Kadim Bir Çığlık: “Kim Bir Can Kurtarırsa…” ve Tarihin Tekerrürü

Kadim Bir Çığlık: “Kim Bir Can Kurtarırsa…” ve Tarihin Tekerrürü

Tarih, kumların üzerine yazılmış bir metin gibidir. Rüzgarlar eser, fırtınalar kopar, ancak bazı yazıtlar o kadar derine kazınmıştır ki silinmez. İnsanlığın ortak vicdanına, semavi mesajların ortak diline kazınan o yazıtlardan biri, bugün bize sesleniyor:
“Kim bir cana kıymaya veya yeryüzünde fesat çıkarmaya karşılık olması dışında, kim bir kimseyi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir can kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur.” (Mâide Suresi, 32. Ayet)

Bu ayet, sadece bir yasak değil; evrensel bir ahlak düşüncesidir. Her bir insan hayatının, bütün insanlığın şahsında temsil edildiği ontolojik bir gerçekliğin ifadesidir. Birini öldürmek, insanlık statüsüne, onun kutsallığına yönelik bir saldırıdır. Bir canı kurtarmak ise, bu kutsallığı tüm dünyada yeniden inşa etme çabasıdır.

Ayetin devamı ise trajik bir ironiye işaret eder: “Şüphesiz peygamberlerimiz onlara apaçık deliller getirdiler. Ama bundan sonra da onların çoğu yeryüzünde taşkınlık göstermektedirler.” (Mâide Suresi, 32. Ayet)
İlahi mesajın muhatabı olmak, onu yaşama sorumluluğunu da beraberinde getirir. Bu sorumluluktan kaçış, mesajın ruhunu tersyüz edişe ve nihayetinde “taşkınlığa” dönüşebilir.
Bugün Gazze’de yaşananlar, bu kadim uyarının ve trajedinin modern bir tezahürü değil midir? Peki, bu durumda diğer semavi kitaplar ve onların takipçileri nerede duruyor?

Tevrat’ın Hükümleri: “Öldürmeyeceksin” Emri ve Yorumları

Tevrat, insan hayatının kutsallığı konusunda son derece nettir. On Emir’in merkezinde şu çarpıcı ifade yer alır: “Öldürmeyeceksin.” (Çıkış, 20:13 ve Tesniye, 5:17). İbranice aslında kullanılan kelime (“lo tirtzach”), genellikle haksız yere, yasa dışı cinayeti ifade eder.

Ancak Tevrat hukuku, bu mutlak emri, toplumsal bir düzen içinde yorumlamış ve bazı istisnalar getirmiştir:

  • Kısas Hukuku: “Cana can, göze göz, dişe diş, ele el, ayağa ayak, yanığa yanık, yarığa yara, bereye bere.” (Çıkış, 21:23-25).
    Bu, adaletin caydırıcılığını sağlamaya yönelik, cezayı suçla orantılı kılmaya çalışan bir ilkedir. Mâide Suresi’ndeki “…cana kıymaya karşılık olması dışında” ifadesiyle örtüşen bir hükümdür.
  • Savaş Hukuku: Tevrat, İsrailoğulları’nın Kenan topraklarını fethini anlatırken, putperest kabilelere karşı –onların ahlaki yozlaşması gerekçe gösterilerek– sert cezalar ve savaşlar ihtiva  eden pasajlar barındırır. (Tesniye, 20:16-18 gibi). İşte modern Siyonist ideolojinin dayanak noktalarından bazıları, daha çok bu savaş hukukunun tarihsel bağlamından koparılarak, siyasi bir okumasına dayanır.

Peki, Hahamlar Neden Sessiz? Bu sorunun cevabı homojen değildir.Yahudi dini otoriteleri tek bir blok halinde hareket etmez.

  1. Siyonist-Dini Yaklaşım: İsrail’in kuruluşunu Mesih öncesi bir kurtuluş (“atelita di’geula”) olarak gören dini Siyonist hahamlar, devletin güvenliğini ve toprak bütünlüğünü dini bir emir olarak yorumlayabilirler. Onlar için askeri operasyonlar “kendini savunma” (pikuach nefesh) kapsamında, meşru görülebilir.
  2. Geleneksel-Muhafazakar Yaklaşım: Tarih boyunca diasporada yaşamanın getirdiği bir temkinliliği savunan bazı gruplar (Neturei Karta gibi), İsrail devletinin Mesih gelmeden kurulmasının dinen yanlış olduğunu, bu yüzden yaşanan şiddetin bir parçası olmayı reddettiklerini savunurlar. Ancak onların da sesi ana akım içinde marjinal kalır.
  3. Sessizliğin Diğer Sebepleri: Milliyetçilik, güvenlik endişeleri, toplumsal baskı, eleştirinin “vatan hainliği” olarak yaftalanması ve antisemitizm korkusu, birçok entelektüel ve dini figürün açıkça eleştiri yapmasını engelleyen faktörlerdir. Sessizlik, bazen aktif bir onaydan ziyade, bu kompleks korkuların sonucudur.

Hristiyanlık ve Evanjelizm: Mesih’in Barışı ile Siyasetin Kılıcı Arasında

İncil, özellikle Yeni Ahit, şiddet karşıtı öğretilerle doludur. İsa Mesih’in en radikal emirlerinden bazıları şunlardır:

  • “Kılıcını yerine koy! Çünkü kılıç çekenlerin hepsi kılıçla ölecek.” (Matta, 26:52)
    · “Size söylüyorum, düşmanlarınızı sevin ve size zulmedenler için dua edin.” (Matta, 5:44)
    · “Sana tokat atana öbür yanağını da çevir.” (Luka, 6:29)

Hristiyanlığın kurucu metinlerindeki bu mutlak pasifizme rağmen, kilise tarihi siyasi iktidarla uzlaşma, “haklı savaş” doktrinini geliştirme ve maalesef Haçlı Seferleri gibi korkunç şiddet eylemlerine imza atma ile lekelenmiştir.

Evanjelistler Neden Destekliyor? Modern Evanjelik Hristiyan Siyonizmi,teolojik bir inançtan beslenir:

  • Kehanetlerin Gerçekleşmesi: İncil’deki (özellikle Vahiy kitabı) bazı kehanetlerin gerçekleşmesi için Yahudilerin İsrail topraklarına dönmüş olması ve Tapınağın yeniden inşa edilmesi gerektiğine inanırlar.
  • Armageddon ve Mesih’in Dönüşü: Bu sürecin, dünyanın sonunda Armageddon Savaşı’na ve nihayetinde İsa Mesih’in ikinci gelişine yol açacağına inanırlar. Bu nedenle, İsrail’in siyasi ve askeri eylemlerini, ilahi planın bir parçası olarak görür ve koşulsuz desteklerler. Onlar için destek, sevgiden veya adalet arayışından ziyade, kıyamet senaryosunun bir “program” gereğidir. Burada mazlumun değil, kehanetin merkeze alındığı trajik bir duruş söz konusudur.

