Bediüzzaman Said Nursî’nin Hikmet Işığında Manevî Kaleler ve Takva Yolculuğu

Bediüzzaman Said Nursî’nin Hikmet Işığında Manevî Kaleler ve Takva Yolculuğu

Bediüzzaman Said Nursî, 20. yüzyılın en mühim İslâm âlimlerinden biri olarak, Risale-i Nur Külliyatı ile modern çağın tahribatlarına karşı bir maneviyat kalesi inşa etmiştir. Hayatı boyunca sürgünler, hapishaneler ve baskılarla dolu bir mücadele veren Nursî, eserlerinde iman hakikatlerini, nefs muhasebesini ve ümmet birliğini derin bir hikmetle ele almıştır.
Bu makalede, onun dört mühim sözünü birebir iktibas ederek, her birini ayrı bir konu olarak inceleyeceğiz.
Bu sözler, takva ile tahribata direnişten, nefsin körlüğüne; heveslerin aldatıcılığından, Türkiye’nin İslâm dünyasındaki stratejik konumuna kadar uzanan bir bütünlük arz eder.

#### 1. Takva: Çağın Tahribatına Karşı En Büyük Esas

“Bu zamanda tahribat ve menfi cereyan dehşetlendiği için, takva bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzları yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur.” (Tarihçe-i Hayat, s. 303)

Bediüzzaman Said Nursî’nin bu sözü, modern çağın manevi yıkımlarına karşı takvanın rolünü vurgulayan bir manifestodur. Takva, sadece bireysel bir erdem değil, aynı zamanda toplumsal bir kalkandır. Tarihi perspektiften bakıldığında, 20. yüzyılın başlarında Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü, dünya savaşları ve seküler akımların yükselişi gibi olaylar, “menfi cereyan” olarak adlandırılan yıkıcı akımları doğurmuştur. Nursî, kendi hayatında bu tahribatı bizzat yaşamış; Birinci Dünya Savaşı’nda esir düşmüş, Cumhuriyet döneminde sürgün edilmiş ve eserleri nedeniyle yargılanmıştır. Bu deneyimler, onun takvayı “en büyük esas” olarak görmesine zemin hazırlamıştır.

Edebi bir bakışla, takva bir kale gibidir; farzları yerine getirmek surları örmek, kebirelerden (büyük günahlardan) kaçınmak ise kapıları sağlamlaştırmaktır. Düşünün ki, bir gemi fırtınada yol alırken, kaptanın rotayı koruması gibi, takva da insanı manevi fırtınalardan korur. İbretli bir kıssa olarak, Hz. Yusuf’un zindanda takvasıyla kurtuluşunu hatırlayalım: O, farzları terk etmeyip büyük günahlardan kaçınarak, sonunda Mısır’a vezir olmuştur. Benzer şekilde, Nursî’nin talebeleri, zor zamanlarda takvayla direnmiş, Risale-i Nur’un yayılmasına vesile olmuşlardır.

Düşündürücü yanı ise şudur: Günümüzde teknoloji ve tüketim kültürü, tahribatı hızlandırmakta; sosyal medya gibi menfi cereyanlar, gençleri günahlara sürüklemektedir. Takva, bu akımlara karşı bir direniş manifestosudur. Genişçe ele alacak olursak, takva sadece ibadetlerle sınırlı değil; ahlakî, sosyal ve ekonomik boyutları da kapsar. Örneğin, tarihi bir ibret olarak, Endülüs’ün düşüşünde takva eksikliğinin rolü büyüktür – lüks ve hevesler, manevi surları zayıflatmıştır. Nursî, bu sözüyle bizi uyarır: Kurtuluş, farzları yapıp kebirelerden kaçınmakta yatar; bu, basit ama derin bir hikmettir. Böylece, birey ve toplum, tahribata karşı manevi bir kale inşa eder.

#### 2. Nefsin Körlüğü: Hakikat Güneşine Mani Bir Hicab

“Arkadaş! Nefsin vücudunda bir körlük vardır. O körlük, vücudunda zerre-miskal kaldıkça hakikat güneşinin görünmesine mâni bir hicab olur. Evet, müşahedemele sabittir ki; kat’î, yakînî bürhanlar ile deliller dolu olan büyük bir kalede, küçük bir taş bir za’fiyet görünürse, o kör olan nefs o kaleyi tamamen inkâr eder.” (Mesnevi-i Nuriye, s. 82)

Nursî’nin bu iktibası, nefsin manevi körlüğünü edebi bir metaforla resmeder: Körlük, hakikat güneşini perdeleyen bir hicabdır. Tarihi bağlamda, Nursî’nin Eski Said’den Yeni Said’e geçişi bu körlüğün aşılmasına örnektir. Birinci Dünya Savaşı sonrası İstanbul’un işgali ve kendi iç mücadelesi sırasında, nefsini muhasebeye çekmiş, Risale-i Nur’un temellerini atmıştır. Bu, bir âlimin nefisle savaşının hikmetli bir yansımasıdır.

Edebi olarak, nefis bir kale içindeki küçük bir taş gibidir; zaafiyet gösterirse, tüm kaleyi inkâr eder. Bu, Shakespeare’in Hamlet’inde “Bir çürük elma tüm sepeti bozar” deyişine benzer – küçük bir kusur, büyük hakikatleri yok sayar. İbretli bir örnek, Firavun’un hikâyesidir: Musa’nın mucizelerine rağmen, nefsin körlüğüyle inkâra sapmış, Nil’de boğulmuştur. Nursî, müşahedesiyle bunu doğrular; kendi hayatında, talebelerinin küçük zaafiyetlerle imanlarını sorguladığını görmüştür.

