HADDİNİ BİLMEK

HADDİNİ BİLMEK

Kur’ân-ı Kerîm’de “had / hudûd / haddini aşma” kavramı, hem Allah’ın koyduğu sınırlar (hudûdullâh) hem de bu sınırların çiğnenmesi (teaddî, isrâf, zulüm, tuğyân) gibi ifadelerle sık sık zikredilir.

Aşağıda “had, hudûd, haddini aşma” kavramıyla doğrudan veya muradif şekilde ilgili olan ayetler:

  1. Hudûdullah (Allah’ın Sınırları)

Kur’an’da en çok geçen şekli حدود الله / hudûdullâh olup, Allah’ın kulları için koyduğu ölçüleri, sınırları ifade eder:

Bakara 2/187
تِلْكَ حُدُودُ اللّٰهِ فَلَا تَقْرَبُوهَا
“İşte bunlar Allah’ın sınırlarıdır; onlara yaklaşmayın.”

Bakara 2/229
تِلْكَ حُدُودُ اللّٰهِ فَلَا تَعْتَدُوهَا
“İşte bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır; onları aşmayın.”

Bakara 2/230
وَمَنْ يَتَعَدَّ حُدُودَ اللّٰهِ فَأُو۬لٰئِكَ هُمُ الظّٰلِمُونَ
“Kim Allah’ın sınırlarını aşarsa, işte onlar zalimlerdir.”

Nisâ 4/13-14
وَمَنْ يُطِعِ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ وَيَتَعَدَّ حُدُودَهُ يُدْخِلْهُ نَارًا
“Kim Allah’a ve Rasulüne itaat eder ve O’nun sınırlarını aşmazsa… cennete girer. Kim de sınırları aşarsa ateşe girer.”

Tevbe 9/112
… التَّائِبُونَ الْعَابِدُونَ … الْحَافِظُونَ لِحُدُودِ اللّٰهِ …
“Allah’ın sınırlarını gözetenler…”

  1. Teaddî (Aşmak, Haddi Çiğnemek)

Bakara 2/190
وَلَا تَعْتَدُوا اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ الْمُعْتَد۪ينَ
“Haddi aşmayın! Allah haddi aşanları sevmez.”

A’râf 7/55
اِنَّهُ لَا يُحِبُّ الْمُعْتَد۪ينَ
“Çünkü O, haddi aşanları sevmez.”

Mâide 5/87
يَـاَيهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا لَا تُحَرِّمُوا طَيِّبَاتِ … وَلَا تَعْتَدُوا
“Ey iman edenler! Allah’ın size helâl kıldığı güzel şeyleri haram kılmayın, haddi aşmayın.”

  1. İsrâf (Aşırılık, Ölçüsüzlük)

A’râf 7/31
… كُلُوا وَاشْرَبُوا وَلَا تُسْرِفُوا اِنَّهُ لَا يُحِبُّ الْمُسْرِفِينَ
“Yiyin, için fakat israf etmeyin; Allah israf edenleri sevmez.”

En’âm 6/141
… وَآتُوا حَقَّهُ يَوْمَ حَصَادِهِ وَلَا تُسْرِفُوا اِنَّهُ لَا يُحِبُّ الْمُسْرِفِينَ
“Hasat günü hakkını verin, fakat israf etmeyin.”

  1. Tuğyân (Azgınlık, Sınırı Aşma)

Şems 91/11
كَذَّبَتْ ثَمُودُ بِطَغْوَاهَا
“Semûd kavmi azgınlıkları sebebiyle yalanladı.”

Tâhâ 20/24
اِذْهَبْ اِلٰى فِرْعَوْنَ اِنَّهُ طَغٰى
“Firavun’a git; çünkü o azdı.”

Hâkka 69/11
اِنَّا لَمَّا طَغَى الْمَآءُ
“Sular (tufanda) azıp taştığında…”

  1. Zulm (Haddi Aşmanın Bir Türü)

Bakara 2/229
وَمَنْ يَتَعَدَّ حُدُودَ اللّٰهِ فَأُو۬لٰئِكَ هُمُ الظّٰلِمُونَ
“Allah’ın sınırlarını aşanlar zalimlerdir.”

Yunus 10/44
اِنَّ اللّٰهَ لَا يَظْلِمُ النَّاسَ شَيْـًٔا وَلٰكِنَّ النَّاسَ اَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ
“Allah insanlara zulmetmez, fakat insanlar kendilerine zulmederler.”

  1. Muradif Kavramlar

İfrat / Tefrit → Aşırıya gitmek veya geri kalmak.

İstikbar → Kibirlilik, haddini bilmemek.

Fısk → Allah’ın emrinden çıkmak.

İsyan → Emre karşı gelmek.

📌 Özet:
Kur’ân’da “had / hudûd” kelimesi özellikle aile hukuku, ibadet, helâl-haram, sosyal düzen açısından zikredilir.
“Hudûdullâh” Allah’ın çizdiği ölçüleri, hak ve sorumlulukları ifade eder.
Bunları aşmak (teaddî), çarpıtmak (tağyîr), bozmak (ifsâd) ve israf etmek, hep aynı kökten gelen “haddi aşma” fiilleridir.

*******

“Had, hudûd, haddini aşma” kavramlarının muradifi olan ifrat, tefrit, istikbar, fısk, isyan ile ilgili ayetler:

  1. İFRAT / TEFRİT (Aşırılık ve Geri Kalma)

Kur’an doğrudan “ifrat / tefrit” kelimelerini kullanmaz; fakat bu manayı taşıyan ayetler vardır:

Bakara 2/143
وَكَذَٰلِكَ جَعَلْنَاكُمْ أُمَّةً وَسَطًا
“Böylece sizi, orta bir ümmet kıldık…”
👉 İfrat (aşırılık) ve tefrit (eksiklik) yerine vasat / itidal emredilmektedir.

Mâide 5/77
… لَا تَغْلُوا فِي دِينِكُمْ غَيْرَ الْحَقِّ
“Dininizde haddi aşmayın (aşırılığa gitmeyin).”

İsrâ 17/29
وَلَا تَجْعَلْ يَدَكَ مَغْلُولَةً اِلٰى عُنُقِكَ وَلَا تَبْسُطْهَا كُلَّ الْبَسْطِ
“Elini boynuna bağlama (cimrilik etme), büsbütün de açma (israf etme).”

