Dönüş Yolu

Dönüş Yolu

1960 yılının serin bir sonbaharında Adıyaman’da dünyaya geldiğimde, annemin kolları bana ilk sığınağım olmuştu. Babamın işi sebebiyle, henüz yedi aylıkken İstanbul’un kalabalık sokaklarına taşındık. O yıllar, çocukluğumun hatıralarıyla doludur; sokakta oynadığım arkadaşlar, okula giden kalabalık içinde yürürken duyduğum martı sesleri ve boğazın o keskin iyot kokusu…

İstanbul, on yıl boyunca bana ev oldu. Ama kaderin çizdiği yollar bazen insanı ait olduğu yere döndürür. Babam bir gün eve geldi ve Adıyaman’a geri döneceğimizi söyledi. İçimde garip bir his vardı; İstanbul’dan ayrılmak kolay değildi ama doğduğum topraklara dönmek fikri de bana yabancı gelmiyordu.

Adıyaman’a döndüğümüzde, artık genç bir delikanlıydım. Eğitim hayatım burada şekillendi ve 1978 yılında İmam Hatip Lisesi’ni bitirdim. Mezuniyetin ardından iki yıl boyunca İmam- Hatip olarak görev yaptım. Minberde durup cemaatin yüzlerine baktığımda, her birinde hayatın farklı hikâyelerini görürdüm. Dualarda huzur, kelimelerde anlam aradım. Fakat içimde bir eksiklik vardı; daha fazlasını öğrenmek, daha fazla insana dokunmak istiyordum.

1980 yılında Kayseri İslâm Enstitüsü’ne adım attım. Kayseri’nin soğuk kışlarında kitapların arasında ısındım, dostlarla yapılan uzun sohbetlerde kendimi buldum. Bu yıllar, zihnimin en çok şekillendiği yıllardı.

1986 yılında öğretmen olarak meslek hayatına başladım. O ilk gün, sınıfa girip öğrencilerime baktığımda, içimde büyük bir heyecan vardı. Onlara sadece ders değil, hayata dair bilgiler de öğretmek istedim. Her öğrencim, birer umut ışığıydı. Yıllar birbirini kovaladı, binlerce öğrenci yetiştirdim.

Ve zaman, her şey gibi beni de olgunlaştırdı. 2025 yılına geldiğimizde, yaş haddinden emekli oldum. Artık gençliğimi adadığım mesleğe veda etme vakti gelmişti. Ama öğretmenlik bir meslek değil, bir yaşam biçimiydi. Yüreğime işleyen o sevgi, o bilgi paylaşımı arzusu hiç bitmeyecekti.

Şimdi, geriye dönüp baktığımda, İstanbul’un sokaklarından Adıyaman’ın sıcak topraklarına, Kayseri’nin ilim dolu yıllarından öğretmenlik mesleğime kadar her anın bir anlam taşıdığını görüyorum. Hayatım, tıpkı bir nehir gibi kendi yolunu bulmuş ve beni en güzel kıyılara taşımıştı.

Ve biliyorum ki, her bitiş aslında yeni bir başlangıçtır…

*****

Hayat Okulu

Her şey, 24 Ocak 1986 yılında bir Cuma günü başladı. O gün, Cuma namazını kıldıktan sonra derin bir nefes alıp okulun kapısından içeri girdim. Elimde ders notlarım, zihnimde binbir düşünce, kalbimde tarifsiz bir heyecan vardı. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmeni olarak çıktığım bu yolda, yalnızca bir meslek icra etmeye değil, bir neslin kalbine dokunmaya niyetlenmiştim.

İlk dersimi asla unutamam. Sınıfa girdiğimde öğrencilerin meraklı gözleriyle karşılaştım. Kimisi sıraya yaslanmış, kimisi defterine bir şeyler karalıyordu. Derin bir sessizlik hakimdi. Gözlerimi sınıfta gezdirip “Bismillah” dedim ve ilk cümlemi kurdum:

“Çocuklar, bilgi öğrenilir ama ahlak yaşanır. Bugün buradan sadece bilgili bireyler olarak değil, iyi insanlar olarak çıkmanız en büyük dileğimdir.”