Sonuç ve Özet: İlahi Mesajın Ruhu ile Beşeri Yorumun Çarpışması

Tarih, bize şunu öğretir: Hiçbir ilahi mesaj, onu yorumlayan insanların siyasi, tarihsel ve psikolojik bağlamlarından azade değildir. Tevrat’taki “Öldürmeyeceksin” emri de, İncil’deki “Öbür yanağını çevir” tavsiyesi de, Kur’an’daki “Bir canı kurtarmak bütün insanlığı kurtarmaktır” hükmü de, eğer beşeri hırs, korku, milliyetçilik ve iktidar arzusu tarafından ele geçirilirse, araçsallaştırılır ve amacından saptırılır.

  • Tevrat, insan hayatının kutsallığını vurgular ancak tarihsel hukuk metinleri, siyasi Siyonizm tarafından, ilahi bir vaadin koşulsuz bir siyasi proje olarak meşrulaştırılması için kullanılmıştır.
    · İncil, barış ve merhameti emreder ancak Evanjelist teoloji, kıyametçi bir vizyon uğruna bir halkın çektiği acıları görmezden gelmeyi meşrulaştırabilmektedir.
    · Hahamlar ve Hristiyan liderler, bazen dini otoritelerini, iktidarla olan ilişkileri veya eskatolojik inançları uğruna, en temel ahlaki ilkeleri savunmak için kullanmamaktadır.

Mâide Suresi’nin 32. ayeti, sadece İsrailoğulları’na değil, tüm insanlığa, özellikle de kendini “ilahi mesajın varisi” addeden herkese yönelik evrensel bir uyarıdır: Mesajın muhatabı olmak, onun ağır sorumluluğunu da yüklenmektir. Bu sorumluluktan kaçıp yeryüzünde taşkınlığa yeltenenler, aslında kendi inandıklarını iddia ettikleri o mesajın ruhunu en derinden yaralayanlar olurlar.
Gazze’de hayatını kaybeden her masum çocuk, sadece bir füzenin değil, aynı zamanda bu ilahi mesajların ruhundan uzaklaşmanın, onları siyasetin karanlık sularında boğmanın kurbanıdır. Çözüm, metinlerin lafzında değil, onların ruhunda, yani adalet, merhamet ve her bir canın eşsiz kıymetinde yatmaktadır.

Özet

Bu makale, Mâide Suresi 32. ayetinden yola çıkarak, cana kıymanın evrensel olarak yasaklanışını ve bugün Filistin’de yaşanan trajedinin bu yasakla olan tezatını inceler.
Tevrat’ın “Öldürmeyeceksin” emrini hatırlatarak, bu emrin siyasi Siyonizm tarafından nasıl araçsallaştırılabildiği ve hahamların sessizliğinin arkasındaki karmaşık dini ve siyasi sebepler (dini Siyonizm, toplumsal baskı, güvenlik endişesi) irdelenir. Hristiyanlık öğretisindeki radikal barış vurgusuna rağmen, Evanjelistlerin kıyametçi teolojileri (kehanetlerin gerçekleşmesi, Armageddon inancı) gereği İsrail’i koşulsuz desteklemesinin trajik bir çelişki olduğu anlatılır.
Sonuç olarak, mesajın; adalet, merhamet ve her bir canın kutsallığı gibi evrensel ruhunun, beşeri siyaset, hırs ve yorumlar tarafından nasıl gölgelendiği ve bu durumun ilahi sorumluluğun ağırlığını daha da artırdığı ortaya konulur.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Fani Dünyadan Baki Âleme Uzanan Bir Yolculuk

Fani Dünyadan Baki Âleme Uzanan Bir Yolculuk

İnsan, varoluşun en karmaşık ve en anlam arayışında olan canlısıdır. Bu arayış, genellikle “Ben kimim?” ve “Bu dünyadaki amacım ne?” gibi temel sorularla başlar. Bu sorulara verilecek cevaplar, bir bireyin tüm hayatını şekillendirir. Said Nursi’nin eserleri, bu sorulara derinlikli ve hikmetli cevaplar sunar ve insanın fani bir hayattan ebedi bir âleme uzanan yolculuğunu anlamlandırır.

Hayatı Gaye-i Hayal Olarak Görmek

İnsan, hayatını sadece geçici zevkler ve dünya nimetleri üzerine kurarsa, kendini dar bir daire içinde bulur ve boğulur.
“İnsan, enaniyetine istinad edip hayat-ı dünyeviyeyi gaye-i hayal ederek, derd-i maişet içinde muvakkat bazı lezzetler için çalışsa, gayet dar bir dâire içinde boğulur, gider.”
Bu metin, insanın sahip olduğu bütün yeteneklerin, ona sadece dünyevi bir hayat için verilmediğini anlatır. Gözü, kulağı, kalbi ve diğer tüm duyguları, bu geçici lezzetler için kullanıldığında âdeta birer şikâyetçi ve davacıya dönüşür. Bu durum, insanın fıtratına aykırıdır; zira insan, dünyaya sınırsız bir potansiyel ve ebediyet arayışıyla gelmiştir. Bu arayış, ona verilen her bir organ ve duyguyla desteklenir.

كل نفس ذائقة الموت ve Kâinatın Dönüşümü
İnsanoğlunun en büyük gerçeği, kaçınılmaz bir son olan ölümdür. Kur’an’ın “Her nefis ölümü tadacaktır.” (كل نفس ذائقة الموت) ayeti, sadece insanların değil, aynı zamanda kâinatın da bir nefs olduğunu ve bir gün öleceğini, yani dönüşeceğini işaret eder.
“Nev-i insanî bir nefistir, dirilmek üzere ölecek. Ve küre-i arz dahi bir nefistir, baki bir surete girmek için o da ölecek.”
Bu ibretli bakış açısı, ölümü bir son değil, daha yüksek bir varoluş seviyesine geçiş için bir başlangıç olarak görür. İnsanın bedeni toprağa karışsa da, ruhu ebedi bir hayata doğru yol alır. Aynı şekilde, dünya da kıyametle birlikte “ölür” ve ahiret suretine girer. Bu döngü, hayatın tesadüfi değil, ilahi bir planın parçası olduğunu gösterir.

İman ve Salih Amelle Terakki

Peki, bu fani dünyada nasıl yaşanmalı ve ebediyete nasıl hazırlanılmalıdır?