  1. İSTİKBAR (Kibirlenmek, Haddini Bilmemek)

Bakara 2/34
اَبٰى وَاسْتَكْبَرَ وَكَانَ مِنَ الْكَافِرِينَ
“(İblis) kibirlendi ve kâfirlerden oldu.”

Nahl 16/23
اِنَّهُ لَا يُحِبُّ الْمُسْتَكْبِرِينَ
“Allah kibirlenenleri sevmez.”

A’râf 7/36
وَالَّذِينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا وَاسْتَكْبَرُوا عَنْهَا اُو۬لٰئِكَ اَصْحَابُ النَّارِ
“Ayetlerimizi yalanlayıp onlara karşı kibirlenenler cehennemliktir.”

  1. FISK (Allah’ın Emirlerinden Çıkmak)

Bakara 2/26
وَمَا يُضِلُّ بِه۪ٓ اِلَّا الْفَاسِقِينَ
“(Allah) onunla sadece fasıkları saptırır.”

Hucurât 49/11
وَمَنْ لَمْ يَتُبْ فَاُو۬لٰئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ
“Kim tevbe etmezse, işte onlar fasıkların ta kendileridir.”

Secde 32/20
وَاَمَّا الَّذِينَ فَسَقُوا فَمَأْوَاهُمُ النَّارُ
“Fasık olanların varacağı yer ise ateştir.”

  1. İSYAN (Emre Karşı Gelmek)

Bakara 2/61
وَبَآءُوا بِغَضَبٍ مِنَ اللّٰهِ … ذٰلِكَ بِمَا كَانُوا يَعْصَوْنَ وَيَعْتَدُونَ
“Bu, onların Allah’a isyan etmeleri ve haddi aşmaları yüzündendir.”

Tâhâ 20/93
اَفَلَمْ يَهْدِ لَهُمْ اَنَّهُ لَا يَرْجِعُ اِلَيْهِمْ قَوْلًا وَلَا يَمْلِكُ لَهُمْ ضَرًّا وَلَا نَفْعًا
“Musa’nın kavmi buzağıya tapınca, (Harun dedi:) Ey kavmim! Buzağıyla imtihan edildiniz. Rabbiniz Rahmân’dır. Bana uyun, emrime itaat edin!”
👉 Ama isyan ettiler.

Nisâ 4/42
… وَعَصَوُا الرَّسُولَ
“Onlar Resûle isyan ettiler.”

📌 Özet:

İfrat/tefrit → aşırılık / eksiklik (dengeden sapma).

İstikbar → kibir, haddini bilmezlik.

Fısk → Allah’ın emirlerinden çıkış, günaha saplanma.

İsyan → doğrudan emre karşı gelmek.

Bunların hepsi hudûdullah’ı aşmanın farklı suretleridir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Zulmün Devam Eden Yüzü: Gazze, İnsanlık ve Geleceğe Dair Tesbitler

Zulmün Devam Eden Yüzü: Gazze, İnsanlık ve Geleceğe Dair Tesbitler

Geçmişte insanlığın en büyük yaralarından biri olan Nazizm, zulüm ve soykırımın sembolü haline gelmişti. Bugün ise aynı zihniyetin farklı bir kılıfla devam ettiğini, Gazze’de yaşananlarla açıkça görmekteyiz.
Javier Bardem’in “İsrail ordusu Naziler gibi davranıyor” benzetmesi, gerçeğin sanatçılar dilinden ifade edilmiş şeklidir. Ancak bu hakikat yalnızca sanatçıların değil, uluslararası kuruluşların ve vicdan sahibi insanların da seslendirdiği bir çığlığa dönüşmüştür.

Mevcut Durum: Zulmün Fotoğrafı

Altyapının hedef alınması: MSF’nin raporlarına göre 60’tan fazla su arıtma tesisinin devre dışı bırakılması, insanların en temel yaşam hakkı olan suyun kasıtlı şekilde engellenmesi, modern çağın en acımasız savaş suçlarındandır.

Kıtlık politikası: BM raporları Gazze’de resmen kıtlık ilan etti. Bu, insan eliyle oluşturulan ve sistematik olarak yürütülen bir aç bırakma stratejisidir.

Dini kılıf: Bazı hahamların “Gazze’de tek bir can bile bırakmayın” çağrısı, bu savaşın sıradan bir güvenlik meselesi değil; ideolojik ve dini bir nefret üzerinden beslendiğini gösteriyor.

Uluslararası sessizlik: ABD’den Avrupa’ya kadar birçok ülkenin çifte standardı, İsrail’e verilen açık çek, zulmün devamını sağlayan en büyük faktörlerden biridir.

Yayılmacı tehdit: İsrail’in Kıbrıs’tan Yemen’e, Gazze’den Lübnan’a kadar saldırgan politikaları, yalnızca Filistin’i değil bütün bölgeyi ateşe atmaktadır.

Problemler ve Geleceğe Dair Tehlikeler

  1. İnsanlığın vicdan kaybı: Sessiz kalan dünya, kendi hukukunu ve değerlerini çiğnemektedir. Bu, gelecekte yeni Nazizm benzeri yapıları doğuracaktır.
  2. İslam dünyasının dağınıklığı: 50 ülkeden 150 âlimin İstanbul’da toplanması önemli olsa da, hâlâ İslam ülkeleri arasında siyasi birliktelik sağlanamamaktadır. Bu da zulmün daha kolay işlenmesine yol açmaktadır.
  3. İsrail’in geleceği: Gazze’de çocukları aç bırakan bir devlet, kendi çocuklarına kin, korku ve nefret dolu bir dünya hazırlamaktadır. Bu, yalnızca Filistin’i değil İsrail’i de yok oluşa sürükleyecek bir intihardır.
  4. Bölgesel savaş tehlikesi: Yemen saldırıları, Lübnan ve Suriye gerilimleri, Kıbrıs üzerindeki işaretler, İsrail’in ateşi büyüttüğünü göstermektedir. Bu ateşin, bütün bölgeyi sarma ihtimali çok yüksektir.

Çözüm Yolları

İttihad-ı İslam: İslam dünyasının siyasi, ekonomik ve askerî bir araya gelmesi artık bir tercih değil, zaruret haline gelmiştir.