Düşündürücü yanı, modern psikolojide “bilişsel önyargı” olarak bilinen kavramla örtüşmesidir: İnsan, kusurlarını büyütürken hakikatleri küçültür. Genişçe inceleyecek olursak, nefis körlüğü bireysel değil, toplumsal bir sorundur. Tarihi olarak, Haçlı Seferleri’nde Batı’nın Doğu’yu inkârı, bu körlüğün bir tezahürüdür. Nursî, bizi uyarır: Hakikat kalesini korumak için, nefsin zerre kadar körlüğünü temizlemek şarttır. Bu, manevi bir arınma yolculuğudur; küçük zaafiyetler, büyük inkârlara yol açar. Böylece, hakikat güneşi, kalpte doğar.

#### 3. Heveslerin Peşinde Koşma: Fâni Lezzetlerin Aldatıcılığı

“Hevesli akılsız çocuklar gibi, muvakkat, ehemmiyetsiz lezzetlerin peşinde koşma!” (Emirdağ Lahikası)

Bu söz, Nursî’nin nefs muhasebesini hevesler üzerinden ele alır; çocuksu hevesler, manevi olgunluğa engeldir. Tarihi açıdan, Nursî’nin sürgün yıllarında yazdığı lahikalar, talebelerine bu uyarıyı yapmıştır. 1940’ların zorluklarında, maddi lezzetlere kapılmamak, iman hizmetinin anahtarı olmuştur.

Edebi bir tasvirle, hevesler geçici bir oyuncağa benzer; çocuk gibi peşinde koşan, sonunda pişmanlık duyar.
Bu, Mevlânâ’nın Mesnevî’sindeki “Dünya bir oyundur” deyişini çağrıştırır. İbretli bir kıssa, Hz. Süleyman’ın hikâyesidir: Tüm zenginliğine rağmen, hevesleri aşmış, “Bu dünya bir hiçtir” demiştir. Nursî, kendi hayatında hevesleri terk ederek, Risale-i Nur’a odaklanmıştır; bu, bir âlimin manevi zaferidir.

Düşündürücü yanı şudur: Günümüzde tüketim toplumu, hevesleri körükler; sosyal medya, anlık lezzetlerle manevi boşluk oluşturur. Genişçe ele alacak olursak, hevesler tarihi facialara yol açmıştır – Roma İmparatorluğu’nun çöküşünde lüks ve eğlence rol oynamıştır. Nursî, bizi düşünmeye sevk eder: Fâni lezzetler elemler bırakır, kalıcı olan ise uhrevî sevaplardır. Bu, olgunluk yolculuğudur; hevesleri aşmak, manevi lezzetlere kapı açar.

#### 4. Türkiye: İslâm Dünyasının Garbî Kalesi

“Türkiye, İslâm dünyasının garbî kalesidir. Türkiye’siz İttihad-ı İslâm mümkün değildir.”” (Tarihçe-i Hayat, s. 720)

Nursî’nin bu sözü, Türkiye’nin jeopolitik ve manevi rolünü anlatır. Tarihi olarak, Osmanlı’nın son dönemlerinde Nursî, İttihad-ı İslâm’ı savunmuş; Kurtuluş Savaşı’nı desteklemiştir. Bu, ümmet birliğinin hikmetli bir çağrısıdır.

Edebi bir metaforla, Türkiye bir kale gibidir; garbî konumunda İslâm’ı korur. Bu, kale savunmalarını hatırlatan destansı bir anlatımdır. İbretli bir örnek, İstanbul’un fethidir: Fatih’in zaferi, İslâm’ın garbî kalesini güçlendirmiştir. Nursî, Cumhuriyet döneminde bile bu vizyonu sürdürmüştür; Risale-i Nur, Türkiye üzerinden ümmete yayılmıştır.

Düşündürücü yanı, günümüz küresel siyasetindedir: Türkiye’siz bir İslâm birliği, eksik kalır. Genişçe inceleyecek olursak, tarihi olarak, Selçuklu ve Osmanlı, garbî kale rolünü üstlenmiştir – Haçlılara karşı direniş bunun isbatıdır. Nursî, bizi uyarır: Bu kale zayıflarsa, ümmet dağılır. Bu, birlik ve direniş çağrısıdır; Türkiye, manevi bir misyon taşır.

### Makale Özeti
Bediüzzaman Said Nursî’nin dört sözü, manevi tahribata karşı takva, nefs körlüğü, heves aldatıcılığı ve Türkiye’nin kale rolünü ele alır. Takva kurtuluşun esasıdır; nefis körlüğü hakikati perdeler; hevesler fâni elemler getirir; Türkiye ise İslâm birliğinin anahtarıdır. Bu sözler, tarihi ibretlerle yoğrulmuş, düşündürücü bir bütünlük sunar: Çağın yıkımlarına karşı manevi kaleler inşa etmek, her müminin vazifesidir. Hikmetli bu tefekkür, okuyucuyu imanî bir yolculuğa davet eder.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Bediüzzaman Said Nursî’nin Hikmet Işığında İhlâs, Meşru Daire, İmtihan ve Muhabbet Yolculuğu

Bediüzzaman Said Nursî’nin Hikmet Işığında İhlâs, Meşru Daire, İmtihan ve Muhabbet Yolculuğu

Bediüzzaman Said Nursî, 20. yüzyılın manevi mimarı olarak, Risale-i Nur Külliyatı ile insan ruhunu aydınlatan bir fener olmuştur. Hayatı imtihanlar, sürgünler ve mücadelelerle dolu olan Nursî, eserlerinde ihlâsı, meşru daireyi, dinin imtihan niteliğini ve muhabbetin sınırlarını derin bir hikmetle işlemiştir. Bu makalede, onun dört mühim sözünü birebir iktibas ederek, her birini ayrı bir konu olarak ele alacağız.
Bu sözler, ihlâstan başlayarak muhabbete uzanan bir zincir oluşturur; hepsi manevi bir bütünlük içinde, çağımızın ruhî yaralarına merhem olur.
Tarihi olaylar, edebi metaforlar, ibretli kıssalar ve düşündürücü tefekkürlerle genişleteceğimiz bu inceleme, okuyucuyu fıtratın derinliklerine davet eder. Her bölüm, Nursî’nin hikmetli bakışı ile yoğrulmuş olup, bireysel ve toplumsal kurtuluşa işaret eder.