Kur’an-ı Kerim’deki وَالتِّينِ وَالزَّيْتُونِ (İncir ve Zeytin) Tin suresi bu soruya derin bir hikmetle cevap verir.
Cenab-ı Hak, incir ve zeytin gibi mübarek meyveler üzerinden, insanın en alçak dereceden en yüksek makama (tâ a’lâ-yı illiyyîne) nasıl yükselebileceğine işaret eder. İnsanın bu manevi yükselişi, “şükür ve fikir ve iman ve amel-i salih” ile gerçekleşir. Yani insan, düşünerek, şükrederek, imanını sağlamlaştırarak ve iyi ameller işleyerek esfel-i sâfilîn (aşağıların aşağısı) makamından a’lâ-yı illiyyîne (yücelerin yücesi) makamına terakki edebilir. Bu, her bir insanın içinde saklı olan ilahi potansiyelin bir göstergesidir.

Davaya Sadakat ve Sorumluluk Bilinci

Yaşam, sadece bireysel bir yolculuk değildir; aynı zamanda bir sorumluluk ve cemaat bilinci gerektirir. Çocuklara namaz gibi ibadetlerin öğretilmesi, bu sorumluluğun en temel adımlarından biridir.
“Şer’an yedi yaşına gelen bir çocuğa namaz gibi farzlara peder ve vâlideleri onları alıştırmak için, teşvikkârâne emretmek…” Bu, dini eğitimin sadece katı kurallardan ibaret olmadığını, aksine sevgi ve teşvikle aşılanması gereken bir terbiye olduğunu gösterir. Çocuk, bu eğitimle gelecekteki hayatına yön verecek manevi bir temel kazanır.

Son olarak, başkalarının yanlış yolları (dalaletleri), bizim kendi doğru yolumuza (hidayetimize) zarar vermemelidir.

“Başkasının dalaleti sizin Hidayetinize zarar etmez.”
Bu, başkalarının hatalarıyla meşgul olmak yerine, kendi inancımıza ve amellerimize odaklanmamız gerektiğini anlatır. Zira zarara rıza gösterene merhamet edilmez. Bu ilke, kişisel sorumluluğun ve manevi olgunluğun bir göstergesidir. Kendi yolunu aydınlatmak, başkasının yolunu karartmaya çalışmaktan daha hikmetlidir.

Özet
Bu makale, Risale-i Nur’dan alınan metinler doğrultusunda, insan hayatının amacını ve bu yolda izlenmesi gereken adımları ele almaktadır. İnsanın hayatını sadece dünyevi zevkler üzerine kurması, onu dar bir alanda boğar ve sahip olduğu yetenekleri heba eder.
Ölüm, bir son değil, ebedi hayata bir geçiş kapısıdır ve kâinat da bu döngünün bir parçasıdır.
Bu yolculukta insan, şükür, fikir, iman ve salih amellerle manevi olarak yükselebilir. Bu yükselişin temeli, çocukluktan itibaren doğru bir manevi eğitimle atılır ve başkalarının hatalarıyla değil, kendi sorumluluk bilinciyle hareket etmekle devam eder.
Bu ilkeler, insanın fani dünyadan baki âleme uzanan anlamlı ve ibretli bir yolculuk yapmasına rehberlik eder.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Fani Dünyadan Baki Âleme Uzanan Bir Yolculuk

Fani Dünyadan Baki Âleme Uzanan Bir Yolculuk

İnsan, varoluşun en karmaşık ve en anlam arayışında olan canlısıdır. Bu arayış, genellikle “Ben kimim?” ve “Bu dünyadaki amacım ne?” gibi temel sorularla başlar. Bu sorulara verilecek cevaplar, bir bireyin tüm hayatını şekillendirir. Said Nursi’nin eserleri, bu sorulara derinlikli ve hikmetli cevaplar sunar ve insanın fani bir hayattan ebedi bir âleme uzanan yolculuğunu anlamlandırır.

Hayatı Gaye-i Hayal Olarak Görmek

İnsan, hayatını sadece geçici zevkler ve dünya nimetleri üzerine kurarsa, kendini dar bir daire içinde bulur ve boğulur.
“İnsan, enaniyetine istinad edip hayat-ı dünyeviyeyi gaye-i hayal ederek, derd-i maişet içinde muvakkat bazı lezzetler için çalışsa, gayet dar bir dâire içinde boğulur, gider.”
Bu metin, insanın sahip olduğu bütün yeteneklerin, ona sadece dünyevi bir hayat için verilmediğini anlatır. Gözü, kulağı, kalbi ve diğer tüm duyguları, bu geçici lezzetler için kullanıldığında âdeta birer şikâyetçi ve davacıya dönüşür. Bu durum, insanın fıtratına aykırıdır; zira insan, dünyaya sınırsız bir potansiyel ve ebediyet arayışıyla gelmiştir. Bu arayış, ona verilen her bir organ ve duyguyla desteklenir.

كل نفس ذائقة الموت ve Kâinatın Dönüşümü
İnsanoğlunun en büyük gerçeği, kaçınılmaz bir son olan ölümdür. Kur’an’ın “Her nefis ölümü tadacaktır.” (كل نفس ذائقة الموت) ayeti, sadece insanların değil, aynı zamanda kâinatın da bir nefs olduğunu ve bir gün öleceğini, yani dönüşeceğini işaret eder.
“Nev-i insanî bir nefistir, dirilmek üzere ölecek. Ve küre-i arz dahi bir nefistir, baki bir surete girmek için o da ölecek.”
Bu ibretli bakış açısı, ölümü bir son değil, daha yüksek bir varoluş seviyesine geçiş için bir başlangıç olarak görür. İnsanın bedeni toprağa karışsa da, ruhu ebedi bir hayata doğru yol alır. Aynı şekilde, dünya da kıyametle birlikte “ölür” ve ahiret suretine girer. Bu döngü, hayatın tesadüfi değil, ilahi bir planın parçası olduğunu gösterir.

İman ve Salih Amelle Terakki

Peki, bu fani dünyada nasıl yaşanmalı ve ebediyete nasıl hazırlanılmalıdır?

Kur’an-ı Kerim’deki وَالتِّينِ وَالزَّيْتُونِ (İncir ve Zeytin) Tin suresi bu soruya derin bir hikmetle cevap verir.
Cenab-ı Hak, incir ve zeytin gibi mübarek meyveler üzerinden, insanın en alçak dereceden en yüksek makama (tâ a’lâ-yı illiyyîne) nasıl yükselebileceğine işaret eder. İnsanın bu manevi yükselişi, “şükür ve fikir ve iman ve amel-i salih” ile gerçekleşir. Yani insan, düşünerek, şükrederek, imanını sağlamlaştırarak ve iyi ameller işleyerek esfel-i sâfilîn (aşağıların aşağısı) makamından a’lâ-yı illiyyîne (yücelerin yücesi) makamına terakki edebilir. Bu, her bir insanın içinde saklı olan ilahi potansiyelin bir göstergesidir.