Uluslararası baskı: Dünya kamuoyu, “Gazze yalnızca Filistinlilerin meselesi değil, bütün insanlığın meselesidir” bilincine ulaşmalıdır. Bunun için sürekli medya, diplomasi ve halk hareketleriyle baskı artırılmalıdır.

İnsani diplomasi: Pakistan’ın gönderdiği yardımlar, Türkiye’deki âlimlerin konferansı gibi adımlar çoğaltılmalı, insani yardımların önü açılmalıdır.

Vicdanların uyanışı: Avrupa’da, Amerika’da seslerini yükselten aydınlar ve sanatçılar desteklenmeli, bu seslerin daha geniş kitlelere ulaşması sağlanmalıdır.

İsrail halkı için farkındalık: Zulmün devamı, İsrail halkını da felakete sürüklemektedir. Barış isteyen Yahudilerle iletişim güçlendirilmeli, “zulüm, sadece mazlumun değil zalimin de sonunu getirir” hakikati onlara anlatılmalıdır.

Sonuç

Gazze bugün yalnızca bir coğrafya değil, insanlığın vicdan aynasıdır. Bu aynaya bakanlar ya kendi insanlığını görecek ya da zulmün ortağı olacaktır. Zulüm geçici, adalet ise kalıcıdır. Tarih göstermiştir ki, Firavunların, Nemrutların, Hitlerin saltanatı yıkılmıştır. Siyonist zulüm de aynı akıbeti yaşayacaktır. Ancak bu akıbetin hızlanması için Müslümanların birlik olması, insanlığın vicdanını ayağa kaldırması şarttır.

Gazze yalnızca bir şehir değil, imanın ve insanlığın sınav noktasıdır. Bu sınavda kim zalimin yanında, kim mazlumun yanında olduğunu gösterecektir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Tebliğ mi? Temsil mi? Yoksa İkisi de mi?

Tebliğ mi? Temsil mi? Yoksa İkisi de mi?

Biz nerede veya nerelerde hata yaptik; Tebliğ de mi, Temsil de mi?
Yoksa her ikisinde mi?
Evvela itiraf etmeliyim ki; bizler bir asırdır millet olarak maddi ve manevi kıtlıkta yetişmiş, islamin suyuyla sulanmayıp kurumuş, Kur’an’ı Kerim’in ruhunu kaybetmiş bir milletiz.
Bahçeye gelen su arkları kapanmış, susuz kalmışız.
Üzerimize giydirilen deli gömlekleriyle delirmişiz.
Nice zorluklarla merdiven altlarında yetişmişiz.
Islamı ne kadar bilmişiz ki, o kadar tebliğ edelim!
Bildiğimiz kadar.

******

Kur’ân’ı Kerim’de sorumluluk Tebliğle başlar.[1]
Tebliğde esas olan hikmetle davettir.
Hiddetle değil.
Tıpkı Allah’ın Hz. Musa’yı Firavuna gönderirken; Kavli leyyin yani yumuşak bir dille davet etmesini emretmesi gibi.
Yeteri kadar tebliğde başarılı olamadık.
Nefsimiz; ortam müsait değildi, engeller vardı, bir çok maniler engel oldu, dese de…

Ancak bu tebliği hakkiyla yapamasak da, Temsiliyeti hal dili ve halimizle gösterebilirdik.
En büyük kaybımızda; dahilde ve hariçte, Müslümanda gayri müslimde İslami temsiliyet rolümüzü yerine getiremeyişimizdir.
Nitekim Bediüzzaman;” “Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef’âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler. Belki, küre-i arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyete dehalet edecekler.”
Yani islam’ı hakkıyla temsil etmemiz de gayri Müslim bile İslamiyete girerse, Müslüman zaten islam’ın içinde iken, neden bağlanmasın ve sarılmasın?
Acaba biz tebliğde islam’ı sevdirelim derken nefret mi ettirdik?
Meslekdaşlarıma şunu söylüyordum;
Evvelden öğrencilere en azından İslamı sevdirmeye çalışıyorduk.
Artık bugün nefret ettirmemeye çalışmalıyız.
Hadiste:“Kolaylaştırın, zorlaştırmayın! Müjdeleyin, nefret ettirmeyin ve işlerde uygunluk gösterin!..” buyrulur.

*******

İslam’ın Mesajını Yaşamak ve Yaşatmak Üzerine Bir Muhasebe

Tarih boyunca İslâm’ın dünyaya yayılışında iki büyük yol vardır: tebliğ ve temsil.
Tebliğ, diliyle anlatmak; temsil ise haliyle ve yaşayışıyla göstermektir. Kur’ân-ı Kerim, peygamberlerin en temel görevi olarak tebliği zikreder:

> “Peygambere düşen ancak apaçık bir tebliğdir.” (Nahl, 35)

Ancak sadece sözle değil, yaşayışla da İslâm’ı göstermek zaruridir. Zira temsil, sözü kuvvetlendiren bir şahitliktir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle:

> “Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef’âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler.”

Bu durumda sorulması gereken soru şudur: Biz nerede hata yaptık? Tebliğde mi, temsilde mi, yoksa her ikisinde mi?

  1. Tebliğde Eksikliklerimiz

Kur’ân, tebliğ metodunu “hikmet” ve “güzel öğüt” ile sınırlandırır:

> “(Resûlüm!) Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde mücadele et.” (Nahl, 125)

Ne yazık ki bir asırdır bu hikmetli üslubu kaybettik. Zaman zaman tebliğ yerine hiddeti, hikmet yerine sertliği, kolaylaştırma yerine zorlaştırmayı tercih ettik. Halbuki Resûlullah (sav) buyurur:

> “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın! Müjdeleyin, nefret ettirmeyin!” (Buhârî, İlim 11)

Bu düsturun zıddına davranışlarımız, kimi zaman İslam’ı tanımak isteyen gönüllerde korku ve nefret uyandırdı.

  1. Temsilde Zafiyetimiz

Tebliğ kadar, hatta ondan da fazla etkili olan temsil, yani hal diliyle İslam’ı yaşamak ve yaşatmak ise en büyük kaybımızdır.
Tarih şahittir ki; İslam, çoğu kez kılıçla değil, ahlakın ve güzel temsilin gücüyle yayıldı. Endonezya, Malezya ve Afrika’nın birçok bölgesinde İslam, tüccarların güzel ahlakıyla kök saldı.

