Armagedon Gölgesinde Gazze

Armagedon Gölgesinde Gazze

Gazze’de yaşanan katliamı yalnızca askeri ya da siyasi dengelerle açıklamak yetersiz kalıyor. İsrail’in yayılmacı politikalarının arkasında, kökleri derinlere uzanan bir inanç var: Armegedon. Yani Tanrı’yı kıyamete zorlama inancı.
Bu saplantı, yalnızca İsrail’e özel değil. ABD’de sayıları 20 milyonu bulan Evanjelist Hristiyanlar da aynı beklentiyle hareket ediyor. Onlara göre Kudüs tamamen İsrail’in olmalı, Mescid-i Aksa yıkılmalı, yerine Süleyman Mabedi yapılmalı ve ardından büyük bir dünya savaşı çıkmalı. İşte Mesih’in dönüşü için gereken şartlar bunlar.
Bugün Washington’da alınan kararların çoğunda bu inanç gruplarının etkisi var. ABD’nin BM’de ateşkes kararlarını sürekli veto etmesi, İsrail’e sınırsız silah desteği vermesi, bu teolojik-siyasi ortaklığın sonucudur. Kısacası, Gazze’nin üzerine yağan bombaların arkasında sadece İsrail ordusu değil, Evanjelist-Siyonist ittifakı vardır.
Asıl tehlike ise bu zihniyetin yalnızca Filistin’i değil, tüm dünyayı ateşe atabilecek olmasıdır. Çünkü mesele, birkaç kilometrekarelik Gazze toprağı değil; kıyamet senaryosunu hızlandırma arzusudur.
Bugün Gazze’de susan dünya, aslında kendi geleceğini de ipotek altına alıyor. İnsanlık, bir grubun saplantılı “Tanrıyı kıyamete zorlama” inancına kurban mı edilecek, yoksa akıl ve vicdanın yoluna mı dönülecek?

Bak: https://tesbitler.com/index.php?s=Armegedon+

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com




Basın Özgürlüğü ve Medyanın Rolü: ‘Dünyaya Vicdan Seslenişi’

  1. Basın Özgürlüğü ve Medyanın Rolü: ‘Dünyaya Vicdan Seslenişi’

    ​ “Dünyaya Vicdan Seslenişi” manşetiyle çıkan bir gazete sayfası. Bu başlık, küresel meselelere vicdanlı bir duruş sergilediğine işaret ediyor.
    Diğer manşetler ise “Gazze’deki savaşı bitireceğiz”, “Soykırımı haykırdı” .
    ​Bu manşetler, medyanın gündem oluşturma ve kamuoyunu yönlendirme gücünü ortaya koyuyor. Gazeteler, belirli olaylara nasıl bakılması gerektiğini belirleyen birer ayna faaliyeti görür. Bu ayna bazen gerçeği olduğu gibi yansıtırken, bazen de siyasi duruşa göre şekillenir. “Vicdan” ve “soykırım” gibi güçlü kelimelerin kullanımı, okuyucunun duygusal tepkisini hedefler ve bir tarafın haklılığını vurgular. Bu durum, basın yayın organlarının sadece haber veren değil, aynı zamanda ideolojik bir duruşu temsil eden araçlar olduğunu gösterir.
    ​Tarih boyunca gazeteler, krallıkların düşüşünden, devrimlerin fitilini ateşlemeye kadar sayısız olaya yön vermiştir. Günümüzde ise bu etki, dijital medya platformları aracılığıyla daha da geniş bir kitleye ulaşmaktadır. Ancak bu etki, beraberinde bir sorumluluk da getirir. Medya, bir milletin vicdanı olabildiği gibi, kutuplaşmanın ve yalan haberlerin de aracı olabilir. Bu nedenle, bir haberi okurken sadece başlığa değil, ardındaki niyet ve olayın bütünlük açısına da odaklanmak gerekir.

    ​2. Siyasi Söylemin Gücü: ‘Biz Kaybettirdik, Kaybettireceğiz’

    ​Bir diğeri ise, Saadet Partisi hatibi Hasan Damar’a atfedilen bir söz yer alıyor: “İstanbul’da 120 bin oy aldık, AK Parti 15 bin oyla kaybetti. Biz kaybettirdik, kaybettireceğiz. Bunu herkes bilsin.”
    Bu ifade, sadece bir siyasi durum tespiti değil, aynı zamanda siyasi rekabetin ve ittifakların karmaşık yapısını ortaya koyan bir beyandır.
    ​Bu sözler, siyasetteki gücün sadece kazanmaktan ibaret olmadığını, aynı zamanda rakibe kaybettirme yeteneğinde de yattığını gösteriyor. Hasan Damar’ın bu çıkışı, kendi partisinin sandıktaki etkisini vurgularken, aynı zamanda siyasi rakiplerine karşı bir tehdit ve meydan okuma ihtiva ediyor. Bu durum, siyasetteki pragmatik ve sonuç odaklı yaklaşımları gözler önüne seriyor. İbretlik olan yanı ise, bazen en büyük zaferin, kendi doğrudan kazanımınızdan ziyade, rakibinizin kaybıyla elde edildiğini düşünmektir.
    Dünyevi ve uhrevi sorumluluğu da beraberinde getirmektedir.
    ​Tarih, bu tür rekabetlerin örnekleriyle doludur. Roma’da Sezar’a karşı kurulan ittifaklar, Osmanlı’da taht kavgaları ve günümüzdeki siyasi manevralar, bu “kaybettirme” stratejisinin ne kadar eski ve köklü olduğunu gösterir. Bu söz, siyasetin satranç gibi oynanan bir oyun olduğunu hatırlatır; her hamle, karşı tarafın olabilecek adımları hesaplanarak yapılır. Ancak bu tür stratejiler, uzun vadede halkın güvenini sarsabilir ve siyasi iklimi kutuplaştırabilir. Siyasetin asıl amacının hizmet etmek olduğu gerçeği, bu tür manevralar gölgesinde kalabilir.

