Hayatın Sınavı: Musibetlerin Hikmeti

Hayatın Sınavı: Musibetlerin Hikmeti

> Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder, vazife-i hayatiyeyi yapar. Yeknesak istirahat döşeğindeki hayat, hayr-ı mahz olan vücuttan ziyade, şerr-i mahz olan ademe yakındır ve ona gider.
>
Hayatın anlamını sadece rahatlık ve konfor üzerine kurmak, insana dair en büyük yanılgılardan biridir. Tarih boyunca büyük şahsiyetler, filozoflar ve peygamberler, musibetlerin ve zorlukların aslında birer terbiye aracı olduğunu bizlere bildirmişlerdir. Tıpkı bir demirin ateşte dövülerek çelikleşmesi gibi, insan da musibetlerle olgunlaşır, saflaşır ve güçlenir. Peygamberlerin yaşadığı zorluklar, evliyaların sabrı, bilim insanlarının başarısızlıklarla dolu deneyleri, bu hakikatin en çarpıcı örnekleridir.
Bediüzzaman Said Nursi, bu metinde “yeknesak istirahat döşeğindeki hayatın” aslında bir boşluk olduğunu, hatta “şerr-i mahz olan ademe” (mutlak şer olan yokluğa) yaklaştığını söyler. Çünkü kesintisiz bir rahatlık, insanın ruhsal ve ahlaki gelişimini engeller. İradeyi zayıflatır, şükür duygusunu köreltir ve nihayetinde insanı amaçsız bir yaşama sürükler. Oysa bir dervişin çilesi, bir sanatçının sancısı, bir hastanın sabrı, hayatın asıl gayesi olan kemale ermeye hizmet eder. Musibetler, birer ceza değil, birer lütuf olarak görüldüğünde, hayatın her anı derin bir anlam kazanır.

Dünya Bir Misafirhanedir
> Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?
> Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır ve vazifesi çok bir misafirdir. Ve kısa bir ömürde hayat-ı ebediyeye lazım olan levazımatı tedarik etmekle mükelleftir.”
>
Bu metin, insanoğlunun en temel varoluş sorularını sormakla başlar. İnsana kim olduğunu, nereden geldiğini ve nereye gittiğini hatırlatır. Bu üç soru, hayatın amacına dair yol haritasını çizer. Bediüzzaman, bu soruların cevabını “dünyanın bir misafirhane olduğu” gerçeğiyle verir. Tıpkı bir hanın kapısından girip, geceyi geçirdikten sonra yola devam eden bir yolcu gibi, insan da bu dünyada kısa bir süre kalacak olan bir misafirdir.
Bu metafor, insanın dünyaya olan bağlılığını gevşetmek için çok güçlü bir araçtır. Bir misafir, kaldığı hanı kalıcı bir mesken gibi görmez, oradaki eşyalara tapmaz. Onun asıl derdi, yolculuğunun devamı için gerekli olan azığı ve hazırlığı yapmaktır. İnsan da bu fani dünyada, asıl yurdu olan ahiret için azık toplamalıdır. Bu azık, salih amellerden, ilimden, ahlaktan ve kulluk vazifesinden ibarettir. Bu bilinçle yaşayan bir insan, dünyanın çekiciliğine kapılmaz, makam ve şöhret gibi geçici değerlerin peşinden koşmaz. Onun amacı, bu misafirhaneden, görevini başarıyla tamamlamış bir misafir olarak ayrılmaktır.

Nimetlere Tasarruf: Sahibinin Hukukuna Riayet

> Bütün sana verilen nimetler bu misafirhane-i dünyanın sahibi olan Mihmandar-ı Kerim-i Zülcelal’in kavanin-i şeriatı dairesinde tasarruf etmek gerektir.
>
Bu metin, dünyanın bir misafirhane olduğu fikrini derinleştirerek, burada bize verilen nimetlerin kaynağına ve kullanım amacına dikkat çeker. Gözümüz, kulağımız, aklımız, sağlığımız, malımız ve tüm çevremizdeki güzellikler bize ait değildir; hepsi “Mihmandar-ı Kerim-i Zülcelal”in yani cömert ve yüce misafirperver olan Allah’ın lütfudur. Bu nimetler birer emanettir ve bu emanetlere, sahibinin koyduğu kurallar çerçevesinde tasarruf etmek gerekir.
Tarih, bu ilkeye uymayanların hikayeleriyle doludur. Nimetleri israf eden, başkalarının hakkını göz ardı eden, gücü zulüm aracı olarak kullanan medeniyetler ve liderler, nihayetinde yıkıma uğramışlardır. Roma İmparatorluğu’nun lüks ve sefahat içinde çöküşü, Karun’un hazinelerinin onu kurtaramaması, bu ilahi kuralın evrensel bir geçerliliği olduğunu gösterir. Nimetleri Allah’ın şeriatı (kuralları) dairesinde kullanmak, sadece bir dini vecibe değil, aynı zamanda toplumsal düzenin ve bireysel huzurun da garantisidir. Bu bilinç, insanı nankörlükten kurtarır ve şükreden bir kul haline getirir.

Zahiri Nimet, Batıni Nikmet
> Ne biliyorsun ki, nikmet gördüğün şeyler, nimetin tâ kendisi olmasın.
>
Bu cümle, hayatın görünen ve görünmeyen yönleri arasındaki derin ilişkiyi ortaya koyan bir hikmet pınarıdır. İnsan, genellikle başına gelen olumsuz olayları, yani “nikmetleri” (bela, zorluk, sıkıntı) şanssızlık veya musibet olarak algılar. Oysa tarihi ve bireysel tecrübeler, sıkıntıların çoğu zaman büyük birer lütfa dönüştüğünü gösterir. Hz. Yusuf’un kuyuya atılması, bir nikmet gibi görünürken, Mısır’a sultan olmasına vesile olmuştur. Bir hastalığın getirdiği ıstırap, bazen insanı daha derin bir manevi uyanışa sevk eder veya bir felaket, insanı daha güçlü ve dayanıklı bir karaktere dönüştürür.
Bu bakış açısı, insana hayata karşı pozitif bir duruş kazandırır. Hayattaki hiçbir olayın tesadüfî olmadığına, her zorluğun içinde bir hikmet gizlendiğine inanmak, ümidi diri tutar. Bu, acıyı inkâr etmek değil, onu anlamlandırmak ve ondan ders çıkarmaktır. İnsanın yaşadığı her zorluk, bir potansiyel ders ve gelişim fırsatıdır. Bu hikmet, hayata sadece siyah-beyaz bir perspektiften bakmaktan kurtarır ve her olayın arkasındaki ilahi planın derinliğini fark etmemizi sağlar.

Makalenin Özeti
Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin eserlerinden seçilen dört farklı metin üzerinden hayat, musibet, dünya ve nimetler kavramlarını ele almıştır.
İlk metin, musibetlerin ve zorlukların aslında hayatı olgunlaştıran ve kemale erdiren unsurlar olduğunu, kesintisiz bir rahatlığın ise manevi bir boşluğa yol açtığını anlatır.
İkinci metin, dünyanın geçici bir misafirhane olduğunu ve insanın bu kısa ömrü ebedi hayat için gerekli hazırlıkları yapmakla geçirmesi gerektiğini ifade eder. Üçüncü metin, insana verilen tüm nimetlerin aslında bir emanet olduğunu ve bu emanetlere, onların asıl sahibi olan Allah’ın koyduğu kurallar çerçevesinde tasarruf edilmesi gerektiğini açıklar.
Son olarak, dördüncü metin, hayattaki zorlukların ve sıkıntıların (nikmetlerin) aslında birer nimet olabileceğini, her olumsuzluğun arkasında bir hikmetin gizlendiğini ve bu bilinçle hayata bakmanın önemini ortaya koyar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Fatih Sultan Mehmed: Çağ Açan Hükümdar, Dünya Tarihine Yön Veren Lider

Fatih Sultan Mehmed: Çağ Açan Hükümdar, Dünya Tarihine Yön Veren Lider

Tarih, kimi zaman bir şahsiyetin iradesinde, azminde ve imanında yeni bir istikamet kazanır. İşte Fatih Sultan Mehmed, yalnız Osmanlı’nın değil, bütün insanlığın tarihini değiştiren o nadir şahsiyetlerden biridir. O, yalnız bir hükümdar değil; bir medeniyetin bayraktarı, bir çağın kapatıcısı ve yeni bir çağın açılımcısıdır.

  1. Fatih ve İstanbul’un Fethi

1453’te gerçekleşen İstanbul’un Fethi, yalnız Osmanlı için değil, dünya için dönüm noktasıdır.

Bizans’ın “aşılmaz” denen surlarını imanla ve akılla yıkan bir iradenin zaferidir.

Orta Çağ kapanmış, Yeni Çağ başlamıştır.

Roma’nın mirası sona ermiş, İslâm’ın adalet bayrağı Konstantiniyye’ye dikilmiştir.

Fatih’in şu sözü, zaferin ruhunu gösterir:

> “Ya ben İstanbul’u alırım ya da İstanbul beni!”

Bu azim, onun iman ve kararlılığının sembolüdür.

  1. İslam’ın Bizans ve Dünyaya Yayılışındaki Önemi

İstanbul’un fethi ile:

İslâm, Bizans’ın kalbine girmiştir.

Ezanlar Ayasofya’da yankılanmış, “Darü’l-harb” olan şehir, “Darü’l-İslâm” olmuştur.

İslâm dünyasının morali yükselmiş, Haçlı zihniyetine karşı büyük bir üstünlük sağlanmıştır.

Avrupa’ya açılan kapı Osmanlı’ya geçmiş, İslâm’ın mesajı Balkanlardan Avrupa içlerine yayılmıştır.

Bu fethin ardından İslâm yalnız doğuda değil, batıda da adalet ve ilim medeniyetiyle tanınmıştır.

  1. Fatih’in Osmanlı Tarihindeki Yeri

Fatih, Osmanlı’yı bir beylik devleti kimliğinden çıkarıp cihan devleti haline getirdi.

İstanbul’u başkent yaparak siyasî ve stratejik merkez oluşturdu.

Kanunnâmelerle hukuku düzenledi, Osmanlı’ya sistem kazandırdı.

