Zulmün Gölgesinde İnsanlık İmtihanı: Gazze’den Kudüs’e Vicdanın Sınavı

Zulmün Gölgesinde İnsanlık İmtihanı: Gazze’den Kudüs’e Vicdanın Sınavı

Tarih, mazlum ile zalimin, hakkı savunan ile zulmü meşrulaştıranın, adalet yolunda dimdik duranla menfaat uğruna eğilenin mücadelesine şahittir. Günümüzde bu sahne en acı şekilde Filistin topraklarında yaşanmakta. Gazze’nin enkazları arasında ağlayan çocukların feryadı, sadece bir milletin değil, insanlığın da vicdanına yönelmiş bir çağrıdır.

Zalimin Dili ve Ortakları

ABD’li Senatör Lindsey Graham’ın, “Amerika İsrail’in fişini çekerse Tanrı da bizim fişimizi çeker” sözü, yalnızca siyasî bir bağlılık ifadesi değil, aynı zamanda inanç kavramının ne kadar çarpıtıldığının göstergesidir. Bu yaklaşım, Allah’ın zalimin yanında olduğu inancını ima eder ki, bu hem teolojik hem ahlaki olarak büyük bir sapmadır. Kur’ân-ı Kerîm’de “Allah kullarına zulmetmez; fakat insanlar kendi kendilerine zulmederler” (Yûnus, 44) buyurularak, Rabb’in adaleti açıkça beyan edilmiştir.

Zalimlere yardım edenler, onların suçlarına ortak olur. Bu, sadece siyasi bir tercih değil, ahiret hesabında ağır bir sorumluluktur.

Toprak Gasbının Anatomisi

Channel4News’in belgeselinde görüldüğü üzere, Filistinli Said al-Amour’un 1953 tarihli tapusu bile, işgalcilerin hukuk tanımazlığını durdurmaya yetmemiştir. Yerleşimciler, hem silahla hem de propaganda ile gasp ettikleri toprakları meşrulaştırmaya çalışıyor. Bu durum bize, tarihte Endülüs Müslümanlarının yurtlarından sürülüşünü, Amerika kıtasında yerlilerin topraklarının gasbını hatırlatır. Zaman değişse de yöntem değişmemiştir: Önce “tehlikeli” ilan et, sonra mülküne el koy.

Sessiz Dünyanın Yüksek Bedeli

Bugün Gazze’de hastaneler vuruluyor, çocuklar açlıkla terbiye edilmeye çalışılıyor, hatta cenazeler bile bombalanıyor. Buna rağmen uluslararası sistem, çıkar dengeleri uğruna kör ve sağır kesiliyor. Oysa tarih, sessiz kalanların da suçlu sayıldığını defalarca isbatlamıştır. Bosna’da Srebrenitsa’da yaşananlar hâlâ hafızamızdadır.

İlahi Adaletin Kaçınılmazlığı

Kur’ân’da “Zulmedenler nasıl bir inkılâpla devrileceklerini yakında bilecekler” (Şuarâ, 227) buyurulur. Bu ayet, zalimin iktidarının ebedi olmadığını, ilahi adaletin mutlaka tecelli edeceğini bildirir. İsrail’in bugün attığı her adım, hem siyasi yalnızlığını hem de vicdanî çöküşünü hızlandırmaktadır. İngiltere’deki gençlerin ve milletvekillerinin cesur çıkışları, bu vicdan kıvılcımının sönmediğini gösteriyor.

Vicdanın ve Direnişin Evrenselliği

Yeni Zelanda’dan İngiltere’ye, Türkiye’den Suudi Arabistan’a kadar farklı coğrafyalardan gelen tepkiler, zulme karşı insanlığın ortak paydasını ortaya koyuyor. Bu dayanışma, sadece Filistin için değil, insanlığın kendi onuru için verilen bir mücadeledir.

İbretlik Sonuç

Tarih, zalimin hikâyesini değil, zalime karşı duranların destanını yazar. Bugün Gazze’de atılan her bomba, yıkılan her ev, kaybolan her hayat, yarının tarih kitaplarında birer “ibret sayfası” olacaktır. O sayfalarda kimimiz direnen, kimimiz susan, kimimiz ise zulmün safında yer alan olarak anılacağız.

Özet:
Bu makale, Gazze ve Filistin’de yaşanan zulmün tarihî, ilmî, ahlaki ve dini boyutlarını ele alıyor. ABD’li senatörün sözlerinden İsrailli yerleşimcilerin gasp eylemlerine, uluslararası sessizlikten yer yer yükselen vicdan seslerine kadar geniş bir çerçeve çiziyor. Ana mesaj şudur: Zalim ile mazlum arasındaki tercihte sessizlik de bir tercihtir ve ilahi adalet karşısında herkes bu tercihinden sorumludur.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




İnsan, Ebediyet ve Hikmet Yolu

İnsan, Ebediyet ve Hikmet Yolu

  1. İnsan, Ebediyet İçin Yaratılmıştır
    İnsanoğlu, bu dünyaya gelişiyle birlikte, sonu olmayan bir yolculuğa adım atmıştır.
    “İnsan, ebed için yaratılmıştır.”
    Bu hakikat, varlığımızın fânî dünyadaki kısa süreli varlığından çok daha derin ve anlamlı bir amaca hizmet ettiğini gösterir. Eğer insan sadece bu dünya hayatı için yaratılsaydı, içindeki sonsuzluk arzusu, bitmek bilmeyen merakı ve ebedî saadete olan iştiyakı anlamsız kalırdı. Oysa, her insanın kalbinde ebedî bir vatan özlemi yatar. İşte bu özlem, bizi asıl yurdumuza, sonsuzluk âlemine hazırlıklı gitmeye davet eder.
    Bu dünya, bir misafirhane, bir imtihan meydanıdır; asıl hayat ise ölümden sonra başlayacak olan ebedî hayattır. Bu bilinçle yaşamak, dünyalık işlere aşırı bağlanmaktan kurtulmamıza ve asıl gayemize odaklanmamıza yardımcı olur.
  2. Hayr-ı Mutlak’tan Hayır Gelir, Cemil-i Mutlak’tan Güzellik Gelir

Evrenin düzenine, tabiatın işleyişine dikkatle bakan her akıl sahibi, bu muhteşem eserin arkasında bir yaratıcı olduğunu anlar. Bu yaratıcı, sonsuz hayır ve güzellik sahibi olan Allah’tır.
“Hayr-ı Mutlak’tan hayır gelir, Cemil-i Mutlak’tan güzellik gelir” sözü, her şeyin yaratılışında bir hayır ve güzellik bulunduğunu, hatta bazen şer gibi görünen olayların bile ardında büyük hikmetler gizlendiğini ifade eder. Tıpkı Cemil-i Mutlak’ın (Sonsuz Güzellik Sahibi) yarattığı rengârenk kuşlar ve meyveler gibi, her şeyde O’nun esması tecelli eder. Bir musibet, bir dert dahi, eğer sabır ve tevekkülle karşılanırsa, büyük sevaplara ve manevî makamlara vesile olabilir. Bu bakış açısıyla, hayatın zorlukları birer imtihan ve manevî yükseliş fırsatı olarak görülür.

  1. Nefsini Islah Etmeyen, Başkasını Islah Edemez

Toplumsal değişim ve ahlaki gelişim, bireylerin kendi iç dünyalarını düzeltmesiyle başlar. “Nefsini ıslah etmeyen, başkasını ıslah edemez” sözü, bu temel gerçeği anlatır. Bir başkasına yol göstermek, doğruyu anlatmak isteyen kişi, önce kendi nefsine hakim olmalı, kendi kusurlarını düzeltmelidir. Zira sözün tesiri, onu söyleyenin samimiyetine ve yaşam tarzına bağlıdır. Kalpten gelen sözler kalplere tesir eder. Kendisi doğru yolda olmayan, başkasını doğru yola çağıramaz. Bu yüzden, gerçek bir davetçi, gerçek bir rehber, önce kendi iç dünyasını temizler, sonra dış dünyaya yönelir. Bu, aynı zamanda kâmil bir mümin olmanın da şartıdır.

  1. Acz ve Fakrdaki Lezzet

İnsan, fıtratı gereği aciz ve fakirdir. Yaratılışımız itibarıyla sınırlı bir güce ve bilgiye sahibiz. İşte bu acziyet ve fakirlik, bizi Allah’a yaklaştıran en önemli özelliklerimizdendir.
“Acz ve fakrdaki lezzet,” aslında bu acziyetin ve fakirliğin bizi kibriyadan kurtarıp, sonsuz kudret ve zenginlik sahibi olan Allah’a yönelttiği zaman ortaya çıkan manevi huzuru ifade eder. Bir insan ne kadar aciz olduğunu anlarsa, o kadar Allah’ın kudretine sığınır. Ne kadar fakir olduğunu bilirse, o kadar O’nun sonsuz zenginliğinden isteme ihtiyacı duyar. Bu teslimiyet ve tevekkül hali, dünyaya ait korku ve endişelerden kurtulmanın, Allah’a tam bir güvenle bağlanmanın en lezzetli yoludur.

  1. Nimetten İn’ama Geçen, Mün’im’i Bulur

Hayatımız boyunca karşılaştığımız her nimet, aslında bize gönderilen birer mektup gibidir. Bir meyvenin tadı, bir çiçeğin kokusu, bir kuşun sesi…
Tüm bunlar, bize bu nimetleri lütfeden sonsuz rahmet ve cömertlik sahibi olan Allah’ın birer lütfu, birer in’amıdır.
“Nimetten in’ama geçen, Mün’im’i bulur.” Bu söz, nimetlere sadece maddî birer varlık olarak bakmak yerine, onların ardındaki ilahî cömertliği görmeyi öğütler. Nimete şükretmek, sadece “elhamdülillah” demekle kalmamalı, aynı zamanda o nimetin sahibini idrak etmek ve ona yönelmekle de olmalıdır. Böylece her nimet, bizi Allah’a giden yolda birer basamak haline getirir.

  1. Kim Olursa Olsun, Madem İmanı Var, O Noktada Kardeşimizdir

İslâm, tevhid (birleme) dini olduğu kadar, birlik ve kardeşlik dinidir. “Kim olursa olsun, madem imanı var, o noktada kardeşimizdir” sözü, Müslümanların farklı mezheplere, ırklara veya coğrafyalara mensup olsalar dahi, iman bağıyla birbirlerine bağlı olduklarını anlatır. Ortak iman bağı, tüm farklılıkların ötesinde, Müslümanları bir araya getiren en güçlü bağdır. Bu kardeşlik hukuku, sevgi, saygı ve yardımlaşmayı gerektirir. Farklılıklar, zenginlik olarak görülmeli, temel inançta birleşen müminler arasındaki uhuvvetin zedelenmesine izin verilmemelidir.

  1. Çoğunu Aza, Azını Çoğa Vermek Suretiyle

Dünya hayatının kısa, ebedî hayatın ise sonsuz olduğu gerçeği, bize zamanımızı nasıl değerlendirmemiz gerektiği konusunda önemli bir ders verir. Şu hakikat bu gerçeği çarpıcı bir şekilde ifade ediyor:
“Yirmi üç saatı kısa ve fâni olan dünya hayatına, hiç olmazsa bir saatı da beş namaza ve baki ve sonsuz uhrevî hayata sarf etmek lâzımdır.”
Bu, dünya işlerini tamamen terk etmek anlamına gelmez; aksine, dünya ve ahiret dengesini kurmaya, kısa süren dünya hayatının sonsuz hayatın yanında bir hiç olduğunu idrak etmeye davettir. Vakit, en değerli sermayemizdir. Onu fâni olan dünya işleriyle tüketmek yerine, ebedî hayatımıza yatırım yaparak değerlendirmemiz gerekir.

