Varoluşun Gayesi ve İnsanlığın Sorumlulukları

Varoluşun Gayesi ve İnsanlığın Sorumlulukları

  1. Bütün Meselelerin Çözümü: Yalnız Allah’a İntisap

(Bediüzzaman Said Nursi) “Senin Hâlık’ın Olan şu memleketin Mâlik-i Hakîkî’sinin Emrine herşey Müsahhardır, Herşeyin dizgini Onun elindedir, Ona intisabın yeter.” sözü, hayatın karmaşık sorunları karşısında insanın yönelmesi gereken tek adresi işaret eder. İnsan, içinde yaşadığı kainatta kendisini güçsüz ve yapayalnız hissedebilir. Maddi güçler, politik sistemler ve sosyal baskılar karşısında çaresiz kalabilir. Ancak bu söz, bizlere tüm bu sıkıntıların yegâne çözümünün, varlıkların dizginini elinde tutan Yaratıcı’ya yönelmek olduğunu öğretir.

Bir medeniyetin, bir toplumun veya bir bireyin başarıya ulaşması, ancak her şeyin gerçek Sahibi’ne, Mâlik-i Hakîkî’ye (Gerçek Sahip) bağlı olmakla mümkündür. İnsan, O’na teslim olduğunda, sadece kendi hayatını düzene sokmakla kalmaz, aynı zamanda çevresindeki tüm varlıklarla uyum içinde yaşamaya başlar. Ona intisap etmek, yani O’na bağlanmak, en büyük güvence ve huzur kaynağıdır.

  1. Hürriyetin Sınırları ve Gerçek Anlamı

“Hürriyetin şe’ni odur ki; ne nefsine, ne gayriye zararı dokunmasın.”
Bu söz, modern çağın yanlış anlaşılan kavramlarından biri olan “hürriyet”e (özgürlüğe) yeni bir bakış açısı getirir. Yaygın düşüncenin aksine, özgürlük sınırsızlık değil, sorumluluktur. Gerçek hürriyet, bireyin ne kendine ne de başkasına zarar vermediği bir alanda yaşamasını ifade eder.
Eğer bir kişi, kendi özgürlüğünü başkasının haklarını ihlal ederek kullanırsa, bu özgürlük değil, bir kargaşadır. Toplumsal düzenin ve ahlaki değerlerin korunması, bu temel ilkeye dayanır. İnsan, kendi nefsine zarar veren alışkanlıklardan (bağımlılıklar, kötü huylar) uzak durmalı, aynı zamanda diğer insanlara karşı saygılı olmalıdır. Gerçek özgürlük, başkalarının da özgürlüğünü güvence altına alan bir eylemdir.

  1. Aile Hayatının Temel Taşı: Karşılıklı Hürmet ve Muhabbet

“Medeniyet, kadınları yuvalarından çıkarıp, perdelerini yırtıp , beşeri de baştan çıkarmıştır. Halbuki, aile hayatı, kadın-erkek mabeyninde mütekabil hürmet ve muhabbetle devam eder. Halbuki, açık saçıklık, samimî hürmet ve muhabbeti izale edip ailevî hayatı zehirlemiştir.”
Bu sözler, modernleşmenin aile üzerindeki olumsuz etkilerine dikkat çeker. Yüzyıllardır toplumun temel taşı olan aile kurumu, günümüzde ciddi tehdit altındadır.
Metin, ailenin temeli olan karşılıklı saygı ve sevginin önemini anlatır. Kadın ve erkek arasındaki bu bağ, toplumu ayakta tutan en güçlü yapıştırıcıdır. Ancak, ahlaki sınırları hiçe sayan ve mahremiyeti ortadan kaldıran bir yaşam tarzı, bu samimi hürmet ve sevgiyi yok etmektedir. Aile hayatının zehirlenmesi, bireysel mutsuzlukların yanı sıra toplumsal çöküşü de beraberinde getirir. Gerçek medeniyet, aileyi güçlendiren, bireyleri koruyan ve ahlaki değerleri yücelten medeniyettir.

  1. Salavat: Rahmete Ulaşmanın Vesilesi

“Sen salavatı kendine, o Rahmeten-lil-Âlemîn’e vesile yap ve o zâtı da rahmet-i Rahman’a vesile ittihaz et.”
Bu söz, salavatın (Peygamber Efendimiz’e dua ve selam göndermek) manevi dünyamızdaki önemini ve fonksiyonunu açıklar. Salavat, sadece bir ibadet değildir; aynı zamanda bir vesile, yani bir aracıdır.
Salavat getiren bir insan, bu eylemiyle hem kendisi için bir rahmet kapısı açar, hem de evrenin rahmet kaynağı olan Rahmeten-lil-Âlemîn’e (Alemlere Rahmet Olan) bağlılığını gösterir. O büyük şahsiyet ise, Allah’ın rahmetine ulaşmak için bir aracıdır. Bu manevi zincir, insanı doğrudan ilahi rahmetin kaynağına ulaştırır. Salavat, bu zincirin en önemli halkasıdır ve bu yönüyle büyük bir hikmet taşır.

  1. En Büyük Güvence: Allah Dost Olarak da Yeter, Yardımcı Olarak da Yeter

“ALLAH SİZE DOST OLARAK DA YETER, YARDIMCI OLARAK DA YETER.” [Nisâ Sûresi 45. Ayet]
Bu ayet, insanın hayatında aradığı en büyük dost ve en güvenilir yardımcının kim olduğunu açıklar. İnsan, sosyal bir varlık olduğu için dostluğa, zor anlarında ise yardıma ihtiyaç duyar. Ancak dostluklar bazen zayıf düşebilir, yardımlar yetersiz kalabilir.
Bu ayet, her durumda güvenebileceğimiz tek varlığın Allah olduğunu bildirir. O, bizlere en yakın dosttur ve en zor zamanlarda bile yardıma hazırdır. Bu inanç, insana büyük bir iç huzur ve cesaret verir. Hayatın karmaşasında yalnız hissettiğinde, tüm kapılar yüzüne kapandığında, en büyük dostunun ve yardımcısının hep yanında olduğunu bilmek, insanı ayakta tutar.

Makalenin Özeti
Bu makale, farklı metinlerden hareketle insan yaşamının temel dinamiklerini ve manevi ilkelerini ele almaktadır. İlk olarak, insanlığın her türlü meselesinin çözümünün Allah’a bağlanmaktan geçtiği ve her şeyin dizgininin O’nun elinde olduğu anlatılır. Ardından, gerçek özgürlüğün, bireyin kendine ve başkalarına zarar vermediği bir sorumluluk alanı olduğu belirtilir.
Üçüncü bölümde, aile hayatının temelinin karşılıklı sevgi ve saygı olduğu ve modernleşmenin bu bağı zedelediği anlatılır.
Dördüncü kısım, salavatın manevi önemini ve Allah’ın rahmetine ulaşmak için bir vesile olduğunu açıklar.
Son olarak, Kur’an ayetiyle, insanın en güvenilir dost ve yardımcısının Allah olduğu ve bu bilincin insana huzur ve güç verdiği anlatılır. Makale, bu beş konuyu bir bütünlük içinde işleyerek, hayatın manevi temellerine dair derin ve düşündürücü bir bakış açısı sunar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




ABD, İngiltere ve İsrail’in Yüzyıllık Projesi: PKK ve Ortadoğu’nun Geleceği – 1 –

ABD, İngiltere ve İsrail’in Yüzyıllık Projesi: PKK ve Ortadoğu’nun Geleceği – 1 –

Ortadoğu coğrafyası, sadece petrol ve enerji kaynaklarıyla değil; aynı zamanda jeopolitik konumu, dinî ve etnik çeşitliliğiyle de küresel güçlerin daima göz bebeği olmuştur. Yüz yıldır bu bölgede oynanan satrançta taşlar hiç değişmedi: İngiltere, ABD ve son yüzyılda İsrail. Bu üçlünün temel hedeflerinden biri, parçalanmış ve zayıflatılmış devletler üzerinde kendi çıkarlarını garanti altına almaktır. Bu açıdan Kürt kartı, özellikle de PKK üzerinden şekillenen terör politikaları, modern Ortadoğu tarihinin en kanlı dosyalarından birini oluşturmaktadır.

  1. Yüz Yıllık Planın Kökleri

Birinci Dünya Savaşı sonrası Ortadoğu haritasını yeniden çizen Sykes-Picot Anlaşması, bölgenin geleceğini ipotek altına aldı. İngiltere ve Fransa, Osmanlı sonrası coğrafyayı parçalayarak suni devletler kurdu. Bu planın en önemli eksenlerinden biri, ileride kurulabilecek bir “Kürt devleti” fikriydi. Ancak bu proje, bölgede güçlü devletler (Türkiye, İran, Irak, Suriye) tarafından sürekli engellendi.

