Dosdoğru Bir Hayatın Hikmeti: Kâinatın Şifresi ve Eşyanın Hakikati

Dosdoğru Bir Hayatın Hikmeti: Kâinatın Şifresi ve Eşyanın Hakikati

Metinlerin her biri, insanın kâinatla olan ilişkisini, yaratıcısını tanımanın önemini ve dosdoğru bir hayat sürmenin gerekliliğini farklı açılardan ele alıyor.

İnsanoğlu, varoluşundan itibaren sürekli bir arayış içindedir. Bu arayışın temelinde, kâinatın sırlarını ve kendi varlığının anlamını çözme arzusu yatar.

İşte bu arayışın en temel adımı, “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” (Hûd Sûresi 112. Ayet) ilahi emrine uymaktır.
Dosdoğru olmak, sadece ahlaki bir duruş değil, aynı zamanda kâinatın işleyişine, varlığın hakikatine ve yaratıcının kudretine yönelik doğru bir bakış açısı kazanmaktır. Bu doğruluk, bizi hem deruni bir huzura hem de kâinatla uyumlu bir yaşama götürür.
Bu dosdoğru yolculukta, kâinatın her bir zerresi bize birer ayet (delil) olur.

Tıpkı şu hakikat gibi:
“Bir şeyden her şey yapar, hem her şeyden bir tek şey yapar.”
Bu derin hakikat, bir Kadîr-i Mutlak’ın, yani her şeye gücü yetenin eseri olduğunu gösterir. Örneğin, “nutfe suyundan ve hem içilen basit bir sudan, hesapsız a’zâ ve cihazat-ı hayvaniyeyi yapar.”
Sadece bir damla sudan, göz, kulak, kalp, beyin gibi sayısız organ ve sistemden oluşan mükemmel bir canlı yaratılır. Bu durum, basit bir sudan karmaşık bir canlı yaratmanın ancak sonsuz bir kudretin işi olabileceğini isbatlar. Aynı şekilde, bu sonsuz kudret, koca bir kâinattan bir damla gibi insanı yaratır. Bu durum, her şeyden bir tek şey yapma kudretini gösterir ve bizlere yaratıcının benzersiz gücünü haykırır.
Bu yaratılış hikmetine yakından bakmak için en basit örnekler bile yeterlidir.

Şöyle ki, “Pirinç, sulak arazide yetiştiği halde içinde bir gram sıvı bulundurmaz. Su ile irtibat kurmadan da onu yiyemezsiniz! Karpuz, kuru toprakta yetiştiği halde %90’ı sıvıdır ve Onun yanında da asla suya ihtiyaç duymazsınız!” Bu zıtlıklar ve mucizeler, tesadüflerin eseri olamaz.
Pirincin sulakta yetişip kuru kalması ve karpuzun kuraklıkta suya doyması, her bir eşyanın bir hikmetle, bir ölçüyle yaratıldığının isbatıdır.
Bu durum, kâinatın her bir parçasının, bizi yaratıcısını tanımaya davet eden birer tefekkür kapısı olduğunu gösterir.

Bütün bu tefekkürler bizi en önemli sonuca ulaştırır: Bu dünyadaki nimetler ve hikmetler, bize verilmiş birer hediyedir. Ancak bu hediyeleri getirenler, yani zahiri mün’imler (nimet verenler) olan anne babamız, öğretmenlerimiz, rızkımızın vesilesi olanlar, bizi asıl Mün’im-i Hakikî’den (gerçek nimet verenden) uzaklaştırmamalıdır.

“Bir padişahın kıymetdar bir hediyesini sana getiren bir miskin adamın ayağını öpüp, hediye sahibini tanımamak ne derece belâhet ise, öyle de; zahirî mün’imleri medih ve muhabbet edip, Mün’im-i Hakikî’yi unutmak; ondan bin derece daha belâhettir.” Bu söz, bize nankörlüğün ve gafletin en tehlikeli halini gösterir. Bir hediyeyi getiren elden ziyade, hediyeyi asıl vereni, yani Allah’ı tanımak ve ona şükretmek gerekir.

Özetle, dosdoğru bir hayat yaşamak, sadece ahlaki bir erdem değil, aynı zamanda kâinatın eşsiz dengesini ve yaratıcının sonsuz kudretini idrak etmektir. Bir damla sudan bir insan yaratılmasını, pirincin ve karpuzun zıtlıklardaki mucizesini gören bir akıl, nimetleri getirene değil, asıl verene yönelmelidir. İşte bu idrak, bizi “belâhet” denilen gafletten kurtarır ve doğru bir yolda yürümemizi sağlar.

Makale Özeti
Bu makale, dört farklı metinden hareketle dosdoğru bir yaşamın hikmetli ve manevi temellerini inceler.

İlk olarak, “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” ayetini esas alarak, bu emrin sadece ahlaki bir duruş değil, aynı zamanda kâinatı anlama ve yorumlama biçimi olduğunu belirtir.

Ardından, “Bir şeyden her şey yapar, hem her şeyden bir tek şey yapar” sözüyle, yaratılıştaki kudretin ve hikmetin derinliğini ele alır.

Pirinç ve karpuz örnekleriyle, “sulamada yetişen pirincin kuru kalması ve kuru toprakta yetişen karpuzun sulu olması” mucizesi üzerinden, doğadaki zıtlıkların bile bir Yaratıcı’nın varlığına delil olduğunu anlatır.

Son olarak, “Mün’im-i Hakikî’yi unutmanın belâhet olduğu” sözüyle, nimetleri verenin asıl kaynağını tanımamanın büyük bir gaflet olduğunu ifade eder.

Makale, bu dört ana fikri bir araya getirerek, dosdoğru bir hayatın, kâinatı okuyarak ve nimetlerin asıl sahibini tanıyarak mümkün olabileceğini ortaya koyar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Zulmün Karanlığına Karşı Vicdanın Aydınlığı: Gazze ve Sumud Filosunun Mesajı

Zulmün Karanlığına Karşı Vicdanın Aydınlığı: Gazze ve Sumud Filosunun Mesajı

“Şu testisi su yolunda kırılırmış. Belasını arayan da belasını bulurmuş.”
Gazze’de çocukları, kadınları ve sağlık çalışanlarını hedef aldığı bilinen İsrailli keskin nişancı Metan Yanas’ın, bombalı tuzakla öldürülmesi, zulmün kendi tuzağına düşeceğinin çarpıcı bir göstergesidir. Zira tarihin hakikatli şahitliği şudur: Zulüm ile abat olunmaz, zulümde ısrar edenler kendi zulümlerinde boğulurlar.

İsrail’in Bitmeyen Zulmü

Gazze’de binalar bombalanıyor, çocuklar yetim, kadınlar dul, şehirler harabeye dönüyor. Yüksek binaların vurulacağına dair “önceden yapılan tahliye uyarısı” bir insani hassasiyet değil, aksine zulmün bürokratik bir kılıfıdır. İnsanı insan yapan değerler çiğneniyor, mazlumların ahı gök kubbeyi sarsıyor.

Kur’an, “Zulmedenler yakında nasıl bir inkılapla devrileceklerini göreceklerdir” (Şuarâ, 227) diyerek tarihin akışında zulmün asla baki kalamayacağını bildiriyor.

Küresel Vicdanın Uyanışı

Tam bu sırada, Barselona’dan yola çıkan Küresel Sumud Filosu, denizlere yeni bir umut ve direniş iradesi taşıyor. “Bu gemiye binenlerin hiçbiri geri dönmeyi düşünmüyor” diyen gönüllüler, sadece Gazze’ye yardım götürmüyor; insanlığın ortak vicdanını da yeniden harekete geçiriyor.

İtalya liman işçilerinin, “Eğer gemilere dokunulursa limanları kapatırız” çıkışı, zulmün karşısında ekonomik bir silah olarak vicdanın gücünü ortaya koyuyor. İtalya’da Başbakan Giorgia Meloni’nin bile filosuna katılan vatandaşlarının güvenliğini temin için adım atması, 44 ülkeden destek bulması, Filistin meselesinin artık sadece bölgesel değil küresel bir adalet mücadelesine dönüştüğünü gösteriyor.

Roma’dan Pisa’ya, Milano’dan Bari’ye kadar meydanlara taşan kalabalıklar, “Hepimiz Filistinliyiz” sloganıyla zulmün karşısında insanlığın birleşebildiğini ilan ediyor.

Zulmün Maskesizliği ve Çaresizliği

Netanyahu’nun Gazze’deki soykırımın suçlusu olarak Mısır’ı işaret etmesi, zulmün akıl dışı, ahlak dışı ve çaresiz bir noktaya geldiğini gösteriyor. İsrail’in nokta atışı suikastlar için İran’daki güvenlik ağlarına dahi sızarak kullanması, zulmün sadece askeri değil, aynı zamanda ahlaki bir çöküş yaşadığını gözler önüne seriyor.

Şehitlerin Çığlığı ve Ezanın Vicdana Dokunuşu

İsrail’in katlettiği Amerikalı Türk aktivist Ayşenur’un babasının “Dünya kızım kadar cesur olamadı” sözleri, insanlığın utanç vesikasıdır. Ancak aynı zamanda, bir kişinin cesurca direnişiyle dünyayı sarsabileceğinin de işaretidir.

İtalya’daki Sumud Filosu eğitiminde bir kilise salonunda okunan ezan ise farklı inançlardan insanların gözyaşlarını birleştirdi. Bu an, İslam’ın çağrısının sadece minarelerde değil, kalplerde yankı bulduğunu, zulmün duvarlarını aştığını gösterdi.

Sonuç: Zulmün Sonu, Direnişin Zaferi

Gazze’de yıkılan evlerin, kanlar içindeki çocukların görüntüsü, bize kıyamet sahnelerini hatırlatıyor. Ama aynı zamanda Sumud Filosunun dalgalarla yazdığı mesaj, insanlığa şunu hatırlatıyor:

Zulüm baki değildir.

Mazlumun duası, zalimin planlarını bozar.

Vicdanlar birleşirse, karanlık ne kadar derin olursa olsun bir gün mutlaka dağılır.

Bediüzzaman Said Nursî’nin dediği gibi:
“Zalimler için yaşasın cehennem!”

Bugün Gazze’de zulüm devam ediyor olabilir. Fakat her vicdanlı ses, her cesur adım, her dua ve her destek dalgası, zalimin karanlık gemisini batıracak; mazlumun sabır ve direnişini zafer sahiline ulaştıracaktır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Hayatın Yolu Ölümden Geçer: Tabiat ve İnsanî Mertebe Üzerine Hikmetli Bir Tefekkür

Hayatın Yolu Ölümden Geçer: Tabiat ve İnsanî Mertebe Üzerine Hikmetli Bir Tefekkür

Hayat, varoluşun en temel gerçeğidir; ancak hayatın gerçek anlamını kavramak için ölümün kaçınılmazlığını anlamak gerekir. Çünkü hayat, her zaman bir dönüşüm içindedir ve ölüm, bu dönüşümün temel basamağıdır. Tıpkı bir tohumun toprağa gömülüp çürümeden filizlenememesi gibi, yaşam da ancak ölümle bir anlam kazanır.

  1. İlahi Mucize: Ölüm ve Yeniden Doğuş

Hayat bize hayatın ve ölümün birbirine ne kadar bağlı olduğunu öğretir. Kış mevsiminin soğuk ve karlı günlerinde toprağa gömülen bir tohum, soğuk ve karın içinde adeta ölüme terk edilir. Ancak bu ölüm, baharın ilk ışıklarıyla birlikte hayatın kapılarını açar; tohum filizlenir, kök salar, yaprak ve çiçek verir. Aynı şekilde, gübreye karışan bitki artıkları, ölü bedenleriyle toprağa karışarak toprağın verimliliğini artırır ve yeni bir hayatın doğmasına vesile olur.

Burada ortaya çıkan hikmet şudur: Ölüm, yok oluş değil, hayatın daha yüksek bir mertebeye geçişidir. Tohum, karın ve gübrenin ölümüne rağmen baharda hayat bulur; her ölüm, yeni bir hayatın tohumunu taşır.

  1. Hayvan ve İnsan: Mertebeler Arası Bağ

Tabiattaki bitki ve hayvanlar arasındaki ilişki, insanın varoluşuna dair derin bir hikmet taşır. Bitkiler hayvanlar tarafından tüketildiğinde, onların bedeninde bir tür “ölüm süreci” yaşar; bu ölüm, hayvanın yaşamına ve beslenmesine dönüşür. İnsan ise hayvanı tüketerek, onun enerjisini ve hayatını kendi insaniyet mertebesine yükseltir.

Bu ilişki, insanın sorumluluk ve şükran bilincini doğurur. Hayvanın ölümünden ve bitkinin yok oluşundan sağlanan enerji, insanın aklı, ruhu ve vicdanıyla bir anlam kazanır. Hayatın sadece var olmakla değil, yaratılmış olanı doğru değerlendirmek ve ondan hikmet almakla değerli olduğu anlaşılır.

  1. Ölümün Hikmetî ve İbretli Yüzü

Ölüm, hem tabiatta hem de insan hayatında bir geçiştir. Tohum, hayvan ve insan arasındaki bu zincir, ölümün aslında bir mahiyet değiştirme ve olgunlaşma süreci olduğunu gösterir. Kışın soğuk toprağında ölen tohum, baharda çiçek açarak insanlara güzellik ve nimet verir. Hayvanın midesinde ölümle beslenen insan, hem beden hem ruh açısından olgunlaşır.

Bu durum bize şunu öğretir:

Ölüm bir kayıp değildir; hayatın daha yüksek bir mertebeye taşınmasıdır.

Her ölüm, bir hikmet ve ibret taşır.

İnsan, yaratılış zincirinde hem bir tüketici hem de sorumluluk sahibi olarak, ölenin hayatını bilinçle ve şükürle kullanmalıdır.

  1. Sonuç: Hayat ve Ölüm Arasındaki Dengede İnsan

Hayat, ancak ölümle anlam kazanır; varlık, yoklukla bütünleşir. Tohumun toprağa gömülmesi, bitkinin ve hayvanın insan için hayat kaynağı olması, bize şunu hatırlatır: Hayatın yolu ölümden geçer. İnsan, bu farkındalıkla yaşadığında hem tabiatla uyumlu olur hem de ruhî olgunluğa ulaşır.

