yani mucizevi bir etki ve ikna gücünün hissedildiği anlatılır. Bu, aklî iknadan başka bir tasdik ekseni olan kalbin tecrübesine işaret eder.

Dil olarak mucize ve iç uyum: Metin “mükerrer” (tekrarlayan), “sikke-i i’caz” (mucize damgası), “ezhan ‘Sadakte’ der ki” gibi ifadelerle Kur’an’ın söyleyişindeki icaz (mucizevî söyleyiş) ile akıl ve kalbe yaptığı tesiri anlatır. Her kelime bir hakikat taşıdığı için akıl onu tetkik ettikçe “sen doğru söyledin” der.

3) “Şeş cihat” — Kur’ân’ın altı yönü / ikna edici boyutu

Metinde geçen “cihat-ı sittesi” ifadesi Kur’ân’ın ikna gücünü altı ayrı cepheden tanımlar. Bunları ayrı ayrı açalım:

  1. Altında nescolmuş mühefhef mantık ve bürhan
    — Kur’an’ın altında ince, sağlam mantık ve delil vardır. Sadece emir değil, akla hitap eden nazım ve deliller bütünü sunduğu ifade edilir.
  2. Sağında aklı istintak
    — Sağ taraf mecazi olarak akıl; Kur’an aklı uyandırır, aklı meseleleri çıkarmaya sevk eder. İnsan düşününce Kur’an’ın hakikatine ulaştırır.
  3. Yemîn olan şimalinde, eder vicdanı istişhad
    — Kuzey (şimal) olarak anılan kısım vicdanın tanıklığıdır; yani Kur’an vicdanı da harekete geçirip şahit kılar. Bu, rasyonel delille birlikte ahlaki-hissî tasdike işaret eder.
  4. Emamında hüsn-ü hayırdır
    — Kur’an’ın önderi (emamı) güzel ve hayırlı olandır; onun hedefi güzellik, iyilik ve insanı yücelten değerlerdir.
  5. Hedefinde saadettir
    — Nihai amaç insanın mutluluğu/saadeti: Kur’an insanı âhiret ve dünyevi saadete doğru yönlendirir.
  6. Onun miftahıdır her dem ki: Lâ İlahe İllâ Hû
    — Kur’an’ın anahtarı, özlü ifadesi tevhiddir. Tüm kapıların anahtarı “Lâ İlâhe İllâ Hû”dur; bu kelime hem imanî özü hem de pratik yön göstericidir.

Sonuç: Bu altı cephe beraber Kur’an’ı hem akılla hem kalple, hem ahlakla hem murad (amaç) ile tam bir delil hâline getirir. Ayrıca “emam olan verasında ona mesned semavîdir ki vahy-i mahz-ı Rabbanî” cümlesiyle, Kur’an’ın nihai dayanağının saf ilâhî vahiy olduğu, onun insan aklını ve kalbini aydınlatan,yüksek bir kaynağa yaslandığı anlatılır.

4) Kâinat ile Kur’ân’ın karşılıklı tamamlayıcılığı

Metnin esas çekirdeği budur: Kâinat delil verir; Kur’an delili izah eder, derinleştirir ve kalbe yerleştirir. Kâinatın gösterdiği hikmet ve nizâm, Kur’an’ın beyanı ile manevî bir mizan içinde kesinlik kazanır. Kâinat akla konuşur; Kur’an ise aklı ve vicdanı hedef alarak o konuşmanın anlamını ve insana düşeni açıklar.

Bu yüzden metin, tevhidin iki büyük bürhanı derken aslında hem dış delili hem içeriden gelen vahiy delilini (furkan) tek bir iman zinciri içinde gösterir.

5) Vesvese, şüphe ve inkâra karşı metnin tavrı

Metin, “vesvese-i sârık, bâvehm-i şüphe-i târık” ifadeleriyle şüphelerin karanlık ve sinsi etkisinden söz eder; fakat hemen ekler: bu vesveselerin bu berrak delillere girecek bir sınırı yoktur. Yorum:

Neden hâlâ bazıları inanmaz? Metin açısından iki ana neden öne çıkar: (a) kalbi örten vesveseler/şüpheler, (b) aklî tembellik/niyet bozukluğu veya ahlaken katılaşma. Dolayısıyla delilin yokluğu değil, delili görme iradesinin eksikliği söz konusudur.

Metodolojik cevap: Akıl+vicdan+vahiy birleştiğinde inkâr etmenin kuvvetli bir izahı kalmaz; inkarın çoğu hâlde psikolojik, manevi, varoluş sebeplere (inat, kibir, alışkanlık) dayanır.

6) Dil, retorik ve edebi unsurların rolü

Metin sık tekrarlarla (“Lâ İlahe İllâ Hû…”), karşılıklı seslendirmelerle ve yükselen imajlarla (atomdan insana, oradan Kur’an’a) duygusal ve akli iknayı birlikte sağlar.

Tekrârın işi: Tekrarlı zikir hem zihnî hem kalbî teskin sağlayıp hakikati yerleştirir. Ayrıca «her varlığın aynı şey söylemesi» imâsı, hakikatin evrenselliğini gösterir.

Mikro–makro birlik (insan-ı ekber): İnsan ile kainat arasında kurulan ilişki, klasik İslâm metafiziğinde mikrokozmos–makrokozmos temasına işaret eder; insan kainatın anlamını taşıyan bir tefsirci olarak tasvirlenir.

7) Uygulama ve hayatî sonuçlar (pratik neticeler)

Metnin düşünce ve hayat boyutunda çıkardığı bazı sonuçlar:

  1. Tefekkür (kâinatı düşünme) pratiği: Kâinatın dilini dinlemek, yaratılışı tefekkür etmek imanî bilinci derinleştirir. Günlük ibadetlere, zikir ve tefekküre zaman ayırmak maddî kültürü aşan bir farkındalık sağlar.
  2. Kur’ân tilâveti ve tefekkür: Kur’an’ı sadece okunacak bir metin değil, kalbe nüfuz eden bir «semavî ses» olarak dinlemek; tefsir ve mânâya dikkatle nüfuz etmek imanî asayiş verir.
  3. Ahlâkî dönüşüm: “Emamında hüsn-ü hayırdır” ifadesi, Kur’an’ın insanı güzelliğe ve hayra sevk eden öğretilerini işler. Tevhid, aliye ahlâk ile de beraber yürür.
  4. Zikir ve özlü iman sözü: “Lâ İlahe İllâ Hû”nun hayatî ve sürekli miftah (anahtar) olduğu pratiğe dökülmelidir: zikir pratikleri, tefekkür egzersizleri, Kur’an’ın ayetleri üzerine içinden ve dil ile tekrarlama.

8) Muhtemel itirazlar — kısa cevaplar

“Doğal kanunlar tesadüf olamaz mı?” — Metin, düzenin, maksatlılığın ve kompleks uyumun tesadüf ile açıklanmasının yetersiz olduğunu; bu sebeple akla hitap eden delillerin yaratıcıya işaret ettiğini savunur.

“Vahyin delili nasıl kesin olsun?” — Metin burada Kur’an’ın hem içindeki mantık, hem insanı uyandıran dili, hem vicdanî şahitliği hem de semavî dayanma (vahiy) ile tarihî/ruhî bir otorite sunduğunu belirtir. Yani Kur’an aklî, vicdanî ve ilahî dayanaklarıyla çokkatlı bir delildir.

9) Özet (kısa hatırlatma)

Birinci bürhan: Kâinat — atomdan gökyüzüne kadar olan düzen, hikmet, maksatlılık insanın aklını ve vicdanını tevhide götürür.

İkinci bürhan: Kur’ân (Furkan) — aklı, vicdanı ve duyguyu birleştiren, içindeki mucizevî dil ve hidayet ile tevhidi apaçık kılan vahiy delilidir.

Sonuç: Kâinat ve Kur’ân birbirini tamamlar; tevhid hem aklî hem kalbî hem de ameli (eylemsel) bir doğruluktur. “Lâ İlahe İllâ Hû” hem genel bir slogan hem de iman hayatının anahtarıdır.

******

### Tevhidin İki Bürhan-ı Muazzamı: Geniş ve Detaylı İzah

Temel konu, kâinatın (evrenin) ve Kur’an-ı Kerim’in tevhidin en büyük iki delili olduğunu vurgulamaktır. Tevhid, İslam’ın temel akidesi olup, “Lâ ilâhe illâ Hû” (O’ndan başka ilah yoktur) ifadesiyle özetlenir. Bu ifade, Kur’an’da ve hadislerde sıkça geçen tevhid kelimesinin özüdür.

Metin, kâinatı bir “insan-ı ekber” (büyük insan) olarak tasvir eder ve onun her zerresinin Allah’ı zikrettiğini belirtir. İkinci kısımda ise Kur’an’ı tevhidin konuşan, aydınlatan bir delili olarak sunar. Bu iki delil, tevhidin hem tabii (kâinat üzerinden) hem de vahyi (Kur’an üzerinden) yönlerini temsil eder. Aşağıda, metni bölüm bölüm kırarak, kelime kelime anlamlarını, metaforlarını, felsefi ve dini bağlamını geniş ve detaylı bir şekilde izah edeceğim. İzahımda, Risale-i Nur’un genel yaklaşımını temel alarak, tevhidin rasyonel, duygusal ve manevi boyutlarını ele alacağım. Amacım, metni anlaşılır kılmak ve tevhid inancının derinliğini ortaya koymak.

#### 1. Giriş Bölümü: Kâinatın Tevhid Delili
Metin şöyle başlar:
> Tevhidin iki bürhan-ı muazzamı
> Şu kâinat tamamıyla bir bürhan-ı muazzamdır. Lisan-ı gayb, şehadetle müsebbihtir, muvahhiddir. Evet, tevhid-i Rahman’la, büyük bir sesle zâkirdir ki:
> Lâ İlahe İllâ Hû…

**İzah:**
Burada “tevhidin iki bürhan-ı muazzamı” ifadesi, tevhidin iki büyük delilini işaret eder: Birincisi kâinat (evren), ikincisi Kur’an. “Bürhan-ı muazzam” kelimesi, “büyük delil” anlamına gelir; “muazzam” ise büyüklük ve ihtişamı vurgular. Kâinatın tamamı, Allah’ın birliğini ispatlayan bir delil olarak sunulur. 

– **Lisan-ı gayb, şehadetle müsebbihtir, muvahhiddir:** “Lisan-ı gayb” (gaybın dili), görünmeyen âlemin (melekler, ruhlar vb.) dilini; “şehadet” ise görünen âlemin (madde âlemi) şahitliğini ifade eder. “Müsebbihtir” (tesbih eden, Allah’ı tenzih eden) ve “muvahhiddir” (tevhid eden), kâinatın her parçasının Allah’ı zikrettiğini belirtir. Bu, Risale-i Nur’da sıkça geçen “kâinatın lisanı” metaforudur: Evren, bir kitap gibi okunur ve her varlık, Allah’ın birliğini haykırır.
– **Tevhid-i Rahman’la, büyük bir sesle zâkirdir:** “Tevhid-i Rahman” (Rahman olan Allah’ın birliği), Allah’ın rahmetinin evreni kuşattığını vurgular. “Zâkirdir” (zikreden), evrenin sürekli Allah’ı andığını ifade eder. “Büyük bir sesle” ise, evrenin makro ölçekte (galaksiler, yıldızlar) tevhidi ilan ettiğini simgeler.
– **Lâ İlahe İllâ Hû:** Bu, tevhidin çekirdeği olan kelime-i tevhiddir. “Hû” (O), Allah’ı işaret eder. Metin boyunca tekrarlanması, zikrin ritmini ve sürekliliğini vurgular. 

Bu bölüm, tevhidin tabii delilini (delil-i tabii) açıklar: Kâinat, tesadüfî değil, bir Yaratıcı’nın eseri olup, her parçası O’nu işaret eder. Felsefi olarak, bu “teleolojik argüman”a benzer: Evrenin düzeni, bir tasarımcıyı gerektirir.

#### 2. Kâinatın Zerreleri ve Unsurları
> Bütün zerrat hüceyratı, bütün erkân ve azası birer lisan-ı zâkirdir; o büyük sesle beraber der ki:
> Lâ İlahe İllâ Hû…
> O dillerde tenevvü var, o seslerde meratib var. Fakat bir noktada toplar, onun zikri, onun savtı ki:
> Lâ İlahe İllâ Hû…

**İzah:**
Kâinatı bir bütün olarak gören metin, şimdi mikro seviyeye iner.
– **Zerrat (atomlar), hüceyrat (hücreler), erkân (temel unsurlar, gibi hava, su, toprak), azâ (organlar):** Bunlar, evrenin en küçük parçalarını temsil eder. Her biri “lisan-ı zâkirdir” (zikreden dil), yani her atom ve hücre, hareketiyle Allah’ı tesbih eder. Bu, modern bilime de bağlanabilir: Atomların titreşimi, hücrelerin metabolizması, hepsi bir düzen içinde çalışır ve bu düzen, tevhidi gösterir.
– **O büyük sesle beraber der ki:** Mikro parçalar, makro evrenin sesine katılır. Bu, holistik bir bakış: Parçalar bütünü tamamlar.
– **Tenevvü (çeşitlilik) ve meratib (dereceler):** Dillerde çeşitlilik (farklı varlıklar farklı şekillerde zikreder) ve seslerde mertebeler (küçükten büyüğe hiyerarşi) vardır, ama hepsi “bir noktada toplar”: Tevhid noktasında birleşir. Bu, çeşitliliğin birliği bozmadığını, aksine güçlendirdiğini vurgular. Risale-i Nur’da bu, “vahdet içinde kesret” (birlik içinde çokluk) olarak açıklanır. 