Yıllar birbirini kovaladı. Her yeni öğrencimle birlikte ben de yeniden öğrendim. Kitaplardan okuttuğum bilgilerin ötesinde, onlara hayatı anlatmaya çalıştım. Derslerde sadece ezber yaptırmadım, sorular sordum: “İnsan neden dürüst olmalı?”, “Hayatta gerçek başarı nedir?”, “İyi bir insan nasıl olunur?”

Onların gözlerinde bazen şaşkınlık, bazen de derin bir anlam arayışı gördüm. Bu arayışa rehberlik etmek, benim için bir görev değil, bir ibadet gibiydi.

Zamanla, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenliğinden İmam Hatip Meslek Dersleri öğretmenliğine geçtim. Artık sadece inancı öğretmiyor, ilmi bir meslek olarak icra eden gençleri yetiştiriyordum. Onlara mesleğin ruhunu anlatmaya çalıştım. Bir hutbeye çıkmanın, bir gönüle dokunmanın, bir insana umut olmanın ne kadar büyük bir sorumluluk olduğunu hissettirmek istedim.

Tam 43 yıl… Hayatımın en güzel, en anlamlı yılları…

Ve takvim yaprakları 7 Temmuz 2025’i gösterdiğinde, artık vakit gelmişti. Son dersimi verdim, son kez tahtaya yazı yazdım. Sınıftan çıkarken bir an durup geriye baktım. Yüzlerce, belki binlerce öğrencinin geçtiği o sıralar, bana sessizce veda ediyordu.

İçimde bir hüzün vardı ama daha büyük bir huzur taşıyordum. Çünkü biliyordum ki öğretmenlik sadece bir meslek değil, bir ömür süren bir görevdi. Artık devlet okulundan ayrılmıştım ama hayat okulunda öğretecek, öğrenecek daha çok şey vardı.

Elhamdülillah… Bir meslekten değil, bir vazifeden emekli oldum. Ama bir öğretmen asla emekli olmaz…

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Sorumluluğun Yükü: Bireyselliğin ve Adaletin İlanı

Sorumluluğun Yükü: Bireyselliğin ve Adaletin İlanı

İnsanoğlu, varoluş serüveninde daima kendi eylemlerinin sonuçlarıyla yüzleşmiştir. Topluluklar, medeniyetler ve aileler, bireylerin eylemleri üzerine inşa edilir. Ancak bu karmaşık yapı içinde, ahlaki sorumluluğun temel ilkesi çoğu zaman göz ardı edilir. Ayetteki veciz ve net ifade, bu temel gerçeği tekrar hatırlatır: “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez.” (Necm suresi, 38. Ayet) Bu ayet, sadece bir ilahi yasa değil, aynı zamanda bireysel sorumluluğun, adaletin ve vicdani hesaplaşmanın da temelini oluşturan evrensel bir ilkedir.
Mesela ağır yükü taşıyan bir figür, bu sorumluluğun somut bir metaforudur.

Hikmetli Bir Bakış: Yükün Bireyselliği

Hikmet, bir şeyin dış görünüşünün ötesine geçerek asıl manasını idrak etmektir. “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez” ilkesi, insanı başkalarını suçlama kolaycılığından kurtaran bir hikmeti ifade eder. Sorumluluktan kaçmak, daima başka bir günahkâr bulmaya çalışmak insanlığın en eski zayıflıklarından biridir. Oysa bu ilke, her bireyin kendi vicdanının ve amellerinin tek sahibi olduğunu ilan eder. İnsanın ameli, bir kimlik kartı gibidir; her bireye özeldir ve başkasına devredilemez. Bir insan, bir başkasının zulmünden dolayı günahkâr sayılmaz. O, sadece kendi seçimleri ve eylemleri yüzünden sorgulanır. Bu, aynı zamanda manevi bir özgürlüktür; zira kimse bir başkasının kötü ameli yüzünden ebediyen mahkûm edilemez. Herkes kendi yükünü taşır ve kendi amellerinin meyvesini yer.