İlim ve sanatın hamisi oldu; medreseler, kütüphaneler ve ilim ocakları açtı.

Yaptığı denizcilik hamleleriyle Osmanlı’yı bir deniz gücü haline getirdi.

Onun için Osmanlı tarihindeki yer, yalnızca bir hükümdar değil, Osmanlı’nın ikinci kurucusu olmaktır.

  1. Sosyal, Siyasi ve Ahlaki Yönleri

Sosyal: Farklı millet ve dinlere adaletle muamele etti. İstanbul’da Rum, Ermeni, Yahudi cemaatlerine özgürlük tanıdı.

Siyasi: Devletini merkezileştirdi, Avrupa dengelerini değiştirdi.

Ahlaki: Tevazu sahibiydi; fetih sonrası şehre secdeyle girdi, “Zafer Allah’ın lütfudur” dedi.

İbretli: Onun hayatı bize gösterir ki, imanla birleşen azim, dünya tarihini değiştirebilir.

  1. Hikmetli Mesajlar ve İbretler

İstanbul’un fethi bize gösterir ki: İmanla birleşen akıl, yenilmez surları yıkar.

Fatih’in şahsiyeti bize öğretir: Bir lider, yalnız askerî değil; ilmî, ahlaki ve siyasi yönden de güçlü olmalıdır.

Onun mirası hatırlatır: Zulümle değil, adaletle hükmeden bir devlet ayakta kalır.

📌 Sonuç

Fatih Sultan Mehmed;

Osmanlı’yı zirveye taşıyan,

İslâm’ın sancaktarlığını dünyaya ilan eden,

İstanbul’un fethiyle çağ açıp çağ kapatan,

İlim, ahlak ve adaletin birleştiği bir hükümdardır.

Bugün onun mirasından alınacak ders şudur:
Bir millet, imanla birleştiğinde, ilimle donandığında ve adaletle yürüdüğünde, önünde hiçbir engel duramaz.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Fatih Sultan Mehmed: Çağ Açan Hükümdar, Dünya Tarihine Yön Veren Lider

Fatih Sultan Mehmed: Çağ Açan Hükümdar, Dünya Tarihine Yön Veren Lider

Tarih, kimi zaman bir şahsiyetin iradesinde, azminde ve imanında yeni bir istikamet kazanır. İşte Fatih Sultan Mehmed, yalnız Osmanlı’nın değil, bütün insanlığın tarihini değiştiren o nadir şahsiyetlerden biridir. O, yalnız bir hükümdar değil; bir medeniyetin bayraktarı, bir çağın kapatıcısı ve yeni bir çağın açılımcısıdır.

  1. Fatih ve İstanbul’un Fethi

1453’te gerçekleşen İstanbul’un Fethi, yalnız Osmanlı için değil, dünya için dönüm noktasıdır.

Bizans’ın “aşılmaz” denen surlarını imanla ve akılla yıkan bir iradenin zaferidir.

Orta Çağ kapanmış, Yeni Çağ başlamıştır.

Roma’nın mirası sona ermiş, İslâm’ın adalet bayrağı Konstantiniyye’ye dikilmiştir.

Fatih’in şu sözü, zaferin ruhunu gösterir:

> “Ya ben İstanbul’u alırım ya da İstanbul beni!”

Bu azim, onun iman ve kararlılığının sembolüdür.

  1. İslam’ın Bizans ve Dünyaya Yayılışındaki Önemi

İstanbul’un fethi ile:

İslâm, Bizans’ın kalbine girmiştir.

Ezanlar Ayasofya’da yankılanmış, “Darü’l-harb” olan şehir, “Darü’l-İslâm” olmuştur.

İslâm dünyasının morali yükselmiş, Haçlı zihniyetine karşı büyük bir üstünlük sağlanmıştır.

Avrupa’ya açılan kapı Osmanlı’ya geçmiş, İslâm’ın mesajı Balkanlardan Avrupa içlerine yayılmıştır.

Bu fethin ardından İslâm yalnız doğuda değil, batıda da adalet ve ilim medeniyetiyle tanınmıştır.

  1. Fatih’in Osmanlı Tarihindeki Yeri

Fatih, Osmanlı’yı bir beylik devleti kimliğinden çıkarıp cihan devleti haline getirdi.

İstanbul’u başkent yaparak siyasî ve stratejik merkez oluşturdu.

Kanunnâmelerle hukuku düzenledi, Osmanlı’ya sistem kazandırdı.

İlim ve sanatın hamisi oldu; medreseler, kütüphaneler ve ilim ocakları açtı.

Yaptığı denizcilik hamleleriyle Osmanlı’yı bir deniz gücü haline getirdi.

Onun için Osmanlı tarihindeki yer, yalnızca bir hükümdar değil, Osmanlı’nın ikinci kurucusu olmaktır.

  1. Sosyal, Siyasi ve Ahlaki Yönleri

Sosyal: Farklı millet ve dinlere adaletle muamele etti. İstanbul’da Rum, Ermeni, Yahudi cemaatlerine özgürlük tanıdı.

Siyasi: Devletini merkezileştirdi, Avrupa dengelerini değiştirdi.

Ahlaki: Tevazu sahibiydi; fetih sonrası şehre secdeyle girdi, “Zafer Allah’ın lütfudur” dedi.

İbretli: Onun hayatı bize gösterir ki, imanla birleşen azim, dünya tarihini değiştirebilir.

  1. Hikmetli Mesajlar ve İbretler

İstanbul’un fethi bize gösterir ki: İmanla birleşen akıl, yenilmez surları yıkar.

Fatih’in şahsiyeti bize öğretir: Bir lider, yalnız askerî değil; ilmî, ahlaki ve siyasi yönden de güçlü olmalıdır.

Onun mirası hatırlatır: Zulümle değil, adaletle hükmeden bir devlet ayakta kalır.

📌 Sonuç

Fatih Sultan Mehmed;

Osmanlı’yı zirveye taşıyan,

İslâm’ın sancaktarlığını dünyaya ilan eden,

İstanbul’un fethiyle çağ açıp çağ kapatan,

İlim, ahlak ve adaletin birleştiği bir hükümdardır.

Bugün onun mirasından alınacak ders şudur:
Bir millet, imanla birleştiğinde, ilimle donandığında ve adaletle yürüdüğünde, önünde hiçbir engel duramaz.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Alparslan: Anadolu’nun Kapılarını Açan Sultan ve Osmanlı’ya Giden Yolun Mimarı

Alparslan: Anadolu’nun Kapılarını Açan Sultan ve Osmanlı’ya Giden Yolun Mimarı

Tarih sahnesinde bazı isimler vardır ki, yalnız kendi çağlarını değil, asırlar sonrasını da şekillendirir. Sultan Alparslan bu büyük şahsiyetlerden biridir. O, yalnız bir kumandan değil; İslâm dünyasının kaderini değiştiren, Anadolu’yu bir İslâm yurdu hâline getiren, Osmanlı’nın doğuşuna zemin hazırlayan bir rehberdir.

  1. Alparslan ve Malazgirt Zaferi

1071’deki Malazgirt Meydan Muharebesi, yalnız bir savaş değil, bir medeniyetin yön değiştirmesidir. Bizans’ın kudretli ordusuna karşı, imanla dolu Selçuklu askerlerinin kazandığı bu zafer, Anadolu’nun kapılarını Türklere ve İslâm’a ardına kadar açtı.

Alparslan’ın zafer öncesi askerlerine yaptığı şu dua hâlâ tarih kitaplarında yankılanır:

> “Ben, bugün burada şehit olursam, oğlum yerine geçsin. Sağ kalırsam yine ben sizin başınızda olurum. Hangimiz şehit olursak olsun, şunu bilin ki biz Allah yolundayız.”

Bu söz, zaferin yalnızca askerî bir deha değil, iman ve teslimiyetin zaferi olduğunu gösterir.

  1. İslam’ın Anadolu’ya Yayılışındaki Önemi

Malazgirt’ten sonra Anadolu, yalnızca bir coğrafya değil, İslâm’ın yeni yurdu oldu. Türkler, bu topraklara sadece kılıçla değil, gönül erleriyle, dervişlerle, âlimlerle girdiler. Ahmet Yesevî’nin talebeleri, gönüllere İslâm’ın nuru ile dokundu.
Alparslan’ın açtığı bu kapıdan içeri girenler, Anadolu’yu “Darü’l-İslâm” hâline getirdiler. Böylece bugün ezanların göğe yükseldiği, camilerin şehirleri süslediği bir coğrafya miras kaldı.

  1. Osmanlı Tarihinde Alparslan’ın Yeri

Osmanlı, Selçuklu’nun mirasını devralarak doğdu. Eğer Alparslan, Anadolu’yu İslâm’a açmamış olsaydı, Osmanlı’nın yükseliş sahnesi hiç kurulamayacaktı.
Osman Gazi ve arkadaşları, Anadolu’daki İslâm kimliği üzerine bir devlet bina ettiler. Yani Osmanlı’nın ruhu, Alparslan’ın açtığı yoldan beslendi. Bu açıdan Alparslan, Osmanlı’nın kurucu atalarından biridir.

  1. Sosyal, Siyasi ve Ahlaki Yönleri

Sosyal: Alparslan, fethettiği yerlere zulüm değil adalet götürdü. Bu yüzden Anadolu halkı kısa sürede Türk-İslâm devletine gönülden bağlandı.

Siyasi: O, yalnız bir hükümdar değil, İslâm dünyasının lideriydi. Zaferiyle İslâm dünyasında özgüveni artırdı.

Ahlaki: Alparslan tevazusu ile de örnekti. Zafer günü ihtişamla değil, secde ile Allah’a yönelmişti.

İbretli: Onun hayatı, bize “iman ve adaletle hareket eden bir milletin önünde hiçbir engel duramaz” dersini verir.

  1. Bugüne Düşen Mesaj

Alparslan’ın açtığı yol, yalnız tarihe ait bir hatıra değildir. Bugün de kin, düşmanlık ve parçalanmışlık yerine; birlik, iman, ahlak ve adaletle hareket eden milletler, dünya tarihini değiştirebilir.
Anadolu’nun İslâm yurdu oluşu, bir lütuf olduğu kadar büyük bir emanettir. Bu emaneti korumak, Alparslan’ın bize bıraktığı en büyük vasiyettir.