Detaylı olarak: Bir ağacın yaprağı fotosentez yaparak, bir kuş uçarak, bir yıldız dönerek zikreder. Hepsi “Lâ İlahe İllâ Hû” der, yani “O’ndan başka ilah yok” diyerek şirki reddeder.

#### 3. Kâinatın İnsan-ı Ekber Olarak Tasviri
> Bu bir insan-ı ekberdir, büyük sesle eder zikri; bütün eczası, zerratı, küçücük sesleriyle, o bülend sesle beraber der ki:
> Lâ İlahe İllâ Hû…
> Şu âlem halka-i zikri içinde okuyor aşrı, şu Kur’an maşrık-ı nuru. Bütün zîruh eder fikri ki:
> Lâ İlahe İllâ Hû…

**İzah:**
– **İnsan-ı ekber (büyük insan):** Kâinatı antropomorfik bir metaforla büyük bir insana benzetir. İnsanın bedeni nasıl organlardan oluşuyorsa, evren de gezegenler, yıldızlar vb. “ecza” (parçalar)dan oluşur. Bu, Sufi geleneğinde yaygın bir tasavvurdur (âlem-i kebir ve âlem-i sagir). Evrenin “büyük sesle zikri”, onun makro zikrini; parçaların “küçücük sesleri” ise mikro zikri temsil eder.
– **Bülend ses (yüksek ses):** Evrenin ihtişamını vurgular.
– **Halka-i zikri (zikir halkası):** Tasavvufta zikir meclisini andırır; evren bir zikir halkasıdır. “Okuyor aşrı” (aşr okuyor, Kur’an’dan bir bölüm), evrenin Kur’an gibi bir kitap olduğunu ima eder. “Kur’an maşrık-ı nuru” (nur doğuş yeri), Kur’an’ı güneş gibi aydınlatan olarak sunar.
– **Bütün zîruh eder fikri (bütün ruh sahipleri düşünür):** Canlı varlıklar, evrenin bu zikrini fark eder ve tevhid üzerine düşünür. 

Bu kısım, tevhidin hem fiziksel hem manevi boyutunu birleştirir: Evren, pasif bir yapı değil, aktif bir zikredendir.

#### 4. Kur’an’ın Tevhid Delili Olarak Girişi
> Bu Furkan-ı Celilüşşan, o tevhide nâtık bürhan, bütün âyât sadık lisan. Şuâat-bârika-i iman. Beraber der ki:
> Lâ İlahe İllâ Hû…
> Kulağı ger yapıştırsan şu Furkan’ın sinesine, derinden tâ derine, sarîhan işitirsin semavî bir sadâ der ki:
> Lâ İlahe İllâ Hû…

**İzah:**
Şimdi ikinci büyük delile geçer: Kur’an.
– **Furkan-ı Celilüşşan:** Kur’an’ın isimlerinden; “Furkan” (hak ile batılı ayıran), “Celilüşşan” (yüce ve şanlı). “Nâtık bürhan” (konuşan delil), Kur’an’ın tevhidi anlatan bir delil olduğunu vurgular.
– **Bütün âyât sadık lisan (bütün ayetler doğru diller):** Her ayet, tevhidi doğrulayan bir dil gibidir. “Şuâat-bârika-i iman” (iman ışınları ve parıltıları), Kur’an’ın imanı aydınlattığını simgeler.
– **Kulağı yapıştırsan Furkan’ın sinesine:** Metaforik olarak, Kur’an’ı derin dinlemeyi teşvik eder. “Derinden tâ derine” (derinlerden derinlere), katmanlı anlamları (zahir, batın) işaret eder. “Sarîhan işitirsin semavî bir sadâ” (açıkça semavi bir ses duyarsın), Kur’an’ın ilahi kökenini vurgular. 

Kur’an, tevhidin vahyi delilidir (delil-i nakli). Risale-i Nur’da Kur’an, mucizeliğiyle (i’caz) tevhidi ispatlar.

#### 5. Kur’an’ın Sesinin Nitelikleri
> O sestir gayeten ulvi, nihayet derece ciddi, hakiki pek samimi hem nihayet munis ve mukni ve bürhanla mücehhezdir. Mükerrer der ki:
> Lâ İlahe İllâ Hû…

**İzah:**
Kur’an’ın sesi tarif edilir:
– **Ulvi (yüce), ciddi, samimi, munis (yakınlaştıran), mukni (ikna edici), bürhanla mücehhez (delillerle donatılmış):** Bu nitelikler, Kur’an’ın etkisini anlatır. “Mükerrer” (tekrarlanan), tevhidin sürekli vurgusunu ifade eder.
Detaylı olarak: Kur’an, duygusal (samimi, munis) ve rasyonel (mukni, bürhan) yönleriyle insanı tevhide çeker. Bu, Kur’an’ın psikolojik ve felsefi gücünü vurgular.

#### 6. Kur’an’ın Altı Yönü (Cihat-ı Sitte)
> Şu bürhan-ı münevverde, cihat-ı sittesi şeffaf ki üstünde münakkaştır, müzehher sikke-i i’caz. İçinde parlayan nur-u hidayet der ki:
> Lâ İlahe İllâ Hû…
> Evet, altında nescolmuş mühefhef mantık ve bürhan, sağında aklı istintak; mürefref her taraf, ezhan “Sadakte” der ki:
> Lâ İlahe İllâ Hû…
> Yemîn olan şimalinde, eder vicdanı istişhad. Emamında hüsn-ü hayırdır, hedefinde saadettir. Onun miftahıdır her dem ki:
> Lâ İlahe İllâ Hû…
> Emam olan verasında ona mesned semavîdir ki vahy-i mahz-ı Rabbanî. Bu şeş cihet ziyadardır, burucunda tecellidar ki:
> Lâ İlahe İllâ Hû…

**İzah:**
Risale-i Nur’un meşhur “cihat-ı sitte” (altı yön) yaklaşımı burada Kur’an’a uygulanır. Kur’an, altı yönden şeffaf ve mükemmeldir:
– **Üstünde münakkaştır, müzehher sikke-i i’caz (nakışlı, çiçekli mucize mührü):** Üst tarafı (görünüşü) mucizelidir.
– **İçinde parlayan nur-u hidayet (hidayet nuru):** İçeriği aydınlatıcıdır.
– **Altında nescolmuş mühefhef mantık ve bürhan (dokunmuş hafif mantık ve deliller):** Temeli sağlamdır, ama anlaşılır (hafif).
– **Sağında aklı istintak (aklı sorgular):** Akla hitap eder, onu ikna eder. “Mürefref her taraf” (her yanı süslü), “ezhan ‘Sadakte’ der” (akıllar ‘Doğru söyledin’ der).
– **Şimalinde (solunda) vicdanı istişhad (vicdanı şahit gösterir):** Duygulara hitap eder.
– **Emamında (önünde) hüsn-ü hayır (güzellik ve hayır), hedefinde saadet (mutluluk):** Amacı iyiliktir.
– **Verasında (arkasında) mesned semavî (semavi dayanak), vahy-i mahz-ı Rabbanî (saf Rabbani vahiy):** Kökeni ilahidir.
– **Şeş cihet ziyadardır (altı yön parlaktır), burucunda tecellidar (kulelerinde tecelli eder):** Kur’an’ın her yönü tevhidi yansıtır. 

Bu, Kur’an’ın kusursuzluğunu geometrik bir metaforla anlatır: Hiçbir yönden zaafı yoktur.

#### 7. Son Bölüm: Şüphe ve Vesveseye Karşı Koruma
> Evet vesvese-i sârık, bâvehm-i şüphe-i târık, ne haddi var ki o mârık, girebilsin bu bârık kasra. Hem şârık ki sur sureler şâhik, her kelime bir melek-i nâtık ki:
> Lâ İlahe İllâ Hû…

**İzah:**
– **Vesvese-i sârık (hırsız vesvese), bâvehm-i şüphe-i târık (hayalet şüphe hırsızı):** Şeytani vesvese ve şüpheleri temsil eder. “Mârık” (hilekar), “bârık kasra” (parlak saraya) giremez: Kur’an, şüphelere karşı korunaklıdır.
– **Sur sureler şâhik (sur gibi sureler yüksek), her kelime bir melek-i nâtık (konuşan melek):** Sureler kale gibi sağlam, kelimeler melek gibi tevhidi ilan eder. 

Bu, tevhidin sağlamlığını vurgular: Şüpheler, Kur’an’ın ışığında erir.

#### Genel Değerlendirme ve Derin Anlam
Bu metin, tevhidi iki büyük delille (kâinat ve Kur’an) izah eder. Kâinat, “delil-i inayet” (rahmet delili) olarak; Kur’an, “delil-i i’caz” (mucize delili) olarak sunulur. Risale-i Nur’un yaklaşımıyla, tevhid sadece inanç değil, akıl ve vicdanla tasdik edilen bir hakikattir. Detaylı olarak:
– **Felsefi Boyut:** Evrenin entropiye karşı düzeni, tevhidi gerektirir (çok tanrı olsaydı kaos olurdu).
– **Manevi Boyut:** Zikir, insanı Allah’a bağlar; tevhid, huzur getirir.
– **Modern Bağlam:** Bilim (kozmoloji, biyoloji) kâinatın birliğini destekler; Kur’an’ın edebi mucizesi (i’caz-ı belagî) linguistik analizlerle doğrulanır. 

Bu izah, metnin şiirsel derinliğini açığa çıkarmayı amaçlar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Kâfirlerin Müslümanlara ve ehl-i Kur’an’a düşman olmaları küfrün iktizasındandır.

“Kâfirlerin Müslümanlara ve ehl-i Kur’an’a düşman olmaları küfrün iktizasındandır. Çünkü küfür imana zıttır. Maahâzâ Kur’an, kâfirleri ve âba ve ecdadlarını idam-ı ebedî ile mahkûm etmiştir.

Binaenaleyh Müslümanlar ile ülfet ve muhabbetleri mümkün olmayan kâfirlere muhabbet boşa gidiyor. Onların muhabbetiyle karşılaşılamaz. Onlardan meded beklenilemez. Ancak

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ

diye Cenab-ı Hakk’a iltica etmek lâzımdır.”
Mesnevî-i Nuriye

****

Küfrün İktizası Olan Düşmanlık ve Mü’minin Tavrı

İnsanın en büyük imtihanı iman ve küfür yolunu tercih etmesindedir. Kur’ân-ı Hakîm, küfür ve iman arasındaki bu zıtlığı pek çok ayetinde beyan eder:
“Ey iman edenler! Kendi din kardeşlerinizden başkasını dost ve sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size ellerinden gelen kötülüğü yapmaktan geri durmaz; her zaman sıkıntıya düşmenizi isterler. Baksanıza, size olan şiddetli öfkeleri ağızlarından taşıyor. Kalplerinde gizledikleri kin ve düşmanlık ise daha korkunçtur. Eğer aklınızı kullanıp gereğince davranırsanız, size âyetlerimizi kesin bir şekilde açıklamış bulunuyoruz..”
(Âl-i İmrân, 3/118)
Küfür, mahiyetçe imana zıddır. Zıtların bir arada barınamaması gibi, iman ve küfür de aynı kalpte toplanamaz. İşte bu yüzden, Kur’an’a muhatap olan kâfirlerin, Ehl-i Kur’an’a karşı düşmanlık beslemesi tabii bir neticedir. Bu düşmanlık, onların şahsî iradelerinden öte, küfrün ruhundan kaynaklanan bir iktizadır.

Tarihten İbretler

Tarih boyunca bütün peygamberler ve onların hak davalarına iman eden mü’minler, müşriklerin ve kâfirlerin düşmanlıklarına maruz kalmışlardır. Hz. Nuh’un kavmi, Hz. İbrahim’i ateşe atan Nemrud, Hz. Musa’ya karşı Firavun, Hz. İsa’ya karşı Yahudi reisleri ve nihayet Hz. Muhammed Mustafa’ya (asm) karşı Ebu Cehil ve avanesi… Hepsi bu hakikatin şahididir.
Kur’ân, bu tarihi gerçekleri hatırlatarak mü’minleri uyarır:
“Onlar, Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Fakat Allah, nurunu tamamlayacaktır, kâfirler istemese de.”
(Tevbe, 9/32)

Sosyal ve Siyasi Boyut

Müslümanların, düşmanlıklarını gizlemeyen kâfirlere ülfet beslemeleri, boş bir hayaldir. Çünkü inançta zıtlık, sevgide ittifakı engeller. Kâfirlerden meded ummak, onların adalet ve merhametine bel bağlamak, tarih boyunca Müslümanların başına felaketler getirmiştir.
Kur’ân, bu konuda açıkça uyarır:
“Ey iman edenler! Mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin. Yoksa Allah’a aleyhinizde açık bir delil mi vermek istersiniz?”
(Nisâ, 4/144)
Bu ayet, Müslümanların siyasî, sosyal ve içtimai hayatlarında ölçülerini belirler. Dostluk ve muhabbet, iman bağına dayalı olmalı; iman zıtlığını inkâr eden bir samimiyet, neticede aldanışa yol açar.