#### 1. İhlâs: Sevabın ve Rıza-yı İlâhî’nin Anahtarı

“Madem çok sevap istersin; ihlâsı esas tut ve yalnız rıza-yı İlâhîyi düşün.” (Risale-i Nur, Lem’alar)

Bediüzzaman Said Nursî’nin bu sözü, amellerin değerini belirleyen ihlâsı, manevi bir pusula olarak sunar. İhlâs, sadece samimiyet değil, aynı zamanda rıza-yı İlâhî’ye odaklanan bir kalp duruşudur. Tarihi açıdan, Nursî’nin kendi hayatı bu hikmetin canlı bir örneğidir: Birinci Dünya Savaşı’nda cephede, sürgünlerde ve hapishanelerde, tüm hizmetini yalnız Allah rızası için yapmıştır. Risale-i Nur’un yazımı sırasında, maddi karşılık beklemeden, ihlâsı esas tutması, eserlerinin milyonlara ulaşmasına vesile olmuştur. Bu, bir âlimin tarihi direnişidir; Osmanlı’nın çöküşü ve Cumhuriyet’in seküler baskıları karşısında, ihlâs manevi bir kale olmuştur.

Edebi bir tasvirle, ihlâs bir nehir gibidir; saf ve duru akar, rıza-yı İlâhî ise onun denize kavuştuğu sonsuz ufuktur. Sevap arayışı, bu nehirde yelken açmaktır – rüzgârı ihlâs olan yelkenli, fırtınalara direnir. İbretli bir kıssa olarak, Hz. İbrahim’in Nemrud’un ateşine atılırkenki hali hatırlanır: O, sevap için değil, yalnız Allah rızası için direnmiş, ateş gül bahçesine dönmüştür. Nursî, benzer şekilde, Denizli Hapishanesi’nde ihlâsla yazdığı meyveler, talebelerini kurtarmıştır.

Düşündürücü yanı şudur: Günümüzde, sosyal medya ve şöhret tutkusu, ihlâsı zedeler; ameller gösterişe kurban gider. Genişçe ele alacak olursak, ihlâs tarihi zaferlerin sırrıdır – Endülüs’ün altın çağında âlimlerin samimiyeti, ilmi yükseltmiş; ancak ihlâs kaybı, çöküşe yol açmıştır. Nursî, bizi uyarır: Çok sevap istiyorsak, yalnız rıza-yı İlâhî’yi düşünelim; bu, kalbi kirlerden arındırır. Böylece, amellerimiz ebedî bir değere kavuşur, manevi bir miras bırakır.

#### 2. Meşru Daire: Ruh, Kalp ve Nefsin Hakiki Lezzetleri

“Madem meşru daire; ruh ve kalb ve nefsin bütün lezzetlerine, safalarına, keyiflerine kâfidir. Gayr-ı meşru daireye girme. Çünkü o dairedeki bir lezzetin bazen bin elemi var. Hem hakikî ve daimî lezzet olan iltifat-ı Rahmaniyeyi kaybetmeye sebebdir.” (Gençlik Rehberi – 150)

Nursî’nin bu iktibası, meşru daireyi bir cennet bahçesi olarak resmeder; burada ruh, kalp ve nefs, helal lezzetlerle doyar. Gayr-ı meşru daire ise, zehirli bir meyve gibidir – anlık tat, sonsuz acılar doğurur. Tarihi perspektiften, Nursî’nin Gençlik Rehberi’ni yazdığı dönem, 1940’ların gençliğinin seküler akımlara kapıldığı yıllardır. O, kendi gençliğinde ilim peşinde koşarken, meşru daireyi keşfetmiş; bunu, talebelerine miras bırakmıştır.

İbretli bir örnek, Hz. Yusuf’un zindan tercihi: Gayr-ı meşru lezzete kapılmayıp, iltifat-ı Rahmanî’yi kazanmış, Mısır’a hükümdar olmuştur. Nursî, benzer şekilde, sürgünlerinde helal dairede kalmış, Risale-i Nur’un lezzetini tatmıştır.

Düşündürücü yanı, modern tüketim toplumunda belirgindir: Bağımlılıklar ve haram ilişkiler, anlık keyif için daimî elemler getirir. Genişçe inceleyecek olursak, tarihi facialar bu hikmeti doğrular – Roma’nın çöküşünde gayr-ı meşru lezzetler rol oynamış, toplum manevi iltifattan mahrum kalmıştır. Nursî, bizi düşünmeye sevk eder: Meşru daire kâfidir; iltifat-ı Rahmanî, hakiki lezzettir. Bu, nefsi terbiye yolculuğudur; helal sınırlar, ruhu özgür kılar.