Öyleyse, her ölümde bir hikmet aramak, her kayıpta bir hayat tohumu görmek ve her hayat anında şükretmek gerekir. Çünkü hayatın kendisi, ölümle yoğrulmuş bir mucizedir; her nefeste, her tohumda ve her canlıda, bize insan olmanın ve hikmetle yaşamanın sırlarını fısıldar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Terörü Besleyen Zihniyet ve Mazlumların Direnişi: Gazze Örneği

Terörü Besleyen Zihniyet ve Mazlumların Direnişi: Gazze Örneği

Dünya sahnesinde yaşanan olaylar, terörün ve işgallerin ardındaki zihniyetleri gözler önüne sermektedir. ABD ve İsrail’in politikaları, bölgedeki mazlum halklara karşı yürütülen planlı saldırılar ve vekâlet savaşları, sadece fizikî değil, zihnî ve psikolojik bir kuşatma niteliğindedir. CENTCOM Komutanı Brad Cooper’ın PKK/YPG/SDG lideri “Mazlum Kobani” ile Suriye’deki görüşmesi, terör örgütlerine uluslararası destek sağlama pratiğinin en somut örneklerinden biridir. Bu tür iş birlikleri, sahada masum halkın acısını derinleştirirken, barışın önündeki en büyük engellerden biri olarak ortaya çıkmaktadır.

  1. Terörü Besleyen Küresel Ortaklık

Terör baronları ve onların uluslararası destekçileri, çatışmaları uzatmak ve politik kazanımlar sağlamak amacıyla stratejik hamleler yapmaktadır. ABD’nin ve Batılı güçlerin insani yardım ve barış çağrılarını görmezden gelmesi, tarafsızlık maskesi altında yürütülen bir manipülasyon ve siyasî çıkar planıdır.

Sumud Filosu’nun Gazze’ye ulaşma girişimleri, bu manipülasyonlara karşı insanî vicdanın verdiği güçlü bir cevaptır. Filo gönüllülerinin söylediği gibi, “İnsani yardımın en temel ilkesi ayrım gözetmeden tüm insanların onurunu ve yaşam hakkını korumaktır.” İşte tam da bu bilinç, küresel politikanın adaletsizliğine karşı bir direnç ve vicdanın sesi olarak öne çıkmaktadır.

  1. İşgal ve Direniş: Gazze’de İnsanlık Mücadelesi

İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırıları, özellikle Müşteha Kulesi gibi sivil alanları hedef alması, insanlığa karşı işlenen suçların somut örneklerindendir. Abluka altında yaşayan binlerce mazlum, günlük yaşamlarını sürdürmekte zorlanırken, işgalci güçler savaş stratejilerini masum insanların üzerinde uygulamaktadır. Bu durum, terör ve şiddetin sadece askerî değil, psikolojik ve toplumsal boyutlarını da gözler önüne sermektedir.

Direnişin gücü, mücahidlerin yarı otomatik lazer güdümlü tanksavar füzeleri ve makineli tüfeklerle İsrail ordusuna karşı geliştirdiği yeni savunma stratejilerinde kendini göstermektedir. Bu silahlar ve yeraltı tünelleri, Gazze halkının özgürlük ve varoluş mücadelesinin sembolleridir. Mazlum halk, kendi yaşam alanlarını korumak ve adaletsizliğe karşı direnmek için stratejik ve fedakâr bir direniş sergilemektedir.

  1. Zihniyetin İflası ve Vicdanın Gücü

Batının “hümanizm” söylemleri, pratikte çökmüş ve yerini çıkar ilişkilerine bırakmıştır. ABD ve İsrail’in politikaları, savaşın uzamasına ve sivillerin acılarının derinleşmesine yol açmaktadır. Ancak bu politikalar, küresel vicdanın ve insani yardım hareketlerinin önünü kesememektedir.

Sumud Filosu ve bölgedeki gönüllülerin çabaları, insanlığın adalet ve vicdan ile direndiğinin en önemli göstergesidir. Fransız aktivist Mahe’nin ifadesiyle, sahip olunan imkânları mazlumlar için kullanmak, gerçek insanî bilincin tezahürüdür. İnsanlık, ancak bu tür fedakâr ve bilinçli duruşlarla terör ve zulme karşı ayakta kalabilir.

  1. Geleceğe Dair Hikmetli Dersler

İsrail’in işgali ve ABD’nin vekâlet savaşları, tarihin tekerrür eden bir oyununu hatırlatmaktadır: Güç, her zaman haklıyı korumaz; mazlumun direnişi, çoğu zaman yeryüzünde gerçek adaletin teminatıdır.

Terörü besleyen zihniyet, güç ve çıkar ilişkileri üzerine kuruludur.

Mazlumun direnişi, sadece silah gücüyle değil, vicdan ve fedakârlıkla da mümkündür.

İnsanî yardım ve dayanışma, zulmün karşısında en etkili siperlerden biridir.

Gazze’deki direniş, hem günümüz hem de gelecek nesiller için bir ibret ve ders niteliğindedir. İnsanlık, ancak adalet, vicdan ve fedakârlıkla varlığını sürdürebilir; zulüm ve işgal zihniyetleri ise eninde sonunda iflas edecektir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Dağın Gölgesi, Şehrin Aynası

Dağın Gölgesi, Şehrin Aynası

Eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu daha çok dağdaki eşkıya ile mücadele etti.
Dağdaki kanalizasyonu patlattı.
Kokusu çok farklı yerlerden çıkmaya başladı.

Şimdiki İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya ise; daha çok içerideki eşkıya ve eşkıya kılıklı sahtekarlarla  mücadele etti.

İçerideki kanalizasyonlari patlattı.
Kokusu ise içeri ve dışarı her yerden çıkmaya başladı.

Ancak meğer ne kadar da çok pislik varmış.
Dağın pislikleri bile biterken, içerideki pislikler bir türlü bitmiyor.

Demek ki dağ şehirden besleniyormuş.

*****

Tarih bize gösteriyor ki, devletlerin ve milletlerin asıl imtihanı yalnızca dışarıdan gelen saldırılarla değil, içeriden sızan ve kök salan çürüme ile olur. Dışarıdaki eşkıya, dağ başında kurşun sıkar; içerideki eşkıya ise şehrin ortasında kalplere ve vicdanlara kurşun sıkar.

Bir dönem, dağdaki eşkıya milletin huzurunu kaçırıyor, yolu kesiyor, köyü basıyor, masum canlara kıyıyordu. O vakit devlet, bütün kudretiyle dağlara yöneldi. Dumanlı tepelerde, mağaralarda, kar kış demeden mücadelesini verdi.
Ve neticede, dağın kanalizasyonu patladı; dağ başındaki zulüm ve fitne söndürüldü.

Fakat bu defa başka bir hakikat çıktı ortaya:
Dağdaki eşkıyayı besleyen damarlar, şehrin içindeymiş.
Dağın gölgesi şehirden doğuyormuş.
Şehir temizlenmeyince dağ temiz kalsa da yeni eşkıyalar türemeye devam ediyormuş.

Bugün, içerideki eşkıya ile mücadele başladı. Bu kez kurşun değil, sahte imzalar, kirli hesaplar, ikiyüzlü maskeler devrede. Bürokrasiye çöreklenenler, ticaretin içine sızanlar, adalet terazisini eğip bükenler, şehri bir ağ gibi sarmış. İşte şimdi içerideki kanalizasyon patlıyor.
Fakat görülüyor ki, şehirdeki pislik dağdakinden daha inatçı, daha derin köklü.

Buradan alınacak ders çok büyüktür:
Bir milletin düşmanı yalnızca hudutlarının dışında değildir. Asıl düşman, içeride adaletin çürümesine göz yuman, haksızlığa ses çıkarmayan, çıkar uğruna hakikati eğip büken, dost görünümlü münafıklardır.

Dağdaki eşkıyaya mermi yeter; içeridekine ise ilim, adalet ve basiret gerekir.
Dağdaki mağara bombayla kapanır; şehirdeki karanlık ise ancak hakkaniyet güneşiyle dağılır.

Bugün anlaşılıyor ki, dağ şehirden beslenmiştir.
Şehir temiz olsaydı, dağda eşkıya barınamazdı.
O halde asıl vazife, önce şehri temizlemektir. Çünkü şehir nizam buldu mu, dağ kendiliğinden susar.

Tarih bize gösteriyor: Adalet terazisi eğildiği gün, dağ başında kurşun patlar.
Fakat adalet dosdoğru durduğu vakit, dağın da şehrin de huzuru temin olur.

📌 Sonuç:
Dışarıdaki fitneye karşı tedbir almak kadar, içerideki pası ve kiri temizlemek de bir devlet ve millet için elzemdir. Çünkü en büyük zafer, önce içerdeki eşkıyaya karşı kazanılır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




İlahi Hikmet ve Semavî Musibetler: Kıssalardan Günümüze Dersler

İlahi Hikmet ve Semavî Musibetler: Kıssalardan Günümüze Dersler

Allah kâinatı hikmetle çeviriyor.
Meşieti İlahiye asıldır.
İnsanların iradelerini ellerinden almıyor.
Kötüleri hemen cezalandırmıyor.
Eğer her kötülük yapanı anında cezalandırsaydı imtihanın sırrı ortadan kalkardı.
Umumi beka ve fitnelerde mazlumlarda musibete düşüyor.
Ancak bununla beraber Fil olayı gibi ve siyah bulutların gök yüzünde helak sebebi olması gibi veya gök yüzünden taşların yağması gibi bazı musibetler zahir oluyor.
Ancak yine de insanlar tam uyanmıyor ve zamanla da bunu unutuyorlar.

İşte günümüzde başta ABD’nin başına gelen semavi ve arzî musibetlerden ders çıkarmayıp dünyanın her yerinde terör estiriyor.
Bunlardan ders çıkarmıyorlar.
İsraile Fil olayı gibi bir bela zahir bir şekilde neden gelmesin?
Gelse bile gerek onlar ve gerekse ortakları mutlaka bir bahane bulup ders çıkarmayacaklardır.

Konuyu biraz daha açacak olursak;

****

“Eğer Allah insanları zulümleri sebebiyle hemen cezalandırsaydı, yerin üzerinde kıpırdayan hiçbir canlı varlık bırakmaz hepsini yok ederdi; fakat onları belli bir süreye kadar ertelemektedir. Süreleri dolduğu zaman artık onu ne bir an geciktirebilirler, ne de bir an öne alabilirler.” (Nahl, 61)

İlahi takdir ve meşîet, kâinatın işleyişinde en büyük esastır. Cenâb-ı Hak, bütün mahlûkatı hikmetle çevirir; her şeyi belli bir ölçü ve dengeyle yürütür. İnsanlara ise imtihan sırrı gereği cüz’î irade verilmiştir. Bu irade ellerinden alınmamış, hayır ve şerri seçmekte serbest bırakılmışlardır.

Eğer her kötülük yapan anında helâk edilseydi, ne imtihanın sırrı kalırdı, ne de özgür iradenin bir anlamı olurdu. İşte bundan dolayıdır ki zalimler, fasıklar, isyankârlar hemen cezalandırılmıyor; mühlet verilerek hakikatin tecellisi erteleniyor.

Kur’an Kıssaları: İlahi Adaletin Misalleri

Kur’an-ı Kerim’de geçmiş kavimlerin kıssaları bu hakikati gösteren en büyük delillerdir.

Fil Olayı: “Rabbinin fil sahiplerine ne yaptığını görmedin mi?” (Fil, 1). Kâbe’yi yıkmaya azmeden Ebrehe ordusu, gökten gönderilen taşlarla helâk edildi. Burada ilahi ikaz, zahir bir musibet şeklinde gerçekleşti.

Âd ve Semûd Kavimleri: “Âd’a da Semûd’a da azap açıkça geldi.” (Furkan, 38). Onlar da peygamberlerine isyanın cezasını semavî ve arzî musibetlerle gördüler.

Lût Kavmi: “Üzerlerine balçıktan pişirilmiş taşlar yağdırdık.” (Zâriyât, 33-34). Azgınlıklarının neticesi taş yağmuruyla helâk edildiler.

Bu kıssalar bize gösteriyor ki, zaman zaman Allah zulmü ve tuğyanı açık musibetlerle cezalandırır. Ancak bu, sürekli bir sünnet değildir; hikmete bağlı olarak belli dönemlerde tecelli eder.

Günümüz Dünyasına Bakan Yönü

Bugün de semavî ve arzî musibetler dünyayı sarsmaktadır. Depremler, seller, kasırgalar, kuraklıklar, salgınlar… İnsanlık bunlardan ders almadıkça, zulüm ve tuğyanla yeryüzünü ifsad ettikçe bu musibetlerin manevî ikaz olduğu unutulmamalıdır.

Özellikle güç ve kudretine güvenen devletler —başta Amerika ve onunla ittifak edenler—, dünyayı kan ve gözyaşıyla doldurmakta, mazlumları ezmektedir. Tarihte Ebrehe’nin ordusuna gelen musibet, nasıl zahir ve ibretli bir ikaz olduysa; bugün de zalimler için benzeri ikazların gelmesi mümkündür.
Ancak “Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları âyetlerimi anlamaktan uzaklaştıracağım. Çünkü onlar her ne mûcize görseler, ona inanmazlar. Doğru yolu görseler, onu yol edinmezler. Buna karşılık azgınlık ve taşkınlık yolunu görseler hemen onu uyulacak yol olarak benimserler. Bunun sebebi, onların âyetlerimizi yalanlamaları ve bunları anlamaktan büsbütün uzak durmalarıdır.” (A’râf, 146) sırrınca, çoğu zaman insanlar ders almaz, unutur ve yine zulümlerine devam ederler.

Hikmetli Bir Hatırlatma

İmtihan sırrı gereği Allah zalimleri mühletle bırakır, hemen cezalandırmaz. Ama mühlet, ihmal demek değildir. Kur’an bu hakikati şöyle ifade eder:

“ (Zalimler) İnkâr edenler, sakın kendilerine mühlet vermemizin haklarında hayırlı olduğunu sanmasınlar. Biz onlara, ancak günahları daha da artsın diye mühlet veriyoruz. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır.” (Âl-i İmrân, 178)

Demek ki mühlet, ilahi adaletin ertelenmesidir. Vakti geldiğinde ise hakikat tecelli eder, zulüm payidar olmaz.

Sonuç: İbret Alan Kurtulur

Geçmişte helâk edilen kavimler, günümüzde de zalim güçler için ibret levhasıdır. İnsanlık bunlardan ders almadıkça, tarih tekerrür eder.

İnsanlık zulmü bırakmazsa musibetler artar.

Mazlumlara sabır, zalimlere ise mühlet vardır.

İlahi adaletin tecellisi mutlaktır; zamanını yalnız Allah bilir.