İlmî ve Mantıkî Yönü

İman, varlıkları yerli yerine koymak, hakikati kabullenmektir. Küfür ise, hakikati reddetmek, gerçeğe göz kapamaktır. Bu iki tavır arasındaki fark, akıl ile körlük arasındaki fark gibidir. Körün ışığa düşmanlığı, aslında kendi aczinden ileri gelir. Aynı şekilde kâfirin Kur’an’a düşmanlığı da, hakikate dayanacak cevabının olmamasından kaynaklanır.

Ahlâkî ve İçtimai Hikmet

Mü’minin vazifesi, kâfirlerin düşmanlıklarını beklemek değil, sabır ve sebatla imanını kuvvetlendirmektir. Zira düşmanlığın mahiyetini bilmek, insanı yeise düşürmez; bilakis onu tevekkül ve istiğfara yöneltir. Risale-i Nur’un ifade ettiği gibi, Müslüman’ın en sağlam sığınağı şudur:
حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ
“Allah bize yeter, O ne güzel vekildir.” (Âl-i İmrân, 3/173)
Bu teslimiyet, mü’minin hem iç huzurunu, hem sosyal dayanışmasını, hem de siyasî istikametini korur.

Netice

Mü’min, kâfirden dostluk beklemez, düşmanlığını da kişisel bir kin olarak görmez. Bu düşmanlığın kaynağı küfrün ta kendisidir. Mü’minin tavrı, Allah’a dayanmak, Kur’an’a sarılmak, kardeşleriyle kenetlenmektir.

Özet

• Küfür, imana zıt olduğu için, kâfirlerin mü’minlere düşmanlığı tabii ve kaçınılmazdır.
• Tarihte bütün peygamberler ve mü’minler aynı düşmanlıkla karşılaşmıştır.
• Kur’an, mü’minleri kâfirleri dost edinmekten men eder.
• İman ile küfür arasındaki fark, hakikat ile körlük arasındaki fark gibidir.
• Mü’minin vazifesi, Allah’a tevekkül etmek, kardeşleriyle dayanışmak ve sabırla imanını muhafaza etmektir.
• En sağlam sığınak: “Hasbünallahu ve ni’mel vekîl” şuurudur.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com




Gazze’de Soykırımı Durdurma Çağrısı: Küresel Direniş, İslâm Dünyası ve İnsanlığın Sınavı

Gazze’de Soykırımı Durdurma Çağrısı: Küresel Direniş, İslâm Dünyası ve İnsanlığın Sınavı
Gazze’de aylardır süren İsrail saldırıları, sadece Filistin topraklarını değil; insanlığın vicdanını da hedef alıyor. Binlerce sivilin katledildiği, BM’ye bağlı kurumların bile bombalandığı, çocukların sağlık hakkından mahrum bırakıldığı bir süreç yaşanıyor. Bu tabloya karşı dünyanın dört bir yanında yükselen sesler, İsrail’in “haydut devlet” kimliğini ifşa ederken, aynı zamanda İslam ülkelerinin pasifliğini de gündeme taşıyor.
Avrupa’dan Filistin’e Dayanışma
Almanya’nın başkenti Berlin’de yapılan “Gazze’de soykırımı durdurun” çağrılı barış gösterisi, Avrupa’daki kitlesel tepkilerin önemli bir örneği oldu. Yunanistan’dan denize açılan “Oksigono” ve “İlektra” isimli gemiler ise, Gazze’ye insani yardım ulaştırmayı hedefleyen Küresel Sumud Filosu’na katıldı. 50 gemiden oluşan bu dev insani konvoy, tarihin en büyük deniz dayanışma hareketlerinden biri olarak Akdeniz’e açılırken, saldırı tehditlerine rağmen geri adım atmadı. İstanbul’da yapılan destek gösterileri de, bu dayanışmanın sadece denizde değil, karada da devam edeceğini ortaya koydu.
İslam Dünyasının Tutumu ve Erdoğan’ın Çağrısı
Katar’ın başkenti Doha’da düzenlenen İslam İşbirliği Teşkilatı – Arap Birliği Ortak Olağanüstü Zirvesi, İsrail’in saldırılarına karşı İslam dünyasının ortak bir irade göstermesi için önemli bir fırsat oldu. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın zirvede yaptığı “İsrail’i durduracak güce sahibiz” çıkışı, ekonomik ve siyasi yaptırımların zorunlu olduğunu vurguladı. Ancak bugüne dek İslam ülkelerinin İsrail’i besleyen ticari ve siyasi ilişkilerini sürdürmesi, bu haydut devleti fiilen güçlendirdi.
İsrail’de Derinleşen Skandallar
Netanyahu hükümeti içeride de çalkalanıyor. Sosyal Eşitlik Bakanı Mai Golan’ın yönettiği bakanlıkta yolsuzluk ve uyuşturucu laboratuvarı skandalı patladı. Bu gelişme, İsrail’in sadece dışarıda değil içeride de çürümüş bir yapıya sahip olduğunu ortaya koyuyor. Haydut devlet, bir yandan Gazze’de katliam yaparken, diğer yandan kendi halkına yozlaşma ve adaletsizlikten başka bir şey sunmuyor.
Vicdanın Sesi: Sanatçılar ve Halklar
İsrail’in saldırılarını kınayanlar arasında sanat ve kültür dünyasının da güçlü bir şekilde yer alması dikkat çekiyor. Londra’da İsrailli orkestra şefi Ilan Volkov sahneden “Artık sessiz kalamam” diyerek İsrail’de konser vermeyi bıraktığını açıkladı. Oscar ödüllü oyuncu Javier Bardem ise kefiyesiyle çıktığı sahnede, İsrail’e ekonomik ve diplomatik yaptırımlar uygulanması gerektiğini vurguladı. Bu tavır, sanatın bir vicdan dili olabileceğini bir kez daha gösterdi.
Gazze’nin Acıları: Çocukların Çığlığı
Gazze’de yaşanan dramın en çarpıcı örneklerinden biri, kafatası parçalanan 12 yaşındaki Meryem İbrahim’in hikâyesi oldu. Sağlık sisteminin çökertilmesi nedeniyle ameliyat olamayan Meryem, “Çocukluğumu elimden aldılar” diyerek dünyanın sessizliğine isyan ediyor. Onun çığlığı, Filistin’deki binlerce çocuğun ortak feryadıdır.
Dayanışmanın Yükselişi
Türkiye’de ise halkın tepkisi sokaklardan ticaret hayatına yansıyor. İzmirli genç dönerci Muhammed Bilal Kılınak’ın bir aylık kazancını Gazze’ye bağışlaması, vicdanın nasıl harekete geçtiğinin küçük ama anlamlı bir örneği. Bu bireysel çabalar, halkların kalbinin Filistin için attığını gösteriyor.
Sonuç: Bekâ Meselesi
Dünya Müslüman Alimler Birliği’nin uyarısında vurgulandığı gibi, artık mesele yalnızca Gazze’nin sınırlarıyla sınırlı değildir. İşgalci rejim, bölgenin tamamını hedef almakta; İslam ülkelerini birer birer kuşatma altına almaktadır. Bugün atılacak adımlar, yarının pişmanlıklarını engellemek için bir bekâ meselesidir.
Filistin mücadelesi, sadece bir halkın özgürlük direnişi değil; insanlığın vicdan testidir. Kim susarsa kaybedecek, kim ayağa kalkarsa insanlığını kurtaracaktır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com




Gazze’de Soykırımı Durdurma Çağrısı: Küresel Direniş, İslâm Dünyası ve İnsanlığın Sınavı

Gazze’de Soykırımı Durdurma Çağrısı: Küresel Direniş, İslâm Dünyası ve İnsanlığın Sınavı
Gazze’de aylardır süren İsrail saldırıları, sadece Filistin topraklarını değil; insanlığın vicdanını da hedef alıyor. Binlerce sivilin katledildiği, BM’ye bağlı kurumların bile bombalandığı, çocukların sağlık hakkından mahrum bırakıldığı bir süreç yaşanıyor. Bu tabloya karşı dünyanın dört bir yanında yükselen sesler, İsrail’in “haydut devlet” kimliğini ifşa ederken, aynı zamanda İslam ülkelerinin pasifliğini de gündeme taşıyor.
Avrupa’dan Filistin’e Dayanışma
Almanya’nın başkenti Berlin’de yapılan “Gazze’de soykırımı durdurun” çağrılı barış gösterisi, Avrupa’daki kitlesel tepkilerin önemli bir örneği oldu. Yunanistan’dan denize açılan “Oksigono” ve “İlektra” isimli gemiler ise, Gazze’ye insani yardım ulaştırmayı hedefleyen Küresel Sumud Filosu’na katıldı. 50 gemiden oluşan bu dev insani konvoy, tarihin en büyük deniz dayanışma hareketlerinden biri olarak Akdeniz’e açılırken, saldırı tehditlerine rağmen geri adım atmadı. İstanbul’da yapılan destek gösterileri de, bu dayanışmanın sadece denizde değil, karada da devam edeceğini ortaya koydu.
İslam Dünyasının Tutumu ve Erdoğan’ın Çağrısı
Katar’ın başkenti Doha’da düzenlenen İslam İşbirliği Teşkilatı – Arap Birliği Ortak Olağanüstü Zirvesi, İsrail’in saldırılarına karşı İslam dünyasının ortak bir irade göstermesi için önemli bir fırsat oldu. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın zirvede yaptığı “İsrail’i durduracak güce sahibiz” çıkışı, ekonomik ve siyasi yaptırımların zorunlu olduğunu vurguladı. Ancak bugüne dek İslam ülkelerinin İsrail’i besleyen ticari ve siyasi ilişkilerini sürdürmesi, bu haydut devleti fiilen güçlendirdi.
İsrail’de Derinleşen Skandallar
Netanyahu hükümeti içeride de çalkalanıyor. Sosyal Eşitlik Bakanı Mai Golan’ın yönettiği bakanlıkta yolsuzluk ve uyuşturucu laboratuvarı skandalı patladı. Bu gelişme, İsrail’in sadece dışarıda değil içeride de çürümüş bir yapıya sahip olduğunu ortaya koyuyor. Haydut devlet, bir yandan Gazze’de katliam yaparken, diğer yandan kendi halkına yozlaşma ve adaletsizlikten başka bir şey sunmuyor.
Vicdanın Sesi: Sanatçılar ve Halklar
İsrail’in saldırılarını kınayanlar arasında sanat ve kültür dünyasının da güçlü bir şekilde yer alması dikkat çekiyor. Londra’da İsrailli orkestra şefi Ilan Volkov sahneden “Artık sessiz kalamam” diyerek İsrail’de konser vermeyi bıraktığını açıkladı. Oscar ödüllü oyuncu Javier Bardem ise kefiyesiyle çıktığı sahnede, İsrail’e ekonomik ve diplomatik yaptırımlar uygulanması gerektiğini vurguladı. Bu tavır, sanatın bir vicdan dili olabileceğini bir kez daha gösterdi.
Gazze’nin Acıları: Çocukların Çığlığı
Gazze’de yaşanan dramın en çarpıcı örneklerinden biri, kafatası parçalanan 12 yaşındaki Meryem İbrahim’in hikâyesi oldu. Sağlık sisteminin çökertilmesi nedeniyle ameliyat olamayan Meryem, “Çocukluğumu elimden aldılar” diyerek dünyanın sessizliğine isyan ediyor. Onun çığlığı, Filistin’deki binlerce çocuğun ortak feryadıdır.
Dayanışmanın Yükselişi
Türkiye’de ise halkın tepkisi sokaklardan ticaret hayatına yansıyor. İzmirli genç dönerci Muhammed Bilal Kılınak’ın bir aylık kazancını Gazze’ye bağışlaması, vicdanın nasıl harekete geçtiğinin küçük ama anlamlı bir örneği. Bu bireysel çabalar, halkların kalbinin Filistin için attığını gösteriyor.
Sonuç: Bekâ Meselesi
Dünya Müslüman Alimler Birliği’nin uyarısında vurgulandığı gibi, artık mesele yalnızca Gazze’nin sınırlarıyla sınırlı değildir. İşgalci rejim, bölgenin tamamını hedef almakta; İslam ülkelerini birer birer kuşatma altına almaktadır. Bugün atılacak adımlar, yarının pişmanlıklarını engellemek için bir bekâ meselesidir.
Filistin mücadelesi, sadece bir halkın özgürlük direnişi değil; insanlığın vicdan testidir. Kim susarsa kaybedecek, kim ayağa kalkarsa insanlığını kurtaracaktır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com