#### 3. Din: İmtihan ve Tecrübe Meydanı

“Din bir imtihandır. Teklif-i İlâhî bir tecrübedir. Ta, ervah-ı âliye ile ervah-ı sâfile, müsabaka meydanında birbirinden ayrılsın.” (Risale-i Nur Külliyatı’ndan)

Bu söz, dini bir arena olarak tanımlar; burada yüksek ruhlar (ervah-ı âliye) ile düşük ruhlar (ervah-ı sâfile), imtihanla ayrılır. Tarihi açıdan, Nursî’nin külliyatı, 20. yüzyılın materyalist fırtınalarına karşı yazılmıştır; dinin imtihan niteliği, inananları güçlendirmiştir. O, kendi hayatında bu tecrübeyi yaşamış – savaşlar, sürgünler, onun ruhunu âliye katmıştır.

Edebi bir metaforla, din bir müsabaka meydanıdır; teklif-i İlâhî, hakemin düdüğüdür – yüksek ruhlar zaferle ayrılır, düşükler mağlup olur. Bu, epik bir destan gibidir; kahramanlar imtihanla yükselir.
İbretli bir kıssa, Hz. Eyyub’un hikayesi: Hastalık imtihanıyla, ervah-ı âliye olduğunu göstermiş, mükâfatını almıştır.
Nursî, benzer şekilde, hapishanelerde talebeleriyle müsabaka etmiş, Risale-i Nur’un zaferini kazanmıştır.

Düşündürücü yanı şudur: Günümüz dünyasında, maddi başarılar imtihanı gizler; ancak din, ruhları sınıflar. Genişçe ele alacak olursak, tarihi olaylar bu ayrımı gösterir – Peygamberlerin mucizeleri, ervah-ı âliye’yi ortaya çıkarmış; inkârcılar sâfile kalmıştır. Nursî, bizi uyarır: İmtihan, ayrılık içindir; tecrübe, ruhu olgunlaştırır. Bu, varoluşun hikmetidir; müsabaka, ebedî mertebeleri belirler.

#### 4. Gayr-ı Meşru Muhabbet: Merhametsiz Azabın Kaynağı

“Gayr-ı meşru muhabbetin neticesi, merhametsiz azab çekmektir.”

Nursî’nin bu kısa ama derin sözü, meşru olmayan sevginin acı sonunu anlatır; muhabbet, yanlış yöne saparsa, azaba dönüşür. Tarihi olarak, Nursî’nin eserlerinde bu, nefsin tuzaklarına karşı bir uyarıdır; kendi hayatında, muhabbetini yalnız Allah’a hasretmiş, talebelerine örnek olmuştur.

Edebi bir tasvirle, gayr-ı meşru muhabbet bir zehirli ok gibidir; kalbe saplanır, merhametsiz azab doğurur. Bu, trajik bir aşk hikâyesine benzer – başlangıç tatlı, sonu felaket.
İbretli bir örnek, Kerbela vakası: Yanlış muhabbetler, Hüseyin’in şehitliğine yol açmış, azab getirmiştir. Nursî, modern çağda haram ilişkileri bu açıdan ele alır; muhabbeti helale yöneltmek, kurtuluştur.

Düşündürücü yanı, ilişkilerdeki kırılganlıktadır: Günümüzde, gayr-ı meşru sevgiler boşanma ve acıları çoğaltır. Genişçe inceleyecek olursak, tarihi edebiyatta bu tema yaygındır – Romeo ve Juliet’in trajedisi, meşru sınırların ihlalinden doğar.
Nursî, bizi düşünmeye iter: Muhabbet, merhametli olmalı; yoksa azab kaçınılmazdır. Bu, kalp eğitimidir; meşru muhabbet, ebedî saadete kapı açar.

### Makale Özeti
Bediüzzaman Said Nursî’nin dört sözü, manevi yolculuğun anahtarlarını sunar: İhlâs sevabın esasıdır; meşru daire hakiki lezzetleri barındırır; din imtihanla ruhları ayırır; gayr-ı meşru muhabbet azab getirir.
Bu sözler, tarihi ibretler ve edebi metaforlarla bütünleşir, düşündürücü bir uyum oluşturur: İhlâstan muhabbete, her adım rıza-yı İlâhî’ye yönelir. Hikmetli bu tefekkür, okuyucuyu nefis muhasebesine davet eder, çağın tahribatına karşı manevi direniş çağrısı yapar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Kuşların Tüy Yenilenmesi: Yaratılışın Hikmetli Bir Mucizesi

Kuşların Tüy Yenilenmesi: Yaratılışın Hikmetli Bir Mucizesi

Tabiatın derinliklerinde gizlenen mucizeler, insanoğlunu her daim düşündürmüş ve ilham vermiştir. Bu mucizelerden biri, kuşların tüylerini periyodik olarak yenilemesidir. Bu süreç, yalnızca biyolojik bir olay değil, aynı zamanda ilahi bir rahmetin, hikmetin ve düzenin tezahürüdür. Aşağıda, Risâle-i Nur Külliyâtı’ndan alınan bir metni birebir iktibas ederek, bu konuyu hikmetli, edebi, tarihi, ibretli ve düşündürücü yönleriyle ele alacağım.

#### Hikmetli Yönü: İlahi Düzenin ve Rahmetin Tezahürü

Metin şöyle der:
“Hâlık-ı Rahîm,
bir kuşun tüylü libasını hangi kanunla değiştiriyor, tazelenidiriyor;
o Sâni’-i Hakîm aynı kanunla, her sene Küre-i Arz’ın libasını tecdid eder.
Hem o aynı kanunla, her asırda dünyanın şeklini tebdil eder.
Hem aynı kanunla, kıyamet vaktinde kâinatın suretini tağyir edip değiştirir.
Hem hangi kanunla zerreyi, mevlevî gibi tahrik eder;
aynı kanunla Küre-i Arz’ı mecazî ve semavî kalkan melevî gibi döndürüyor ve o kanun ile âlemleri böyle çeviriyor ve manzume-i şemsiyeyi gezdiriyor.”

