Ölüm Sekeratı Uyandırmadan Evvel Uyan!

Ölüm Sekeratı Uyandırmadan Evvel Uyan!

> “Maahaza, ebedî ömrün önündedir. O ömr-ü bâkide göreceğin rahat ve lezzet, ancak bu fânî ömürde sa’y ve çalışmalarına bağlıdır. Senin o ömr-ü bâkiden hiç haberin yok. Ölüm sekeratı uyandırmadan evvel uyan!”
>
İnsan, çoğu zaman içinde bulunduğu anın geçici olduğunu unutarak, geleceği ve ebedî hayatı göz ardı eder. Bediüzzaman bu sözleriyle, insana asıl hayatın bu dünya hayatı olmadığını, asıl ve sonsuz olanın ahiret hayatı olduğunu hatırlatır. Bu dünya, bir misafirhane gibidir; geçici ve fânidir. Ancak bu fani dünyada yaptığımız her iş, söylediğimiz her söz, attığımız her adım, sonsuz olan ahiret hayatımızdaki yerimizi belirler. O ahiret hayatında elde edilecek olan rahatlık ve lezzet, tamamen bu dünyadaki gayret ve çabalarımıza bağlıdır. Bu nedenle, insan “ölüm sekeratı uyandırmadan evvel uyanmalı” ve bu kısa ömrü en iyi şekilde değerlendirmelidir. Bu sözler, bizlere, gaflet uykusundan uyanıp ebedi hayata hazırlık yapmamız için bir çağrı niteliğindedir.

Fâniyi İstemeyen Kalbin Sesi

> “Ey nefsim! Kalbim gibi ağla ve bağır ve de ki: Fâniyim, fâni olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem. Ruhumu Rahmân’a teslim eyledim; gayr istemem. İsterim, fakat bir yâr-ı bâki isterim. Zerreyim, fakat bir şems-i sermed isterim. Hiç ender hiçim, fakat bu mevcudatı umumen isterim.”
>
Bu edebi ve hikmetli sözler, insanın varoluş çelişkilerini ve nihai arayışını dile getirir. İnsan, fani bir varlık olduğunu ve fani olan hiçbir şeyin kendisine gerçek bir mutluluk getiremeyeceğini derinden hisseder. Ne kadar güçlü, zengin veya başarılı olursa olsun, aciz olduğunu ve aciz olanın da kalıcı bir sığınak olamayacağını bilir. Kalbi, fâni olan dünyalıkları değil, sonsuz ve Bâki olanı arar. Bu arayış, insanın fıtratında vardır. Bir zerre kadar küçük ve değersiz olduğunu hissetse de, tüm kâinatı kuşatan sonsuz bir kudretin, yani “şems-i sermed”in ışığına ulaşmak ister. Bu sözler, insanın sadece maddi ihtiyaçları olan bir varlık olmadığını, asıl ihtiyacının manevi ve sonsuz bir kaynağa bağlanmak olduğunu anlatır.

Nefis Terbiyesi ve Ruhun Yücelişi

> “Hakkın şe’ni ittifaktır. Faziletin şe’ni tesanüddür. Düstur-u teâvünün şe’ni, birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin şe’ni uhuvvettir, incizaptır. Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemâlâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni, saadet-i dâreyn’dir.”
>
Bu derinlikli cümleler, bireysel ve toplumsal hayatın temel ilkelerini ortaya koyar. Hak yolunda yürümenin temel kuralı, birlik ve beraberlik, yani “ittifak”tır. Fazilet, dayanışmayla, yani “tesanüd”le pekişir. Birbirine yardım etme ve destek olma, yani “teavün” ise bir medeniyetin yükselişini sağlar. Dinin ana esası ise “uhuvvet” yani kardeşliktir. Bu ilkelerle birlikte, bireyin kendi içinde yaşaması gereken bir mücadele de vardır. O mücadele, “nefsi gemlemekle bağlamak” ve “ruhu kemâlâta kamçılamakla serbest bırakmaktır.” Yani, insanın nefsani isteklerini kontrol altına alması, ruhunu ise ilim, irfan, ahlak ve manevi kemalatla beslemesi gerekir. Bu denge, hem bu dünyada hem de ahirette mutluluğun, yani “saadet-i dâreyn”in anahtarıdır.

Manevi Yaralar ve Ebedi Hayatın Tehdidi

> “Hazret-i Eyyub Aleyhisselâm’ın yaraları, kısacık hayat-ı dünyeviyesini tehdit ediyordu. Bizim mânevî yaralarımız, pek uzun olan hayat-ı ebediyemizi tehdit ediyor.”
>
Hazreti Eyyub’un (as) hayatı, sabrın ve tevekkülün eşsiz bir örneğidir. O’nun bedeni yaraları, bu fani dünya hayatını tehdit ederken, Bediüzzaman bu durumu bir metafor olarak kullanarak, manevi yaralarımızın çok daha büyük bir tehlike arz ettiğini anlatır. Günahlar, manevi hastalıklar ve kalpteki kusurlar, tıpkı Hazreti Eyyub’un bedeni yaraları gibi ruhumuzu hasta eder. Ancak bu hastalık, sadece geçici olan dünya hayatımızı değil, sonsuz olan ahiret hayatımızı tehlikeye atar. Dünyevi hastalıklar bir gün biterken, manevi yaraların tedavisi ertelendiğinde, telafisi mümkün olmayan kayıplara yol açabilir. Bu nedenle, kalbi ve ruhu temiz tutmak, ebedi mutluluğun anahtarıdır.

Makale Özeti
Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan alınan dört farklı metin üzerinden insanın manevi yolculuğunu ele almaktadır.
İlk metin, insanı ölüm sekeratı gelmeden önce gafletten uyanmaya ve fani dünya hayatını ebedi hayat için bir hazırlık olarak kullanmaya davet eder.
İkinci metin, insanın fıtratındaki sonsuzluk arayışını ve fani olan yerine Bâki olanı isteme özlemini dile getirir.
Üçüncü metin, toplumsal hayatın temeli olan ittifak, tesanüd ve uhuvvet gibi ilkeleri açıklarken, bireysel olarak nefsi gemlemenin ve ruhu yüceltmenin saadet-i dâreyn için şart olduğunu belirtir.

Son olarak, Hazreti Eyyub’un (as) kıssasıyla, manevi yaraların dünyevi dertlerden çok daha tehlikeli olduğunu ve ebedi hayatı tehdit ettiğini anlatır.
Tüm bu metinler, insanın dünya hayatındaki amacının sadece maddi bir varlık olarak yaşamak değil, ruhunu ve kalbini terbiye ederek sonsuz saadete ulaşmak olduğu ortak mesajını taşır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




İSLAM HUKUKU ÜZERİNE BIR TAHLİL

İSLAM HUKUKU ÜZERİNE BIR TAHLİL

Bu konuyu Taha Akyol’un bir yazısına atfen açıklama ihtiyacından dolayı bir tahlil konusudur.[1]
Bu yazilar şunu dusunduruyor;
Bir Din mütehassısı olmayıp bir araştırmacı tarafından yazılıyor olsada şu soruyu akla getiriyor;
Acaba bu kişiler kendileri için bir çıkış yolumu arıyorlar, daha iyi yaşamak için?
Yoksa bir şeyleri yıkıp önünü açmak için mi?
Bu da bir sulandırmaya kadar gidebilir.
Ancak hakikati arama amaçlı her türlü araştırma kıymetlidir.
Yazıda anlatılanlara gelince;

Evvela Diyanetin hayatın gerçeğine dokunmayı siyaset saymak, adeta dokunulanlara, rahatsız olmuş azınlıklara rüşvet mahiyetinde pirim vermektir.
Dini hayatın dışında tutmaktır.
Yüz yıllık laiklik tartışmalarının tekrar başına dönerek, dini devletten ve devlet işlerindeki sorumluluğu hatırlatacak görevinden alıkoymaktır.

Bir de Kur’anı Kerimin Muhkem hükümleri zamanın değişimine göre değişmez.
Tıpkı o zaman kadın süje değil obje yani eşya sanıldığından o hükmün verildiğini, bugün değişebileceğini söylemek; hem dinin evrenselliğini anlamamak ve hem de bir çok tahribata ve tahrifata kapı açmaktır.

Mesela, bir felsefeci arkadaş sıcak günlere gelen orucu serin günlere alsak olmaz mı? diyerek, keyfi uygulamaların kapısını açmakla kalmayıp, kırmaya çalısmak demektir.
Dini yaşamaktan ziyade kaçamak yol aramaktır.
Bunu iddia eden kişinin de dinde hassas olmamasıdır.
Zaten din kolaylaştırıcı hükümlerini belirtmiştir.[2]

İçtihat edilecek konularda ise belli şartlar söz konusudur.[3]

* Ve yine; “Kur’an-ı Kerim, Müslüman erkeklerin Yahudi ve Hristiyan kadınlarla evlenmesine izin vermiş ama Hz. Ömer yasaklamıştı…” sözü ise;

Burada Hz. Ömer’in yasakladığı muhkem bir hüküm değil, ruhsat ve tercih edilen bir husustur.
(Bakara, 221,Maide, 5)

*Ve yine Kadının mirasta üçte bir almasının hikmetine gelince;
Kadın çalışıyor ve kazanıyor olsa da erkek yönetici ve idareci pozisyonundadır.
“Erkekler kadınlar üzerinde yönetici ve koruyucudurlar. Bunun sebebi, Allah’ın insanların bir kısmını diğerlerinden üstün yaratması ve bir de erkeklerin, kendi mallarından mehir ve evin geçimi gibi harcama yükümlülüklerinin olmasıdır. Şu halde sâliha kadınlar itaatkârdırlar. Allah’ın, onların kocaları üzerindeki haklarını korumasına karşılık, hanımlar da kocalarının bulunmadığı zamanlarda ve kimsenin görmeyeceği yerlerde namuslarını, onların mallarını ve çocuklarını korurlar. Dikbaşlılık ve serkeşliklerinden yıldığınız kadınlara gelince; öncelikle bunlara nasihat edin, vazgeçmezlerse yataklarında yalnız bırakın, bu da sonuç vermezse onları dövün. Size itaat ederlerse artık onlara haksızlık etmek için herhangi bir bahane aramayın. Çünkü Allah çok yücedir, çok büyüktür.” Nisa.34.
Ayetin hükmü umumi iken, zamanımızda çalışan kadın sayı ve durumu nisbidir.
Genel hüküm ifade etmemektedir.

Aslında konu hep dönüp dolaşıp, uçağından yakınından islamda reform konusuna geliyor.
Zaten İslam tecdit ve içtihat faaliyetleriyle hariçten müdahale edip tahrib etmeyi değil, kendi içinde yenilenmeyi getiriyor.
Mesele, dini insanlara göre uydurmak değil, insanları dine uygun hale getirmektir.
Buda dıştan müdahale ile olmaz. Tıpkı vücudun gelişimine içten değil de, dıştan müdahale etmek gibi.
Tahrib eder, cildi yırtar.[4]

“Muhâkemesiz medeniyet, Kur’ân kadına sülüs verdiği için âyeti tenkid eder. Halbuki, hayat-ı içtimâiyede ekser ahkâm, ekseriyet itibâriyle olduğundan; ekseriyet itibâriyle bir kadın kendini himâye edecek birisini bulur, erkek ise ona yük olacak ve nafakasını ona bırakacak birisiyle teşrik-i mesâi etmeye mecbur olur. İşte, bu sûrette bir kadın, pederinden yarısını alsa, kocası noksaniyetini temin eder. Erkek, pederinden iki parça alsa, bir parçasını tezevvüc ettiği kadının idaresine verecek; kızkardeşine müsâvi gelir. İşte, adâlet-i Kur’âniye böyle iktizâ eder, böyle hükmetmiştir.”[5]

*******

Batı medeniyetinin “kadına haksızlık yapılıyor” diye itiraz ettiği miras meselesi, aslında hikmet ve adalet açısından incelendiğinde, Kur’ân’ın fıtrat ve toplumsal düzeni gözeten mükemmel bir ölçü koyduğunu gösterir.