    ​3. Bürokratik Duyarsızlık: Karikatürün Dili

    ​Karikatürde, bir vatandaşın büyük bir terlikle temsil edilen “Başkan”a hitaben “BAŞKANIIIM! SUYUMUZ YOOOK! ÇÖPLEEER! HER YER ÇÖP DOLDUU!” diye dert yandığı, “Başkan”ın ise “İyi de, ben ne yapabilirim ki?” şeklinde cevap verdiği görülüyor.
    ​Bu karikatür, bürokratik duyarsızlığı, halktan kopukluğu ve yönetimdeki “ben bilirim” tavrını mizahi bir dille eleştiriyor. Büyük terlik metaforu, gücün ve yetkinin kibirli, hatta hantal bir şekilde kullanılmasını simgeliyor. Başkan’ın soruna çözüm üretmek yerine pasif bir tutum sergilemesi, yetkililerin halkın sorunlarına kayıtsız kalabildiği gerçeğine işaret ediyor. Bu durum, yönetim ve halk arasındaki uçurumu dramatik bir şekilde ortaya koyuyor.
    ​Bu karikatür, bize yönetimde empati ve sorumluluk duygusunun ne kadar önemli olduğunu hatırlatıyor. Tarihte, halkının sorunlarına sağır kalan yöneticilerin sonu genellikle trajik olmuştur. Fransız İhtilali’nin temelinde yatan en önemli nedenlerden biri, halkın açlık ve sefaletine duyarsız kalan kraliyet ailesidir. “Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler” sözü, bu duyarsızlığın tarihe kazınmış en acı örneğidir. Karikatür, çağlar ötesi bir ibreti günümüze taşıyor: Yönetenlerin görevi, yalnızca makamlarında oturmak değil, halkın dertlerine çare bulmaktır. Aksi halde, o makamlar bir terlikten farksız hale gelir ve faaliyetini yitirir.

    ​4. Umut ve İnancın Makamı: Abdurrahim Karakoç’tan Şiirsel Bir Makale

    ​Merhum şair Abdurrahim Karakoç’a atfedilen şu dizeler yer alıyor: “Fil çoğalsın.. Ebabilden umut kesilmez / Firavun azsa da, Nilden umut kesilmez / Zalimler ölmüyor diye ye’se kapılma / Sabret hele.. Azrailden umut kesilmez.!”
    Bu dizeler, dini ve edebi imgelerle süslenmiş, derin bir inanç ve umut mesajı taşıyan bir makaledir.
    ​”Fil çoğalsın.. Ebabilden umut kesilmez” dizesi, Kuran’da geçen “Fil Vakası”na gönderme yapar. Ebrehe’nin Kâbe’yi yıkmak için ordusuyla geldiği ve Allah’ın, “ebabil kuşları” vasıtasıyla bu orduyu yok ettiği olay, en büyük gücün bile ilahi kudret karşısında aciz kalacağını simgeler. Bu dize, dünyevi gücün büyüklüğüne aldanmamayı ve en çaresiz anlarda bile ilahi yardımdan umudu kesmemeyi öğütler.
    ​”Firavun azsa da, Nilden umut kesilmez” dizesi ise, Hz. Musa kıssasına bir göndermedir. Firavun’un zulmü ne kadar artarsa artsın, Nil Nehri’nin suları dahi bir kurtuluş vesilesi olabilir. Bu, zulmün ve zorbalığın karşısında bile inancın ve sabrın tükenmemesi gerektiğini anlatır.
    ​”Zalimler ölmüyor diye ye’se kapılma / Sabret hele.. Azrailden umut kesilmez.!” dizeleri ise, makalenin en can alıcı kısmıdır. Zalimlerin dünyada cezasız kaldığına dair duyulan hayal kırıklığı ve umutsuzluk karşısında bir teselli ve uyarıdır. İnsan, bazen ilahi adaletin tecelli etmediğini düşünerek yeise düşebilir. Ancak bu dizeler, her canlının bir sonu olduğunu ve en büyük adaletin, ölümle geleceğini hatırlatır. Bu, fani dünyanın gelip geçiciliğini ve mutlak adaletin yalnızca Allah’a ait olduğunu vurgular.
    ​Bu dizeler, zorluklar karşısında dirayetli olmanın, inançlı kalmanın ve asla umutsuzluğa kapılmamanın bir manifestosudur. Tarih boyunca nice Firavunlar, Ebreheler gelip geçti. Ancak onların zulmü sona ererken, inananların umudu daima diri kaldı. Bu, sadece bir şairin kalbinden dökülen sözler değil, aynı zamanda çağları aşan bir bilgelik ve inanç dersidir.