Bu metin, kuşların tüy yenilenmesini, evrenin büyük düzenine bağlayan bir hikmet penceresi açar. Hikmetli yönüyle ele aldığımızda, bu süreç Allah’ın (c.c.) sonsuz rahmetinin bir yansımasıdır. Kuşların tüyleri, her yıl dökülüp yenilenirken, bu yalnızca korunma ve uçuş için değil, aynı zamanda yaratılışın sürekli tazelenmesinin bir delilidir. Düşünün ki, bir serçe veya papağanın tüyleri, soğuktan korunmak, su geçirmezlik sağlamak ve aerodinamik uçuş için tasarlanmış bir sanat eseridir. Bu yenilenme, biyolojik bir zorunluluktan öte, ilahi bir kanunun parçasıdır: Zerreden güneşe kadar her şey, aynı hikmetli yasalarla yönetilir. Bu, insana şu dersi verir: Hayatımızdaki zorluklar, tıpkı kuşun tüy dökümü gibi, yenilenme için bir fırsattır. Hikmet burada, küçük bir detayın büyük bir kozmik düzenle bağlantısında yatar; evrenin her atomu, bu ilahi senfonide rol oynar. Eğer kuşun tüyü bu kadar hassas bir dengede yenileniyorsa, insan ruhunun da manevi tazelenmeye ihtiyacı vardır – bu, hikmetin en derin katmanıdır.

#### Edebi Yönü: Şiirsel Bir Yaratılış Senfonisi
Metnin devamı şöyle:
“Hem hangi kanunla senin bedenindeki hücreyâtın zerrelerini tazelenidiriyor, tamir ve tahli ediyorsa, aynı kanunla senin bağını her sene tecdid eder ve her mevsimde çok defa tazelendirir.
Aynı kanunla, zemin yüzünü her bahar mevsiminde tecdid eder, taze bir peçe üstüne çeker.
Hem o Sâni’-i Kadîr, hangi kanun-u hikmetle bir sineği ihya eder;
aynı kanunla şu önümüzdeki çınar ağacını her baharda ihya eder ve o kanunla Küre-i Arz’ı yine o baharda ihya eder ve aynı kanunla haşirde mahlukatı da ihya eder.”

Edebi açıdan, bu metin bir şiir gibi akar; metaforlar ve benzetmelerle dolu bir edebiyat şaheseridir. Kuşların tüy yenilenmesi, “tüylü libas” olarak tasvir edilir – bu, giysi metaforuyla Tabiatın zarif bir elbise gibi değişimini hatırlatır. Edebiyat tarihinde, tabiat ifadeleri sıkça kullanılmıştır; örneğin, Wordsworth’ün romantik şiirlerinde tabiat, ruhun yenilenmesinin sembolüdür. Burada ise, kuşun tüyü, bir “libas” olarak, ilahi bir terzinin elinden çıkan bir sanat eseri gibi sunulur. Bu yenilenme, bahar mevsiminin çiçek açmasıyla paraleldir: Her bahar, dünya yeni bir “peçe” üstüne çeker, tıpkı kuşun tüylerinin tazelenmesi gibi. Edebi olarak, bu süreç bir senfoni gibidir – zerrelerin hareketi, hücrelerin tamiri, ağaçların canlanması… Hepsi, büyük bir şiirin mısralarıdır. Okuyucu, bu ifadelerde hayal gücünü harekete geçirir; bir kuşun kanadındaki renk cümbüşü, evrenin renkli bir tablosu olur. Bu edebi zenginlik, insanı sıradan bir biyolojik olaydan çıkarıp, mistik bir yolculuğa çıkarır, tıpkı Mevlana’nın Mesnevi’sindeki doğa alegorileri gibi.

#### Tarihi Yönü: Geçmişten Günümüze Yaratılışın İzleri
Tarihi perspektiften bakıldığında, kuşların tüy yenilenmesi, insanlık tarihinin tabiat bakışlarıyla iç içedir. Antik Mısır’da kuşlar, tanrı Horus’un sembolü olarak yenilenmeyi temsil ederdi; firavunlar, kuş tüylerini amuletlerde kullanarak sonsuz hayatı simgelerdi. Ortaçağ Avrupa’sında, Aristoteles’in doğa tarihine dair yazıları, kuşların mevsimsel değişimlerini incelemiş, bu yenilenmeyi Tanrı’nın düzeninin bir parçası olarak görmüştür. İslam tarihinde ise, İbn Sina gibi düşünürler, kuş anatomisini inceleyerek, bu süreçleri ilahi hikmetle bağdaştırmıştır.
Risâle-i Nur’un bu metni, 20. yüzyıl başlarında Bediüzzaman Said Nursi tarafından kaleme alınmış olup, modern bilimin doğa kanunlarını keşfettiği bir dönemde, bunları tevhid inancıyla bütünleştirmiştir. Tarihi ibret burada yatar: İnsanlık, kuşların tüy yenilenmesini binlerce yıldır gözlemlemiş, ancak bu gözlemler, materyalist bir bakışla sınırlı kaldığında anlamını yitirmiştir. Tarih bize gösterir ki, bu yenilenme, imparatorlukların yükseliş ve düşüşü gibi tekrarlıdır; Osmanlı’dan Roma’ya, her medeniyet doğanın bu dersini alarak ayakta kalmıştır. Bugün, ekoloji tarihiyle bağlantılı olarak, iklim değişikliği nedeniyle kuş göçleri ve tüy yenilenmesi etkilenmekte; bu, tarihi bir uyarıdır: Doğanın dengesini bozmak, kendi yenilenmemizi tehlikeye atar.