  1. Kur’ân’da Miras ile İlgili Temel Ayetler

Nisâ Sûresi, 4/11

> “Allah size evlâtlarınız hakkında erkeğe, iki kız payı kadar (vermenizi) tavsiye eder…”

Nisâ Sûresi, 4/12

> “Eğer çocukları yoksa, (geriye kalan malın) yarısı eşinedir. Eğer çocukları varsa, (mirasın) sekizde biri eşinindir…”

Nisâ Sûresi, 4/176

> “…Eğer kardeşler (mirasta) ortaklarsa, erkeğe, iki kız payı kadar vardır. Allah size (hükümlerini) açıklıyor ki, sapmayasınız…”

Bu ayetlerde, kadın ve erkeğin mirastaki payları farklı durumlara göre düzenlenmiş, özellikle kız evlat ile erkek evlat arasında “erkeğe iki, kıza bir” prensibi temel alınmıştır.

  1. Ehl-i Sünnet’in Fıkhî Değerlendirmesi
  2. a) Erkeğin Sorumlulukları

İslam hukukunda erkek, nafaka sorumlusudur:

Eşinin yeme, içme, barınma, giyim ve diğer zarurî ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlüdür.

Anne-babasına bakmakla da mükelleftir (imkânı varsa).

Kız kardeşi evlenmemişse, onun da himayesini üstlenmek durumundadır.

  1. b) Kadının Mirası

Kadın:

Aldığı mirası, nafaka veya geçim yükümlülüğü olmadan sadece kendi mülkü olarak korur.

Kocası bile onun malını kullanmaya mecbur değildir.

İsterse harcar, isterse saklar, isterse tasadduk eder.

  1. c) Adaletin Hikmeti

İşte bu noktada, adalet ile eşitlik arasındaki fark ortaya çıkar:

Batı medeniyetinin tenkidi “eşitlik” merkezli iken, Kur’ân’ın ölçüsü adalet merkezlidir.

Erkek “iki pay” alır ama bunun bir payını başkalarına (eşi, çocukları, bakmakla yükümlü olduğu kimselere) sarf eder.

Kadın “bir pay” alır ama o maldan hiç kimseye bakmak zorunda değildir.

Dolayısıyla fiilî hayatta kadın ile erkek eşitlenmiş olur, hatta bazı durumlarda kadın daha avantajlıdır.

  1. Risale-i Nur’un İfade Ettiği Hikmet

Alıntıladığınız bölümde Bediüzzaman tam da bunu açıklıyor:

Kadın babasından yarım pay alır → eksik kalan kısmı kocası tamamlar.

Erkek babasından iki pay alır → bir payını zaten eşine ve bakmakla yükümlü olduğu kimselere harcar.

Böylece kız kardeş ile erkek kardeş fiilen eşitlenmiş olur.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle:

> “İşte, adâlet-i Kur’âniye böyle iktizâ eder, böyle hükmetmiştir.”

  1. Uygulamadaki Sonuçlar

Kadınların himaye altında olması: Tarihte İslam toplumlarında kadınlar hiçbir dönemde malî açıdan yalnız bırakılmamıştır.

Kadının malı güvence altında: Ne koca, ne baba, ne erkek kardeş; hiç kimse onun malına müdahale edemez.

Toplumsal denge: Erkek, malî yükümlülükleri sebebiyle “fazla pay” ile teçhiz edilmiştir; bu da aile düzenini korumak içindir.

  1. Sonuç ve Özet

Kur’ân’da miras payları mutlak eşitlik değil, adalet ölçüsü üzerine kurulmuştur.

Kadının “yarım pay alması” aslında haksızlık değil, yükümlülüklerden muafiyetinin karşılığıdır.

Ehl-i Sünnet’in bütün fıkıh mezhepleri (Hanefî, Şafiî, Malikî, Hanbelî) bu hikmeti teyit eder.

Modern dünyada “eşitlik” adına yapılan eleştiriler, nafaka ve sorumluluk yükünü dikkate almadığı için yüzeyseldir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

[1] https://www.karar.com/yazarlar/taha-akyol/islam-dusuncesi-nereye-1605000

[2] https://tesbitler.com/2020/03/20/din-kolayliktir/
https://tesbitler.com/2020/07/25/dini-kolayliklar/

[3] https://tesbitler.com/index.php?s=%C4%B0%C3%A7tihat

[4] Bak:
https://tesbitler.com/index.php?s=Reform

[5] https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/sozler/yirmi-besinci-soz/373
https://tesbitler.com/2015/01/01/i-s-l-a-m-h-u-k-u-k-u/
https://tesbitler.com/index.php?s=Hukuku




Aynı Tas, Aynı Hamam

Aynı Tas, Aynı Hamam

“Tarih, tekerrürden ibarettir; ibret alınsaydı tekerrür etmezdi.”

Tarihten Günümüze Aynı Senaryo

Osmanlı’nın son döneminde Sultan II. Abdülhamid, ümmetin birliğini korumaya çalışırken en çok kendi içinden gelen darbelerle yıkıldı. Batı’nın gözünde “engellenmesi gereken bir adamdı”, içeride ise “istibdatçı” diye yaftalandı. Onu devirmek için kimler yan yana gelmedi ki! Birbirine benzemez fikirler, düşmanlıklarına rağmen aynı masada buluştu: “Yeter ki gitsin, sonrası tufan olsa da önemli değil.”

Bugün aradan yüz yıl geçti ama zihniyet değişmedi. Aynı sözler, aynı körlük, aynı nankörlük… Tek fark: Hedefteki isim değişti. Dün Abdülhamid vardı, bugün Erdoğan.

Körlük ve Nankörlük

İbret alınmadığı için aynı hatalar tekrar ediyor. Dün Abdülhamid’i devirenler, sonrasında Osmanlı’nın yıkılışına göz yumdu. Ülke paramparça oldu, ümmet sahipsiz kaldı. “Sonrasını düşünmeyen” bu kısır zihniyet, bugün de aynı şekilde hareket ediyor:

Proje yok.

Alternatif yok.

Çözüm yok.
Tek slogan: “Gitsin.”

Ya gözlerini kapatmış bir körlük, ya da nimetleri inkâr eden bir nankörlük…

Sosyal ve Siyasî Yön

En hazin tarafı şudur: Dün de bugün de, inançsız görünenlerle inançlı görünenler aynı noktada buluşabiliyor. Zıt fikirler, farklı ideolojiler, hatta şaibeli geçmişler bir yana bırakılıyor, tek hedefte birleşiliyor: “Bu gitsin.”

Böylece aynı kanalizasyonda buluşan bu zihniyet, Türkiye’de değişmeyen hastalığın da özünü gösteriyor. Çünkü bu zihniyetin ne milletin geleceğiyle, ne ümmetin bekasıyla, ne de ahlâkî sorumlulukla ilgisi var.

Ahlâkî ve İbretli Değerlendirme

Hakikat şudur: Hiç kimse hatasız değildir. Hiçbir lider “la yüs’el” değildir. Herkes sorgulanabilir. Fakat mesele; müsbet tenkid ile yol göstermek, hatayı düzeltmeye çalışmak, hakkı hakikati ortaya koymaktır.

Ancak muhalefetin yaptığı gibi; proje üretmeden, alternatif sunmadan, sadece yıkıcı bir söylem geliştirmek, ümmeti birbirine kırdırmaktan başka bir şey değildir. Bu, düşmana cephane vermektir. Müslümanın oku ile Müslümanı vurmasıdır.

Hz. Ali’ye atfedilen söz hatırlatılır:
“Hakkı batılla karıştırarak fitne çıkarırlar. Eğer batılı yalnız gösterselerdi sakınan sakınır, hakkı da saf sunsalardı kimse ondan ayrılmazdı. Ama işte hakla batılı birbirine karıştırırlar.”

Tarihten Ders

Dün Abdülhamid devrildi, ama ümmet de onunla birlikte çöktü.

Bugün de benzer bir oyun sahnelenmek isteniyor.

Tarih tekerrür etmesin diye ibret almak gerekir.

Çünkü Abdülhamid sonrası tufan olmuştu. Eğer aynı zihniyet tekrar ederse, aynı tufanın tekrar etmeyeceğinin hiçbir garantisi yoktur.

Son Söz

Asıl mesele bir kişinin şahsı değildir. Asıl mesele, ümmetin selameti, milletin geleceği, ülkenin bekasıdır. Liderler geçer, ama milletin birlik ruhu kalıcıdır.

Ne yazık ki Türkiye’de yüz yıldır değişmeyen zihniyetin sırrı şudur: “Sonunu düşünmeden, sadece günü kurtarmaya odaklı kısır bir akıl.”

Oysa Rabbimiz buyuruyor:
“Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının, doğru söz söyleyin ki işlerinizi ıslah etsin.” (Ahzâb, 70-71)

Öyleyse, bugün de düşülmemesi gereken tuzak budur:
“Sende mi Brütüs?” sorusunu tarihe bir daha sordurtmamak…

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Esmâ-i İlâhiyyenin Sonsuz Tecellileri ve İnsanın Ebediyete Namzet Kabiliyeti

Esmâ-i İlâhiyyenin Sonsuz Tecellileri ve İnsanın Ebediyete Namzet Kabiliyeti

“Allah’ın isimlerini sayıp bilen cennete girer.” (Buhârî, Müslim)

Cenâb-ı Hak, Zât-ı Akdes’inin bilinmesini murad ederek kâinatı bir kitap, varlıkları ise o kitabın kelimeleri kılmıştır. Bu kelimelerin her biri, Esmâ-i Hüsnâ’nın farklı tecellilerini taşımakta; her bir varlık, kendine mahsus istidat ve kabiliyeti nisbetinde o isimlerin aynası olmaktadır.

Kur’ân-ı Hakîm bu hakikate defalarca dikkat çeker:

“Allah’ın en güzel isimleri O’nundur. O hâlde O’na o güzel isimlerle dua edin.” (A‘râf, 180)

“O, göklerin ve yerin mülküne mâliktir. Hayatı veren de O’dur, ölümü takdir eden de O’dur. O, her şeye hakkıyla kadirdir.” (Hadîd, 2)

“Yerde ve göklerde ne varsa Allah’ı tesbih eder. O, Aziz’dir, Hakîm’dir.” (Haşr, 24)

Varlıkların Esmâya Mazhariyeti

Her varlık, bir anahtar mesabesindedir. O anahtar, kendisine mahsus bir kilidi açar; yani o varlığın kabiliyeti ölçüsünde bir isim tecelli eder. Güneş, Nur ismine ayna olurken; deniz, Rahmet ve Kerem isimlerinin bir cilvesidir. İnsan kalbi, Vedûd ve Rahmân isminin bir aynasıdır.

Böylece varlıklar sayısınca farklı âlemler açılır. Her bir çiçek ayrı bir âlem, her bir insan ayrı bir tecelli, her bir fikir ayrı bir pencere olur. Bir insanın rüyası diğerinin rüyasına benzemediği gibi, her varlık da farklı bir şekilde Allah’ın isimlerini gösterir.

İnsanın Kabiliyeti: Sonsuzluğa Açılan Bir Pencere

İnsanın en büyük farklılığı, bütün isimlere mazhar olabilecek istidatta yaratılmasıdır. Kur’ân’ın ifadesiyle:

“Biz Âdemoğullarını şerefli kıldık; onları karada ve denizde taşıdık; kendilerine güzel rızıklar verdik ve onları yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık.” (İsrâ, 70)

İnsanın aklı, kalbi, hayali, ruhu ve latifeleri; Esmâ-i Hüsnâ’nın farklı cilvelerine mazhar olacak birer ayna hükmündedir. Bu yüzden insan, ebede namzet kılınmıştır. Çünkü fânî bir ömür, bu sonsuz kabiliyeti tatmin edemez.