Bununla birlikte, İsrail’in kuruluşu (1948) sonrası “ikinci bir İsrail” olarak tabir edilen sosyalist Kürt devleti projesi, özellikle İngiltere ve daha sonra ABD tarafından gündemde tutuldu.

  1. PKK ve Elli Yıllık Kanlı Tarih

1970’lerde sahneye çıkan PKK, sadece Türkiye’ye karşı değil, bölgedeki bütün Müslüman halklara karşı kullanılan bir aparat oldu. Marksist-Leninist ideoloji ile kurulan örgüt, halkın değerlerinden uzak, Batılı istihbaratların yönlendirdiği bir yapıydı. ABD ve Avrupa’nın himayesinde büyüyen PKK, 1990’lardan itibaren özellikle ABD’nin Orta Doğu’ya müdahaleleriyle birlikte güçlendi.

Bugün itiraf edilen bir gerçek var: ABD, Suriye’de PKK/PYD’ye 50 binden fazla TIR dolusu silah yardımında bulundu. Bu, sadece “DEAŞ ile mücadele” bahanesiyle açıklanamaz. Asıl hedef, Türkiye ve bölgeyi kuşatacak bir terör devleti kurmaktır.

  1. İsrail ve Arz-ı Mev’ud Hedefi

İsrail’in en büyük stratejisi, “Büyük İsrail” veya Arz-ı Mev’ud projesidir. Bu düşünceye göre Nil’den Fırat’a uzanan coğrafya İsrail’in vaadedilmiş toprağıdır. Bu hedefe ulaşmak için bölge devletlerinin güçsüzleştirilmesi, parçalanması gerekir. İşte tam da burada bir Kürt devleti, İsrail için bir güvenlik kuşağı ve ileri karakol rolü üstlenmektedir.

PKK/PYD, İsrail ile açıktan görüşmeler yapmakta, İsrail de bu yapıya doğrudan destek vermektedir. ABD’nin tutumundaki zikzaklar da çoğu zaman Tel Aviv’in baskısıyla şekillenmektedir.

  1. ABD’nin İki Yüzlülüğü

ABD’nin Suriye elçisi Tom Barak’ın “PKK’sız Suriye devleti” söyleminden geri adım atması, Washington’un klasik ikiyüzlülüğünü bir kez daha ortaya koydu. Zira ABD’nin bölgedeki varlığı hiçbir zaman dürüst olmadı. Irak işgalinden Suriye iç savaşına, Afganistan’dan Filistin meselesine kadar ABD, daima kendi çıkarlarını önceledi ve müttefiklerini yarı yolda bıraktı.

Bugün Türkiye’nin sert tavrı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Kılıç kınından çıkarsa kaleme yer kalmayacak” sözü, işin ciddiyetini gösteriyor. Türkiye artık sadece terörle mücadele değil, bir medeniyet mücadelesi yürütüyor.

  1. PKK’nın Silah Bırakma İhtimali

Gündemde zaman zaman “PKK’nın silah bırakması” tartışmaları dolaşıyor. Ancak bunun üç ihtimali bulunuyor:

  1. Büyük Oyunun Görülmesi: PKK, kendisinin sadece bir taşeron olduğunu fark edebilir.
  2. Kaçacak Yer Kalmaması: Sahada ve siyasette köşeye sıkışan örgüt, mecburen geri adım atabilir.
  3. Yeni Bir Oyun: Öncekilerde olduğu gibi, “silah bırakma” süreci bir kez daha Batılı istihbaratların senaryosuyla manipüle edilebilir.
  4. Sonuç: Uyanık Olmak Zorundayız

Elli yıllık PKK terörü, yüz yıllık Batı planının bir parçasıdır. ABD ve İngiltere’nin tarihi entrikaları, İsrail’in Arz-ı Mev’ud hayali ile birleşmiştir. Bugün yaşadığımız bütün süreçler, bu büyük oyunun güncellenmiş versiyonudur.

Ancak Türkiye artık eski Türkiye değildir. Bölgesel güç olarak, hem askerî hem siyasî olarak bu planları bozacak kararlılığı göstermektedir. Tarih boyunca olduğu gibi, milletimizin feraseti ve devletimizin stratejik iradesi, bu oyunları bozacaktır.

📌 Son Söz:
Ortadoğu’nun kaderi, Batılıların cetvel ve kalemle çizdiği sınırlarla değil; bölge halklarının birliği ve İslam dünyasının uyanışı ile yeniden yazılacaktır. ABD’nin ikiyüzlülüğü, İngiltere’nin sinsi planları ve İsrail’in arzuları boşa çıkarılmadıkça bölgeye barış gelmeyecektir. Türkiye’nin kararlı duruşu, bu karanlık planların en büyük engelidir.

İbretli Kissa:

“Tarih boyunca İngiliz denizciler gemilerde farelerle savaşmak için bir yöntem uyguladılar.
Duyulmamış bir hikayedir, genelde eski gemiciler bilir.

Çok akılcı hikaye;

Farelerin davranış özelliklerini çok iyi bilen bu İngiliz denizciler; öncelikle yakaladıkları bir fareyi kapalı bir teneke içine koyup onu 3-4 gün aç bıraktıktan sonra yakaladıkları diğer küçük fareyi bu kutu içine atarlar. Açlıktan gözü dönmüş fare bu fareyi hemencecik midesine
indirir.

Bu işleme tenekedeki fare yamyam fareye dönüşünceye kadar devam ederler .Bu fare iyice semirmiş ve kuvvetlenmiş olur.

Sonra bu fareyi geminin içine salarlar; şimdi artık gemi içinde tebdili kıyafet gezen bir fare oluşmuştur. Diğer fareler bu fare kendileri gibi aynı kökten geldiği için hiç şüphelenmez  Ama aslında; bu fare güçlü kuvvetli bir yamyam faredir ama bunu diğerleri fark etmemiştir.

Yamyam fare rahatlıkla diğer farelerin yanına rahatlıkla sokulur ve fareleri teker teker yer.

Bu şekilde gemi de farelerden temizlenmiş olur.
Bu yöntem İngilizler icin her yerde ve her durumda kullanılan bir yöntemdir.
Çünkü; İngilizler tecrübelerden ve tarihten hep dersler alarak geleceklerini, iç ve dış
politikalarını yönlendirirler.

Bazen seçtikleri fare ile milliyetçiligi hedeflerler bazen ekonomiye yön verirler bazende dini sembollerle fareleri semizletip yamyam fareye dönüştürürler.

Bir nesli, bir ekonomiyi ve bir devleti veya bir bölgeyi yeniden düzenlemek için kullanırlar.

İçimize eğitilmiş, beyni yıkanmış ve çeşitli yollarla semirtilmiş olarak giren yamyam farelerden mümkün olduğu kadar uzak durmamız , onların yamyamlaşmasına izin vermememiz ve sürekli kapan kullanmamız gerekir.

Şimdi aramızdaki bu yamyam farelere dikkat.”( İktibas)

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Gençliğin Değeri, İmanın Derinliği ve İlahi İradenin Tecellisi: Kainatı Okumak

Gençliğin Değeri, İmanın Derinliği ve İlahi İradenin Tecellisi: Kainatı Okumak

Hayatın en kıymetli hazinelerinden biri olan gençlik, sadece fiziksel bir enerji ve dinamizm dönemi değil, aynı zamanda manevi bir sermayedir. Metin, bu gerçeği çok çarpıcı bir şekilde ifade ediyor: “Gençlik, vazife-i diniyesini bilip sû-i istimal etmeyenlere, kıymettar, zevkli bir nimet-i İlâhiye’dir.” Gençlik, yanlış yollarla harcanmadığında, Allah’ın insanlara bahşettiği en büyük lütuflardan biridir. Bu dönemde kazanılan her manevi değer, geleceğin temelini oluşturur. Tarihte, İslam medeniyetinin zirveye çıktığı dönemlere baktığımızda, gençlerin bu bilinçle hareket ettiğini görürüz. Fatih Sultan Mehmet gibi çağ açıp çağ kapayan liderler, genç yaşta bu bilinçle hareket etmişler, gençliklerini heva ve heves uğruna israf etmemişlerdir. Gençlik, dinî görevlerini bilerek ve kötüye kullanmayarak yaşandığında, hem dünyada hem de ahirette insana tarifsiz bir lezzet ve kıymet kazandırır. Bu, fani dünyada dahi insanı manevi bir olgunluğa ve huzura ulaştıran ilahi bir nimettir.
Bu manevi olgunluğun temelinde, sarsılmaz bir iman-ı tahkikî yani tahkike dayalı, kesin bir iman yatar.