Makalenin Özeti:
Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan alınan vecizeler doğrultusunda, insanlığın varoluş gayesi, Allah’ın isimlerinin kainattaki tecellileri, bireysel ve toplumsal değişim için nefis terbiyesinin önemi, acziyetin ve fakirliğin manevi lezzeti, nimetlere doğru bakış açısı, iman kardeşliği ve dünya-ahiret dengesi gibi temel konuları ele almaktadır. Her bir tema, insanın kendisini, Rabbini ve içinde yaşadığı dünyayı daha iyi anlaması için derinlikli birer düşünce kapısı açmaktadır. Makale, insanın ebediyet için yaratıldığını, bu nedenle fani dünya hayatını sonsuz ahiret hayatına yatırım yaparak değerlendirmesi gerektiğini ve bu yolda acizliğini idrak ederek Allah’a yönelmesi gerektiğini anlatmaktadır. Aynı zamanda, hayrın ve güzelliğin kaynağının Allah olduğunu, gerçek değişim için önce bireyin kendi nefsini ıslah etmesi gerektiğini ve tüm müminlerin iman bağıyla kardeş olduğunu hatırlatmaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Hakkı Susturan Zulüm: Sessizliğin Suçu

Hakkı Susturan Zulüm: Sessizliğin Suçu

“Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.”
(M. Akif)

Zulüm, sadece yapanı değil; onu alkışlayanı, seyredeni ve hakkında susanı da içine alarak büyür.
Zalim, cesaretini mazlumun sessizliğinden alır. Sustukça büyür, büyüdükçe zehir saçar. İşte bu noktada sessizlik, artık bir masumiyet değil, bir suç hâline gelir.

Zulme zımnî bir rıza, yani “zulme açıkça karşı çıkmamak” dahi insanı mesul eder. Bediüzzaman, “Zulme rıza zulümdür” hakikatini defalarca işler. Çünkü zulüm karşısında tarafsız kalmak, zalimin tarafında yer almaktır.

> “Zalimler için yaşasın cehennem!” der.

Bu cümle, yalnız bir beddua değil, aynı zamanda hakkın sesi, susmayan vicdanın haykırışıdır. Bediüzzaman, bu sözüyle hakikati susturmaya çalışanlara karşı, mazlumların hakkını savunmanın ilahî bir vazife olduğunu haykırır.

Kur’ân da zulme karşı susmayı kabul etmez:

> “Zulmedenlere meyletmeyin, yoksa size ateş dokunur…”
(Hûd, 113)

Bu ayet, sadece zalime yardım etmeyi değil, ona meyletmeyi, ona karşı sessiz kalmayı dahi cezaya müstahak kılar.

Bugün Gazze’de çocuklar açlıktan ölürken, gözümüzün önünde kadınlar, yaşlılar, hastalar bombalarla katledilirken susmak; sadece bir acz değil, ahlaki bir çöküştür. Sessiz kalan dünya, bu zulmün suç ortağıdır.

Evet, zulüm karşısında konuşmayan dil, yazmayan kalem, görmeyen göz; zalimin değirmenine su taşır. Çünkü hakikat sustuğunda yalan konuşmaya başlar, adalet çekildiğinde zulüm yerini doldurur.

Söz, sadakat ister; susmak bazen ihanettir.

📌 ÖZET

Zulme sessiz kalmak, zımnî bir rıza ve büyük bir vebaldir.

Risale-i Nur’da ve Kur’an’da zalime meyil dahi ağır şekilde uyarılmıştır.

Sessizlik, kimi zaman tarafsızlık değil, zalimle ortaklık anlamına gelir.

Mazluma sahip çıkmak, susan dillerin değil; hakkı haykıran yüreklerin işidir.

Bugünün en büyük günahlarından biri: sessiz kalan vicdanlardır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




1. “Zerre ve Güneş Arasında: Madde, Mana ve Mizan

  1. “Zerre ve Güneş Arasında: Madde, Mana ve Mizan”

Risale-i Nur’dan Alıntı:

>”Mesela havanın her bir zerresi, her bir çiçekle her bir meyveye, her bir yaprağa girer ve işleyebilir. İşte şu zerre, eğer memur olmazsa, bütün girebildiği ve işlediği masnuların tarz-ı teşkilatını ve suretlerini ve heyetlerini bilmek lazımdır, ta içinde işleyebilsin. Demek muhit bir ilim ve kudrete malik olmalı ki böyle yapsın.” (Sözler, Onuncu Söz, Mukaddime)

Kâinatı bir kitap gibi okuyan Risale-i Nur, zerreden güneşe kadar her bir varlığı İlâhî bir mizan ve mana içinde görür. Bediüzzaman Said Nursî’ye göre, atom altı parçacıklar dahi tesadüf değil, kaderin ve kudretin ince planıyla hareket eder. Bu makalede madde ve mana arasındaki muvazene, zerre ile güneş arasındaki düzenin hikmetli tecellisiyle incelenecektir.

1.1 Madde: Görünene Hapsedilmiş Hakikat mi?

Bilimsel boyut: Modern fizik, atomun yapısını kuarklara kadar indirse de, maddenin sabit bir hakikat olmadığını, enerji dalgaları ve ihtimallerle şekillendiğini ortaya koymuştur.
Risale-i Nur boyutu: Zerrelerin hareketi, Bediüzzaman’a göre kendi başına değil, İlâhî iradeye tâbidir. Zerreler, kendilerine biçilen rolü oynarlar; “sevk-i kaderî” ve “kudret-i İlâhî” tarafından yönlendirilirler.

Zita;Zerreyi teshir eden, semâvâtı teshir eder.

1.2 Mana: Görünmeyenin Dili

Madde, mananın gölgesidir. Zerre, maddenin diliyle yazılmış ama manayı gösteren bir kelimedir. Güneş, salt bir ateş küresi değil; kudretin, nurun ve celâlin tecellisidir.

Kur’anî perspektif:

> “Hiçbir şey yoktur ki, O’nu hamd ile tesbih etmesin.”
(İsrâ, 44)

Bu ayet, her şeyin -zerre dahi olsa- bir anlam taşıdığını, kendi diliyle Allah’ı tesbih ettiğini bildirir.

1.3 Mizan: Kudretin Terazisi

Maddenin ve mananın anlamlı olması, ölçülü olmalarıyla mümkündür. Zerreden galaksilere kadar her şey, bir ölçüyle yaratılmıştır.

> “Biz her şeyi bir ölçü ile yarattık.”
(Kamer, 49)

Kâinatta hikmet ve nizam öyle bir derecededir ki, en küçük bir zerre en büyük bir yıldızla nizamda iştirak ediyor.

1.4 Zerre ile Güneş Arasındaki Muvazene

Güneş, sistemin merkezi gibi görünse de, onu taşıyan zerrelerin itaatidir. Her şeyin kendi yerinde ve ölçüsünde hareket etmesiyle düzen doğar.

Bir zerre, koca bir yıldızın vazifesini görebilir; çünkü Sâni’in kudreti birdir, her şeyde her şeyi yapabilir.

SONUÇ:

Zerre ile güneş arasındaki denge, yalnızca fiziksel değil; aynı zamanda aklî, manevî ve kelâmî bir dengeyi ifade eder. Varlık, ancak maddenin mânâ ile buluştuğu bu “mizan” çerçevesinde anlam kazanır. İlâhî kudretin, iradenin ve hikmetin tecellileri, hem zerreyi hem güneşi aynı ölçüde vecd içinde secde ettirir.

Özet:

Madde, kendi başına değil, mana ile anlam kazanır.

Mana, eşyanın iç yüzü ve İlâhî kudretin tercümanıdır.

Mizan, varlığın nizamını sağlayan İlâhî ölçüdür.

Zerre, basit bir parça değil, bir sanat harikası ve görevli bir memurdur.

Güneş, ışık ve hararetle değil, Allah’ın azametini gösteren bir ayettir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




İman, Takva ve İnsanlık Halleri Üzerine Düşünceler

İman, Takva ve İnsanlık Halleri Üzerine Düşünceler

İnsanlık tarihi, inançların ve değerlerin şekillendirdiği bir mozaiktir. Bu mozaikte, hayatın anlamı, insanın varoluş gayesi ve nihai durağına dair sorular, her dönemde en temel meseleler olmuştur. Bu soruların cevapları ise genellikle, hakikatin kapısını aralayan hikmetli sözlerde ve kutsal metinlerin derinliklerinde saklıdır.

Hakiki İlimlerin Temeli: İman ve Marifetullah

İlk metnimizde, “bütün ulûm-u hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu; marifetullahtır ve onun üss-ül esası da iman-ı billahtır.” denilmektedir.
Bu söz, sadece dini ilimlerin değil, hakikate dair tüm ilimlerin aslını ve özünü işaret etmektedir.

Marifetullah (Allah’ı tanıma), ilahi hakikatleri anlama yolculuğunun zirvesidir. Bu yolculuğun ilk adımı, İman-ı billah (Allah’a iman) ile atılır.
Tarih boyunca, bilim ve hikmet, kainatın sırlarını çözmeye çalışmıştır. Ancak, eğer bu arayış, Yaratıcı’yı bilme gayesinden yoksun olursa, kuru bir bilgi yığınına dönüşebilir. Bu söz, bilginin sadece zihinlerde birikmiş veriler olmadığını, aynı zamanda kalplerde yeşeren bir nur ve ruh olduğunu hatırlatır. Tarihteki büyük düşünürler, alimler ve sanatkarlar, eserlerini sadece zekâlarıyla değil, aynı zamanda ruhlarının derinliklerinden gelen bir ilhamla ortaya koymuşlardır. Bu ilhamın kaynağı ise, varlığın nihai hakikatine olan inançlarıdır.
Ebu Hanife’den İbn-i Sina’ya, Mevlana’dan Hacı Bektaş-ı Veli’ye kadar pek çok büyük şahsiyetin eserlerinde, bilim ve hikmet düşüncelerin yanı sıra, derin bir marifetullahın izleri görülür. Onlar için bilgi, sadece dış dünyaya ait bir keşif değil, aynı zamanda iç dünyaya yapılan bir yolculuktur. Bu yüzden, iman-ı billah, hakiki ilimlerin sadece bir başlangıcı değil, aynı zamanda ruhu ve özüdür.

İnsanlığı Yücelten İki Sütun: İman ve Takva

İkinci ve üçüncü metinler, insanlık onurunun ve ebedi kurtuluşun temelini oluşturan iki önemli kavramı anlatır: takva ve iman.

Bakara Suresi’nden alıntı yapılan “Azığın en hayırlısı takvadır. Ey akıl sahipleri, Benden sakının.” ayeti, insanın bu dünyadaki yolculuğunda en değerli sermayesinin takva olduğunu belirtir. Takva, sadece Allah’tan korkmak değil, aynı zamanda O’nun emirlerine uymada gösterilen titizlik, bilinç ve sorumluluktur. Akıl sahiplerine yapılan bu çağrı, aklın sadece dünyevi işler için değil, aynı zamanda manevi sorumlulukları anlamak ve yerine getirmek için de kullanılması gerektiğini anlatır.