Dünya ve Ahiret Dengesi: İhlasın Önemi

Dünya ve Ahiret Dengesi: İhlasın Önemi

> “Amel-i uhrevî ile dünyevî maksadlar, zevkler aranılmaz. Aranılsa sırr-ı ihlası bozar.”
> Kaynak: Bediüzzaman Said Nursi (R.A), Emirdağ-1 – 86
>
Bu hikmetli söz, İslam düşüncesinin temel taşlarından biri olan ihlas kavramının özünü ve dünya-ahiret dengesini mükemmel bir şekilde özetler. Amel-i uhrevî, yani ahiret için yapılan ibadetler ve hayırlı işler, Allah rızası için yapılır. Bu amellerin içine dünyevi bir makam, şöhret, zenginlik veya şahsi zevkler gibi dünyevi maksatların karıştırılması, ibadetin ruhunu ve samimiyetini zedeler.
İhlas, yapılan her işte sadece Allah’ın rızasını gözetmek demektir. Bu, bir ibadeti gösteriş için yapmaktan, bir iyiliği karşılık bekleyerek yapmaktan, hatta bir ilmi makam veya çıkar için öğrenmekten kaçınmaktır. Bir insan, ahiret için yaptığı bir ameli, örneğin namazını, orucunu veya hayır işini, insanların takdirini kazanmak, saygınlık elde etmek veya ticari bir menfaat sağlamak amacıyla yapmaya kalkışırsa, o amelin asıl değeri olan ihlası yitirir. Bu durum, bir çeşmeye kirli su karıştırmak gibidir; suyun saflığı ve içilebilirliği kaybolur.
Bediüzzaman’ın bu uyarısı, insanın nefis tuzağına karşı bir kalkan niteliğindedir. Nefis, her zaman amelin içine dünyevi bir lezzet katmak ister. Oysa hakiki mümin, bu fısıltılara kulak vermemeli, amellerini yalnızca Allah’a sunmalı ve karşılığını sadece O’ndan beklemelidir. Tarihte nice alimler, salihler ve kahramanlar, sadece ihlasla hareket ettikleri için kalplerde taht kurmuş, eserleri asırlarca yaşamıştır. İhlas, ameli makbul kılan bir ruh ve manevi bir cevherdir. Onu korumak, müminin en büyük mücadelesidir.

Dünya Ehlinin Kaybettiği Ticaret

> “Ehl-i dünya, hususan ehl-i dalâlet, parasını ucuz vermez, pek pahalı satar. Bir senelik hayat-ı dünyeviyeye bir derece yardım edecek bir mala mukabil, hadsiz bir hayat-ı ebediyeyi tahrip etmeye bazen vesile olur. O pis hırsla, gazab-ı ilâhîyi kendine celb eder ve ehl-i dalâletin rızasını celbe çalışır.”
> Kaynak: Risale-i Nur Külliyatı’ndan
>
Bu metin, dünyanın cazibesine kapılan ve manevi değerlerini terk edenlerin yaşadığı büyük zararı, adeta bir ticaret benzetmesiyle anlatır. Ehl-i dünya, yani dünyaya aşırı düşkün olan insanlar ve özellikle ehl-i dalâlet (sapıklık ehli), geçici menfaatler uğruna ebedi hayatlarını feda etmekten çekinmezler.
Hayat, büyük bir pazardır. Ebedi cennet, sonsuz mutluluk ve Allah’ın rızası gibi paha biçilmez manevi değerler, bu pazarın en değerli mallarıdır. Ancak dünya ehli, bu kıymetli malları, çok cüzi ve geçici kazançlar karşılığında elden çıkarır. Bir yıllık dünyevi rahatlık veya küçük bir makam için, sonsuz ahiret hayatını yok etme riskine girerler. Bu, bir inci tanesini bir çakıl taşına değişmek gibi akıl dışı bir davranıştır.
Bu insanlar, dünyevi hırsları yüzünden ilahi gazabı üzerlerine çekerler. Allah’ın rızasını kazanmak yerine, nefislerinin ve sapkın insanların hoşnutluğunu elde etmeye çalışırlar. Bu durum, onlara sadece geçici bir tatmin verirken, ebedi bir pişmanlık ve azaba kapı açar. Tarih boyunca nice Firavunlar, Nemrutlar ve Karunlar, dünya hırsı yüzünden hem bu dünyada hem de ahirette kaybetmişlerdir. Onların hayat hikayeleri, bu sözün en somut isbatlarıdır. Dünya geçici bir misafirhane iken, ebedi hayata yatırım yapmak, aklın ve imanın gereğidir.

Nefsin Bencil Sevgisi

> “İnsan’ın bizzat nefsi kadar birşeye sevgisi yoktur.”
> Kaynak: Risale-i Nur Külliyatı’ndan
>
Bu kısa ama derin cümle, insan fıtratının en temel özelliklerinden biri olan nefis sevgisini çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. İnsan, yaratılışı gereği öncelikle kendi varlığını, kendi benliğini sever. Bu sevgi, zaman zaman egoist bir boyuta ulaşır ve diğer tüm sevgilerin önüne geçer.
İnsanın nefsine olan bu sevgi, tüm fiillerine, düşüncelerine ve tercihlerine yön verir. Bir insan bir başkasını seviyorsa, bu sevginin altında çoğu zaman o kişinin kendisine sağladığı bir fayda, zevk veya ona ayna tutan bir özellik yatar. Örneğin, bir anne bile çocuğunu severken, bu sevgiye kendi varlığının bir uzantısı olduğu için duyduğu bir his karışır. Bu, sevginin samimiyetini azaltmaz, ancak insanın psikolojik yapısının bir gerçeğini ortaya koyar.
Bu sözün hikmeti, insanın kendisini tanıma yolculuğunda önemli bir basamak oluşturur. Kendi nefsinin zaaflarını ve bencilliğini fark eden bir insan, bu sevgiyi kontrol altına almaya ve daha yüce bir sevgiye yönelmeye çalışır. Bu, Allah sevgisi ve O’nun rızası için diğer insanlara duyulan sevgi olabilir. Hakiki iman, nefsin bu bencil sevgisini terbiye ederek, sevgiyi daha büyük, daha kapsayıcı ve daha ulvi bir hale getirmeyi hedefler. Nefis, bir düşman değil, terbiye edilmesi gereken bir binektir.

Manevi Diriliş ve İslam Aleminin Umudu

> “Ümidim kavîdir ki: Çok masumların kalblerinden hararet-i hüzün ile tebahhur eden Ây! Vây! ve Âh! lar, rahmetli bir bulut teşkil edecektir. Ve Âlem-i İslâm’daki yeni yeni İslâm devletlerinin teşekkülleriyle o rahmetli bulut teşekküle başlamıştır.”
> Kaynak: Hz. Bediüzzaman Said Nursi (ra) Tarihçe-i Hayat – 77
>
Bu metin, İslam dünyasının içinde bulunduğu zorlu şartlar karşısında büyük bir umut ve vizyon sunmaktadır. Bediüzzaman, masum insanların yaşadığı acıların, zulümlerin ve dertlerin neticesinde yükselen feryatları, “ây, vây ve âh”ları, boşa gitmeyecek birer manevi enerji olarak nitelendirir. Bu feryatlar, gökyüzüne yükselerek rahmetli bir bulut oluşturacaktır. Bu benzetme, acı ve kederin, ilahi merhameti ve yardımı celbetme potansiyeli taşıdığını ifade eder.
Tarih, bu sözün doğruluğuna şahitlik eder. İslâm coğrafyasında yaşanan işgaller, zulümler ve yıkımlar, Müslümanların kalbinde büyük bir acı ve hüzün bırakmıştır. Ancak bu acılar, aynı zamanda bir uyanışa, dirilişe ve direnişe vesile olmuştur. Bediüzzaman, bu uyanışın somut bir neticesi olarak, yeni İslam devletlerinin kurulmaya başladığını ve bu durumun, o “rahmet bulutunun” teşekküle başladığının bir işareti olduğunu söyler. Bu yeni devletler, ümmetin yeniden bir araya gelme, güçlenme ve bağımsızlığını kazanma umudunu simgeler.
Bu söz, ümitsizliğe düşen kalplere bir tesellidir. Masumların döktüğü gözyaşları ve kalplerinin derinliğinden çıkan ahlar, boşa gitmez, aksine ilahi rahmetin tecellisi için bir zemin hazırlar. İslam alemi, tarih boyunca nice badireler atlatmış, her düşüşten sonra daha güçlü bir şekilde ayağa kalkmıştır. Bu söz, bu tarihi döngünün bir yansımasıdır ve her ne kadar zorluklar olsa da, İslam’ın geleceğinin parlak olduğu mesajını verir.

Makale Özeti

Bu makalede Bediüzzaman Said Nursi’nin dört farklı hikmetli sözü ele alınmıştır. İlk olarak, ihlas kavramı üzerinde durulmuş, ahiret amellerine dünyevi çıkarların karıştırılmasının manevi değeri nasıl zedelediği anlatılmıştır. İkinci kısımda, dünya ehlinin geçici menfaatler uğruna ebedi hayatlarını feda etmelerinin büyük bir ticaret hatası olduğu vurgulanmıştır. Üçüncü bölümde, nefsin bencil sevgisinin insan fıtratındaki yeri ve bu sevginin terbiye edilerek daha ulvi amaçlara yönlendirilmesinin önemi açıklanmıştır. Son olarak, masumların yaşadığı acıların ve feryatların, İslam dünyasının yeniden dirilişine vesile olacağı ve yeni İslam devletlerinin bu dirilişin habercisi olduğu dile getirilmiştir. Tüm bu metinler, insanın dünya ve ahiret dengesini doğru kurması, nefsini tanıması ve İslam ümmetinin geleceğine dair umut beslemesi gerektiğini vurgulamaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com




İbadetin ruhu İHLAS’tır

  1. “İbadetin ruhu İHLAS’tır.”

    Bu kısa ve öz ifade, İslam’ın temel direklerinden olan ibadetin özünü tanımlar. İhlas, bir ibadeti veya ameli, sadece ve sadece Allah’ın rızasını kazanmak için yapmaktır. Gösterişten, riyadan, insanların beğenisini kazanma arzusundan uzak durmaktır. Bediüzzaman, ibadetin görünürdeki şeklinin (namaz, oruç vb.) bir beden olduğunu, bu bedene hayat veren, onu değerli kılan şeyin ise ihlas olduğunu vurgular. İhlası olmayan bir ibadet, ruhsuz bir beden gibidir; zahiren var olsa da manevi bir derinlik ve karşılık bulamaz. Bu söz, müminin niyetini sürekli gözden geçirmesi ve amellerini arındırması gerektiğini hatırlatır.

    2. “Güneş varken mumların ışığı altına girmeye ihtiyaç yok.”

    Bu çarpıcı metafor, hakikatin kaynağını ve insanın bu kaynağa yönelme zorunluluğunu anlatır. Güneş, burada bütün kâinatı aydınlatan ve tüm hakikatlerin asıl kaynağı olan Allah’ı temsil eder. Mumlar ise, Allah dışında, insan aklının, felsefenin, ideolojilerin veya sahte rehberlerin ortaya koyduğu sınırlı ve eksik bilgileri simgeler. Bediüzzaman, asıl ve mutlak hakikat varken, geçici, kısmi ve yanıltıcı bilgilere bel bağlanmaması gerektiğini belirtir. İnsanlık, tarih boyunca birçok farklı düşünce akımının peşinden gitmiş, ancak eninde sonunda bu “mumların” ışığının yetersiz olduğunu görmüştür. Bu söz, insanı doğrudan ilahi hakikate yönelmeye davet eder.

    3. “Bahtiyar odur ki; kevser-i Kur’ânîden süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için, bir buz parçası nev’indeki şahsiyetini ve enaniyetini o havuz içine atıp eritendir.”

    Bu ifade, insanın manevi tekâmülündeki en büyük engellerden biri olan enaniyet’i (benlik, ego) ele alır. Enaniyet, insanı kibire ve gurura sevk eden, kendisini merkeze koyan bir duygudur. Bediüzzaman, Kur’an’ın getirdiği sonsuz ve tatlı manevi havuzu (kevser-i Kur’ânî) kazanmanın tek yolunun, bu “buz parçası” gibi katı ve soğuk benliği eritmekten geçtiğini söyler. Buz parçası, tek başına bir hiçken, havuz içinde eridiğinde ona karışır ve bütünleşir. Aynı şekilde, insan egosunu Kur’an’ın rehberliğinde erittiğinde, bütün kâinatın ve hakikatin bir parçası olduğunu idrak eder, bencillikten kurtulur ve gerçek saadete ulaşır.

    4. “Ey bizi nimetleriyle perverde eden sultanımız! Bize gösterdiğin numunelerin ve gölgelerin asıllarını, menba’larını göster… Bizi zeval ve teb’id ile tazib etme. Sana müştak ve müteşekkir şu muti’ raiyetini başı boş bırakıp i’dam etme.”