Ebediyet İhtiyacı ve İlâhî Sonsuzluk

İnsandaki sınırsız merak, hayal, muhabbet ve bilme arzusu; sınırlı bir dünyada doyurulamaz. Bu ise, “Ebed için yaratıldım” hakikatini ilan eder. Kur’ân bu gerçeği şöyle haber verir:

“O, hanginizin daha güzel amel edeceğini denemek için ölümü ve hayatı yaratandır.” (Mülk, 2)

“Sizi boş yere yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minûn, 115)

İnsanın ebed isteği, Cenâb-ı Hakk’ın Bâkî, Hayy, Kayyûm isimlerine dayanır. Zira sonsuz bir kudret ve rahmetin tecellileri, fânî bir ömürle sınırlanamaz.

Hikmet ve İbret

Her bir varlık, labirent gibi kendi âleminde Esmâ-i Hüsnâ’ya bir pencere açar.

Her bir insan, ayrı bir dünyadır; ayrı bir isim tecellisine mazhar olur.

İnsan ruhu, bütün isimleri derc edebilecek bir küllî aynadır; bu yüzden ebediyete muhtaçtır.

Allah’ın sonsuzluğu, varlıkların çokluğunda ve insanın iç dünyasında sürekli keşfedilen yeni tecellilerle anlaşılır.

Sonuç

İnsanın kabiliyeti bir anahtar gibidir; ama bu anahtar, yalnızca sonsuz âlemler kapısını açmak için verilmiştir. Dünya ise sadece bir hazırlık ve talim sahasıdır. Gerçek açılım, ebedî âlemde gerçekleşecektir. Çünkü Esmâ-i Hüsnâ’nın tecellileri sayısızdır; o tecellilere en geniş ayna olan insan ise, ancak sonsuzlukta tatmin bulacaktır.

“Bâki olan yalnızca Zât-ı Celîl-i Zülcemâl’dir.” (Kasas, 88)

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Ayasofya’dan Yükselen Tarihi Çağrı: Gazze İnsanlığın İmtihanı

Ayasofya’dan Yükselen Tarihi Çağrı: Gazze İnsanlığın İmtihanı

Gazze, yeryüzünün en ağır imtihanlarından birine şahitlik ediyor. İsrail’in aylardır sürdürdüğü abluka ve saldırılar, milyonlarca Filistinliyi açlık, kıtlık ve ölümle karşı karşıya bırakmış durumda. 2 Mart’tan bu yana uygulanan sıkı abluka, halkı aşevlerinde yemek kuyruğuna mahkûm ederken; çocuklar açlıktan hayatını kaybediyor, hastaneler çalışamaz hale geliyor.

Bu tablo karşısında İstanbul, tarihe geçecek bir buluşmaya ev sahipliği yaptı. 50 ülkeden 150’den fazla İslam âlimi, “İslamî ve İnsani Sorumluluk: Gazze” konferansında bir araya gelerek mazlumların çığlığına ses olacak kararlar aldı. Bu kararlar, Ayasofya-i Kebîr Camii’nde kılınan cuma namazı sonrası tüm dünyaya ilan edildi.

Konferansın Kararları ve Tarihî Çağrı

Toplantıda öne çıkan kararlar, sadece bir bildirge değil; ümmetin ortak sorumluluğunu hatırlatan ve harekete davet eden bir manifesto niteliği taşıyor:

Direnişin meşruiyeti teyit edildi. Filistin halkının işgale karşı her türlü meşru direniş hakkına sahip olduğu, silahsızlandırma çağrılarına kesinlikle karşı çıkıldığı açıklandı.

Ablukanın kırılması çağrısı yapıldı. Kara, hava ve denizden kuşatma altındaki Gazze için sınır ülkelerinin kapılarını açmaları “vacip” olarak ilan edildi.

Boykot fetvası yayımlandı. İsrail ile doğrudan veya dolaylı işbirliği yapan şirketlerin ürünlerini satın almanın “haram” olduğu, boykotun ise “farz” olduğu duyuruldu.

Zekât fetvası verildi. Önümüzdeki yıl verilecek zekâtların en az %50’sinin Gazze’ye tahsis edilmesi gerektiği hükme bağlandı.

Sürdürülebilir destek fonu kurulması kararlaştırıldı. İş insanları ve kurumların kârlarının en az %2’sini Gazze’nin kalkınmasına ayırmaları çağrısı yapıldı.

Uluslararası hukuk yolları hatırlatıldı. Soykırım ve savaş suçlarının Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde yargılanması için seferberlik çağrısı yapıldı.

Dinî kurumlara çağrı yapıldı. Vatikan’dan Dünya Kiliseler Konseyi’ne kadar tüm Hristiyan kurumları zulme karşı tavır almaya davet edildi.

Mazlumlarla dayanışma sadece insanî değil, dinî bir vecibe olarak ilan edildi.

Bu kararlar, “Konferansın kapanışı değil, başlangıcıdır” ifadesiyle tarihe geçti.

Türkiye’nin Tutumu ve Diplomatik Çıkışlar

Konferansa katılan âlimler, Türkiye’ye ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a özel teşekkürlerini iletti. Erdoğan da hem ulusal hem uluslararası düzeyde Gazze meselesini gündemde tutmaya devam ediyor. Nikkei Shimbun gazetesine yazdığı makalesinde şu ifadeler dikkat çekti:

> “İsrail’in soykırımı sonucu çocukların açlıktan öldüğü, şehirlerin harabeye döndüğü bir tabloya şahit oluyoruz. Bu facia bütün insanlığın meselesidir. Biz Türkiye olarak susmadık, susmayacağız.”

TBMM’de yapılan olağanüstü oturumda ise oy birliğiyle kabul edilen Gazze Tezkeresi, dünyaya güçlü mesajlar gönderdi. Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş, “İsrail ateşkesi kabul etmeli, Gazze’nin yeniden ayağa kaldırılması lazım” dedi. Tezkerede ayrıca İsrail’in uluslararası üyeliklerinin askıya alınması çağrısı yer aldı.

İşgal Planı ve Yeni Tehlike

İsrail Güvenlik Kabinesi, 8 Ağustos’ta Gazze kentinin işgaline dair planı onayladı. Bu plana göre:

  1. İlk aşamada 1 milyon Filistinli güneye kaydırılacak.
  2. Kent kuşatılarak yoğun saldırılarla işgal edilecek.
  3. Ardından mülteci kampları hedef alınacak.

Bu işgal planı, uluslararası toplumun sessizliği eşliğinde hayata geçirilirken, Gazze’de sadece son bir haftada 39 kişi açlıktan öldü.

Boykot ve Direniş: Ümmetin Sorumluluğu

Ayasofya’dan yükselen ses, ümmete sadece dua değil, fiilî destek çağrısıdır. İsrail destekçisi ürünleri satın almamak, ekonomik ve siyasi ilişkileri kesmek, yardımları organize etmek sadece bir tercih değil; dinî bir sorumluluk olarak ilan edilmiştir.

Bu açıdan, İslam dünyasının atacağı adımlar, Gazze halkının kaderini belirleyecek. Zulme sessiz kalmak, sadece Filistin’i değil, insanlığın vicdanını da yok edecektir.

Sonuç: Gazze İnsanlığın Onurudur

Gazze, sadece bir coğrafya değil; ümmetin onurunun, insanlığın vicdanının sembolüdür. Ayasofya’dan yükselen çağrı, tarihe düşülen bir nottur:

> “Bu dava sadece Gazze’nin değil, ümmetin onuru ve insanlığın vicdanıdır.”

Bugün atılacak adımlar, yarının tarihine ya suskunluğun utancı ya da direnişin şerefi olarak yazılacaktır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Kur’an’ın Dört Temel Esası

Kur’an’ın Dört Temel Esası

> “Kur’an’ın takip ettiği makasıd-ı esasiye ve anâsır-ı asliye: Ubudiyetle tevhid, risalet, haşir, adalet olmak üzere dörttür. Diğer bahsettiği meseleler ancak bu maksatlara vesilelerdir.”
>
Kur’an-ı Kerim, insanlığa gönderilmiş en büyük rehberdir ve onun binlerce ayeti, dört ana temel üzerine inşa edilmiştir. Bu temel esaslar, Bediüzzaman tarafından ubudiyetle tevhid, risalet, haşir ve adalet olarak özetlenir. Tevhid, Allah’ın birliğini, eşi ve benzeri olmadığını kabul etmek ve tüm ibadetleri sadece O’na yöneltmektir. Bu, “ubudiyetle” yani kulluk şuuruyla birleştiğinde en yüce mertebeye ulaşır. Risalet, peygamberliğin hak olduğunu kabul etmek, özellikle de son peygamber Hz. Muhammed’in (sav) Allah’ın elçisi olduğunu bilmektir. Haşir (ahiret inancı), bu dünya hayatının bir sonu olduğunu, ölümden sonra tekrar dirilişin ve ebedi bir hayatın var olduğunu kabul etmektir. Adalet ise, hem bireysel hayatta hem de toplumsal ilişkilerde dürüst ve hakkaniyetli olmayı, zulümden uzak durmayı ifade eder. Bu dört esas, Kur’an’ın ana gayesini oluşturur ve diğer tüm ayetler, bu temel inanç ve değerlerin anlaşılmasına, pekiştirilmesine hizmet eden araçlardır.

Kâinatın En Mükerrem Misafiri: İnsan
> “İnsan… kâinat sarayının en mükerrem misafiri…”
>
Bu kısa ama derin anlamlı ifade, insanın kâinattaki yerini ve değerini en veciz şekilde özetler. Kâinat, her bir detayıyla sonsuz bir sanat eseri, muazzam bir saray gibidir. Bu sarayın yaratılış amacı, ancak onu idrak edebilecek, anlamlandırabilecek bir varlıkla tamama erer. Bu varlık da insandır. İnsan, diğer varlıklardan farklı olarak akıl, irade ve vicdan gibi özelliklerle donatılmış, yaratılışın en şerefli, en saygıdeğer misafiridir. Bu misafirlik, aynı zamanda büyük bir sorumluluk da yükler. İnsan, bu sarayın misafiri olarak, kendisini yaratanı tanımak, O’na şükretmek ve bu büyük saraydaki her şeyden ibret alarak manevi kemalata ulaşmakla görevlidir.

Duada Kalbin Gücü ve İsteğin Derinliği

> “Bilhasa, o cemaat-i uzmâ önünde kıldırdığı namazda, öyle bir tazarru ve tezellül ile, öyle bir iştiyakla, öyle bir hüzünle niyaz ve dua eder ki, kâinat bile heyecana gelir, o zâtın duasına iştirak eder. Evet, öyle bir maksat için niyaz eder ki, eğer o maksat husule gelmezse, yalnız mahlûkat değil, âlem bile kıymetsiz kalır, esfel-i sâfilîne düşer. Çünkü, o zâtın matlubuyla mevcudat yüksek kemâlâta erişir.”
>
Bu paragraf, duanın sadece sözlü bir talep olmadığını, aynı zamanda kalbin derinliklerinden gelen bir yakarış olduğunu anlatır. Gerçek bir dua, tazarru (alçakgönüllülük), tezellül (boyun eğme), iştiyak (şiddetli arzu) ve hüzünle (pişmanlık ve samimiyet) yapılır. Böyle bir duanın gücü o kadar büyüktür ki, sadece insanlar değil, tüm kâinat bile bu duaya katılır. Bu dua, kişisel isteklerden öte, tüm varlığın yükselişine vesile olacak bir amaca yöneliktir. Eğer bu yüce maksat gerçekleşmezse, kâinatın manevi anlamı yitirilir ve varlık en aşağı seviyeye düşer. Bu, duanın sadece bireysel bir ibadet değil, aynı zamanda kâinatın düzenini ve varlıkların kemalini destekleyen kozmik bir eylem olduğunu gösterir.