Diğer yandan, “İman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder.” sözü, imanın bireysel ve toplumsal hayattaki dönüştürücü gücüne işaret eder. İman, kişiyi bencillikten, nefsani arzulardan ve dünyevi kaygılardan kurtararak, daha yüksek bir ahlaki seviyeye taşır. Sultanlık, burada sadece bir unvan değil, aynı zamanda kişinin kendi nefsi üzerinde kurduğu hakimiyeti ve ahlaki üstünlüğü temsil eder. İman sahibi bir insan, iradesi güçlü, adil ve merhametli bir lider olabilir. Tarihteki birçok liderin, imanları sayesinde zorlu şartlara karşı direndiği, toplumlarına umut olduğu ve büyük medeniyetler inşa ettiği bilinmektedir.

Dostluk ve Yoldaşlık: Ahlaki Tercihin Yansıması

Dördüncü metindeki “Kiminle Gezdiğinize, Kiminle Arkadaşlık Ettiğinize Dikkat Edin. Çünkü Bülbül Güle, Karga Çöplüğe Götürür.” sözü, insanın ahlaki gelişiminde sosyal çevrenin kritik rolünü anlatır.
Mevlana Hazretleri’ne atfedilen bu söz, dostluk ve yoldaşlığın, bir insanın karakterini ve geleceğini nasıl şekillendirdiğini edebi bir dille anlatır. Ahlaki ve manevi yönden güçlü dostluklar, insanı daha iyiye, daha güzele, yani “güle” götürürken; kötü ve nefsani dostluklar, kişiyi olumsuzluklara, yani “çöplüğe” sürükleyebilir. Bu, tarih boyunca tüm toplumların ve bireylerin deneyimlediği evrensel bir hakikattir. Birçok büyük alimin ve düşünürün hayatında, kendilerini daha iyiye yönlendiren, ilim ve hikmet yolculuklarında onlara destek olan dostların izleri görülür.

Kutsal Sözün Gücü ve Hesap Günü

Son olarak, “Hiç şüphesiz, size vadedilen mutlaka gelecektir. Ve siz aciz bırakılacak değilsiniz.” ayeti (En’am Suresi, 134), tüm bu düşünceleri bir sonuca bağlar. Bu söz, hem bu dünyadaki adaletin hem de ahiretteki hesap gününün kaçınılmazlığını hatırlatır. Tarih, zalimlerin zulümlerinin, mazlumların ise sabırlarının bir gün mutlaka karşılığını bulduğunu gösterir. Bireysel olarak yaptığımız her seçimin, dostluklarımızın, takvamızın ve imanımızın bir gün hesaplanacağı gerçeği, bize bu dünyada daha bilinçli ve sorumlu davranma yükümlülüğünü yükler. Bu ayet, aynı zamanda bir umut ve teselli kaynağıdır; çünkü iyi olanların ve hakikat yolunda olanların asla yalnız ve aciz bırakılmayacağını müjdeler.

Özet
Bu makale, yukarıdaki metinleri birbiriyle uyum içinde ele alarak, insanlığın temel varoluş meselelerine dair derinlemesine bir bakış sunmaktadır.
İlk olarak, hakiki bilginin temelinin iman ve marifetullah olduğu anlatılarak, bilimin ve inancın birbiriyle nasıl bütünleşebileceği anlatılmıştır.
Ardından, insanı yücelten ve en değerli azığı olan takvanın önemi ele alınmıştır.
İnsanın karakterinin oluşumunda dostluk ve arkadaşlık seçimlerinin hayati rolü, Mevlana’nın bülbül ve karga metaforu üzerinden açıklanmıştır.
Son olarak, ilahi vaadin ve hesap gününün kaçınılmazlığı hatırlatılarak, tüm bu ahlaki ve manevi sorumlulukların nihai bir sonuca ulaşacağı belirtilmiştir.
Bu metinler, bir bütün olarak ele alındığında, imanın insanı hem bu dünyada hem de ahirette yücelten, yol gösteren ve koruyan bir kılavuz olduğu sonucuna varılmaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Hakikat Aynasında İman, Ahlak ve İbret: Bir Hikmet Yolculuğu

Hakikat Aynasında İman, Ahlak ve İbret: Bir Hikmet Yolculuğu

Hayatın karmaşık dehlizlerinde yol alırken, önümüze çıkan her bir ibret levhası, bizi derin bir tefekküre davet eder. Bir yandan kâinatın engin manalarını keşfetmeye çağırılırken, diğer yandan insanlık tarihinin sayfaları, bize unutulmaz dersler sunar. Önümüzdeki bu metinler ve tarihi anekdot da, birbirinden bağımsız gibi görünse de, özünde aynı hakikate işaret eden birer fenerdir. Bu fenerler, bizi, imanın berrak suyunda arınmaya, ahlakın sağlam zemininde durmaya ve tarihten ibret almaya davet eder.

  1. Hakikatin Işığı: Kur’an’ın Aynası ve Dürbünü

“Kitaplar, içtihadlar Kur’an’ın âynesi, yahut dürbün olmalı. Gölge, vekil istemez o Şems-i Mu’ciz-beyan.”
Bu hikmetli söz, ilim yolcularına ve hakikat arayışında olanlara pusula vazifesi görür. Kur’an-ı Kerim, kainatın biricik rehberidir ve gölgelerin, yani beşerî yorumların gölgesinde kalmaya ihtiyaç duymaz. Ancak kitaplar ve ilmi içtihatlar, Kur’an’ın o eşsiz güneşini daha iyi görmemizi sağlayan birer ayna veya dürbün işi görebilir. Bir ayna, güneşin ışığını yansıtarak bize o ışığın varlığını hissettirir. Bir dürbün ise uzaktaki bir yıldıza bakmamızı sağlayarak ufkumuzu genişletir. Bu söz, Kur’an’ın kendisinin bir mucize olduğunu ve beşerî yorumların, bu mucizenin önüne geçerek onu gölgelememesi gerektiğini, aksine o nuru daha parlak göstermesi gerektiğini anlatır. Böylece her birimiz, Kur’an’a yönelirken, O’nun esas gayesini ve manasını arama sorumluluğunu taşırız.

  1. İmânın Direği: Ayet-el Kürsi’nin Ulviyetinde Yitirilenler

Bakara Suresi’nin 255. ayeti olan Ayet-el Kürsi, Yüce Allah’ın varlığını, birliğini, kudretini ve ilmini en veciz şekilde ifade eden bir beyandır.
“Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. O, daima yaşayan, daima duran, bütün varlıkları ayakta tutandır…” Bu ayet, bizlere Rabbimizin azametini ve kâinat üzerindeki mutlak egemenliğini hatırlatır. O’nu ne gaflet basar ne de uyku. Bu, dünya hayatının gaflet perdesiyle örtüldüğü anlarda, bilincimizi ve kalbimizi tazelememiz için bir çağrıdır. Ayet-el Kürsi’nin ihtişamı, bizlere yegane sığınak ve dayanak noktamızın Allah olduğunu fısıldar. İnsanlık olarak gaflete düştüğümüz, O’ndan uzaklaştığımız ve O’nun sonsuz kudretini unuttuğumuz anlarda, bu ayet bize sarsılmaz bir iman direği sunar ve bizi yeniden kendimize, özümüze döndürür.

III. Tarih Aynasında Ahlak: Osmanlı İstanbul’unda Ticaret Ahlakı

Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde İstanbul’da bulunan bir Avrupalı tarihçinin gözlemleri, sadece o döneme ait bir anekdot değil, aynı zamanda ahlakın ve dürüstlüğün toplum üzerindeki dönüştürücü gücüne dair ibretlik bir ders niteliğindedir.
Tarihçi, farklı milletlerden esnafların güvenilirliklerini karşılaştırırken, bir Müslümanın istediği fiyata tereddütsüz güvenilebileceğini belirtir. Bu durum, sadece bir ticaret meselesi değil, inancın gündelik hayata nasıl sirayet ettiğinin ve insan ilişkilerini nasıl şekillendirdiğinin bir göstergesidir. Bu gözlem, Müslüman olmanın getirdiği ahlaki sorumluluğun ve emanet bilincinin, tarih boyunca nasıl bir güven sermayesi oluşturduğunu gözler önüne serer. İnsanlar arasında kurulan bu güven köprüsü, bir medeniyetin temelini oluşturan en sağlam harçlardan biridir.

  1. Kadının Onuru ve Hayâ Perdesi

“Kur’an merhameten, kadınların hürmetini muhafaza için, hayâ perdesini takmasını emreder. Tâ hevesat-ı rezilenin ayağı altında o şefkat madenleri zillet çekmesinler. Âlet-i hevesat, ehemmiyetsiz bir meta’ hükmüne geçmesinler.”
Bu söz, Kur’an’ın kadınlara yönelik emrinin ardındaki derin merhameti ve hikmeti açıklar. İslami tesettür, kadını toplumdan soyutlayan bir kısıtlama değil, aksine onun şerefini, haysiyetini ve manevi değerini koruyan bir kalkandır. Kadını “hevesat”ın ve “ehemmiyetsiz bir meta”ın konusu olmaktan çıkaran bu ilahi emir, onu gerçek bir şefkat madeni olarak yüceltir. Bu açıdan tesettür, bir baskı unsuru değil, aksine bir onur ve haysiyet sembolü olarak görülmelidir. Bu söz, modern dünyanın kadınlara biçtiği yüzeysel rollere karşı, kadının asıl değerini ve maneviyatını korumaya yönelik zamansız bir davettir.

Makale Özeti
Bu makale, dört farklı kaynaktan yola çıkarak iman, ahlak ve tarihin kesiştiği noktalara ışık tutmaktadır. İlk olarak, Kur’an’ın doğru anlaşılması için diğer ilmi eserlerin sadece birer ayna ve dürbün görevi görmesi gerektiği anlatılmıştır.

İkinci olarak, Ayet-el Kürsi’nin, Allah’ın mutlak kudretini hatırlatarak insanı gafletten uyandıran bir iman direği olduğu belirtilmiştir.

Üçüncü olarak, Osmanlı’daki Müslüman esnafın dürüstlüğü üzerinden, inancın ticaret ahlakına ve toplumsal güvene olan olumlu etkisi ele alınmıştır.

Son olarak, Kur’an’ın kadınlara yönelik tesettür emrinin, bir merhamet ve haysiyet koruması olduğu, kadını bayağı arzu ve meta olmaktan kurtarmayı amaçladığı ifade edilmiştir.
Bütün bu konular, bizi hakikate, ahlaka ve ibrete çağıran, birbiriyle bütünleşmiş bir hikmet zinciri oluşturmaktadır.

*******

Şimdi bu dört başlığın birbiriyle olan bağlantısını kurarak, hepsini “Hülasaten” başlığı altında özetleyelim.