Bugün Fil suresini okuyup geçmişteki ibreti sadece tarihi bir hadise gibi görmek yerine, onun günümüz zalimlerine de işaret ettiğini anlamak gerekir. Çünkü Kur’an kıssaları birer ibret aynasıdır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




İnsanın Dört Temel Meselesi: Aşk, Terbiye, Ahlak ve Hayatın Amacı

İnsanın Dört Temel Meselesi: Aşk, Terbiye, Ahlak ve Hayatın Amacı
Dünya ve Dinin Kesişimi

> “Biz dini severiz. Dünyayı da yine din için severiz. ‘Dinsiz dünyada hayır yoktur.'”
>
Bu söz, dinin hayatın her alanından ayrı tutulması gerektiğini savunan modern görüşün aksine, dinin hayatın tam merkezinde olması gerektiğini savunur. Din, sadece ibadetten ibaret bir olgu değil, aynı zamanda hayatın tamamına yön veren bir değerler bütünüdür. Tarihte, dinin yol göstericiliğinde kurulan medeniyetler, bilimde, sanatta ve ahlakta büyük ilerlemeler kaydetmiştir. Ancak dinin hayattan çekildiği toplumlar, genellikle bir kaosa ve anlamsızlık boşluğuna düşmüştür.
“Dinsiz dünyada hayır yoktur” sözü, bu gerçeği çarpıcı bir şekilde ifade eder. Hayır, yani iyilik, adalet ve fayda; ancak manevi bir temel üzerine inşa edilebilir. Eğer dünya, sadece geçici menfaatler ve şahsi çıkarlar için yaşanıyorsa, bu durum bencil ve yıkıcı bir rekabeti beraberinde getirir. İnsan, dinin getirdiği ahlaki değerler olmadan, başkalarının hakkına riayet etmez, dürüstlükten uzaklaşır ve toplumsal düzen bozulur. Bu yüzden, dünyayı din için sevmek, onu bir amaç değil, daha yüce bir amaca, yani Allah’ın rızasına ve insanın ebedi hayatına hizmet eden bir araç olarak görmektir. Bu bakış açısı, dünyayı hor görmek değil, aksine onu daha anlamlı, daha değerli ve daha bereketli bir hale getirmektir.

Terbiyenin Kaynağı ve Şükür Bilinci

> “Sizin terbiyeniz Rabbinizin elinde olduğundan, daima ona muhtaçsınız. Ve terbiyenize lazım olan bütün levazımatı veren odur. Onun o nimetlerine şükür lazımdır.”
>
İnsanın en temel ihtiyaçlarından biri terbiye, yani kendini geliştirme ve olgunlaştırma çabasıdır. Modern psikoloji ve eğitim bilimleri, insanın doğuştan getirdiği potansiyelin geliştirilmesi gerektiğini söyler. Ancak bu terbiye sürecinin asıl kaynağı nedir? Bu söz, terbiyenin nihai kaynağının Rab olduğunu, yani her şeyin sahibi ve yöneticisi olan Allah olduğunu anlatır.
İnsan, sadece bedeni ihtiyaçlarını karşılamakla kalmaz; aynı zamanda zihni, duygusal ve ruhi olarak da beslenmeye ihtiyaç duyar. İlim, akıl, his ve irade gibi tüm manevi “levazımatlar” (gereçler), insana Allah tarafından verilmiştir. Bu nedenle, insan daima Allah’a muhtaçtır. Bu muhtaçlık, bir zillet veya acizlik değil, aksine insana güç veren bir bağdır. Çünkü insan, terbiye ve gelişimini, kendi gücüne değil, sınırsız bir kudretin rehberliğine bırakır. Bu durum, insanı şükretmeye sevk eder. Aldığı her nefese, öğrendiği her bilgiye ve yaşadığı her olgunlaşmaya şükretmek, onun manevi hayatını zenginleştirir ve onu daha iyi bir insan yapar.

Kalbi Esaretten Kurtarmak: Kelime-i Tevhid’in Gücü

> “Kelime-i Tevhid’in tekrar ile zikrine devam etmek, kalbi pek çok şeylerle bağlayan bağları, ipleri kırmak içindir. Ve nefsin tapacak derecede sanem ittihaz ettiği mahbublardan yüzünü çevirmektir.”
>
İnsan, çoğu zaman farkında olmadan kalbini sayısız şeye bağlar. Para, şöhret, statü, hatta bir insan… Bunlar, ilk başta masum görünebilir. Ancak bu bağlar, zamanla kalbi bir esarete sürükler ve onu “sanem”, yani put haline getirir. Kalbi bu putlara bağlamak, bir insanın kendini ve özgürlüğünü kaybetmesidir.
“Lâ ilâhe illallah” kelimesi, yani Kelime-i Tevhid, bu putları birer birer yıkmak için bir ilahi anahtardır. Bu kelimeyi tekrar etmek, sadece bir dil alıştırması değil, aynı zamanda kalbin derinliklerinde bir temizlik hareketidir. Bu temizlik, insanın kalbini bağlayan dünyevi “ipleri” ve “bağları” tek tek keser. Bu, bir insandan para kazanmaktan vazgeçmesini istemek değildir; aksine, paraya tapmaktan, onu hayatın tek amacı haline getirmekten vazgeçmesini istemektir. Bir insana olan sevgiyi reddetmek değil, o sevginin putlaşmasını engellemektir. Kelime-i Tevhid, insanın kalbini özgürleştirerek, onu sadece ve sadece her şeyin yaratıcısına bağlar ve böylece ona gerçek bir huzur ve bağımsızlık kazandırır.

Günahların Yedi Büyük Kökü ve Toplumsal Yıkım

> “Kebâir çoktur, fakat ekber-ül kebâir ve mubikat-ı seb’a tabir edilen günahlar yedidir: ‘Katil, zina, şarab, ukuk-u vâlideyn (yani kat-ı sıla-yı rahm), kumar, yalancı şahadetlik, dine zarar verecek bid’alara tarafdar olmak’tır.”
>
Tarihin en büyük yıkımları, genellikle toplumların ahlaki çöküşüyle başlar. Bu çöküşler ise, bireylerin işlediği günahların birikimiyle meydana gelir. Bu söz, toplumsal düzeni ve ahlakı en çok bozan yedi büyük günahı (mubikat-ı seb’a) listeler. Bu günahlar, sadece kişisel bir hata değil, aynı zamanda toplumu derinden etkileyen ve çürüten birer zehirdir.
Katil, bir canı yok etmekle, toplumun en temel değeri olan yaşam hakkını ortadan kaldırır. Zina ve şarap, aile kurumunu ve toplumsal ahlakı yozlaştırır. Ukuk-u vâlideyn, yani anne babaya isyan, aile bağlarını zayıflatarak toplumsal birliği bozar. Kumar, kolay yoldan kazanç hırsını teşvik ederek toplumsal güveni sarsar. Yalancı şahitlik, adaletin temeli olan güveni yok eder.
Son olarak, dine zarar veren bid’atlara (dine sonradan katılan yanlış uygulamalar) taraftar olmak, dinin saflığını bozarak inancın temelini sarsar. Bu yedi günah, tarihte nice medeniyetlerin sonunu getirmiş ve toplumsal düzeni yıkmıştır. Bu yüzden, bu büyük günahlardan kaçınmak, sadece kişisel bir sorumluluk değil, aynı zamanda toplumsal bir görevdir.

Makale Özeti
Bu makale, dört farklı başlık altında, insan hayatının temel sorunlarına ve çözüm yollarına değinmektedir.
İlk olarak, dinin hayatın her alanını kapsadığını ve dinsiz bir dünyanın hayırdan yoksun olacağını anlatır. İkinci olarak, insanın terbiye ve gelişiminin kaynağının Rab olduğunu ve bu nimetlere şükretmenin önemini belirtir. Üçüncü olarak, Kelime-i Tevhid’in kalbi dünyevi bağımlılıklardan kurtaran bir anahtar olduğunu anlatır.
Son olarak, toplumu yıkan yedi büyük günahı listeler ve bu günahlardan kaçınmanın sadece kişisel bir sorumluluk değil, aynı zamanda toplumsal bir görev olduğunu ifade eder.
Bu dört ana fikir, birbiriyle bütünlük içerisinde, insanın manevi yaşamına yön veren temel prensipler üzerine düşündürücü bir perspektif sunar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Hakikatin Peşinde: Aşk, Ölüm, İlim ve Dindarlık

Hakikatin Peşinde: Aşk, Ölüm, İlim ve Dindarlık

Muhabbetin Kaynağı ve Kâinatın Anlamı
> “Bir insan en evvel muhabbetini Allah’a verirse, onun muhabbeti dolayısıyla Allah’ın sevdiği her şeyi sever.”
>
İnsan fıtratı, sevgi üzerine kurulmuştur. Doğduğumuz andan itibaren ailemizi, arkadaşlarımızı, sahip olduğumuz eşyaları ve tabiatı severiz. Ancak bu sevgiler, çoğu zaman bir heves gibi gelip geçer veya bir çıkar ilişkisine dönüşebilir. Kalbimiz, ne kadar çok sevgi biriktirirse biriktirsin, sürekli yeni bir şeyler arar ve tatminsiz kalır. Bu durumun en temel nedeni, sevginin asıl kaynağını bulamamış olmamızdır.
Bu hikmetli söz, sevginin asıl merkezini işaret ediyor: Allah’a duyulan muhabbet. Bir insan, kalbini öncelikle Yaratıcısına bağlarsa, bu sevgi, kâinattaki her şeyi kapsayan bir sevgiye dönüşür. Tıpkı bir ağacın, köklerinden beslenerek tüm dallarını ve meyvelerini beslemesi gibi, Allah’a duyulan sevgi de kalbi besler ve o kalp, Allah’ın yarattığı her şeye merhametle ve hayranlıkla bakar. Bir peygamberin merhametini, bir bilgenin ilmini, bir çiçeğin güzelliğini sevmek, aslında Allah’ın tecellilerini sevmektir. Böyle bir insan, dünyada yalnız kalmaz, çünkü her şeyde sevginin bir yansımasını bulur. Onun için acı da bir tecelli, güzellik de bir tecellidir. Bu sevgi, kalbi daraltmaz; aksine onu genişleterek, her şeyi kucaklamasına izin verir.

Ölümün Hakikati ve Genç-Yaşlı Ayrımı

> “Ecel gizlidir; her vakit ölüm, başını kesmek için gelebiliyor. Ve genç ihtiyar farkı yoktur.”
>
İnsanoğlu, zamanın bir illüzyon olduğunu ve ölümün kaçınılmaz bir son olduğunu bilmesine rağmen, genellikle onu bir şekilde erteler veya unutur. Yaşlılık, genellikle ölümle ilişkilendirilirken, gençlik sanki ölümsüzlükle eşdeğer tutulur. Tarihte nice güçlü imparatorlar, genç yaşta vefat eden nice dâhiler ve umut dolu askerler vardır. Bu durum, bize zamanın ve ölümün, gençlik veya yaşlılık ayrımı yapmadığını hatırlatır. Ölüm, her an kapımızı çalabilir ve buna hazırlıklı olmak, hayatın en büyük hikmetlerinden biridir.
Bu söz, bizi ölümün gizemli ve aniden gelen doğası üzerine düşünmeye davet ediyor.

Ölüm, “her vakit başını kesmek için gelebiliyor” diyerek, onu bir düşman gibi değil, aksine hayatın her anında mevcut olan bir gerçeklik olarak tasvir ediyor. Bu, karamsarlığa kapılmak anlamına gelmez; aksine, hayatın her anını daha bilinçli, daha değerli ve daha anlamlı yaşamaya teşvik eder. Eğer ölüm her an gelebilirse, bugünü ertelememek, sevdiklerimize olan sevgimizi yarınlara bırakmamak ve iyi amelleri yarına saklamamak gerekir. Bu yüzden, genç veya yaşlı olmak fark etmeksizin, hayatımızı bir misafir gibi yaşamalı ve ebedi hayata hazırlıklı olmalıyız.

Manevi Zenginlik ve Batı Medeniyeti

> “Acaba kendine müslüman diyen bir adam, dünyanın bir menfaati için, bir günde elli kelime Firengî lügatından taallüm ettiği halde; elli senede ve her günde elli defa tekrar ettiği Sübhanallah ve Elhamdülillah ve Lâ ilahe illallah ve Allahu Ekber gibi mukaddes kelimeleri öğrenmezse, elli defa hayvandan daha aşağı düşmez mi?”
>
Bu söz, modern çağın getirdiği maddiyatçı ve tüketimci yaşam tarzının, insanın manevi değerlerini nasıl arka plana ittiğini eleştiriyor. Günümüzde, insanlar yabancı bir dil öğrenmek, mesleki becerilerini geliştirmek veya dünyevi çıkarlar elde etmek için büyük bir çaba sarf ediyorlar. Bu çaba, takdire şayan olabilir. Ancak bu söz, bu çabanın bir dengeye oturması gerektiğini anlatıyor.
Eğer bir insan, sadece geçici dünya menfaatleri için çabalıyorsa, bu çabası ne kadar büyük olursa olsun, ruhsal açıdan bir kayıp yaşamaktadır. Sürekli tekrar edilen “Sübhanallah, Elhamdülillah, Lâ ilâhe illallah, Allahu Ekber” gibi kutsal kelimeler, sadece sözler değil; onlar, insanın ruhunu besleyen, kalbini arındıran ve onu yaratıcısına yaklaştıran manevi gıdalardır. Eğer insan, bu manevi gıdaları ihmal ederse, sadece maddi kazanımlarla yetinirse, o zaman bir hayvan gibi sadece yeme, içme ve üreme duygularıyla yaşayan bir varlığa dönüşmez mi? Bu söz, bizi, hayatın asıl amacının sadece maddi zenginlikler olmadığını ve manevi birikimin en büyük zenginlik olduğunu hatırlatıyor.

Dindarlık ve Sorumluluk Bilinci

> “Dindar bir adam; din muhabbeti için ‘Hak böyledir. Hakikat budur. Allah’ın emri böyledir’ der. Yoksa, Allah’ı kendi keyfine konuşturmaz. Hadsiz derecede haddinden tecavüz edip, Allah’ın taklidini yapıp, onun yerinde konuşmaz. ‘femen azlemü mimmen kezebelâllah’ düsturundan titrer.”
>
Gerçek dindarlık, sadece belli ibadetleri yerine getirmekten ibaret değildir. O, aynı zamanda büyük bir sorumluluk bilinci taşımaktır. Bu söz, bir dindarın sahip olması gereken en önemli ahlaki ilkeyi ortaya koyuyor: Allah adına konuşmamak.
Tarihte, dinin adını kullanarak kendi çıkarlarını meşrulaştıran, kendi keyiflerine göre fetvalar veren, insanları Allah adına korkutan nice sahte dindarlar ortaya çıkmıştır. Oysa gerçek dindar, Allah’ın emirlerini kendi keyfine göre yorumlamaz. O, sadece “Hak böyledir, Hakikat budur, Allah’ın emri böyledir” der ve bu konuda haddini bilerek, Allah’ın yerine konuşmaktan titrer. “Femen azlemü mimmen kezebe alâllah” yani “Allah’a iftira edenden daha zalim kim olabilir?” ayeti, bu sorumluluğun ne kadar büyük olduğunu gösterir. Gerçek dindarlık, Allah’a olan sevgi ve saygının bir yansıması olarak, O’nun adına konuşmaktan sakınmaktır. Bu, hem dindarın kendi nefsini terbiye etmesi hem de dini değerlerin toplum içinde yozlaşmasının önüne geçmek için hayati bir önem taşır.