    ​Makale Özeti

    ​Bu makale, dört farklı yazıları analiz ederek medyanın manipülasyon gücünden, siyasetin rekabetçi yapısına, bürokrasinin halktan kopukluğundan, inanç ve umut kavramlarının derinliğine uzanan konuları ele almaktadır. İlk olarak, “Dünyaya Vicdan Seslenişi” manşeti üzerinden medyanın ideolojik rolü ve kamuoyu oluşturmadaki etkisi incelenmiştir.
    İkinci olarak, “Biz kaybettirdik, kaybettireceğiz” sözü, siyasi stratejilerin karmaşıklığını ve gücün sadece kazanmakla değil, aynı zamanda rakibe kaybettirmekle de ilişkili olduğunu göstermektedir.
    Üçüncü olarak, “Başkan” karikatürü, bürokratik duyarsızlığı mizahi bir dille eleştirerek, yönetimde empati ve sorumluluğun önemine dikkat çekmektedir.
    Son olarak, Abdurrahim Karakoç’a atfedilen şiirsel dizeler, tarihi ve dini göndermelerle harmanlanmış bir şekilde, en büyük zorluklar karşısında bile umudu ve inancı korumanın önemini vurgulamaktadır. Her bir konu, kendi içinde edebi, tarihi ve ibretlik unsurları barındırarak, okuyucuya derin düşünme imkanı sunmaktadır.

    Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com




Gazze’nin Fotoğrafında Gizlenen İnsanlık

Gazze’nin Fotoğrafında Gizlenen İnsanlık

Birleşmiş Milletler kürsüsünde bir fotoğraf…
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ellerinde tuttuğu o kare, aslında yalnızca Gazze’deki birkaç kadını değil; tüm insanlığın vicdanını gözler önüne seriyordu. O fotoğraf, 21. yüzyılın ilerlemiş teknolojileriyle övünen dünyanın, bir leğen suya muhtaç edilmiş annelerini, yerinden edilen çocuklarını, harap olmuş şehirlerini hatırlatıyordu.
Tarih bize şunu öğretiyor: Zulmün fotoğrafı değişir ama hakikati hep aynıdır. Dün Endülüs’te, Haçlı seferlerinde, Moğol istilalarında aynı manzara yaşandı. Bugün ise Gazze’de… Mazlumun gözyaşı aynı, zalimin gaddarlığı aynı. Farklı olan tek şey, artık her şeyin anbean kaydediliyor, dünyanın gözü önünde cereyan ediyor olmasıdır.

Filistin’in İç İmtihanı

Elbet Filistin’in içinde de acı bir tablo var. Mahmud Abbas’ın sözleri, halkın birliğini parçalamış, “Hamas olmayacak” çıkışı kardeşi kardeşe kırdırmıştır. Tarih şahittir: Bir milletin başına gelen felaketlerin en büyüğü, kendi içinde tefrikaya düşmesidir. Kur’ân’ın “اَلْفِتْنَةُ اَشَدُّ مِنَ الْقَتْلِ” (Fitne öldürmekten beterdir) ikazı, bugün Gazze’nin sokaklarında kanlı bir şekilde okunmaktadır.

Dünya Vicdanının İmtihanı

Şili Devlet Başkanı’nın Netanyahu için dile getirdiği “yargılansın” çağrısı, tarihin vicdanında yankı buldu. Ama ne acıdır ki, Amerika ve Batı hâlâ zalime kol kanat germekte, ateşkesi altı kez veto ederek akan kanın mesuliyetine ortak olmaktadır. Zalimle beraber yürüyenler, onun zulmünde paydardır.
Rubio’nun sözleri, Trump’ı “dünyanın tek şansı” olarak yüceltmesi, aslında dünya siyasetinin ne kadar çaresiz ve kirli bir zemine oturduğunu göstermektedir. Oysa tarih bize gösterdi: Adalet kişilere değil, ilkelere bağlıdır. Adalet, çıkarların değil, hakikatin terazisinde yükselir.

Gazze: Zamanın Aynası

Bugün Gazze’ye bakmak, aslında insanlığa bakmaktır. Küresel Sumud Filosu’na yapılan drone saldırısı, sadece birkaç gemiye değil; insanlığın vicdanına, “adalet” umuduna yapılmıştır. Google’da dahi mazlumlar “terörist” diye gösteriliyorsa, çağın sahte putları “bilgi tekelleri” haline gelmiş demektir. Bu da bize şunu gösteriyor: Firavun’un asası, bugün algoritmalardır; Nemrut’un ateşi, bugün dezenformasyondur.

Tarihin Tekrar Eden Dersi

Geçmiş, günümüze seslenir: Hiçbir zulüm ebedî değildir. Hitler’in, Mussolini’nin, Moğol kasırgasının, Haçlı ordularının akıbeti belli… İsrail’in zulmü de tarihin çarkında aynı akıbete sürüklenmektedir. Ancak burada bir ibret var: Mazlumun duası, zalimin ordusundan daha güçlüdür. Ve bir gün gelecek, bu dua mazlumların zaferini, zalimlerin ise zelil oluşunu yazacaktır.

Son Söz: Fotoğraftaki İbret

O fotoğraf, sadece Gazze’yi değil, hepimizi anlatıyor. Çünkü o leğen taşıyan anneler, aslında bütün dünyanın anneleri. O molozların altında kalan çocuk, insanlığın masumiyeti. O yıkılmış ev, dünya vicdanının harabeye dönmüş hali.
Bugün Gazze’ye sırt çeviren, yarın kendi evinin yıkılışına uyanabilir. Tarih böyle söylüyor.
Ve tarih, her zaman hakikati en gür sesle fısıldıyor:
Zalimler için yaşasın cehennem.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com