    Bu, bir dua ve niyaz metnidir. “Zeval”, bir şeyin yok olması, “teb’id” ise uzaklaştırılması demektir. “Raiyet”, tebaa, kul demektir. Bu duada Bediüzzaman, insanın fani dünyada karşılaştığı nimetlerin, aslında sonsuz bir kaynaktan gelen birer gölge ve numune olduğunu ifade eder. İnsan, bu geçici nimetlerden (güzellikler, lezzetler) dolayı bu nimetlerin asıl sahibine yönelme arzusu duyar. Duada, Allah’tan bu geçici nimetlerin asıllarının ve sonsuz kaynaklarının gösterilmesi, yani cennetin ve Allah’ın rüyetinin nasip edilmesi istenir. Aynı zamanda, kulun yokluğa ve Rabbinden uzaklaştırılmaya mahkûm edilmemesi niyaz edilir. Bu dua, insanın Allah’a olan derin bağlılığını, şükranını ve O’ndan ayrılma korkusunu dile getirir.

    İbadetin Özü ve Hakikat Güneşine Yöneliş

    İnsan, varoluşundan beri bir şeyler arayışındadır. Kimi zaman bu arayış, dünyevi zevklerin peşinde geçen bir ömre dönüşürken, kimi zaman da hakikatin kapısını aralamaya yönelir. Bu arayışta atılan her adımın ve yapılan her ibadetin bir anlamı, bir de ruhu vardır. Bediüzzaman’ın da belirttiği gibi:

    “İbadetin ruhu İHLAS’tır.”

    İbadet, sadece belli hareketleri tekrarlamak, belli kelimeleri söylemek değildir. Namaz kılarken, oruç tutarken veya zekât verirken, niyetin sadece Allah’ın rızasını kazanmak olması, o ibadete can verir.
    Hikâye odur ki, İmam-ı Gazali, bir gün bir talebesine “İhlâs nedir?” diye sorar. Talebe, “Bir işi Allah için yapmaktır” der.
    İmam, “Yeterli değil” der. “Bir işi Allah için, halk için değil, nefsin için değil, sırf Allah için yapmaktır” der.
    Bu cevap da yeterli gelmez.
    Sonunda, “Bir işi Allah için, halk için değil, nefsin için değil, hatta cennet için değil, sırf Allah’ın rızası için yapmaktır” der.
    İşte ihlas, bu derin niyetin bir yansımasıdır.
    Bu derinlik, insanın manevi yolculuğunda önüne çıkan engelleri aşmasını da sağlar. En büyük engellerden biri ise, insanın kendi benliğidir. Enaniyet, adeta bir buz parçası gibi, insanı diğerlerinden ayırır, onu tek ve biricik gibi hissettirir. Oysa hakiki saadet, bu benliğin erimesiyle elde edilir.

    Bediüzzaman, bu durumu şöyle bir metaforla anlatır:

    “Bahtiyar odur ki; kevser-i Kur’ânîden süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için, bir buz parçası nev’indeki şahsiyetini ve enaniyetini o havuz içine atıp eritendir.”

    Kur’an, bir okyanus gibi, hakikatin, ilmin ve hikmetin sonsuz kaynağıdır. İnsan, kendi küçük benliğini bu sonsuz havuza atıp erittiğinde, artık “ben” değil, “biz”in bir parçası olduğunu, kâinatın büyük bütünlüğünde bir yer edindiğini anlar. Bu erime, kibirden arınma ve tevazu ile olgunlaşma anlamına gelir.
    Bu manevi yolculukta, insanı en doğru yola sevk edecek olan rehber ise ilahi hakikatin kendisidir. Yanıltıcı felsefeler, ideolojiler ve şahısların görüşleri, gerçeğin sadece küçük birer yansımasıdır. En nihayetinde, bu küçük ışıklar, hakikatin Güneşi karşısında sönmeye mahkûmdur.

    Bediüzzaman bu durumu şu veciz sözüyle özetler:

    “Güneş varken mumların ışığı altına girmeye ihtiyaç yok.”

    Bu söz, insanı akıl ve kalp ile doğrudan Allah’ın varlığını ve birliğini idrak etmeye davet eder. Bilim, sanat ve felsefe ne kadar ilerlese de, bunlar ancak Allah’ın yarattığı hakikatlerin birer yansımasıdır. Bu yansımalara takılıp kalmak yerine, asıl kaynağa yönelmek, insana hem ilim hem de hikmet kapılarını açar.
    Bu dünya hayatı, bizlere sunulan bir imtihan ve nimetler sofrasıdır. Her bir nimet, Allah’ın isimlerinin bir tecellisidir. Bir çiçeğin güzelliği, bir yiyeceğin lezzeti, O’nun sonsuz nimetlerinin birer göstergesidir. İnsan, bu nimetlerin geçici olduğunu bilerek, onların asıllarına ve kaynaklarına özlem duymalıdır. Bu özlem, kalbi Allah’a yönelten bir yakarışa dönüşür. Bediüzzaman bu yakarışı bir dua metniyle şöyle ifade eder:

    “Ey bizi nimetleriyle perverde eden sultanımız! Bize gösterdiğin numunelerin ve gölgelerin asıllarını, menba’larını göster… Bizi zeval ve teb’id ile tazib etme. Sana müştak ve müteşekkir şu muti’ raiyetini başı boş bırakıp i’dam etme.”

    Bu dua, insanın acizliğini, Allah’a olan derin bağlılığını ve O’ndan ayrılma korkusunu gösterir. O’nun nimetleriyle beslenmiş bir kul, bu nimetlerin yok olmasını ve O’ndan uzaklaştırılmayı istemez. Bu, insanın ruhunda var olan sonsuzluk ve ebediyet arzusunun en samimi ifadesidir.
    Sonuç olarak, insanın bu dünyadaki yolculuğu, ibadetin ruhunu ihlasla doldurmak, kendi benliğini eritmek, hakikatin Güneşine yönelmek ve tüm nimetlerin sahibine şükranla bağlı kalmaktan geçer. Bu bilinçle yaşayan bir kul, fani hayatın geçici telaşlarından kurtulup, ebedi bir saadete doğru adım atar.

    Özet

    Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin dört farklı sözü etrafında şekillenmiştir. Makale, ibadetlerin özünün ihlas olduğunu ve riyadan arınmış bir niyetin ibadetlere ruh kattığını vurgular. Ardından, hakikatin kaynağı olan Allah’a yönelmek yerine, sınırlı ve yanıltıcı ideolojilere bel bağlamanın anlamsızlığını “Güneş varken mumlara ihtiyaç yok” metaforuyla açıklar. Ayrıca, insanın manevi gelişiminin önündeki en büyük engel olan enaniyetin (benlik), Kur’an’ın rehberliğinde eritilmesi gerektiğini belirtir. Son olarak, dünya nimetlerinin sonsuz nimetlerin birer yansıması olduğunu ve kulun, Allah’tan bu nimetlerin asıllarını ve ebedi bir hayatı niyaz etmesi gerektiğini anlatan bir dua ile konuyu derinleştirir.

    Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com




Allah’a tevekkül edene Allah kâfidir

  1. “Allah’a tevekkül edene Allah kâfidir.”

    “i’lem Eyyühel-Aziz!” ifadesi, “Ey aziz kardeşim, bil ki!” anlamına gelir ve sözün önemini vurgular.
    Tevekkül, bir işi yapmak için tüm gayreti gösterdikten sonra, sonucunu Allah’a bırakmak, O’na güvenmektir.
    Bu ifade, tevekkül eden bir kulun en büyük güvencesinin Allah olduğunu ifade eder. Yani, insan ne kadar aciz, zayıf ve çaresiz kalırsa kalsın, eğer kalpten bir tevekkül ile Allah’a sığınırsa, O, kulunun tüm ihtiyaçlarını karşılamaya ve ona yardım etmeye yeterlidir (kâfi). Bu, insana büyük bir iç huzuru ve güven duygusu verir. Maddi veya manevi zorluklar karşısında yılmamak, korkmamak ve ümitsizliğe düşmemek için bir rehberdir.

    2. “Ey insan! senin nokta-i istinadın, ancak ve ancak ALLAH’a olan imandır.”

    Nokta-i istinad, dayanak noktası, sığınak ve güven kaynağı anlamına gelir.
    Bu söz, insan fıtratında var olan dayanma, sığınma ve güvence arayışına dikkat çeker. İnsan, kendi gücünün, bilgisinin veya etrafındaki insanların sınırlı olduğunu bilir. Bu yüzden, sarsılmaz ve mutlak bir güce dayanma ihtiyacı hisseder. Bediüzzaman, bu dayanağın ancak ve ancak Allah’a olan iman olabileceğini söyler. Servet, makam, şan ve şöhret gibi geçici şeyler, insana sahte bir güven duygusu verse de, en ufak bir sarsıntıda yok olabilirler. Oysa Allah’a olan iman, insanın en zor anlarında bile ona güç veren, sarsılmaz bir kale gibidir.

    3. “madem rahim bir halıkımız var; bizim için gurbet olamaz. madem o var; bizim için herşey var.”

    Bu ifade, insanın varoluş yalnızlığına ve aidiyet arayışına bir cevap niteliğindedir. Gurbet, kişinin yurdundan uzak kalması ve kendini yabancı hissetmesidir. Eğer bir insan, kendisini bu kâinatta yapayalnız, sahipsiz ve kimsesiz hissederse, sürekli bir gurbet duygusu yaşar. Ancak Bediüzzaman, Rahim (merhameti sonsuz) bir Halık’ın (yaratıcının) var olduğunu idrak eden bir müminin, hiçbir zaman gurbette kalamayacağını belirtir. Çünkü O’nun merhameti her yeri kaplar ve her yerde O’nun mülkünde olduğunun bilincindedir.

    “Madem O var; bizim için herşey var” ifadesi ise, Allah’a iman eden bir insanın, O’nun gücü, ilmi ve merhameti sayesinde, her türlü ihtiyacının karşılanacağına olan kesin inancını yansıtır.

    4. “Arkadaş! Nefsin vücudunda bir körlük vardır. O körlük, vücudunda zerre-miskal kaldıkça hakikat güneşinin görünmesine mâni bir hicab Olur. … kat’î, yakînî bürhanlar ile deliller dolu olan büyük bir kalede, küçük bir taşta bir za’fiyet görünürse, o kör olası nefis o kaleyi tamamen inkâr eder.”

    Bu ifade, nefsin manevi bir körlükten muzdarip olduğunu çok güçlü bir metaforla anlatır. Bu körlük, insanın en büyük hakikatleri dahi görmesine engel olur. Bediüzzaman, bu durumu, sapasağlam bir kalenin tek bir küçük taşındaki zayıflık sebebiyle kalenin tamamını inkâr etmeye benzetir. Yani nefis, bütünü görmekten acizdir ve küçücük bir zaafı, bir şüpheyi bahane ederek, Allah’ın varlığı, birliği gibi apaçık hakikatleri bile reddetme eğilimindedir. Bu söz, insanın sürekli dahili bir mücadele içinde olduğunu ve nefsin aldatıcı fısıltılarına karşı uyanık olması gerektiğini anlatır.

    İman Kalesi: Yalnızlık, Gurbet ve İnkârın Aşıldığı Bir Yolculuk

    İnsanoğlu, varoluşundan bu yana yalnızlık, aidiyet ve anlam arayışıyla yoğrulmuş bir yolcudur. Kimi zaman bu dünyada, sanki kimsesiz ve sahipsiz bir misafir gibi hissederiz. Oysa Bediüzzaman, bu hissin yanlış bir idrakten kaynaklandığını bize anlatır:

    “madem rahim bir halıkımız var; bizim için gurbet olamaz. madem o var; bizim için herşey var.”

    Bu söz, kalbe yerleşen bir aidiyet hissinin anahtarıdır. Kâinatın her köşesi, merhameti sonsuz bir Yaratıcının eseridir. Bu bilinçle yaşayan bir insan, dünyanın neresinde olursa olsun, asla “gurbette” hissetmez. Çünkü her yerde O’nun şefkatli nazarlarıyla karşılanır. Bu derin aidiyet duygusu, insanın tüm korkularını ve yalnızlık hissini bertaraf eder. O varsa, her şeyin bir anlamı vardır ve O’nun gücüyle her şeye muktedirdir.
    Ancak bu sağlam imanın ve huzurun önüne, insanın kendi içindeki en büyük düşman olan nefis geçer. Nefis, manevi bir körlüğe sahiptir ve bu körlük, en apaçık hakikatleri dahi görmemize engel olur.

    Bediüzzaman bunu şöyle tarif eder:

    “Arkadaş! Nefsin vücudunda bir körlük vardır. O körlük, vücudunda zerre-miskal kaldıkça hakikat güneşinin görünmesine mâni bir hicab Olur. … kat’î, yakînî bürhanlar ile deliller dolu olan büyük bir kalede, küçük bir taşta bir za’fiyet görünürse, o kör olası nefis o kaleyi tamamen inkâr eder.”

    Bu söz, nefsin aldatıcı mantığını gözler önüne serer. İman hakikatleri, sağlam delillerle inşa edilmiş bir kale gibidir. Ama nefis, bu kalenin büyüklüğünü ve sağlamlığını görmezden gelir, küçücük bir şüpheyi, bir zaafı bahane ederek tüm kaleyi reddetmeye kalkar. Bu, akıllı bir insanın yapacağı bir şey değildir. Bu yüzden insan, nefsini iyi tanımalı ve onun bu aldatıcı fısıltılarına karşı uyanık olmalıdır.