Makale Özeti
Bu makale, dört farklı başlık altında, insanın manevi yaşamına dair temel konuları ele almaktadır. İlk olarak, sevginin asıl kaynağının Allah’a duyulan muhabbet olduğunu ve bu sevginin kâinattaki her şeyi kapsadığını anlatır.
İkinci olarak, ölümün genç ve yaşlı ayrımı yapmadığını, bu gerçeğin hayatı daha bilinçli yaşamaya teşvik ettiğini belirtir. Üçüncü olarak, dünyevi menfaatler için çaba sarf ederken manevi değerleri ihmal etmenin, insanı hayvani bir seviyeye düşürebileceğini anlatır.
Son olarak, gerçek dindarlığın, Allah’ın yerine konuşmak yerine, O’nun emirlerine sadık kalmakla mümkün olduğunu ifade eder.
Bu dört ana fikir, birbiriyle bütünlük içerisinde, kişiye hayatın anlamı, ölümün hakikati, manevi zenginlik ve gerçek dindarlık üzerine derin ve düşündürücü bir perspektif sunar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Terörü Besleyen Zihniyet ve CENTCOM’un Tartışmalı Ziyareti: Bölgesel Dinamikler ve Küresel Çıkarlar

translator

Double-click

Select to translate

 

Terörü Besleyen Zihniyet ve CENTCOM’un Tartışmalı Ziyareti: Bölgesel Dinamikler ve Küresel Çıkarlar

**Giriş**
Ortadoğu, tarih boyunca jeopolitik mücadelelerin merkezi olmuş, küresel güçlerin çıkar çatışmalarına sahne olmuştur. Bu açıdan, ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı (CENTCOM) Komutanı Amiral Brad Cooper’ın, Suriye’de PKK/YPG/SDG elebaşı “Mazlum Kobani” kod adlı Ferhat Abdi Şahin ile görüşmesi, bölgesel dinamikleri ve terörü besleyen zihniyetleri bir kez daha tartışmaya açmıştır. Bu ziyaret, hem Türkiye’nin ulusal güvenliği hem de Ortadoğu’daki istikrarsızlıkların arka planındaki küresel çıkarları sorgulayan bir olay olarak öne çıkmaktadır.

Aynı zamanda, Gazze’deki insani kriz, İsrail’in işgal politikaları ve Hamas’ın direnişi gibi bölgesel meseleler, terörü besleyen zihniyetlerin karmaşık yapısını gözler önüne sermektedir. Bu makale, Cooper’ın ziyareti, Gazze’deki durum ve terörü besleyen zihniyetlerin küresel bağlamını analiz ederek, bölgedeki aktörlerin rollerini ve niyetlerini ele alacaktır.

#### **CENTCOM’un Tartışmalı Ziyareti ve PKK/YPG/SDG ile İlişkiler**

ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı (CENTCOM), Ortadoğu’daki Amerikan askeri operasyonlarının koordinasyonundan sorumlu bir yapıdır. Amiral Brad Cooper, 8 Ağustos 2025’te CENTCOM komutanlığına atanmış ve bölgedeki stratejik operasyonları yönetmeye başlamıştır. Cooper’ın, PKK/YPG/SDG elebaşı Mazlum Kobani ile Suriye’de bir araya geldiği haberi, özellikle Türkiye açısından büyük bir tepki çekmiştir. PKK, Türkiye, ABD ve Avrupa Birliği tarafından terör örgütü olarak tanınırken, YPG ve SDG, ABD tarafından “IŞİD’e karşı mücadelede ortak” olarak görülmektedir. Ancak YPG’nin, PKK’nın Suriye kolu olduğu ve Mazlum Kobani’nin PKK ile organik bağları bulunduğu, Türkiye tarafından defalarca belirtilmiştir

**Ziyaretin Anlamı ve Tepkiler**:
Cooper’ın ziyareti, ABD’nin Suriye’deki 900’e yakın özel kuvvet askeriyle YPG/PKK’yı desteklemeye devam ettiğini göstermektedir. Türkiye, bu desteği, kendi ulusal güvenliğine tehdit olarak anlamakta ve ABD’nin “terörle mücadele” söyleminin samimiyetini sorgulamaktadır. X platformunda paylaşılan bir gönderide, “ABD : Korudu, kolladı, silah ve destek verdi, önünü açıp Şam’da tahta oturttu” ifadeleri, bu ziyarete yönelik öfkeyi ve ABD’nin çifte standartlı politikalarına duyulan tepkiyi yansıtmaktadır. Bu durum, terörü besleyen zihniyetin, küresel güçlerin stratejik çıkarları doğrultusunda şekillendiği görüşünü güçlendirmektedir.

**Terörü Besleyen Zihniyet**:
ABD’nin YPG/PKK’ya desteği, “IŞİD’le mücadele” gerekçesiyle meşrulaştırılmaya çalışılsa da, bu ilişki, bölgesel istikrarsızlığı derinleştirmektedir. PKK/YPG, Suriye’de özerk bir yapı kurma hedefiyle hareket ederken, bu durum Türkiye’nin sınır güvenliğini tehdit etmekte ve Suriye’nin toprak bütünlüğüne zarar vermektedir. ABD’nin bu desteği, terörü besleyen bir zihniyet olarak değerlendirilebilir; çünkü stratejik çıkarlar, ahlaki ve hukuki normların önüne geçmektedir. Cooper’ın ziyareti, bu politikanın bir devamı olarak görülmekte ve “terör baronları” ile “destekçileri” arasındaki bağları gözler önüne sermektedir.

#### **Gazze’deki İnsanlık Krizi ve İsrail’in Politikaları**

Gazze Şeridi, İsrail’in 7 Ekim 2023’ten bu yana devam eden saldırılarıyla bir insanlık dramına sahne olmaktadır. İsrail’in, Müşteha Kulesi’ni ve çevresindeki çadır alanlarını bombalaması, binlerce yerinden edilmiş Filistinlinin hayatını tehlikeye atmıştır. Bu saldırılar, “soykırım” olarak nitelendirilmekte ve uluslararası toplumun tepkisini çekmektedir. CNN TÜRK’e konuşan ABD’li müzakereci Dr. Bishara Bahbah, “Gazze’deki soykırımı inkar edemem” diyerek, İsrail’in eylemlerinin savaş suçu teşkil ettiğini söylemiştir. Ancak, ABD’nin İsrail’e verdiği koşulsuz destek, bu suçların devamına imkan sağlamaktadır.

**İsrail’in “Büyük İsrail Projesi” İddiaları**:
Arap Birliği, İsrail’in “Büyük İsrail Projesi”ni hayata geçirme çabalarını kınamış ve uluslararası toplumu İsrail’e baskı yapmaya çağırmıştır. Bu proje, İsrail’in Arap topraklarındaki işgalini genişletmeyi amaçladığı iddiasını taşımaktadır. İsrail Savunma Bakanı Israel Katz’ın “Cehennemin kapılarını açtık” sözleri, Gazze’deki yıkımı ve İsrail’in agresif politikalarını açıkça ortaya koymaktadır. Bu söylemler, terörü besleyen zihniyetin bir başka yüzünü göstermektedir: İşgal ve baskı politikaları, direnişi körüklemekte ve bölgeyi bir şiddet sarmalına sürüklemektedir.

**Hamas ve Direniş**:
Hamas’ın askeri kanadı Kassam Tugayları ve İslami Cihad’ın Kudüs Seriyyeleri, Gazze’de İsrail işgaline karşı direnişlerini sürdürmektedir. Kassam Tugayları’nın Zeytun mahallesindeki operasyonları, makineli tüfekler ve tanksavar füzeler gibi yeni silahlarla desteklenmiştir. Bu direniş, İsrail’in Gazze’yi topyekûn işgal etme planına karşı bir “kurtuluş savaşı” olarak nitelendirilmektedir. Hamas’ın eylemleri, bazı çevrelerce “terör” olarak damgalansa da, Filistinliler için bu, bir varoluş mücadelesidir. Terörü besleyen zihniyet, yalnızca silahlı gruplarla sınırlı değildir; işgal ve baskı politikaları, direnişin temel nedenlerinden biridir.

#### **Sumud Filosu ve Küresel Vicdan**

Gazze’deki insani krize dikkat çekmek amacıyla yola çıkan Sumud Filosu, küresel vicdanın bir yansımasıdır. İspanya, İtalya, Yunanistan ve Tunus’tan teknelerle oluşan bu filo, Gazze ablukasını kırmayı ve insani yardım ulaştırmayı hedeflemektedir. Yeni Şafak İnternet Yayın Yönetmeni Ersin Çelik, filonun hazırlıklarını ve aktivistlerin motivasyonlarını aktarmıştır. Fransız aktivist Mahe’nin “Gazze’de olup bitenlere sessiz kalamam” sözleri, filonun “vicdan rotası”nı temsil ettiğini göstermektedir.

**Batı’nın Hümanizm Yalanı**:
Sumud Filosu, Batı’nın “hümanizm” söyleminin çelişkilerini ortaya koymaktadır. Ersin Çelik’in ifadesiyle, “Batının hümanizm yalanı çöktü.” Batılı ülkeler, Gazze’deki soykırıma karşı sessiz kalırken, Sumud Filosu gibi sivil inisiyatifler, insanlık onurunu ve dayanışmayı savunmaktadır. Bu durum, terörü besleyen zihniyetin bir başka boyutunu gösterir: Batı’nın çifte standartlı politikaları, insani krizleri görmezden gelerek bölgedeki istikrarsızlığı derinleştirmektedir.

#### **Türkiye’nin Duruşu ve Bölgesel Dinamikler**

Türkiye, hem PKK/YPG’ye verilen destek hem de Gazze’deki soykırım karşısında net bir duruş sergilemektedir. Diyarbakır’da düzenlenen “Kur’an’ın Yolundayım, Gazze’nin Yanındayım” temalı program, Türkiye’nin Filistin davasına verdiği desteği göstermektedir. Ayrıca, İsrailli emekli Albay Eran Lerman’ın “Türk ordusuyla savaşmak için hazır değiliz” açıklaması, Türkiye’nin bölgesel gücünü ve caydırıcılığını ortaya koymaktadır. Lerman, Türkiye ile doğrudan bir çatışmadan kaçınılması gerektiğini belirtmiş ve Suriye’deki vekâlet savaşlarının devam edeceğini ima etmiştir.

**Türkiye ve 15 Temmuz**:
Lerman’ın “ABD ile darbe zemini hazırlığı” iddiası, Türkiye’nin 15 Temmuz darbe girişimini hatırlatmaktadır. Türkiye, bu girişimi bertaraf etmiş ve “yüz yıllık planın suya düştüğünü” göstermiştir. Ancak, iç ve dış aktörlerin bu tür girişimleri tekrar deneyebileceği uyarısı, terörü besleyen zihniyetin devam ettiğini göstermektedir. Türkiye’nin güçlü duruşu, hem PKK/YPG’ye karşı hem de Gazze’deki soykırıma karşı sesini yükseltmesi, bölgesel istikrar için kritik bir rol oynamaktadır.

#### **Terörü Besleyen Zihniyetin Kaynakları**

Terörü besleyen zihniyet, yalnızca silahlı gruplarla sınırlı değildir; bu zihniyet, küresel güçlerin çifte standartlı politikaları, işgal ve baskı rejimleri, ekonomik sömürü ve ideolojik manipülasyonlarla şekillenmektedir. Aşağıdaki unsurlar, bu zihniyetin temel kaynaklarıdır:

  1. **Çifte Standartlı Politikalar**: ABD’nin PKK/YPG’yi desteklemesi ve İsrail’in Gazze’deki eylemlerine göz yumması, terörü ve istikrarsızlığı körüklemektedir. Dr. Bishara Bahbah’ın “ABD istese savaşı hemen durdurabilir” sözü, bu çifte standardı açıkça ortaya koymaktadır.
    2. **İşgal ve Baskı**: İsrail’in Gazze’yi işgal girişimleri ve Filistinlilere yönelik soykırım politikaları, direnişi doğuran temel nedenlerdir. Müşteha Kulesi’nin bombalanması, bu politikaların bir örneğidir.
    3. **Ekonomik Sömürü**: Faiz sistemi, servetin zalimlerde birikmesine yol açarken, İslam’ın zekât ve adil paylaşım ilkeleri, bu sömürüye çözüm sunar. Bediüzzaman’ın Anglikan Kilisesi’ne cevabında vurguladığı gibi, “Servet-i insaniye, zalimlerde toplanmaz.”
    4. **İdeolojik Manipülasyon**: Batı’nın “hümanizm” söylemi, Gazze’deki krize sessiz kalırken çökmüştür. Sumud Filosu, bu manipülasyonlara karşı bir vicdan hareketidir.

#### **Sonuç ve Öneriler**

CENTCOM Komutanı Brad Cooper’ın Mazlum Kobani ile görüşmesi, terörü besleyen zihniyetin küresel çıkarlarla nasıl şekillendiğini göstermektedir. ABD’nin YPG/PKK’ya desteği, Türkiye’nin güvenliğini tehdit ederken, İsrail’in Gazze’deki soykırım politikaları, bölgesel istikrarsızlığı derinleştirmektedir. Sumud Filosu gibi insani girişimler, küresel vicdanın uyanışını temsil etse de, Batı’nın çifte standartları bu çabaları gölgelemektedir.

**Öneriler**:
1. **Uluslararası Baskı**: Arap Birliği’nin çağrısı doğrultusunda, uluslararası toplum, İsrail’in işgal politikalarına karşı daha etkin bir baskı oluşturmalıdır.
2. **Türkiye’nin Rolü**: Türkiye, hem PKK/YPG’ye karşı hem de Filistin davasında lider bir rol üstlenerek bölgesel istikrarı güçlendirmelidir.
3. **İnsani Dayanışma**: Sumud Filosu gibi inisiyatifler desteklenmeli, Gazze’deki ablukaya karşı küresel farkındalık artırılmalıdır.
4. **Adil Politikalar**: ABD ve diğer Batılı güçler, terörü besleyen çifte standartlı politikalarını gözden geçirmeli, adil ve ahlaki bir dış politika benimsemelidir.