📌 Sonuç

Alparslan, yalnız bir sultan değil;

Tarihin yönünü değiştiren bir kumandan,

Anadolu’yu İslâm’a açan bir öncü,

Osmanlı’nın doğuşuna zemin hazırlayan bir ata,

Bugüne iman, adalet ve birlik dersi veren bir rehberdir.

Onun hatırası, yalnızca geçmişi hatırlatmaz; bugünü inşa etmek, yarını kurmak için de yol gösterir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Asrın Ateşi: Ahir Zaman Fitnesi ve Cazibesi

Asrın Ateşi: Ahir Zaman Fitnesi ve Cazibesi

> Fitne-i âhirzamanın mahiyeti bana göründü ki; o fitnenin en dehşetlisi ve cazibedarı, kadınların yüzsüz yüzünden çıkıyor. İhtiyarı selbedip, pervane gibi sefahet ateşine atıyor. Ve bir dakika hayat-ı dünyeviyeyi, senelerle Hayat-ı Bâkiyeye tercih ettiriyor…
>
Tarih boyunca insanoğlu, farklı şekillerde imtihan edilmiştir. Günümüzde ise modern dünyanın getirdiği fitneler, bu imtihanı daha karmaşık ve cazip hale getirmiştir. Bediüzzaman Said Nursi, bu metninde, ahir zaman fitnesinin en tehlikeli yönlerinden birinin, ahlaki sınırların kalktığı ve kadınların cazibesinin pervasızca sergilendiği bir atmosferden çıktığına dikkat çekiyor. Bu durum, insan iradesini (ihtiyarı) alıp götürerek, kelebeği (pervaneyi) ateşe çeken o karşı konulamaz cazibe gibi, insanı geçici zevklerin ateşine atıyor.
Bu fitnenin en büyük zararı, insanın gelecekten vazgeçip anı yaşamasına sebep olmasıdır. Bir anlık dünya zevki (bir dakika hayat-ı dünyeviye), sonsuz ve baki olan ahiret hayatına (senelerle Hayat-ı Bâkiye) tercih ediliyor. Bu, sadece bir ahlaki yozlaşma değil, aynı zamanda zaman ve değerler anlayışında da ciddi bir sapmadır. Tarihi örnekler de bu durumu teyit eder. Lüks ve ahlaki çöküş içindeki topluluklar, genellikle manevi olarak güçlerini kaybetmiş ve dağılmıştır. Bu metin, modern dünyanın sunduğu her cazibenin ardında, insana ait en değerli şeyin, yani ebedi hayat arzusunun ve iradesinin çalınabileceği uyarısını yapıyor.

Kuran’ın Kapsamlı Fonksiyonu

> Kur’an, hakikat ve şeriat, hikmet ve marifet kitabı olduğu gibi; zikir, dua ve davetin de kitabıdır. Duada tekrar, zikirde tezkâr, davette te’kid lâzımdır.
>
Kuran-ı Kerim’in sadece bir ibadet kitabı olmadığı, aynı zamanda hayatın tüm alanlarını kuşatan bir rehber olduğu bu metinde açıkça belirtiliyor. Kur’an, evrenin ve varoluşun hakikatlerini açıklayan bir “hakikat” kitabı; yaşamın kurallarını koyan bir “şeriat” kitabı; ilahi bilgeliği öğreten bir “hikmet” kitabı ve Allah’ı tanımayı sağlayan bir “marifet” kitabıdır. Bu dört boyut, Kur’an’ın bir yönünü değil, bütünlüğünü ifade eder.
Ancak metin, Kuran’ın bu temel faaliyetlerinin yanı sıra, onun zikir, dua ve davet kitabı olma özelliğine de işaret ediyor. Bu üç faaliyet, inancın pratik hayata yansımasını sağlar. Bediüzzaman, bu üç eylemde tekrara ve işarete (te’kid ve tezkâr) ihtiyaç olduğunu belirtiyor. Dua ederken ısrarcı olmak (tekrâr), Allah’ı anarken kalbe yerleşmesi için sık sık zikretmek (tezkâr) ve insanları hakikate davet ederken işaretli ve kararlı bir duruş sergilemek (te’kid), imanın canlı kalması ve yayılması için hayati önem taşır. Bu, Kuran’ın sadece bir okunma aracı değil, aynı zamanda bir yaşam kılavuzu ve aksiyon rehberi olduğunu gösterir.

Büyük Yangın Karşısında Küçük Meseleler

> Bana “Sen şuna buna niçin sataştın?” diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müdhiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeğe, imanımı kurtarmağa koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış. Ne ehemmiyeti var? O müdhiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler! Dar görüşler!
>
Bu metin, öncelikleri belirlemenin ve asıl meseleye odaklanmanın önemini çarpıcı bir metaforla anlatıyor. Bediüzzaman Said Nursi, kendisine yöneltilen eleştirilere (sataşmalara) karşı, içinde bulunduğu durumu “müdhiş bir yangın” olarak nitelendiriyor. Bu yangın, sadece bir bina yangını değil, imanın ve maneviyatın tehlikede olduğu bir yangındır. Bu yangında yanan, sadece kendisinin değil, gelecek nesillerin (evlâdım) ve tüm inananların imanıdır.
Bu büyük yangın karşısında, kendisine yöneltilen kişisel eleştiriler, yolda ayağına takılan bir taş misali “küçük bir hâdise” olarak kalmaktadır. Bu güçlü metafor, hayatın temel amacı ve önceliklerini kaybetmiş, sığ ve dar görüşlü insanlara bir eleştiridir. İnsanlar bazen, büyük ve acil tehlikeleri göz ardı edip, önemsiz detaylar, kişisel çekişmeler veya günlük polemiklerle zaman harcayabilirler. Bu metin, gerçek bir mücadelenin ve asıl hedefin ne olduğunu net bir şekilde ortaya koyar. İmanını ve maneviyatını kurtarmak için koşan birine, yoldaki küçük bir engele takılıp kalmanın bir anlamı yoktur.

Makalenin Özeti
Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin eserlerinden seçilen üç farklı metni merkeze alarak, günümüz dünyasının temel manevi meselelerine odaklanmıştır. İlk metin, ahir zaman fitnesinin en tehlikeli yönünün ahlaki çöküş olduğunu ve bu durumun insan iradesini zayıflatıp geçici dünya zevklerinin peşine düşürdüğünü anlatır.
İkinci metin, Kuran’ın sadece bir ibadet kitabı değil, aynı zamanda bir yaşam rehberi olduğunu ve dua, zikir ve davet gibi eylemlerin, inancın canlı kalması için ne kadar önemli olduğunu açıklar.
Son metin ise, hayatın asıl meselesinin, iman ve maneviyatın kurtuluşu olduğunu ve bu büyük yangın karşısında kişisel çekişmelerin veya önemsiz detayların hiçbir kıymeti olmadığını, dolayısıyla önceliklerin doğru belirlenmesi gerektiğini güçlü bir metaforla anlatır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Belgesel Senaryosu

Belgesel Senaryosu

Başlık: “Gölgede Kalan Liderler: Batı’nın Piyonları ve İslam Dünyası”

Açılış Sahnesi

Görsel: Tozlu bir tarih kitabı sayfası çevrilir. Ardından Ortadoğu haritası üzerinde petrol damlalarının yavaş yavaş çoğaldığı bir animasyon.

Müzik: Hafif ama gerilimli doğu ezgileri.

Seslendirme:
“Yüzyıllardır İslam dünyası, sahip olduğu değerler, yer altı zenginlikleri ve stratejik topraklarıyla Batı’nın iştahını kabarttı. Artık işgal sadece topraklarla değil, liderler eliyle yapılmaya başlandı…”

Bölüm 1: Piyonların Gölgesinde

Görsel: İran’da Şah Rıza Pehlevî’nin Batı liderleriyle el sıkıştığı görüntüler.

Seslendirme:
“İran’da Şah, Batı için bir garantiydi. Halkın değil, petrolün temsilcisiydi. Miadı dolunca yerine Humeynî getirildi. Oyun değişti, ama perde arkasındaki eller değişmedi.”

Görsel: Saddam Hüseyin’in ABD yetkilileriyle görüşmesi, ardından savaş görüntüleri.

Seslendirme:
“Irak’ta Saddam, önce Batı’nın taşeronu oldu. Kullanıldı, tüketildi, sonra idam sehpasına gönderildi.”

Görsel: Mısır’da Hüsnü Mübarek’in uzun yıllar süren iktidarı, ardından Tahrir Meydanı protestoları.

Seslendirme:
“Mısır’da Mübarek, halkını susturdu, Batı’nın isteklerini yerine getirdi. Ömrü tamamlanınca sahneden indirildi.”

Görsel: Kaddafi’nin uluslararası toplantılarda çadır kurması, sonra linç edilişi.

Seslendirme:
“Libya’da Kaddafi… Batı ile pazarlık yaptı, sonra dengeyi bozdu. Sonu kanlı bir linç oldu.”

Görsel: Arafat’ın elinde zeytin dalı ve silah resmi, sonra yalnız bırakıldığı görüntüler.

Seslendirme:
“Filistin’de Arafat, bir gün alkışlandı, ertesi gün yalnız bırakıldı. Çünkü Batı’nın dostluğu, çıkarları kadar sürer.”

Bölüm 2: İbret Tablosu

Görsel: Bir satranç tahtasında taşların yavaş yavaş devrilmesi.

Seslendirme:
“Her seferinde aynı oyun sahnelendi: Kullan, yıprat, değiştir. Batı’nın maskesi demokrasi, özü sömürgecilikti.”

Görsel: Halkların protestoları, susan kalabalıklar, petrol kuyularından yükselen dumanlar.

Seslendirme:
“Petrol zenginlikleri Batı’ya aktı, Müslüman halklar yoksulluğa mahkûm edildi. Sesini çıkaran susturuldu, özgürlük isteyen bastırıldı.”

Bölüm 3: Çıkış Yolu

Görsel: Cami kubbesinden yükselen ezan sesi, gençlerin kitaplarla ders çalıştığı sahneler.