Davaya Sadakat ve Sorumluluk Bilinci

Yaşam, sadece bireysel bir yolculuk değildir; aynı zamanda bir sorumluluk ve cemaat bilinci gerektirir. Çocuklara namaz gibi ibadetlerin öğretilmesi, bu sorumluluğun en temel adımlarından biridir.
“Şer’an yedi yaşına gelen bir çocuğa namaz gibi farzlara peder ve vâlideleri onları alıştırmak için, teşvikkârâne emretmek…” Bu, dini eğitimin sadece katı kurallardan ibaret olmadığını, aksine sevgi ve teşvikle aşılanması gereken bir terbiye olduğunu gösterir. Çocuk, bu eğitimle gelecekteki hayatına yön verecek manevi bir temel kazanır.

Son olarak, başkalarının yanlış yolları (dalaletleri), bizim kendi doğru yolumuza (hidayetimize) zarar vermemelidir.

“Başkasının dalaleti sizin Hidayetinize zarar etmez.”
Bu, başkalarının hatalarıyla meşgul olmak yerine, kendi inancımıza ve amellerimize odaklanmamız gerektiğini anlatır. Zira zarara rıza gösterene merhamet edilmez. Bu ilke, kişisel sorumluluğun ve manevi olgunluğun bir göstergesidir. Kendi yolunu aydınlatmak, başkasının yolunu karartmaya çalışmaktan daha hikmetlidir.

Özet
Bu makale, Risale-i Nur’dan alınan metinler doğrultusunda, insan hayatının amacını ve bu yolda izlenmesi gereken adımları ele almaktadır. İnsanın hayatını sadece dünyevi zevkler üzerine kurması, onu dar bir alanda boğar ve sahip olduğu yetenekleri heba eder.
Ölüm, bir son değil, ebedi hayata bir geçiş kapısıdır ve kâinat da bu döngünün bir parçasıdır.
Bu yolculukta insan, şükür, fikir, iman ve salih amellerle manevi olarak yükselebilir. Bu yükselişin temeli, çocukluktan itibaren doğru bir manevi eğitimle atılır ve başkalarının hatalarıyla değil, kendi sorumluluk bilinciyle hareket etmekle devam eder.
Bu ilkeler, insanın fani dünyadan baki âleme uzanan anlamlı ve ibretli bir yolculuk yapmasına rehberlik eder.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Fani Dünyadan Baki Âleme Uzanan Bir Yolculuk

Fani Dünyadan Baki Âleme Uzanan Bir Yolculuk

İnsan, varoluşun en karmaşık ve en anlam arayışında olan canlısıdır. Bu arayış, genellikle “Ben kimim?” ve “Bu dünyadaki amacım ne?” gibi temel sorularla başlar. Bu sorulara verilecek cevaplar, bir bireyin tüm hayatını şekillendirir. Said Nursi’nin eserleri, bu sorulara derinlikli ve hikmetli cevaplar sunar ve insanın fani bir hayattan ebedi bir âleme uzanan yolculuğunu anlamlandırır.

Hayatı Gaye-i Hayal Olarak Görmek

İnsan, hayatını sadece geçici zevkler ve dünya nimetleri üzerine kurarsa, kendini dar bir daire içinde bulur ve boğulur.
“İnsan, enaniyetine istinad edip hayat-ı dünyeviyeyi gaye-i hayal ederek, derd-i maişet içinde muvakkat bazı lezzetler için çalışsa, gayet dar bir dâire içinde boğulur, gider.”
Bu metin, insanın sahip olduğu bütün yeteneklerin, ona sadece dünyevi bir hayat için verilmediğini anlatır. Gözü, kulağı, kalbi ve diğer tüm duyguları, bu geçici lezzetler için kullanıldığında âdeta birer şikâyetçi ve davacıya dönüşür. Bu durum, insanın fıtratına aykırıdır; zira insan, dünyaya sınırsız bir potansiyel ve ebediyet arayışıyla gelmiştir. Bu arayış, ona verilen her bir organ ve duyguyla desteklenir.

كل نفس ذائقة الموت ve Kâinatın Dönüşümü
İnsanoğlunun en büyük gerçeği, kaçınılmaz bir son olan ölümdür. Kur’an’ın “Her nefis ölümü tadacaktır.” (كل نفس ذائقة الموت) ayeti, sadece insanların değil, aynı zamanda kâinatın da bir nefs olduğunu ve bir gün öleceğini, yani dönüşeceğini işaret eder.
“Nev-i insanî bir nefistir, dirilmek üzere ölecek. Ve küre-i arz dahi bir nefistir, baki bir surete girmek için o da ölecek.”
Bu ibretli bakış açısı, ölümü bir son değil, daha yüksek bir varoluş seviyesine geçiş için bir başlangıç olarak görür. İnsanın bedeni toprağa karışsa da, ruhu ebedi bir hayata doğru yol alır. Aynı şekilde, dünya da kıyametle birlikte “ölür” ve ahiret suretine girer. Bu döngü, hayatın tesadüfi değil, ilahi bir planın parçası olduğunu gösterir.

İman ve Salih Amelle Terakki

Peki, bu fani dünyada nasıl yaşanmalı ve ebediyete nasıl hazırlanılmalıdır?

Kur’an-ı Kerim’deki وَالتِّينِ وَالزَّيْتُونِ (İncir ve Zeytin) Tin suresi bu soruya derin bir hikmetle cevap verir.
Cenab-ı Hak, incir ve zeytin gibi mübarek meyveler üzerinden, insanın en alçak dereceden en yüksek makama (tâ a’lâ-yı illiyyîne) nasıl yükselebileceğine işaret eder. İnsanın bu manevi yükselişi, “şükür ve fikir ve iman ve amel-i salih” ile gerçekleşir. Yani insan, düşünerek, şükrederek, imanını sağlamlaştırarak ve iyi ameller işleyerek esfel-i sâfilîn (aşağıların aşağısı) makamından a’lâ-yı illiyyîne (yücelerin yücesi) makamına terakki edebilir. Bu, her bir insanın içinde saklı olan ilahi potansiyelin bir göstergesidir.

Davaya Sadakat ve Sorumluluk Bilinci

Yaşam, sadece bireysel bir yolculuk değildir; aynı zamanda bir sorumluluk ve cemaat bilinci gerektirir. Çocuklara namaz gibi ibadetlerin öğretilmesi, bu sorumluluğun en temel adımlarından biridir.
“Şer’an yedi yaşına gelen bir çocuğa namaz gibi farzlara peder ve vâlideleri onları alıştırmak için, teşvikkârâne emretmek…” Bu, dini eğitimin sadece katı kurallardan ibaret olmadığını, aksine sevgi ve teşvikle aşılanması gereken bir terbiye olduğunu gösterir. Çocuk, bu eğitimle gelecekteki hayatına yön verecek manevi bir temel kazanır.