İkinci metin bu imanın derinliklerini çok güzel anlatıyor: “İman-ı tahkikînin bir mertebesi de aynelyakîn derecesidir ki pek çok mertebeleri var. Belki esma-i İlahiye adedince tezaühür dereceleri var. Bütün kâinatı bir Kur’an gibi okuyabilecek derecesine gelir.”
Bu dereceye ulaşan bir mümin, artık sadece kulaktan dolma bilgilerle değil, bizzat gözlem ve tecrübeyle iman eder. Etrafındaki her şeyi, her bir zerreyi, ilahi isimlerin birer tecellisi olarak görmeye başlar. Bir çiçeğin açışında Rahman isminin, bir dağın heybetinde Kâdir isminin, bir okyanusun dalgalarında Celil isminin yansımalarını okur. Bu makam, insanı sadece imanın kabulüne değil, bizzat şahitliğine götürür.

İbn Arabi’nin “Her şeyde Hakk’ı müşahede etmek” sözü, bu makamın bir yansımasıdır. Bu, tüm kainatın birer harf, birer kelime olduğu ve o harfleri okuyabilen kişinin de hakikate ulaşabileceği anlamına gelir. Bu mertebeye ulaşanlar için dünya, sırlarla dolu bir kitaba dönüşür ve her olay bir ibret dersi taşır.

Peki, bu iman ve gençlik bilinciyle hareket eden bir mümin, karşısına çıkan zorluklarda nasıl bir duruş sergiler?

İşte tam da bu noktada, diğer metindeki o müstesna hakikat ortaya çıkar:
“Bütün zahiri Sebepler yalnız Birer perdedirler, İcadda da hiç Tesirleri yoktur; Emir ve iradesi olmazsa, Hiçbirşey, Hatta hiçbir zerre Hareket edemez.”
Bu söz, tevekkülün ve Allah’ın mutlak kudretine olan imanın en temel prensibini ifade eder. Dış dünyada gördüğümüz her sebep, sadece birer perdedir. Bir olayın gerçekleşmesi için gereken şartlar, sadece o olayın zahiri sebepleridir. Örneğin, bir çiçeğin açması için toprağa, suya ve güneşe ihtiyaç vardır. Ama o çiçeği yaratan, o tohumun içindeki hayatı var eden, o toprağı, suyu ve güneşi emrine veren Allah’tır. Sebeplere değil, sebepleri yaratana inanmak, insana büyük bir tevekkül ve iç huzur verir. Bu düşünce, tarihte nice mümin komutanın, zorlu savaşlarda zafer kazanmasının arkasındaki güçtür. Onlar, silahlarına, ordularına değil, Allah’ın yardımına güvenirlerdi. Bu inanç, onları yenilmez kılıyordu. Çünkü bilirlerdi ki, hiçbir atom zerre dahi, Allah’ın emri ve iradesi olmadan hareket edemez. Bu, acizliğimizin farkına varıp mutlak kudrete sığınmanın bir ifadesidir.

Son olarak, bu güçlü iman ve tevekkül bilinci, bizi başka bir manevi duruşa götürür:
“Dua ve tevekkül, meyelan-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi; istiğfar ve tövbe dahi, meyelan-ı şerri keser, tecavüzatını kırar.”
İlk metindeki bu söz, makalemizin son halkasıdır.
İyilik yapma meylimiz, yani “meyelan-ı hayr”, dua ve tevekkülle güçlenir. Çünkü dua, acziyetin itirafı, Allah’a sığınmanın ve O’ndan yardım dilemenin en samimi yoludur. Tevekkül ise, bu duaların ardından sonucu Allah’a bırakmaktır. Bu iki kavram, bizi daha iyi bir insan olmaya teşvik eder, iyilik yolunda kararlı adımlar atmamızı sağlar. Öte yandan, kötülük yapma meylimiz, yani “meyelan-ı şer”, istiğfar ve tövbeyle dizginlenir. İstiğfar, hatalarımızdan dolayı pişmanlık duymak ve Allah’tan af dilemektir. Tövbe ise, bir daha o hataya dönmemeye niyet etmektir. Bu iki eylem, nefsin azgınlığını kırar ve bizi kötülüklerden uzak tutar. Gençliğini, imanını ve iradesini bu ilkeler üzerine kuran bir insan, hem bu dünyada hem de ahirette mutluluğu ve huzuru yakalar.

Özet:
Bu makale, dört farklı metindeki hikmetli sözleri birleştirerek, insanın manevi yolculuğunu ele almaktadır.
İlk olarak, gençliğin dini görevlerin bilinciyle yaşandığında nasıl bir ilahi nimet olduğu anlatılır. Ardından, hakiki imanın en üst mertebesi olan aynelyakîn derecesi açıklanır; bu dereceye ulaşan bir kişinin kainatı bir kitap gibi okuyabileceği belirtilir.
Makale, bu derin imanın bir sonucu olarak, tüm zahiri sebeplerin birer perde olduğunu ve her şeyin Allah’ın iradesiyle hareket ettiğini anlatan tevekkül ilkesini işler.
Son olarak, iyilik yapma eğiliminin dua ve tevekkülle, kötülük yapma eğiliminin ise istiğfar ve tövbe ile nasıl kontrol altına alınabileceği anlatılır. Bu dört prensibin birbiriyle olan bağlantısı, insanın manevi hayatını inşa etmesi için bütünlüklü bir yol haritası sunar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Gazze İçin Tarihi Çağrı: Ayasofya’dan Yükselen Vicdan Sesi

Gazze İçin Tarihi Çağrı: Ayasofya’dan Yükselen Vicdan Sesi

Gazze, çağımızın en büyük insanlık dramına, aynı zamanda da en büyük sınavına dönüşmüş durumda. On yıllardır süren işgal, ablukalar ve katliamlar, 2023 sonrası adeta bir soykırım boyutuna ulaştı. Dünya kamuoyunun gözleri önünde yüz binlerce insan yerinden edildi, on binlercesi hayatını kaybetti, kalanlar açlık, susuzluk ve hastalıkla boğuşuyor.

Bu tablo karşısında İslam dünyasının vicdanı İstanbul’da toplandı. Demokrasi ve Özgürlükler Adası’nda 50 ülkeden 150’yi aşkın İslam âlimi bir araya gelerek “İslami ve İnsani Sorumluluk: Gazze” başlığıyla tarihe geçecek bir konferans düzenledi. Bir hafta boyunca süren istişarelerde, ümmetin vicdanını harekete geçirecek kararlar alındı. Hazırlanan raporların, 29 Ağustos Cuma günü Ayasofya-i Kebir Camii’nde kılınacak cuma namazı sonrası tüm dünyaya ilan edilecek olması, bu çağrının manevi ve sembolik değerini daha da artırıyor.

Ayasofya’dan Dünyaya Sesleniş

Ayasofya, tarih boyunca İslam’ın izzetini ve medeniyetin dirilişini temsil eden bir mekân olmuştur. Şimdi ise Gazze için bir vicdan kürsüsüne dönüşüyor. İslam âlimlerinin alacağı kararlar; devletlere, üniversitelere, hukukçulara, iş insanlarına ve tüm insanlığa hitap edecek. “Gazze sadece Filistin’in meselesi değil, ümmetin ortak davasıdır” mesajı Ayasofya’dan yankılanacak.

Batı Dünyasında Çatlayan Sessizlik

Gazze’deki soykırım karşısında Avrupa’da da çatlak sesler yükselmeye başladı. Hollanda’da hükümet krizine sebep olan İsrail karşıtı çıkışlar, Belçika’da sert tartışmalara yol açtı. Kamuoyu baskıları, hükümetleri Filistin’i tanıma noktasında zorlamakta. Avrupa Birliği içinde bile İsrail’e yaptırım uygulanması gerektiğini savunanlar ile koşulsuz destek isteyenler arasında ayrışma büyüyor. Bu tablo, toplumsal vicdanın siyasi duvarları yavaş yavaş aşmaya başladığını gösteriyor.

İslam Dünyasından Mesaj: Ortak Düşman, Ortak Kader

Sudanlı İslam âlimi Dr. Afaf’ın İstanbul’daki açıklamaları, İslam dünyasının müşterek hissiyatını özetler nitelikte:

> “Bizim düşmanımız birdir, mücadelemiz ortaktır, kaderimiz ortaktır. Allah’ın vaadi haktır; biz mutlaka zafere ulaşacağız.”

Gazze’nin yalnızca Filistinlilerin değil, bütün ümmetin davası olduğu, Ayasofya’dan bir kez daha dünyaya ilan edilecek.