Seslendirme:
“Suç sadece Batı’da değil. İslam dünyasında emaneti ehline vermeyen, kendi halkına yabancılaşan yöneticiler de bu oyunun parçası oldu. Kurtuluş, Batı’ya yaslanmakta değil; kendi değerlerimize dönmekte, ümmetin birlik ve kardeşliğinde saklıdır.”

Ayet Ekranda Belirir:
“Allah, kendi nefislerinde olanı değiştirmedikçe, bir toplumu değiştirmez.” (Ra’d, 11)

Kapanış

Görsel: Birlikte saf tutan Müslümanların omuz omuza namaz kıldığı sahne.

Müzik: Yükselen, umut dolu ilahî bir melodi.

Seslendirme:
“Çözüm dışarıda değil, içeridedir. İmanımızda, kardeşliğimizde ve adaletimizde… Çünkü Batı’nın piyonları gelip geçicidir, İslam’ın hakikati ise bakidir.”

Son Ayet Seslendirilir:
“Şüphesiz Allah, kendi yolunda yekvücut olarak kenetlenmiş bir bina gibi savaşanları sever.” (Saff, 4)

Ekranda Yazı: “Gölgede Kalan Liderler: Batı’nın Piyonları ve İslam Dünyası – Unutma ki ibret, tekrar etmeyecekler içindir.”

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Gazze: Zulmün Karanlığında Direnişin Işığı

Gazze: Zulmün Karanlığında Direnişin Işığı

Tarih, zulümle yükselenlerin akıbetini yazmaktan hiç geri durmamıştır. Firavun’un azameti, Nemrut’un kibrini, Roma’nın kanlı zulmünü, Haçlı ordularının işgalini; hepsi bir gün tarihin sayfalarında yıkılış örnekleri olarak yer aldı. Bugün Gazze’de yaşananlar da aynı hakikatin çağdaş bir tezahürüdür: zulüm baki değildir, direniş iradesi asla kırılmaz.

Gazze’nin Çığlığı

Gazze, dünyanın gözleri önünde açlıkla, bombalarla, robotlarla ve abluka ile yok edilmeye çalışılıyor. Çocukların gözlerinde korkudan çok açlık var. Anneler, bir avuç un için hayatlarını tehlikeye atıyor. Bir yandan işgalin tankları, diğer yandan sessizliğin kurşunları Filistin halkını yaralıyor.

Ama Gazze sadece bir coğrafya değil, ümmetin vicdanıdır. Her yıkılan bina, yeniden ayağa kalkacak bir iradenin nişanesidir.

Tarihten İbretler

Moğollar Bağdat’ı yıktığında, Abbâsî medeniyetinin külleri arasından Selçuklu’nun ve Osmanlı’nın kıvılcımları doğdu.

Haçlılar Kudüs’ü işgal ettiğinde, Selahaddin Eyyubi’nin adaleti ve sabrı İslâm’ın yeniden ayağa kalkmasına vesile oldu.

Bugün İsrail’in işgali, aynı zincirin yeni halkasıdır. Zulüm, tarih boyunca kendini tekrar eder; ama adalet de direniş de asla tükenmez.

Sosyal ve Ahlaki Boyut

Gazze, dünyanın en büyük vicdan testidir.

Sessiz kalan liderler, insanlık sınavında kaybetmektedir.

Gazze’ye bir avuç un gönderen, zulme karşı bir cümle kuran, el açıp dua eden bile insanlığın safında yerini almıştır.
Çünkü mesele yalnızca bir toprak parçası değil; insanın insana, mazlumun zalime karşı onurudur.

Siyasi ve Stratejik Boyut

İsrail’in zulmü yalnızca Filistin’i değil, bütün bölgeyi istikrarsızlığa sürüklemektedir.

Halkların iradesini kırmak için açlık silahı kullanan bir devlet, aslında kendi sonunu hazırlar.

ABD’nin bu zulmün ortağı olması, kendi küresel meşruiyetini zedelemektedir.

Bugün Gazze’ye sırtını dönen her güç, yarın kendi halklarının vicdanında yıkılacaktır.

Tarih şunu göstermiştir: Adaletle ayakta kalan devletler yükselir; zulümle var olanlar çökmeye mahkûmdur.

Hikmetli Bir Ders

> Zulüm, medeniyetleri yıkar. Zulümle yapılan bina, temeli çürük duvar gibidir; bir gün mutlaka çöker.

Gazze’deki her bomba, İsrail’in temellerini daha da çürütmektedir. Aç bırakılan her çocuk, insanlığın vicdanında bir isyan çığlığıdır. Zulümle ayakta kalan bir devlet yoktur; olmayacaktır.

Gazze’nin Işığı

Bugün Gazze, yıkıntılar arasında bir hakikati haykırıyor:

Onlar bombalarla şehri yok ediyor; ama biz imanla yeniden inşa ediyoruz.

Onlar çocuklarımızı açlığa mahkûm ediyor; ama biz sabırla, direnişle dünyaya sesleniyoruz.

Onlar tanklarla ilerliyor; ama biz adaletin tarihte hep galip geldiğini biliyoruz.

Gazze, işgalcilere mezar olacak; çünkü orada direniş bir fidan değil, kökleri imanla sulanmış bir ormandır.

📌 Sonuç: İnsanlığın İmtihanı

Gazze, yalnızca Filistinlilerin değil, hepimizin imtihanıdır.

Bir yanda zalimler ve destekçileri,

Bir yanda mazlumlar ve destekçileri vardır.

Tarih, ortada duranları değil; ya zalimin safında ya mazlumun safında yer alanları yazacaktır.

Bugün Gazze’deki çocukların gözyaşına bigâne kalanlar, yarın kendi çocuklarının yüzüne bakamayacaklardır.
Çünkü zulümle abad olunmaz, adaletle izzet kazanılır.

********

Gazze’den Çıkarılacak 7 Ders

  1. Zulüm baki değildir
    Tarih, zulümle yükselenlerin bir gün çökeceğini gösterir. İsrail’in Gazze’deki saldırıları, ne kadar güçlü görünürse görünsün, adalet karşısında er geç son bulacaktır.
  2. Direniş iradesi kırılmaz
    Bombalar, tanklar ve abluka halkı yıldırmaya yetmez. Gazze, iman ve kararlılıkla direnişin simgesi haline gelmiştir.
  3. Adaletin sesi küresel vicdana ulaşır
    Dünyanın sessiz kalması zulmü artırabilir; ama bir kişi, bir grup, bir ülke mazlumun yanında durduğunda dünya vicdanına seslenmiş olur.
  4. Mazlum ve zalim arasındaki fark kalıcıdır
    Mazlum sabreder, zalim kibriyle yükselir ama sonunda tarih onu yargılar. Açlığa mahkûm edilen çocukların gözlerindeki acı, zalimin yıkımını hazırlayan bir işarettir.
  5. Birleşen güçler ablukayı kırabilir
    Küresel Sumud Filosu, yardımlar ve dayanışma; zulmün karşısında birleşmiş bir iradenin gücünü gösteriyor.
  6. İman ve ahlak devletleri güçlü kılar
    Tarih, yalnızca askerî güçle değil, ahlak, adalet ve imanla yönetilen toplumların ayakta kaldığını gösterir.
  7. Sessizlik suçtur
    Vicdanını kullanmayan, zulme karşı konuşmayan herkes, dolaylı olarak zulme ortak olur. Gazze’nin çığlığı, hepimizi harekete geçmeye çağırıyor.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Haset ve Kin: Ruhun Sessiz Yıkıcıları

Haset ve Kin: Ruhun Sessiz Yıkıcıları

İnsan ruhu, dünyadaki en ince işleyen mekanizmalardan biridir. Sevinçle beslenir, merhametle büyür; ama aynı zamanda haset ve kin gibi duygularla zehirlenebilir. Bu iki duygu, görünmez birer ateş ve sinsi bir kanser hücresi gibi ruhu, aklı ve hayatı tüketir.

  1. Haset: İçten Yanan Sessiz Ateş

Haset, başkasının mutluluğunu, başarısını ve nimetini kıskanmakla başlar. İlk bakışta küçük gibi görünür, ama kalpte kök saldığı anda:

İnsan, başkasının sevincini çekemez, kendi mutluluğu azalır.

İlişkiler zehirlenir; güven duygusu kaybolur.

İç huzur kaybolur, sürekli kıyas ve tatminsizlik hissi oluşur.

Haset, kalbin fütursuz bir ateşi gibidir; eğer söndürülmezse, ruhu, aklı ve fiilleri sarar.

Haset, yalnızca başkasına değil, sahibine de zarar verir. Kıskançlık ve göz kıskacında olan kişi, kendi hayatını çekilmez kılar.

  1. Kin: Kanser Gibi Yavaş ve Sinsi

Kin, bir kişinin geçmişte yaşadığı kırgınlık, haksızlık veya hınç duygusunu içten içe beslemesiyle ortaya çıkar. Kin, tıpkı vücutta sessizce yayılan bir kanser gibi:

Zamanla ruhun her köşesine işler, düşünceleri kirletir.

İlişkileri bozarken, toplumsal bağları da zedeler.

Sağlık üzerinde olumsuz etkiler yapar; stres, kaygı ve sinir hastalıklarını tetikler.

Kin besleyen kişi, öfke ve nefretle yaşamaya alışır. Oysa affetmek ve bırakmak, ruhu tedavi eden bir ilaç gibidir.

  1. Sosyal ve Ahlaki Boyut

Haset ve kin, yalnız bireyi değil toplumu da etkiler:

İş yerinde, ailede, dostluklarda güveni zedeler.

Toplumsal huzuru bozar; fitne ve çekişmeler doğurur.

İnsanın adalet ve merhamet duygusunu törpüler.

Bu duyguların hakim olduğu toplumlar, kısa vadede güçlenmiş gibi görünse de uzun vadede çözülmeye mahkûmdur.