Fena ve Beka Arasında İman Yolculuğu

Fena ve Beka Arasında İman Yolculuğu

​İktibas:
​”Ben firaktan, zevalden çok inciniyorum. Halbuki sevdiğim dünya ve dünyeviyeler, müfarakatla beni bırakıp gidiyorlar. Ben de gideceğimi biliyorum. Bu pek elîm ve canhıraş me’yusiyete karşı, birden saadet-i ebediye ve hayat-ı bâkiye müjdesini Zât-ı Ahmediye’den (A.S.M.) işitmekle kurtuluyorum ve tam teselli buluyorum.”
​Bediüzzaman-Said Nursi (R. A) / Risale-i Nur – Şualar – 632

​İzah ve Açıklama:
​Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin bu ifadeleri, insanın fani dünyaya karşı hissettiği derin bir çaresizlik ve hüzün duygusunu dile getirir. Fırak, yani ayrılık; zeval, yani yok oluş. İnsan, yaratılışı gereği sevdiği, bağlandığı her şeyin bir gün elinden kayıp gideceğini bilir. Gençliğin, sıhhatin, sevdiklerinin, hatta tüm dünyanın birer birer zevale maruz kaldığını görmek, insan ruhunda tarifsiz bir acı bırakır. Bu durum, insanı “elîm ve canhıraş” bir ümitsizliğe sevk eder.
​Ancak, bu karanlık tablonun karşısına, imanın getirdiği aydınlık bir müjde konur: saadet-i ebediye ve hayat-ı bâkiye.
Bu müjde, Hz. Muhammed (s.a.s.) aracılığıyla insanlığa sunulan, ölümün bir yok oluş değil, ebedi bir hayata açılan kapı olduğu hakikatidir.
Risale-i Nur, bu hakikati izah ederken, fani olan her şeyin aslında Bâki olan bir Yaratıcının isimlerinin tecellisi olduğunu anlatır. Dolayısıyla, ayrılıklar ve yok oluşlar, mutlak bir kayıp değil, fani perdenin ardındaki ebedi güzelliklere birer işaret hükmündedir. Bu idrak, fani olan dünyaya olan aşırı bağlılığı kırar ve insanı Allah’a yönlendirerek kalbine tam bir teselli ve huzur verir. İnsanın yaşadığı her ayrılık, ona ebedî kavuşmanın mümkün olduğunu hatırlatan bir uyarıya dönüşür.

​Varlık Âleminin Dizgini O Hâkim-i Rahîm’in Elindedir

​İktibas:
​”Hem sana düşmanlık vaziyetini alan mikroptan tâ taun ve tufan ve kaht ve zelzeleye kadar bütün eşyanın dizginleri, o Rahîm-i Hakîm’in elindedirler. O Hakîm’dir, abes iş yapmaz. Rahîm’dir, rahîmiyeti çoktur. Yaptığı her işinde bir nevi lütuf var.”
​Risale-i Nur

​İzah ve Açıklama:
​Bu metin, kâinattaki her şeyin tesadüfi olmadığını ve bir hikmet ve rahmet eliyle idare edildiğini vurgular. En küçük canlıdan, yani mikroptan, en büyük felaketlere, yani taun (salgın hastalık), tufan, kaht (kuraklık) ve zelzeleye (deprem) kadar her şeyin dizginlerinin Allah’ın elinde olduğu belirtilir. Bu, yaratılmışların kendi başlarına buyruk hareket etmedikleri, aksine bir ilahi iradenin kontrolünde oldukları anlamına gelir.
​Allah’ın Hakîm ismi, O’nun her işi hikmetle, en doğru ve yerli yerinde yaptığını gösterir. Yaratılışta veya musibetlerde abes, anlamsız bir şey yoktur. Dışarıdan bakıldığında şer gibi görünen olaylar bile, aslında içinde gizli hayırlar ve hikmetler barındırabilir. Örneğin, bir hastalık, insanın günahlarına kefaret olabilirken, bir zelzele, daha büyük felaketlere karşı bir uyarı veya bir arınma vesilesi olabilir.
​Aynı zamanda O’nun Rahîm ismi, engin bir merhamet sahibi olduğunu vurgular. Bu merhamet, O’nun yaptığı her işte bir lütuf olduğu gerçeğinde kendini gösterir. İnsan, musibetlerin ardındaki ilahi hikmeti ve rahmeti görebildiği takdirde, isyan etmek yerine sabretmeyi ve tevekkül etmeyi öğrenir. Bu idrak, bireyi felaketler karşısında acizliğe düşürmekten kurtarır ve ona güçlü bir manevi dayanak sağlar.

​Küresel Adalet ve Direniş: ‘Dünya Beşten Büyüktür’ ve ‘Sumud’

​İktibas (1):
​”DÜNYA BEŞTEN BÜYÜKTÜR
DAHA ADİL BİR DÜNYA MÜMKÜNDÜR”
​Recep Tayyip Erdoğan

​İktibas (2):
​”SUMUD
YÜZÜNE “ÇARPMAN” gerek zamanenin fendini,
“GÖSTER” kabaran sular nasıl yıkar bendini,
Küçük görme hor görme DELİKANLIM kendini,
Şu kırık abideyi yükseltecek TAŞTASIN,
Fatih’in istanbulu fethettiği YAŞTASIN…”