#### İbretli Yönü: Dersler ve Uyarılar
İbretli yönüyle, metin bize şu dersi verir: Kuşun tüyü dökülüp yenilenirken, acı çeker gibi görünse de, bu bir rahmettir. İbret burada, acıların ardındaki güzelliktedir – tıpkı kışın ardından baharın gelmesi gibi. Tarih boyunca, peygamber kıssalarında doğa mucizeleri ibret olarak anlatılır; örneğin, Hz. İbrahim’in kuşları diriltmesi, yenilenmenin ilahi gücünü gösterir. Bu süreç, insana ibret olur: Hayatımızdaki “dökülmeler” – kayıplar, hastalıklar – aslında yeni bir başlangıcın habercisidir. Eğer kuş, tüylerini yenilemeden uçamazsa, insan da manevi tazelenme olmadan yükselemez. İbretli bir hikaye olarak, Darwin’in evrim teorisinde kuş tüyleri adaptasyon olarak görülür, ancak bu metin bize daha derin bir ibret sunar: Bu adaptasyon, rastgele değil, hikmetli bir tasarımın sonucudur. Günümüzde, kuş popülasyonlarının azalması, çevre kirliliği nedeniyle tüy yenilenmesinin bozulması, bize ibret verir: Yaratılışa saygı duymazsak, kendi sonumuzu hazırlarız.

#### Düşündürücü Yönü: Felsefi ve Manevi Derinlik
Düşündürücü olarak, bu yenilenme süreci hikmetli soruları tetikler: Neden her şey tekrarlıdır?
Metin, zerreden kainata uzanan bir bağlantı kurarak, bizi tefekküre davet eder. Felsefede, Herakleitos’un “her şey akar” sözü gibi, bu tazelenme değişimin kaçınılmazlığını düşündürür. Manevi açıdan, haşir (diriliş) ile bağlantılıdır: Kuşun tüyü nasıl yenileniyorsa, ölümden sonra diriliş de öyle olacaktır. Bu, insanı düşündürür: Kendi hücrelerimiz her yedi yılda yenilenirken, ruhumuz neden tazelenmesin? Düşündürücü bir paradoks burada yatar: Küçük bir kuşun kanunu, evrenin kanunudur; bu, insanın acizliğini ve Yaratıcı’nın kudretini hatırlatır. Modern bilim, genetik ve epigenetikle bu süreçleri açıklar, ancak düşündürücü soru kalır: Bu kanunların kaynağı nedir? Bu tefekkür, okuyucuyu varoluşun derinliklerine çeker.

### Makalenin Özeti
Bu makale, Risâle-i Nur’dan iktibas edilen metin doğrultusunda, kuşların tüy yenilenmesini hikmetli (ilahi düzen), edebi (şiirsel ifadeler), tarihi (geçmiş gözlemler), ibretli (dersler) ve düşündürücü (hikmetli derinlik) yönleriyle incelemiştir. Her yön, metnin bütünlüğünü koruyarak ayrı ele alınmış; sonuçta, bu mucize, yaratılışın rahmet dolu bir tezahürü olarak sunulmuştur.
Özetle, kuş tüylerinin tazelenmesi, evrenin büyük kanunlarının küçük bir aynasıdır ve insana manevi yenilenmeyi hatırlatır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Zalim Zulmünde Boğulacak: Gazze Direnişi ve Dünyanın Uyanışı

Zalim Zulmünde Boğulacak: Gazze Direnişi ve Dünyanın Uyanışı

Tarih, mazlum ile zalim arasındaki mücadelenin sahnesidir. Firavun’un zulmü karşısında Musa’nın (a.s.) asası nasıl bir direnişin sembolü olmuşsa, bugün Gazze’de yaşananlar da zalimlerin akıbetini ve mazlumların sebatını hatırlatıyor.

  1. Zalimlerin Yeni Oyunu: “Gideon’un Savaş Arabaları”

İsrail, “Gideon’un Savaş Arabaları” adı altında Gazze’yi bütünüyle işgal etmeyi planlıyor. On binlerce sivilin hayatını kaybettiği bu saldırılar, sadece bir askeri harekât değil, insanlık vicdanına vurulan büyük bir darbedir. Ancak zalimin hesabı, her zaman mazlumun duasıyla bozulmuştur. Tarih boyunca hiçbir işgal kalıcı olmamış, zorbalık üzerine kurulan yapılar er ya da geç kendi zulümlerinde boğulmuştur.

  1. ABD’nin Kirli Geçmişi ve İhaneti

ABD’nin desteği olmasa, İsrail’in bu derece pervasız olması mümkün değildir. Ancak Washington’un sicili de kirli: Jeffrey Epstein dosyasıyla ortaya çıkan çocuk istismarı ağları, savaşlarla milyonların kanına giren politikalar, kendi halkının vicdanında dahi telafi edilemez yaralar bırakmıştır. Bugün Gazze’de akan kanın arkasında, ABD’nin ikiyüzlü siyaseti ve çıkar merkezli tavrı vardır.

  1. Direnişin Yeni İsmi: Musa’nın Asası

Kassam Tugayları, operasyonlarına “Musa’nın Asası” adını vererek tarihe ve vahye atıf yapıyor. Bu isim, zalime karşı mazlumun Allah’a dayanarak ayağa kalkışının sembolüdür. Firavun’un sarayında büyüyen Musa’nın, sonunda o saraya meydan okuyarak mazlumları kurtarması, bugün Gazze’de yeniden okunuyor.