Kıtlığın Gölgesinde Gazze

Öte yandan Gazze’de açlık ve kıtlık tehlikesi kritik bir seviyeye ulaştı. IPC raporları, bu kıtlığın tamamen insan eliyle, yani kuşatma ve ambargo politikalarıyla yapıldığını ortaya koyuyor. “Bir gün bile gecikme kabul edilemez” denilen noktada, yardımların engellenmesi doğrudan insanlık suçuna dönüşüyor.

Sonuç: İnsanlığın Vicdan Testi

Gazze meselesi artık yalnızca bir “bölgesel sorun” değil; insanlığın ortak vicdan sınavıdır. İslam dünyası için bu sınav, kardeşlik bağlarını ne ölçüde sahiplendiğini; Batı içinse demokrasi, insan hakları ve adalet söylemlerinin ne kadar samimi olduğunu gösterecektir.

Ayasofya’dan yükselecek çağrı, sadece Müslümanlara değil, bütün insanlığa hitap eden bir vicdan manifestosu olmalıdır:

Gazze’deki soykırıma karşı sesini yükselt,

Zulme ortak olma,

Mazlumun yanında dur,

Ve unutma: Gazze’nin kaderi, insanlığın kaderidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Zat ve Semere: Şerefin Gerçek Kaynağı

Zat ve Semere: Şerefin Gerçek Kaynağı

“Bir şeyin şerefi neslinde değildir, zatındadır. Bir şeyin aslını gösteren semeresidir.”

İnsanoğlu tarih boyunca, soy ve nesep bağlarını büyük bir gurur kaynağı görmüş, asaletini çoğu zaman atalarının şöhretiyle ölçmeye çalışmıştır. Oysa hakikat bize gösteriyor ki, şeref ve kıymet, bir kimsenin soyundan değil; zatından, şahsiyetinden ve ortaya koyduğu fiillerinden kaynaklanır.

Çünkü nesep, kişinin elinde olmayan bir bağdır; insanın iradesiyle kazanılmış bir meziyet değildir. Oysa asıl kıymet, insanın kendi zatında taşıdığı ahlâk, ilim, fazilet ve amellerindedir. İşte bu nedenle “bir şeyin aslını gösteren, onun semeresidir.” Ağacın özünü meyvesi tanıttığı gibi, insanın özünü de ameli ve eseri tanıtır.

  1. Neslin Değil, Zatın Şerefi

Bir insan, hangi soydan gelirse gelsin, eğer zatında fazilet, ahlak ve iman yoksa, şerefli bir geçmiş ona fayda vermez.

Kur’ân da bu hakikati teyit eder:

> “Allah katında en değerliniz, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır.” (Hucurât, 13)

Demek ki Allah katındaki değer, soyda veya malda değil, takvada ve şahsî meziyettedir.

  1. Zatın Hakikatini Gösteren Semere

Her şeyin özünü en iyi anlatan, onun meyvesidir.

Bir ağacın ne olduğunu yaprağı değil, meyvesi söyler.

Bir insanın değerini, lafı değil; ameli ve eseri gösterir.

Bir âlimin kıymetini, unvanı değil; ilmiyle ortaya koyduğu semereler belirler.

İnsanın değeri, onun maharetinin ve eserinin değeridir.

Dolayısıyla, soy ve şekil bir surettir; asıl olan, zatın ürettiği semeredir.

  1. Tarihten İbretler

Hz. Nuh’un oğlu: Nübüvvet hanesinden doğmuştu; fakat iman etmeyince tufanda helak oldu. Nesep, ona fayda vermedi.

Hz. İbrahim’in babası Âzer: Putperest olarak kaldı, oğlunun nübüvveti ona kurtuluş olmadı.

Ebu Cehil: Peygamber Efendimizin akrabası olmasına rağmen, düşmanlıkta en ileri gidenlerden oldu.

Bilâl-i Habeşî: Aslen köleydi; fakat imanıyla, takvasıyla, sabrıyla şereflerin zirvesine çıktı.

Bu örnekler bize gösteriyor ki, asalet kan bağıyla değil; iman, ahlak, sabır ve amel-i salihle kazanılır.

  1. İlmi ve Hikmetli Değerlendirme

Hikmet açısından da zatın kıymeti, kendi hakikatinde aranır.

Aristo: “Bir şey, gayesi ile bilinir” der. Gayesi, onun hakikatini açığa çıkarır.

Gazali: “Amelsiz ilmin, köksüz ağaç gibi olduğunu” söyler. Yani semeresiz ilim kıymetsizdir.

Kıymet, mahiyetin cevherindedir; suretinde değil.

Demek ki, ilim de, insan da, nesil de özünü eserinde ve neticesinde gösterir.

Sonuç ve İbret

Soy sop, nesep ve şöhret gelip geçicidir.

Zatın şerefi, kişinin amellerinde ve meyvesinde saklıdır.

İnsan, özünü semeresiyle isbat eder; ağacın meyvesi onun dili olduğu gibi, insanın da ameli onun dili olur.

O hâlde bize düşen, şerefi soyumuzda değil; zatımızda ve ortaya koyduğumuz semerelerde aramaktır.

“Her ağaç meyvesiyle tanınır. Her insan da ameliyle anılır.”

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Türkiye’nin Asıl Savaşı: İçteki Kripto Zihniyetin Tarihî Serüveni

Türkiye’nin Asıl Savaşı: İçteki Kripto Zihniyetin Tarihî Serüveni

Tarihte milletleri yıkan kuvvet dışarıdan gelmez; asıl çürüme içeriden başlar. Roma’yı çökerterek  kolay lokma haline getiren, Bizans’ı İstanbul surlarının gerisinde çaresiz bırakan, Endülüs’ü tarihten silen, Selçuklu’yu dağıtan daima içteki ihanet, nifak ve kripto zihniyet olmuştur.

Türkiye’nin iki asırlık tarihine bakıldığında da aynı tablo karşımıza çıkar:
Tanzimat’tan 15 Temmuz’a kadar bu milletin önünü kesen, ayağına pranga vuran, iman ve irfanıyla kavga eden hep içerideki işbirlikçiler olmuştur.

  1. Tanzimat ve Islahat (1839 – 1876)

Osmanlı’nın yıkılış süreci dışarıdan top ateşiyle değil, içeriden “medeniyet reformu” adı altında başlatıldı.

Tanzimat Fermanı (1839) ve Islahat Fermanı (1856) Batı’nın baskısıyla çıkarıldı.

Gayrimüslim tebaa imtiyazlı hale getirildi, millet sistemi zedelendi.

“Batılılaşma” adı altında, köklerinden kopmuş, Batı hayranı bir aydın tipi üretildi.

Boylece, Avrupa medeniyetinin sefahat ve dalalet tarafı alınmış, fazilet tarafı terk edilmiştir.

Bu, kripto zihniyetin ilk kurumsallaşma adımıydı.

  1. İttihat ve Terakki Dönemi (1908 – 1918)

Osmanlı’yı çökerten asıl darbe, içeriden geldi.

İttihatçılar, “hürriyet” sloganıyla iktidara geldi; fakat onlardan bunu kimse görmedi.

Devletin kök değerleriyle bağını kopardılar; Batıcı, pozitivist ve materyalist bir elit yetiştirdiler.

  1. Dünya Savaşı’na girmemizin sebeplerinden biri de onların dışarıyla kurduğu gizli ittifaklar oldu.

Kökten kopmuş bu kadrolar, aslında Osmanlı’yı içeriden çözmekle görevlendirilmiş kripto bir zihniyeti temsil ediyordu.

  1. Cumhuriyet’in İlk Yılları (1923 – 1950)

Cumhuriyetin ilanıyla birlikte içerideki kripto zihniyet kökleşti.

Ezan susturuldu, Kur’ân yasaklandı, medreseler kapatıldı.

Milletin asırlık kıyafeti, kültürü, dini hayatı zorla değiştirilmeye çalışıldı.

“Keşke Anadolu Müslüman olmasaydı” diyecek kadar köklerinden kopmuş rektörler, akademisyenler işbaşına getirildi.

Üniversiteler, bürokrasi ve yargı, Batı’nın gözüyle düşünen elitlerin kontrolüne geçti.

İşte bu dönemde dışarıdan gelen tehlike değil, içerideki kendi evlatlarımız kılıklı kripto zihniyet asıl yıkımı yaptı.

  1. Darbeler ve Vesayet (1960 – 1980)

Her on yılda bir milletin iradesine zincir vuruldu.

27 Mayıs (1960): Seçilmiş Başbakan Menderes ve arkadaşları idam edildi.

12 Mart (1971): Ordu içindeki Batıcı kadrolar hükümeti tehdit etti.

12 Eylül (1980): Binlerce insan işkenceden geçti, gençler idam edildi.

Hepsinin arkasında ABD ve Batı vardı; ama işin uygulayıcısı yine içerideki kripto zihniyet oldu.