​İzah ve Açıklama:
​Bu iki metin, birbiriyle bütünleşen iki farklı direnişin sembolüdür: siyasal ve kültürel direniş.
“Dünya Beşten Büyüktür” söylemi, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin veto yetkisine sahip beş daimi üyesinin küresel adaleti sekteye uğrattığına yönelik bir tenkitdir. Bu, sadece uluslararası bir sistemin sorgulanması değil, aynı zamanda ezilen ve mağdur edilen halkların sesi olma misyonunu da taşır. Bu slogan, gücün haklıyı değil, haklının gücü temsil etmesi gerektiğini vurgulayan bir adalet arayışıdır. Bu, tarihi bir haksızlığa karşı ahlaki bir duruş sergileyen ve daha adil bir dünya için çaba sarf eden bir medeniyetin sesidir.
​Diğer metindeki “SUMUD” kelimesi ise, Arapçada sarsılmaz direniş ve sebat anlamına gelir. Filistin halkının, işgal ve zulüm altında topraklarına bağlılığını, kimliğini ve varlığını koruma mücadelesini ifade eder.
Metindeki şiirsel ifadeler ise bu direnişin ruhunu aşılar. “Zamanenin fendini” (aldatmacasını) yüzüne çarpma çağrısı, zulme ve haksızlığa karşı uyanık olmayı, mücadele etmeyi öğütler. “Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın” dizesi, gençlere büyük tarihi kahramanlıkların mirasçısı olduklarını hatırlatır ve onlara cesaret aşılar. Bu, bireysel bir mücadeleden öte, kolektif bir ruhu ve tarihi bir sorumluluğu ifade eder. “Sumud” filosu örneği, bu sivil ve kararlı direnişin somut bir göstergesidir.

​Mutlak Hayrın, Güzelliğin ve Hikmetin Kaynağı

​İktibas:
​”Hayr-ı Mutlak’tan hayır gelir, Cemil-i Mutlak’tan güzellik gelir, Hakîm-i Mutlak’tan abes bir şey gelmez.”
​Sözler

​İzah ve Açıklama:
​Bu veciz söz, Allah’ın üç isminin tecellisini özetler: Hayr-ı Mutlak, Cemil-i Mutlak ve Hakîm-i Mutlak.
Hayr-ı Mutlak olan Allah’tan, kulları için yalnızca mutlak hayır gelir. Bu, görünürde kötü gibi duran olayların bile arka planında bir hayrın bulunduğunu ifade eder. Bir musibet, bir felaket, kişinin manevi derecesini yükseltmek veya onu daha büyük bir şerden korumak için bir vesile olabilir.

​Cemil-i Mutlak isminin tecellisi ise kâinattaki tüm güzelliklerin kaynağıdır. Yaratılıştaki her estetik unsur, tabiatın ahengindeki her incelik, O’nun sonsuz güzelliğinin bir yansımasıdır. Gökyüzündeki yıldızlardan bir çiçeğin rengine kadar her şey, O’nun sanatının bir eseri ve güzelliğinin bir delilidir.

​Hakîm-i Mutlak ise, her şeyi bir amaç ve hikmetle yaratan demektir. Hiçbir şey boşuna, anlamsız veya faydasız değildir. Bu idrak, insanın kâinatla olan ilişkisini yeniden şekillendirir. İnsan, varlık âlemindeki her şeyin bir gayeye hizmet ettiğini anladıkça, kendi varlığının da bir amacı olduğunu idrak eder ve hayatına anlam katar. Bu üç isim, kâinatın düzenini, her olayın arkasındaki ilahi iradeyi ve bu iradenin insana karşı olan sonsuz merhametini ve adaletini bir bütün olarak ele almamızı sağlar.

​Zulme Rıza Göstermenin Ciddiyeti: Azabın Şümuliyeti

​İktibas:
​”Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: ‘İçinizden sadece zulmedenlere dokunmakla kalmayacak olan bir musibetten sakının ve bilin ki Allah’ın cezası çok şiddetlidir.’ (Enfâl Suresi 8/25. Ayet)
​Peygamberimiz (s.a.s) şöyle buyurmaktadır: ‘İnsanlar zalimin zulmünü görür de ona engel olmazsa, Allah’ın onları genel bir azaba uğratması kaçınılmazdır.’ (Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 5)”

​İzah ve Açıklama:
​Bu ayet ve hadis, İslam’ın temel ahlaki ve sosyal sorumluluklarından birini, yani zulme karşı durma yükümlülüğünü en net şekilde ortaya koyar.
Enfâl Suresi’ndeki ayet, musibetlerin yalnızca zulmedenlere isabet etmeyeceğini, toplumun tamamını kapsayabileceğini belirtir. Bu, bir toplumun sadece aktif olarak zulüm yapan bireylerden değil, aynı zamanda zulme seyirci kalan, ses çıkarmayan ve onu durdurmaya çalışmayan kitleden de sorumlu olduğunu gösterir.

​Hadis ise bu ilahi uyarıyı daha da somutlaştırır. Peygamber Efendimiz (s.a.s.), zalime karşı durmamanın, Allah’ın genel bir azabını getirebileceği konusunda ümmetini uyarır. Bu, sadece zalimin suçlu olduğu bir durum değildir. Zulme sessiz kalmak, o zulmün ortağı olmak demektir. Bireylerin veya toplumların zulme rıza göstermesi, zulmün yayılmasına zemin hazırlar ve bu durum, ilahi adaletin tecelli etmesi için bir neden oluşturur. Bu metinler, Müslümanlara sadece bireysel salih amellerde bulunmayı değil, aynı zamanda toplumsal adaletin korunması için aktif bir rol üstlenmeyi ve haksızlığa karşı durmayı emreden bir çağrıdır.