  1. Çözüm Yolları ve Hikmetli Yaklaşım
  2. Farkındalık: Haset ve kin hissettiğini kabul etmek, ilk adımdır.
  3. Şükür: Başkasının başarısını değil, kendi nimetlerini görmek ruhu temizler.
  4. Affetmek: Kin ve kırgınlık, affetmeyle yok olur. Bu hem ruhu hem toplumu iyileştirir.
  5. Olumlu yönleri takdir etmek: Başkalarının başarılarını övmek, haseti azaltır.
  6. İç muhasebe: Duyguların kaynağını tesbit etmek, çözüm yollarını belirler.
  7. Hikmetli Sonuç

Haset ve kin, insan ruhunun en sinsi düşmanlarıdır. Onlar söndürülmez veya durdurulmazsa, kişi kendi hayatında huzur ve mutluluğu kaybeder. Ama bilinçle, şükürle ve affetmeyle; kalp temizlenir, zihin açılır ve hayat bir ibret ve hikmet yolculuğuna dönüşür.

> Kalbin ateşi ne kadar erken söndürülürse, ruh o kadar ferah olur; ne kadar geç söndürülürse, hayat o kadar sıkıntı ve felaketle dolar.

Haset ve kin, yalnız başkasına değil, sahibine de zarar verir. Onlardan kurtulmak, hem bireysel hem de toplumsal huzurun anahtarıdır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




ABD, İngiltere ve İsrail’in Yüzyıllık Projesi: PKK ve Ortadoğu’nun Geleceği – 2 –

ABD, İngiltere ve İsrail’in Yüzyıllık Projesi: PKK ve Ortadoğu’nun Geleceği – 2 –

ABD, İngiltere ve İsrail’in Yüzyıllık Ortadoğu Stratejisi: PKK Üzerinden Bir İkinci İsrail Projesi

Ortadoğu coğrafyası, modern uluslararası ilişkilerin en tartışmalı alanlarından biridir. Stratejik enerji kaynakları, jeopolitik geçiş yolları ve tarihî-dinî mirasıyla bölge, yüz yıldır küresel güçlerin sürekli müdahalesine sahne olmuştur. Bu müdahalelerin en önemli boyutlarından biri, etnik ve mezhebsel fay hatlarını kullanarak bölgeyi parçalama stratejisidir. Kürt meselesi ve PKK üzerinden şekillenen süreç, bu açıdan ele alınması gereken bir dosyadır.

Bu makalede, ABD ve İngiltere’nin tarihî entrikaları, İsrail’in Arz-ı Mev’ud ideali ve PKK’nın elli yıllık serüveni üzerinden “ikinci bir İsrail” projesi akademik bir perspektifle incelenecektir.

  1. Tarihî Arka Plan: Sykes-Picot ve Bölgenin Paylaşımı

1916 Sykes-Picot Anlaşması, Osmanlı sonrası Ortadoğu’nun fiilen parçalanma planıdır. İngiltere ve Fransa arasında imzalanan bu gizli anlaşma ile bölge, etnik ve mezhebsel fay hatları gözetilerek taksim edilmiştir (Fromkin, 1989). Kürtler için öngörülen bağımsızlık ihtimali, özellikle 1920 Sevr Antlaşması’nda daha net biçimde yer bulmuştur. Ancak 1923 Lozan Antlaşması ile bu ihtimal ortadan kaldırılmıştır.

Bununla birlikte, Batı’nın Kürt kartını ileride yeniden kullanmak üzere bir kenara koyduğu bilinmektedir. İngiltere’nin 1920’lerde Irak’ta Kürt aşiretlerini destekleyerek Ankara’ya baskı kurmaya çalışması, bu stratejinin ilk uygulamaları arasında sayılabilir.

  1. PKK’nın Kuruluşu ve Uluslararası Destek

PKK, 1978’de Marksist-Leninist ideoloji ile kurulmuş, 1984’te silahlı mücadeleye başlamıştır. Soğuk Savaş döneminde Suriye, SSCB ve çeşitli Avrupa ülkelerinden lojistik destek almış; 1990’lardan itibaren ise ABD ve Avrupa’nın denetiminde bir aparat hâline gelmiştir (Çandar, 2012).

Özellikle 2011 sonrası Suriye iç savaşında ABD’nin PYD/YPG’ye 50 binden fazla TIR silah göndermesi (Pentagon raporlarına yansıyan bilgiler), Washington’un “DEAŞ’la mücadele” bahanesi altında bölgeyi yeniden dizayn etme stratejisinin somut göstergesidir.

  1. İsrail’in Arz-ı Mev’ud Projesi ve Kürt Kartı

İsrail’in ideolojik zemini, Tevrat’ta geçen “Arz-ı Mev’ud” (Vaadedilmiş Topraklar) doktrinidir. Bu doktrine göre Nil’den Fırat’a kadar uzanan geniş bir coğrafya İsrail’in kontrolü altında olmalıdır (Herzl, 1896).

Bu hedef doğrultusunda, İsrail’in çevresindeki devletlerin parçalanması, etnik/mezhepsel mikro-devletçiklerin ortaya çıkarılması bir stratejik önceliktir. İsrail, 1960’lardan itibaren Irak Kürtleriyle yakın ilişkilere girmiş, 1990’larda Barzani ve Talabani hareketlerine destek vermiştir (Gunter, 2011). Bugün PYD/YPG ile kurulan temas da bu stratejinin devamıdır.

Dolayısıyla “ikinci bir İsrail” benzetmesi, sadece sembolik değil; İsrail’in bölgedeki güvenlik paradigması açısından stratejik bir tanımlamadır.

  1. ABD’nin Çelişkili Söylemleri ve İki Yüzlülük Politikası

ABD’nin Suriye elçisi Tom Barak’ın “PKK’sız bir Suriye devleti” açıklamasından kısa süre sonra geri adım atması, Washington’un klasik ikili oyununu göstermektedir. ABD, bir yandan Türkiye’yi “NATO müttefiki” olarak tanımlarken diğer yandan PKK’nın Suriye kolunu desteklemektedir.

ABD’nin Irak işgali (2003), Arap Baharı süreci (2011) ve Suriye iç savaşı politikaları, bölgeyi istikrarsızlaştırmakta; bu istikrarsızlık üzerinden kendi askeri varlığını meşrulaştırmaktadır. Böylece “enerji koridorları” ve “güvenlik kuşakları” adı altında, aslında İsrail’in stratejik çıkarları korunmaktadır.

  1. PKK’nın Silah Bırakma Tartışmaları

Son yıllarda PKK’nın “silah bırakabileceği” yönünde tartışmalar gündeme gelmiştir. Ancak bunun üç temel ihtimali vardır:

  1. PKK, taşeron olduğunun farkına varıp geri adım atabilir.
  2. Sahada güç kaybetmesi sebebiyle mecburi bir süreç yaşanabilir.
  3. Daha önceki örneklerde olduğu gibi, bu süreç Batılı istihbaratlar tarafından manipüle edilerek “kontrollü bir oyun” hâline getirilebilir.
  4. Türkiye’nin Stratejik Duruşu

Türkiye’nin 2016’dan itibaren başlattığı sınır ötesi operasyonlar (Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı), ABD’nin kurmak istediği terör koridorunu büyük ölçüde bozmuştur. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Kılıç kınından çıkarsa kaleme yer kalmayacak” ifadesi, Türkiye’nin artık diplomasi ile sahadaki mücadeleyi birlikte yürütme kararlılığını ortaya koymaktadır.

Sonuç

Ortadoğu’da elli yıllık PKK terörü, aslında yüz yıllık Batı planının güncellenmiş bir parçasıdır. İngiltere’nin sömürgeci mirası, ABD’nin emperyalist müdahaleleri ve İsrail’in Arz-ı Mev’ud ideali, aynı eksende birleşmiştir.

Bugün Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı mesele, sadece bir terör örgütü değil; küresel güçlerin bölgeyi yeniden dizayn etme girişimidir. Dolayısıyla mücadele, askerî olduğu kadar siyasî, diplomatik ve ideolojik boyutlarıyla da sürdürülmelidir.

📌 Son tesbit: Ortadoğu’nun geleceği, Batılı güçlerin masa başında çizdiği haritalarla değil; bölge halklarının uyanışı ve İslam dünyasının birlik iradesiyle yeniden şekillenecektir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Vaaz Metni

Vaaz Metni

Konu: Esmâ-i İlâhiyyenin Sonsuz Tecellileri ve İnsanın Ebediyet İhtiyacı

Aziz kardeşlerim,
Hamd, sayısız isimleriyle bütün kâinatı kuşatan, her varlıkta farklı tecellileriyle kendini tanıtan, Rahmân ve Rahîm olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm, bütün isimlerin en güzel şekilde onda tecelli ettiği Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (sallallahu aleyhi ve sellem)’in üzerine olsun.

  1. Allah’ın Esmâ-i Hüsnâ’sı:
    Rabbimiz buyuruyor ki:

“En güzel isimler Allah’ındır. O halde O’na o güzel isimlerle dua edin.” (A‘râf, 180)

“Yerde ve gökte ne varsa Allah’ı tesbih eder. O, Aziz’dir, Hakîm’dir.” (Haşr, 24)

Cemaat-i Müslimin,
Cenâb-ı Hak, isimlerini tanıtmak için kâinatı yaratmıştır. Güneş bize Nur ismini gösterir, denizler ve yağmurlar Rahmet ismini gösterir, kalplerimizdeki muhabbet Vedûd ismini yansıtır. Her varlık bir ayna gibidir; kabiliyeti ölçüsünde Rabbini gösterir.

  1. Varlıkların Esmâya Mazhariyeti:
    Bir çiçeğe bakıyoruz, onun güzelliğinde Latîf ismini okuyoruz.
    Bir arıya bakıyoruz, onun balında Rezzâk ismini görüyoruz.
    Bir dağa bakıyoruz, onun heybetinde Azîm ismini seyrediyoruz.
    Böylece kâinatın her zerresi, bize Allah’ın farklı bir ismini tanıtır.
  2. İnsan: Bütün İsimlere Ayna
    Aziz müminler,
    İnsanın şerefi buradadır: Rabbimiz buyuruyor ki:

“Andolsun biz Âdemoğlunu şerefli kıldık.” (İsrâ, 70)

İnsanın aklı, kalbi, ruhu ve bütün duyguları Allah’ın isimlerine birer ayna olacak şekilde yaratılmıştır. Onun için insan, bütün varlıkların fevkinde bir kıymete sahiptir.