Terörü besleyen zihniyet, yalnızca silahla değil, adaletsizlik, işgal ve manipülasyonla mücadele edilerek yok edilebilir. Gazze’deki direniş, Sumud Filosu’nun vicdan rotası ve Türkiye’nin kararlı duruşu, bu mücadelenin umut ışıklarıdır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




İnsanın Sonsuzluk Arayışı ve Manevi Yükselişi

İnsanın Sonsuzluk Arayışı ve Manevi Yükselişi
Devamlılık Arayışı ve Zikr-i Dâim

> “Ey devamı isteyen nefis! Daimî olan bir Zât’ın zikrine devam eyle ki, devam bulasın. Ondan nur al ki sönmeyesin. Onun cevherine sadef ve zarf ol ki kıymetli olasın. Onun nesîm-i zikrine beden ol ki, hayatdar olasın. Esma-i İlâhiyeden birisinin hayt-ı şuâyla temessük et ki, adem deryasına düşmeyesin.”
>
İnsan, fıtratı gereği sonsuzluğu arar ve devamlılığı arzular. Genç kalmak, güçlü olmak, sevdiklerini kaybetmemek… Bütün bunlar, insanın içindeki “devam” arzusunun yansımalarıdır. Ancak dünya hayatı, gelip geçici ve fani bir hanedir. Bir anlık hevesler, anlık mutluluklar ve geçici lezzetler, insanın devamlılık arzusunu doyurmaya yetmez. İşte bu noktada, “Daimî olan bir Zât’ın zikrine devam eyle ki, devam bulasın” sözü, bu arayışa bir cevap sunar.
Bu söz, insanın asıl devamlılığının, fani şeylerde değil, ancak “Daimî” olan Allah’a bağlanmakla mümkün olacağını anlatır. O’nun zikri, yani O’nu anmak, bir ışık kaynağına bağlanmak gibidir. Ondan nur almak, hayatın karanlıklarında sönmemeyi, kaybolmamayı sağlar. O’nun kudretinin bir parçası olmak, O’nun cevherine bir zarf olmak, insana gerçek bir kıymet ve değer katar. Bu, bir sanatçının eserinin değerinin, sanatçısının büyüklüğüne bağlı olması gibidir. Kendi başına bir hiç olan insan, Yaratıcısına yaklaştıkça değer kazanır. Zikir, sadece bir ibadet değil, aynı zamanda ruhun hayat kaynağıdır. Tıpkı bir çiçeğin güneşe yönelmesi gibi, insan da ruhunun diriliği için O’nun zikrine yönelmelidir. Aksi halde, maneviyattan yoksun bir hayat, bir hiçlik okyanusunda boğulmak gibidir.

Kelime-i Tevhid ve Kalbin Huzuru

> “Tevhidde cemal ve kemal-i İlâhînin kalben görünmesi ve ruhen hissedilmesi içindir ki bütün evliya ve asfiya, en tatlı zevklerini ve en şirin manevî rızıklarını kelime-i tevhid olan “Lâ ilahe illallah” zikrinde ve tekrarında buluyorlar.”
>
Tevhid, yani Allah’ın birliğine inanmak, sadece kuru bir bilgi değildir. O, bir ilahi hakikatin kalpte hissedilmesi ve ruhta yaşanmasıdır. Tarihte nice evliyalar ve düşünürler, hayatlarının en büyük huzurunu ve mutluluğunu “Lâ ilâhe illallah” kelimesinin tekrarında bulmuşlardır. Bu kelime, sadece bir cümle değil, aynı zamanda kalbin kapısını açan bir anahtardır.
Hayat, karmaşık ve çelişkilerle dolu görünebilir. İnsan, kendi zihninde ve çevresinde sayısız ilahlar yaratır: para, güç, şöhret, statü… Bütün bu sahte ilahlar, insanın ruhunu bölüp parçalar, ona sahte bir tatmin sunar ve sonunda onu büyük bir boşluğa iter. “Lâ ilâhe illallah” cümlesi ise, bu sahte ilahların tamamını reddederek, kalbi sadece tek bir noktaya odaklar. Bu odaklanma, ruha öyle büyük bir huzur ve tatmin verir ki, bütün dünyevi lezzetler yanında sönük kalır. Bu kelime, kalbi bütün endişelerden, korkulardan ve bağımlılıklardan özgürleştirir. Bu nedenle, tevhid inancı, sadece bir itikadın temeli değil, aynı zamanda insan ruhunun en büyük manevi gıdası ve en tatlı rızkıdır.

Kâinatın Dili ve Kur’an’ın Anlamı

> “Kâinat mescid-i kebirinde Kur’ân kâinatı okuyor, onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım. Hidayetiyle amel edelim. Ve onu vird-i zeban edelim.”
>
Kâinat, yani evren, sadece cansız bir madde yığını değildir. Her bir atomu, her bir galaksisi, her bir canlısı ile ilahi bir düzenin eseridir. Tıpkı bir kitabın her bir harfinin bir anlam taşıması gibi, evrendeki her şey de bir anlam taşır. İşte bu anlamlar, Kur’an-ı Kerim’in diliyle okunabilir. Kur’an, kâinatın dilini çözmek, onun bize ne söylediğini anlamak için gönderilmiş bir kitaptır.
İnsanoğlu, bu büyük evrenin içerisinde kaybolmadan, onun anlamını keşfederek yaşamak ister. Bunun için de kâinatın sırrını çözmesi gerekir. Bu sırrı ise en doğru şekilde “Kur’an kâinatı okuyor” cümlesi açıklar. Kâinatı doğru okumak, onun bize gösterdiği mucizeleri ve ayetleri idrak etmek, ancak Kur’an’ın rehberliğiyle mümkündür. Kur’an’dan aldığımız bu nurla nurlanmak, hayatın karanlıklarında yolumuzu aydınlatır. Onun hidayetine göre yaşamak, hayatımızı anlamlı kılar. Bu yüzden Kur’an, sadece okuyup bir kenara bırakılacak bir metin değil, sürekli üzerinde düşünülecek ve yaşanacak bir kılavuzdur.

Zulüm ve Adaletin İnce Dengesi

> “Haysiyet ve namus ise, edepsizlerin te’dibini ister. Halbuki şu memlekette o merhamet, o namusa lâyık binden biri yapılmıyor. Zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor.”
>
Bu söz, toplumun vicdanını en çok sarsan meselelerden birine, yani zalimin cezasız kalmasına ve mazlumun acı çekmesine değiniyor. İnsanlık tarihi boyunca, adalet her zaman en çok aranan ve en çok eksikliği hissedilen değer olmuştur. Zalimler, çoğu zaman güç ve makamları sayesinde yaptıkları kötülüklerin karşılığını görmeden bu dünyadan ayrılmışlardır. Mazlumlar ise, yaşadıkları acılarla ve haksızlıklarla bu dünyadan göçüp gitmişlerdir. Bu durum, vicdan sahibi her insanı derinden yaralar ve bir adaletsizlik duygusu oluşturur.
Ancak bu durum, adaletin olmadığı anlamına gelmez. Eğer bu dünyada adalet tam olarak tecelli etmiyorsa, bu mantıksal olarak adaletin tecelli edeceği daha büyük bir mahkemenin, yani “Mahkeme-i Kübra”‘nın varlığını zorunlu kılar. Bu düşünce, zalimi yaptığına karşı uyarırken, mazluma da umut verir. Zalimin sahip olduğu “izzet”, aslında bir yanılmadan ibarettir, çünkü o izzet o büyük mahkemede en büyük zillete dönüşecektir. Mazlumun çektiği “zillet” ise, sabır ve direnişle ebedi bir izzete dönüşecektir. Bu düşünce, sadece bir inanç meselesi değil, aynı zamanda toplumun ahlaki düzeni için de hayati bir önem taşır.

Makale Özeti
Bu makale, dört farklı başlık altında, insanın manevi hayatına yön veren temel ilkeleri ele almaktadır. İlk olarak, insanın sonsuzluk arayışına karşılık, bu arzusunun ancak “Daimî” olan Allah’a yönelmekle gerçekleşeceğini anlatır.
İkinci olarak, tevhid inancının sadece bir bilgi değil, aynı zamanda kalbe huzur veren ve sahte ilahlardan kurtaran bir manevi rızık olduğunu anlatır. Üçüncü olarak, kâinatın dilinin Kur’an ile okunabileceğini belirterek, bu büyük kitabın hayatı anlamlandırmak için bir rehber olduğunu ifade eder.
Son olarak, zalimin zulmü ve mazlumun acısının bu dünyada tam karşılık bulmamasının, ahiretteki “Mahkeme-i Kübra”nın varlığını zorunlu kıldığını ve adaletin nihai olarak orada tecelli edeceğini işler. Bu dört konu, birbiriyle bütünlük içinde, insanın hem dünyevi hem de manevi hayatında doğru bir yol bulması için derin ve düşündürücü bir perspektif sunmaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Yâsîn Sûresi 21. Âyet ve Habib-i Neccâr’ın Sözü

Yâsîn Sûresi 21. Âyet ve Habib-i Neccâr’ın Sözü

> “İttabi‘û men lâ yes’elukum ecran ve hum muhtedûn.”
“Sizden hiçbir ücret istemeyen ve doğru yolda bulunanlara uyun.” (Yâsîn, 36/21)

Habib-i Neccâr’ın ilk cümlesi dikkat çekicidir. Peygamberlerin hakikî davetlerini ayıran en açık işaretlerden biri, dünyevî karşılık talep etmemeleridir.

Habib-i Neccâr, elçilerin samimiyetini ilk olarak buradan tanımıştır:

Onlar dünyevî menfaat, makam, şöhret, ücret istemiyor.

Sadece Allah’ın rızasını ve kulların hidayetini hedefliyorlar.

Bu durum, Habib-i Neccâr’ın fıtraten saf, ihlâslı ve feraset sahibi oluşunun göstergesidir. Çünkü hak-bâtıl ayrımını yapacak ölçü, vicdanî bir terazidir.

Peygamberlerde gördüğü özellikler:

İhlâs: Davalarının dünyevî menfaatle kirlenmemesi.

Fedakârlık: Halkın eziyetine sabırla katlanmaları.

Samimiyet: Hem sözleri hem amelleriyle örtüşmeleri.

Kendisinde öne çıkan özellik:

Temiz kalpli, ferasetli bir mü’min oluşu.

“Ücret istemeyenler” ölçüsünden hakikati ayırt edecek basiret.

  1. Kur’an’da Bütün Peygamberlerin Ortak Sözü

Kur’an’da pek çok yerde peygamberlerin dilinden şu ifade geçer:

> “Ben sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak Allah’a aittir.” (Şuarâ, 26/109, 127, 145, 164, 180)

Bu tekrar, peygamberliğin en temel mühürlerinden biridir.

Tebliğ, Allah adına yapılan bir hizmettir; onun karşılığı da Allah’tandır.

Eğer dünyevî bir menfaat beklenseydi, davetin saflığı gölgelenirdi.

Demek ki “ücret istememek”, peygamberliğin delilidir.

  1. “Ücret Allah’a aittir” Ne Demektir?

Mana olarak:

Benim mükâfatımı verecek olan Allah’tır.

Benim gayretimin karşılığını siz değil, Rabbim verecektir.

Hikmet olarak:

Tebliğin değerini fânî ücretle düşürmemek.

Dâveti dünyevî maksat zannedilmesine engel olmak.

İhlas ölçüsü:

Hak dava, Allah için yapılır.

İnsanlardan alkış, övgü, mal-makam beklemek daveti gölgeler.

  1. Fânî ile Bâkî’nin Mukayesesi

Fânî ücretler: Para, makam, şöhret, övgü, menfaat.

Bâkî ücret: Allah’ın rızası, ebedî cennet, manevi makam.

Mukayese şöyle yapılabilir:

Fânî, gelip geçicidir. Bir menfaat vermez, çabuk tükenir.

Bâkî ise sonsuzdur; hem dünyada kalbe huzur verir, hem ahirette ebedî saadet kazandırır.

Peygamberlerin seçimi, bâkî olanı tercih etmeleridir.

  1. Samimiyet, İhlâs ve Fedakârlık Açısından

Samimiyet: İnsanlardan bir şey istememek, mesajın doğruluğunu güçlendirir. Çünkü “menfaat beklentisi” samimiyeti sorgulatır.

İhlâs: Sadece Allah rızası için yapılan davet, her türlü dünyevî gölgeyi kaldırır.

Fedakârlık: İnsanlardan ücret almayan peygamber, aksine onlar için fedakârlık eder, eziyetlere katlanır.

  1. Habib-i Neccâr’ın Ferâseti

O, Allah’ın elçilerini ücret istememelerinden tanıdı.

Çünkü insan tabiatı gereği, bir işi menfaatsiz yapmaz. Ama peygamberler menfaatsiz değil; bilakis başkaları için fedakârlık ederek çalışıyor.

Bu, ancak Allah için olabilecek bir hakikat idi.

  1. Risale-i Nur Perspektifi (İhlâs Risalesi ve 20. Mektup ile bağlantı)

Bediüzzaman, peygamberlerin “ücret istememek” prensibini ihlâsın en büyük delili olarak açıklar:

Hak dava, ücretini Allah’tan alır.

İhlâs, dünyevî alkış ve karşılıktan yüz çevirmektir.

Hakikatı tebliğ edenler, en büyük mükâfatı ahirette alırlar.

Sonuç Olarak:
Habib-i Neccâr, elçilerin hakikî hak elçileri olduğunu, onların dünyevî menfaat gözetmemelerinden anladı.
Bu, bütün peygamberlerde ortak bir delildir.
“Ücret Allah’a aittir” demek; fânî menfaatleri bırakıp bâkî olan Allah rızasını seçmektir.
Böylece tebliğ davası, samimiyet, ihlâs ve fedakârlığın en yüce örneği hâline gelir.

*****

Habib-i Neccâr’ın Ferâseti ve Peygamberlerin İhlâs Sırrı

  1. Yâsîn Sûresi’nde Habib-i Neccâr’ın İlk Sözleri

Kur’ân-ı Kerîm’de Yâsîn sûresinde anlatılan Habib-i Neccâr, şehir halkına gönderilen elçilere iman eden ilk kişidir. Onların davetini kabul edip kavmine şu cümleyle seslenir:

> “Sizden hiçbir ücret istemeyen ve doğru yolda bulunanlara uyun.” (Yâsîn, 36/21)

Bu söz, hem tebliğin hakikatini tanımanın ölçüsünü hem de samimiyetin alâmetini göstermektedir. Habib-i Neccâr, elçilerin peygamberliklerini; makam, mal, menfaat talep etmemelerinden anlamış, onların doğruluğunu bu ölçüyle tasdik etmiştir.

  1. Peygamberlerin Ortak Sözü: “Ben Sizden Ücret İstemem”

Kur’an’da birçok peygamber aynı ifadeyi tekrar eder:

> “Ben sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim yalnızca Allah’a aittir.” (Şuarâ, 26/109, 127, 145, 164, 180)

Bu tekrar, peygamberliğin en belirgin vasfıdır. Tebliğin karşılığı insanlardan değil, Allah’tandır. Eğer dünyevî bir beklenti olsaydı, davetin saflığı gölgelenirdi. Bu yüzden bütün peygamberler, davalarının dünyevî değil, uhrevî olduğunu açıkça göstermiştir.

  1. “Ücret Allah’a Aittir” Ne Demektir?

Manevî boyut: Peygamber, davetinin karşılığını yalnız Allah’tan bekler.

Hikmet boyutu: Tebliğin değerini fânî menfaatle küçültmez.