Önceki makalemizde ele aldığımız konuları hatırlayalım:

* Kur’an’ın Aynası ve Dürbünü: Kur’an’ın yorumunun ve içtihatların, Kur’an’ı gölgelemek yerine, O’nun hakikatini göstermesi gerektiği.
* Ayet-el Kürsi: Allah’ın mutlak varlığı, kudreti ve her şeyi kuşatan ilmi.
* Osmanlı Ticaret Ahlakı: Müslüman esnafın dürüstlüğü ve güvenilirliği.
* Kadınların Mahremiyeti: Kadının haysiyetini ve onurunu koruyan tesettür emri.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Tefekkürün Aydınlığında Gafletten İbrete: Risale-i Nur’dan Hikmet Damlaları

Tefekkürün Aydınlığında Gafletten İbrete: Risale-i Nur’dan Hikmet Damlaları

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin Risale-i Nur Külliyatı, modern insanın karmaşık ruh haline ışık tutan, hakikat yolculuğuna rehberlik eden bir hazinedir. Bize sunduğu her bir veciz söz, tefekkür pencerelerini aralayarak, gafletin kalın perdelerini yırtıp atar. Elimizdeki metinlerde, farklı konuları ele alsa da, nihayetinde bizi aynı gayeye ulaştıran birer ibret dersi sunmaktadır:
Yaratılışı tefekkür ederek gafletten uyanmak, kâinattaki ilahî sanatı görmek, hakiki birliğe ulaşmak ve bu yolda Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) Sünnet-i Seniyyesi’ne sarılmak.

  1. Tefekkür: Gaflet Perdesini Kaldıran Işık

“İ’lem Eyyühe’l-Azîz! Tefekkür gafleti izale eder.” Bu hikmetli söz, makalemizin ve hayatımızın başlangıç noktasıdır. Tefekkür, sadece düşünmek değil, eşyaya ve hadiselere ibret nazarıyla bakmak, yaratılıştaki ince sırları ve hikmetleri anlamaya çalışmaktır. Gaflet ise, bu hikmetleri görmezden gelmek, varoluşun derin manasından uzak, dünyevî meşgalelerle oyalanmaktır. Bir insan tefekkür ettiğinde, kâinattaki her bir zerrenin başıboş olmadığını, her olayın bir yaratıcıya işaret ettiğini anlar. Gafletten uyanan bir kalp, artık anlamsız bir varlık olmadığını, bir gayeye hizmet etmek için yaratıldığını idrak eder. Böylece hayat, monoton bir döngü olmaktan çıkıp, anlam ve sorumlulukla dolu kutlu bir yolculuğa dönüşür.

  1. Kâinattaki Sanat: İlahi Matbaaların Mucizesi

“Ve keza toprağın, suyun, havanın her bir cüz’ünde nebatat adedince manevî gizli matbaalar lâzımdır ki, mahiyetleri ve cihazları mütehalif sayısız meyve ve çiçeklerin teşkilatını yapabilsinler.”
Bu söz, tefekkürü somut bir örneğe indirir. Gaflet gözüyle bakıldığında sıradan bir toprak parçası, tefekkür gözüyle bakıldığında sayısız güzelliği, rengi ve kokuyu üreten ilahi bir sanat atölyesi gibi görünür. Her bir çiçeğin, her bir meyvenin kendine özel yapısı, rengi ve tadı, tesadüflerin eseri olamayacak kadar mükemmel bir planın, sonsuz bir ilim ve kudretin delilidir. Bu matbaalar, Rabbimizin varlığını ve birliğini sessizce haykırır. İnsan bu mucizevî işleyişi düşündükçe, acizliğini anlar ve Yaratan’a karşı derin bir saygı ve sevgi duyar.

III. Uhuvvet ve Birlik: Ortak Bir Gayenin Etrafında Toplanmak

“Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mabudunuz bir, Razıkınız bir.. bir bir, bine kadar bir bir. Hem Peygamberiniz bir, dinimiz bir, kıbleniz bir..”
Bu metin, sadece Müslümanlar arasında değil, tüm insanlar arasında uhuvvetin ve birliğin temelini işaret eder. Ortak bir yaratıcıya, ortak bir dine ve peygambere inanmak, bizlere birbirimizle kenetlenmek için sarsılmaz bir temel sunar. Günümüzde ne yazık ki bu ortak değerlerin etrafında toplanmak yerine, ayrılıkçı söylemlerin ve menfaat çatışmalarının getirdiği parçalanmışlıklar yaşanmaktadır. Bu vecize, bize ortak paydalarımızı hatırlatarak, kardeşlik bağlarımızı yeniden güçlendirmemiz ve daha güçlü bir toplum inşa etmemiz gerektiğini anlatır.

  1. Sünnet-i Seniyye: Hakikat Yolunun Rehberi

“Sünnet-i Seniyeye ittibai terkeden, hakikî Âl-i Beytten olmadığı gibi, Âl-i Beyte hakikî dost da olamaz.” Bu söz, bir önceki uhuvvet ve birlik temasını tamamlar niteliktedir. Gerçek birliğin ve Peygamber sevgisinin, sadece sözle değil, O’nun hayat tarzına, ahlakına ve prensiplerine uymakla mümkün olacağını belirtir.
Sünnet-i Seniyye, sadece bir ibadet şekli değil, aynı zamanda hayatın her alanını kapsayan bir yaşam biçimidir. Bu yolu terk etmek, hem Peygamberimizle (s.a.v.) ve O’nun mübarek ailesiyle olan manevi bağımızı zedeler, hem de bizi hakikatten uzaklaştırır. Bu söz, bize sadece sevginin yeterli olmadığını, sevilenin yolundan gitmenin de bir gereklilik olduğunu ibretle hatırlatır.

Makale Özeti
Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin dört farklı veciz sözünden hareketle, manevi bir uyanış yolculuğunu ele almaktadır. İlk olarak, “tefekkürün gafleti izale etmesi” ilkesiyle, varoluşun manevi derinliğini anlamanın önemine değinilmiştir.
İkinci olarak, topraktan çıkan sayısız bitki ve meyvenin, ilahi bir sanatın ve kudretin delili olduğu, kâinatı bu gözle okumanın tefekkürü pekiştirdiği anlatılmıştır. Üçüncü olarak, “Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir…” sözüyle, Müslümanlar arasında ve tüm insanlıkta birliğin ve uhuvvetin, ortak inanç esaslarına dayanması gerektiği anlatılmıştır.
Son olarak, bu birliğin korunması ve gerçek sevginin tezahürü olarak Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) Sünnet-i Seniyyesi’ne uymanın önemi dile getirilmiştir.
Kısacası, bu dört hikmetli söz, insanı gafletten ibrete, dağınıklıktan birliğe, sözden eyleme doğru yönlendiren derin bir rehberlik sunmaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Tefekkürün Aydınlığında Gafletten İbrete: Risale-i Nur’dan Hikmet Damlaları

Tefekkürün Aydınlığında Gafletten İbrete: Risale-i Nur’dan Hikmet Damlaları

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin Risale-i Nur Külliyatı, modern insanın karmaşık ruh haline ışık tutan, hakikat yolculuğuna rehberlik eden bir hazinedir. Bize sunduğu her bir veciz söz, tefekkür pencerelerini aralayarak, gafletin kalın perdelerini yırtıp atar. Elimizdeki metinlerde, farklı konuları ele alsa da, nihayetinde bizi aynı gayeye ulaştıran birer ibret dersi sunmaktadır:
Yaratılışı tefekkür ederek gafletten uyanmak, kâinattaki ilahî sanatı görmek, hakiki birliğe ulaşmak ve bu yolda Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) Sünnet-i Seniyyesi’ne sarılmak.

  1. Tefekkür: Gaflet Perdesini Kaldıran Işık

“İ’lem Eyyühe’l-Azîz! Tefekkür gafleti izale eder.” Bu hikmetli söz, makalemizin ve hayatımızın başlangıç noktasıdır. Tefekkür, sadece düşünmek değil, eşyaya ve hadiselere ibret nazarıyla bakmak, yaratılıştaki ince sırları ve hikmetleri anlamaya çalışmaktır. Gaflet ise, bu hikmetleri görmezden gelmek, varoluşun derin manasından uzak, dünyevî meşgalelerle oyalanmaktır. Bir insan tefekkür ettiğinde, kâinattaki her bir zerrenin başıboş olmadığını, her olayın bir yaratıcıya işaret ettiğini anlar. Gafletten uyanan bir kalp, artık anlamsız bir varlık olmadığını, bir gayeye hizmet etmek için yaratıldığını idrak eder. Böylece hayat, monoton bir döngü olmaktan çıkıp, anlam ve sorumlulukla dolu kutlu bir yolculuğa dönüşür.

  1. Kâinattaki Sanat: İlahi Matbaaların Mucizesi

“Ve keza toprağın, suyun, havanın her bir cüz’ünde nebatat adedince manevî gizli matbaalar lâzımdır ki, mahiyetleri ve cihazları mütehalif sayısız meyve ve çiçeklerin teşkilatını yapabilsinler.”
Bu söz, tefekkürü somut bir örneğe indirir. Gaflet gözüyle bakıldığında sıradan bir toprak parçası, tefekkür gözüyle bakıldığında sayısız güzelliği, rengi ve kokuyu üreten ilahi bir sanat atölyesi gibi görünür. Her bir çiçeğin, her bir meyvenin kendine özel yapısı, rengi ve tadı, tesadüflerin eseri olamayacak kadar mükemmel bir planın, sonsuz bir ilim ve kudretin delilidir. Bu matbaalar, Rabbimizin varlığını ve birliğini sessizce haykırır. İnsan bu mucizevî işleyişi düşündükçe, acizliğini anlar ve Yaratan’a karşı derin bir saygı ve sevgi duyar.

III. Uhuvvet ve Birlik: Ortak Bir Gayenin Etrafında Toplanmak

“Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mabudunuz bir, Razıkınız bir.. bir bir, bine kadar bir bir. Hem Peygamberiniz bir, dinimiz bir, kıbleniz bir..”
Bu metin, sadece Müslümanlar arasında değil, tüm insanlar arasında uhuvvetin ve birliğin temelini işaret eder. Ortak bir yaratıcıya, ortak bir dine ve peygambere inanmak, bizlere birbirimizle kenetlenmek için sarsılmaz bir temel sunar. Günümüzde ne yazık ki bu ortak değerlerin etrafında toplanmak yerine, ayrılıkçı söylemlerin ve menfaat çatışmalarının getirdiği parçalanmışlıklar yaşanmaktadır. Bu vecize, bize ortak paydalarımızı hatırlatarak, kardeşlik bağlarımızı yeniden güçlendirmemiz ve daha güçlü bir toplum inşa etmemiz gerektiğini anlatır.

  1. Sünnet-i Seniyye: Hakikat Yolunun Rehberi

“Sünnet-i Seniyeye ittibai terkeden, hakikî Âl-i Beytten olmadığı gibi, Âl-i Beyte hakikî dost da olamaz.” Bu söz, bir önceki uhuvvet ve birlik temasını tamamlar niteliktedir. Gerçek birliğin ve Peygamber sevgisinin, sadece sözle değil, O’nun hayat tarzına, ahlakına ve prensiplerine uymakla mümkün olacağını belirtir.
Sünnet-i Seniyye, sadece bir ibadet şekli değil, aynı zamanda hayatın her alanını kapsayan bir yaşam biçimidir. Bu yolu terk etmek, hem Peygamberimizle (s.a.v.) ve O’nun mübarek ailesiyle olan manevi bağımızı zedeler, hem de bizi hakikatten uzaklaştırır. Bu söz, bize sadece sevginin yeterli olmadığını, sevilenin yolundan gitmenin de bir gereklilik olduğunu ibretle hatırlatır.