Ama dikkat edelim: Bu kabiliyet dünyada sınırlı kalamaz. İnsanın sonsuz merakı, sevgisi ve arzuları vardır. Bu yüzden insan ebed için yaratılmıştır.

  1. Ebediyet İhtiyacı:
    Rabbimiz buyuruyor ki:

“Sizi boş yere yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minûn, 115)

“O, hanginizin daha güzel amel edeceğini denemek için ölümü ve hayatı yaratandır.” (Mülk, 2)

Evet, kardeşlerim! Fânî bir ömür, bu kabiliyeti tatmin etmez. İnsanın ruhu ebediyet ister, çünkü Rabbimiz Bâkî’dir. O’na bakan insan da baki bir hayat ister.

  1. Hikmet ve İbret:

Her varlık bir anahtar gibidir, Allah’ın bir ismine kapı açar.

Her insan ayrı bir âlemdir, ayrı bir tecelliye mazhardır.

İnsan ise bütün isimlere ayna olabilecek bir mahiyette yaratılmıştır.

O halde, dünyada kalıcı değiliz; ebed için hazırlanıyoruz.

Sonuç ve Dua:
Aziz müminler,
Bu dünyada bize düşen, Rabbimizin isimlerini tanımak, onları zikretmek, hayatımızda tecelli ettirmektir. Unutmayalım ki:

“Bâki olan yalnızca Zât-ı Celîl-i Zülcemâl’dir.” (Kasas, 88)

Rabbim bizleri, Esmâ-i Hüsnâ’sını bilen, onlarla yaşayan, cennette o isimlerin daha parlak tecellilerini seyreden kullarından eylesin. Âmin.

Vâzın Kapanışı:
اَقُولُ قَوْلِي هٰذَا وَاَسْتَغْفِرُ اللهَ لِي وَلَكُمْ فَاسْتَغْفِرُوهُ اِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Hutbe Metni

Hutbe Metni

Konu: Esmâ-i İlâhiyyenin Tecellileri ve İnsanın Ebediyet İhtiyacı

Hamd:
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ نَحْمَدُهُ وَنَسْتَعِينُهُ وَنَسْتَغْفِرُهُ، وَنَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنْ شُرُورِ اَنْفُسِنَا وَمِنْ سَيِّئَاتِ اَعْمَالِنَا
مَنْ يَهْدِهِ اللّٰهُ فَلاَ مُضِلَّ لَهُ وَمَنْ يُضْلِلْ فَلاَ هَادِيَ لَهُ
أَشْهَدُ أَنْ لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللّٰهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ، وَأَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ

Muhterem Müslümanlar!
Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerîm’de şöyle buyurmaktadır:

“En güzel isimler Allah’ındır. O halde O’na o güzel isimlerle dua edin.” (A‘râf, 180)

“Yerde ve göklerde ne varsa Allah’ı tesbih eder. O, Aziz’dir, Hakîm’dir.” (Haşr, 24)

Kardeşlerim,
Cenâb-ı Hak, Esmâ-i Hüsnâ’sı ile bütün kâinatta tecelli etmektedir. Güneşte Nur ismini, denizde Rahmet ismini, kalpte Vedûd ismini okumaktayız. Her varlık kabiliyeti nisbetinde Rabbimizin isimlerine bir ayna olmaktadır.

Aziz Cemaat!
İnsanın şerefi ise, bütün isimlere mazhar olacak bir istidatta yaratılmasıdır. Rabbimiz buyuruyor:

“Andolsun biz Âdemoğlunu şerefli kıldık.” (İsrâ, 70)

İnsanın aklı, kalbi ve ruhu, Esmâ-i Hüsnâ’nın farklı tecellilerini yansıtır. Bu yüzden insan ebediyete namzet kılınmıştır. Çünkü fânî bir dünya, insandaki sınırsız arzu ve kabiliyeti tatmin edemez.

Rabbimiz şöyle buyurur:

“Sizi boş yere yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minûn, 115)

“O, hanginizin daha güzel amel edeceğini denemek için ölümü ve hayatı yaratandır.” (Mülk, 2)

Kardeşlerim!
Her varlık bir anahtar gibidir, Allah’ın bir ismine kapı açar. İnsan ise bütün isimlere ayna olacak bir mahiyettedir. Bu sebeple dünya hayatı geçicidir, asıl hayat ahirettir. Rabbimizin isimlerini tanıyan, onları zikreden, hayatına tatbik eden kullar, ebedî saadete kavuşacaktır.

Son Dua:
اِنَّ اللّٰهَ يَأْمُرُ بِالْعَدْلِ وَالإِحْسَانِ وَإِيتَاءِ ذِي الْقُرْبَى وَيَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاءِ وَالْمُنْكَرِ وَالْبَغْيِ يَعِظُكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ

وَاذْكُرُوا اللّٰهَ الْعَظِيمَ يَذْكُرْكُمْ وَاشْكُرُوهُ عَلٰى نِعَمِهِ يَزِدْكُمْ وَلَذِكْرُ اللّٰهِ أَكْبَرُ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ مَا تَصْنَعُونَ

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




İslam Dünyasında Liderler ve Batı’nın Gölgesi

İslam Dünyasında Liderler ve Batı’nın Gölgesi

“Size küçük bir iyilik, bir nimet ulaşsa, bu onları üzer. Başınıza bir kötülük gelse, bu defa sevinçten bayılırlar. Her şeye rağmen siz sabreder ve Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız, onların hîle ve tuzakları size hiçbir zarar veremez. Şüphesiz ki Allah, onların tüm yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır.” (Âl-i İmrân, 120)

Tarih boyunca İslam dünyası, kendi içinden çıkan önderleriyle ayağa kalktığında Batı’nın uykuları kaçmış, kendi tayin ettikleri liderler eliyle kontrol altına alınmak istenmiştir. Bu, bazen açık işgallerle, bazen darbelerle, bazen de içten yerleştirilen piyonlarla olmuştur.

Tarihî Arka Plan

Haçlı seferlerinden bu yana Batı, İslam dünyasının direncini kırmak için sadece ordularla değil, zihinlerle de mücadele etmiştir. Osmanlı’nın çöküşü, petrolün keşfi ve modern sömürge düzeni, bu mücadelenin yeni bir safhasını başlatmıştır. Artık işgal doğrudan toprakla değil, liderler üzerinden yapılmaya başlanmıştır.

İran’da Şah Muhammed Rıza Pehlevî, Batı’nın çıkarları için ülkesini adeta açık pazar hâline getirdi. İsteklerini yerine getirmeyince, Humeynî ile değiştirildi.

Irak’ta Saddam, Batı’nın taşeronu olarak sahneye çıktı; kullanılacağı kadar kullanıldı, zamanı dolunca idam sehpasına gönderildi.

Mısır’da Hüsnü Mübarek, halkını susturdu; Batı’nın emirlerini yerine getirdi, ömrü tamamlanınca kenara atıldı.

Libya’da Kaddafi, Batı ile pazarlık ederken dengeyi bozdu; sonucu kanlı bir linç oldu.

Filistin’de Arafat, bir gün el üstünde tutuldu, diğer gün yalnız bırakıldı.

Her seferinde aynı oyun sahnelendi: Kullan – yıprat – değiştir.

İbretli Ders

Burada ibret alınacak nokta şudur: Batı hiçbir zaman İslam dünyasında gerçek bağımsızlığı ve halk iradesini istememiştir. Çünkü Müslüman coğrafya; petrolün, doğal gazın, stratejik yolların ve genç nüfusun merkezidir. Buraları kendi haline bırakmak, Batı’nın gözünde “intihar” demektir.

Sosyal ve Siyasî Yön

Liderler Batı’ya bağımlı hâle getirildiğinde, halkın sesi kısılır. Böylece Müslüman toplumlar, kendi değerlerinden uzaklaştırılır, yozlaşma ve umutsuzluk hâkim olur. Batı için önemli olan, halkın refahı değil, kendi çıkarlarının devamıdır. Ne adalet, ne demokrasi, ne insan hakları… Bütün bu kavramlar, birer maskeden ibarettir.

Ahlâkî ve Akılcı Değerlendirme

Hakikatte Batı’nın uyguladığı bu strateji, ahlâkî olarak büyük bir ikiyüzlülüktür. Kendi ülkelerinde özgürlükten bahsedenler, İslam coğrafyasında baskıcı liderleri desteklemişlerdir. “Demokrasi” dedikleri şey, kendi çıkarlarına hizmet ettiği sürece geçerlidir.

Akıl ve hikmetle bakıldığında; suç sadece Batı’da değildir. İslam dünyasının kendi içinden çıkan yöneticiler, emaneti ehline vermemiş, kendi halkına yabancılaşmış, koltuklarını korumak için dış güçlere teslim olmuşlardır. Böylece ümmetin bağımsızlık umudu defalarca hüsrana uğramıştır.

İbret ve Hikmet

Batı’nın oyunları bellidir: Böl, zayıflat, yönet.

Müslüman halkların gafleti acıdır: İtaat yerine itiraz gerektiğinde susmak.

Liderlerin zaafı açıktır: Kendi menfaatini ümmetin menfaatinin önüne koymak.

Çıkış Yolu

Tarihî ve sosyal şartlar bize şunu öğretiyor: Kurtuluş, Batı’ya yaslanmakta değil, kendi değerlerimize dönmekte, ümmetin birlik ve kardeşliğinde saklıdır.

Rabbimiz buyuruyor:

“Allah, kendi nefislerinde olanı değiştirmedikçe, bir toplumu değiştirmez.” (Ra’d, 11)

O hâlde çözüm; ilim, ahlak, adalet ve ümmet bilinciyle yeniden ayağa kalkmaktır. Çünkü Batı’nın piyonları gelip geçici, fakat İslam’ın hakikati bakidir.