  1. 28 Şubat Postmodern Darbesi (1997)

“Bin yıl sürecek” dediler; ama aslında kendi ömürlerini tükettiler.

Başörtülü öğrenciler üniversite kapılarından kovuldu.

İmam hatipler kapatıldı, Kur’ân kursları yasaklandı.

Medya, sermaye ve yargı işbirliğiyle milletin değerlerine savaş açıldı.

“Kripto” zihniyetin en belirgin yüzü bu dönemde açığa çıktı. Bir kısmı sözde Müslüman kimliğiyle içeride, bir kısmı Batıcı ideolojilerle dışarıda, ama hepsi aynı merkezden besleniyordu.

  1. FETÖ ve 15 Temmuz (2016)

Kripto zihniyetin en organize ve en tehlikeli versiyonu: FETÖ.

Yıllarca “hizmet” adı altında devletin her kurumuna sızdılar.

Din perdesi altında milletin imanını istismar ettiler.

15 Temmuz’da ABD desteğiyle tankları sokağa sürdüler.

Ama bu defa millet, tarih boyunca görülmemiş bir şekilde yekvücut olup ihanetin yüzüne tokadı indirdi.

  1. İçteki Muhalefet: Bugün ve Yarın

Bugün Türkiye ile İsrail arasında bir savaş çıksa, ilk karşı çıkacak olan yine içerideki kripto zihniyet olacaktır.
Onların görevi bellidir:

Türkiye’yi zayıflatmak,

Milletin değerlerini küçümsemek,

Batı’ya bağımlı hale getirmek.

İşte bu yüzden Türkiye’nin asıl savaşı dışarıda değil, içeridedir.

Sonuç: Asıl Zafer İçte Kazanılır

Tanzimat’tan 15 Temmuz’a kadar yaşanan bütün bu tecrübeler bize şunu gösteriyor:

Dış düşman, içte işbirlikçi bulmadıkça bir şey yapamaz.

Kripto zihniyet tasfiye edilmedikçe tam bağımsızlık hayaldir.

Milletin imanı, maneviyatı ve birliği en büyük güçtür.

Eğer biz içteki kripto zihniyeti teşhis eder ve bertaraf edersek, dışarıdan hiçbir güç bu milleti yıkamaz.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Yaratılışın Sırrı ve İnsanın Asli Vazifesi: Tevhid, Hamd ve Sıdk Üzerine Bir Düşünce

Yaratılışın Sırrı ve İnsanın Asli Vazifesi: Tevhid, Hamd ve Sıdk Üzerine Bir Düşünce

Evrende var olan her şeyin bir yaratıcısı ve terbiye edicisi olduğu hakikati, göz önünde duran apaçık bir delildir.
İlk metindeki o manidar söz, bu hakikatin en saf ve en yalın halini dile getirir:
“Sizi terbiye eden ve büyüten O’dur. Ve sizin mürebbîniz O’dur. Öyle ise siz de, O’na ibadet etmekle abd olunuz!”
İnsanın doğumundan ölümüne kadar geçen süreç, bir terbiye ve olgunlaşma sürecidir. Gerek bedenimizin büyümesi, gerek aklımızın gelişmesi, gerekse ruhumuzun kemale ermesi, hep O’nun terbiyesi altındadır. Tıpkı bir bahçıvanın fidanını özenle büyütmesi gibi, Rabbimiz de bizleri en güzel şekilde terbiye eder. Bu terbiye sürecine karşı insanın en büyük vazifesi, O’na ibadet etmekle kul olduğunu idrak etmektir. İnsanlık tarihi, bu idrakin peşinde koşmuş, peygamberler ve alimler bu idraki yaymak için mücadele etmişlerdir. İbadet, sadece bir görev değil, aynı zamanda terbiye edicimize olan minnetin, sevginin ve teslimiyetin en yüce ifadesidir.
Bu terbiye ve ibadet bilincinin temelinde yatan en önemli unsur ise, sıdk yani doğruluk ve dürüstlüktür.
İkinci metin, sıdkın İslamiyet’teki merkezi konumunu şu sözlerle anlatır:
“Sıdk, İslâmiyet’in üss-ül esasıdır ve ulvî seciyelerinin rabıtasıdır ve hissiyat-ı ulviyesinin mizacıdır.” Sıdk, sadece sözde yalan söylememek değildir; aynı zamanda amellerde, niyetlerde ve tüm hayattaki duruşta doğru olmaktır. İslam medeniyetinin yükselişinde, sahabelerin ve sonraki dönemlerdeki alimlerin sıdk üzere yaşamaları büyük bir rol oynamıştır. Onların sözleri de, amelleri de birbiriyle tutarlılık arz ediyordu. Bu, onların karakterini sağlamlaştırıyor, yüksek ahlaki değerlerini birbirine bağlıyordu. Bu dürüstlük, aynı zamanda onların manevi hislerini de doğru bir mizaca oturtuyor, onları takva, tevazu ve samimiyet gibi ulvi duygulara sevk ediyordu. Sıdkın olmadığı yerde, her türlü yozlaşma, riya ve sahtekarlık baş gösterir. Bir kulun ibadeti bile, sıdk ile yapılmadığında, sadece şekilden ibaret kalır.
Tüm bu terbiye, ibadet ve sıdk kavramları, bizi en temel hakikate götürür: Varlık aleminin Yaratıcısı’nın birliğine ve kudretine. Bu kudretin en büyük nişanı ise üçüncü sözde gizlidir:
“Birşeyi herşey ve herşeyi birşey yapmak, herşeyin Hâlıkına has ve Kadîr-i Külli Şeye mahsus bir nişandır, bir âyettir.”
Bu, yaratılışın en büyük mucizelerinden biridir. Bir tek atomdan tüm kainatı yaratmak, bir tek tohumdan koskoca bir ağacı var etmek, bir damla sudan bir insanı meydana getirmek, sadece sınırsız bir kudretin işi olabilir. Bu kudret, aynı zamanda her bir şeyi, yani kainattaki tüm varlıkları, tek bir kanun ve düzen içinde bir araya getirebilme yeteneğidir. Külli ve Kadir olan bu Yaratıcı’nın varlığı, O’nun san’atındaki mükemmellikle kendini gösterir. Bu, aynı zamanda her bir varlığın kendi içinde bir ayet, bir delil olduğu anlamına gelir. Bu delilleri okuyabilen bir kul, kalbinde O’na karşı tarifsiz bir saygı ve sevgi duyar.
Bu sevgi ve saygı, bizi son ve en önemli noktaya, hamd ve senâya götürür.
Son metin, bu gerçeği en kısa ve net haliyle ifade eder:
“İbadet O’na mahsus olduğu gibi, hamd ü senâ dahi O’na hastır.” Yaratılışın sırrına vakıf olan, O’nun terbiye edici kudretini gören, sıdk ile O’na kul olan bir insan, sadece ibadet etmekle kalmaz, aynı zamanda O’nu över ve yüceltir. Hamd, sadece “şükürler olsun” demek değildir. O’nun her bir isminin tecellisindeki mükemmelliği görmek, O’nun eşsiz sanatını ve hikmetini takdir etmek demektir. Bir kuşun kanadındaki desen, bir çiçeğin kokusu, bir nehrin akışı… Her birinde O’nun benzersiz sanatının bir nişanı vardır ve bu nişanlar bizi O’na hamd etmeye sevk eder. Bize düşen, tüm varlıkların yaptığı gibi O’nu hamd ve senâ ile anmaktır.
Bu dört metin, aslında bir bütünün parçalarıdır. Bizi terbiye eden ve her şeyi yaratan Yüce Varlık’a, sıdk ile inanıp ibadet etmek, O’nun sınırsız kudretini anlamak ve bu anlayışla O’nu hamd ü senâ ile yüceltmek… İşte bu, varoluşumuzun en temel gayesi, insanlığımızın en büyük şerefidir.