Makale Özeti
Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin dört farklı veciz sözünden hareketle, manevi bir uyanış yolculuğunu ele almaktadır. İlk olarak, “tefekkürün gafleti izale etmesi” ilkesiyle, varoluşun manevi derinliğini anlamanın önemine değinilmiştir.
İkinci olarak, topraktan çıkan sayısız bitki ve meyvenin, ilahi bir sanatın ve kudretin delili olduğu, kâinatı bu gözle okumanın tefekkürü pekiştirdiği anlatılmıştır. Üçüncü olarak, “Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir…” sözüyle, Müslümanlar arasında ve tüm insanlıkta birliğin ve uhuvvetin, ortak inanç esaslarına dayanması gerektiği anlatılmıştır.
Son olarak, bu birliğin korunması ve gerçek sevginin tezahürü olarak Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) Sünnet-i Seniyyesi’ne uymanın önemi dile getirilmiştir.
Kısacası, bu dört hikmetli söz, insanı gafletten ibrete, dağınıklıktan birliğe, sözden eyleme doğru yönlendiren derin bir rehberlik sunmaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Hakkı Susturan Zulüm: Sessizliğin Suçu

Hakkı Susturan Zulüm: Sessizliğin Suçu

> “Zulüm devam etmez” deriz. Ancak zulmün devamı çoğu zaman sessizliğin eseridir. Zira hak sustuğunda batıl bağırır.

Tarih boyunca hakikatin en büyük düşmanı, sadece zulmü uygulayanlar değil, zulme sessiz kalanlardır. Bir kişinin zalim olması, onun kötülüğüdür; fakat koca bir toplumun susması, o zulmü meşrulaştırır. Bu, hem vicdanî bir iflas hem de toplumsal bir çöküştür.

Kur’an, zalimlere karşı susanları sadece kınamakla kalmaz, onları da aynı vebale ortak eder. Nitekim:

> “Onlar işledikleri günahlarda birbirlerini sakındırmazlardı. Ne kötü şeydi yaptıkları!”
(Mâide Suresi, 79)

Risale-i Nur’da Bediüzzaman Said Nursî de bu sessizlik suçuna karşı en keskin ifadeleriyle uyarır:

> “Zulme rıza zulümdür.

Ve elbette;

> Sükût etmek, zımnî tasdiktir.

Bu tesbitler, sadece sustuğumuzda tarafsız kalmadığımızı, bilakis zulmün bir parçası hâline geldiğimizi gösterir. Çünkü hakkı gizlemek, hakkın zıddına hizmet etmek gibidir.

Bediüzzaman, meşrutiyet ve hürriyet mücadelelerinde, zalimlere karşı tarafsız kalınmaz, diyerek hak cephesinde ses vermenin bir imani vazife olduğunu belirtir. Ona göre bir Müslüman, hakkı haykırmakla mükelleftir; susmak değil.

Sessizlik, Zulme Cesaret Verir

Tarihte nice firavunlar, zalimler, diktatörler sadece zora değil, sessiz çoğunluğa güvenerek ayakta kaldı. Sessizlik, zalimin psikolojik zırhıdır. Halkın tepkisizliği, zâlimin en büyük teşvikçisidir.

Nitekim;

> Hakkı bilenler susarsa, bâtıl konuşur.

Bunun içindir ki Kur’an, susmayı değil, emr-i bil ma’ruf ve nehy-i anil münkeri emreder. Susmak, sadece bir tavır değil; neticede bir tercihtir.

Neden Susuyoruz?

Korkudan: Can ve mal endişesi

Menfaatten: Düzenin nimetlerine bağlılık

İlgisizlikten: “Beni ilgilendirmez” diyerek uzak durmak

Umutsuzluktan: “Bir şey değişmez” bahanesiyle pasifleşmek

Ancak hiçbir sebep, hakkın susturulmasına mazeret olamaz. Çünkü Allah katında “hakkı gizleyenler” en ağır ithamla karşılanırlar:

> “Allah’ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyenler ve onu az bir bedele satanlar… Onların karınlarına doldurdukları ateştir.”
(Bakara Suresi, 174)

Zulme Karşı Ses Olmak: Sadece Bir Cesaret Değil, Bir İman Ölçüsüdür

Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurur:

> “Sizden kim bir kötülük görürse, eliyle düzeltsin; gücü yetmezse diliyle; ona da gücü yetmezse kalbiyle buğz etsin. Bu ise imanın en zayıf derecesidir.”
(Müslim, İman, 78)

Risale-i Nur’da bu prensip şu cümleyle özetlenir:

> “Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem.”
(Tarihçe-i Hayat, s. 92 – RNK)

Bu yalnızca bir şairane çıkış değil, bir hayat prensibidir. Çünkü zulüm, sadece zalimi değil, onu alkışlayanı ve ona göz yumanı da yakar.

Sonuç ve Özet

Hakkın susturulması, zulmün sürmesine sebep olur.

Sessiz kalmak, zulmü onaylamak demektir.

Zulme karşı çıkmak sadece cesaret değil, imanın gereğidir.

Risale-i Nur ve Kur’an, suskunluğu asla onaylamaz; hakkı söylemeyi emreder.

Zalimlerin güç bulduğu şey, çoğunluğun sessizliğidir; bunu yıkan ise, az da olsak Hakk’ın sesi olmaktır.

> “Eğer susarsak, sıra bize de gelir.”
(Bir zulümde sessiz kalanların ibretli akıbetini anlatan evrensel uyarı)

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




NURLU HAKİKATLER – 4 –

NURLU HAKİKATLER  – 4 –

  1. Zulme Karşı Tebbet Suresi: Zalime Düşman, Mazluma Kalkan

“Zulmü görünce ‘Tebbet Suresi’ gelir dilime… Tüm zalimlerin elleri kurusun.!” ifadesi, zulme karşı duyulan derin bir nefreti ve mazlumun yanında durma arzusunu dile getirir. Bu söz, İslam’ın zulme karşı duruşunu ve adalet mefhumunu merkezine alır. Tebbet Suresi, Hz. Peygamber’in amcası Ebû Leheb’in, İslam’a ve Müslümanlara karşı sergilediği düşmanlık ve zulüm sebebiyle nazil olmuş, doğrudan bir zalimin ismini zikrederek onun ve zulmüne ortak olanların akıbetini haber vermiştir.
Bu sure, sadece Ebu Leheb’e değil, kıyamete kadar tüm zalimlere bir uyarı niteliğindedir.
Tarih boyunca zalimler, güç ve servetlerine güvenerek, hak ve adaleti çiğnemekten çekinmemişlerdir. Ancak Tebbet Suresi, zalimin sahip olduğu malın ve makamın, onu ahiretteki azaptan kurtaramayacağını, aksine azabın kaynağı olacağını anlatır. “Zalimlerin elleri kurusun” duası, sadece fiziksel bir kuruma dileği değil, aynı zamanda zalimin gücünü, kuvvetini ve zulmetme imkânını kaybetmesi için bir temennidir.
Makale, bu dua ve sure üzerinden, zulmün evrensel bir kötülük olduğunu, dinin ve vicdanın zulme karşı direnmeyi emrettiğini, mazlumun ahının ise karşılıksız kalmayacağını tarihi ve ibretli olaylarla ele alır. Zalimin sonunun er ya da geç hüsran olacağı, tarihin ibretlik sayfalarında defalarca yazılmıştır. Bu makalede, bu evrensel hakikatin altı çizilir.

  1. Bir Rüya, Bir Dünya: Evliya Çelebi’nin Keşif Yolculuğu

“Bir Rüya Dünyayı Gezdirdi -Evliya Çelebi-” sözü, bir idealin, bir ilhamın insan hayatına ne denli büyük bir yön verebileceğini gösteren tarihi ve edebi bir örnektir.
Evliya Çelebi, meşhur rüyasında Hz. Peygamber’den “şefaat” dileyecekken heyecanla “seyahat” dilediği ve bu rüya üzerine ömrünü seyahat etmeye adadığı anlatılır. Bu hikmetli ve ibretli olay, bir rüyanın sadece bir hayalden ibaret olmadığını, aynı zamanda bir misyonun başlangıcı, bir hayatın dönüm noktası olabileceğini isbatlar..
Evliya Çelebi’nin Seyahatnâmesi, sadece bir gezi notu değil, aynı zamanda 17. yüzyıl Osmanlı coğrafyasının sosyal, kültürel, ekonomik ve tarihi bir panoramasını sunan eşsiz bir kaynaktır. O, bu rüyasının peşinden giderek, dünyanın dört bir yanını dolaşmış, sadece görüp duyduklarını değil, aynı zamanda gördüğü insanların yaşamlarını, geleneklerini, inançlarını ve sanatlarını da kaleme almıştır. Bu makale, Evliya Çelebi örneği üzerinden, insanın içinde yanan bir tutkunun, ilahi bir dokunuşla nasıl bir medeniyet projesine dönüşebileceğini, hayallerin peşinden gitmenin ve öğrenmenin ne kadar kıymetli olduğunu anlatır.

III. Rabbin Seni Asla Unutmaz: Meryem Suresi’nden Teselli

“Rabbin seni asla unutan değildir.” (Meryem, 64) ayeti, tüm sıkıntı ve çaresizlik anlarında müminler için bir teselli ve umut kaynağıdır. Bu ayet, insanın yalnızlık ve terk edilmişlik hissiyle mücadele ettiği anlarda, Allah’ın her zaman onunla birlikte olduğunu, hiçbir zaman onu unutmadığını hatırlatır. Ayetin bağlantısı, Hz. Cebrail’in Hz. Muhammed’e (s.a.v.) vahyin gelişinin gecikmesi üzerine söylediği sözlere dayanır. Bu durum, peygamberlerin dahi ilahi desteğin devamlılığına dair bazı endişeler taşıyabileceğini, ancak bu ayetle tüm bu endişelerin giderildiğini gösterir.
Makalede, bu ayetin hikmeti, manevi bir sığınak olma yönüyle ele alınır. Hayatın zorlu sınavlarında, bireyin umudunu yitirdiği, dualarının karşılıksız kaldığını düşündüğü anlarda, bu ayet bir liman vazifesi görür. Allah’ın unutkan olmadığı bilgisi, O’nun sonsuz ilmi ve kudretiyle her şeyi kuşattığının, her duayı işittiğinin, her sıkıntıyı bildiğinin bir teyididir. Bu ayet, insana düşen görevin sabır ve tevekkül olduğunu, neticenin ise Allah’a ait olduğunu düşündürür.

  1. Nimet ve Sanat: Bediüzzaman Said Nursi’den Bir Derinlikli Bakış

Bediüzzaman Said Nursi’nin sözleri, kâinata bakışa dair derinlikli bir hikmet sunar. “Nimet içinde in’am görünür, Rahman’ın iltifatı hissedilir. Nimettin in’ama geçsen, Mün’im’i bulursun.” sözü, yemeğin tadından, suyun berraklığından, havada solunan oksijenden, her nimette Allah’ın bir ikramının, bir iltifatının olduğunu gösterir.
Bu söz, varlık âlemini bir nimet sofrası olarak gören bir bakış açısı sunar.
Makale, bu perspektif üzerinden, her şeyin sadece birer madde olmadığını, her nimetin ardında bir “Mün’im” (nimet veren) olduğunu idrak etmenin önemini anlatır. Bu idrak, insanı şükre ve kulluğa yönlendirir.

Diğer sözde ise “Hem her eser-i Samedanî, Bir mektub gibi, Bir Sâni’-i Zülcelal’in Esmasını bildirir. Nakıştan manaya geçsen, Esma yoluyla Müsemmayı bulursun.” denilmektedir. Bu söz, kâinatın bir sanat eseri, bir mektup gibi okunması gerektiğini ifade eder. Her bir canlı, her bir cansız varlık, Allah’ın isimlerinin bir tecellisidir.