Sonuç

İslam dünyası, tarih boyunca defalarca aynı oyuna gelmiştir. Bugün bize düşen, ibret almak, aklımızı ve kalbimizi birlikte kullanmaktır. Çünkü Allah’ın vaadi açıktır:

“Şüphesiz Allah, kendi yolunda yekvücut olarak kenetlenmiş bir bina gibi savaşanları sever.” (Saff, 4)

O hâlde, çözüm dışarıda değil; kendi içimizde, imanımızda, kardeşliğimizde ve adaletimizdedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Varoluşun Gayesi ve Sonu

Varoluşun Gayesi ve Sonu

  1. Her Kışın Ardından Bir Bahar Vardır

“Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, NEV-İ BEŞERİN DAHİ BİR SABAHI, BİR BAHARI OLACAK İNŞAALLAH.” sözü, bizlere umut ve yeniden doğuşun evrensel bir yasasını hatırlatır. Doğanın döngüsü, sadece mevsimlerin veya günün değişimini değil, aynı zamanda insanlığın yaşadığı zorlukların ve karanlık dönemlerin de geçici olduğunu simgeler.
Tarih, insanlık için sıkıntılı dönemlerle doludur: savaşlar, felaketler, hastalıklar… Ancak her kışın ardından gelen bahar gibi, insanlık da her zorluktan sonra yeni bir başlangıca uyanmıştır. Bu başlangıç, sadece fiziksel bir yeniden doğuş değil, aynı zamanda manevi bir yükseliştir. İnsanlık, bu çetin sınavlardan dersler çıkararak, daha güçlü ve daha bilinçli bir hale gelmiştir. Bu nedenle, içinde bulunduğumuz karanlıklar ne kadar derin olursa olsun, insanlığın da bir sabahı ve baharı mutlaka gelecektir. Bu inanç, bizlere zor zamanlarda ayakta durma gücü verir.

  1. Kâinatın Anahtarı: Kudret ve İrade

“Ancak Onun kudretiyle, iradesiyle her müşkil hallolur ve kapalı kapılar açılır.” sözü, acizliğimizin farkına varıp ilahi kudrete teslim olmanın önemini anlatır. Hayatımız boyunca pek çok zorlukla, aşılmaz gibi görünen engellerle karşılaşırız. Bu anlarda, kendi gücümüzün ve irademizin sınırlarını hissederiz. Tam da bu noktada, kapalı kapıları açacak tek kudretin Allah’a ait olduğu gerçeği ortaya çıkar.
İnsanlık tarihi, bu gerçeğin sayısız örneğiyle doludur. Peygamberlerin mucizeleri, zorlu savaşlarda gelen beklenmedik yardımlar veya kişisel hayatımızdaki umutsuz durumlarda aniden ortaya çıkan çözümler… Tüm bunlar, ilahi kudret ve iradenin tecellisidir. Bu inanç, bizlere, en zor anlarda bile umutsuzluğa kapılmamayı ve Allah’a tevekkül etmeyi öğretir. Zira her kapalı kapı, doğru anahtarla açılmayı bekler; o anahtar da Allah’ın kudretindedir.

  1. Varoluşun Gayesi: İman ve Kulluk

“Cinleri ve insanları ancak Bana iman ve ibadet etsinler diye yarattım.” (Zâriyât Sûresi, 51:56) ayeti ve açıklaması, varoluşumuzun temel amacını en net şekilde ortaya koyar. İnsan, bu dünyaya sadece yemek, içmek ve eğlenmek için gelmemiştir. Hayatının bir anlamı ve yüksek bir gayesi vardır: Yaratıcısını tanımak ve O’na ibadet etmek.
İnsanın fıtratında, sonsuzluğa olan bir arzu ve kemale ulaşma isteği vardır. Bu istek, fıtratın gereğidir. Oysa bu dünyadaki maddi zevkler ve başarılar, geçicidir. Ayette belirtildiği gibi, insanın ebedi yaşama olan arzusunun anahtarı, iman ve marifetullahtır (Allah’ı bilmek ve tanımak). Bu yüce gayenin dışında kalan her şey, insanlık için değersizdir. Çünkü insanı gerçek manada tatmin edecek olan, ancak sonsuz bir varlığa yönelmek ve O’nunla bağ kurmaktır.

  1. Ölümden Sonraki Hayat: Hakiki Kurtuluş

“Ölüm, muzır hayvanlarla dolu bir hapisten geniş bir sahraya çıkmak gibidir. Binaenaleyh ruh, cesed kafesinden çıkarsa necat bulur.” sözü, ölümü bir yok oluş değil, bir kurtuluş ve özgürleşme olarak tasvir eder. İnsan bedeni, ruhu için bir kafes gibidir. Bu dünya ise, geçici sıkıntılarla ve tehlikelerle dolu bir hapishanedir. Ölüm, bu hapisten kurtuluştur ve ruhun sonsuzluğa, geniş bir sahraya çıkışıdır.
Ayrıca, “Ölüm olmasaydı, küre-i Arz nev’-i beşeri istîab edemezdi ve nev’-i beşer müdhiş perişaniyetlere maruz kalırdı.” ifadesi, ölümün varlığının, insanlık için bir rahmet olduğunu anlatır. Eğer ölüm olmasaydı, dünya nüfusu taşıyamaz ve kaynaklar tükenirdi. Bu durum, insanlık için büyük bir perişanlığa sebep olurdu. Ölüm, hem bireysel hem de toplumsal bir denge unsurudur.

Son olarak, “Gözünü açıyorsun ‘Doğdu’ diyorlar… Gözünü kapıyorsun ‘Öldü’ diyorlar… Bu ‘Göz Kırpış’a ‘Ömür’ diyorlar” sözü, hayatın bir göz açıp kapama kadar kısa olduğunu ve asıl olanın, bu kısacık süreyi anlamlı kılmak olduğunu özetler.

Makalenin Özeti
Bu makale, dört farklı manevi metinden yola çıkarak varoluşun temel sorularına cevap aramaktadır. İlk olarak, tabiatın döngüsü üzerinden karanlıkların ardından mutlaka bir aydınlık geleceği anlatılır ve bu inancın insanlığa umut aşıladığı belirtilir. İkinci olarak, karşılaşılan zorlukların ancak ilahi kudretle aşılabileceği ve Allah’a tevekkülün kapalı kapıları açacağı fikri işlenir. Üçüncü kısım, ayet-i kerime ile insanın yaratılış gayesinin Allah’ı tanımak ve O’na ibadet etmek olduğu gerçeğine odaklanır.
Son olarak, ölümün bir yok oluş değil, ruhun beden hapishanesinden kurtuluşu olduğu ve aynı zamanda dünyanın düzenini sağlayan ilahi bir rahmet olduğu anlatılır.
Makale, hayatın geçiciliğini, varoluşun amacını ve ölümün bir son değil, yeni bir başlangıç olduğunu anlatarak manevi bir bütünlük sunar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Ahiret, Kulluk ve İbret

Ahiret, Kulluk ve İbret

  1. Dünya Bir Handır, Ahiret Bir Menzil

“Dünya, öldükten sonra ahiret olarak diriltilecektir. Dünya harap edildikten sonra, o dünyayı yapan zat, yine daha güzel bir surette onu tamir edecek, ahiretten bir menzil yapacaktır.” sözü, bizlere hayatın geçiciliğini ve ölümden sonraki sonsuz yaşamın varlığını hatırlatır. Dünya, sonu olan bir misafirhanedir. Her insan bu handan geçerken ardında izler bırakır. İyilikle, güzellikle süslenmiş bir dünya hayatı, ahiret menziline doğru atılan en sağlam adımdır.
İnsanlık tarihi, sürekli bir yıkım ve yeniden inşa döngüsü üzerine kuruludur. Şehirler yıkılır, medeniyetler yok olur; ancak her yıkımın ardından, daha güzel, daha mükemmel bir yapı kurulur. Bu, ilahi bir sanattır. Sanatçı, eserini her zaman daha mükemmel bir şekilde yeniden oluşturur. Dünya da ilahi sanatın bir eseridir. Bugün sahip olduğumuz her şey, bir gün yok olacaktır; ancak bu yok oluş, daha büyük ve sonsuz bir varlığa, ahirete bir geçişin habercisidir. Ahiret, bu geçici dünyanın tüm sıkıntılarından, kusurlarından arındırılmış, sonsuz bir huzur ve güzellik yurdudur.

  1. Kulluk ve İbadetin İki Yüzü

“Evet ibadet iki kısımdır: Bir kısmı müsbet, diğeri menfi. Müsbet kısmı malûmdur. Menfî kısmı ise, hastalıklar ve musibetlerle musibetzede za’fını ve aczini hissedip Rabb-i Rahîmine ilticâkârane teveccüh edip, onu düşünüp, ona yalvarıp hâlis bir ubudiyet yapar. Bu ubudiyete riya giremez, hâlistir. Eğer sabretse, musibetin mükâfatını düşünse, şükretse, o vakit herbir saati bir gün ibadet hükmüne geçer.” sözleri, ibadetin sadece namaz kılmak, oruç tutmak gibi bilinen (müsbet) eylemlerden ibaret olmadığını, aynı zamanda hastalık ve musibetler karşısında gösterilen sabır ve teslimiyetin (menfi) de en halis ibadetlerden olduğunu anlatır.

İnsan, zayıf ve aciz bir varlıktır.

Hastalık ve musibetler, bu acziyeti en derinden hissettiği anlardır. Bu anlarda, insan tüm gücünü ve kontrolünü kaybeder. İşte bu noktada, kişi Rabbine yönelir, O’na yalvarır. Bu yöneliş, riyadan uzak, samimi bir kulluktur. Çünkü musibetin ortasında Allah’a sığınmaktan başka çaresi kalmamıştır. Her saatini büyük bir sabırla geçiren musibetzede, her zorluğa şükürle karşılık veren kişi, bu sabrın ve şükrün karşılığında saatlerini günlere bedel bir ibadetle doldurur. Hastalıklar, musibetler, aslında bizlere gizlenmiş bir lütuftur ve birer ibadet fırsatıdır.