Kur’ân bu hakikati şöyle teyit eder:

> “Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a iman edersiniz.” (Âl-i İmrân, 110)

Bugün ise Müslümanların ticarette, siyasette, ilimde, ahlakta zaaf göstermeleri; temsil gücünü kırmış, güveni sarsmıştır. Halbuki İslam’ı hakkıyla yaşayan bir toplum, en büyük tebliğcidir.

  1. Tarihî ve Sosyal Boyut

Osmanlı’nın yükseliş döneminde İslam’ın gücü, yalnız kılıçtan değil; adaletten, hoşgörüden, vakıf kültüründen, ahlâktan doğuyordu. Batı’dan gelen seyyahlar bile Müslüman toplumların dürüstlüğünü, misafirperverliğini hayranlıkla kaydetmiştir.

Bugün ise biz, bir asırlık travmaların ardından, “kendi değerlerini unutmuş bir millet” manzarası veriyoruz.
Deli gömlekleri giydirilmiş, su arkları kapatılmış bir millet…
Hem cehaletin, hem taklitçiliğin, hem de gafletin gölgesinde tebliği ihmal ettik; temsilimizi de zayıflattık.

  1. İlmî ve Aklî Açıdan Değerlendirme

Tebliğ, bilgiye; temsil ise ahlaka dayanır. Biz ne ilimde yükseldik, ne ahlakta. Halbuki Kur’ân iki ayağı birlikte yürütür:

İlim: “De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 9)

Ahlak: “Sen elbette yüce bir ahlak üzeresin.” (Kalem, 4)

İlimsiz tebliğ kuru kalır; ahlaksız temsil ise sahte olur. İslam’ı yeniden ayağa kaldırmak için ilim ve ahlak birlikteliğini yeniden inşa etmek zorundayız.

  1. Siyasi ve Sosyal Yansımalar

İslam’ın temsil edilemeyişi, sadece bireysel bir eksiklik değil, siyasi ve toplumsal bir krizdir. Müslüman toplumların iç çekişmeleri, çıkarcılık ve ikiyüzlülükleri, İslam’ın evrensel adaletini perdelemiştir. Bu yüzden gayrimüslimler değil, Müslüman gençler bile İslam’dan uzaklaşma eğilimi göstermektedir.

  1. Sonuç ve Çıkış Yolu

Biz hem tebliğde, hem temsilde eksik kaldık. Sözümüz güzel olmadı, halimiz örnek olmadı. Oysa İslam’ın mesajı, ancak bu ikisinin birleşmesiyle gönüllere yerleşir. Çözüm:

  1. Tebliğde hikmet: Öfkeyi değil, hikmeti öne çıkarmak.
  2. Temsilde ahlak: İslam’ın adaletini, merhametini, dürüstlüğünü yaşayarak göstermek.
  3. İlim ve ahlak birlikteliği: Bilgiyle yoğrulmuş, ahlakla süslenmiş bir İslamî şahsiyet inşa etmek.
  4. Kendi nefsimizden başlamak: Tebliğ ve temsil, önce bireyin kendisinde tecelli etmelidir.

Özet

Kur’ân’a göre tebliğ, hikmet ve güzel öğütle yapılmalıdır (Nahl, 125).

Hadisler kolaylaştırmayı, müjdelemeyi ve nefret ettirmemeyi emreder.

Tarihte İslam en çok temsil gücüyle yayılmıştır.

Biz hem tebliğde (sertlik, bilgisizlik) hem temsilde (ahlak zafiyeti) hata ettik.

Çıkış yolu, hikmetli tebliğ ve ahlaklı temsil ile yeniden İslam’ın güzelliğini yaşamak ve yaşatmaktır.

“Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhamı,
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâmı”
M. Akif Ersoy.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

[1] https://tesbitler.com/index.php?s=Tebli%C4%9F+




İ’lâ-yı Kelimetullah ve Asrımızın Yolu

İ’lâ-yı Kelimetullah ve Asrımızın Yolu

1000 yıllık tarihimize ve geçmişimize baktığımız zaman ilayı kelimetullah yani islam’ın dünyaya yayılması önce tüccarlar yoluyla ve ticaret kanalıyla gerçekleşmiş, arkasından dervişler, din adamları oraya giderek islam’ın tohumunu ekmişlerdir.
Dün böyle olduğu gibi bugün de aynı şekilde öyledir ve ancak öyle mümkün olacaktır.
Bediüzzaman’ın ifadesiyle:”Bu zamanda islam’ın terakkisi maddeden terakkiye mütevakkıftır.” Yani İslam’ın yükselişi maddi yükselişle orantılıdır.
Birincisi bu iken,
ikincisi ise ;
“Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.”
Yani aklı fen ilimleriyle, kalbi din ilimleriyle tatmin etmek.
Bu iki cihaz ile teçhiz olan bir gençlik ile islam’ın tealisi,yükseliş ve tebliği, ilayı kelimetullah gerçekleşebilir.
İşte o zamandayız.

******

Tarihimize baktığımızda, İslâm’ın geniş coğrafyalara yayılışında kılıçtan önce kalemin, savaş arabasından önce ticaret kervanlarının, ordulardan önce dervişlerin ve ilim adamlarının öncü olduğunu görürüz.
Müslüman tüccarlar mallarını götürdükleri diyarlara aynı zamanda ahlâklarını, adaletlerini, dürüstlüklerini ve Kur’ân’ın nurunu da taşımışlardır. Ardından gelen dervişler ve âlimler, o topraklara İslâm’ın tohumlarını ekmiş, böylece gönüller fethedilmiştir.

Bugün de aynı hakikat geçerlidir. Çünkü insanlık kalem ile, fikir ile, ilim ve medeniyet ile yoğrulmaktadır. Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle:

“Bu zamanda İslâm’ın terakkisi maddeden terakkiye mütevakkıftır.”

Yani İslâm’ın yükselişi, mü’minlerin maddî sahalarda da geri kalmamasına bağlıdır. Zira bugünün insanı; gözüyle gördüğü, aklıyla tarttığı, deney ve teknoloji ile doğruladığı şeylere kıymet vermektedir. Gözleri kamaştıran teknolojilere sahip olan, söz sahibi olmaktadır. Bu nedenle maddî terakkiden uzak kalan bir ümmet, sözünü güçlü bir şekilde haykıramaz.