Makale, bu düşünceyi derinleştirerek, bir çiçeğin renginden, bir kuşun kanadının estetiğinden, bir kelebeğin simetrisinden, tüm kâinattaki ahenk ve düzenin, sonsuz bir ilim ve kudrete işaret ettiğini anlatır. İnsan, bu “nakış”lardan “mana”ya geçebildiği takdirde, yani esere bakıp sahibini görebildiği takdirde, Esma yoluyla Allah’ın sonsuz cemal ve kemalini idrak edebilir.

  1. Refika-i Hayat: Evliliğe Dair Edebi ve İbretli Bir Yaklaşım

“Refika-i hayatına muhabbetin, madem hüsn-ü sîret ve maden-i şefkat ve hediye-i rahmet olduğuna bina edilmiş…” sözü, Bediüzzaman Said Nursi’nin evliliğe ve hayat arkadaşlığına dair derin ve ibretlik bakışını ortaya koyar. Bu söz, eşe duyulan sevginin, sadece dünyevi güzelliklere (hüsn-ü suret) dayanmaması gerektiğini, asıl sevginin, onun güzel ahlakına (hüsn-ü sîret), şefkatine ve Allah’ın bir rahmet hediyesi olmasına dayanması gerektiğini anlatır. Makale, bu düşünce üzerinden, evliliğin sadece geçici bir dünya birlikteliği olmadığını, ahiret hayatında da devam edecek ebedi bir arkadaşlık olduğunu anlatır.
Eğer eşe duyulan muhabbet, bu manevi temellere oturursa, yaşlılık gibi dünyevi zorluklar bile bu muhabbeti zayıflatmaz, aksine daha da artırır. Çünkü o zaman eş, sadece bu dünyanın bir parçası değil, aynı zamanda cennet hayatının da bir refikası, yani yoldaşı olarak görülür. Bu makale, evliliğin kutsiyetini, karşılıklı saygı ve sevginin ebedi saadetin anahtarı olduğunu, eşler arasındaki ilişkinin ilahi bir hediye olarak görülmesi gerektiğini düşündürür.

Özet
Bu makale, resimlerde yer alan beş farklı temayı birbiriyle bütünlük içinde ele alarak, insana, kâinata ve hayata dair derin düşünceler sunmaktadır. Zulme karşı duruşun bir gereklilik olduğunu (Tebbet Suresi), hayallerin insan hayatına yön veren ilahi bir ilham olabileceğini (Evliya Çelebi), zor zamanlarda ilahi tesellinin her daim var olduğunu (Meryem Suresi), kâinatın Allah’ın isimlerinin bir tecellisi olduğunu ve her nimetin ardında bir nimet verenin bulunduğunu (Bediüzzaman Said Nursi’nin tevhidi bakışı) ve son olarak evliliğin manevi bir temele oturtulması gerektiğini (refika-i hayat kavramı) anlatmaktadır. Her bir konu, kendi içinde ayrı bir hikmet ve ibret barındırmakla birlikte, hepsi insanın hayatını anlamlandırmasına ve daha bilinçli bir varlık olmasına katkı sağlamaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




HAFTALIK ÖZ VE ÖZET MAKALELER – 3

HAFTALIK ÖZ VE ÖZET MAKALELER – 3

Kayyûmiyet kavramı üzerinden, her şeyin varlığını sürdürmesinin Allah’ın sürekli var edici kudretiyle mümkün olduğunu, yoklukla varlık arasındaki ince çizgide ilahî irade ve ilimle duran bir kâinat sistemine işaret ettik.

Ardından Fabrika-i Dimağiye üzerinden insanın düşünce ve akletme mekanizmasının yaratılıştaki merkezî rolüne, aklın istikameti kaybettiğinde nasıl şeytanın oyuncağı hâline geldiğine değindik.

Bu haftaki yazı, bu zemini daha derin bir kozmik başlangıç ve hikmet temeliyle inşa ederek “ilk yaratılış” meselesine odaklanıyor.

  1. Akl-ı Evvel: İlk Akıl ve Başlangıç Hikmeti

Akl-ı Evvel, kelâm, felsefe ve tasavvuf kaynaklarında “yaratılan ilk cevher” veya “varlık düzeninin temel esası” olarak zikredilir. Bu kavram:

Varlığın hikmetle yaratıldığını ve bu hikmetin en temel ilkesinin akıl olduğunu gösterir.

“Allah, ilk olarak aklı yarattı” rivayeti (Tirmizî, Birr 12) bu anlayışı destekler. Aklın burada “küllî bir mahiyet” taşıdığı ifade edilir.

Risale-i Nur’da ise bu hakikat, doğrudan ilim, irade ve kudret ile açıklanır. İlk yaratılan şeyin “ilimle vücuda gelen bir varlık” olması, varlığın hikmet ve maksada yönelik olduğunu gösterir.

> “Bir Sâni’in vücubuna ve vahdetine delâlet eden bu san’at-ı acîbe ve hikmet-i garîbe, elbette Sâni’in vücub ve vahdetine şehâdet eder.” (Sözler, s. 219)

  1. Küllî Akıl ve İrade: Varlığın Haritası

Küllî akıl, sadece insanın şahsî aklından değil, Allah’ın ezelî ilminde tecellî eden hikmetli takdir ve düzenlemeden söz eder.

Bu akıl, kâinatta her şeye nüfuz eden düzeni, ölçüyü ve hikmeti idrak eder.

Bir bakıma kâinat kitabının “okunabilir” olması, küllî aklın yansımasıdır.

Her şeydeki ölçü (kader), bu aklın izdüşümüdür: “Her şeyi bir kader ile, bir miktar ile halk etmiş.” (Furkan Sûresi, 2)

III. İlk Oluş: Nuru Muhammedî’den Kozmik Patlamaya

Tasavvufî geleneklerde, ilk yaratılanın Nûr-u Muhammedî olduğu ifade edilir. Bu nur, bütün varlıkların aslı ve merkezi mahiyetini taşır.

Risale-i Nur da bu görüşü destekler:

> “En evvel Onun nuru, hem çekirdeği, hem meyvesi olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nuru halk olunmuş.” (Mektubat, s. 78)

Günümüz ilmî yaklaşımlarındaki “Big Bang” teorisiyle, ilk madde ve enerjinin ortaya çıkışı arasında bir uyum gözlemlenebilir. Ancak bu oluşun ardında akılsız, gayesiz bir mekanizma değil, şuur sahibi bir yaratıcının ilmi ve iradesi vardır.

  1. Yaratıcı-Yaratılan Ayrımı: Aklın İkna Edici Noktası

Yaratan (Hâlık) ile yaratılan (mahlûk) arasında zarurî bir ontolojik fark vardır.

Allah’ın aklı mahlûk aklı gibi değildir. O’nun ilmi ezelîdir; zaman ve mekândan münezzehtir.

İnsan aklı ise yaratılmıştır. Ancak bu sınırlı akıl bile, sınırsız kudreti tanıyacak bir ayna olarak yaratılmıştır.

> “Aklın vücudu, hem Vâcibü’l-Vücudun vücuduna delildir.” (Mesnevî-i Nuriye)

  1. Yaratıkların Sıralı Varlık Haritası

Varlıklar basitten mükemmele doğru bir düzende yaratılmıştır: Cansız → Bitki → Hayvan → İnsan

Bu sırada, her aşama daha yüksek bir şuur ve kabiliyet kazanır.

İnsan ise bu zincirin en üst halkası olup, eşref-i mahlûkat sıfatını taşır.

  1. Akıl ve İman Arasında Köprü Kurmak

Vahiy, aklın rehberidir.

Akıl, doğru kullanıldığında yaratıcıyı tanımanın en güçlü vasıtası olur.

Aklını ilimle, vahiy ile, hikmetle besleyen insan; kendini de, Rabbini de tanır.

> “Aklın nuru ulûm-u fünun-u medeniyedir. Kalbin ziyası da ulûm-u diniyedir.” (Lem’alar, s. 16)

Genel Özet:

Bu haftaki yazı, varlığın başlangıç noktası olan “Akl-ı Evvel” kavramı üzerinden:

Kâinatın akılla örülmüş bir hikmet düzeni olduğunu,

Yaratıcı ile yaratılanın mahiyet farkını,

Varlığın basamaklı bir hikmet planı ile inşa edildiğini,

İnsan aklının bu düzeni tanıma ve iman etme aracı olduğunu ortaya koymuştur.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Sözün Ayağı Kayarsa: Trump, Siyaset ve Zulme Ortaklık

Sözün Ayağı Kayarsa: Trump, Siyaset ve Zulme Ortaklık

Tarih boyunca nice liderler geldi geçti; kimi adaletiyle anıldı, kimi zulmüyle lanetlendi. Kimileri, hakikatin yanında yer alarak milletlerin duasına mazhar oldu; kimileri ise güç, çıkar ve kibir uğruna zulmün ortağı oldu.
Donald Trump’ın siyasi serüveni, bu ikinci sınıfa örnek gösterilecek ibretlik bir hikâye gibidir.

Gaflar ve Gerçekler Arasında

Trump, başkanlığı döneminde yaptığı gaflarla ve fevri açıklamalarıyla gündemden hiç düşmedi. Diplomasi dilini unutarak sosyal medyadan anlık öfke ile devlet kararları aldı. Bu tavır, dünya siyasetinde istikrarsızlığın sembolü oldu. Ancak gaflarının ötesinde, tarihe asıl ağır şekilde geçen şey, izlediği Orta Doğu politikalarıdır.

İsrail’in Zulmüne Ortaklık

Trump’ın Filistin meselesindeki en tartışmalı adımı, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıması ve ABD Büyükelçiliğini Tel Aviv’den Kudüs’e taşıması oldu. Bu, yalnızca diplomatik bir karar değil, aynı zamanda uluslararası hukuka, BM kararlarına ve tarihi gerçeklere meydan okuma anlamına geliyordu.

Bu kararın ardından Gazze’de protestolar yükseldi, İsrail güçleri yüzlerce sivili hedef aldı. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar… Kan döküldü, acılar büyüdü. Trump yönetimi, İsrail’in bu saldırılarını ya görmezden geldi ya da üstü kapalı destekledi.

Tarihten İbret: Zulme Ortak Olanın Akıbeti

Kur’ân, zulme doğrudan ortak olan kadar ona sessiz kalanları da sorumlu tutar:

> “Zulmedenlere meyletmeyin; sonra size ateş dokunur.”
(Hûd, 113)

Tarih bize şunu öğretir: Firavun, sadece kendisi değil; onun zulmüne destek veren, ona sessiz kalan, çıkarını onun gücünde gören herkesle birlikte helak oldu. Hitler’in zulmü, yalnızca onun şahsıyla değil, ona alkış tutanlarla büyüdü.

Bilimsel ve Mantıki Değerlendirme

Siyaset bilimi açısından, Trump’ın bu tavrı kısa vadeli çıkar siyasetine örnektir. “İsrail lobisi”nin desteğini almak, ABD iç siyasetinde oy kazanmak ve ekonomik bağları güçlendirmek için yapılan bu hamle, uzun vadede bölgeyi istikrarsızlığa sürükledi.

Uluslararası hukuk açısından, Kudüs’ün statüsü hâlâ tartışmalı ve BM kararlarıyla korunmuş bir meseledir. Trump’ın kararı, hukuku çiğnemenin ve “güçlünün hukukunu” işletmenin somut bir örneğidir.