Son olarak, başkalarının yanlış yolları (dalaletleri), bizim kendi doğru yolumuza (hidayetimize) zarar vermemelidir.

“Başkasının dalaleti sizin Hidayetinize zarar etmez.”
Bu, başkalarının hatalarıyla meşgul olmak yerine, kendi inancımıza ve amellerimize odaklanmamız gerektiğini anlatır. Zira zarara rıza gösterene merhamet edilmez. Bu ilke, kişisel sorumluluğun ve manevi olgunluğun bir göstergesidir. Kendi yolunu aydınlatmak, başkasının yolunu karartmaya çalışmaktan daha hikmetlidir.

Özet
Bu makale, Risale-i Nur’dan alınan metinler doğrultusunda, insan hayatının amacını ve bu yolda izlenmesi gereken adımları ele almaktadır. İnsanın hayatını sadece dünyevi zevkler üzerine kurması, onu dar bir alanda boğar ve sahip olduğu yetenekleri heba eder.
Ölüm, bir son değil, ebedi hayata bir geçiş kapısıdır ve kâinat da bu döngünün bir parçasıdır.
Bu yolculukta insan, şükür, fikir, iman ve salih amellerle manevi olarak yükselebilir. Bu yükselişin temeli, çocukluktan itibaren doğru bir manevi eğitimle atılır ve başkalarının hatalarıyla değil, kendi sorumluluk bilinciyle hareket etmekle devam eder.
Bu ilkeler, insanın fani dünyadan baki âleme uzanan anlamlı ve ibretli bir yolculuk yapmasına rehberlik eder.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




İnsanın Aynası: Eylemler, Vefa ve Kader Karşısındaki Duruş

İnsanın Aynası: Eylemler, Vefa ve Kader Karşısındaki Duruş

İnsanlık tarihi, sürekli bir arayışın, sorgulamanın ve varoluş soruların cevaplarını bulma çabasının hikayesidir. Bu arayışta, insan kendi benliğini, eylemlerinin sonuçlarını, yaşadığı acıları ve sahip olduğu değerleri anlamaya çalışır.

  1. Eylemlerin Sesiz Şahitliği: Kıyamet Günü

Yasin Suresi’nin 65. ayetinde dile getirilen “O gün onların ağızlarını mühürleriz; yaptıklarını bize elleri anlatır, ayakları da şahitlik eder.” ifadesi, en çarpıcı mesajlardan birini barındırır. Bu ayet, hesap gününün sarsıcı ve kaçınılmaz bir gerçeği olduğunu anlatır. İnsan, dünyada yaptığı her eylemin bir kayda geçirildiğini ve ahirette bu eylemlerin bizzat bedeni uzuvları tarafından şahitlik edilerek ortaya konulacağını öğrenir.
Bu ilahi mesaj, insanı sadece sözlü ifadelerinden değil, aynı zamanda bedeninin her bir hareketinden sorumlu kılar. Tarihte, bu inanç birçok medeniyette ahlaki davranışların temelini oluşturmuştur. Örneğin, İslam alimleri, bu ayeti referans göstererek, nefsin muhasebesi üzerinde durmuş, insanın her anını bir imtihan olarak görmesi gerektiğini belirtmişlerdir. Bu inanç, bireyleri dürüstlüğe, adalete ve iyiye yönlendirirken, kötü eylemlerden kaçınmaya teşvik etmiştir. Zira insan, en gizli kalacağını düşündüğü eylemlerinin bile bir gün kendi uzuvları tarafından açığa çıkarılacağını bilmelidir. Bu, sadece dinî bir inanç değil, aynı zamanda insanın kendi benliğiyle yüzleşmesini gerektiren derin bir hikmettir.

  1. Kader Karşısında Vefa ve İman Duruşu

Bediüzzaman Said Nursi’nin Mesnevi-i Nuriye’sinden alıntılanan söz, insanın kader karşısındaki tavrını ele alır. “Kaderden sana atılan bir musibet taşına maruz kaldığın zaman, İnnâ lillâhi ve İnnâ ileyhi râciûn söyle…” sözü, insanın zor zamanlarda neye sığınması gerektiğini gösterir. Musibetler, hayatın kaçınılmaz bir parçasıdır. Ancak bu zorluklar karşısında üzülmek ve çaresiz kalmak yerine, “Biz Allah’a aidiz ve O’na döneceğiz” diyerek imana sarılmak ve gerçek merci olan Yüce Yaratıcı’ya yönelmek, kişiye derin bir huzur verir.
Bu düşünce, tarihi süreçte pek çok alim ve mutasavvıf tarafından anlatılmıştır. Musibetleri birer sınav olarak görenler, onları birer olgunlaşma ve manevi yükseliş vesilesi olarak değerlendirmişlerdir. Bu anlayış, insanı acizlikten kurtararak, deruni bir kuvvet kazanmasını sağlar. Sadece fiziksel değil, aynı zamanda manevi bir bağ kurarak, insanı musibetlerin getirdiği umutsuzluktan korur ve ona her durumda bir çıkış yolu olduğunu hatırlatır.

  1. Vefa: Hayvanlardan Öğrenilen Derin Ders

Yaşanmış olaylardan olan sahibinin ölmesiyle Mezarlıkta yatan bir köpeğin insana hatırlattığı en önemli bir vefa örneğidir.
Bu durum Vefa duygusunun ne kadar değerli ve anlamlı olduğunu güçlü bir şekilde ifade eder.
Vefa, birine bağlı kalmak, onu zor zamanlarda terk etmemek ve iyiliğini unutmamaktır.
Bu hayvanların bu erdemi, sözlerle değil, davranışlarıyla en saf şekilde sergileyebildiğini gösterir.
Tarih boyunca, insan ve hayvan arasındaki vefa bağını anlatan sayısız hikaye ve efsane mevcuttur.
Örneğin, Hachiko adlı Japon köpeğinin, her gün sahibini tren istasyonunda beklemesi ve sahibi öldükten sonra da bu davranışını yıllarca sürdürmesi, vefanın en dokunaklı örneklerinden biridir.
Bu tür hikayeler, insanlara unuttukları veya göz ardı ettikleri değerleri hatırlatır. İnsanın modern dünyada vefa duygusunu zaman zaman yitirmesi, bu tür ibretlik örneklerin önemini daha da artırır. Vefa, sadece insan ilişkilerinde değil, aynı zamanda tabiata ve tüm canlılara karşı da gösterilmesi gereken temel bir ahlaki değerdir.