Aklın Nuru, Kalbin Ziyası

Bediüzzaman, İslâm’ın geleceği için esaslı bir ölçü koyar:

“Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder.”

Din ilimleri kalbe ışık verir, fen ve medeniyet ilimleri aklı aydınlatır. Bir gençlik, bu iki kanat ile donandığında hakikatin göğünde kanat açabilir. Eğer din ilimleri fenlerden koparılırsa taassup doğar; fen ilimleri dinden koparılırsa şüphe ve hile doğar.

İşte bugünkü ihtiyacımız tam da budur: Kalbi imanla, aklı ilimle tatmin olmuş bir gençlik. O gençlik ki, hem bilim laboratuvarında çalışır hem secdede gözyaşı döker; hem bilgisayar yazılımında mahir olur hem Kur’ân’ın ayetlerini hayata tatbik eder. Böyle bir nesil, İ’lâ-yı Kelimetullah’ın gerçek mümessili olacaktır.

Tarihten İbret, Gelecekten Mesaj

Osmanlı’nın üç kıtaya hükmetmesinin arkasında yalnızca askeri kudret yoktu; ilim, adalet, ahlâk ve irfan vardı. Endülüs’ün asırlık yükselişinde yalnız kılıç değil, ilim, hikmet, astronomi, tıp ve edebiyat vardı.

Bugün Müslümanların geri kalmışlığı, çoğu zaman bu iki kanadı ihmal etmelerinden kaynaklanmaktadır. Kalbi ilimden, aklı dinden kopardık; neticede ya taassubun dar çerçevesinde boğulduk ya da kör taklit ve şüphelerin girdabında sürüklendik.

Sosyal ve Ahlâkî Boyut

İ’lâ-yı Kelimetullah yalnız bir şiar veya slogan değildir. O, adaletle hükmetmek, insan haklarına riayet etmek, muhtaçların derdiyle dertlenmek, ahlâkta, dürüstlükte, merhamette zirveye çıkmaktır. Çünkü İslâm’ın hakikati ancak güzel ahlâkla temsil edildiğinde karşılık bulur.

Tarih şahitlik eder ki, en güçlü tebliğ metodu bizzat yaşanan İslâm’dır. Sözden ziyade hal ile, davetten ziyade ahlâkla yayılan bir dindir İslâm.

İlmi ve Mantıkî Yön

Bugün dünya insanı, hakikati ilimle, mantıkla, akıl ve deneyle anlamak istiyor. O halde tebliğ ve temsil, çağın diliyle yapılmalıdır. Kur’ân’ın hakikatleri fen ilimleriyle teyit edilmeli; iman, akla hitap edecek delillerle tahkim edilmelidir. İşte Risale-i Nur’un yaptığı tam da budur: İmanı, aklın terazisinde, ilmin mikyasında isbat etmek.

Sonuç

İ’lâ-yı Kelimetullah; kılıçla değil, ilimle, güzel ahlâkla, teknolojiyle, adaletle ve merhametle mümkündür. Tarih bunu göstermiştir, bugün de ancak bu yolla mümkündür. Müslümanların yükselişi, fen ve din ilimlerinin birleşmesiyle, aklın ve kalbin beraber tatmin edilmesiyle olacaktır.

Eğer böyle bir nesil yetişirse; dünyaya adalet, insanlığa huzur, kalplere iman nuru yeniden hâkim olacaktır. Çünkü hakikati taşıyan iki kanat budur: İlim ve iman.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Hayatın Tarlası ve Sonsuzluğun Hasadı

Hayatın Tarlası ve Sonsuzluğun Hasadı

Hayat, tıpkı geniş bir tarla gibidir. Bizler de bu tarlaya tohumlar eken çiftçileriz. Bu tarladaki her bir eylemimiz, her bir düşüncemiz, her bir sözümüz geleceğin hasadını belirleyen bir tohumdur. Asırlar öncesinden, çağlar ötesine ışık tutan büyük düşünür Bediüzzaman Said Nursi, bu gerçeği ne kadar da veciz bir şekilde dile getirmiştir: “Ebedi ömrün önündedir. O ömr-ü bakide göreceğin rahat ve lezzet, ancak bu fani ömründe sa’y ve çalışmalarına bağlıdır.”
Bu fani dünya hayatı, sonsuz bir yolculuğun sadece ilk adımıdır. Bu adımı nasıl attığımız, nasıl yaşadığımız, son durağımızı belirler.

İnsan, kendi yetenekleri ve potansiyeli nispetinde, yani “istidadı nisbetinde burada ekiyor ve ekiliyor, âhirette mahsul alıyor.” Bu dünyada yaptığımız her şey, ahiret yurdunun bir yansımasıdır. Çalıştığımız, çabaladığımız, iyilik yaptığımız her an, sonsuzluk bahçemize bir fidan dikmektir. Tıpkı bir çiftçinin yazın ekin biçmek için ilkbaharda toprağı işlemesi gibi, biz de ebedi hayatın rahatını ve lezzetini kazanmak için bu geçici dünyada gayret göstermeliyiz.
Peki, bu gayreti nasıl göstereceğiz? Sadece ekin biçmekle mi kalacağız? Hayır.

İnsan, sadece fizyolojik ihtiyaçlarını gidermek, zevk ve sefa içinde yaşamak için yaratılmış başıboş bir varlık değildir. Hayat, sadece otlakta otlamak değildir.

İşte bu yüzden,
“İNSAN ipi boğazına SARILIP, İSTEDİĞİ YERDE OTLAMAK İÇİN BAŞIBOŞ BIRAKILMAMIŞTIR.”
Bu söz, insana verilen aklın, iradenin ve yeteneklerin ne kadar önemli bir amaca hizmet ettiğini anlatır. İnsan, yaratılışındaki bu önemli görevle, alemlerin Rabbi’ni tanımalı, O’na ibadet etmeli ve şükretmelidir.