Özet
Bu makale, dört ayrı metindeki hikmetli sözleri bir araya getirerek, insanın yaratılış amacı ve temel manevi görevleri üzerine derin bir düşünce sunmaktadır.
İlk olarak, insanı terbiye eden ve büyütenin Allah olduğu ve bu nedenle O’na ibadetle kul olunması gerektiği anlatılır.
Ardından, İslamiyet’in temel taşı olan sıdk (doğruluk) kavramı ele alınır ve sıdkın yüksek ahlaki değerlerin ve manevi duyguların kaynağı olduğu belirtilir.
Makale, Yaratıcı’nın sınırsız kudretinin, “bir şeyi her şey ve her şeyi bir şey yapma” mucizesinde yettiğini ve bu kudretin her bir varlıkta bir ayet olarak tecelli ettiğini anlatır.
Son olarak, ibadetin ve hamd-ü senanın sadece Allah’a ait olduğu gerçeğiyle tüm konular birleştirilir. Makale, bu prensiplerin bir araya gelmesiyle, insanın varoluş gayesine ulaşacağını ve hayatına anlam katacağını ifade eder.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




İlk Ayrılıştan Son Karara: İnsan Yolculuğunun Hikmeti

İlk Ayrılıştan Son Karara: İnsan Yolculuğunun Hikmeti

Ana rahmi ilk ayrılmanın, ayrışmanın, ayrıştırmanın olduğu yerdir.
Ancak en önemlisi ilahi irade ile beşerî iradenin devreye girerek sonu belirleyen, temizliğin yapıldığı,  kararın buna ve buraya göre belirleneceği önemli bir tefrik ve belirlemeye karar verilecek yerdir
Zahiri burada ortaya çıkar.
Batını yani işin iç yönü ve yüzü ise mahşere kalmıştır.
Niyetler ve düşünceler orada netleşir.
Son iki aşama ise; sırat ve cehennemdir.
Sırat terazidir.
Cehennem ise farklı yöntemlerle temizlenme ve arınma yeridir.
Gerçek arınma ve ebedi kalma kararının verileceği yerdir

*******

🌿. Ana rahminden başlayan bu tefekkür yolculuğu, aslında insanın yaratılış gayesi ile ahiret yolculuğu arasındaki derin bağı ortaya koyuyor.

  1. Ana Rahminde İlk Ayrılış

İnsanın serüveni, ana rahminde başlar. Nutfe, alaka, mudğa… Her biri ilahi kudretin işlediği safhalardır. Kur’an’da bu gerçek şöyle ifade edilir:

> “Sonra nutfeyi alaka yaptık. Ardından alakayı mudğa yaptık. Mudğayı kemiklere dönüştürdük, kemiklere et giydirdik. Sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratıcıların en güzeli olan Allah’ın şanı yücedir.” (Müminun, 14)

Bu yolculukta ilk ayrışma gerçekleşir: yaşamla ölüm, imanla küfür, güzellikle çirkinlik. Beşerî irade, İlahi iradenin tecellisiyle birleşir. İnsana verilen irade, bütün yolculuğun yönünü belirler.

  1. Zahirin Ortaya Çıkışı, Bâtının Gizlenişi

Dünya hayatı, zahirin göründüğü ama bâtının gizlendiği bir meydandır. İnsan burada niyetlerini saklayabilir, sözleri ile amelleri örtüşmeyebilir. Ancak unutulmamalıdır ki bâtın, yani kalbin hakikati, mahşerde açığa çıkacaktır:

> “O gün sırlar açığa çıkar.” (Tarık, 9)

Dünya, bir imtihan sahnesidir; ahiret ise hakikatlerin netleştiği mahkeme.

Ana rahminden geldik pazara,
bir kefen aldık döndük mezara…

  1. Mahşer: İç Yüzün Ortaya Çıkışı

Mahşer günü herkes kalbiyle, niyetiyle, iç yüzüyle çağrılacaktır. O gün ne makam, ne mal, ne soy-sop fayda verir:

> “O gün ne mal fayda verir, ne de evlat. Ancak Allah’a selim bir kalp ile gelenler müstesna.” (Şuarâ, 88-89)

İnsan, dünyada gizlediği niyetlerini, mahşerde kendi diliyle, organlarıyla, derisiyle bile itiraf edecektir. Çünkü hakikat saklanamaz.

  1. Sırat: Terazinin İnce Hali

Sırat, adaletin en hassas terazisidir. Zerre kadar hayır da, zerre kadar şer de kaybolmaz:

> “Artık kim zerre kadar hayır işlerse onu görür. Kim de zerre kadar şer işlerse onu görür.” (Zilzal, 7-8)

Sırat köprüsünde adımlar, dünyadaki amellerin izlerine göre şekillenir. Burada sahte kimlikler, dünyevi maskeler sökülür. Herkes kendi hakikatiyle yürür.

  1. Cehennem: Arınmanın Çetin Yurdu

Cehennem yalnızca bir azap yeri değil, aynı zamanda bir arınma ve temizlenme diyarıdır. Dünyada kirlenmiş ruhların pası orada yanarak temizlenir. Bir yönüyle cehennem, ilahi rahmetin çetin tecellisidir. Çünkü hakiki cennet, ancak arınmış ruhlara açılır.

Nitekim Kur’an şöyle buyurur:

> “Oraya (cehenneme) girin! Artık ister sabredin, ister sabretmeyin, sizin için birdir. Ancak yaptıklarınızın karşılığını görüyorsunuz.” (Tur, 16)

Cehennem, insanı yakarken aynı zamanda onu arındırır; en sonunda hakiki ebediyetin kimlere ait olduğu ortaya çıkar.

  1. Gerçek Kararın Verileceği Yer

Son hüküm, sırat ve cehennem tecrübelerinden sonra verilir:

Temizlenenler için ebedî cennet

Kirini bırakmayanlar için ebedî cehennem

Bu karar, İlahi adaletin en büyük tecellisidir. Hiç kimseye zulmedilmez.

> “Bugün hiç kimseye en küçük bir haksızlık yapılmaz. Ancak yaptığınız işlerin karşılığını göreceksiniz.” (Yasin, 54)

Sonuç: Yolculuğun Hikmeti

İnsanın yolculuğu ana rahminde başlar, sırat ve cehennemden geçerek ebediyete uzanır. Bu yolculuğun hikmeti şudur:

İnsana verilen irade, İlahi kudretle birleşince büyük bir imtihana dönüşür.

Zahiriyle oynayan insan, bâtınında sakladığını mahşerde açığa çıkarır.

Terazi şaşmaz, arınma gecikmez, karar kesinleşir.

Ana rahminde başlayan ayrılış, ahirette ebedi ayrılıkla noktalanır. Ve hakikati arayan insan için bütün bu aşamalar, İlahi adaletin ve rahmetin tecellileridir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




İlk Ayrılıştan Son Karara: İnsan Yolculuğunun Hikmeti

İlk Ayrılıştan Son Karara: İnsan Yolculuğunun Hikmeti

Ana rahmi ilk ayrılmanın, ayrışmanın, ayrıştırmanın olduğu yerdir.
Ancak en önemlisi ilahi irade ile beşerî iradenin devreye girerek sonu belirleyen, temizliğin yapıldığı,  kararın buna ve buraya göre belirleneceği önemli bir tefrik ve belirlemeye karar verilecek yerdir
Zahiri burada ortaya çıkar.
Batını yani işin iç yönü ve yüzü ise mahşere kalmıştır.
Niyetler ve düşünceler orada netleşir.
Son iki aşama ise; sırat ve cehennemdir.
Sırat terazidir.
Cehennem ise farklı yöntemlerle temizlenme ve arınma yeridir.
Gerçek arınma ve ebedi kalma kararının verileceği yerdir

*******

🌿. Ana rahminden başlayan bu tefekkür yolculuğu, aslında insanın yaratılış gayesi ile ahiret yolculuğu arasındaki derin bağı ortaya koyuyor.

  1. Ana Rahminde İlk Ayrılış

İnsanın serüveni, ana rahminde başlar. Nutfe, alaka, mudğa… Her biri ilahi kudretin işlediği safhalardır. Kur’an’da bu gerçek şöyle ifade edilir:

> “Sonra nutfeyi alaka yaptık. Ardından alakayı mudğa yaptık. Mudğayı kemiklere dönüştürdük, kemiklere et giydirdik. Sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratıcıların en güzeli olan Allah’ın şanı yücedir.” (Müminun, 14)

Bu yolculukta ilk ayrışma gerçekleşir: yaşamla ölüm, imanla küfür, güzellikle çirkinlik. Beşerî irade, İlahi iradenin tecellisiyle birleşir. İnsana verilen irade, bütün yolculuğun yönünü belirler.

  1. Zahirin Ortaya Çıkışı, Bâtının Gizlenişi

Dünya hayatı, zahirin göründüğü ama bâtının gizlendiği bir meydandır. İnsan burada niyetlerini saklayabilir, sözleri ile amelleri örtüşmeyebilir. Ancak unutulmamalıdır ki bâtın, yani kalbin hakikati, mahşerde açığa çıkacaktır:

> “O gün sırlar açığa çıkar.” (Tarık, 9)

Dünya, bir imtihan sahnesidir; ahiret ise hakikatlerin netleştiği mahkeme.