İhlâs boyutu: İnsanlardan alkış, övgü, mal ve makam beklemez; yalnız Allah’ın rızasını gözetir.

Bu tavır, davetin en kuvvetli delili ve en açık samimiyet göstergesidir.

  1. Fânî ile Bâkî’nin Mukayesesi

Fânî ücretler: Mal, makam, şöhret, alkış… Bunlar kısa ömürlüdür, sahibine gerçek huzur vermez.

Bâkî ücret: Allah’ın rızası, ebedî saadet, manevî huzur.

Peygamberler, kısa ömürlü menfaatleri değil, ebedî saadeti tercih etmişlerdir. Bu seçim, onların davalarının hak olduğunun delilidir.

  1. Samimiyet, İhlâs ve Fedakârlık Açısından

Samimiyet: Ücret talep etmemek, davetin hak olduğuna güven kazandırır.

İhlâs: Sadece Allah rızası için yapılan bir hizmet, dünyevî gölgelerden arınır.

Fedakârlık: İnsanlardan bir şey istemeyen peygamberler, aksine onlar için çile çeker; zulme, hakarete, hatta ölüme katlanırlar.

  1. Habib-i Neccâr’ın Ferâseti

Habib-i Neccâr, Allah’ın elçilerini “ücret istememelerinden” tanıdı. Çünkü insan fıtratı gereği, bir işi genelde menfaatsiz yapmaz. Ancak peygamberler, kendi çıkarları için değil, başkalarının kurtuluşu için fedakârlık yapıyorlardı. Bu durum, davalarının hak olduğuna işaret ediyordu.

  1. Risale-i Nur Perspektifi

Bediüzzaman Said Nursî, peygamberlerin bu tavrını “ihlâsın en yüksek derecesi” olarak değerlendirir:

Hak dava, ücretini Allah’tan alır.

İnsanlardan ücret beklemek, daveti gölgeleyip zaafa düşürür.

İhlâs, dünyevî alkış ve karşılıktan yüz çevirmekle tahakkuk eder.

Bu yönüyle Habib-i Neccâr’ın sözleri, “ihlâsın ölçüsü” hâline gelmiştir.

Sonuç

Habib-i Neccâr, elçilerin peygamberliğini onların dünyevî menfaat gözetmemelerinden tanıdı. Bu, bütün peygamberlerde ortak bir delildir.
“Ücret Allah’a aittir” demek; fânî menfaatleri terk edip bâkî olan Allah rızasını seçmektir.
Bu tavır, samimiyetin, ihlâsın ve fedakârlığın en parlak örneğini ortaya koyar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Hayatın Sırrı ve Ebediyetin Kapısı

Hayatın Sırrı ve Ebediyetin Kapısı
Dünya Bir Han, İnsan Bir Yolcu

> “Aklı başında olan insan, ne dünya umurundan kazandığına mesrur ve ne de kaybettiği şeye mahzun olmaz. Zira dünya durmuyor, gidiyor. İnsan da beraber gidiyor. Sen de yolcusun.”
>
Bu sözler, modern insanın en büyük yanılgısını gözler önüne seriyor: dünyayı sabit bir mekân, kendisini ise orada kalıcı bir varlık sanmak. Oysa tarih bize bunun tam tersini defalarca göstermiştir. En görkemli imparatorluklar, en zengin şehirler bile zamanın ve değişimin rüzgârına karşı duramamıştır. Bir zamanların Kudüs’ü, Endülüs’ü, İstanbul’u… Hepsi bir değişimden geçmiştir. Bu değişim, sadece şehirlerin ve medeniyetlerin kaderi değil, aynı zamanda insanın da ta kendisidir. Doğumdan ölüme doğru akan bir nehir gibiyiz.
Akıllı bir insan, bu gerçeği idrak eder ve dünya hayatının geçiciliğini kabul eder. Bu kabul, onu dünyanın gelip geçici kazanımlarından duyduğu aşırı sevinçten ve kayıplarından duyduğu derin üzüntüden korur. Bir zamanlar sahip olduğu makam, zenginlik, şöhret… Bunlar geçici konaklamalar gibidir. Onlara tutunmak, bir yolcunun, geçtiği hanın duvarlarını boyamaya kalkışması kadar anlamsızdır. Çünkü dünya durmuyor, biz de onunla birlikte gidiyoruz. Asıl önemli olan, bu yolculukta ne biriktirdiğimiz değil, yolculuğun amacını ve rotasını kaybetmemektir. Bu nedenle, dünya hayatının kazanımları ve kayıpları, bir yolcunun cebindeki harçlıklar gibidir; onlarla mutlu veya mutsuz olmak, yolculuğun asıl gayesini unutturabilir.

Zulüm ve Adaletin Hakemi

> “Zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor.”
>
Bu söz, insanlık tarihi boyunca vicdanları en çok yaralayan meselelerden birine, yani zalimin zulmüyle, mazlumun ise çaresizliğiyle bu dünyadan göçüp gitmesine bir açıklama getiriyor. Tarihte nice zalimler, yaptıkları zulümlerin cezasını bu dünyada çekmeden, hatta daha da güçlenerek bu dünyadan ayrılmıştır. Aynı şekilde, nice mazlumlar da haklarını alamadan, yaşadıkları acılarla toprağa girmiştir. Bu durum, insan aklının ve vicdanının tek başına çözemediği bir düğümdür.
Eğer bu dünyada tam bir adalet sağlanmıyorsa, bu mantıksal olarak “bir mahkeme-i kübra” yani büyük bir mahkemenin varlığını gerektirir. Aksi halde, adalet duygusu, evrenin ve insanlığın en temel yasalarından biri olamazdı. Bu büyük mahkeme, sadece bir inanç meselesi değil, aynı zamanda evrenin ahlaki düzeni için bir zorunluluktur. Bu, adaletin bu dünyadaki eksiklerinin ahirette tamamlanacağı anlamına gelir. Zalimin zulmüyle kazandığı “izzet” aslında bir yanılgıdır, çünkü o izzet o büyük mahkemede en büyük zillete dönüşecektir. Mazlumun yaşadığı “zillet” ise, sabır ve hak arayışıyla ebedi bir izzete dönüşecektir. Bu düşünce, mazluma umut, zalime ise bir uyarıdır.

Mutlak İrade ve Evrensel Düzen

> “Her şey onun irade ve meşietiyle olur. İstediği olur, istemediği olmaz. Her ne isterse yapar. İstemezse hiçbir şey olmaz.”
>
Bu sözler, evrenin işleyişi hakkında en temel ve en sarsılmaz gerçeği dile getiriyor: Her şey, Allah’ın mutlak iradesi ve dilemesiyle gerçekleşir. İnsan, kendi hayatının tamamen kontrolünde olduğunu düşünme yanılgısına düşebilir. Ancak tarihte, bir fırtınanın en güçlü orduları bile yendiği, bir salgının en büyük krallıkları dize getirdiği, en büyük planların bile bir anda altüst olduğu defalarca görülmüştür.
Bu söz, insanın acizliğini ve aynı zamanda her şeyin üzerindeki İlahi kudretin mutlaklığını hatırlatır. İnsan, bir ağaç gibi büyümez, bir nehir gibi akmaz; her şey, bir nizam ve intizam içerisinde, mutlak bir iradenin kontrolünde gerçekleşir. Bu, insanın eylemlerinin anlamsız olduğu anlamına gelmez. Aksine, insan, kendi iradesini, bu mutlak iradeye uygun kullanmakla sorumludur. Zira insanın iradesi, Allah’ın külli iradesine bağlı bir cüzdür. Bu inanç, insana hem mütevazı olmayı öğretir hem de hayatın beklenmedik zorlukları karşısında tevekkül etme gücü verir.

İnsanın Asıl Amacı: Ebediyetin Lezzeti

> “İNSAN, Ebed için yaratılmıştır. Onun hakiki lezzetleri, ancak Marifetullah, Muhabbetullah, İlim gibi umûr-u ebediyededir.”
>
Modern çağda, insanoğlu sürekli olarak “lezzet” peşindedir. Lezzetli yemekler, lüks arabalar, teknolojik aletler, eğlenceli aktiviteler… Bütün bunlar, insanı anlık hazlara boğar. Ancak bu hazlar, bir anda gelip geçtiği gibi, yerini bir boşluğa ve tatminsizliğe bırakır. Çünkü insan, anlık hazlar için yaratılmamıştır; o, sonsuzluk için tasarlanmış bir varlıktır.
Bu söz, insanın asıl mutluluğunun, geçici lezzetlerde değil, ebedi olan şeylerde olduğunu anlatır. Marifetullah (Allah’ı bilmek), Muhabbetullah (Allah’ı sevmek) ve İlim (bilgi) gibi kavramlar, sadece dini terimler değildir; bunlar, insan ruhunun sonsuzluk özlemini doyuran manevi gıdalardır.
Bu üç temel unsur, insanın fıtratındaki sonsuzluk arayışını tatmin eder. Bir düşünürün bilgiyi keşfederken aldığı haz, bir âşığın sevdiğinde bulduğu huzur gibi, insanın asıl lezzeti, yaratıcısını tanımakta, O’nu sevmekte ve kâinatın sırlarını keşfetmekte yatar. Bu lezzetler, geçici dünya lezzetleri gibi bitip tükenmez; aksine, ahirette sonsuzluğa uzanır ve insana gerçek bir tatmin ve huzur sunar.

Makale Özeti
Bu makale, dört farklı başlık altında, insanın dünya hayatındaki konumunu, adaletin nihai tecellisini, ilahi iradenin mutlaklığını ve insanın gerçek mutluluğunun kaynağını ele almaktadır. İlk olarak, dünya hayatının bir yolculuk olduğu ve akıllı bir insanın geçici kazanımlara ve kayıplara takılıp kalmaması gerektiği anlatılmıştır. İkinci olarak, zalimin zulmü ve mazlumun çaresizliğinin ahiretteki “büyük mahkeme”de nihai bir adaletle sonuçlanacağı fikri işlenmiştir.
Üçüncü olarak, her şeyin mutlak bir iradeyle gerçekleştiği belirtilerek, insanın bu kudret karşısında mütevazı olması gerektiği anlatılmıştır.
Son olarak, insanın sonsuzluk için yaratıldığı ve gerçek lezzetin, geçici dünya zevklerinde değil, Allah’ı tanımak ve O’nu sevmek gibi ebedi olan şeylerde bulunduğu ifade edilmiştir. Bu dört temel düşünce, birbiriyle uyum içinde, insanın bu dünyadaki varoluş sorularına derinlikli ve ibret verici cevaplar sunmaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Hayatın Anlamı ve Kâinatın Kalbi

Hayatın Anlamı ve Kâinatın Kalbi
Hayatın Anlamı ve Sonsuzluk Arayışı

> “Cenab-ı Hakk’ı bulan, neyi kaybeder? Ve Onu kaybeden, neyi kazanır?”
>
İnsanlık tarihi, bu iki temel soru etrafında dönüp durmuştur. Cenab-ı Hakk’ı bulan, O’nun varlığını, kudretini ve merhametini kalbinde hisseden bir insan, gerçekten de neyi kaybeder? Aslında hiçbir şeyi. Çünkü O’nu bulmak, kaybetme korkusundan, anlamsızlık boşluğundan ve dünya telaşından kurtulmaktır. Tarihin sayfaları, Allah’ı kalbinde bulan nice alimlerin, dervişlerin ve kahramanların hayat hikayeleriyle doludur. Onlar, en zor zamanlarda bile tevekkül ve huzur içinde yaşamışlardır, zira her şeyin dizgininin O’nun elinde olduğunu bilmenin verdiği güvenle hareket etmişlerdir. Bu insanlar, maddi zenginliklerini, dünyevi makamlarını kaybetmekten çekinmemişlerdir, çünkü asıl kazanımlarının O’nun rızası ve yakınlığı olduğunu bilmişlerdir.

Peki ya O’nu kaybeden, neyi kazanır? Bu soru, bir trajedinin kapısını aralar. O’nu kaybeden, dünya nimetlerine boğulsa, en yüksek makamlara çıksa, en büyük servetlere sahip olsa bile, aslında hiçbir şey kazanmamıştır. Çünkü kazandığı her şey, geçici ve aldatıcıdır. Göz kamaştıran her şey, bir anda yok olup gidebilecek bir illüzyondan ibarettir. O’nu kaybeden bir insan, bir pusula olmadan denizde kaybolmuş bir gemi gibidir. Her an kaybetme korkusuyla yaşar, her başarıya rağmen bir boşluk hisseder. Bu yüzden, İnsanlık tarihi, O’nu kaybedip dünya telaşına kapılanların hüsranla biten hikayeleriyle de doludur. Bu iki soru, insanın hayat amacı ve yönü hakkında en temel rehber niteliğindedir ve aslında tüm varoluşun en derin hakikatini özetlemektedir.

Kâinatın Sultanı ve İnsan Özgürlüğü

> “Sultan-ı Kâinat birdir, her şeyin anahtarı O’nun yanında, her şeyin dizgini O’nun elindedir; her şey O’nun emriyle halledilir. Onu bulsan her matlubunu buldun; hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtuldun.”
>
Bu derin cümleler, evrenin ve hayatın yegane yöneticisi olan Allah’ın birliğini ve mutlak gücünü anlatmaktadır. İnsan, hayatı boyunca çeşitli hedeflere, arzulara ve “matlublara” ulaşmaya çalışır. Zenginlik, güç, bilgi, sevgi… Bütün bunlar için çabalar, bazen umutsuzluğa kapılır. Ancak bu söz, tüm bu arayışların tek bir merkeze, **”Sultan-ı Kâinat”**a bağlanması gerektiğini öğütler. Eğer insan, bu yegane Sultan’ı bulursa, tüm hedeflerine ulaşmış sayılır. Çünkü bütün her şeyin anahtarı ve dizgini O’nun elindedir.
Bu idrak, insana büyük bir özgürlük bahşeder. Eğer her şeyin tek bir Sahib’i varsa, o zaman başka insanlara minnet etme, onlardan korkma, onların beklentilerine göre yaşama mecburiyeti ortadan kalkar. Bu düşünce, tarihin en büyük alimlerinin, düşünürlerinin ve peygamberlerinin hayatlarında açıkça görülmektedir. Onlar, sadece Allah’a güvenerek, en güçlü hükümdarların karşısında bile doğruyu söylemekten çekinmemişlerdir. Çünkü biliyorlardı ki, onlardan gelecek bir zarar veya fayda, ancak Allah’ın izniyle gerçekleşebilir. Bu yüzden, “hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtuldun” ifadesi, sadece bir dini inancı değil, aynı zamanda insanın manevi olarak özgürleşmesinin en temel formülünü ortaya koymaktadır.