​Makale Özeti

​Bu makale, birbirinden farklı gibi görünen ancak temelinde derin bir manevi bütünlük taşıyan beş ana konuyu ele almaktadır.
İlk olarak, Bediüzzaman Said Nursi’nin ifadeleriyle, insanın fani dünyanın ayrılıklarından duyduğu üzüntüyü, ebedi hayat müjdesiyle nasıl aştığı anlatılmaktadır.
İkinci olarak, kâinattaki tüm olayların, görünürdeki zorluklara rağmen, Allah’ın Rahîm ve Hakîm isimlerinin bir tecellisi olduğu ve her musibette gizli bir lütuf bulunduğu açıklanmaktadır.
Üçüncü kısım, “Dünya Beşten Büyüktür” ve “Sumud” kavramları üzerinden, küresel siyasetteki adaletsizliğe ve zulme karşı hem siyasi hem de kültürel bir direnişin gerekliliğini vurgulamaktadır.
Dördüncü olarak, “Hayr-ı Mutlak”, “Cemil-i Mutlak” ve “Hakîm-i Mutlak” isimleriyle, evrendeki tüm hayır, güzellik ve hikmetin tek kaynağının Allah olduğu anlatılmaktadır.
Son olarak, Enfâl Suresi ve bir hadis ışığında, zulme karşı pasif kalmamanın önemi ve zalime karşı sessizliğin tüm toplumu kapsayan bir musibete sebep olabileceği uyarısı üzerinde durulmaktadır. Makale, tüm bu başlıkları, insanın bu fani dünyadaki manevi sorumlulukları ve ebedi hayata yönelik umut ve çabaları açısından bir araya getirmekte ve okuyucuya kapsamlı bir bakış açısı sunmaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com




2013 YILI KIRILMA YILI

2013 YILI KIRILMA YILI

2013 yılı, hem Türkiye’de hem İran’da hem de Mısır’da yönetime karşı başkaldırılar, sokak hareketleri ve darbeler açısından kırılma yılı oldu. Kısaca özetleyeyim:

1. Türkiye – Gezi Parkı Olayları (2013)

• Nasıl başladı?

Mayıs 2013’te Taksim Gezi Parkı’nda ağaçların kesilmesine karşı küçük bir çevreci protesto başladı. Ancak kısa sürede hükümet karşıtı geniş çaplı eylemlere dönüştü.
• Ne oldu?

Protestolar, İstanbul başta olmak üzere Türkiye’nin birçok şehrine yayıldı. Ulusal ve uluslararası medya yoğun şekilde gündeme taşıdı.
ABD ve Avrupa basını olayları “özgürlük hareketi” diye desteklerken, hükümet bunları “dış destekli kalkışma” olarak niteledi.
Çünkü iç darbe için düğmeye basılmıştı.

• Sonuç:

Hükümet istifa etmedi, protestolar bastırıldı. Ancak Türkiye’de kutuplaşma derinleşti ve dış politikada da Batı ile gerginlik arttı. Erdoğan’ın liderliği pekişti, 2014’te Cumhurbaşkanı seçildi.
Başarılı olunmamasiyla B planı olan 15 Temmuz 2016 darbe ve işgaline geçiş yapıldı.
50 yıldır beslenen gizli komite devreye alındı.
Bir yönüyle açık edip, feda edildi.

2. Mısır – Mursi’ye Karşı Askerî Darbe (2013)

• Nasıl başladı?

2011 Arap Baharı sonrası seçilen Mısır’ın ilk sivil Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi, Müslüman Kardeşler asıllıydı.
2013 Haziranında Tahrir Meydanı’nda geniş protestolar başladı. Ordu bu gösterileri bahane ederek müdahale hazırlığına girdi.

• Ne oldu?

3 Temmuz 2013’te General Abdülfettah Sisi liderliğinde darbe yapıldı. Mursi görevden alındı, tutuklandı. Müslüman Kardeşler yasaklandı, binlerce kişi öldürüldü ya da hapse atıldı.

• Sonuç:

Mısır’da askeri yönetim yeniden hâkim oldu. ABD ve Batı darbeye açık destek verdi. İsrail de bu darbeyi olumlu karşıladı. Mısır’daki demokrasi denemesi sona erdi.

3. İran – Ahmedinejad Sonrası Çekişmeler (2013)

• Nasıl başladı?

2013’te Mahmud Ahmedinejad’ın görev süresi sona erdi. Seçim sürecinde sokaklarda zaman zaman “Yeşil Hareket”in artçı protestoları yeniden görüldü. Batı medyası, rejim karşıtı gösterileri destekledi.

• Ne oldu?

Haziran 2013 seçimlerinde Hasan Ruhani Cumhurbaşkanı seçildi. Reformcu kimliği ve Batı ile nükleer müzakerelere açık söylemleri öne çıktı. Bu süreçte Ahmedinejad’ın destekçileri tasfiye edildi.

• Sonuç:

İran’da rejim yıkılmadı ama yönetimde güç kaymaları oldu. Ruhani dönemiyle birlikte İran, Batı ile nükleer anlaşmaya (2015 JCPOA) yaklaştı.

Genel Değerlendirme

2013 yılı;
• Türkiye’de Gezi Olayları ile hükümeti zayıflatma girişimi,
• Mısır’da askeri darbe ile İslamcı iktidarın devrilmesi,
• İran’da ise sistem içi güç değişimi ile rejimin Batı’ya kontrollü açılımı,
şeklinde tezahür etti.
Bu gelişmelerin ortak paydası:
• Halk hareketlerinin dış desteklerle büyütülmesi,
• İslam dünyasında bağımsız çizgi arayan liderlerin hedef alınması,
• Sonuçta Türkiye hariç, Mısır ve İran’da yönetimlerin Batı’nın istediği yönde şekillenmesi.