  1. Günahın Ekosistemi: Tabiat ve İnsanın Ortak Kaderi

Emirdağ Lahikası’ndan alıntılanan metinde, günahların ve zulümlerin sadece insanları değil, tüm ekosistemi nasıl olumsuz etkilediğini anlatır.
Deniz dibindeki balıkların bile günahkâr ve zalimlerden şikayet etmesi ve bu yüzden yağmurun azalmasından yakınmaları, çarpıcı bir metafordur. Bu, insanın eylemlerinin sonuçlarının sadece bireysel veya toplumsal düzeyde kalmadığını, tüm tabiata yayıldığını gösterir.
Bu düşünce, çağımızda giderek daha fazla önem kazanan çevre bilinci ve ekolojik denge konularıyla yakından ilişkilidir. Endüstriyel kirlilik, orman tahribatı ve doğal kaynakların israfı gibi günümüz problemleri, bu sözün ne kadar haklı olduğunu isbatlar niteliktedir.
Tarihte, bazı toplumlar doğayla uyum içinde yaşarken, bazıları doğayı tahrip ederek kendi sonlarını hazırlamışlardır.
Bu metin, günahın sadece manevi bir yozlaşma değil, aynı zamanda somut ve fiziksel sonuçları olan bir eylem olduğunu hatırlatır. İnsanların işlediği zulümler, masum hayvanların ve tüm doğanın da azap çekmesine neden olur. Bu, insanlara sadece kendi kurtuluşları için değil, aynı zamanda tüm varlık aleminin huzuru için de ahlaklı ve sorumlu davranmaları gerektiğini gösterir.

Makalenin Özeti
Bu dört metin, insanın varoluş yolculuğunda önemli durakları temsil eder.
İlk olarak, hesap gününde her eylemin bir karşılığının olacağı ve insanın uzuvlarının bile şahitlik edeceği gerçeği anlatılır.
İkinci olarak, kader karşısında iman ve tevekkülün önemi belirtilerek, musibetlerin bir olgunlaşma aracı olduğu mesajı verilir.
Üçüncü olarak, vefa gibi temel bir değerin, hayvanların sadakati üzerinden ne kadar güçlü bir şekilde ifade edilebileceği gösterilir.
Son olarak, günah ve zulümlerin sadece insanları değil, tüm doğayı etkileyen ve ekolojik dengeyi bozan sonuçları olduğu anlatılır. Bu makale, insanın kendisi, çevresi ve Yaratıcısı ile olan ilişkisinin derinliğini ve her bir eylemin zincirleme reaksiyonla tüm varlık alemini etkilediğini ortaya koyar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Ahiret Odaklı Yaşamın Anlamı ve Yaratılışın Tezahürleri

Ahiret Odaklı Yaşamın Anlamı ve Yaratılışın Tezahürleri

İnsan, varoluşun en karmaşık ve en anlam arayışında olan canlısıdır. Bu arayış, genellikle “Ben kimim?” ve “Bu dünyadaki amacım ne?” gibi temel sorularla başlar. Yüzyıllar boyunca farklı medeniyetler ve düşünce akımları bu sorulara çeşitli cevaplar sunmuştur. Ancak, İslam düşüncesinde, özellikle de Risale-i Nur’da bu sorulara benzersiz ve derinlikli cevaplar verilir. Bu cevaplar, hem bireyin hem de kâinatın manevi haritasını çizer.

Cennet-i Ebediyye’yi Amaç Edinmek

Risale-i Nur, bu fani ve geçici dünya hayatını, ahiret hayatı için bir vesile ve bir tarla olarak görmeyi öğütler.
“Eğer hayat-ı uhreviyeyi gaye-i maksad yapsan ve şu hayatı dahi ona vesile ve mezraa etsen… Cenâb-ı Hakk’ın nazlı ve niyazdar bir abdi, mükerrem ve muhterem bir misafiri olursun.”
Bu ifadede, ahiret hayatını ana hedef olarak belirlemenin, insanı hayvanattan ayıran ve onu yüce bir makama taşıyan bir adım olduğu belirtilir. Fani olan bu dünyayı bir gaye haline getirmek, Kur’an’ın bir talebesine yakışmayacak bir gaflettir. Zira Kur’an, hakiki bir talebesine ebedi bir cenneti bile amaç edindirmemiştir. O halde, bu geçici dünyayı amaç edinmek nasıl mümkün olabilir?
Bu anlayış, hayatın sadece dünyevi zevkler ve geçici başarılar üzerine kurulu olmadığını, aksine her anın ebedi bir karşılığı olabilecek bir potansiyel taşıdığını gösterir. Bu fani dünya, tıpkı bir ekim alanı gibi, ahiret hayatının meyvelerini toplamak için kullanılır. Bu bakış açısı, insana karşılaştığı zorluklarda sabır, elde ettiği nimetlerde şükür ve yaşadığı her anda bir anlam bulma gücü verir.

İnsanın Mahiyeti ve Kudret-i İlâhiyyeye İltica

İnsanın bu dünyadaki temel vazifesi, sadece bir gaye peşinde koşmak değildir. Aynı zamanda kendi acizliğini, zaafını, fakrını ve kusurlarını idrak ederek Yaratıcı’sına yönelmektir. “Nübüvvet, gaye-i insaniyet ve vazife-i beşeriyet, ahlâk-ı ilâhiye ile ve secâyâ-yı hasene ile tahallük etmekle beraber, +acizini bilip kudret-i ilâhiyeye iltica… +kusurunu görüp aff-ı ilâhîye istiğfar…”
Bu metin, peygamberlerin tebliğ ettiği temel insanlık gayesinin, Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak olduğunu belirtir. Bu ahlakın en önemli unsurlarından biri ise insanın kendi acizliğini, kusurlarını ve eksiklerini kabul etmesidir.
Bu kabulleniş, bir aşağılanma değil, aksine bir yücelme vesilesidir. Kendi gücünün sınırlı olduğunu gören insan, sınırsız kudretin sahibine sığınır. Kendi zaafını fark eden, Allah’ın sonsuz kuvvetinden yardım ister. Kendi fakirliğini anlayan, İlahi rahmetin zenginliğine itimat eder. Bu yöneliş, insanı kibirden arındırır ve onu Rabbine yaklaştırır. Böylece insan, bir “kul” olmanın anlamını kavrar ve hayatına derin bir teslimiyet ve huzur dolar.