Ana rahminden geldik pazara,
bir kefen aldık döndük mezara…

  1. Mahşer: İç Yüzün Ortaya Çıkışı

Mahşer günü herkes kalbiyle, niyetiyle, iç yüzüyle çağrılacaktır. O gün ne makam, ne mal, ne soy-sop fayda verir:

> “O gün ne mal fayda verir, ne de evlat. Ancak Allah’a selim bir kalp ile gelenler müstesna.” (Şuarâ, 88-89)

İnsan, dünyada gizlediği niyetlerini, mahşerde kendi diliyle, organlarıyla, derisiyle bile itiraf edecektir. Çünkü hakikat saklanamaz.

  1. Sırat: Terazinin İnce Hali

Sırat, adaletin en hassas terazisidir. Zerre kadar hayır da, zerre kadar şer de kaybolmaz:

> “Artık kim zerre kadar hayır işlerse onu görür. Kim de zerre kadar şer işlerse onu görür.” (Zilzal, 7-8)

Sırat köprüsünde adımlar, dünyadaki amellerin izlerine göre şekillenir. Burada sahte kimlikler, dünyevi maskeler sökülür. Herkes kendi hakikatiyle yürür.

  1. Cehennem: Arınmanın Çetin Yurdu

Cehennem yalnızca bir azap yeri değil, aynı zamanda bir arınma ve temizlenme diyarıdır. Dünyada kirlenmiş ruhların pası orada yanarak temizlenir. Bir yönüyle cehennem, ilahi rahmetin çetin tecellisidir. Çünkü hakiki cennet, ancak arınmış ruhlara açılır.

Nitekim Kur’an şöyle buyurur:

> “Oraya (cehenneme) girin! Artık ister sabredin, ister sabretmeyin, sizin için birdir. Ancak yaptıklarınızın karşılığını görüyorsunuz.” (Tur, 16)

Cehennem, insanı yakarken aynı zamanda onu arındırır; en sonunda hakiki ebediyetin kimlere ait olduğu ortaya çıkar.

  1. Gerçek Kararın Verileceği Yer

Son hüküm, sırat ve cehennem tecrübelerinden sonra verilir:

Temizlenenler için ebedî cennet

Kirini bırakmayanlar için ebedî cehennem

Bu karar, İlahi adaletin en büyük tecellisidir. Hiç kimseye zulmedilmez.

> “Bugün hiç kimseye en küçük bir haksızlık yapılmaz. Ancak yaptığınız işlerin karşılığını göreceksiniz.” (Yasin, 54)

Sonuç: Yolculuğun Hikmeti

İnsanın yolculuğu ana rahminde başlar, sırat ve cehennemden geçerek ebediyete uzanır. Bu yolculuğun hikmeti şudur:

İnsana verilen irade, İlahi kudretle birleşince büyük bir imtihana dönüşür.

Zahiriyle oynayan insan, bâtınında sakladığını mahşerde açığa çıkarır.

Terazi şaşmaz, arınma gecikmez, karar kesinleşir.

Ana rahminde başlayan ayrılış, ahirette ebedi ayrılıkla noktalanır. Ve hakikati arayan insan için bütün bu aşamalar, İlahi adaletin ve rahmetin tecellileridir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Şems-i Hakikat’in Doğuşu ve İnsanın Asli Vazifesi

Şems-i Hakikat’in Doğuşu ve İnsanın Asli Vazifesi:
Fani Dünya ve Baki Hayat Arasında Bir Yolculuk

Hayat denen bu meşakkatli yolculukta, bazen öyle anlar gelir ki, gözümüzü karanlıklar bürür, umutsuzluk girdabında kayboluruz. Ancak tarih, bize her daim fısıldar ki:
“Bir gün olur elbette doğar şems-i hakikat,
hiç böyle müebbed mi kalır zulmet-i âlem.”
Bu sözler, sadece bir teselli değil, aynı zamanda bir vaattir; her gecenin bir sabahı, her kışın bir baharı olduğu gibi, her zulmetin ardından bir hakikat güneşi doğacaktır. Tıpkı Kudüs’ün kadim kubbesinin, nice fırtınalara rağmen dimdik ayakta kalışı gibi, insanlık da nice karanlık dönemlerden geçse de, sonunda aydınlığa kavuşmanın mücadelesini verir.
O mukaddes yolculukta bayrağı elinde tutan yalnız bir adamın silueti, sadece bir coğrafyanın değil, tüm mazlumların umudunu temsil eder.
Çünkü zulmetin kalıcı olmadığını bilmek, direnişin en büyük motivasyon kaynağıdır.
Peki, bu fani dünyada, geçici heveslerin peşinden koşarken, asli vazifemizi unutmuş olabilir miyiz?

İkinci metinde bize adeta sığınacak bir liman arayışımızı, bu dünya üzerindeki gelip geçici meskenlerimizi hatırlatıyor. Oysa “Âhirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fâni dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme.”
Bu söz, insana derin bir muhasebe çağrısı yapar. Dünya hayatının cazibesi ve gelip geçici başarıları çoğu zaman gözümüzü kamaştırır. Kariyer, mal, mülk… Bunlar, fani dünyada bırakılan eserler olabilir. Ancak ahiret hayatında bizi kurtaracak, ebedi saadeti sağlayacak birikimlerimiz yoksa, bu dünyadaki başarıların ne anlamı kalır?
Tarihte nice krallar, imparatorlar gelip geçti. Şanlı kaleler, görkemli anıtlar inşa ettiler. Ama bugün o eserlerin çoğu ya harabe olmuş ya da sadece birer turistik mekandan ibaret kalmıştır. Onların asıl mirası, geride bıraktıkları adalet, merhamet ya da zulüm olmuştur. İnsan, kendi ebedi kurtuluşu için bir gayret göstermiyorsa, bu dünyadaki hiçbir eseri kalıcı bir değer taşımaz. Bu, bir zamanlar görkemli medeniyetlerin neden tarihin tozlu sayfalarına karıştığının da en büyük ibretidir.

Üçüncü metin ise, bu fani dünya telaşı içinde insanoğlunun en temel yanılmalarından birine işaret eder:
“Bundan neden anlamıyorsun ki, vazife-i asliyen hayvan gibi çabalamak değil; belki hakikî bir insan gibi, hakikî bir hayat-ı daime için sa’y etmektir. Bununla beraber meşâğil-i dünyeviye dediğin, çoğu sana ait olmayan ve fuzulî bir surette karıştığın ve karıştırdığın malayani meşgalelerdir. En elzemini bırakıp, güya binler sene ömrün var gibi en lüzumsuz malûmat ile vakit geçiriyorsun.”
Ne kadar da isabetli bir tesbit! İnsan, adeta bir koşuşturmaca içinde, sabah-akşam rızık peşinde koşan hayvanlar gibi sadece dünyevi ihtiyaçlarını gidermekle meşgul oluyor. Oysa asli vazifesi, hakiki bir insan gibi yaşamak, yani sadece fizyolojik ihtiyaçlarını değil, ruhi ve manevi tekamülünü de gözetmektir. Ebedi bir hayat için çalışmaktır. Günümüzde bilgi bombardımanı altında, bize ait olmayan, fuzuli ve malayani meselelerle o kadar çok vakit kaybediyoruz ki, hayatımızın en önemli amaçlarını gözden kaçırıyoruz. Sosyal medyanın sonsuz akışı, anlamsız tartışmalar, dedikodular… Bunlar, bize binlerce yıl ömrümüz varmış gibi hissettiren, oysa ömrümüzü tüketen lüzumsuz meşgalelerdir. Osmanlı medreselerinde ilim talipleri, asıl meselelere odaklanır, fuzuli tartışmalardan kaçınırlardı. Çünkü bilirlerdi ki, ömür kısa, vazife büyüktü.

Son metindeki, Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin derin bakışlarını yansıtan o mütevazı ama sarsıcı cümle, tüm bu düşüncelerin özeti gibidir:
“Bir şeyin şerefi neslinde değildir, zâtındadır.”
Bu söz, tüm önyargıları, soy sop ayrımcılığını ve yüzeysel değerlendirmeleri yerle bir eder. Bir insanı değerli kılan, onun hangi aileden geldiği, hangi coğrafyada doğduğu ya da hangi unvanlara sahip olduğu değildir. Gerçek şeref, kişinin kendi özünde, sahip olduğu ahlaki değerlerde, karakterinde, ilmindeki derinlikte, takvasında ve insanlığa olan faydasındadır. Tarih, bize nice soylu ailelerden çıkmış zalimleri ve nice mütevazı köklerden gelmiş büyük kahramanları göstermiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.) “Siyahın beyaza, Arabın aceme bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir” buyurarak bu hakikati yüzyıllar öncesinden ilan etmiştir. Şeref, kişinin “zatında” yani kendi öz varlığında taşıdığı değerdedir. Bu değerler; iman, ihlas, samimiyet, adalet, merhamet ve bilgeliktir.