Kalbin Gücü, Rahîm ve Kerîm Kapısında

> “Nihayetsiz teessürat ve elemlere maruz ve müptelâ ve nihayetsiz telezzüzâta ve emellere meftun ve pürsevda bir kalbin kut ve kuvveti, herşeye kadîr bir Rahîm-i Kerîm’in kapısını niyaz ile çalmakla elde edilebilir.”
>
İnsan kalbi, bir yanda sonsuz acılara ve üzüntülere maruz kalırken, diğer yanda sonsuz zevklere ve arzulara meyleden karmaşık bir yapıya sahiptir. Bu durum, kalbin dayanıklılığını ve gücünü sarsar. Bu çalkantılı haldeyken kalbe güç, gıda ve kuvvet veren tek kaynak, her şeye gücü yeten, sonsuz merhamet ve cömertlik sahibi olan Rahîm-i Kerîm’in (Allah’ın) kapısını niyazla (dua ve yakarışla) çalmaktır. Bu kapıyı çalmak, kalpteki acıları dindirir, arzuların dizginlenmesine yardımcı olur ve manevi bir gıda sağlar. İnsanın fıtratı, ancak bu şekilde huzura ve sükûna kavuşabilir.

Kabir Ziyaretine Neden Acele Etmiyoruz?

> “Binaenaleyh İncil’de “Ahmed”, Tevrat’ta “Ahyed” Kur’an’da “Muhammed” ismiyle müsemma, iki cihanın güneşi, kabrin arka tarafında milyonlarca Farukî Ahmedler ile muhat olarak sâkindir. Onların ziyaretlerine gitmek için niye acele etmiyoruz? Geri kalmak hatadır.”
>
Bu paragraf, Peygamberimiz Hz. Muhammed’i (sav) farklı kutsal kitaplardaki isimleriyle anarak onun evrensel bir peygamber olduğunu anlatır. İki cihanın güneşi olarak nitelendirilen bu yüce zat, kabrinde milyonlarca sadık takipçisiyle birlikte bulunmaktadır. Bu metinde, ölümden sonraki hayatın bir yok oluş değil, aksine manevi bir buluşma yeri olduğu ifade edilir. Bediüzzaman, bu manevi buluşmaya neden acele etmediğimizi, yani ahirete hazırlık konusunda neden yavaş davrandığımızı sorgular. “Geri kalmak hatadır” diyerek, bu geçici dünya hayatında oyalanmanın ve sonsuzluk yurduna hazırlık yapmamanın büyük bir kayıp olduğunu belirtir. Bu, aynı zamanda ölümün bir son değil, ebedi bir hayata açılan kapı olduğu düşüncesini pekiştirir.

Makale Özeti
Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan alınan beş farklı metin üzerinden insan, kâinat ve maneviyat arasındaki derin ilişkiyi ele almaktadır.
İlk metin, Kur’an’ın temelini oluşturan tevhid, risalet, haşir ve adalet esaslarını açıklarken, diğer meselelerin bu esaslara hizmet ettiğini belirtir.

İkinci metin, insanın kâinat sarayının en mükerrem misafiri olduğunu anlatarak, bu onurlu konumun getirdiği sorumluluklara işaret eder.

Üçüncü metin, duanın gücünü ve samimiyetin önemini, doğru bir dua ile kâinatın bile heyecana geldiğini anlatır.

Dördüncü metin, kalbin manevi gücünün, ancak Rahîm ve Kerîm olan Allah’a yakarışla elde edilebileceğini açıklar.

Son metin ise, Peygamber Efendimizin (sav) ve onun sadık takipçilerinin ebedi hayatta bir arada olduğunu hatırlatarak, ahirete hazırlık konusunda yavaş davranmanın büyük bir hata olduğunu belirtir.
Tüm bu konular, insanın bu dünyadaki varlığının bir amaç taşıdığını, manevi değerlere sarılarak ebedi saadete ulaşabileceğini ortak mesajını taşır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Varoluşun Gayesi ve İnsanlığın Sorumlulukları

Varoluşun Gayesi ve İnsanlığın Sorumlulukları

  1. Bütün Meselelerin Çözümü: Yalnız Allah’a İntisap

(Bediüzzaman Said Nursi) “Senin Hâlık’ın Olan şu memleketin Mâlik-i Hakîkî’sinin Emrine herşey Müsahhardır, Herşeyin dizgini Onun elindedir, Ona intisabın yeter.” sözü, hayatın karmaşık sorunları karşısında insanın yönelmesi gereken tek adresi işaret eder. İnsan, içinde yaşadığı kainatta kendisini güçsüz ve yapayalnız hissedebilir. Maddi güçler, politik sistemler ve sosyal baskılar karşısında çaresiz kalabilir. Ancak bu söz, bizlere tüm bu sıkıntıların yegâne çözümünün, varlıkların dizginini elinde tutan Yaratıcı’ya yönelmek olduğunu öğretir.

Bir medeniyetin, bir toplumun veya bir bireyin başarıya ulaşması, ancak her şeyin gerçek Sahibi’ne, Mâlik-i Hakîkî’ye (Gerçek Sahip) bağlı olmakla mümkündür. İnsan, O’na teslim olduğunda, sadece kendi hayatını düzene sokmakla kalmaz, aynı zamanda çevresindeki tüm varlıklarla uyum içinde yaşamaya başlar. Ona intisap etmek, yani O’na bağlanmak, en büyük güvence ve huzur kaynağıdır.

  1. Hürriyetin Sınırları ve Gerçek Anlamı

“Hürriyetin şe’ni odur ki; ne nefsine, ne gayriye zararı dokunmasın.”
Bu söz, modern çağın yanlış anlaşılan kavramlarından biri olan “hürriyet”e (özgürlüğe) yeni bir bakış açısı getirir. Yaygın düşüncenin aksine, özgürlük sınırsızlık değil, sorumluluktur. Gerçek hürriyet, bireyin ne kendine ne de başkasına zarar vermediği bir alanda yaşamasını ifade eder.
Eğer bir kişi, kendi özgürlüğünü başkasının haklarını ihlal ederek kullanırsa, bu özgürlük değil, bir kargaşadır. Toplumsal düzenin ve ahlaki değerlerin korunması, bu temel ilkeye dayanır. İnsan, kendi nefsine zarar veren alışkanlıklardan (bağımlılıklar, kötü huylar) uzak durmalı, aynı zamanda diğer insanlara karşı saygılı olmalıdır. Gerçek özgürlük, başkalarının da özgürlüğünü güvence altına alan bir eylemdir.

  1. Aile Hayatının Temel Taşı: Karşılıklı Hürmet ve Muhabbet

“Medeniyet, kadınları yuvalarından çıkarıp, perdelerini yırtıp , beşeri de baştan çıkarmıştır. Halbuki, aile hayatı, kadın-erkek mabeyninde mütekabil hürmet ve muhabbetle devam eder. Halbuki, açık saçıklık, samimî hürmet ve muhabbeti izale edip ailevî hayatı zehirlemiştir.”
Bu sözler, modernleşmenin aile üzerindeki olumsuz etkilerine dikkat çeker. Yüzyıllardır toplumun temel taşı olan aile kurumu, günümüzde ciddi tehdit altındadır.
Metin, ailenin temeli olan karşılıklı saygı ve sevginin önemini anlatır. Kadın ve erkek arasındaki bu bağ, toplumu ayakta tutan en güçlü yapıştırıcıdır. Ancak, ahlaki sınırları hiçe sayan ve mahremiyeti ortadan kaldıran bir yaşam tarzı, bu samimi hürmet ve sevgiyi yok etmektedir. Aile hayatının zehirlenmesi, bireysel mutsuzlukların yanı sıra toplumsal çöküşü de beraberinde getirir. Gerçek medeniyet, aileyi güçlendiren, bireyleri koruyan ve ahlaki değerleri yücelten medeniyettir.

  1. Salavat: Rahmete Ulaşmanın Vesilesi

“Sen salavatı kendine, o Rahmeten-lil-Âlemîn’e vesile yap ve o zâtı da rahmet-i Rahman’a vesile ittihaz et.”
Bu söz, salavatın (Peygamber Efendimiz’e dua ve selam göndermek) manevi dünyamızdaki önemini ve fonksiyonunu açıklar. Salavat, sadece bir ibadet değildir; aynı zamanda bir vesile, yani bir aracıdır.
Salavat getiren bir insan, bu eylemiyle hem kendisi için bir rahmet kapısı açar, hem de evrenin rahmet kaynağı olan Rahmeten-lil-Âlemîn’e (Alemlere Rahmet Olan) bağlılığını gösterir. O büyük şahsiyet ise, Allah’ın rahmetine ulaşmak için bir aracıdır. Bu manevi zincir, insanı doğrudan ilahi rahmetin kaynağına ulaştırır. Salavat, bu zincirin en önemli halkasıdır ve bu yönüyle büyük bir hikmet taşır.

  1. En Büyük Güvence: Allah Dost Olarak da Yeter, Yardımcı Olarak da Yeter

“ALLAH SİZE DOST OLARAK DA YETER, YARDIMCI OLARAK DA YETER.” [Nisâ Sûresi 45. Ayet]
Bu ayet, insanın hayatında aradığı en büyük dost ve en güvenilir yardımcının kim olduğunu açıklar. İnsan, sosyal bir varlık olduğu için dostluğa, zor anlarında ise yardıma ihtiyaç duyar. Ancak dostluklar bazen zayıf düşebilir, yardımlar yetersiz kalabilir.
Bu ayet, her durumda güvenebileceğimiz tek varlığın Allah olduğunu bildirir. O, bizlere en yakın dosttur ve en zor zamanlarda bile yardıma hazırdır. Bu inanç, insana büyük bir iç huzur ve cesaret verir. Hayatın karmaşasında yalnız hissettiğinde, tüm kapılar yüzüne kapandığında, en büyük dostunun ve yardımcısının hep yanında olduğunu bilmek, insanı ayakta tutar.

Makalenin Özeti
Bu makale, farklı metinlerden hareketle insan yaşamının temel dinamiklerini ve manevi ilkelerini ele almaktadır. İlk olarak, insanlığın her türlü meselesinin çözümünün Allah’a bağlanmaktan geçtiği ve her şeyin dizgininin O’nun elinde olduğu anlatılır. Ardından, gerçek özgürlüğün, bireyin kendine ve başkalarına zarar vermediği bir sorumluluk alanı olduğu belirtilir.
Üçüncü bölümde, aile hayatının temelinin karşılıklı sevgi ve saygı olduğu ve modernleşmenin bu bağı zedelediği anlatılır.
Dördüncü kısım, salavatın manevi önemini ve Allah’ın rahmetine ulaşmak için bir vesile olduğunu açıklar.
Son olarak, Kur’an ayetiyle, insanın en güvenilir dost ve yardımcısının Allah olduğu ve bu bilincin insana huzur ve güç verdiği anlatılır. Makale, bu beş konuyu bir bütünlük içinde işleyerek, hayatın manevi temellerine dair derin ve düşündürücü bir bakış açısı sunar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




ABD, İngiltere ve İsrail’in Yüzyıllık Projesi: PKK ve Ortadoğu’nun Geleceği – 1 –

ABD, İngiltere ve İsrail’in Yüzyıllık Projesi: PKK ve Ortadoğu’nun Geleceği – 1 –

Ortadoğu coğrafyası, sadece petrol ve enerji kaynaklarıyla değil; aynı zamanda jeopolitik konumu, dinî ve etnik çeşitliliğiyle de küresel güçlerin daima göz bebeği olmuştur. Yüz yıldır bu bölgede oynanan satrançta taşlar hiç değişmedi: İngiltere, ABD ve son yüzyılda İsrail. Bu üçlünün temel hedeflerinden biri, parçalanmış ve zayıflatılmış devletler üzerinde kendi çıkarlarını garanti altına almaktır. Bu açıdan Kürt kartı, özellikle de PKK üzerinden şekillenen terör politikaları, modern Ortadoğu tarihinin en kanlı dosyalarından birini oluşturmaktadır.