Edebi Bir Düşünce: Yük Taşıyan İnsan

Yuk taşıyan bir figürün sırtında taşıdığı devasa yük, bu bireysel sorumluluğun edebi ve görsel bir tasviridir. Bu yük, insanın dünya hayatında biriktirdiği günahları, hataları ve yanlış seçimleri sembolize eder. İnsanoğlu, bu yükü yorgunlukla ve acıyla taşır. Bu tasvir, başkasının günahını üstlenmenin ne kadar anlamsız ve ağır bir yük olduğunu da gösterir. Çünkü her insanın zaten kendi taşıması gereken bir yükü vardır.
Edebi metinlerde “günahın ağırlığı” veya “vicdanın yükü” gibi ifadeler sıkça kullanılır. Bu metaforlar, manevi bir gerçeği somutlaştırmak için kullanılır. Bir suçlunun vicdan azabıyla yaşaması, bir günahın taşıdığı ağırlığın bir yansımasıdır. Ayet, bu yükün bireysel olduğunu ve kimsenin bu yükü başkasından devralamayacağını edebi bir dille ifade eder. Bu, aynı zamanda adil bir evrenin ilkesidir; zira bir başkasının hatalarının ceremesini çekmek, adaletsizliktir.

Tarihî ve İbretli Bir Yaklaşım: Toplu Ceza ve Bireysel Sorumluluk

Tarih, bu ilkenin çiğnendiği anlarda ne kadar büyük felaketlerin yaşandığını gösteren örneklerle doludur. Kolektif suçlama ve cezalandırma, insanlık tarihinin en karanlık sayfalarından biridir. Sırf bir inanca, bir millete veya bir gruba mensup olduğu için insanların topluca cezalandırılması, ayetin ruhuna tamamen aykırıdır.
Öte yandan, İslâm hukukunun ve ahlakının temelinde bu bireysel sorumluluk ilkesi yatar. Bir toplulukta işlenen bir suç, o suçu işleyen kişinin sorumluluğundadır, tüm topluluğun değil. Peygamberler dahi, ümmetlerinin günahlarından sorumlu tutulmaz, sadece tebliğden sorumlu tutulurlardı. Bu ilke, hem toplumsal adaleti tesis eder hem de her bireyi kendi eylemlerinden sorumlu tutarak ahlaki gelişime teşvik eder.

Düşündürücü Bir Sonuç: Hesabın Tek Kişilik Odası

Bu ayet, bizlere hayatın en temel sorularından biri olan “sorumluluk” kavramını yeniden düşündürür. Başkalarını eleştirirken, suçlarken veya yargılarken, kendi yükümüzün ağırlığını unutmamamız gerektiğini hatırlatır. Herkesin hesabı tek başına verilecektir. Mahşer meydanında, kimse bir başkasının arkasına saklanamaz. Kimse, “Ben onun yüzünden böyle yaptım” diyerek kendini savunamaz.
Bu durum, insanı sadece kendi amellerine odaklanmaya, kendi vicdanına dönmeye ve kendi günahlarından pişmanlık duymaya sevk eder. Başkasının günahını tartışmak yerine, kendi günahının ağırlığını hissetmek, tevbe ve arınma yolunu açar. Bu, aynı zamanda başkalarını affetme ve onlara karşı daha anlayışlı olma erdemini de beraberinde getirir. Çünkü biliriz ki, hepimiz kendi günahlarımızla baş başayız.