Yaratılışın Tecellileri: İsimler ve Sıfatlar

Bu dünya, sadece bir ekim tarlası değil, aynı zamanda Allah’ın isim ve sıfatlarının bir sergisidir. Her bir canlı varlık, O’nun isimlerinin tecellisine mazhardır.
“Her bir zîhayat, çok isim ve sıfatların tecellisine mazhardır.” Bir canlı dünyaya geldiğinde, “Bari” isminin cilvesiyle vücut bulur. Şeklini alırken “Musavvir” isminin, gıdalandığında “Rezzak” isminin, hastalandığında şifa bulduğunda ise “Şâfî” isminin tecellisini gösterir.
Bu tarihi ve ibretli bakış açısı, varoluşu rastlantılı bir olaylar zinciri olarak değil, aksine her detayı planlanmış ve her aşaması ilahi isimlerle nakşedilmiş bir sanat eseri olarak görmemizi sağlar. Her bir canlı, bu sanatın bir parçasıdır ve üzerinde Yaratıcının mührünü taşır. Bu farkındalık, insana kâinata bakarken derin bir tefekkür ve hayranlık duygusu kazandırır. Evrendeki her şey, Allah’ın sınırsız ilim, irade ve kudretini fısıldar.

Özet
Bu makale, Risale-i Nur’dan alınan metinler ışığında, insan hayatının anlamını üç temel noktada ele alır: ahireti gaye edinmek, insanın kendi acizliğini idrak etmesi ve kâinatın Allah’ın isim ve sıfatlarının bir tecelligâhı olduğunu anlamak. Bu fani dünya, ahiret hayatına hazırlık için bir ekim tarlasıdır. Bu anlayış, insanı geçici zevklerin ötesine taşıyarak ebedi bir makama hazırlar. İnsan, kendi acizliğini ve eksiklerini bilerek Yaratıcısına sığınır ve bu teslimiyetle gerçek güce ve huzura ulaşır.
Son olarak, evrendeki her varlık, Allah’ın isimlerinin bir yansımasıdır ve bu tecelliler, kâinatın derin bir anlam taşıdığını ve rastlantılı olmadığını gösterir. Bu üç temel ilke, insanın dünya hayatını bir amaçsızlık girdabından çıkararak, onu anlamlı, ibretli ve düşündürücü bir yolculuğa dönüştürür.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




İlahi Mesajların Işığında: Cana Kıymak, Sessizlik ve Ahlaki Sorumluluk

İlahi Mesajların Işığında: Cana Kıymak, Sessizlik ve Ahlaki Sorumluluk

Binlerce yıllık kutsal metinler, insan hayatının kutsallığını anlatır; bir canı almak, tüm insanlığı yok etmek gibidir.
Kur’an-ı Kerim’in Maide Suresi 32. ayeti, bu evrensel gerçeği şöyle ifade eder:
“İşte bundan dolayı İsrâiloğulları’na şöyle yazmıştık: ‘Bir cana kıymaya veya yeryüzünde fesat çıkarmaya karşılık olması dışında, kim bir kimseyi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir can kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur.'”
Bu ayet, yalnızca bir uyarı değil, aynı zamanda bir hikmet kaynağıdır: Hayat, Allah’ın emanetidir ve onun korunması, tüm yaratılışı korumakla eşdeğerdir. Ancak tarih, bu mesajların kulak ardı edildiği trajedilerle doludur. Bugün, Gazze’de yaşananlar –masum çocukların, kadınların ve sivillerin katledilmesi– bu ilahi buyruğun ihlalini gözler önüne sermektedir.

Peki, Tevrat bu konuda ne der? Hahamlar neden sessiz kalır?

#### Tevrat’ın Öldürme Konusundaki Hükümleri: Cinayet ile Savunma Arasındaki İnce Çizgi

Tevrat, yani Musevi kutsal kitabı, insan hayatının kutsallığını temel prensiplerinden biri olarak koyar. On Emir’in altıncısı, Çıkış 20:13’te şöyle der:
“Öldürmeyeceksin” (Lo Tirtzach). Ancak bu ifade, mutlak bir “öldürme yasağı” değil, “cinayet yasağı” olarak yorumlanır. İbranice’deki “ratsach” kelimesi, haksız ve kasıtlı öldürmeyi işaret eder; savunma, adalet veya savaş gibi durumlarda meşru killing’i dışlamaz.
Örneğin, Sayılar 35:16-18, birinin demir aletle veya taşla kasıtlı olarak öldürülmesini cinayet olarak tanımlar ve ölüm cezası gerektirir. Tevrat, cinayeti en ağır günahlardan sayar; Çıkış 21:12’de “Kim bir adamı vurup öldürürse, mutlaka öldürülecektir” denir.
Bu, adaletin sağlanmasını emrederken, masum bir canın alınmasını kesinlikle yasaklar.

Tarihi açıdan, Tevrat’ın bu hükümleri, eski İsrail toplumunda kaos ve intikam döngülerini önlemeyi amaçlar. Örneğin, Levililer 19:18, “Komşunu kendin gibi seveceksin” buyruğuyla, empatiyi ve barışı teşvik eder. Ancak Tevrat, savunma savaşlarını da meşru kılar: Tesniye 20:1-4, düşman karşısında korkmamayı ve Tanrı’ya güvenmeyi öğütler, fakat sivillerin ve meyve ağaçlarının korunmasını emreder (Tesniye 20:19-20).
Bu, savaşın bile ahlaki sınırları olduğunu gösterir – bir ibret dersi: Güç, zulme dönüşmemelidir.

Bilimsel ve akli açıdan bakıldığında, bu hükümler psikolojik ve sosyolojik bir derinlik taşır. Modern nörobilim, empati eksikliğinin şiddet döngülerini tetiklediğini gösterir; Tevrat’ın “komşunu sev” emri, bu döngüyü kırmayı amaçlar. Mantıki olarak, eğer bir canın değeri sonsuzsa (Talmud’un Sanhedrin 4:5’inde belirtildiği gibi:
“Kim bir canı yok ederse, tüm dünyayı yok etmiş gibi olur”),
o zaman toplu katliamlar –Gazze’deki gibi– tüm insanlığın yok oluşu anlamına gelir.
Bu, Kur’an’ın Maide 32’siyle tam bir paralellik gösterir; her ikisi de Yahudi geleneğinde de vardı ve hayatın evrensel değerini anlatır.

#### Hahamların Sessizliği: Tarihsel Bir İkilem ve Güncel Gerçekler

Tarih boyunca hahamlar, Tevrat’ın ahlaki buyruklarını yorumlayarak topluma rehberlik etmişlerdir. Ancak bugün, Gazze’deki trajedi karşısında birçok hahamın sessizliği, düşündürücü bir çelişki oluşturur.
Neden seslerini yükseltmezler?
Bu sorunun cevabı, siyasi baskı, korku ve ideolojik bölünmelerde yatar. Zionist ideoloji, bazı hahamlarca Tevrat’la özdeşleştirilirken, anti-Zionist gruplar –örneğin Neturei Karta– bunu bir sapma olarak görür.