Unutulmamalı ki, insan, “umum mevcudat içinde ehemmiyetli bir vazifesi, ehemmiyetli bir istidadı olsun da, insanın Rabbi de insana bu kadar muntazam masnuatıyla kendini tanıttırsa, mukabilinde insan imân ile O’nu tanımazsa; hem, bu kadar rahmetin süslü meyveleriyle kendini sevdirse, mukabilinde insan ibâdetle kendini O’na sevdirmese; hem, bu kadar bu türlü nimetleriyle muhabbet ve rahmetini ona gösterse, mukabilinde insan şükür ve hamd ile O’na hürmet etmese; cezasız kalsın, başıboş bırakılsın, o izzet, gayret sahibi Zât-ı Zülcelâl, bir dâr-ı mücâzât hazırlamasın?”
Elbette ki bu, ilahi adalete aykırı olurdu.
Bu manzum tablo, bize insanoğlunun kâinattaki yerini ve sorumluluğunu gösterir. Sadece dünyalık işlere odaklanmak, nefsin arzularına göre yaşamak ve Allah’a karşı nankörlük etmek, sonuçsuz kalmayacaktır. Her eylemin bir karşılığı, her amelin bir hesabı vardır. Dünyadaki geçici zevkler ve rahatlıklar, sonsuzluğun yanında bir hiçtir. Gerçek lezzet ve mutluluk, ancak bu dünyada gösterilen samimi gayret ve çabanın bir meyvesi olarak ahirette tadılacaktır. Bu dünyada ektiğimiz iyilik tohumları, ahirette sonsuz meyveler veren bir cennet ağacına dönüşürken, kötülükler de acı ve ızdırap dolu bir hasatla sonuçlanacaktır.

Özet
Bu makale, hayatı bir tarla metaforu üzerinden ele alarak, insanın bu dünyadaki eylemlerinin ahiretteki sonsuz yaşamı üzerindeki etkisini anlatmaktadır. Bediüzzaman Said Nursi’nin sözlerinden hareketle, bu fani ömrün, ebedi hayat için bir hazırlık süreci olduğu anlatılır. İnsanın sadece yeme, içme gibi basit zevkler için yaratılmadığı, önemli bir vazifesi olduğu belirtilir. Allah’ın insana sunduğu nimetlere karşılık iman, ibadet ve şükürle O’na yönelmenin gerekliliği açıklanır. Makale, bu dünyada ekilen her şeyin ahirette karşılık bulacağını, dolayısıyla bu hayatta gösterilen çabaların boşa gitmeyeceğini ve her amelin bir hesabının olacağına işaret ederek son bulur.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Kısır Döngülerin Bedeli: Ceviz Kabuğunda Kaybolan Bir Millet

Kısır Döngülerin Bedeli: Ceviz Kabuğunda Kaybolan Bir Millet

Türkiyenin millet olarak devlet olarak günlük,gündelik gündemlerle uğraşmayı bıraıp,daha ciddi,önemli, geleceğe yönelik, bilimsel,hikmetli,
ahlaki,insani, teknolojik meselelerle ilgilenmesi gerek.
Çok basit meselelerle uğraşıyor, birbirimizi uğraştırıp meşgul ediyoruz.
Günün sonunda ceviz kabuğunu doldurmayacak şeyler ortaya çıkıyor.
Ve heba olan zamanlar.
Kısır zihniyetli insanlar, toplumu da bunlarla meşgul edip hem kısırlaştırıyor ve hemde enerjisini, gücünü tüketiyor.
Koca yıllar üç beş meseleye hatta kişilere feda ediliyor.
Atı alan ise çoktan Üsküdarı geçiyor.
Veya cambaza bak misali devletin kasalarını boşaltıyor.

******

Milletler tarih sahnesinde kalıcı izler bırakmak istediklerinde, bakışlarını günlük çekişmelerden ve dar ufuklu tartışmalardan kaldırıp ufuklara yöneltmişlerdir. Çünkü bir milletin büyüklüğü, kısır gündemlere ne kadar kapıldığıyla değil; hakiki meselelerle ne kadar hemhâl olduğu ile ölçülür.

Bugün Türkiye, potansiyeliyle çağının çok ilerisinde bir rol oynayabilecek iken, çoğu zaman ceviz kabuğunu doldurmayan gündemlerin içinde debelenmektedir. Medyada, mecliste, kahvehanelerde ve sosyal platformlarda konuşulan başlıkların çoğu; dünün davası, bugünün dedikodusu, yarının pişmanlığı olmaktan öteye gitmez. Halbuki milletin zaman sermayesi, bir altın hazinesi kadar kıymetlidir. Ve altın boşa harcandığında geri dönmez.

Tarihî İbretler

Osmanlı’nın yükseliş devrinde, Fatih’in çağını aşan vizyonuyla İstanbul’u fethinden Kanuni’nin kıtaları sarsan adaletine kadar, gündem kısır değildi. Bilakis; devlet adamları ve âlimler, bilimden sanata, hukuktan teknolojiye kadar daima ufka bakıyordu. Lakin çöküş dönemlerinde, saray entrikaları, mezhep çekişmeleri, basit ikbal kavgaları ön plana çıkınca devasa imparatorluk, kısır gündemlerin ağırlığında eriyip gitti.

Bugün de aynı tehlike kapımızdadır. Eğer dikkat edilmezse, tarih sadece bir ibret levhası olmaktan öteye geçemez.

Cambaza Bak Oyunu

Milleti küçük tartışmalara boğanların maksadı çoğu zaman büyüktür. Tarih boyunca nice hükümdar, kitleleri “cambaza bak” misali küçük meselelerle oyalarken, arka planda hazineleri boşaltmış, devleti parçalamış, ülkeyi sömürgeye açık hale getirmiştir. Günümüzde de farklı değildir; bir kısım menfaat sahipleri, milletin aklını kısır tartışmalara mahkûm ederek kendi saltanatlarını sürdürmektedir.

Asıl Gündem: İnsani, Ahlaki ve Bilimsel Meseleler

Halbuki bugün milletimizin asıl gündemi şunlar olmalıdır:

Bilim ve teknoloji: Gençlerin zekâsını tüketen değil, aklını Fen ilimleriyle ve kalbini de Din ilimleriyle doldurup geliştiren bir eğitim düzeni.

Ahlak ve insanlık: Toplumu yozlaştıran, aileyi çökerten kültürel yozlaşmaya karşı duruş.

Sosyal adalet: Zenginle fakir arasındaki uçurumu kapatan adil bir yönetim.

Milli birlik: Etnik, mezhebi veya siyasi ayrılıkların üstüne çıkan, ortak geleceği inşa eden bir şuur.