****

2013’te Türkiye, Mısır ve İran’da yaşanan hareketler ve müdahaleler tesadüfî değildi. Ortak bir zemini vardı:

“Arap Baharı sonrası İslam dünyasında bağımsız çizgi arayan liderleri dizginlemek ve bölgeyi yeniden Batı eksenine sokmak.”

Aşağıda nedenler, hedefler ve sonuçları özetliyorum:

1. Neden Bu Üç Devlet ve Lider?

• Türkiye (Erdoğan):

• 2002’den itibaren ekonomik büyüme, bağımsız dış politika, Filistin davasına sahip çıkma, İsrail’e “One Minute” çıkışı.
• ABD’nin Irak ve Suriye politikalarına karşı çıkış, NATO çizgisine meydan okuma.
• “Model ülke” olarak İslam dünyasına ilham kaynağı olması.

• Mısır (Mursi):

• Seçimle gelen ilk sivil, İslami kimliğiyle meşru lider.
• İsrail’in güvenliği için tehdit görülmesi.
• ABD’nin ve Körfez’deki monarşilerin çıkarlarına ters düşmesi.
• Müslüman Kardeşler’in güç kazanması.

• İran (Ahmedinejad sonrası):

• Ahmedinejad’ın sert Batı karşıtlığı, nükleer programı ilerletmesi.
• İsrail’e karşı açık meydan okuma.
• İran’ın bölgede nüfuzunu artırması (Irak, Suriye, Lübnan, Yemen).

2. Hesap ve Ne Yapılmak İstendi?

• Ortak Amaç:

• İslam dünyasında “Batı’ya meydan okuyan” liderlerin tasfiyesi.
• Bölgenin ABD-İsrail çıkarlarına göre dizayn edilmesi.
• Halkların uyanışını engellemek (Arap Baharı’nı İslami bir siyasi yükselişe dönüştürmemek).

• Yöntem:

• Türkiye’de Gezi olaylarıyla toplumsal kalkışma denemesi.
• Mısır’da doğrudan askeri darbe.
• İran’da seçim üzerinden “kontrollü değişim.”

3. Hedefe Ulaşıldı mı?

• Mısır’da:

Evet, hedefe ulaşıldı. Mursi devrildi, Müslüman Kardeşler tasfiye edildi, İsrail’in güvenliği garantiye alındı. Batı ve Körfez memnun.

• İran’da:

Kısmen ulaşıldı. Ahmedinejad’ın sert çizgisi bitti, yerine Batı ile anlaşmaya açık Ruhani geldi. Ama rejim ayakta kaldı.

• Türkiye’de:

Hayır, hedefe ulaşılamadı. Gezi olayları hükümeti yıkamadı. Aksine Erdoğan’ın siyasi gücü konsolide oldu. Fakat Türkiye’de derin kutuplaşma kaldı ve Batı ile ilişkiler bozuldu.

4. Sonuç ve Genel Tablo

• Batı’nın hesabı:

“Arap Baharı”nın sonunda İslami hareketlerin güçlenmesini engellemek, İsrail’i güvenceye almak, enerji ve ticaret yollarını kontrol etmek.

• Gerçekleşen:

• Mısır: Askeri vesayet yeniden hâkim.
• İran: Rejim yıkılmadı ama yumuşatıldı.
• Türkiye: Liderlik güçlendi ama Batı ile sert kopuş yaşandı.

Kısacası: 2013, İslam dünyasında bağımsız liderlere karşı koordineli bir “frenleme yılı” oldu. Batı kısmen başarılı oldu, kısmen de geri tepti.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

 




Vicdanın Şahidi: Taşlaşan Yürekler ve Filistin’in Feryadı

Vicdanın Şahidi: Taşlaşan Yürekler ve Filistin’in Feryadı

Bugün, modern dünyanın en büyük çelişkilerinden birini yaşıyoruz: İnsanlık, teknolojinin zirvesindeyken en temel insani değerleri kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya. Gözlerimizin önünde bir millet, topraklarından sürgün ediliyor, evleri yıkılıyor, çocukları katlediliyor. Bu manzaraya karşı sessiz kalmak, sadece bir eylemsizlik değil, aynı zamanda insan olmanın gerekliliğini yapmaktır. Elimize ulaşan her bir kare, her bir cümle, bu büyük dramın bir parçası ve insanlık vicdanına yöneltilmiş birer uyarıdır.
Beklenen ve Bekleyen: Umut ve Enkazın Arasındaki Çocuk

“Unutmayın!… Beklenilen ve Bekleyen”. Enkaz yığınları arasında tek başına oturmuş, yüzünde derin bir hüzün ve bekleyiş olan küçük bir çocuk. Önünde ise Filistin bayraklarıyla donatılmış, umut dolu bir gemi filosu, denizde süzülüyor. Bu hal, iki farklı zamanı ve iki farklı duyguyu bir araya getiriyor. Küçük çocuk, geride kalanları, yıkımı ve acıyı temsil ederken, ufuktaki gemiler, “beklenilen” kurtuluşu, yardımı ve uluslararası toplumun vicdanını sembolize ediyor. Ne yazık ki, tarih bize, bazen en çok beklenen şeylerin, en geç gelenler olduğunu öğretiyor. Bu çocuk, sadece bir yardım filosunu beklemiyor; adalet bekliyor, barış bekliyor, insanlık bekliyor. Ve onun sessiz bekleyişi, bize en büyük dersi veriyor: İnsanlık, eğer enkaz yığınları arasından gelen bu sese kulak vermezse, bir gün kendi enkazının altında kalmaya mahkumdur.