    Peki bu mücadele ve hayatın zorlukları karşısında, insanın en sağlam dayanağı ne olmalıdır? Bediüzzaman, bu sorunun cevabını net bir şekilde verir:

    “Ey insan! senin nokta-i istinadın, ancak ve ancak ALLAH’a olan imandır.”

    Ne servet ne de güç, insanın sarsılmaz bir dayanağı olabilir. En zengin insan bile bir anda tüm mal varlığını kaybedebilir. En güçlü insan bile, en küçük bir hastalıkla aciz kalabilir. Oysa Allah’a olan iman, tüm bu geçici dünya hallerinden bağımsız, mutlak ve sarsılmaz bir güç kaynağıdır. Bu imana tutunan bir insan, fırtınalı denizlerde yönünü kaybetmeyen bir gemi gibidir. Her türlü sıkıntı ve felaket karşısında sükunetini koruyabilir.
    Bu sağlam dayanağa sahip olan bir kul, aynı zamanda tevekkül ahlakını da kuşanır. Tevekkül, sadece tembellik demek değildir; tüm çabayı sarf ettikten sonra sonucu Allah’a bırakmaktır. Ve işte bu noktada, kalbi Allah’a olan imanla dolu olan insan, en büyük güvenceye ulaşır:

    “i’lem Eyyühel-Aziz! Allah’a tevekkül edene Allah kâfidir.”

    Allah’a tevekkül eden bir insan, tüm varlığıyla O’nun gücüne ve merhametine teslim olur. Bu teslimiyet, insana tarifsiz bir iç huzur ve güven verir. Çünkü bilir ki, yaratıcısı, onun için en hayırlı olanı hazırlamaktadır ve O’nun yardımı her şeye yeterlidir.

    Sonuç olarak, insanın bu dünyadaki yolculuğu, bir iman yolculuğudur. Yalnızlık, gurbet ve deruni mücadeleler karşısında en sağlam dayanak, Allah’a olan imandır. Bu iman, kişiyi nefsani zaafların körlüğünden kurtarır, tevekkül ahlakını kazandırır ve dünyanın geçici telaşları karşısında sarsılmaz bir huzur verir.

    Özet

    Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin dört farklı sözünden yola çıkarak, insanın manevi yolculuğunu ele almaktadır. Makale, insanın en sağlam dayanağının Allah’a olan iman olduğunu, bu imanın gurbet ve yalnızlık duygusunu ortadan kaldırarak tam bir aidiyet hissi verdiğini vurgulamaktadır. Aynı zamanda, nefsin manevi bir körlüğe sahip olduğuna ve bu körlüğün en apaçık hakikatleri dahi görmemize engel olduğuna dikkat çeker. Son olarak, tüm bu mücadeleler karşısında Allah’a tevekkül eden bir kulun, O’nun yardımının kendisine kâfi geleceği inancıyla huzur bulacağını anlatmaktadır.

    Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




İhlâsı kıracak esbabdan yılandan, akrepten çekindiğiniz gibi çekininiz

  1. “İhlâsı kıracak esbabdan yılandan, akrepten çekindiğiniz gibi çekininiz.”

    İhlas, bir ameli, sadece Allah’ın rızasını kazanmak için, gösterişten ve riyadan uzak bir şekilde yapmaktır.
    Bediüzzaman, ihlası zedeleyecek her türlü sebep ve düşünceden, insanın canını tehlikeye atan yılan ve akrep gibi zehirli hayvanlardan çekindiği gibi uzak durulması gerektiğini vurgular. Bu, manevi bir uyanıklık ve hassasiyet çağrısıdır. Riyakârlık, şöhret hırsı, makam sevdası veya başkalarının beğenisini kazanma isteği gibi durumlar, bir amelin içindeki ihlas nurunu söndürür. Bu söz, müminin hayatını yalnızca yaratıcısına adamasının önemini, manevi tehlikelerin maddi tehlikelerden daha büyük olabileceğini edebi bir benzetmeyle anlatır.

    2. “Eğer terbiye-i İslâmiye ile o gençlik nimetine karşı bir şükür olarak iffet ve namusluluk ve taatte sarf etseniz, o gençlik mânen bâki kalacak ve ebedî bir gençlik kazanmasına sebep olacak.”

    Bediüzzaman bu ifadesinde gençlik çağının ne denli büyük bir nimet olduğuna işaret eder ve bu nimetin şükrünün nasıl yerine getirilmesi gerektiğini açıklar. Şükür, sadece sözle değil, aynı zamanda o nimeti Allah’ın razı olacağı şekilde kullanmakla gerçekleşir. Gençlik enerjisi ve gücü, iffet ve namusluluk (ahlaki saflık) ile korunup, taatte (itaat, ibadet) harcandığında, geçici olan bu gençlik manevi bir ölümsüzlüğe dönüşür. Yani, bedenen yaşlansa bile ruhu genç ve dinç kalır, ahirette ise sonsuz bir gençliğe ulaşır. Bu söz, gençlere sadece dünya hayatına odaklanmak yerine, gençliklerini ebedi bir yatırıma dönüştürme fırsatı sunar.

    3. “En bedbaht, en muzdarip, en sıkıntılı; işsiz adamdır. Zira atalet ademin biraderzadesidir; Sa’y, vücudun hayatı ve hayatın yakazasıdır.”

    Bu ifade, işsizliğin ve tembelliğin (atalet) insan ruhu üzerindeki yıkıcı etkilerini anlatır. Bedbaht ve muzdarip olmak, sadece maddi yoksulluktan değil, aynı zamanda amaçsızlıktan ve eylemsizlikten kaynaklanır. Atalet, yani tembellik, “adem”in (yokluk) biraderzadesi (kardeş çocuğu) olarak tasvir edilir; bu, tembelliğin insanı hayattan ve manadan uzaklaştırdığına güçlü bir göndermedir. Tam tersine, Sa’y, yani çaba ve çalışma, bedenin hayatı ve hayatın uyanıklığıdır (yakaza). Bu söz, insanın yaratılış gereği daima faaliyette olması gerektiğini, çalışmanın sadece bir gelir kapısı değil, aynı zamanda ruh ve bedenin sağlığı için temel bir gereklilik olduğunu ortaya koyar.

    4. “Cehennem lüzumsuz değil. Çok işler var ki, bütün kuvvetiyle ‘Yaşasın Cehennem’ der.”

    Bu çarpıcı ifade, ilahi adaletin bir yansıması olarak Cehennem’in varlığının ne kadar gerekli olduğunu anlatır. İnsanlık tarihinde ve günümüz dünyasında, insan onurunu ayaklar altına alan, masum canlara kıyan, hak ve hukuku hiçe sayan zalimler bulunmaktadır. Bu kötülüklerin sadece dünyevi cezalarla karşılık bulması, adalet duygusunu tatmin etmez. Bediüzzaman, bu zalimane ve dehşet verici eylemlerin, kendi varlıklarıyla adeta Cehennem’in varlığını tasdik ettiğini, yani bu tür eylemlerin karşılıksız kalmaması gerektiğini ifade eder. Bu söz, Cehennem’in bir haksızlık değil, bilakis sonsuz adaletin bir gereği olduğunu gösterir.

    5. “Zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp, buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor.”

    Bu söz, bir önceki iktibasla bütünlük teşkil eder ve ilahi adaletin mantıki temelini kurar. Dünya hayatında, zalimler genellikle güçlü ve saygın (izzet) pozisyonlarda kalırken, mazlumlar hor ve aşağılanmış (zillet) bir halde yaşar ve ölürler. Eğer bu durumun bir karşılığı olmasaydı, dünya adaletsiz bir yer olurdu. Bediüzzaman, bu adaletsizliğin, dünya hayatının bir sonu olmadığını, tam aksine bu durumun, her şeyin hakkıyla çözüleceği büyük bir mahkemeye (mahkeme-i kübra) bırakıldığının açık bir delili olduğunu belirtir. Bu, mazlumlar için bir teselli ve ümit kaynağı, zalimler için ise bir uyarıdır.

    Hayatın İmtihanı ve Ebedi Saadet: Bir Hikmet Yolculuğu

    İnsanoğlu, varoluşundan bu yana sürekli bir arayış içinde olmuştur. Kimi zaman maddi zenginlik, kimi zaman makam ve şöhret peşinde koşmuş, bu koşturmaca içinde asıl amacını gözden kaçırmıştır. Oysa asıl maksat, bu fani hayatta ebedi bir saadeti kazanmaktır. Bu yolculukta karşımıza çıkan zorluklar ve fırsatlar, Bediüzzaman Said Nursi’nin şu hikmetli sözlerinde yankılanır:

    “En bedbaht, en muzdarip, en sıkıntılı; işsiz adamdır. Zira atalet ademin biraderzadesidir; Sa’y, vücudun hayatı ve hayatın yakazasıdır.”

    Bu söz, bize hayatın bir eylem ve çaba alanı olduğunu hatırlatır. Tembellik ve amaçsızlık, ruhu öldüren bir zehir gibidir. Oysa çalışma ve gayret, hem bedene hayat verir hem de ruhu uyanık tutar. İnsanlık tarihi, tembelliğe teslim olanların değil, azimle çalışanların omuzlarında yükselmiştir. Bir mimar, el emeğiyle bir eser ortaya koyar; bir ilim adamı, saatlerini araştırmaya adar. Bu çaba, sadece maddi bir kazanç sağlamaz, aynı zamanda insanın varoluşuna anlam katar. Zira en büyük huzursuzluk, bir insanın potansiyelini boşa harcadığı hissidir.
    Ancak bu çaba, bir de manevi bir ahlakla birleşmelidir. Çalışmak, sadece dünya menfaati için değil, aynı zamanda Allah’ın rızasını kazanmak için bir araç olmalıdır. İşte bu noktada Bediüzzaman, en önemli manevi ilke olan ihlasa dikkat çeker:

    “İhlâsı kıracak esbabdan yılandan, akrepten çekindiğiniz gibi çekininiz.”

    Bir işi yaparken, niyetin sadece Allah için olması, o işe manevi bir değer katar. İnsan, nefsini pohpohlayan, şöhret arayan veya başkalarının takdirini uman düşüncelerden, adeta canını tehdit eden bir yılandan kaçar gibi kaçmalıdır. Zira bu düşünceler, bir amelin tüm manevi karşılığını yok edebilir. Sadece Allah için atılan her adım, kalbe bir huzur ve bereket getirir.
    Bu manevi uyanıklık, özellikle gençlik gibi hayati bir dönemde daha da büyük bir anlam taşır. Gençlik, bir insanın en büyük enerjisine sahip olduğu, en güçlü olduğu zamandır. Bediüzzaman bu döneme şöyle bir bakış açısı sunar:

    “Eğer terbiye-i İslâmiye ile o gençlik nimetine karşı bir şükür olarak iffet ve namusluluk ve taatte sarf etseniz, o gençlik mânen bâki kalacak ve ebedî bir gençlik kazanmasına sebep olacak.”

    Gençliğini sadece geçici heveslere ve eğlencelere harcayanlar, aslında en değerli sermayelerini tüketirler. Oysa iffet ve namusla, Allah’a itaatle geçen bir gençlik, hem bu dünyada hem de ahirette kalıcı bir hazineye dönüşür. Bu, bedenen yaşlansa da ruhun dinç ve genç kalmasını sağlar.
    Peki ya bu dünyada, tüm bu ahlaki kurallara karşı gelenler, zalimler ne olacak? Gözümüzün önünde onca haksızlık, onca zulüm yaşanırken, hak ve adaletin tam olarak tecelli etmediğini görmek insanı düşündürür. İşte bu sorulara Bediüzzaman’ın cevabı, ilahi adaletin büyüklüğünü gösterir:

    “Zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp, buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor.”

    Bu dünya, adeta bir tiyatro sahnesi gibidir; herkes rolünü oynar ve perde kapanır. Zalim, zulmüyle güçlü kalırken, mazlum acı içinde can verir. Eğer bu durum bir karşılık bulmasaydı, bu dünyanın bir anlamı kalmazdı. Bu eşitsizlik, her şeyin hakkıyla tartılacağı bir “Mahkeme-i Kübra”ya olan inancımızı pekiştirir. Bu inanç, mazlumun kalbine bir teselli, zalimin kalbine ise bir korku salar.
    Ve nihayet, bu büyük mahkemenin varlığı, Cehennem’in varlığını da zorunlu kılar.

    “Cehennem lüzumsuz değil. Çok işler var ki, bütün kuvvetiyle ‘Yaşasın Cehennem’ der.”

    Sadece dünyevi cezalar, masum çocukları katleden, insanlığı yok sayan canilerin hak ettiği karşılığı veremez. Bu tür eylemlerin dehşeti ve çirkinliği, ancak sonsuz bir cezanın varlığıyla anlam kazanır. Cehennem, sadece bir korku unsuru değil, aynı zamanda ilahi adaletin, hiçbir kötülüğün cezasız kalmayacağının en büyük delilidir.
    Bu sözler, hayatın sadece bir eğlence yeri olmadığını, aynı zamanda büyük bir imtihan sahnesi olduğunu hatırlatır. Her anımız, her eylemimiz, ebedi bir geleceğin inşası için atılmış bir tuğladır.