Tüm bu dört metin, aslında aynı büyük hakikatin farklı pencerelerinden bakışlardır. Zulmetin kalıcı olmadığını bilmek ve hakikat güneşinin doğuşunu beklemek; bu fani dünyada kalıcı eserler bırakırken, ahiret için de biriktirmek; hayvanlar gibi sadece dünya için çabalamak yerine, hakiki bir insan gibi ebedi hayat için gayret etmek ve şerefin dış görünüşte değil, kişinin kendi özünde olduğuna inanmak… İşte bu, insanı insan yapan, onu diğer varlıklardan ayıran ve ebedi kurtuluşa götüren yoldur. Her bir söz, bize bir ayna tutar ve hayatımızı, önceliklerimizi, değerlerimizi yeniden gözden geçirmemiz için bir davettir.

Özet:
Bu makale, dört ayrı metinlerden yola çıkarak, hayatın anlamı, insanın asli vazifesi ve gerçek şerefin kaynağı üzerine derinlemesine bir düşünce yolculuğu sunmaktadır.
Makale, “Bir gün olur elbette doğar şems-i hakikat, hiç böyle müebbed mi kalır zulmet-i âlem” sözüyle zulmün geçiciliğine ve hakikatin kaçınılmaz doğuşuna işaret ederek başlar.
Ardından, “Âhirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fâni dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme” ilkesiyle, dünyevi başarıların ahiret karşısındaki değerini sorgular.
Üçüncü kısımda, insanın asli vazifesinin hayvanlar gibi sadece dünya için çabalamak değil, ebedi bir hayat için gayret etmek ve malayani meşgalelerden kaçınmak olduğu belirtilir.
Son olarak, “Bir şeyin şerefi neslinde değildir, zâtındadır” sözüyle gerçek şerefin kişinin soyunda değil, kendi özünde taşıdığı ahlaki değerlerde yattığı anlatılır.
Makale, tüm bu fikirleri birbiriyle bağlantılı bir şekilde ele alarak, insana derin bir muhasebe ve özel bir hayat düşüncesi sunmayı amaçlamaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Hayatın Hakiki Kaynağına Tevekkül: Kitab-ı Mübin’in Şahadeti

Hayatın Hakiki Kaynağına Tevekkül: Kitab-ı Mübin’in Şahadeti

İnsan, var olduğu günden beri hayatın anlamını, varlığının gayesini ve etrafındaki büyük sırrı anlamaya çalışır. Hayat yolculuğu, tıpkı denizin ortasında yolunu arayan bir gemi gibidir. Yol gösteren bir fener arar. İşte bu arayışta bize en büyük kılavuz olan Kitab-ı Mübin (Kur’an-ı Kerim), bizi gizemli ve soyut âlemlerden ziyade, yaşadığımız ve şahit olduğumuz bu dünyaya, yani âlem-i şehadete bakmaya davet eder. Şu metin, bu gerçeği şöyle özetler:
“Kitab-ı Mübin ise, âlem-i gaybdan ziyade âlem-i şehadete bakar.”
Bu, Kur’an’ın sadece metafizik ve gaybî meseleleri değil, aynı zamanda insanın bizzat tecrübe ettiği, gözlemleyebildiği bu dünyayı ele aldığını gösterir. Kâinatın her bir zerresi, doğadaki her bir kanun, insan vücudundaki her bir işleyiş, Kur’an’ın ayetlerinin bir tefsiri gibidir. Bu nedenle, Kur’an’ı anlamak isteyenler, sadece soyut düşüncelerle yetinmemeli, aynı zamanda içinde yaşadıkları bu âlemi de dikkatle okumalıdırlar. Bu, bizi bir sonraki hakikate götürür: bedenimizin ve hayatımızın gerçek sahibi kimdir?
Bu âlem-i şehadetin en büyük mucizesi olan insan bedeni, kusursuz bir “hayat makinesi”dir. İnsan, kendi bedenini bile kontrol edemezken, bu makinenin nasıl işlediğini, nasıl beslendiğini, ihtiyaçlarının nasıl karşılandığını düşünmelidir.

İkinci metin bu soruyu cevaplar: “Vücudundaki hayat makinesi, Hayy-u Kayyum’a aittir. Masarif ve levazımatını, O tedarik eder.” Bedenimizde nefes alıp vermemizden, kalbimizin durmadan atmasına, hücrelerimizin yenilenmesinden, besinlerin enerjiye dönüşmesine kadar tüm süreçler, Yüce Allah’ın Hayy (sonsuz diri) ve Kayyum (kendi kendine kaim olan ve her şeyi ayakta tutan) isimlerinin birer tecellisidir. O, hayatımızı veren ve tüm ihtiyaçlarımızı karşılayandır. Ne bir doktor, ne bir bilim adamı, bu karmaşık sistemi yaratmaya ve yapmaya muktedirdir. Bu düşünce, bizi derin bir teslimiyete ve güven duygusuna sevk eder. Bu güven, en zor anlarda bile sığınacağımız bir liman gibidir ve bir sonraki gerçeğe kapı aralar.

Bu teslimiyet ve güvenin en güzel ifadesi tevekkül’dür.
Üçüncü metin, tevekkülün önemini açıkça anlatır:
“İ’lem eyyühe’l-aziz! Allah’a tevekkül edene Allah kâfidir.”
Bu söz, sadece bir nasihat değil, aynı zamanda bir vaattir. Tevekkül, insanın tüm sebepler âleminde elinden geleni yaptıktan sonra, sonucu Allah’a bırakmasıdır. Bu, acizlik ve tembellik değil, aksine en büyük güçtür. Tarihte nice alim ve kahraman, tevekkül sayesinde en çetin zorlukların üstesinden gelmiştir. Tıpkı bir kuşun, yuvadan çıkıp rızkını ararken Allah’a güvenmesi gibi, bir mümin de hayatın fırtınaları karşısında Allah’a sığınır. Çünkü bilir ki, Allah’a tevekkül edene, O her şeye yetendir. Bu tevekkül duygusu, kalbi her türlü endişe ve korkudan arındırır, insanı gerçek bir huzura kavuşturur.
Peki, tüm bu bilgiler ışığında insanın nihai hedefi ne olmalıdır? Neye yönelmeli, kimi sevmeli ve kime bağlanmalıdır?
Son metin, bu sorunun cevabını verir:
“Câmî pek doğru söyledin. Hakikî mahbub, hakikî matlub, hakikî maksut, hakikî mabud; yalnız O’dur.”
İnsan fıtratı gereği bir şeye bağlanma, bir şeyi sevme, bir hedef belirleme ihtiyacındadır. Ancak bu sevgi, bu arayış ve bu hedefler çoğu zaman geçicidir. Güzellikler solar, zenginlikler tükenir, makamlar kaybolur. Oysa hakiki sevgiye layık olan, aranan ve amaçlanan tek varlık, bütün bu geçici şeylerin Yaratıcısı olan Allah’tır. Çünkü O’nun sevgisi sonsuz, kudreti sınırsız, vaadi kesindir. Kısacası, insanın hayatının merkezine alması gereken tek varlık O’dur. Bu idrak, insana hem dünyada hem de ahirette mutlak bir tatmin ve huzur bahşeder.

Tüm bu metinler, birbiriyle sıkı sıkıya bağlı bir hakikat zinciri oluşturur. Kitab-ı Mübin’in rehberliğinde âlem-i şehadet’i okumak, bedenimizdeki hayat makinesinin Sahibi’ni tanımamızı sağlar. Bu tanıma, bizi O’na karşı tevekkül etmeye sevk eder. Nihayetinde, bu tevekkül, kalbimizi hakiki mabuda, matluba ve mahbuba yönlendirir. İşte bu, fani bir insanın ebedi saadete ulaşmasının yegâne yoludur.

Özet
Bu makale, dört farklı metindeki hikmetli sözleri bir araya getirerek, insanın yaratılış amacını, tevekkülün önemini ve gerçek sevginin kaynağını ele almaktadır. Makale, Kur’an’ın gizemli âlemlerden ziyade, yaşadığımız dünyaya odaklandığını ve kâinatın bir kitap gibi okunması gerektiğini anlatır. Ardından, insan bedenindeki “hayat makinesinin” Allah’ın Hayy ve Kayyum isimlerinin tecellisi olduğunu ve tüm ihtiyaçların O’nun tarafından karşılandığını anlatır. Bu hakikatten yola çıkarak, Allah’a tevekkül edenlerin O’nun tarafından korunduğu ve desteklendiği fikri işlenir.
Son olarak, insanın gerçek sevgiye, amaca ve ibadete layık tek varlığın Allah olduğu gerçeğiyle tüm konular birleştirilir. Makale, bu fikirlerin birbirini tamamladığını ve insanın hayatına derin bir anlam kattığını ifade eder.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com