  1. Yaratılışın Gayesi: Kulluk

“Aslan gibi hayvanların diş ve pençelerine bakılırsa, iftiras ve parçalamak için yaratılmış oldukları anlaşılır. Ve kavunun, meselâ, letafetine dikkat edilirse, yemek için yaratılmış olduğu hissedilir. Kezalik insanın da istidadına bakılırsa, vazife-i fıtriyesinin ubudiyet (kulluk) olduğu anlaşıldığı gibi…” sözleri, yaratılıştaki amaç ve gayeyi gözler önüne serer. Her varlık, kendisindeki özelliklere göre belirli bir amaca hizmet eder. Aslan, avlanmak ve parçalamak için; kavun ise tadı ve kokusuyla insanlara lezzet sunmak için yaratılmıştır.
Bu örnekler, insanın yaratılış amacını anlamamız için birer anahtardır. İnsanın sahip olduğu akıl, vicdan, merhamet ve ilim gibi yetenekler, onun sadece dünyevi işlerle meşgul olmak için değil, daha büyük bir gaye için yaratıldığının işaretidir. İnsan, fıtratında bulunan bu yetenekleri kullanarak kendi vazifesi olan kulluk görevini yerine getirir. Bu görevi yerine getirirken, dünya ve ahiret dengesini kurar ve evrendeki yerini idrak eder.

  1. İbret ve Musibetin Sırrı

“Evet fıskla bozulan bir adam, bataklığa düşüp çıkamıyan bir şahıs gibi çokların da o bataklığa düşmelerini istiyor ki, maruz kaldığı o dehşetli halet, bir parça hafif olsun. Çünkü musibet umumî olursa, hafif olur.” sözü, ahlaki çöküşün tehlikesini ve ibret alınması gereken bir durumu anlatır. Günah ve ahlaksızlık batağına saplanmış bir kişi, yalnız kalmak istemediği için, başkalarını da kendi durumuna çekmeye çalışır. Bu durum, musibetin yayılmasının getirdiği göreceli bir hafifleme hissinden kaynaklanır.
Ancak, bir musibet umumileştiğinde, yani herkesi etkilediğinde, bu durum hafiflemek yerine toplumsal bir felakete dönüşür. Bireysel hatalar, toplumsal yıkımları beraberinde getirir. Tarih boyunca, ahlaki yozlaşma ve günahların yaygınlaştığı toplumlar, ağır felaketlerle yüzleşmişlerdir. Bu, bizlere ibret alınacak bir derstir. Her bireyin kendi ahlaki duruşunu koruması ve iyiliği yayması, toplumun genel huzuru ve selameti için elzemdir.

Makalenin Özeti
Bu makale, dört farklı kaynaktan alınan hikmetli sözleri bir araya getirerek, insanın varoluş yolculuğunu, bu yolculukta karşılaştığı sınavları ve nihai amacını ele almaktadır.
Makale, dünyanın geçici bir misafirhane, ahiretin ise sonsuz bir menzil olduğunu, insanın bu yolda karşılaştığı hastalık ve musibetlerin en halis ibadetlerden biri olabileceğini anlatır.
Aslan ve kavun örneği üzerinden, her varlığın bir yaratılış gayesi olduğu gibi, insanın da fıtri vazifesinin kulluk olduğunu belirtir. Son olarak, günahın yayılmasının toplumsal bir musibet haline geleceği konusunda ibret verici bir uyarıda bulunur ve her bireyin kendi ahlaki duruşunu korumasının önemine değinir.
Makalenin bütünü, hayatın farklı yönlerini kapsayan, düşündürücü ve manevi bir bütünlük ihtiva etmektedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Nefis Terbiyesi ve İbadet Füturu

Nefis Terbiyesi ve İbadet Füturu

> “Ey dünyaperest nefsim! Acaba ibadetteki füturun ve namazdaki kusurun meşâgil-i dünyeviyenin kesretinden midir veyahut derd-i maişetin meşgalesiyle vakit bulamadığından mıdır? Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki bütün vaktini ona sarf ediyorsun?”
>
Bu sözler, modern insanın en büyük ikilemlerinden birini, yani dünya meşgaleleri ile manevi hayat arasındaki çatışmayı gözler önüne seriyor. İnsan, genellikle hayatın koşturmacası içinde, geçim derdi ve dünyevi hevesler peşinde koşarken, namaz gibi temel ibadetlerini aksatabilir veya onlara yeterince odaklanamayabilir. Bediüzzaman, bu durumu sert bir soruyla sorgular: “Sırf dünya için mi yaratılmışsın ki bütün vaktini ona sarf ediyorsun?” Bu soru, insana yaratılış gayesini ve bu dünyaya niçin geldiğini hatırlatır. İnsan, sadece bu kısa ömür için değil, sonsuz bir hayat için yaratılmıştır ve asıl yatırımı ahirete yapmalıdır. İbadetler, bu sonsuz hayatın sermayesidir.

Günahın Kalpteki Karanlığı ve Küfre Giden Yol

> “Günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var.”
>
Bu ifadeler, günahın sadece basit bir hata olmadığını, aynı zamanda insanın manevi yapısını derinden etkileyen zehirli bir yara olduğunu anlatır. Tıpkı bir lekenin temiz bir bezi yavaşça kirletmesi gibi, işlenen her günah da kalbi karartır ve zamanla iman nurunu zedeler. Bediüzzaman, bu süreci “katılaştırmak” olarak tanımlar. Katılaşan bir kalp, artık Allah’ın ayetlerinden, nasihatlerden ve ibadetlerden lezzet alamaz hale gelir. En tehlikelisi ise, her bir günahın içinde gizli bir “küfre gidecek yol” barındırmasıdır. Bu, küçük görülen günahların bile zamanla kişiyi imandan uzaklaştırıp inkâra sürükleme potansiyelini taşır. Bu yüzden günahlar hafife alınmamalı, aksine her biri kalbi temiz tutma mücadelesinin bir parçası olarak görülmelidir.

Dünyevi Yaralar ve Ebedi Hayatın Tehdidi

> “Hazret-i Eyyub Aleyhisselâm’ın yaraları, kısacık hayat-ı dünyeviyesini tehdit ediyordu. Bizim mânevî yaralarımız, pek uzun olan hayat-ı ebediyemizi tehdit ediyor.”
>
Hazreti Eyyub’un (as) çileli hayatı, sabrın ve tevekkülün en büyük örneğidir. O’nun bedeni yaraları, bu kısa dünya hayatını tehdit ederken, Bediüzzaman bu durumu bir metafor olarak kullanarak, manevi yaralarımızın çok daha büyük bir tehlike arz ettiğini belirtir. Günahlar, manevi hastalıklar ve kalpteki kusurlar, tıpkı Hazreti Eyyub’un beden yaraları gibi ruhumuzu hasta eder. Ancak bu hastalık, sadece geçici olan dünya hayatımızı değil, sonsuz olan ahiret hayatımızı tehlikeye atar. Dünyevi hastalıklar bir gün biterken, manevi yaraların tedavisi ertelendiğinde, telafisi mümkün olmayan kayıplara yol açabilir. Bu nedenle, kalbi ve ruhu temiz tutmak, ebedi mutluluğun anahtarıdır.

Cehennem Korkusu ve İbadet Gayreti

> “Dünyada hapsin korkusundan en ağır işlerde fütursuz hizmet ettiğin halde, Cehennem gibi bir haps-i ebedînin havfı, en hafif ve lâtif bir hizmet için sana gayret vermiyor mu?”
>
Bu sözler, insan psikolojisindeki korku ve motivasyon mekanizmasını çok etkili bir şekilde kullanır. İnsan, dünyevi bir hapis cezasından kurtulmak için en zor işlere bile katlanabilirken, sonsuz bir hapis olan cehennemden kaçınmak için neden daha az gayret gösteriyor? Bediüzzaman, burada bir çelişkiye dikkat çeker. Dünyevi hapishanenin acısı ve süresi sınırlıyken, cehennemin azabı ve süresi sonsuzdur. Dolayısıyla, bu sonsuz azaptan kurtulmak için yapılması gereken ibadetler, dünyevi meşakkatlerle karşılaştırıldığında “en hafif ve latif hizmetler” olarak nitelendirilir. Bu, insana ibadetleri bir yük olarak değil, sonsuz bir kurtuluşun en kolay yolu olarak görmesi gerektiğini hatırlatır.

Kur’an’ın Kalplere Şifası

> “Kur’an kalblere kut ve gıdadır. Ruhlara şifadır. Gıdanın tekrarı kut’u artırır. Tekerrür etmekle daha me’luf ve me’nus olduğundan, lezzeti artar.”
>
Bu cümleler, Kur’an’ın insan hayatındaki temel rolünü açıklar. Kur’an, sadece bir dini metin değil, aynı zamanda kalplerin manevi gıdası ve ruhların şifasıdır. Tıpkı bedenin yaşamak için beslenmeye ihtiyacı olduğu gibi, kalbin de manevi olarak beslenmeye ihtiyacı vardır. Kur’an, bu ihtiyacı en iyi şekilde karşılar. Onun tekrar tekrar okunması, ezberlenmesi ve üzerinde düşünülmesi, yemeğin tekrar tekrar yenmesi gibi bıkkınlık vermez; aksine, onun manevi lezzetini ve faydasını artırır. Kur’an okuyarak, insan ruhu hastalıklardan arınır, kalp huzura kavuşur ve bu dünyadaki manevi zorluklara karşı direnci artar.

Makale Özeti
Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan iktibas edilen metinler aracılığıyla, insanın manevi hayatına dair temel dersleri sunmaktadır.
İlk olarak, dünyevi meşgalelerle boğuşan nefsin ibadet füturunu sorgular ve insanın yaratılış amacını hatırlatır.
Ardından, günahın kalbi nasıl katılaştırıp imanı zedelediğini ve her bir günahın içinde gizli bir küfür yolunun bulunduğunu anlatır. Hazreti Eyyub’un (as) kıssasıyla, manevi yaraların dünyevi dertlerden çok daha tehlikeli olduğunu, çünkü ebedi hayatı tehdit ettiğini anlatır.
Cehennem korkusunun, dünyevi hapis korkusundan daha güçlü bir ibadet motivasyonu olması gerektiğini belirterek, insanın çelişkili tutumuna dikkat çeker. Son olarak, Kur’an’ın kalplere gıda ve ruhlara şifa olduğunu, tekrar tekrar okundukça manevi lezzetinin arttığını anlatarak, bu manevi yolculukta Kur’an’ın merkezi rolünü öne çıkarır.
Tüm bu konular, insanın bu kısa dünya hayatını, ebedi ahiret hayatına hazırlık için en verimli şekilde kullanması gerektiği ortak mesajını taşır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com