Küresel vizyon: Türkiye’nin sadece bölgesinde değil, insanlık ailesinde söz sahibi olmasını sağlayacak hedefler.

Kısır Zihniyetin Toplumsal Bedeli

Kısır gündemler, sadece bugünü değil, yarını da tüketir. Çünkü bir milletin en büyük serveti zaman ve enerjidir. Bugün yıllarımızı üç-beş şahsiyetin kavgasına, magazinleşmiş siyasi atışmalara feda edersek, yarın elimizde ne vizyon kalır, ne güç, ne de umut. Ve biz böyle oyalanırken, “atı alan Üsküdar’ı çoktan geçer.”

Sonuç: Ufka Yönelmek

Artık vakit; kısır tartışmaları terk etme, ceviz kabuklarını bırakma ve ufka yönelme vaktidir. Milletin evlâtlarını kendi küçük davasına alet edenlerin tuzağına düşmemek, hepimizin tarih karşısında en büyük mesuliyetidir.

Çünkü asıl mesele; bugün değil, yarın ne bırakacağımızdır.
Bugünün kısır gündemleri, yarının büyük pişmanlıkları olabilir. Ama bugünün hakiki meseleleriyle uğraşanlar, yarına ışık bırakacaklardır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




İnsan ve Varlık: Sınavın ve Anlamın Peşinde

İnsan ve Varlık: Sınavın ve Anlamın Peşinde

İnsanlık, varoluşundan bu yana pek çok soruyla yüzleşmiştir. Nereden geliyoruz? Nereye gidiyoruz? Bu dünyadaki amacımız ne?
Bu soruların cevapları, din, hikmet ve sanat gibi çeşitli alanlarda aranmıştır. Ancak bu arayışın merkezinde, insanın kendi varlığını ve bu dünyadaki sorumluluklarını anlama çabası yatar.
Dört farklı metnin sunduğu dört farklı hikmetli söz, insan olmanın karmaşık ve çok yönlü yapısına ışık tutmaktadır. Her biri kendi içinde bir bütünlük arz ederken, aynı zamanda birbirini tamamlayarak büyük bir resmi ortaya koyar:

İnsanın yeryüzündeki misyonu, ahlaki duruşu ve eylemlerinin sonuçları.

  1. Kanaatsizlik ve Çalışma Şevki

Kanaat, elindekine razı olmak, şükretmek ve daha fazlasını helal yoldan kazanmaya çalışmaktır. Ancak kanaatsizlik, bu olumlu duyguların yerini şikayet ve açgözlülükle doldurur.
Bu durum, insanı meşru ve helal yollardan uzaklaştırarak, zahmetsiz ve kolay yoldan mal kazanma arayışına iter. Bu arayış, çoğu zaman haysiyetin ve şerefin feda edilmesine kadar varabilir. Tarihte pek çok medeniyetin çöküşü, bireylerin ve toplumların bu tür bir ahlaki yozlaşmaya kapılmasıyla ilişkilidir.
Roma İmparatorluğu’nun son dönemlerindeki lüks ve ahlaki çöküş, bu durumun en bilinen örneklerindendir.
Kanaatsizlik, sadece bireysel bir problem değil, aynı zamanda toplumları içten içe kemiren bir hastalıktır.

  1. Günahlar, Zulümler ve Pişmanlık

Emirdağ Lahikası’ndan alıntılanan sözde, insanın günahlarının ve zulümlerinin vicdanında bıraktığı derin izi anlatır. “Öyle günahlar, zulümler oluyor ki rahmet istemeye yüzümüz kalmıyor” ifadesi, işlenen hataların büyüklüğü karşısında duyulan utancı ve acizliği çok güçlü bir şekilde dile getirir.
Bu söz, sadece bireysel bir hissiyatı değil, aynı zamanda bir toplumun ortak vicdanını da yansıtır.
Tarihte, büyük savaşlar, katliamlar ve toplumsal felaketler sonrasında, insanlar derin bir vicdani sorgulamaya girmişlerdir. Bu sorgulama, Yaratıcıdan af dilemenin bile zorlaştığı, adeta bir manevi kuraklık dönemine işaret eder. Bu durum, insanı hem kendi benliğiyle hem de Yaratıcısıyla yüzleşmeye mecbur bırakır. Savaşların ve zulümlerin ardından gelen pişmanlık ve manevi arayış dönemleri, tarihin akışını değiştirmiştir.
İkinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan ahlaki sorgulamalar ve insan hakları hareketlerinin yükselişi, bu duruma bir örnektir.

  1. İnsan ve Hayvan: Sorumluluk ve Hesap Günü

Bediüzzaman Said Nursi’nin Mesnevi-i Nuriye’sinden alıntılanan sözde, insanın hayvanlardan farkını, yani sorumluluk bilincini anlatır.
“İnsan da başıboş, serseri, sahipsiz bir hayvan değildir” ifadesi, insanın eylemlerinin ve davranışlarının bir kayıt altında tutulduğunu ve bunların bir karşılığının olacağını hatırlatır.
Bu fikir, birçok dinde ve hikmette ve de sistemde yer alan hesap günü veya karma inancıyla benzerlik gösterir. Tarih boyunca, bu inanç, insanları ahlaklı ve sorumlu davranmaya teşvik etmiştir. Örneğin, Osmanlı’daki Ahilik Teşkilatı, esnafların ahlaklı olmalarını, dürüst ticaret yapmalarını ve birbirlerine yardım etmelerini teşvik ederdi. Bu sistemde, herkesin eylemleri, sadece kendi vicdanında değil, aynı zamanda toplumun gözünde de değerlendirilirdi. İnsanın her hareketinin ve niyetinin kaydedilmesi, ona bir amaç ve anlam yükler. Bu durum, anlık zevklerin peşinden koşan ve sonuçlarını düşünmeyen bir varlık olmaktan, geleceğini inşa eden ve yaptıklarının hesabını verecek bir bilinçli varlık olmaya dönüşmesini sağlar.