  1. Dünyada Uyanış: Vicdanların Dirilişi

Bir yanda zalimler İsrail’in yanında saf tutarken, öte yanda vicdanlar uyanıyor. İngiltere’de Lush mağazalarının kepenk indirmesi, Belçika’nın Filistin’i tanıması, İspanya’da halkın Filistin bayraklarıyla sokağa çıkması, küresel bir vicdan hareketinin yükseldiğini gösteriyor. Devletlerin çıkar hesaplarıyla sustuğu yerde, halkların yürekleri konuşmaya başladı.

  1. Zalimlerin Akıbeti

Bugün İsrail ordusunda intiharların artması, moral çöküntüsü ve umutsuzluk, zalimlerin yenilgisinin içerden başladığını göstermektedir. Zulüm, zalimi de zehirler; zulmün kanıyla beslenenler sonunda kendi kanlarında boğulurlar. Dün Sovyetler Birliği yıkıldı, bugün İsrail ve ABD’nin de zulüm üzerine kurdukları düzenin çöküşe doğru gittiği açıktır.

  1. İslam Dünyasının Mesuliyeti

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ifadesiyle, “Kafirin kıyamına seyirci kalmak” mümkün değildir. İslam dünyası birlik olup, sadece siyasi değil, ekonomik, kültürel ve manevi bir direniş göstermelidir. Çünkü Gazze sadece Gazze değildir; insanlığın şerefi, ümmetin onuru ve adaletin geleceği orada savunulmaktadır.

Sonuç

Firavunlar, Nemrutlar, Karunlar ve zalim diktatörler tarih boyunca hep aynı akıbeti paylaştı: zulümlerinde boğulmak. Bugün İsrail ve ABD’nin kanla beslenen politikaları da er ya da geç aynı sonla yüzleşecektir.

Mazlumun duası, zalimin tankından güçlüdür. Zalim yenilecek, mazlum kazanacaktır. Çünkü tarih bize her defasında şunu fısıldar:

“Zalim zulmünde boğulacak, mazlum sabrında kurtulacaktır.”

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




“Edeb yâ hû!”

“Edeb yâ hû!”
Bu ifade, bir zikir, bir ihtar, bir nasihat, bir uyarı ve aynı zamanda bir hayat düsturudur. Asırlar boyunca tasavvuf meclislerinde, tekkelerde, sohbetlerde en çok duyulan sözlerden biridir. Zira edeb, insanı insan eden, ahlakı kemale erdiren, haddini bilmeyi öğreten ve kulluğun hakikatini gösteren en temel esaslardandır.

  1. Edeb Nedir?

Lügat anlamı: Güzel ahlak, terbiye, ölçülü ve dengeli davranış.

Tasavvufta: Allah’a, Resulüne, insana, mahlûkata karşı konumunu bilmek; saygı, tevazu, nezaket, adab-ı muaşeret ile yaşamak.

İnsan, küçüklüğünü bilip haddini tanıdıkça kâinatın hakiki seyircisi, şahit ve nazırı olur. Haddini bilmeyen ise kendini kaybeder.

  1. Edeb ve Edeb bilmek

Edeb, sadece şekilsel nezaket değil, ruhun zarafetidir.

Konuşmada edeb: Yerinde ve ölçülü söz söylemek.

Dinlemede edeb: Susmayı, anlamayı, kulak vermeyi bilmek.

Bakışta edeb: Gözünü haramdan korumak, hayâ ile bakmak.

Yemekte edeb: Şükürle ve kanaatle yemek.

Toplumda edeb: Hakkı gözetmek, kimseyi hor görmemek, nefsini dizginlemek.

Kulluğun edebi: İbadeti sırf Allah için yapmak, riya ve gösterişten uzak durmak.

  1. Ahlak ve Ahlakilik

Ahlak: İnsanın iç dünyasındaki duyguların ve değerlerin dışa yansımasıdır.

Ahlakilik: Ahlakı bir süs değil, bir yaşayış hâline getirmektir.

Günümüzde çoğu kez ahlak sadece “bilgi” olarak kalmakta, “amel”e dönüşmemektedir. Halbuki ahlak, yaşanmadıkça ahlak değildir.

  1. Haddini Bilmek

Haddini bilmek, kendini tanımakla başlar.

Allah karşısında kul olduğunu bilmek.

İnsanlar karşısında aczini, fakrını bilmek.

Nefsinin sınırsız isteklerini dizginleyebilmek.

Hadsizlik ise ölçüsüzlüktür:

Dilin sınırını aşması: Lüzumsuz, kırıcı, yıkıcı sözler.

Malın sınırını aşması: İsraf, gösteriş.

İlimde sınırı aşmak: Bilmediğini iddia etmek.

Dinde sınırı aşmak: Bid’at ve ifratlara sapmak.

  1. Tasavvufta Edeb

Mevlânâ der ki:

> “Edeb, insanın kendi ayıbını bilmesidir.”

Yunus Emre:

> “Edeb elden gidince, insan insanlığından çıkar.”

Tasavvuf ehline göre edeb, her hâlde Allah’ı görüyormuş gibi yaşamaktır. Edeb kaybolunca, ibadetler şekil, ahlak ise süs olur.

  1. Hadsizlik ve Tehlikesi

Toplumda hadsizlik: Büyükleri küçümsemek, küçüklere merhametsiz olmak.

Dinde hadsizlik: Âlimleri yok saymak, nassı çarpıtmak, kendi aklını mutlak görmek.

Siyasette hadsizlik: Halkın iradesine saygısızlık, adaletsizlik.

Ailede hadsizlik: Ana-babaya isyan, eşe saygısızlık, evlada şefkatsizlik.