    Özet

    Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin sözleri ışığında, insan hayatının temel ahlaki ve manevi dinamiklerini ele almaktadır.
    Makale, tembelliğin ruhu öldürdüğünü ve çalışmanın hem bedeni hem de ruhi bir gereklilik olduğunu; ihlasın, tüm amellerin kabulü için hayati bir öneme sahip olduğunu; gençlik nimetinin iffet ve ibadetle korunarak ebedi bir gençliğe dönüştürülebileceğini; son olarak da, dünyadaki adaletsizliklerin ve zulümlerin bir Mahkeme-i Kübra’da karşılığını bulacağını ve Cehennem’in varlığının ilahi adaletin bir yansıması olduğunu vurgulamaktadır.
    Her bir söz, hayatın bir imtihan olduğu ve her eylemin bir karşılığı olduğu gerçeğine ışık tutmaktadır.

    Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Ölümü düşünen âhiretine ciddî çalışır.

translator

Double-click

Select to translate

 

  1. “Ölümü düşünen âhiretine ciddî çalışır.”Bediüzzaman bu veciz ifadesiyle, dünya hayatının geçiciliğine ve ölümün kaçınılmaz bir gerçek olduğuna dikkat çeker. Ölümü bir son olarak değil, ebedi bir hayatın kapısı olarak görmek gerektiğini vurgular. Bu bilinç, insanı dünyevi heveslerden arındırır ve asıl yatırımın, yani “ciddî çalışmanın,” ahiret için yapılması gerektiğini öğretir. Bu, sadece ibadetle sınırlı kalmayıp, ahlakı güzelleştirmek, iyilik yapmak ve faydalı işlerle meşgul olmak gibi tüm salih amelleri kapsar. Ölüm bilinci, insanı ertelemeci bir tavırdan kurtarır ve hayatını daha anlamlı, daha şuurlu yaşamasına vesile olur.

    2. “Dinin şiddetle men ettiği şey, fitne ve anarşidir. Çünkü, anarşi hiçbir hak tanımaz.”
    Bu ifade, dinin temel amaçlarından birinin toplumsal düzen ve huzur olduğunu net bir şekilde ortaya koyar. Fitne, bir toplumun iç barışını bozan, kargaşa ve nifak çıkaran her türlü eylemdir. Anarşi ise, bütün yasal ve ahlaki otoriteleri reddederek kaos ve düzensizliği getiren bir durumdur. Bediüzzaman, dinin bu tür yıkıcı unsurlara karşı durduğunu belirtir. Anarşinin hiçbir hak, hukuk ve düzen tanımaması, bireylerin ve toplumun en temel güvenliğini tehdit eder. Bu söz, dinin sadece bireysel ibadetlerden ibaret olmadığını, aynı zamanda toplumsal adalet ve barışın da koruyucusu olduğunu vurgular.

    3. “Ey zevk ve lezzete müptelâ insan! … hakikî zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur.”

    Bu ifade, modern insanın peşinde koştuğu, ancak bir türlü tam olarak bulamadığı mutluluğu (saadeti) sorgular. İnsan geçici zevklerin peşinden koşarak kalıcı bir tatmin arar. Ancak Bediüzzaman, gerçek huzur ve mutluluğun, yani “elemsiz lezzet” ve “kedersiz sevinç”in sadece iman ile mümkün olacağını belirtir. Dünya hayatının zevkleri geçici ve çoğu zaman sonrasında bir hüzün veya elem bırakırken, iman, kalbe bir huzur ve sonsuzluğa yönelik bir umut aşılar. Bu, insanın varoluş arayışına cevap veren ve ona manevi bir dayanak sunan bir gerçektir.

    4. “Nefsim her fenalığı ister. Fakat şu fânî dünyada, şu muvakkat misafirhanede… ebedî, dâimî hayatını ve saadet-i ebediyesini berbat etmek, ehl-i aklın kârı değil.”

    Bediüzzaman, burada nefsin bitmek bilmeyen ve zararlı isteklerini (fenalıklarını) ele alır. İnsanın iradesine karşı duran bu nefsanî arzular, onu geçici dünya zevklerine yöneltir. Ancak söz, bu dünya hayatının geçici bir misafirhane olduğunu ve insanın asıl yurdunun ahiret olduğunu hatırlatır. Akıl sahibi bir insanın, yani “ehl-i aklın,” geçici bir heves uğruna sonsuz hayatını mahvetmesinin akıllıca bir tercih olmadığını vurgular. Bu, bir yatırımcı mantığı gibidir; cüzi bir menfaat için büyük ve kalıcı bir kazancı kaybetmek aptalca bir harekettir. Bediüzzaman, insanı bu muhasebeyi yapmaya davet eder.

    5. Zaman gösterdi ki, Cennet ucuz değil; Cehennem dahi lüzumsuz değil.”

    Bu söz, adalet ve imtihan kavramlarını çok çarpıcı bir şekilde özetler. “Cennet ucuz değil” ifadesi, sonsuz bir mükafata ulaşmanın kolay olmadığını, bunun ciddi bir çaba ve salih ameller gerektirdiğini gösterir. İnsan, nefsine ağır gelen fedakarlıklarda bulunarak bu mükafata layık olmaya çalışır. Diğer yandan, “Cehennem dahi lüzumsuz değil” ifadesi, bu dünyanın sadece iyiliklerden ibaret olmadığını ve kötülüklerin de bir karşılığı olması gerektiğini anlatır. Eğer Cehennem olmasaydı, zalimin zulmü cezasız kalır, mazlumun hakkı alınamazdı. Bu durum, adaletsizlik düşüncesine yol açardı. Bu söz, ilahi adaletin tecellisinin ve bu dünyanın bir imtihan yeri olmasının mantıki bir sonucudur.

    İman ve İdrak: Ebedi Saadet Yolunda Bir İbret Hikayesi

    Modern çağın hızına kapılmış, zevk ve lezzetlerin peşinden koşan insanı anlatır bu hikaye: Ahmet, hayatını dünyanın geçici parıltılarına adamış genç bir iş insanıydı. En lüks restoranlarda yemek yer, en pahalı arabalara biner, her anını bir sonraki heyecanı kovalamakla geçirirdi. Ancak bütün bu “mutluluk” gösterisine rağmen, içinde hep bir boşluk vardı. Ne kadar çok şeye sahip olursa olsun, Ahmet’in ruhu huzursuzdu.
    Bir gece, hiç beklemediği bir anda, arabasıyla geçirdiği kaza sonrası kendini bir hastane odasında buldu. O an, hayatının filmi gözünün önünden geçti. Geriye dönüp baktığında, tüm o koşturmanın sadece anlık zevkler için olduğunu fark etti. Asıl amacını, yani ruhunun ve kalbinin ihtiyacını unutmuştu. O gece, bir arkadaşının tavsiyesiyle Bediüzzaman Said Nursi’nin şu sözüyle karşılaştı:

    “Ey zevk ve lezzete müptelâ insan! … hakikî zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur.”

    Bu söz, Ahmet’in zihninde bir şimşek gibi çaktı. Onca yıl aradığı mutluluğun, o çok hor gördüğü manevi dünyada gizli olduğunu anladı. Hayatın geçici zevklerine bağımlı olmak, gerçek saadet kapısını kapamaktı. Artık biliyordu ki, ne kadar maddi zenginlik olursa olsun, gerçek huzur, kedersiz sevinç ancak iman hakikatleri dairesinde bulunuyordu.
    Hastaneden çıktıktan sonra Ahmet, hayatına yeni bir yön verdi. Artık sadece para kazanmak peşinde değil, aynı zamanda manevi olarak da zenginleşmek için çabalıyordu. Ancak bu yeni hayatın kolay olmadığını da gördü. Nefsinin eski alışkanlıkları onu sürekli zorluyordu. Tam da bu mücadele sırasında, bir başka hikmetli sözle karşılaştı:

    “Nefsim her fenalığı ister. Fakat şu fânî dünyada, şu muvakkat misafirhanede… ebedî, dâimî hayatını ve saadet-i ebediyesini berbat etmek, ehl-i aklın kârı değil.”

    Bu söz, Ahmet’e yeni bir güç verdi. Dünya hayatının kısa bir yolculuk olduğunu idrak etti. Her gün yaptığı manevi tercihler, sonsuz bir geleceği şekillendiriyordu. Küçük bir zevk uğruna büyük bir saadeti kaybetmek, akıllı bir insanın yapacağı bir şey değildi. Bu idrak, ona her türlü nefsani arzuya karşı durma gücü verdi.
    Ancak Ahmet’in yaşadığı bu dönüşüm, etrafındaki insanları şaşırttı. Kimileri onu anlamadı, kimileri ise bu dönüşümün samimi olmadığını düşündü. Bu durum, toplumda zaman zaman ortaya çıkan fitne ve anarşi tohumlarını ekmeye çalışanların da dikkatini çekti. Onlar, Ahmet gibi maneviyatı önceleyen insanların toplumsal düzeni bozduğunu iddia ediyorlardı. Oysa Ahmet’in bilinci, hakiki dinin bu yıkıcı unsurlara karşı durduğunu söylüyordu. O da risalelerden şu sözü okuyunca anladı ki, dinin amacı huzursuzluk değil, bilakis adalettir:

    “Dinin şiddetle men ettiği şey, fitne ve anarşidir. Çünkü, anarşi hiçbir hak tanımaz.”

    Ahmet, bu gerçeği anladıktan sonra daha da sağlam adımlar attı. Ne çevresindeki boş tartışmalara ne de nefsinin bitmek bilmeyen arzularına kulak astı.
    Tüm bu süreçte, hayatın sadece bir eğlence yeri olmadığını, aynı zamanda bir imtihan alanı olduğunu da kavradı. En büyük dersi ise şu sözden aldı:

    “Zaman gösterdi ki, Cennet ucuz değil; Cehennem dahi lüzumsuz değil.”

    Bu söz, ona ilahi adaletin büyüklüğünü ve hayatın her anının bir anlamı olduğunu öğretti. Ne cennetin lütfu basit bir hediye gibiydi ne de cehennemin varlığı anlamsızdı. Kötülüklerin cezasız kalmayacağını bilmek, ona büyük bir teselli veriyordu. Ve nihayet, en derin huzuru, her ne yaparsa yapsın, ahireti için çaba gösterdiği zaman buldu. Bu bilinçle, her sabah güne başlarken aklında hep aynı fikir vardı:

    “Ölümü düşünen âhiretine ciddî çalışır.”

    Ahmet, bu ilahi düsturla hayatını baştan sona dönüştürdü. Artık boş bir koşturma içinde değildi, aksine her adımı anlamlı ve amaca yönelikti. Çünkü biliyordu ki, ölüm bir son değil, ebedi bir hayata açılan kapıydı. Ve bu kapının anahtarı, dünya hayatında gösterilen ciddi bir çabadan geçiyordu.

    Özet

    Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin beş farklı sözünden yola çıkarak, modern insanın yaşadığı manevi boşluğu ve aradığı gerçek saadeti ele almaktadır.
    Makalede, ölüm bilincinin ahiret için ciddi bir çaba göstermeye teşvik ettiği, gerçek huzur ve mutluluğun ancak imanda bulunduğu, nefsani arzuların geçici ve yanıltıcı olduğu, dinin toplumsal huzur ve adaleti savunduğu, cennet ve cehennemin varlığının ise ilahi adaletin bir tecellisi olduğu vurgulanmaktadır.
    Makale, bu temel ilkeler etrafında şekillenen bir hikaye üzerinden, bireysel dönüşümün ve manevi bilincin insan hayatındaki önemini anlatmaktadır.

    Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com




İsrail’in Saldırıları, Küresel Tepkiler ve İslam Dünyasının Sorumluluğu

İsrail’in Saldırıları, Küresel Tepkiler ve İslam Dünyasının Sorumluluğu
Gazze, insanlığın gözü önünde adım adım yıkıma sürükleniyor. İşgalci İsrail, yalnızca masum sivilleri değil; aynı zamanda Filistin’in kültürel, eğitim ve toplumsal dokusunu da hedef alıyor. Son olarak Gazze İslam Üniversitesi’ne ait bir binanın bombalanması, İsrail’in savaş stratejisinin salt askeri değil, aynı zamanda medeniyet kırımı amaçlı olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi. Üniversiteler, okullar, hastaneler ve mülteci kampları – kısacası bir halkın geleceğini inşa edecek tüm kurumlar – sistematik olarak yok ediliyor.
Manipülasyon ve Propaganda
Sahadaki yıkımı gizlemek için İsrail, medya alanında da yoğun bir propaganda yürütüyor. YouTube’da yayımlanan ve Gazze’de kıtlık olmadığını iddia eden reklamlar bunun en açık örneği. Polonya’nın Google’a yaptığı çağrı, bu dezenformasyonun uluslararası ölçekte fark edildiğini ve rahatsızlık doğurduğunu ortaya koyuyor. Gerçekte ise Gazze’de şehitler ve yaralılar ambulans bulunamadığı için at arabalarıyla taşınıyor. Açlık ve kıtlık, artık bir propaganda malzemesi değil; somut bir insanlık dramı.
ABD-İsrail Ortaklığı ve Küresel Planlar
İsrail’in bu politikalarının arkasında yalnız başına hareket etmediği açık. ABD’nin 1974 tarihli ünlü Kissinger Raporu, Türkiye’nin de dahil olduğu birçok ülkede nüfus artışını sınırlamayı hedefliyordu. Bugün Gazze’de uygulanan demografik mühendislik ve zorunlu göç politikaları, bu uzun vadeli planların sahadaki yansıması olarak okunabilir. ABD ve İsrail, yalnızca bölgesel değil, küresel ölçekte bir denetim arzusuyla hareket ediyor.
Uluslararası Tepkiler
İsrail’in saldırıları yalnızca Arap dünyasında değil, Batı’da da protestolarla karşılanıyor. İspanya’daki La Vuelta bisiklet yarışının İsrail karşıtı gösteriler nedeniyle yarıda kalması, dünya kamuoyunun giderek artan duyarlılığını gösteriyor. Ayrıca İngiltere’nin, Kraliyet Savunma Araştırmaları Koleji’ne İsrailli öğrencileri kabul etmeme kararı da dikkate değer. Bu karar, İsrail’in yalnızca diplomatik değil, eğitim ve kültürel alanda da izolasyona sürüklenebileceğine işaret ediyor.
Türkiye’nin Rolü ve Zirve Beklentileri
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın “Sadece bir Filistin meselesiyle değil, aynı zamanda bir İsrail yayılmacılığıyla karşı karşıyayız” sözleri, Türkiye’nin meseleyi geniş bir perspektiften ele aldığını gösteriyor. Katar’da düzenlenen İslam İşbirliği Teşkilatı ve Arap Ligi olağanüstü zirvesi, bu noktada kritik bir eşik. Uzmanların ifade ettiği gibi, artık yalnızca kınama değil, somut adımların atılması gerekiyor. Türkiye, bu süreçte yönlendirici ve dengeleyici bir güç olarak öne çıkabilir.
Sonuç: Kınamanın Ötesine Geçmek
Bugün Gazze’de yaşananlar, yalnızca Filistin’in değil, tüm insanlığın sınavıdır. Üniversitelerin, okulların, hastanelerin hedef alınması; açlık, susuzluk ve göçün bir savaş aracı olarak kullanılması, uluslararası hukuk açısından da açık bir soykırım teşebbüsüdür.
İslam dünyasının ve küresel vicdanın artık kınamanın ötesine geçmesi gerekiyor. Ambargolar, diplomatik izolasyon, askeri ve ekonomik yaptırımlar – hangi yöntem olursa olsun – İsrail’in durdurulması artık bir zorunluluk. Aksi halde, sadece Filistin değil, insanlığın ortak değerleri de enkaz altında kalacaktır.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com




Ortadoğu’da Tarihî Döngü: Kudüs’ten Gazze’ye İslam Dünyasının İmtihanı

Ortadoğu’da Tarihî Döngü: Kudüs’ten Gazze’ye İslam Dünyasının İmtihanı
Tarih, sadece geçmişin hatıraları değildir; bugünü anlamlandıran ve yarına yön veren bir aynadır. Ortadoğu coğrafyası, yüzyıllar boyunca dinlerin, medeniyetlerin ve imparatorlukların kavşağı oldu. Kudüs merkezli mücadeleler, Haçlı Seferlerinden Osmanlı’ya, oradan modern çağın Filistin meselesine kadar kesintisiz bir süreklilik arz eder. Bugün Gazze’de yaşananlar, aslında tarihin bu uzun döngüsünün yeni bir halkasıdır.
İslam İttifakı Fikri: Tarihten Bugüne
Irak Başbakanı Muhammed Şiya Sudani’nin dillendirdiği “İslam İttifakı” çağrısı, tarihin derinlerinde yankı bulan bir sözdür. Hz. Ömer’in (r.a.) Kudüs’ü fethettiği gün verdiği emanname, Müslümanların adalet ve koruma temelli birlik anlayışının ilk örneklerindendi. Daha sonra Abbâsîlerin hilafet bayrağı altında İslam coğrafyasını birleştirmeleri, Selçukluların Haçlılara karşı ittifak ruhunu diriltmeleri, Osmanlı’nın İslam dünyasına kalkan oluşu hep aynı çizginin devamıdır.
Bugün Gazze vesilesiyle gündeme gelen “ortak savunma ittifakı” fikri, aslında İslam dünyasının tarihsel hafızasında derin köklere sahiptir.
Mısır’ın Tavrı ve Tarihî Hafıza
Mısır Cumhurbaşkanı Sisi’nin, İsrail’in Katar saldırısına karşı güvenlik bağlarını koparma tehdidi, tarihî açıdan da anlamlıdır. Kahire, asırlar boyunca İslam dünyasının stratejik merkezlerinden biri oldu. Memlükler döneminde Ayn Câlût’ta Moğollara karşı verilen zafer, sadece Mısır için değil, bütün İslam dünyası için bir dönüm noktasıydı. Bugün Mısır’ın Gazze ve Katar açısındaki diplomatik tavırları, o tarihî misyonun gölgesinde okunabilir.
Küresel Tepki ve Halkların Direnişi
Yunanistan’da bir İsrail askerine yönelik tepki, ya da dünyanın farklı coğrafyalarında yükselen Filistin dayanışması, tarihin bir başka boyutunu hatırlatıyor. Haçlı seferlerinde Kudüs’ün işgali karşısında Anadolu’dan Endülüs’e kadar halkların gösterdiği infialin modern izdüşümü bugün meydanlarda ve sosyal medyada görülüyor. Halkların vicdanı, çoğu zaman devletlerin siyasi hesaplarının önüne geçmiş ve yeni bir tarih akışı doğurmuştur.
Gazze’de Çocukların Hafızlığı: Direnişin En Saf Yüzü
Bütün yıkım ve kıtlık şartları içinde hafızlığını tamamlayan Gazzeli çocuk, tarihin bir başka gerçeğini gösteriyor: Direniş sadece silahla değil, kalemle, hafızayla ve imanla da olur. Endülüs’ün yıkılışında İslam kültürü Avrupa’ya bir ilim mirası bırakmıştı. Bugün Gazze’de Kur’an’a sarılan çocuklar, gelecek nesiller için ümmetin hafızasını diri tutuyor.
İsrail’in Saldırıları ve Tarihî Çıkmaz
İsrail’in işgal politikaları, 1948 Nakba’sından beri bölgede süregelen kanlı bir tarih üretti. Eski Genelkurmay Başkanı’nın “200 binden fazla kişi öldü” itirafı, tarihe kara bir sayfa olarak kaydedildi. Tarihte her işgalci güç, bir süre kazanmış olsa da, adaletsizlik üzerine kurulu hiçbir düzenin uzun ömürlü olmadığı gerçeği hatırlatıyor. Roma’nın Kudüs’ten sürgün ettiği halk, Osmanlı’nın hoşgörüsüyle geri dönmüştü. Bugün İsrail’in uyguladığı zorbalık, yarının tarihçileri için bir ibret vesikası olacaktır.
Suriye bunun en yakın ve en bariz örneğidir
Yeni Bir Dönüm Noktası mı?
Doha’daki diplomasi trafiği, İslam dünyasının ortak bir strateji geliştirme arayışını gösteriyor. NATO tarzı bir “Arap gücü” fikri tartışılıyor. Avrupa devletlerinin Filistin’i tanıma ihtimali gündemde. Bütün bunlar, tarihin yeni bir dönüm noktasına yaklaştığını düşündürüyor. Kudüs Rum Ortodoks Patriği’nin Cumhurbaşkanı Erdoğan’a Hz. Ömer’in emanname tablosunu takdim etmesi de, adalet ve güvence fikrinin bugün hâlâ insanlığın aradığı değer olduğunun sembolüdür.
Sonuç: Tarihin Aynasında Gazze
Ortadoğu’da bugün yaşananlar, sadece politik ve askeri gelişmeler değildir; tarihin derin damarlarından beslenen bir imtihandır. İslam dünyası, Hz. Ömer’den Selahaddin’e, oradan Osmanlı’ya uzanan birlik ve adalet mirasını yeniden hatırlamak zorundadır. Gazze’deki bir çocuğun secdesi, meydanlarda yükselen Filistin bayrakları ve devletlerarası diplomasi trafiği, tarihin akışını yeniden şekillendirecek bir sürecin işaretleridir.
Tarih bize şunu fısıldıyor: Zulüm baki değildir, adalet ise er geç galip gelir.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




KUR’AN’I KERÎM’DE GEÇEN – MEN

translator

Double-click

Select to translate

 

KUR’AN’I KERÎM’DE GEÇEN – MEN – ‘ – مَنْ –
KELIMESI VE GELDİĞİ ANLAMLAR

Kur’an-ı Kerim’de geçen “men” (مَنْ) kelimesi, genellikle “kim” veya “her kim” anlamlarında kullanılan bir ism-i mevsul (bağlaç) veya edat olarak karşımıza çıkar. Bu kelimenin kullanımı ve anlamı, içinde bulunduğu cümlenin bağlamına göre değişebilir.
İşte başlıca anlamları ve kullanıldığı yerlere göre örnekleri:
1. İsmi Mevsul (Bağlaç) Olarak: “Kim”, “Her kim”
Bu, “men” kelimesinin en yaygın kullanımıdır. Cümlede kendisinden sonra gelen bir fiil veya isimle bağlantı kurarak, belirsiz bir kişiyi veya grubu ifade eder.
* Örnek:
* Men yettekillahe yec’al lehu mahrecen. (Talak Suresi, 2. ayet)
* Anlamı: “Her kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa, Allah ona bir çıkış yolu gösterir.”
* Bu kullanımda, “men” kelimesi bir şart edatı gibi de işlev görür ve bir eylemin sonucunu belirtir.
2. Soru Edatı Olarak: “Kim?”
“Men”, soru sormak için de kullanılır. Bu kullanımda cümlenin başında yer alır ve bir kişinin kimliğini, varlığını veya durumunu öğrenmek için kullanılır.
* Örnek:
* Men rabbukum? (Mü’minun Suresi, 116. ayet)
* Anlamı: “Sizin Rabbiniz kim?”
Özetle
Kur’an’da “men” kelimesi, ayetin akışına göre hem bir ism-i mevsul olarak “her kim” anlamında hem de bir soru edatı olarak “kim?” anlamında kullanılır. Bu farklılık, kelimenin geçtiği ayetin öncesine ve sonrasına bakılarak anlaşılabilir.

******

‘ MEN ‘ – KİMDİR – İLE İLGİLİ AYET MEALLERİ :

• Ankebut Suresi, 68. ayet: Allah hakkında yalan uydurup iftira edenlerden veya kendisine hak geldiği zaman onu yalan sayandan daha zalim kimdir? İnkar edenlere cehennem içinde bir konaklama yeri mi yok?
• Ahzab Suresi, 17. ayet: De ki: “Size bir kötülük isteyecek olsa sizi Allah’tan koruyacak, veya size bir rahmet isteyecek olsa (buna engel olacak) kimdir?” Onlar, kendileri için Allah’ın dışında ne bir veli, ne bir yardımcı bulamazlar.
• Fussilet Suresi, 52. ayet: De ki: “Gördünüz mü haber verin; eğer o (Kur’an) Allah Katından ise, sonra siz onu inkar etmişseniz (bu durumda) uzak bir ayrılık içinde olandan daha sapık kimdir?”
• Zümer Suresi, 32. ayet: Allah’a karşı yalan söyleyenden ve kendisine geldiğinde doğruyu (Kur’an’ı) yalanlayandan daha zalim kimdir? Kafirler için cehennemde bir konaklama yeri mi yok?
• Fussilet Suresi, 33. ayet: Allah’a çağıran, salih amelde bulunan ve: “Gerçekten ben Müslümanlardanım” diyenden daha güzel sözlü kimdir?
• Ahkaf Suresi, 5. ayet: Allah’ı bırakıp kıyamet gününe kadar kendisine icabet etmeyecek şeylere tapandan daha sapmış kimdir? Oysa onlar, bunların tapmalarından habersizdirler.
• Hadid Suresi, 11. ayet: Allah’a güzel bir borç verecek olan kimdir? Artık Allah, bunu onun için kat kat arttırır. Onun için ‘kerim (üstün ve onurlu) bir ecir vardır.
• Saff Suresi, 7. ayet: İslam’a çağrıldığı halde, Allah’a karşı yalan uyduranlardan daha zalim kimdir? Allah, zalim bir kavmi hidayete erdirmez.
• Mülk Suresi, 28. ayet: De ki: “Haber verir misiniz; eğer Allah, beni ve benimle birlikte olanları yıkıma uğratır ya da bizi esirgerse, (peki) bu durumda kafirleri acı bir azaptan kurtaracak olan kimdir?”

( Bak. https://www.kuranfihristi.net/ayetleri/Kimdir
Arapçası için bak:
https://www.kuranvemeali.com/ayet_bul?sure=mulk&ayet=28&kelime=

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com