  1. Yüz Yıllık Planın Kökleri

Birinci Dünya Savaşı sonrası Ortadoğu haritasını yeniden çizen Sykes-Picot Anlaşması, bölgenin geleceğini ipotek altına aldı. İngiltere ve Fransa, Osmanlı sonrası coğrafyayı parçalayarak suni devletler kurdu. Bu planın en önemli eksenlerinden biri, ileride kurulabilecek bir “Kürt devleti” fikriydi. Ancak bu proje, bölgede güçlü devletler (Türkiye, İran, Irak, Suriye) tarafından sürekli engellendi.

Bununla birlikte, İsrail’in kuruluşu (1948) sonrası “ikinci bir İsrail” olarak tabir edilen sosyalist Kürt devleti projesi, özellikle İngiltere ve daha sonra ABD tarafından gündemde tutuldu.

  1. PKK ve Elli Yıllık Kanlı Tarih

1970’lerde sahneye çıkan PKK, sadece Türkiye’ye karşı değil, bölgedeki bütün Müslüman halklara karşı kullanılan bir aparat oldu. Marksist-Leninist ideoloji ile kurulan örgüt, halkın değerlerinden uzak, Batılı istihbaratların yönlendirdiği bir yapıydı. ABD ve Avrupa’nın himayesinde büyüyen PKK, 1990’lardan itibaren özellikle ABD’nin Orta Doğu’ya müdahaleleriyle birlikte güçlendi.

Bugün itiraf edilen bir gerçek var: ABD, Suriye’de PKK/PYD’ye 50 binden fazla TIR dolusu silah yardımında bulundu. Bu, sadece “DEAŞ ile mücadele” bahanesiyle açıklanamaz. Asıl hedef, Türkiye ve bölgeyi kuşatacak bir terör devleti kurmaktır.

  1. İsrail ve Arz-ı Mev’ud Hedefi

İsrail’in en büyük stratejisi, “Büyük İsrail” veya Arz-ı Mev’ud projesidir. Bu düşünceye göre Nil’den Fırat’a uzanan coğrafya İsrail’in vaadedilmiş toprağıdır. Bu hedefe ulaşmak için bölge devletlerinin güçsüzleştirilmesi, parçalanması gerekir. İşte tam da burada bir Kürt devleti, İsrail için bir güvenlik kuşağı ve ileri karakol rolü üstlenmektedir.

PKK/PYD, İsrail ile açıktan görüşmeler yapmakta, İsrail de bu yapıya doğrudan destek vermektedir. ABD’nin tutumundaki zikzaklar da çoğu zaman Tel Aviv’in baskısıyla şekillenmektedir.

  1. ABD’nin İki Yüzlülüğü

ABD’nin Suriye elçisi Tom Barak’ın “PKK’sız Suriye devleti” söyleminden geri adım atması, Washington’un klasik ikiyüzlülüğünü bir kez daha ortaya koydu. Zira ABD’nin bölgedeki varlığı hiçbir zaman dürüst olmadı. Irak işgalinden Suriye iç savaşına, Afganistan’dan Filistin meselesine kadar ABD, daima kendi çıkarlarını önceledi ve müttefiklerini yarı yolda bıraktı.

Bugün Türkiye’nin sert tavrı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Kılıç kınından çıkarsa kaleme yer kalmayacak” sözü, işin ciddiyetini gösteriyor. Türkiye artık sadece terörle mücadele değil, bir medeniyet mücadelesi yürütüyor.

  1. PKK’nın Silah Bırakma İhtimali

Gündemde zaman zaman “PKK’nın silah bırakması” tartışmaları dolaşıyor. Ancak bunun üç ihtimali bulunuyor:

  1. Büyük Oyunun Görülmesi: PKK, kendisinin sadece bir taşeron olduğunu fark edebilir.
  2. Kaçacak Yer Kalmaması: Sahada ve siyasette köşeye sıkışan örgüt, mecburen geri adım atabilir.
  3. Yeni Bir Oyun: Öncekilerde olduğu gibi, “silah bırakma” süreci bir kez daha Batılı istihbaratların senaryosuyla manipüle edilebilir.
  4. Sonuç: Uyanık Olmak Zorundayız

Elli yıllık PKK terörü, yüz yıllık Batı planının bir parçasıdır. ABD ve İngiltere’nin tarihi entrikaları, İsrail’in Arz-ı Mev’ud hayali ile birleşmiştir. Bugün yaşadığımız bütün süreçler, bu büyük oyunun güncellenmiş versiyonudur.

Ancak Türkiye artık eski Türkiye değildir. Bölgesel güç olarak, hem askerî hem siyasî olarak bu planları bozacak kararlılığı göstermektedir. Tarih boyunca olduğu gibi, milletimizin feraseti ve devletimizin stratejik iradesi, bu oyunları bozacaktır.

📌 Son Söz:
Ortadoğu’nun kaderi, Batılıların cetvel ve kalemle çizdiği sınırlarla değil; bölge halklarının birliği ve İslam dünyasının uyanışı ile yeniden yazılacaktır. ABD’nin ikiyüzlülüğü, İngiltere’nin sinsi planları ve İsrail’in arzuları boşa çıkarılmadıkça bölgeye barış gelmeyecektir. Türkiye’nin kararlı duruşu, bu karanlık planların en büyük engelidir.

İbretli Kissa:

“Tarih boyunca İngiliz denizciler gemilerde farelerle savaşmak için bir yöntem uyguladılar.
Duyulmamış bir hikayedir, genelde eski gemiciler bilir.

Çok akılcı hikaye;

Farelerin davranış özelliklerini çok iyi bilen bu İngiliz denizciler; öncelikle yakaladıkları bir fareyi kapalı bir teneke içine koyup onu 3-4 gün aç bıraktıktan sonra yakaladıkları diğer küçük fareyi bu kutu içine atarlar. Açlıktan gözü dönmüş fare bu fareyi hemencecik midesine
indirir.

Bu işleme tenekedeki fare yamyam fareye dönüşünceye kadar devam ederler .Bu fare iyice semirmiş ve kuvvetlenmiş olur.

Sonra bu fareyi geminin içine salarlar; şimdi artık gemi içinde tebdili kıyafet gezen bir fare oluşmuştur. Diğer fareler bu fare kendileri gibi aynı kökten geldiği için hiç şüphelenmez  Ama aslında; bu fare güçlü kuvvetli bir yamyam faredir ama bunu diğerleri fark etmemiştir.

Yamyam fare rahatlıkla diğer farelerin yanına rahatlıkla sokulur ve fareleri teker teker yer.

Bu şekilde gemi de farelerden temizlenmiş olur.
Bu yöntem İngilizler icin her yerde ve her durumda kullanılan bir yöntemdir.
Çünkü; İngilizler tecrübelerden ve tarihten hep dersler alarak geleceklerini, iç ve dış
politikalarını yönlendirirler.

Bazen seçtikleri fare ile milliyetçiligi hedeflerler bazen ekonomiye yön verirler bazende dini sembollerle fareleri semizletip yamyam fareye dönüştürürler.

Bir nesli, bir ekonomiyi ve bir devleti veya bir bölgeyi yeniden düzenlemek için kullanırlar.

İçimize eğitilmiş, beyni yıkanmış ve çeşitli yollarla semirtilmiş olarak giren yamyam farelerden mümkün olduğu kadar uzak durmamız , onların yamyamlaşmasına izin vermememiz ve sürekli kapan kullanmamız gerekir.

Şimdi aramızdaki bu yamyam farelere dikkat.”( İktibas)

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Gençliğin Değeri, İmanın Derinliği ve İlahi İradenin Tecellisi: Kainatı Okumak

Gençliğin Değeri, İmanın Derinliği ve İlahi İradenin Tecellisi: Kainatı Okumak

Hayatın en kıymetli hazinelerinden biri olan gençlik, sadece fiziksel bir enerji ve dinamizm dönemi değil, aynı zamanda manevi bir sermayedir. Metin, bu gerçeği çok çarpıcı bir şekilde ifade ediyor: “Gençlik, vazife-i diniyesini bilip sû-i istimal etmeyenlere, kıymettar, zevkli bir nimet-i İlâhiye’dir.” Gençlik, yanlış yollarla harcanmadığında, Allah’ın insanlara bahşettiği en büyük lütuflardan biridir. Bu dönemde kazanılan her manevi değer, geleceğin temelini oluşturur. Tarihte, İslam medeniyetinin zirveye çıktığı dönemlere baktığımızda, gençlerin bu bilinçle hareket ettiğini görürüz. Fatih Sultan Mehmet gibi çağ açıp çağ kapayan liderler, genç yaşta bu bilinçle hareket etmişler, gençliklerini heva ve heves uğruna israf etmemişlerdir. Gençlik, dinî görevlerini bilerek ve kötüye kullanmayarak yaşandığında, hem dünyada hem de ahirette insana tarifsiz bir lezzet ve kıymet kazandırır. Bu, fani dünyada dahi insanı manevi bir olgunluğa ve huzura ulaştıran ilahi bir nimettir.
Bu manevi olgunluğun temelinde, sarsılmaz bir iman-ı tahkikî yani tahkike dayalı, kesin bir iman yatar.

İkinci metin bu imanın derinliklerini çok güzel anlatıyor: “İman-ı tahkikînin bir mertebesi de aynelyakîn derecesidir ki pek çok mertebeleri var. Belki esma-i İlahiye adedince tezaühür dereceleri var. Bütün kâinatı bir Kur’an gibi okuyabilecek derecesine gelir.”
Bu dereceye ulaşan bir mümin, artık sadece kulaktan dolma bilgilerle değil, bizzat gözlem ve tecrübeyle iman eder. Etrafındaki her şeyi, her bir zerreyi, ilahi isimlerin birer tecellisi olarak görmeye başlar. Bir çiçeğin açışında Rahman isminin, bir dağın heybetinde Kâdir isminin, bir okyanusun dalgalarında Celil isminin yansımalarını okur. Bu makam, insanı sadece imanın kabulüne değil, bizzat şahitliğine götürür.

İbn Arabi’nin “Her şeyde Hakk’ı müşahede etmek” sözü, bu makamın bir yansımasıdır. Bu, tüm kainatın birer harf, birer kelime olduğu ve o harfleri okuyabilen kişinin de hakikate ulaşabileceği anlamına gelir. Bu mertebeye ulaşanlar için dünya, sırlarla dolu bir kitaba dönüşür ve her olay bir ibret dersi taşır.

Peki, bu iman ve gençlik bilinciyle hareket eden bir mümin, karşısına çıkan zorluklarda nasıl bir duruş sergiler?