Hadsizliğin kökü, benliktir. Benlik azdıkça edeb kaybolur; edeb kayboldukça insan insanlıktan uzaklaşır.

  1. Edeb ve Ahlakın Meyveleri

İç huzuru, gönül rahatlığı

İnsanlar arasında güven ve saygı

İman ve kullukta derinlik

Hikmetli bir bakış ve dengeli bir yaşam

  1. Sonuç: Edeb Ya Hu!

“Edeb ya hu!” sadece bir söz değil, bir hayat düsturudur.
Her hâlimizde, her sözümüzde, her işimizde, kısacası varoluşumuzun bütününde bir ihtar gibi kalbimize asılmalı:

Konuşmadan önce: Edeb ya hu!

Bakmadan önce: Edeb ya hu!

Hareket etmeden önce: Edeb ya hu!

Allah’ın huzurunda dururken: Edeb ya hu!

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Gazze’de Zulmün Çöküşü: Esfeli Sâfilîn’den İnsanlığın İmtihanına

Gazze’de Zulmün Çöküşü: Esfeli Sâfilîn’den İnsanlığın İmtihanına

İsrail’in Gazze’de aylardır sürdürdüğü saldırılar, artık sadece bir savaş ya da çatışma değil, tarihe kara bir leke olarak geçen bir soykırım hâline gelmiştir. Çocukların açlıktan ölmesi, gıdanın silah olarak kullanılması, şehirlerin harabeye çevrilmesi, işgalin bir oyun ve eğlence hâline getirilmesi; Kur’ân’ın “esfeli sâfilîn” (aşağıların aşağısı) diye tarif ettiği hâlin en bariz tezahürüdür.

  1. Zulmün Oyun ve Eğlenceye Dönüşmesi

Son günlerde bir İsrailli geliştiricinin Gazze’deki soykırımı konu alan bir bilgisayar oyunu yapması, insanlık onurunun nasıl ayaklar altına alındığını gösteriyor.
Kur’ân, “Onların kalpleri vardır anlamazlar, gözleri vardır görmezler, kulakları vardır işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir, belki daha da aşağıdırlar.” (A’râf, 179) buyurur.
Gazze’deki ölümleri bir eğlence ve simülasyon hâline getirmek, bu ayetin canlı tefsiri mahiyetindedir.

  1. Açlıktan Ölümler ve Kıtlık Dayatması

Son 24 saatte Gazze’de 1’i çocuk 6 kişi daha açlıktan hayatını kaybetti. Böylece açlıktan ölenlerin sayısı yüzlerceyi buldu. İsrail, insanlara gıda ve suyu dahi çok gören bir kuşatma siyasetiyle adeta “toplu kıtlık” uygulamaktadır.
Kur’ân’da, Firavun’un halkı kıtlık ve yoklukla cezalandırdığı anlatılır. Bugün İsrail, kendi zulmünü aynı yöntemle sürdürmektedir.

  1. Dünyanın Tepkisi: Sumud Filosu ve Dayanışma

44 ülkeden yüzlerce aktivistin katıldığı Küresel Sumud Filosu, Gazze’nin ablukasını delmek için yeniden yola çıktı. Barselona’dan hareket eden tekneler, insanlığın vicdanî bir cevabı olarak denizlere açıldı. Bu filo, sadece yardım götürmek değil, aynı zamanda zalim karşısında direnişin küresel sembolü oldu.

  1. Uluslararası Arenada İsrail’in Yalnızlaşması

Katar, İsrail’in barışa niyeti olmadığını açıkladı.

Türkiye, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve sözcülerin demeçleriyle, Gazze soykırımını en yüksek perdeden dünyaya duyurmaya devam ediyor.

Trump bile artık İsrail’in “savaşı kazansa bile halkla ilişkilerde kaybettiğini” itiraf etti. Bu, İsrail’in en büyük destekçilerinden birinin bile hakikati görmek zorunda kalmasıdır.

İsrail, askeri alanda üstün görünse de, siyasi ve insani alanda “istenmeyen devlet” olma yolunda hızla ilerlemektedir.

  1. Esfeli Sâfilîn Tezahürü

Kur’ân, insana yüksek bir makam verdiğini, fakat nankörlüğe, zulme, inkâra saparsa onu “esfeli sâfilîn” derekesine düşüreceğini bildirir (Tin, 5).
Gazze’de kadın, çocuk, masum insanlar açlıktan ölürken bunu bir strateji olarak gören; insanların canını hiçe sayan bir zihniyetin, bu ayetin manasını en açık biçimde sergilediği görülmektedir.

  1. Zulmün Sonu ve İlahi Adalet

Tarih göstermiştir ki, zulüm ile abad olunmaz. Firavun’un sarayları Nil’de boğuldu, Nemrud’un saltanatı sinek ile yıkıldı. İsrail de zulmüyle yükseliyor görünse de, bu gidişin sonu çöküştür.
Bugün uluslararası dayanışma, vicdanların sesi, Sumud filoları ve yükselen tepkiler; zulmün artık sürdürülemez olduğunun işaretidir.

Sonuç: İnsanlığın İmtihanı

Gazze’de yaşananlar sadece Filistinlilerin değil, bütün dünyanın imtihanıdır. Çünkü zulüm karşısında sessizlik, dolaylı ortaklıktır.
Birleşmiş Milletler’in ve uluslararası toplumun, bu soykırımı durdurmak için harekete geçmemesi, kendi meşruiyetlerini tüketmektedir.

Gazze, insanlık için bir ayna olmuştur. Bu aynada kimimiz edebi, ahlakı ve vicdanı; kimimiz de esfeli sâfilîn derekesini göstermekteyiz.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com