Dünya Hayatı: Misafirlik ve Bağlılık

> “Misafir olan kimse beraberce götüremediği bir şeye kalbini bağlayamaz.”
>
Dünya hayatı, bir yolculuk gibidir ve hepimiz bu yolculuğun yolcuları, bu hanın misafirleriyiz. Tarih boyunca nice imparatorluklar, şehirler ve medeniyetler gelip geçmiştir. En büyük kralların mezarları bile, zamanın tozu altında kaybolup gitmiştir. Bu durum, dünya hayatının geçiciliğinin en çarpıcı isbatıdır. İnsan, bu geçici hanın içindeyken sahip olduğu her şeyin, makamın, malın, hatta en sevdiklerinin bile sonsuza dek yanında kalmayacağını bilmelidir. İşte bu bilgelik, kalbini beraberinde götüremeyeceği şeylere bağlamaktan alıkoyar.
Bu söz, bir veda çağrısı değil, bir farkındalık uyarısıdır. İnsanlar, dünya malına o kadar bağlanırlar ki, bu bağlılık onları köleleştirir. Kaybetme korkusu, daha fazlasına sahip olma hırsı, kalp huzurunu tamamen yok eder. Bu nedenle, kalbi bir şeye bağlamak yerine, onu her şeyin sahibi olan Allah’a bağlamak gerekir. Tıpkı bir geminin demirini bırakıp yola devam etmesi gibi, insan da bu dünyada biriken eşyalarına, statülerine olan aşırı bağlılığından kurtulmalıdır. Bu, dünya nimetlerinden tamamen vazgeçmek anlamına gelmez; aksine, onlara sahip olurken, kalben onlara bağımlı olmamayı ifade eder. Bu, daha hafif bir yükle, daha huzurlu bir şekilde yolculuk yapabilmek için atılması gereken bir adımdır.

Zahiri Felaketler ve Gizli Nimetler

> “Ne biliyorsun ki, nıkmet gördüğün şeyler, ni’metin tâ kendisi olmasın.”
>
Hayat, iniş ve çıkışlarla doludur. Bazen başımıza gelen olaylar, bir felaket, bir musibet gibi görünür. Hastalık, maddi kayıp, bir yakını kaybetme… Bütün bunlar, ilk bakışta “nıkmet”, yani bir felaket gibi anlaşılabilir. Ancak tarihe ve hikmete biraz daha yakından bakıldığında, en büyük felaketlerin bile, daha büyük hayırlara vesile olabildiği görülür. Mesele, bu olaylara hangi pencereden baktığımızdır.
Bir hastalık, bedeni zayıflatırken, ruhu ve iradeyi güçlendirebilir. Maddi bir kayıp, insanı sahip olduğu manevi zenginlikleri yeniden keşfetmeye yönlendirebilir. Bazen, ilk başta kötü gibi görünen bir olay, gelecekteki bir felaketten bizi koruyan gizli bir nimetin ta kendisidir. Nitekim Kur’an’da ve diğer kutsal kitaplarda, görünenin ötesindeki hikmetlere dair pek çok hikaye anlatılır. Bu, her zorlukta bir hayır aramak ve her olumsuzlukta Allah’ın hikmetini görmeye çalışmak demektir. Hayatın gerçek anlamı, olayların yüzeyine takılıp kalmamak, aksine en derininde yatan dersleri ve nimetleri keşfetmeye çalışmaktır.

Makale Özeti
Bu makale, dört farklı başlık altında, insan hayatının en temel sorularına cevap aramaktadır.

İlk olarak, “Cenab-ı Hakk’ı bulan neyi kaybeder, Onu kaybeden neyi kazanır?” sorusuyla, varlığın amacını ve Allah’a olan bağlılığın getirdiği huzuru anlatır.

İkinci olarak, kâinatın tek bir yöneticisi olduğunu belirterek, insanın tüm dünyevi korku ve minnetlerden kurtuluşunu anlatır.

Üçüncü olarak, dünyayı bir misafirlik olarak ele alır ve kalbin geçici şeylere değil, ebedi olan Allah’a bağlanması gerektiğini ifade eder.

Son olarak, felaket olarak görünen olayların bile birer nimet olabileceği hikmetini işleyerek, insanın hayata karşı bakış açısını sorgulamaya teşvik eder.

Bu dört ana fikir, bir bütünlük içinde, insanın hem dünyevi hem de manevi yaşamında doğru bir duruş sergilemesi için derin ve düşündürücü bir yol haritası sunar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




KÂİNAT BİR MUSİKA- İ İLAHİDİR – 2 –

KÂİNAT BİR MUSİKA- İ İLAHİDİR – 2 –

### Kainatın İlahi Bir Musika Olarak İzahı

Kainat (evren) bir “musika-i ilahi” (ilahi müzik) olarak tasvir ediliyor.
Temel fikir, kainattaki her varlığın –gökten yere, hayvanlardan bitkilere, büyük cisimlerden küçüklere– Allah’ın güzel isimlerini (Esmâ-i Hüsnâ) zikrederek, bir senfoni gibi harmoni içinde O’nu tesbih ettiğidir.
Bu, tevhid (Allah’ın birliği) ve tefekkür (düşünme) açısından derin bir metafordur.

#### Genel Çerçeve: Kainat Neden Bir “Musika-i İlahi”?

– **Musika Metaforu**: Kâinat, bir müzik aleti veya senfoni olarak tasvir edilir. Her varlık, bir “nağme” (melodi) veya “ses” çıkarır; bu sesler, Allah’ın isimlerini hatırlatır ve bir araya gelerek büyük bir harmoni oluşturur.
Bu, İslam tasavvufunda yaygın bir tema: Kainat, Allah’ın yaratılışındaki sanatı yansıtır ve her şey O’nu zikreder (Kur’an’da: “Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar O’nu tesbih ederler” – İsra Suresi, 44).

– **Esmâ-i Hüsnâ’nın Rolü**:

Allah’ın 99 güzel ismi (Celîl, Cemîl, Rahmân, Rezzâk vb.), kainatın her köşesinde tezahür eder. Büyük varlıklar haşmetli isimleri (Celîl, Azîm), küçükler ise lütuf ve güzellik isimlerini (Cemîl, Rahîm) davet eder. Bu, kainatın dengesini gösterir: Haşmet ile letafet (zarafet) birleşir.

– **İnsan’ın Konumu**: İnsan, bu musikiyi “okuyan” ve anlayan varlıktır. Kainatın bir “fonograf” (kayıt cihazı) gibi çalıştığını fark etmek, imanı artırır.
– **Amaç**: Bu bakış, materyalist görüşe karşıdır; kainatı “sessiz ve cansız” görenlere meydan okur. Aksine, her ses bir zikirdir, her hareket bir ibadettir.

Şimdi, tek tek ele alalım ve detaylı açıklayalım.

#### 1. İktibas: “Semâyı dinle; nasıl ‘Yâ Celîl-i Zülcemâl’ diyor…”

   – **Metnin Anlamı**: Gökleri dinle, “Ey haşmetli ve cemal sahibi Allah” diyor. Yeryüzünü dinle, “Ey güzel ve celal sahibi Allah” diyor. Hayvanlara dikkat et, “Ey merhametli, ey rızık veren” diyorlar. Baharı sor, birçok isim (Hannân: Şefkatli, Rahmân: Merhametli, Rahîm: Acıyan, Kerîm: Cömert, Latîf: İncelikli, Atûf: Sevgi dolu, Musavvir: Şekil veren, Münevvir: Aydınlatan, Muhsin: İyilik eden, Müzeyyin: Süslendiren) işiteceksin. İnsandan sor, tüm Esmâ-i Hüsnâ’yı okuyor ve yüzünde yazılı. Kainat, küçük nağmelerin büyüklerle karışarak haşmetli bir zarafet verdiği büyük bir zikir musikisidir.

   – **Detaylı İzah**:
– **Gök ve Yer**: Gök (semâ), genişliği ve sonsuzluğuyla “Celîl” (haşmetli) ve “Zülcemâl” (cemal sahibi) isimlerini davet eder. Yıldızlar, galaksiler gibi unsurlar, Allah’ın büyüklüğünü “söyler”. Yer (arz) ise güzellikleriyle (dağlar, nehirler) “Cemîl” (güzel) ve “Zülcelâl” (celal sahibi) der. Bu, ikili bir denge: Celal (korku veren büyüklük) ve cemal (sevgi veren güzellik).
– **Hayvanlar ve Bahar**: Hayvanlar, ihtiyaçlarını karşılayan rızıkla “Rezzâk”ı zikreder. Bahar, yenilenme ve çiçeklenme ile şefkat, merhamet, güzellik isimlerini yansıtır. Örneğin, bir çiçeğin açılması “Musavvir” (şekil veren) ve “Müzeyyin” (süsleyen) isimlerini gösterir.
– **İnsan**: İnsan, kainatın özeti gibidir (âlem-i ekber’in âlem-i asgarı). Yüzündeki ifadeler, duygular ve akıl, tüm isimleri “okur”. Bu, tefekkürle kainatı okumayı teşvik eder.
– **Musika Analojisi**: Küçük sesler (nağmeler), büyüklerle birleşince harmoni oluşur. Örneğin, bir orkestrada viyolonsel derin ses verir, flüt hafif; birlikte güzel olur. Kainatta da atomdan galaksiye her şey böyle zikreder.

#### 2. İktibas: “Küçücük bir insan, icadsız, sırf sûrî bir san’atçığı ile…”

   – **Metnin Anlamı**: Küçük bir insan, basit bir icatla (fonografın güzel çalışmasıyla) memnun olursa; Allah, kainatı bir müzik ve fonograf gibi yarattığında, yeryüzünü ve içindeki canlıları (özellikle insanın başını) ilahi bir fonograf ve müzik tarzında yapmış ki, insan hikmeti hayret eder.
– **Detaylı İzah**:
– **Fonograf Metaforu**: Fonograf (eski plak çalar), sesleri kaydedip çalar. Kainat da Allah’ın “icadı”dır; her varlık ses çıkarır ve O’nu zikreder. İnsan başı (beyin, kulak, dil), bu musikiyi anlayan bir cihaz gibidir.
– **Karşılaştırma**: İnsan basit bir buluşla gururlanırsa, Allah’ın sonsuz sanatı karşısında hayret etmeli. Bu, yaratılışın mucizesini anlatır: Kulaklar kainatın seslerini duyar, beyin anlamlandırır – hepsi ilahi tasarım.
– **Felsefi Derinlik**: Materyalizme eleştiri: Kainat rastgele değil, bilinçli bir sanat eseri. Hikmet-i beşer (insan aklı), bunu tam anlayamaz ama hayran kalır.

#### 3. İktibas: “Güneş ve Arş gibi büyük cirmler haşmet lisanıyla…”
– **Metnin Anlamı**: Güneş ve Arş gibi büyük cisimler “Ey Celîl, ey Kebîr, ey Azîm” derken; sinek ve balık gibi küçük canlılar “Ey Cemîl, ey Rahîm, ey Kerîm” diyerek büyük musikiye zarif nağmeler katar, tatlılaştırır.
– **Detaylı İzah**:
– **Büyük ve Küçük Dengesi**: Büyük varlıklar (güneş: ısı ve ışık kaynağı; Arş: kainatın en üst katmanı), büyüklük isimlerini (Kebîr: Büyük, Azîm: Yüce) haşmetle söyler. Küçükler (sinek: hassas kanat çırpışı; balık: sualtı hareketi), güzellik ve merhamet isimlerini lütuf diliyle ekler.
– **Harmoni Oluşumu**: Bu, kainatın “haşmetli letafet”ini sağlar – ağır sesler hafiflerle dengelenir. Örneğin, bir senfonide davul derinlik, keman incelik verir.
– **Teolojik İmâ**: Allah’ın isimleri dengelidir; celal ile cemal, adalet ile rahmet. Küçük varlıklar bile vazgeçilmez; kainat onlarsız eksik olur.

#### 4. İktibas: “Evet, evet!.. eğer sivrisinek tantanasını kesse…”

   – **Metnin Anlamı**: Sivrisinek vızıltısını, bal arısı uğultusunu kesse, üzülmeyin. Kainatın ilahi musikisi durmaz, sürekli “güm güm” eder. Ezelî Sultan (Allah), Kur’an’la alemi doldurur; alimler, şeyhler ve hatiblerin zihinlerine vurur, sesleri dillerinden çıkar, İslam kitaplarını bir saz gibi çalar. Bu semavi sesi dinlemeyen, sivrisinek vızıltılarını mı duyacak?
– **Detaylı İzah**:
– **Küçük Seslerin Önemsizliği**: Küçük yaratıkların sesi dursa bile, kainatın musikisi devam eder. Asıl musiki, Kur’an’dır – alemi titreştirir.
– **Kur’an Metaforu**: Kur’an, bir ilahi müzik; alimlerin kalplerine iner, dillerinden yayılır, kitaplara yansır. “Güm güm” ifadesi, güçlü bir ritmi çağrıştırır.
– **Eleştiri**: Dünyevî sesleri (emirlerin tantanası, hükümet adamlarının vızıltısı) önemseyenler, asıl ilahi sesi kaçırır. Bu, maneviyata odaklanmayı teşvik eder.

#### 5. İktibas: “Ey mü’min-i kalb-i hüşyar! Şimdi gözlerimiz bir parça dinlensinler…”

   – **Metnin Anlamı**: Ey uyanık kalpli mümin! Gözleri dinlendir, kulağı imana teslim et. Önceki yolda ölüm çığlıkları gibi görünen sesler, şimdi namaz, niyaz, tesbih. Havadaki uğultu, kuş cıvıltısı, yağmur şırıltısı, deniz gürültüsü, gök gürlemesi, taş tıktıkları anlamlı nağmeler. Hava terennümleri, gök gürlemeleri zikir; yağmur, kuş sesleri tesbih. Eşyadaki sesler “Ben varım” der. Sessiz sandığın kainat konuşur: “Bizi cansız sanma, ey boşboğaz insan!” Kuşlar, nimet lezzeti veya rahmet inişiyle söyler, şükürle uçarlar.
– **Detaylı İzah**:
– **Seslerin Dönüşümü**: Materyalist bakışta sesler “ölüm çığlığı” gibi; imanla “tesbih” olur. Örneğin, yağmur “zemzeme” (şırıltı) ile rahmeti zikreder.
– **Doğa Sesleri**: Her ses bir zikirdir – kuşlar şükürle, deniz gamgamıyla azameti anar. Bu, panteizme kaymadan (her şey Allah değil, O’nu yansıtır) tevhidi vurgular.
– **İnsan’a Uyarı**: Kainatı “câmid” (cansız) sananlara: Her şey “varım” der, zikreder. Kuşlar nimetle (yiyecek) veya rahmetle (yağmur) tesbih eder, şükürle uçar.