İşte tam da bu noktada, diğer metindeki o müstesna hakikat ortaya çıkar:
“Bütün zahiri Sebepler yalnız Birer perdedirler, İcadda da hiç Tesirleri yoktur; Emir ve iradesi olmazsa, Hiçbirşey, Hatta hiçbir zerre Hareket edemez.”
Bu söz, tevekkülün ve Allah’ın mutlak kudretine olan imanın en temel prensibini ifade eder. Dış dünyada gördüğümüz her sebep, sadece birer perdedir. Bir olayın gerçekleşmesi için gereken şartlar, sadece o olayın zahiri sebepleridir. Örneğin, bir çiçeğin açması için toprağa, suya ve güneşe ihtiyaç vardır. Ama o çiçeği yaratan, o tohumun içindeki hayatı var eden, o toprağı, suyu ve güneşi emrine veren Allah’tır. Sebeplere değil, sebepleri yaratana inanmak, insana büyük bir tevekkül ve iç huzur verir. Bu düşünce, tarihte nice mümin komutanın, zorlu savaşlarda zafer kazanmasının arkasındaki güçtür. Onlar, silahlarına, ordularına değil, Allah’ın yardımına güvenirlerdi. Bu inanç, onları yenilmez kılıyordu. Çünkü bilirlerdi ki, hiçbir atom zerre dahi, Allah’ın emri ve iradesi olmadan hareket edemez. Bu, acizliğimizin farkına varıp mutlak kudrete sığınmanın bir ifadesidir.

Son olarak, bu güçlü iman ve tevekkül bilinci, bizi başka bir manevi duruşa götürür:
“Dua ve tevekkül, meyelan-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi; istiğfar ve tövbe dahi, meyelan-ı şerri keser, tecavüzatını kırar.”
İlk metindeki bu söz, makalemizin son halkasıdır.
İyilik yapma meylimiz, yani “meyelan-ı hayr”, dua ve tevekkülle güçlenir. Çünkü dua, acziyetin itirafı, Allah’a sığınmanın ve O’ndan yardım dilemenin en samimi yoludur. Tevekkül ise, bu duaların ardından sonucu Allah’a bırakmaktır. Bu iki kavram, bizi daha iyi bir insan olmaya teşvik eder, iyilik yolunda kararlı adımlar atmamızı sağlar. Öte yandan, kötülük yapma meylimiz, yani “meyelan-ı şer”, istiğfar ve tövbeyle dizginlenir. İstiğfar, hatalarımızdan dolayı pişmanlık duymak ve Allah’tan af dilemektir. Tövbe ise, bir daha o hataya dönmemeye niyet etmektir. Bu iki eylem, nefsin azgınlığını kırar ve bizi kötülüklerden uzak tutar. Gençliğini, imanını ve iradesini bu ilkeler üzerine kuran bir insan, hem bu dünyada hem de ahirette mutluluğu ve huzuru yakalar.

Özet:
Bu makale, dört farklı metindeki hikmetli sözleri birleştirerek, insanın manevi yolculuğunu ele almaktadır.
İlk olarak, gençliğin dini görevlerin bilinciyle yaşandığında nasıl bir ilahi nimet olduğu anlatılır. Ardından, hakiki imanın en üst mertebesi olan aynelyakîn derecesi açıklanır; bu dereceye ulaşan bir kişinin kainatı bir kitap gibi okuyabileceği belirtilir.
Makale, bu derin imanın bir sonucu olarak, tüm zahiri sebeplerin birer perde olduğunu ve her şeyin Allah’ın iradesiyle hareket ettiğini anlatan tevekkül ilkesini işler.
Son olarak, iyilik yapma eğiliminin dua ve tevekkülle, kötülük yapma eğiliminin ise istiğfar ve tövbe ile nasıl kontrol altına alınabileceği anlatılır. Bu dört prensibin birbiriyle olan bağlantısı, insanın manevi hayatını inşa etmesi için bütünlüklü bir yol haritası sunar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Gazze İçin Tarihi Çağrı: Ayasofya’dan Yükselen Vicdan Sesi

Gazze İçin Tarihi Çağrı: Ayasofya’dan Yükselen Vicdan Sesi

Gazze, çağımızın en büyük insanlık dramına, aynı zamanda da en büyük sınavına dönüşmüş durumda. On yıllardır süren işgal, ablukalar ve katliamlar, 2023 sonrası adeta bir soykırım boyutuna ulaştı. Dünya kamuoyunun gözleri önünde yüz binlerce insan yerinden edildi, on binlercesi hayatını kaybetti, kalanlar açlık, susuzluk ve hastalıkla boğuşuyor.

Bu tablo karşısında İslam dünyasının vicdanı İstanbul’da toplandı. Demokrasi ve Özgürlükler Adası’nda 50 ülkeden 150’yi aşkın İslam âlimi bir araya gelerek “İslami ve İnsani Sorumluluk: Gazze” başlığıyla tarihe geçecek bir konferans düzenledi. Bir hafta boyunca süren istişarelerde, ümmetin vicdanını harekete geçirecek kararlar alındı. Hazırlanan raporların, 29 Ağustos Cuma günü Ayasofya-i Kebir Camii’nde kılınacak cuma namazı sonrası tüm dünyaya ilan edilecek olması, bu çağrının manevi ve sembolik değerini daha da artırıyor.

Ayasofya’dan Dünyaya Sesleniş

Ayasofya, tarih boyunca İslam’ın izzetini ve medeniyetin dirilişini temsil eden bir mekân olmuştur. Şimdi ise Gazze için bir vicdan kürsüsüne dönüşüyor. İslam âlimlerinin alacağı kararlar; devletlere, üniversitelere, hukukçulara, iş insanlarına ve tüm insanlığa hitap edecek. “Gazze sadece Filistin’in meselesi değil, ümmetin ortak davasıdır” mesajı Ayasofya’dan yankılanacak.

Batı Dünyasında Çatlayan Sessizlik

Gazze’deki soykırım karşısında Avrupa’da da çatlak sesler yükselmeye başladı. Hollanda’da hükümet krizine sebep olan İsrail karşıtı çıkışlar, Belçika’da sert tartışmalara yol açtı. Kamuoyu baskıları, hükümetleri Filistin’i tanıma noktasında zorlamakta. Avrupa Birliği içinde bile İsrail’e yaptırım uygulanması gerektiğini savunanlar ile koşulsuz destek isteyenler arasında ayrışma büyüyor. Bu tablo, toplumsal vicdanın siyasi duvarları yavaş yavaş aşmaya başladığını gösteriyor.

İslam Dünyasından Mesaj: Ortak Düşman, Ortak Kader

Sudanlı İslam âlimi Dr. Afaf’ın İstanbul’daki açıklamaları, İslam dünyasının müşterek hissiyatını özetler nitelikte:

> “Bizim düşmanımız birdir, mücadelemiz ortaktır, kaderimiz ortaktır. Allah’ın vaadi haktır; biz mutlaka zafere ulaşacağız.”

Gazze’nin yalnızca Filistinlilerin değil, bütün ümmetin davası olduğu, Ayasofya’dan bir kez daha dünyaya ilan edilecek.

Kıtlığın Gölgesinde Gazze

Öte yandan Gazze’de açlık ve kıtlık tehlikesi kritik bir seviyeye ulaştı. IPC raporları, bu kıtlığın tamamen insan eliyle, yani kuşatma ve ambargo politikalarıyla yapıldığını ortaya koyuyor. “Bir gün bile gecikme kabul edilemez” denilen noktada, yardımların engellenmesi doğrudan insanlık suçuna dönüşüyor.

Sonuç: İnsanlığın Vicdan Testi

Gazze meselesi artık yalnızca bir “bölgesel sorun” değil; insanlığın ortak vicdan sınavıdır. İslam dünyası için bu sınav, kardeşlik bağlarını ne ölçüde sahiplendiğini; Batı içinse demokrasi, insan hakları ve adalet söylemlerinin ne kadar samimi olduğunu gösterecektir.

Ayasofya’dan yükselecek çağrı, sadece Müslümanlara değil, bütün insanlığa hitap eden bir vicdan manifestosu olmalıdır:

Gazze’deki soykırıma karşı sesini yükselt,

Zulme ortak olma,

Mazlumun yanında dur,

Ve unutma: Gazze’nin kaderi, insanlığın kaderidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Zat ve Semere: Şerefin Gerçek Kaynağı

Zat ve Semere: Şerefin Gerçek Kaynağı

“Bir şeyin şerefi neslinde değildir, zatındadır. Bir şeyin aslını gösteren semeresidir.”

İnsanoğlu tarih boyunca, soy ve nesep bağlarını büyük bir gurur kaynağı görmüş, asaletini çoğu zaman atalarının şöhretiyle ölçmeye çalışmıştır. Oysa hakikat bize gösteriyor ki, şeref ve kıymet, bir kimsenin soyundan değil; zatından, şahsiyetinden ve ortaya koyduğu fiillerinden kaynaklanır.

Çünkü nesep, kişinin elinde olmayan bir bağdır; insanın iradesiyle kazanılmış bir meziyet değildir. Oysa asıl kıymet, insanın kendi zatında taşıdığı ahlâk, ilim, fazilet ve amellerindedir. İşte bu nedenle “bir şeyin aslını gösteren, onun semeresidir.” Ağacın özünü meyvesi tanıttığı gibi, insanın özünü de ameli ve eseri tanıtır.

  1. Neslin Değil, Zatın Şerefi

Bir insan, hangi soydan gelirse gelsin, eğer zatında fazilet, ahlak ve iman yoksa, şerefli bir geçmiş ona fayda vermez.

Kur’ân da bu hakikati teyit eder:

> “Allah katında en değerliniz, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır.” (Hucurât, 13)

Demek ki Allah katındaki değer, soyda veya malda değil, takvada ve şahsî meziyettedir.

  1. Zatın Hakikatini Gösteren Semere

Her şeyin özünü en iyi anlatan, onun meyvesidir.

Bir ağacın ne olduğunu yaprağı değil, meyvesi söyler.

Bir insanın değerini, lafı değil; ameli ve eseri gösterir.

Bir âlimin kıymetini, unvanı değil; ilmiyle ortaya koyduğu semereler belirler.

İnsanın değeri, onun maharetinin ve eserinin değeridir.

Dolayısıyla, soy ve şekil bir surettir; asıl olan, zatın ürettiği semeredir.

  1. Tarihten İbretler

Hz. Nuh’un oğlu: Nübüvvet hanesinden doğmuştu; fakat iman etmeyince tufanda helak oldu. Nesep, ona fayda vermedi.

Hz. İbrahim’in babası Âzer: Putperest olarak kaldı, oğlunun nübüvveti ona kurtuluş olmadı.

Ebu Cehil: Peygamber Efendimizin akrabası olmasına rağmen, düşmanlıkta en ileri gidenlerden oldu.

Bilâl-i Habeşî: Aslen köleydi; fakat imanıyla, takvasıyla, sabrıyla şereflerin zirvesine çıktı.

Bu örnekler bize gösteriyor ki, asalet kan bağıyla değil; iman, ahlak, sabır ve amel-i salihle kazanılır.

  1. İlmi ve Hikmetli Değerlendirme

Hikmet açısından da zatın kıymeti, kendi hakikatinde aranır.

Aristo: “Bir şey, gayesi ile bilinir” der. Gayesi, onun hakikatini açığa çıkarır.

Gazali: “Amelsiz ilmin, köksüz ağaç gibi olduğunu” söyler. Yani semeresiz ilim kıymetsizdir.

Kıymet, mahiyetin cevherindedir; suretinde değil.

Demek ki, ilim de, insan da, nesil de özünü eserinde ve neticesinde gösterir.

Sonuç ve İbret

Soy sop, nesep ve şöhret gelip geçicidir.

Zatın şerefi, kişinin amellerinde ve meyvesinde saklıdır.

İnsan, özünü semeresiyle isbat eder; ağacın meyvesi onun dili olduğu gibi, insanın da ameli onun dili olur.

O hâlde bize düşen, şerefi soyumuzda değil; zatımızda ve ortaya koyduğumuz semerelerde aramaktır.

“Her ağaç meyvesiyle tanınır. Her insan da ameliyle anılır.”