Zulmün Küresel Sonuçları

Bir liderin gafı, bir insanın hatası gibidir; çoğu zaman telafi edilebilir. Ama bir liderin zulme ortak olması, yüz binlerin hayatına mal olabilir. Trump’ın politikaları, İsrail’in işgalini meşrulaştırmaya çalışarak Filistin halkının umudunu kırmayı hedefledi. Fakat unuttuğu bir şey vardı: Zulüm ne kadar güçlü görünse de, tarih boyunca ayakta kalamamıştır.

Osmanlı’nın Kudüs’te yüzyıllarca sağladığı adalet, Trump’ın birkaç yıllık politik hamlesinden çok daha derin bir iz bırakmıştır. Adaletle ayakta kalanlar tarihe iz bırakır; zulme ortak olanlar ise lanetle anılır.

İbret ve Son Söz

Bugün dünyanın birçok yerinde adalet, çıkar ilişkilerinin gölgesinde kalıyor. Trump’ın gafları belki bir gün unutulur, ama İsrail’in zulmüne verdiği destek, tarihin kara sayfalarında yerini alacaktır.

> “Allah, zalimleri sevmez.”
(Âl-i İmrân, 57)

Zulme ortak olmak, sadece mazlumu değil, zalimi de yakar. Güç, adaletle birleşirse rahmet olur; zulme ortak olursa hem dünyada hem ahirette hüsran getirir.

Özet:
Trump’ın başkanlığı, gaflar ve fevri çıkışlarla doluydu. Ancak en ibretlik yönü, İsrail’in zulmüne verdiği açık destekti. Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıması, uluslararası hukuku çiğnedi ve bölgede yeni acılara yol açtı. Tarih, zulme ortak olanları affetmez; Kur’ân, böylelerine meyletmeyi bile yasaklar. Gerçek güç, zulme değil, adalete hizmet etmektedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Gazze: İnsanlığın Vicdan Terazisi

Gazze: İnsanlığın Vicdan Terazisi

Tarih boyunca zulüm, yalnızca zulme uğrayanı değil, seyredenin de sınavıdır. Bugün Gazze’de yaşananlar, insanlık tarihinin bu ezelî imtihanını en çıplak haliyle gözler önüne seriyor. Bombaların tozu, açlığın suskunluğu, çocuk çığlıklarının yankısı… Bütün bunlar, “medeniyet” iddiasındaki dünyanın yüzüne çarpılan en ağır tokattır.

Tarihin Tekerrürü: Firavunlar, Nemrutlar, Netanyahular

Zulüm, isim değiştirir ama mahiyeti değişmez. Bir zamanlar Firavun, “Ben sizin en yüce rabbinizim” derken Nil kenarında çocukları boğduruyordu. Bugün aynı ruh, Gazze’de masum yavruların üzerine ölüm yağdırıyor. Nemrut’un ateşle yaptığı zulmü, modern çağın tankları, uçakları ve algoritmaları sürdürüyor.

Netanyahu’nun “Büyük İsrail” hezeyanı, yalnızca siyasi bir hayal değil; tarihten beri gelen emperyal kibirin ve kutsalı çarpıtan ideolojik sapkınlığın güncel versiyonudur. Firavun’un “Nil bana aittir” iddiası ne kadar boş ise, bu hayal de o kadar beyhudedir.

Medyanın Çöküşü: Yalan Duvarının Yıkılışı

7 Ekim’den bu yana İsrail’in uyguladığı medya sansürü, Batı’nın kirli propaganda makinesini işletti. Ancak sahadan gelen gerçek görüntüler, yalan duvarını tuzla buz etti. Dünya, bir süre kandırılabileceğini ama hakikatin eninde sonunda kendini göstereceğini bir kez daha gördü.

İnsanlığın vicdanı, bazen silahların değil, kameraların, kalemlerin, hakikat uğruna canını veren gazetecilerin çabalarıyla galip gelir. İsrailli gazetecilerin bile meslektaşları için meydanlara çıkması, hakikatin milliyet tanımadığının isbatıdır.

Açlık ve Sessizlik: İki Katil

Gazze’de ölüm artık sadece bombalardan gelmiyor. BM bile “açlıktan ölümler sıradanlaştı” diyorsa, bu sıradanlaşma en büyük felakettir. Açlıktan ölen bir çocuğun yüzü, tarihte tüm insanlığın alnına kazınacak kara bir leke olarak kalacaktır.

Ve asıl tehlike, bu ölümler kadar sessizliktir. Gazze Sivil Savunma Sözcüsü’nün haykırdığı gibi: “Daha ne zamana kadar kadın ve çocuklar ölecek?” Bu soru, sadece İsrail’e değil, dünyadaki tüm vicdan sahiplerine yöneliktir.

Tarihten Ders Alamayanlar

Haçlı Seferleri’nin yağmacı orduları, Moğol istilalarının taş yürekli komutanları, Endülüs’teki engizisyon mahkemeleri… Hepsi tarihin kara sayfalarında yerini aldı. Ama dikkat edin: Hiçbiri sonsuza kadar hüküm süremedi. Zulmün ömrü, mazlumun duası kadardır.

İsrail, bugün gücüne güvenerek Orta Doğu’yu şekillendireceğini sanıyor. Oysa güç, zulmü değil, adaleti tesis etmek için kullanıldığında kalıcı olur.

Aklın ve Hikmetin Çağrısı

İlmen ve aklen, İsrail’in uyguladığı politika kendi geleceğini de tüketiyor. Bir halkı yok etmek, onu tarihten silmek mümkün değildir. Aksine, zulme uğrayan halklar, hafızalarını diri tutar, kimliklerini güçlendirir. Filistin direnişi bunun en açık örneğidir.

Mantıken de şu açıktır: Bir devletin güvenliği, başka bir halkı yok etmek üzerine kurulamaz. Tıpkı geçmişte Yahudilere yapılan zulmün asla meşru olmayışı gibi, bugün Filistinlilere yapılanlar da meşru olamaz.

Sonuç: Gazze, Dünya İçin Ayna

Gazze bugün sadece Filistinlilerin değil, insanlığın imtihanıdır. Her ülke, her toplum, hatta her birey bu aynada kendine bakıyor:

Zalimden yana mıyım, mazlumdan yana mı?

Suskunluğum, zalimin ekmeğine yağ mı sürüyor?

Vicdanım, açlıktan ölen bir çocuğun duasına ortak mı oluyor?

Tarihin adaleti, mutlaka tecelli edecektir. Ancak o gün geldiğinde, kimimizin alnında “Zulme karşı durdu” yazacak, kimimizin ise “Sessiz kaldı” damgası kazınacaktır.

**********

Aslında ipin ucu puştun elinde.
Gerek Abd ve gerekse Batı devletlerinde özellikle yöneticilerin ipi İsrail’in elinde.

Gerek siyasi, gerek ekonomik, gerek şantaj ve gerekse koltuk tehdidi ile kontrol edilmektedirler.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




KAPANMASI GÜÇ BİR YARA

KAPANMASI GÜÇ BİR YARA

“Hem Türk unsurunda ebedî kabil-i iltiyam olmamak suretinde bir inşikak çıkacak. O vakit milletin kuvveti, bir şık bir şıkkın kuvvetini kırdığı için, hiçe inecek. İki dağ birbirine karşı bir mizanın iki gözünde bulunsa, bir batman kuvvet, o iki kuvvetle oynayabilir, yukarı kaldırır, aşağı indirir.”

https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/mektubat/yirmi-dokuzuncu-mektub/425

B ifade Bediüzzaman Said Nursî’nin, Osmanlı ve sonrasındaki millet yapısına dair çok derin bir sosyolojik ve siyasî tesbitidir.

Ebedî Kabil-i İltiyam Olmamak: Türk Unsurunda Çıkacak İnşikâk

Tarihin uzun koridorlarında yürürken, kimi zaman milletler öyle bir kavşakla karşılaşır ki; orada alınan yön, yüzyıllar boyunca düzeltilmesi imkânsız bir ayrılığın kapısını açar. Bediüzzaman’ın “Türk unsurunda ebedî kabil-i iltiyam olmamak suretinde bir inşikâk” sözü, işte böyle bir yarılmaya işaret eder.

  1. Ebedî Kabil-i İltiyam Olmamak Ne Demektir?

“İltiyam” kelimesi, tıpta yaranın kapanması, parçaların tekrar birleşmesi anlamına gelir.
“Ebedî kabil-i iltiyam olmamak” ise öyle bir yarık, öyle bir kopuş ki, artık asla tam olarak kapanmaz demektir.

Bu ifade, milletin ana gövdesini oluşturan Türk unsurunun içinde öyle bir bölünme, öyle bir karşıtlık oluşacağını anlatır ki, bu ayrılık zamanla benimsenir, nesiller boyu sürer ve kalıcı bir zafiyet haline gelir.

  1. İnşikâkın Mahiyeti: Ne Tür Bir Yarılma?

Bediüzzaman’ın kastettiği “inşikâk” sadece siyasî bir hizipleşme değildir. Daha derin, kimlik ve yöneliş temelli bir bölünmedir.
Bunu birkaç boyutta okuyabiliriz:

  1. İnanç ve Değerler Ayrılığı: Bir kısmın millî ve İslâmî değerlerde ısrar etmesi, diğer kısmın ise Batı tarzı seküler hayatı benimsemesi.
  2. Kültür ve Yaşam Tarzı Uyuşmazlığı: Giyimden sanata, eğitimden aile yapısına kadar iki ayrı dünya görüşünün çatışması.
  3. Siyasî ve İdeolojik Kutuplaşma: İki kesim, birbirini tamamlayacağı yerde, birbirini törpüleyen ve yıpratan güçler haline gelir.

III. İki Dağın Mizanı: Kuvvetin Sıfıra İnmesi

Bediüzzaman, bu bölünmeyi iki dağın mizan terazisinin iki kefesi gibi tasvir eder:
Eğer bir milletin yarısı diğer yarısına karşı durursa, milletin toplam kuvveti dışa karşı kullanılmaz; içte birbirini nötralize eder.
Bir batman ağırlık, bu iki kuvveti dengede tutup kolayca oynatabilir. Bu, dış güçlerin, iç çatışmaları kullanarak milleti istediği gibi yönlendirmesi anlamına gelir.

  1. Tarihî Örnekler

Osmanlı’nın Son Dönemi: Meşrutiyetçiler – Mutlakiyetçiler, İttihatçılar – Hürriyetçiler, Batıcılar – İslamcılar çekişmesi, dış müdahalelere davetiye çıkardı.

Cumhuriyet’in İlk Yılları: Laiklik-İslamcılık, köy-kent kültürü, batılılaşma-yerlileşme tartışmaları, milletin enerjisini içeride tüketti.

Günümüz: Siyasi kutuplaşma, kimlik tartışmaları, dinî ve ideolojik cepheleşmeler, aynı tehlikeyi sürdürmektedir.

  1. Hikmetli Değerlendirme

Milletin gücü, farklılıkların bir potada erimesiyle ortaya çıkar. Bu pota kırıldığında, parçalar birbirine batmaya başlar.
Kur’ân-ı Kerim, “Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, ayrılığa düşmeyin” (Âl-i İmrân 103) ayetiyle, iç barışın medeniyetin temeli olduğunu bildirir.

Bu tesbit, bir **“sosyolojik alarm”**dır: Eğer bu inşikâk kalıcı hale gelirse, milletin ebedî zafiyeti olur.

  1. İbret ve Çıkış Yolu

Ortak Paydalar: Dil, tarih, kültür ve iman bağlarını öne çıkarmak.