Acıdan Bir Yürüyüş: Küçük Bir Kız Çocuğunun Feryadı

Yürek burkan bir feryadı taşıyor: “Ayağım acıyor artık yürüyemiyorum. Nereye gittiğimizi bilmiyorum.”

Bu cümle, Gazze’nin kuzeyinden sürgün edilen küçük bir kız çocuğuna ait. Bu sözler, sadece bir fiziki acının ifadesi değil, aynı zamanda bir varoluş çaresizliğin de sesi. Yürüyememek, sadece bir yorgunluk değil, umudun tükenmesidir. Nereye gittiğini bilmemek ise geleceğin belirsizliği, aidiyetsizliğin ve evinden koparılmanın derin travmasıdır. Bu küçük kızın sesi, tüm Filistinli çocukların ortak sesidir. Onlar, evlerinden koparılan, gelecekleri çalınan ve bilinmezliğe doğru itilen masum canlardır. Bu cümle, dünyanın en güçlü ordularının ve en gelişmiş silahlarının karşısında, insanlığın en savunmasız halini temsil ediyor.

Mazlumun Yanında Olmak: İnsan Olmanın Gereği

Ünlü futbolcu Cristiano Ronaldo’nun Filistin bayrağını taşıdığı bir fotoğraf. Üzerindeki alıntı ise insan olmanın evrensel bir tanımını yapıyor:
“Hangi ırktan olursanız olun! Mazlumun yanında, Zalimin karşısında olmak, insan olmanın gereğidir.”
Bu sözler, çatışmaların ve siyasi tartışmaların ötesinde, ahlaki bir duruşun ne kadar önemli olduğunu vurguluyor. Irk, din, dil ayrımı gözetmeksizin, temel bir ahlaki pusulanın varlığını hatırlatıyor. Ronaldo’nun bu duruşu, sanat, spor veya herhangi bir alanda ün kazanmış her bireyin, sahip olduğu platformu insanlık için kullanması gerektiğini gösteren önemli bir örnektir. Mazlumun yanında durmak, sadece bir slogan değil, insanlık onurunu korumanın ve adalete olan inancı pekiştirmenin bir yoludur.

Devletlerin Sorumluluğu: Tek Çözüm Müdahale

Uluslararası toplumun eylemsizliği ve Filistin’e yardım çabaları. “Devletlerin Filistin’i tanıması soykırımı durdurmuyor Tek Çözüm Müdahale” manşeti ve “Bu bir yolculuk değil! Zulme meydan okumadır! #GlobalSumudFlotilla” sloganı, durumu açıklıkla ortaya koyuyor. Devletlerin Filistin’i tanıması, önemli bir diplomatik adımdır, ancak tek başına soykırımı durdurmaya yetmez. Tarih bize, sadece sözlerin değil, eylemlerin de gerekli olduğunu defalarca göstermiştir. Gazze’ye giden yardım filoları, devletlerin sessizliğine karşı sivil toplumun vicdanını temsil ediyor. Bu filolar, sadece insani yardım taşımıyor; aynı zamanda zulme karşı bir meydan okuma ruhunu taşıyor. Bu hal, uluslararası hukukun ve insan haklarının korunması için daha cesur ve kararlı adımların atılması gerektiğinin altını çiziyor.

Unutmayacak Anne ve Yürekteki Koku

Bir annenin yürek burkan acısını ölümsüzleştiriyor: “Normal hayatına dönüp yavaş yavaş unutacaksın ama bu anne unutmayacak ve evlat kokusu kalacak yüreğinde”.
Bu cümle, acının en kişisel ve en kalıcı halini ifade ediyor. Dünya, kendi rutin hayatına dönebilir, Gazze’deki dramı unutabilir. Haberler, manşetler değişebilir, yeni gündemler ortaya çıkabilir. Ancak bir annenin yaşadığı acı, zamanın ve coğrafyanın ötesindedir. O annenin yüreğinde kalan evlat kokusu, sadece bir koku değil, aynı zamanda bir yokluğun, bir yitirilişin ve derin bir yaranın sembolüdür. Bu ize, acının istatistiklere sığdırılamayacağını, her bir kaybın ardında onarılamaz bir yürek yarası bıraktığını hatırlatıyor.

Makalenin Özeti

Bu makale, farklı hal ve metinler aracılığıyla Filistin’deki dramın çok boyutlu bir resmini sunmaktadır. İlki enkaz arasında umut bekleyen çocuk, insanlığın enkazı ve geleceği arasındaki çelişkiyi vurgulamaktadır.
İkincisi ise küçük kızın sözleri, savaşın ve sürgünün oluşturduğu kişisel travmayı gözler önüne sermektedir.
Üçüncüde Ronaldo’nun mesajı, ırk ve din gözetmeksizin mazlumun yanında olmanın evrensel bir ahlaki görev olduğunu belirtmektedir.
Dördüncü de ise, soykırımı durdurmak için diplomatik adımların ötesinde, eyleme geçilmesi gerektiğini ve sivil inisiyatiflerin önemini vurgulamaktadır.
Son olarak, beşincide anne figürü, acının kişisel ve kalıcı doğasını, dünya unutsa bile yüreklerdeki yaranın asla kapanmayacağını anlatmaktadır.
Genel olarak makale, bu farklı unsurları birleştirerek, Filistin’de yaşananların sadece siyasi bir mesele değil, tüm insanlığın vicdanını ilgilendiren ahlaki bir kriz olduğunu savunmaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com