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Türkiye’nin Asıl Savaşı: İçteki Kripto Zihniyetin Tarihî Serüveni

Türkiye’nin Asıl Savaşı: İçteki Kripto Zihniyetin Tarihî Serüveni

Tarihte milletleri yıkan kuvvet dışarıdan gelmez; asıl çürüme içeriden başlar. Roma’yı çökerterek  kolay lokma haline getiren, Bizans’ı İstanbul surlarının gerisinde çaresiz bırakan, Endülüs’ü tarihten silen, Selçuklu’yu dağıtan daima içteki ihanet, nifak ve kripto zihniyet olmuştur.

Türkiye’nin iki asırlık tarihine bakıldığında da aynı tablo karşımıza çıkar:
Tanzimat’tan 15 Temmuz’a kadar bu milletin önünü kesen, ayağına pranga vuran, iman ve irfanıyla kavga eden hep içerideki işbirlikçiler olmuştur.

  1. Tanzimat ve Islahat (1839 – 1876)

Osmanlı’nın yıkılış süreci dışarıdan top ateşiyle değil, içeriden “medeniyet reformu” adı altında başlatıldı.

Tanzimat Fermanı (1839) ve Islahat Fermanı (1856) Batı’nın baskısıyla çıkarıldı.

Gayrimüslim tebaa imtiyazlı hale getirildi, millet sistemi zedelendi.

“Batılılaşma” adı altında, köklerinden kopmuş, Batı hayranı bir aydın tipi üretildi.

Boylece, Avrupa medeniyetinin sefahat ve dalalet tarafı alınmış, fazilet tarafı terk edilmiştir.

Bu, kripto zihniyetin ilk kurumsallaşma adımıydı.

  1. İttihat ve Terakki Dönemi (1908 – 1918)

Osmanlı’yı çökerten asıl darbe, içeriden geldi.

İttihatçılar, “hürriyet” sloganıyla iktidara geldi; fakat onlardan bunu kimse görmedi.

Devletin kök değerleriyle bağını kopardılar; Batıcı, pozitivist ve materyalist bir elit yetiştirdiler.

  1. Dünya Savaşı’na girmemizin sebeplerinden biri de onların dışarıyla kurduğu gizli ittifaklar oldu.

Kökten kopmuş bu kadrolar, aslında Osmanlı’yı içeriden çözmekle görevlendirilmiş kripto bir zihniyeti temsil ediyordu.

  1. Cumhuriyet’in İlk Yılları (1923 – 1950)

Cumhuriyetin ilanıyla birlikte içerideki kripto zihniyet kökleşti.

Ezan susturuldu, Kur’ân yasaklandı, medreseler kapatıldı.

Milletin asırlık kıyafeti, kültürü, dini hayatı zorla değiştirilmeye çalışıldı.

“Keşke Anadolu Müslüman olmasaydı” diyecek kadar köklerinden kopmuş rektörler, akademisyenler işbaşına getirildi.

Üniversiteler, bürokrasi ve yargı, Batı’nın gözüyle düşünen elitlerin kontrolüne geçti.

İşte bu dönemde dışarıdan gelen tehlike değil, içerideki kendi evlatlarımız kılıklı kripto zihniyet asıl yıkımı yaptı.

  1. Darbeler ve Vesayet (1960 – 1980)

Her on yılda bir milletin iradesine zincir vuruldu.

27 Mayıs (1960): Seçilmiş Başbakan Menderes ve arkadaşları idam edildi.

12 Mart (1971): Ordu içindeki Batıcı kadrolar hükümeti tehdit etti.

12 Eylül (1980): Binlerce insan işkenceden geçti, gençler idam edildi.

Hepsinin arkasında ABD ve Batı vardı; ama işin uygulayıcısı yine içerideki kripto zihniyet oldu.

  1. 28 Şubat Postmodern Darbesi (1997)

“Bin yıl sürecek” dediler; ama aslında kendi ömürlerini tükettiler.

Başörtülü öğrenciler üniversite kapılarından kovuldu.

İmam hatipler kapatıldı, Kur’ân kursları yasaklandı.

Medya, sermaye ve yargı işbirliğiyle milletin değerlerine savaş açıldı.

“Kripto” zihniyetin en belirgin yüzü bu dönemde açığa çıktı. Bir kısmı sözde Müslüman kimliğiyle içeride, bir kısmı Batıcı ideolojilerle dışarıda, ama hepsi aynı merkezden besleniyordu.

  1. FETÖ ve 15 Temmuz (2016)

Kripto zihniyetin en organize ve en tehlikeli versiyonu: FETÖ.

Yıllarca “hizmet” adı altında devletin her kurumuna sızdılar.

Din perdesi altında milletin imanını istismar ettiler.

15 Temmuz’da ABD desteğiyle tankları sokağa sürdüler.

Ama bu defa millet, tarih boyunca görülmemiş bir şekilde yekvücut olup ihanetin yüzüne tokadı indirdi.

  1. İçteki Muhalefet: Bugün ve Yarın

Bugün Türkiye ile İsrail arasında bir savaş çıksa, ilk karşı çıkacak olan yine içerideki kripto zihniyet olacaktır.
Onların görevi bellidir:

Türkiye’yi zayıflatmak,

Milletin değerlerini küçümsemek,

Batı’ya bağımlı hale getirmek.

İşte bu yüzden Türkiye’nin asıl savaşı dışarıda değil, içeridedir.

Sonuç: Asıl Zafer İçte Kazanılır

Tanzimat’tan 15 Temmuz’a kadar yaşanan bütün bu tecrübeler bize şunu gösteriyor:

Dış düşman, içte işbirlikçi bulmadıkça bir şey yapamaz.

Kripto zihniyet tasfiye edilmedikçe tam bağımsızlık hayaldir.

Milletin imanı, maneviyatı ve birliği en büyük güçtür.

Eğer biz içteki kripto zihniyeti teşhis eder ve bertaraf edersek, dışarıdan hiçbir güç bu milleti yıkamaz.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Yaratılışın Sırrı ve İnsanın Asli Vazifesi: Tevhid, Hamd ve Sıdk Üzerine Bir Düşünce

Yaratılışın Sırrı ve İnsanın Asli Vazifesi: Tevhid, Hamd ve Sıdk Üzerine Bir Düşünce

Evrende var olan her şeyin bir yaratıcısı ve terbiye edicisi olduğu hakikati, göz önünde duran apaçık bir delildir.
İlk metindeki o manidar söz, bu hakikatin en saf ve en yalın halini dile getirir:
“Sizi terbiye eden ve büyüten O’dur. Ve sizin mürebbîniz O’dur. Öyle ise siz de, O’na ibadet etmekle abd olunuz!”
İnsanın doğumundan ölümüne kadar geçen süreç, bir terbiye ve olgunlaşma sürecidir. Gerek bedenimizin büyümesi, gerek aklımızın gelişmesi, gerekse ruhumuzun kemale ermesi, hep O’nun terbiyesi altındadır. Tıpkı bir bahçıvanın fidanını özenle büyütmesi gibi, Rabbimiz de bizleri en güzel şekilde terbiye eder. Bu terbiye sürecine karşı insanın en büyük vazifesi, O’na ibadet etmekle kul olduğunu idrak etmektir. İnsanlık tarihi, bu idrakin peşinde koşmuş, peygamberler ve alimler bu idraki yaymak için mücadele etmişlerdir. İbadet, sadece bir görev değil, aynı zamanda terbiye edicimize olan minnetin, sevginin ve teslimiyetin en yüce ifadesidir.
Bu terbiye ve ibadet bilincinin temelinde yatan en önemli unsur ise, sıdk yani doğruluk ve dürüstlüktür.
İkinci metin, sıdkın İslamiyet’teki merkezi konumunu şu sözlerle anlatır:
“Sıdk, İslâmiyet’in üss-ül esasıdır ve ulvî seciyelerinin rabıtasıdır ve hissiyat-ı ulviyesinin mizacıdır.” Sıdk, sadece sözde yalan söylememek değildir; aynı zamanda amellerde, niyetlerde ve tüm hayattaki duruşta doğru olmaktır. İslam medeniyetinin yükselişinde, sahabelerin ve sonraki dönemlerdeki alimlerin sıdk üzere yaşamaları büyük bir rol oynamıştır. Onların sözleri de, amelleri de birbiriyle tutarlılık arz ediyordu. Bu, onların karakterini sağlamlaştırıyor, yüksek ahlaki değerlerini birbirine bağlıyordu. Bu dürüstlük, aynı zamanda onların manevi hislerini de doğru bir mizaca oturtuyor, onları takva, tevazu ve samimiyet gibi ulvi duygulara sevk ediyordu. Sıdkın olmadığı yerde, her türlü yozlaşma, riya ve sahtekarlık baş gösterir. Bir kulun ibadeti bile, sıdk ile yapılmadığında, sadece şekilden ibaret kalır.
Tüm bu terbiye, ibadet ve sıdk kavramları, bizi en temel hakikate götürür: Varlık aleminin Yaratıcısı’nın birliğine ve kudretine. Bu kudretin en büyük nişanı ise üçüncü sözde gizlidir:
“Birşeyi herşey ve herşeyi birşey yapmak, herşeyin Hâlıkına has ve Kadîr-i Külli Şeye mahsus bir nişandır, bir âyettir.”
Bu, yaratılışın en büyük mucizelerinden biridir. Bir tek atomdan tüm kainatı yaratmak, bir tek tohumdan koskoca bir ağacı var etmek, bir damla sudan bir insanı meydana getirmek, sadece sınırsız bir kudretin işi olabilir. Bu kudret, aynı zamanda her bir şeyi, yani kainattaki tüm varlıkları, tek bir kanun ve düzen içinde bir araya getirebilme yeteneğidir. Külli ve Kadir olan bu Yaratıcı’nın varlığı, O’nun san’atındaki mükemmellikle kendini gösterir. Bu, aynı zamanda her bir varlığın kendi içinde bir ayet, bir delil olduğu anlamına gelir. Bu delilleri okuyabilen bir kul, kalbinde O’na karşı tarifsiz bir saygı ve sevgi duyar.
Bu sevgi ve saygı, bizi son ve en önemli noktaya, hamd ve senâya götürür.
Son metin, bu gerçeği en kısa ve net haliyle ifade eder:
“İbadet O’na mahsus olduğu gibi, hamd ü senâ dahi O’na hastır.” Yaratılışın sırrına vakıf olan, O’nun terbiye edici kudretini gören, sıdk ile O’na kul olan bir insan, sadece ibadet etmekle kalmaz, aynı zamanda O’nu över ve yüceltir. Hamd, sadece “şükürler olsun” demek değildir. O’nun her bir isminin tecellisindeki mükemmelliği görmek, O’nun eşsiz sanatını ve hikmetini takdir etmek demektir. Bir kuşun kanadındaki desen, bir çiçeğin kokusu, bir nehrin akışı… Her birinde O’nun benzersiz sanatının bir nişanı vardır ve bu nişanlar bizi O’na hamd etmeye sevk eder. Bize düşen, tüm varlıkların yaptığı gibi O’nu hamd ve senâ ile anmaktır.
Bu dört metin, aslında bir bütünün parçalarıdır. Bizi terbiye eden ve her şeyi yaratan Yüce Varlık’a, sıdk ile inanıp ibadet etmek, O’nun sınırsız kudretini anlamak ve bu anlayışla O’nu hamd ü senâ ile yüceltmek… İşte bu, varoluşumuzun en temel gayesi, insanlığımızın en büyük şerefidir.