Tarihsel bir ibret: Ortaçağ’da Yahudi filozof Maimonides, “Savaş Sanatı”nda savunmayı meşru kılsa da, masumların öldürülmesini yasaklar. Benzer şekilde, modern dönemde bazı hahamlar sessiz kalırken, diğerleri konuşur: Örneğin, 1200’den fazla Amerikalı haham, Gazze’deki açlığa karşı açık mektup yayınlayarak “Yahudilik’in etik sesini tehdit ediyor” demişlerdir.
Yine, bazı Modern Ortodoks hahamlar, Gazze’deki insani krize karşı “ahlaki netlik” çağrısı yapmıştır.

Edebi bir bakışla, bu sessizlik Kafka’nın “Dava”sındaki gibi absürt bir trajediyi andırır: Suçlu olmayan masumlar yargılanırken, tanıklar susar. İlmi olarak, sosyoloji bu sessizliği “grup içi baskı” ile açıklar; Yahudi toplumu içinde Zionist eleştiri, dışlanma korkusu doğurur. Ancak bazı hahamlar engel olur: Rabbi Sharon Brous, Gazze’deki savaşı eleştirerek barış çağrısı yapar.
Anti-Zionist Rabbi Weiss, Gazze’deki katliamı Tevrat’a aykırı bulur ve protestolarda yer alır.

Bu, bir hikmet dersi: Sessizlik, zulmün ortağı olur. Kur’an’ın Nisa 135’inde dediği gibi: “Ey iman edenler! Adaleti ayakta tutanlar olun… Bir topluma olan kininiz sizi adaletsizliğe sevketmesin.”

Akli ve mantıki olarak, hahamların sessizliği stratejik bir hata: Eğer Tevrat cinayeti yasaklarsa, Gazze’deki sivillerin ölümü –savaş olsa bile– meşru kılınamaz. Yahudi geleneğinde savunma zorunludur (Sanhedrin 72a: “Seni öldürmeye geleni, önce sen öldür”), fakat orantısız şiddet yasaktır.
Bilimsel veriler, savaş travmasının nesiller boyu sürdüğünü gösterir; barış, tek mantıklı yoldur.
Bu da Tevrat’ın yahudiler tarafından bir yandan keyfi uygulandığını gösterirken,  diğer yandan da tahrike uğradığının bir delilidir.

“Yahudilerden öyleleri var ki, (kelimeleri yerlerinden kaydırıp) tahrif ederek onları anlamlarından uzaklaştırırlar. Dillerini eğip bükerek ve dine saldırarak “İşittik, karşı geldik”, “İşit, işitmez olası!” “Râ’inâ”[118] derler. Hâlbuki onlar, “İşittik ve itaat ettik; dinle ve bize bak” deselerdi, bu kendileri için daha hayırlı olurdu. Fakat Allah, küfürleri yüzünden kendilerini lânetlemiştir. Bu yüzden pek az iman ederler.” Nisa.46.
(Bakara sûresinin 104. âyeti ile ilgili olarak da açıklandığı gibi, “Râ’inâ” Arap dilinde “Bizi gözet”, “Bize bak” demektir. Yahudiler, bu kelimeyi İbrânice’de hakaret ifade eden bir anlama; bir başka yoruma göre ise, peygamberimize hitaben “Çobanımız” anlamına gelecek şekilde hakaret kastederek “Râ’înâ” şeklinde söylüyorlardı.)

“Anlaşmalarını bozmalarından dolayı onlara lanet ettik ve kalplerini katılaştırdık. Kelimeleri bağlamlarından kopararak çarpıtıyorlar, öğütlendikleri şeyden nasiplenmeyi unuturlar, içlerinden çok azı hariç, daima onların hainlik ettiklerini görürsün. Yine de vazgeç ve yaptıklarına aldırma. Kuşkusuz Allah, iyi davrananları sever.” Maide. 13.

#### Benzer Ayetlerle Destek: Kur’an ve Tevrat’ta Hayatın Değeri

Bu konu, benzer ayetlerle zenginleşir. Kur’an’da İsra 33: “Allah’ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmeyin.”
Bu, Maide 32’yi tamamlar; hayat, ancak adaletle alınabilir.
En’am 151: “Haksız yere cana kıymayın” –fesat çıkarma dışında öldürmeyi yasaklar.

Tevrat’ta ise Yaratılış 9:6: “Kim insan kanı dökerse, onun kanı da insan eliyle dökülecektir; çünkü Tanrı insanı kendi suretinde yaratmıştır.”
Bu, hayatın ilahi kaynağını anlatır.

Talmud’un Sanhedrin 4:5’i, Kur’an’la birebir benzer: “Bir canı kurtarmak, tüm dünyayı kurtarmak gibidir.”

Tarihsel bir bağ: Bu ifade, Yahudi geleneğinden mevcuttur. Ancak uygulanmaması veya tahrif edilip farklı yorumlanmaktadır.

Düşündürücü bir metafor: Hayat, bir zincir gibidir; bir halkayı kırmak, tüm zinciri dağıtır.
Eğer İsrailoğulları binlerce yıl önce bu mesajı almışsa, bugün neden tekrarlanır?
Belki de insan doğasının zayıflığı: Gurur ve güç arzusu, ilahi sesi bastırır. Ancak ibret alınmazsa, tarih tekerrür eder –Holokost’tan Gazze’ye, zulüm döngüsü sürer.

#### Sonuç: Bir Çağrı ve Tefekkür

İlahi mesajlar, bizi barışa ve adalete çağırır. Tevrat’ın öldürme hükümleri nettir: Cinayet yasaktır, savunma meşrudur ama zulüm değil.
Hahamların sessizliği, bir ahlaki krizdir; ancak konuşanlar umut verir. Bu, tüm insanlığa bir ders: Sessizlik, zulmün ortağıdır.

Kur’an’ın Hucurat 13’üyle bitirelim: “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık… En üstün olanınız, Allah katında en takvalı olanınızdır.”
Hayatın değeri, ırk veya dine değil, takvaya bağlıdır.

**Özet:** Maide 32, Tevrat’ın “Öldürmeyeceksin” emriyle (Çıkış 20:13) paraleldir; her ikisi de haksız öldürmeyi yasaklar ve bir canın tüm insanlığa eşdeğer olduğunu anlatır (Talmud Sanhedrin 4:5).
Tevrat, savunma savaşlarını meşru kılsa da (Tesniye 20), sivillerin korunmasını emreder. Hahamların bir kısmı Gazze’deki krize karşı sessiz kalırken, diğerleri (örnein Modern Ortodoks gruplar) insani yardım çağrısı yapar ve zulmü kınar.
Benzer ayetler (Kur’an İsra 33, En’am 151; Tevrat Yaratılış 9:6), hayatın kutsallığını pekiştirir.
Bu makale, tarihi ve ahlaki bir tefekkürle, sessizliğin zulme ortaklık ettiğini hatırlatır: Barış, ilahi mesajlara kulak vermekle başlar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com