#### Geniş Açı ve Derinlikler
– **Tasavvufi Kökler**: Bu fikir, İbn Arabi gibi sufilerin “kainatın zikri” kavramından faydalanır. Nursi, modern bilime uyarlar: Atomlar titreşimle (kuantum fiziği gibi) zikreder.
– **Bilimsel Paraleller**: Günümüzde, evrenin “titreşimleri” (ses dalgaları, kozmik arka plan radyasyonu) bu metaforu destekler. Örneğin, kuş sesleri ekosistemi dengeler, rahmeti simgeler.
– **Eğitim Açısından Değer**: Tefekkürü teşvik eder; doğayı dinlemek imanı artırır. Pratik: Bir bahar yürüyüşünde çiçekleri “Musavvir” olarak gör.
– **Eleştiriler ve Genişletme**: Bazıları metaforik bulur, ama Nursi’ye göre literal: Kainat bilinçli zikreder.
Genişlet: Modern ekolojide her varlık rol oynar, harmoniyi bozmamak lazım.
– **Sonuç**: Kainat, ilahi bir senfoni; dinleyen mümin, bu musikide yer alır. Bu bakış, hayatı anlamlı kılar, depresyona karşı manevi kalkan olur.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




KÂİNAT BİR MUSİKA- İ İLAHİDİR – 1 –

KÂİNAT BİR MUSİKA- İ İLAHİDİR – 1 –

“Semâyı dinle; nasıl “Yâ Celîl-i Zülcemâl” diyor. Ve arza kulak ver; nasıl “Yâ Cemîl-i Zülcelâl” diyor. Ve hayvanlara dikkat et; nasıl “Yâ Rahmân, yâ Rezzâk” diyorlar. Bahardan sor; bak nasıl, “Yâ Hannân, yâ Rahmân, yâ Rahîm, yâ Kerîm, yâ Latîf, yâ Atûf, yâ Musavvir, yâ Münevvir, yâ Muhsin, yâ Müzeyyin” gibi çok esmâyı işiteceksin. Ve insan olan bir insandan sor; bak nasıl bütün Esmâ-i Hüsnâyı okuyor ve cephesinde yazılı. Sen de dikkat etsen, okuyabilirsin. Güyâ, kâinat azîm bir mûsıka-i zikriyedir; en küçük nağme, en gür nağamâta karışmakla, haşmetli bir letâfet veriyor. Ve hâkezâ, kıyas et.”

“küçücük bir insan, icadsız, sırf sûrî bir san’atçığı ile, bir fonoğrafın güzel işlemesiyle böyle memnun olsa; acaba bir Sâni-i Zülcelâl, koca kâinatı bir mûsıkî, bir fonoğraf hükmünde icad ettiği gibi, zemini ve zemin içindeki bütün zîhayatı ve bilhassa zîhayat içinde insanın başını öyle bir fonoğraf-ı Rabbânî ve bir mûsıkà-i İlâhî tarzında yapmış ki; hikmet-i beşer, o san’at karşısında hayretinden parmağını ısırıyor.”

“güneş ve Arş gibi büyük cirmler haşmet lisanıyla “Yâ Celîl, yâ Kebîr, yâ Azîm” dedikleri vakit, sinek ve semek gibi o küçücük zîhayatlar dahi rahmet lisanıyla “Yâ Cemîl, yâ Rahîm, yâ Kerîm” diyerek, o musika-i kübrâya lâtif nağamatlarını katıyorlar, tatlılaştırıyorlar.”

“Evet, evet!.. eğer sivrisinek tantanasını kesse, bal arısı demdemesini bozsa, sizin şevkiniz hiç bozulmasın, hiç teessüf etmeyiniz. Zîra, kainatı nağamatıyla raksa getiren ve hakaikın esrarını ihtizaza veren mûsıka-i İlahiye hiç durmuyor, mütemadiyen güm güm eder.
Padişahlar Padişahı olan Sultan-ı Ezelî, Kur’an denilen mûsıka-i İlahiyesiyle umum alemi doldurarak, kubbe-i asumanda şìddetli ses getirmekle sadef-i kehf-misal olan ulema ve meşayih ve hutebanın dimağ, kalb ve femlerine vurarak, aks-i sadası onların lisanlarından çıkıp seyr ü seyelan ederek, çeşit çeşit sadalarla dünyayı güm güm ile ihtizaza getiren o sadanın tecessüm ve intıba’ıyla umum kütüb-ü İslamiyeyi bir tanbur ve kanûnun bir teli ve bir şeridi hükmüne getiren ve herbir tel, bir nev’i ile onu îlan eden o sada-i semavî ve rûhanîyi kalbin kulağı ile işitmeyen veya dinlemeyen, acaba o sadaya nisbeten sivrisinek gibi bir emîrin démdemelerini ve karasinekler gibi bir hükûmetin adamlarının vızvızlarını işitecek midir?”

“Ey mü’min-i kalb-i hüşyar! Şimdi gözlerimiz bir parça dinlensinler. Onların bedeline hassas kulağımızı imânın mübârek eline teslim ederiz, dünyaya göndeririz. Dinlesin leziz bir saz.
Evvelki yolumuzda bir mâtem-i umumi, hem vâveylâ-i mevtî zannolunan o sesler, şimdi yolumuzda birer nevâz ü namaz, birer âvâz ü niyaz, birer tesbihe âğâz.
Dinle, havadaki demdeme, kuşlardaki civcive, yağmurdaki zemzeme, denizdeki gamgama, ra’dlardaki rakraka, taşlardaki tıktıka birer mânidar nevâz.
Terennümât-ı hava, naarât-ı ra’dıye, nağamât-ı emvâc, birer zikr-i azamet. Yağmurun hezecâtı, kuşların seceâtı birer tesbih-i rahmet, hakikate bir mecâz.
Eşyada olan asvât, birer savt-ı vücuddur; “Ben de varım” derler. O kâinat-ı sâkit, birden söze başlıyor: “Bizi câmid zannetme, ey insan-ı boşboğaz!”
Tuyûrları söylettirir ya bir lezzet-i ni’met, ya bir nüzûl-ü rahmet. Ayrı ayrı seslerle, küçük âğâzlarıyla rahmeti alkışlarlar. Ni’met üstünde iner, şükür ile eder pervâz.”

*****

> “Güya, kâinat azîm bir mûsıka-i zikriyedir; en küçük nağme, en gür nağamâta karışmakla, haşmetli bir letâfet veriyor… Semâyı dinle; nasıl ‘Yâ Celîl-i Zülcemâl’ diyor. Ve arza kulak ver; nasıl ‘Yâ Cemîl-i Zülcelâl’ diyor… Bahardan sor; bak nasıl ‘Yâ Hannân, yâ Rahmân, yâ Rahîm, yâ Kerîm…’”
“Koca kâinatı bir mûsıkî, bir fonoğraf hükmünde icad ettiği gibi… bilhassa zîhayat içinde insanın başını öyle bir fonoğraf-ı Rabbânî… yapmış ki…”
“Güneş ve Arş… ‘Yâ Celîl, yâ Kebîr, yâ Azîm’… sinek ve semek… ‘Yâ Cemîl, yâ Rahîm, yâ Kerîm’ diyerek o musika-i kübrâya latîf nağamatlarını katıyorlar.”
“Kâinatı nağamâtıyla raksa getiren… mûsıka-i İlahiye hiç durmuyor… Kur’ân denilen mûsıka-i İlahiye… kütüb-ü İslamiyeyi bir tanburun bir teli hükmüne getirir.”
“Eşyada olan asvât, birer savt-ı vücuddur; ‘Ben de varım’ derler… ‘Bizi câmid zannetme, ey insan-ı boşboğaz!’”

Kâinatın “mûsıka-i zikriyesi” ne demek?

Öz fikir: Bediüzzaman, kâinatı baştan başa Allah’ın isimlerini (Esmâ-i Hüsnâ) ilan eden bir zikir orkestrâsı olarak okutur. Her varlık bir “nağme”, her hareket bir “ritim”, her mevsim bir “bestekâr değişimi” gibidir. Bu “müzik” kulak zarımıza değil, kalbin kulağına hitap eder; işitilmesi için iman ve tefekkür gerekir.

1) Esmâ’nın korosu: semâ, arz, hayvan, bahar, insan

Semâ (gökyüzü): Genişlik, haşmet ve düzeniyle Celâl isimlerini (Celîl, Kebîr, Azîm) okur. Yıldızların ordusu “kusursuz nizâm” ritmiyle tempo tutar.

Arz (yeryüzü): Renk, güzellik ve sanatıyla Cemâl isimlerini (Cemîl, Latîf, Müzeyyin, Musavvir) terennüm eder.

Hayvanât: Beslenme, doğum, barınma ekosistemiyle Rahmân, Rezzâk, Kerîm isimlerine ses olur.

Bahar: Bir sefere mahsus değil, her sene tekrarlanan mucizât-ı kudret konseridir; “Hannân, Rahmân, Rahîm, Kerîm…” isimlerinin sür’âtli icrası gibidir.

İnsan: “Bütün Esmâ-i Hüsnâ cephesinde yazılı” olduğu için koro şefi hükmündedir; aklıyla manayı çözer, diliyle ilan eder, ameliyle tescil eder.

2) Makrodan mikroya tek ses: Arş’tan sineğe

“Arş ve güneş” haşmet lisanıyla “Yâ Celîl, yâ Kebîr” derken; “sinek ve balık” rahmet lisanıyla “Yâ Cemîl, yâ Rahîm” der.
Ders: Büyüklük-küçüklük terennümü değiştirmez; her zerre, kendi ölçeğinde Esmâ’nın bir perdesidir. Orkestrada tuba ile flütün birlikte âhenk kurması gibidir.

3) Kur’ân: Musika-i İlahiye’nin “partitürü”

“Kur’ân denilen mûsıka-i İlahiye… kütüb-ü İslamiyeyi bir tanburun teli hükmüne getirir.”
Mânâsı: Kur’ân, kâinat konserinin nota defteridir. Tefsir, hadis, fıkıh, kelâm… hepsi o ana temanın farklı tellerde, farklı makamlarla icrasıdır. Âlimlerin dimağ ve kalplerine çarpan sada-i semavî, onların dillerinden farklı ezgilerle yankılanır.

4) İnsan: “fonoğraf-ı Rabbânî”

İnsanın başı/zeka-kalp-lisan üçlüsü kayıt, çözüm ve ilan cihazı gibidir:

Aklı: Kâinattaki ritmi okur (hikmet).

Kalbi: O ritme duygusal iştirak eder (muhabbet, huşû).

Lisan ve amel: İşitilen hakikati tesbih ve ibadet olarak seslendirir.
Bu yüzden en küçük bir insan bile, icadsız, sırf idrak ve şuuruyla, koca kâinattaki musıkîye şahitlik eder.

5) Tabiatın sesleri: “demdeme, zemzeme, rakraka…”

Metindeki bu kelimeler “tabiat sesleri sözlüğü” gibidir:

Demdeme: Hava cereyanlarının uğultusu; azameti hissettirir.

Civcive: Kuşların cıvıltısı; rahmet ve şükür makamı.

Zemzeme: Yağmurun tıkırtısı; rahmetin hezecâtı (neş’eli ölçü).

Gamgama: Dalgaların iniltisi; emr-i İlâhî’ye inkıyad.

Rakraka: Gök gürültüsü; celâlin narası.
Hepsi “zikr-i azamet” ve “tesbih-i rahmet” olarak okunur. Yani doğadaki sesleri yalnız fizik değil, mana tarafından da işitmek gerekir.

6) “Savt-ı vücud”: Varlığın konuşması

“Eşyada olan asvât, birer savt-ı vücuddur; ‘Ben de varım’ derler.”
İzah: Her varlık, var oluşuyla “Beni yaratan var” diyen bir delildir. Bu, “lisan-ı hâl” ile konuşmadır.

Varlık = ses

Nizam = ritim

San’at = melodi
Toplamı, Tevhid makamıdır.

7) İmanla işitmek: “kalbin kulağı”

“Gözler dinlensin; hassas kulağı imanın eline teslim et.”
Mesaj: Sırf çıplak duyular, kâinatı bazen “mâtem” zanneder (ayrılıklar, ölümler). İman ise aynı tabloyu **“nevâz ve niyaz”**a çevirir: Ölüm, terhis ve tahvîl; değişim, tazelenme ve tecdid-i halk olur. Böylece korku makamı, tesbih makamına döner.

8) “Sivrisinek tantanası”na karşı “Kur’ân sedası”

Geçici, gürültülü dünyevî sesler (siyaset, şöhret, polemikler) sivrisinek vızıltısı gibi kesilir. Kur’ân’ın sedası ve kâinat musıkîsi ise mütemâdîdir.
Pratik ders: Kalbi ve zihni ana ezgiye (Kur’ân-kâinat uyumu) sabitleyen bir mü’min, gündelik gürültülerle şevkini kaybetmez.

9) İtiraza kısa cevap: “Bunlar mecaz mı?”

Evet, temsil ve mecaz var; fakat mecaz hakikate penceredir.

Ses ve musıkî, nizâm + maksat + güzellik demektir.

Kâinatta görülen nizâm + maksat + güzellik, fail-i hakîm ve cemîl gerektirir.

Dolayısıyla musıkî benzetmesi, varlığın manalı dokusunu akla yaklaştırır; masalımsı değil, aklî-imanî bir okumadır.

10) Amelî sonuçlar: Tefekkür için “dinleme rehberi”

Günlük kısa pratik (5-10 dk):

  1. Semâya bak: “Yâ Celîl, yâ Kebîr, yâ Azîm” de; sonsuzluk hissini Tevhid’e bağla.
  2. Bir çiçeği izle: “Yâ Latîf, yâ Musavvir, yâ Müzeyyin” diyerek san’at ve inceliği tad.
  3. Rızka şahit ol: Sofranda “Yâ Rezzâk, yâ Kerîm” zikriyle şükür duy.
  4. Bir kuş sesi duyduğunda: “Bu, tesbih-i rahmettir” diye şuur ekle.
  5. Gök gürlediğinde: “Celâl de rahmetin hizmetkârıdır” diyerek huzurda kal.

Mevsimlik derinleşme:

Bahar: “İhyâ ve haşir provaları”nı oku; “Yâ Muhyî, yâ Bâis”.

Yaz: Rızkın coşkusunda “Yâ Rezzâk, yâ Vehhâb”.

Güz: Tebdil ve tahvilde “Yâ Hakîm, yâ Mukaddir”.

Kış: Sükûnet ve muhafazada “Yâ Hafîz, yâ Sabûr”.

11) Kısa özet

Kâinat zikir orkestrasıdır; her varlık Esmâ-i Hüsnâdan bir perde çalar.

Kur’ân, o orkestranın asıl notasını verir; İslâmî ilimler onun tel ve şeritleridir.

İnsan, “fonoğraf-ı Rabbânî”dir: akıl-kalp-lisanıyla bu hakikati okur, duyar, ilan eder.

İman, kâinatı “mâtem”den “namaz ve niyaz”a çevirir.

Geçici gürültüler susar; Kur’ân’ın sedası ve mûsıka-i İlahiye bâkîdir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com