Özet
Bu makale, dört ayrı metindeki hikmetli sözleri bir araya getirerek, insanın yaratılış amacı ve temel manevi görevleri üzerine derin bir düşünce sunmaktadır.
İlk olarak, insanı terbiye eden ve büyütenin Allah olduğu ve bu nedenle O’na ibadetle kul olunması gerektiği anlatılır.
Ardından, İslamiyet’in temel taşı olan sıdk (doğruluk) kavramı ele alınır ve sıdkın yüksek ahlaki değerlerin ve manevi duyguların kaynağı olduğu belirtilir.
Makale, Yaratıcı’nın sınırsız kudretinin, “bir şeyi her şey ve her şeyi bir şey yapma” mucizesinde yettiğini ve bu kudretin her bir varlıkta bir ayet olarak tecelli ettiğini anlatır.
Son olarak, ibadetin ve hamd-ü senanın sadece Allah’a ait olduğu gerçeğiyle tüm konular birleştirilir. Makale, bu prensiplerin bir araya gelmesiyle, insanın varoluş gayesine ulaşacağını ve hayatına anlam katacağını ifade eder.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




İlk Ayrılıştan Son Karara: İnsan Yolculuğunun Hikmeti

İlk Ayrılıştan Son Karara: İnsan Yolculuğunun Hikmeti

Ana rahmi ilk ayrılmanın, ayrışmanın, ayrıştırmanın olduğu yerdir.
Ancak en önemlisi ilahi irade ile beşerî iradenin devreye girerek sonu belirleyen, temizliğin yapıldığı,  kararın buna ve buraya göre belirleneceği önemli bir tefrik ve belirlemeye karar verilecek yerdir
Zahiri burada ortaya çıkar.
Batını yani işin iç yönü ve yüzü ise mahşere kalmıştır.
Niyetler ve düşünceler orada netleşir.
Son iki aşama ise; sırat ve cehennemdir.
Sırat terazidir.
Cehennem ise farklı yöntemlerle temizlenme ve arınma yeridir.
Gerçek arınma ve ebedi kalma kararının verileceği yerdir

*******

🌿. Ana rahminden başlayan bu tefekkür yolculuğu, aslında insanın yaratılış gayesi ile ahiret yolculuğu arasındaki derin bağı ortaya koyuyor.

  1. Ana Rahminde İlk Ayrılış

İnsanın serüveni, ana rahminde başlar. Nutfe, alaka, mudğa… Her biri ilahi kudretin işlediği safhalardır. Kur’an’da bu gerçek şöyle ifade edilir:

> “Sonra nutfeyi alaka yaptık. Ardından alakayı mudğa yaptık. Mudğayı kemiklere dönüştürdük, kemiklere et giydirdik. Sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratıcıların en güzeli olan Allah’ın şanı yücedir.” (Müminun, 14)

Bu yolculukta ilk ayrışma gerçekleşir: yaşamla ölüm, imanla küfür, güzellikle çirkinlik. Beşerî irade, İlahi iradenin tecellisiyle birleşir. İnsana verilen irade, bütün yolculuğun yönünü belirler.

  1. Zahirin Ortaya Çıkışı, Bâtının Gizlenişi

Dünya hayatı, zahirin göründüğü ama bâtının gizlendiği bir meydandır. İnsan burada niyetlerini saklayabilir, sözleri ile amelleri örtüşmeyebilir. Ancak unutulmamalıdır ki bâtın, yani kalbin hakikati, mahşerde açığa çıkacaktır:

> “O gün sırlar açığa çıkar.” (Tarık, 9)

Dünya, bir imtihan sahnesidir; ahiret ise hakikatlerin netleştiği mahkeme.

Ana rahminden geldik pazara,
bir kefen aldık döndük mezara…

  1. Mahşer: İç Yüzün Ortaya Çıkışı

Mahşer günü herkes kalbiyle, niyetiyle, iç yüzüyle çağrılacaktır. O gün ne makam, ne mal, ne soy-sop fayda verir:

> “O gün ne mal fayda verir, ne de evlat. Ancak Allah’a selim bir kalp ile gelenler müstesna.” (Şuarâ, 88-89)

İnsan, dünyada gizlediği niyetlerini, mahşerde kendi diliyle, organlarıyla, derisiyle bile itiraf edecektir. Çünkü hakikat saklanamaz.

  1. Sırat: Terazinin İnce Hali

Sırat, adaletin en hassas terazisidir. Zerre kadar hayır da, zerre kadar şer de kaybolmaz:

> “Artık kim zerre kadar hayır işlerse onu görür. Kim de zerre kadar şer işlerse onu görür.” (Zilzal, 7-8)

Sırat köprüsünde adımlar, dünyadaki amellerin izlerine göre şekillenir. Burada sahte kimlikler, dünyevi maskeler sökülür. Herkes kendi hakikatiyle yürür.

  1. Cehennem: Arınmanın Çetin Yurdu

Cehennem yalnızca bir azap yeri değil, aynı zamanda bir arınma ve temizlenme diyarıdır. Dünyada kirlenmiş ruhların pası orada yanarak temizlenir. Bir yönüyle cehennem, ilahi rahmetin çetin tecellisidir. Çünkü hakiki cennet, ancak arınmış ruhlara açılır.

Nitekim Kur’an şöyle buyurur:

> “Oraya (cehenneme) girin! Artık ister sabredin, ister sabretmeyin, sizin için birdir. Ancak yaptıklarınızın karşılığını görüyorsunuz.” (Tur, 16)

Cehennem, insanı yakarken aynı zamanda onu arındırır; en sonunda hakiki ebediyetin kimlere ait olduğu ortaya çıkar.

  1. Gerçek Kararın Verileceği Yer

Son hüküm, sırat ve cehennem tecrübelerinden sonra verilir:

Temizlenenler için ebedî cennet

Kirini bırakmayanlar için ebedî cehennem

Bu karar, İlahi adaletin en büyük tecellisidir. Hiç kimseye zulmedilmez.

> “Bugün hiç kimseye en küçük bir haksızlık yapılmaz. Ancak yaptığınız işlerin karşılığını göreceksiniz.” (Yasin, 54)

Sonuç: Yolculuğun Hikmeti

İnsanın yolculuğu ana rahminde başlar, sırat ve cehennemden geçerek ebediyete uzanır. Bu yolculuğun hikmeti şudur:

İnsana verilen irade, İlahi kudretle birleşince büyük bir imtihana dönüşür.

Zahiriyle oynayan insan, bâtınında sakladığını mahşerde açığa çıkarır.

Terazi şaşmaz, arınma gecikmez, karar kesinleşir.

Ana rahminde başlayan ayrılış, ahirette ebedi ayrılıkla noktalanır. Ve hakikati arayan insan için bütün bu aşamalar, İlahi adaletin ve rahmetin tecellileridir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




İlk Ayrılıştan Son Karara: İnsan Yolculuğunun Hikmeti

İlk Ayrılıştan Son Karara: İnsan Yolculuğunun Hikmeti

Ana rahmi ilk ayrılmanın, ayrışmanın, ayrıştırmanın olduğu yerdir.
Ancak en önemlisi ilahi irade ile beşerî iradenin devreye girerek sonu belirleyen, temizliğin yapıldığı,  kararın buna ve buraya göre belirleneceği önemli bir tefrik ve belirlemeye karar verilecek yerdir
Zahiri burada ortaya çıkar.
Batını yani işin iç yönü ve yüzü ise mahşere kalmıştır.
Niyetler ve düşünceler orada netleşir.
Son iki aşama ise; sırat ve cehennemdir.
Sırat terazidir.
Cehennem ise farklı yöntemlerle temizlenme ve arınma yeridir.
Gerçek arınma ve ebedi kalma kararının verileceği yerdir

*******

🌿. Ana rahminden başlayan bu tefekkür yolculuğu, aslında insanın yaratılış gayesi ile ahiret yolculuğu arasındaki derin bağı ortaya koyuyor.

  1. Ana Rahminde İlk Ayrılış

İnsanın serüveni, ana rahminde başlar. Nutfe, alaka, mudğa… Her biri ilahi kudretin işlediği safhalardır. Kur’an’da bu gerçek şöyle ifade edilir:

> “Sonra nutfeyi alaka yaptık. Ardından alakayı mudğa yaptık. Mudğayı kemiklere dönüştürdük, kemiklere et giydirdik. Sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratıcıların en güzeli olan Allah’ın şanı yücedir.” (Müminun, 14)

Bu yolculukta ilk ayrışma gerçekleşir: yaşamla ölüm, imanla küfür, güzellikle çirkinlik. Beşerî irade, İlahi iradenin tecellisiyle birleşir. İnsana verilen irade, bütün yolculuğun yönünü belirler.

  1. Zahirin Ortaya Çıkışı, Bâtının Gizlenişi

Dünya hayatı, zahirin göründüğü ama bâtının gizlendiği bir meydandır. İnsan burada niyetlerini saklayabilir, sözleri ile amelleri örtüşmeyebilir. Ancak unutulmamalıdır ki bâtın, yani kalbin hakikati, mahşerde açığa çıkacaktır:

> “O gün sırlar açığa çıkar.” (Tarık, 9)

Dünya, bir imtihan sahnesidir; ahiret ise hakikatlerin netleştiği mahkeme.

Ana rahminden geldik pazara,
bir kefen aldık döndük mezara…

  1. Mahşer: İç Yüzün Ortaya Çıkışı

Mahşer günü herkes kalbiyle, niyetiyle, iç yüzüyle çağrılacaktır. O gün ne makam, ne mal, ne soy-sop fayda verir:

> “O gün ne mal fayda verir, ne de evlat. Ancak Allah’a selim bir kalp ile gelenler müstesna.” (Şuarâ, 88-89)

İnsan, dünyada gizlediği niyetlerini, mahşerde kendi diliyle, organlarıyla, derisiyle bile itiraf edecektir. Çünkü hakikat saklanamaz.

  1. Sırat: Terazinin İnce Hali

Sırat, adaletin en hassas terazisidir. Zerre kadar hayır da, zerre kadar şer de kaybolmaz:

> “Artık kim zerre kadar hayır işlerse onu görür. Kim de zerre kadar şer işlerse onu görür.” (Zilzal, 7-8)

Sırat köprüsünde adımlar, dünyadaki amellerin izlerine göre şekillenir. Burada sahte kimlikler, dünyevi maskeler sökülür. Herkes kendi hakikatiyle yürür.

  1. Cehennem: Arınmanın Çetin Yurdu

Cehennem yalnızca bir azap yeri değil, aynı zamanda bir arınma ve temizlenme diyarıdır. Dünyada kirlenmiş ruhların pası orada yanarak temizlenir. Bir yönüyle cehennem, ilahi rahmetin çetin tecellisidir. Çünkü hakiki cennet, ancak arınmış ruhlara açılır.

Nitekim Kur’an şöyle buyurur:

> “Oraya (cehenneme) girin! Artık ister sabredin, ister sabretmeyin, sizin için birdir. Ancak yaptıklarınızın karşılığını görüyorsunuz.” (Tur, 16)

Cehennem, insanı yakarken aynı zamanda onu arındırır; en sonunda hakiki ebediyetin kimlere ait olduğu ortaya çıkar.

  1. Gerçek Kararın Verileceği Yer

Son hüküm, sırat ve cehennem tecrübelerinden sonra verilir:

Temizlenenler için ebedî cennet

Kirini bırakmayanlar için ebedî cehennem

Bu karar, İlahi adaletin en büyük tecellisidir. Hiç kimseye zulmedilmez.

> “Bugün hiç kimseye en küçük bir haksızlık yapılmaz. Ancak yaptığınız işlerin karşılığını göreceksiniz.” (Yasin, 54)

Sonuç: Yolculuğun Hikmeti

İnsanın yolculuğu ana rahminde başlar, sırat ve cehennemden geçerek ebediyete uzanır. Bu yolculuğun hikmeti şudur:

İnsana verilen irade, İlahi kudretle birleşince büyük bir imtihana dönüşür.

Zahiriyle oynayan insan, bâtınında sakladığını mahşerde açığa çıkarır.

Terazi şaşmaz, arınma gecikmez, karar kesinleşir.

Ana rahminde başlayan ayrılış, ahirette ebedi ayrılıkla noktalanır. Ve hakikati arayan insan için bütün bu aşamalar, İlahi adaletin ve rahmetin tecellileridir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com