  1. Faaliyet ve Lezzet: Varoluşun Dinamizmi

Mektubat’tan alıntılanan sözde, varoluşun temelinde yatan dinamizmi ve lezzeti dile getirir. “Her bir faaliyette kat’iyen lezzet vardır. Belki her bir faaliyet bir nevi lezzettir” ifadesi, canlıların sadece hayatta kalmak için değil, aynı zamanda yaptıkları her eylemden bir keyif almak için var olduklarını öne sürer.
Bu söz, çalışma, öğrenme, keşfetme gibi her türlü eylemin kendi içinde bir ödül taşıdığını belirtir. Örneğin, bir sanatçının bir hat ve ebru çizerken hissettiği tatmin, bir bilim insanının yeni bir keşif yaparken duyduğu heyecan, bir annenin çocuğuna bakarken duyduğu huzur… Bunların hepsi, lezzetin farklı tezahürleridir. Bu düşünce, tarihte büyük icatların, sanat eserlerinin ve hikmetli akımların ortaya çıkışını da açıklar. İnsanlık, sadece zorunluluktan değil, aynı zamanda eylemin kendisinden aldığı lezzet sayesinde ilerlemiştir.
Bu, insanın deruni motivasyonunun, zahiri ödüllerden çok daha güçlü bir itici güç olduğunu gösterir.

Makalenin Özeti
Bu dört metin, insan olmanın dört temel boyutunu ele alır. Kanaatsizlik, bireyi ve toplumu yıkıma götüren bir ahlaki zafiyet olarak gösterilirken, günahlar ve zulümler, insanın vicdanında bıraktığı derin izlerle manevi bir çöküşe işaret eder. Hesap günü inancı, insanın başıboş bir hayvan değil, sorumlu bir varlık olduğunu hatırlatarak eylemlerine bir anlam ve amaç katar.
Son olarak, faaliyetten alınan lezzet, varoluşun temelinde yatan pozitif bir dinamizmi ortaya koyar ve insanı sürekli bir gelişim ve keşif yolculuğuna teşvik eder. Bu dört unsur bir araya geldiğinde, insanın bu dünyadaki sınavının, sadece hayatta kalmak değil, aynı zamanda ahlaklı, sorumlu ve anlamlı bir hayat inşa etmek olduğu görülür.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




GAZZE: 21. YÜZYILIN EN BÜYÜK AHLÂKİ İMTİHANI

GAZZE: 21. YÜZYILIN EN BÜYÜK AHLÂKİ İMTİHANI

Gazze…
Adı anıldığında artık sadece bir coğrafya değil; insanlığın vicdan terazisi, çağımızın en büyük imtihanı. Yeryüzünün gözü önünde, kameraların kayıtta olduğu bir soykırımın bütün çıplaklığıyla sürmesine şahit oluyoruz. Tarih, bu suskunluğu, bu kayıtsızlığı, bu menfaatperestliği kara bir utançla yazacak.

Çocukların Açlığa ve Ölüm Ateşine Teslimi

Han Yunus’ta Bera isimli genç bir anne… İsrail bombardımanında dört evladını kaybetti. Kendisiyse felçli, bedeninde ağır yaralarla hayata tutunmaya çalışıyor. Fakat asıl acısı, evlatlarının açlıktan ölmeye mahkûm edilmesiydi. Bir çocuğun sabaha çıkmak için yastığının altına sakladığı kuru ekmeğin hayali, insanlığın yüzüne çarpılmış en büyük tokattır.

Gazze’de şu ana kadar 62 binden fazla insan öldü, 156 bini yaralandı. Bu rakamların ardında yıkılan hayatlar, silinen soy kütükleri, toprağa gömülen masumiyetler var. Açlıktan ölenlerin sayısı 281’e ulaştı. BM’nin de ilan ettiği gibi artık Gazze’de resmen kıtlık var.

Sessizliğin Çığlığı

Prof. Richard Falk’ın ifadesiyle, Gazze karşısında dünyanın sessizliği 21. yüzyılın en büyük ahlâkî krizidir. Dünya liderleri, mazlumun çığlığını duymuyor; çünkü menfaatlerinin gürültüsü kulaklarını sağır etmiş durumda. Bugün susan devletler, yarın kendi tarih kitaplarında “soykırım karşısında dilsiz şeytan oldular” diye anılacak.

Vicdanların Uyanışı

Her ne kadar siyasî körlük sürse de, dünyanın farklı köşelerinden vicdan sesleri yükseliyor. İtalya’da Kardinal Zuppi, İsrail’in öldürdüğü çocukların isimlerini bir bir okuyarak dua etti. Türkiye’de camilerde yüzbinlerce el semaya kalktı. İstanbul Boğazı’nda teknelerle açılan Filistin bayrakları, denizlere bile şahitlik ettirildi. İslam âlimleri, “Gazze’de insanlık yanıyor” diyerek 50’den fazla ülkeden bir araya geldi.

Sami Yusuf konserinde Gazze’ye dualarını ithaf etti. Sanatçılar, din adamları, siviller… Hepsi bir yerden insanlık adına ses vermeye çalışıyor. Ancak bu sesler, siyasî mekanizmanın çıkar duvarlarını henüz aşabilmiş değil.

“Dünya Beşten Büyüktür”

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dile getirdiği “Dünya beşten büyüktür” sözü, bugün her zamankinden daha anlamlıdır. Çünkü birkaç ülkenin veto hakkına mahkûm edilen dünya düzeni, Filistinli çocukların kanı üzerinde yükseliyor. Eğer insanlık gerçekten eşitlik ve adalet istiyorsa, önce bu çarpık düzenin değişmesi gerekiyor.

Zulmün Sonu ve İmtihanımız

Bugün Gazze’de açlıktan ölen çocuklar, yıkılmış evlerin enkazında ağlayan anneler, vicdan sahibi herkesin kalbinde bir yara açıyor. Ama unutulmamalı: Zulüm devam etmez, zalim baki kalmaz. Zulüm karşısında susanlar da tarihin çöplüğünde yerini alır.

Gazze sadece Filistin’in değil, tüm ümmetin, hatta insanlığın meselesidir. Bir annenin gözyaşları, bir çocuğun açlıktan titreyen bedeni, Allah katında bizden sorulacaktır.

Sonuç: Vicdan Çağrısı

Bugün Gazze, insanlığın en büyük vicdan sınavıdır. Ya bu sınavda onurlu bir şekilde safımızı mazlumdan yana alacağız ya da menfaat uğruna zalimlerin sofrasına oturacağız. Ama şunu bilelim: Gazze yanarken susanların tarih önünde, hatta ilahî mahkemede mazereti olmayacak.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com