Medeniyet Sentezi: Batı’nın ilmini, Doğu’nun hikmetiyle birleştirmek.

Siyasî Üslup: Fikir çatışmasını düşmanlığa dönüştürmemek.

Eğitim: Yeni nesle “biz” bilincini kazandırmak.

Özet:
“Ebedî kabil-i iltiyam olmamak” ifadesi, milletin içinde asla tam kapanmayacak bir yarılma tehlikesini ifade eder. Bu yarılma; inanç, kültür, ideoloji ve hayat tarzı ekseninde oluşabilir. Tarih, böyle bölünmelerin milleti dış müdahalelere açık hale getirdiğini göstermiştir. İbret odur ki, farklılıklar düşmanlık sebebi değil, güç birliği vesilesi yapılmadıkça, milletin enerjisi kendi içinde tükenir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Osmanlı’nın Batı’ya Yönelişi: Hikmet, Tarih ve İbret Penceresinden

Osmanlı’nın Batı’ya Yönelişi: Hikmet, Tarih ve İbret Penceresinden

Osmanlı Devleti, asırlar boyunca doğunun ilim, irfan ve hikmet mirasını taşıyan, batının ise korku ve hayranlıkla seyrettiği bir medeniyetin temsilcisi idi. Ancak zamanın rüzgârı 17. yüzyıldan itibaren farklı esmeye başladı. Yüzyıllarca kendi değerleriyle “veren el” olan Osmanlı, bir süre sonra Batı’dan “alan el” konumuna geçti. Bu yönelişin başlangıcı, sebepleri ve sonuçları, hem tarihî hem de ibretlik derslerle doludur.

  1. Başlangıç: Duraklama ve İlk Batı Teması

Osmanlı’nın Batı’ya yönelişi genellikle III. Selim ve II. Mahmud dönemleriyle anılır; ancak bunun kökleri daha geriye, Karlofça Antlaşması (1699) sonrasına dayanır.
Bu antlaşma ile Osmanlı ilk kez büyük toprak kayıplarını kabul etti. Artık “cihan devleti”nin zafer dönemi geride kalmış, Batı karşısında yenilgiler zinciri başlamıştı. Devlet adamları şu soruyla yüzleşti:

> “Biz nerede hata yaptık, onlar neyi doğru yaptı?”

Bu sorunun cevabını bulmak için Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi 1720’de Paris’e elçi olarak gönderildi. Dönüşünde yazdığı “Sefâretnâme”, Batı’nın bilim, teknik, şehircilik ve sosyal düzenini Osmanlı’ya tanıtan ilk ciddi belge oldu. Ancak bu raporlar o günün toplumunda “taklit mi, tedbir mi?” tartışmalarını başlattı.

  1. Sebepler: Neden Batı’ya Yönelindi?

Batı’ya yönelişin arkasında birkaç temel sebep vardı:

  1. Askerî Gerileme: Osmanlı ordusu, özellikle top ve tüfek teknolojisinde geri kalmıştı. Batı ise sanayi ve savaş tekniğinde hızla ilerliyordu.
  2. İlmî Durgunluk: Medreseler, içtihat ve ilmi gelişim kapılarını yavaş yavaş kapatmış, tekrarcı bir yapıya bürünmüştü.
  3. Ekonomik Baskı: Ticaret yollarının değişmesi, kapitülasyonların ağırlaştırılması Osmanlı ekonomisini Batı’ya bağımlı hâle getirdi.
  4. Siyasî Şok: Art arda gelen yenilgiler, Batı’nın üstünlüğünü kabul ettiren siyasi tablolar oluşturdu.

III. Yöntem: Batı’dan Ne ve Nasıl Alındı?

Batı’dan alınan şeyler üç ana başlıkta toplanabilir:

  1. Askerî Islahatlar: Nizam-ı Cedid (III. Selim), Sekban-ı Cedid ve Asakir-i Mansure-i Muhammediye (II. Mahmud) gibi yeni ordular kuruldu. Mühendishaneler açıldı.
  2. Teknik ve Bilim Transferi: Matbaa, modern haritacılık, denizcilik teknikleri ve tıbbi bilgi Batı’dan getirildi.
  3. Kurumsal Yenilikler: Posta, modern mektepler, yeni kanun düzenlemeleri ve Batı tarzı bürokrasi Osmanlı’ya girdi.

Fakat problem şuydu: Bu yenilikler çoğu zaman öz ile değil, şekil ile sınırlı kaldı.
Boylece;
> “Avrupa’dan fen ve sanat alınması gerekirken, sefahat ve rezaleti alındı.”

  1. Sonuçlar: Zafer mi, Zafiyet mi?

Osmanlı’nın Batı’ya yönelmesi iki yönlü bir miras bıraktı:

Olumlu Sonuçlar: Askerî teknik gelişti, modern okullar açıldı, bilim ve teknolojiye kısmen erişildi.

Olumsuz Sonuçlar: Batı’nın sadece tekniği değil, kültürel yozlaşması da alındı. Kendi kimliğinden uzaklaşma, toplumsal bölünme ve değer erozyonu başladı. “Alafranga” ve “alaturka” çatışması doğdu.

Bu süreçte Osmanlı, Batı’yı taklit ettikçe kendi köklerinden uzaklaştı; hem kendi irfanını hem de Batı’nın ilmini tam manasıyla birleştiremedi.

  1. Hikmetli Değerlendirme

Osmanlı’nın Batı’ya yönelmesi aslında “bilgi ve teknik” arayışının doğal bir sonucuydu. Fakat mesele “neyi” ve “nasıl” alacağımız sorusunda düğümlendi.
Mesele, Faydalı olanı almak, zararlı olandan sakınmak.
Eğer Batı’dan sadece ilim, teknik ve çalışkanlık alınsaydı; ahlâkî yozlaşma değil, medeniyet sentezi doğabilirdi.

  1. İbret

Tarih, bize şu gerçeği fısıldar:

Taklit, aslı yaşatmaz; ancak aslı bilenler yeniliği inşa eder.

Gücünü kaybeden, başkasının değerleriyle değil, kendi kökleriyle ayağa kalkar.

Medeniyet, teknoloji ile ahlâkın birleştiği yerde yeşerir.

Özet:
Osmanlı’nın Batı’ya yönelmesi, 18. yüzyıldan itibaren askerî ve ilmî gerilemenin bir sonucu olarak başladı. Karlofça sonrası elçilikler, teknik yenilikler ve kurumsal reformlar yapıldı; ancak Batı’dan sadece teknik değil, kültürel yozlaşma da taşındı. Neticede medeniyet sentezi yerine kimlik karmaşası doğdu. Bu süreç bize, başka medeniyetlerden faydalanırken köklerimizden kopmamamız gerektiğini öğretiyor.

*********

ÖLÇÜSÜZ TAKLİT

Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Sekizinci Lem’a’da şöyle buyrulur:

> “Hakîkatli bir latîfe: Sultan Süleymân-ı Kanûnî, kesretli kırk çeşme sularını İstanbul’a getirdiği vakit, Şeyhül-İslâm Zembilli Ali Efendi ona demiş: ‘Hilâf-ı şeriat kanunları Avrupa’dan getirdiğin cihetle, İstanbul’a öyle bir bok sıçtın ki, o getirdiğin suların cümlesi üzerinden akıp geçse yüz senede temizleyemez.’”

  1. “Latife” Olarak Anlatım:

Bu söz, Bediüzzaman Hazretleri tarafından “latîfe” ifadesiyle aktarılmıştır; yani, sembolik ve mizahî bir üslupla ciddi bir eleştiri ihtiva eden bir anlatımdır.

  1. Şeriata Aykırı Kanunlara İhtar:

Zenbilli Ali Efendi, bu ifade ile doğrudan Sultan Süleyman’ın yaptığı hayrı küçümsemek değil, Avrupa’dan alınarak uygulanan örfî kanunların şeriat şartlarına muhalif olarak benimsenme eğilimini hicvetmiştir. Yani esas eleştiri, yeni kanun yapımında ölçüsüz taklit ve Kur’an-ı esas almama durumudur.

  1. Tarihi Tutarsızlık (Zaman Hatası):

Tarihî gerçek şu ki, Zembilli Ali Efendi 1526’da vefat ederken, Kırk Çeşme suyunun İstanbul’a getirilişi 1554 civarında gerçekleşmiştir. Bu durumda söz konusu olayın zamanlama olarak doğrudan Osmanlı kaynağı olmayan, risalede geçen bir “latîfe” niteliğinde olduğu açıktır. Yani bir tarihî olay olarak değil, düşündürücü bir uyarı ve sembol olarak değerlendirilmelidir.

  1. Fetvayı Uygulayıcı Makamın Cesur İkazı:

Zembilli Ali Efendi’nin padişaha açıkça bu şekilde tepki vermesi, ilmiye sınıfının (dinî makamların) otoritesinin ve bağımsız görüş ifade özgürlüğünün Osmanlı döneminde hâlâ ne kadar güçlü olduğuna işaret eder. Bu bakımdan, olayın formunda absurde kaçsa da ruhunda ciddi bir uyarı barındırdığı açıktır.

Özet Tablo: Hakikat ve Anlam

Kaynak Risale-i Nur — Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Sekizinci Lem’a
İçerik Latîfe üslûbuyla şeriata aykırı kanun alımına yönelik güçlü bir eleştiri
Tarihî Gerçeklik Zamanlama tutarsız — sembolik anlatım olarak düşünülmeli
Anlam Avrupa’dan ithal kanunlarla şeriat ilkelerinin zedelenmesine dikkat çekme
İlmî ve Siyasi Boyut Şeyhül-İslâm’ın padişaha yüzüne karşı ikaz edebilmesi, dinî otoritenin gücünü gösterir

Sonuç:

Risale-i Nur’daki bu ifade gerçek bir tarihi olayı birebir yansıtmaz; fakat şeriatın dışında ve şüpheli örfî düzenlemelere karşı, soyut olarak verilen güçlü bir moral ve hukukî ikazdır. Sembolizm yoluyla, ileride benzer sapmaların musibet oluşturabileceğini anlatan manidar bir latîfedir.

*********

Zenbilli Ali Efendi Kanuni Sultan Süleyman’a şeyhülislamlık yapmıştır.
Kendisi II. Bayezid, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman dönemlerinde olmak üzere toplam 24 yıl bu görevde kalmıştır. Zenbilli Ali Efendi, Kanuni’nin hükümdarlığının ilk yıllarında şeyhülislamlık yapmış, 1526’da vefat edene kadar bu makamı korumuştur.
Kanuni döneminde Rodos’un fethine katılmış ve camiye çevrilen Saint Jean Katedrali’nde ilk cuma namazını kıldırmıştır. Aynı zamanda, padişahın kanun koyma yetkisini dahi dinin adalet anlayışı çerçevesinde dengelemesiyle tanınan, sözü geçen bir alimdir. Vefatından sonra yerine Ebussuud Efendi şeyhülislamlık makamına getirilmiştir.[1]

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

[1] Bak.
https://www.google.com/amp/s/sorularlarisale.com/kesretli-kirk-cesme-sularini-istanbula-getirdigi-vakit-seyhulislam-zenbilli-ali-efendi-ona-demis-burada-seyhulislam%3famp

https://www.google.com/amp/s/sorularlarisale.com/hilaf-i-seriat-kanunlari-avrupadan-getirdigin-cihetle-istanbula-oyle-bir-bok-sictin-ki-o-getirdigin-sularin-cumlesi%3famp