Özet
Bu makale, “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez” ayeti temelinde, bireysel sorumluluk ve adalet kavramlarını ele almaktadır. Makale, konuyu hikmetli, edebi, tarihi ve düşündürücü açılardan inceler. Hikmetli bir bakış açısıyla, ayetin insanı başkalarını suçlama kolaycılığından kurtardığı ve her bireyin kendi amellerinden sorumlu olduğunu ilan ettiği belirtilir. Edebi olarak, mesela ağır yük taşıyan bir figür metaforuyla günahın ve vicdanın ağırlığı somutlaştırılır. Tarihi ve ibretli bir yaklaşımla, toplu cezalandırma ve haksız suçlamaların insanlık tarihinde ne kadar büyük felaketlere yol açtığı anlatılır. Sonuç olarak, ayetin insana kendi amellerine odaklanmayı, başkalarını yargılamak yerine kendini sorgulamayı ve ahiretteki bireysel hesabın bilincinde olmayı öğütlediği ifade edilir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Bu Dünya: Hizmet Yeri mi, Ücret Yeri mi?

Bu Dünya: Hizmet Yeri mi, Ücret Yeri mi?

İnsanoğlu, dünya hayatında sürekli bir çaba, bir koşuşturma içindedir. Bu çabaların birçoğu, maddi kazanç elde etme, makam sahibi olma veya bir ödül alma niyetiyle yapılır. Ancak resimdeki o derin ve hikmetli söz, bu yaygın anlayışa meydan okur:
“Bu dünya dârü’l-hizmettir, ücret almak yeri değildir. A’mal-i salihanın ücretleri, meyveleri, nurları berzahta, âhirettedir. O baki meyveleri bu dünyaya çekmek ve bu dünyada onları istemek, âhireti dünyaya tabi etmek demektir. O amel-i salihin ihlası kırılır, nuru gider.”
Bu cümleler, hayatın gayesine dair köklü bir sorgulama başlatır ve insanı fâni olanla baki olan arasında bir seçim yapmaya davet eder.

Hikmetli Bir Bakış: Amel-i Salihin Bereketi ve Hedefi

Hikmet, bir şeyin asıl gayesini ve hakikatini anlamaktır. Bu sözün hikmeti, salih amellerin (iyi işlerin) gerçek karşılığının bu dünyada aranmaması gerektiğini öğretir. Eğer bir iyiliği, bir hayrı veya bir ibadeti, dünyevi bir makam, şöhret veya menfaat için yaparsak, o amelin ihlasını yani samimiyetini zedeleriz. İhlasın kırılması, amelin nurunun gitmesine ve manevi değerini kaybetmesine yol açar. Bir fidanın meyve vermesi için doğru toprağa ekilmesi gerektiği gibi, salih amellerin meyveleri de doğru “toprakta” aranmalıdır. Bu toprak, dünya değil, ahirettir. Bu bilinç, insanı riyadan (gösterişten), kibirden ve menfaatperestlikten korur. Gerçek bir hizmetkâr, yaptığı işin karşılığını bu dünyada beklemez, çünkü bilir ki asıl ve kalıcı ücret, ebedî âlemde verilecektir.

Edebi Bir Düşünce: Meyve ve Işığın Metaforu

Sözde geçen “meyveler” ve “nurlar” gibi edebi ifadeler, soyut kavramları somutlaştırarak anlatımı zenginleştirir. Salih amellerin meyveleri, ahiretteki nimetleri ve güzellikleri sembolize eder. Bu meyveleri dünyaya çekmek, yani yaptığımız iyiliklerden dünyevi bir karşılık beklemek, bir fidanın meyvesini toprağa geri gömmek gibi anlamsızdır. Bu, tabiat kanunlarına aykırıdır ve amelin fıtratını bozar. “Amelin nuru” metaforu ise, ihlasın, samimiyetin ve Allah rızasının bir fiile kattığı manevi aydınlığı ifade eder. Riyakârlık ve menfaatperestlik, bu nuru söndüren karanlık bir perde gibidir. Edebi açıdan, bu söz, bir eylemin manevi derinliğini ve güzelliğini ancak ihlasın aydınlatabileceğini vurgular.

Tarihî ve İbretli Bir Yaklaşım: Dünya İçin Yapılan Amellerin Sonu

Tarih, bu ilkenin önemini gösteren sayısız ibretle doludur. Dünyevi makam, şöhret veya para kazanmak için ilim yapanlar, iyilik yapanlar ve hatta ibadet edenler, ne kadar başarılı olurlarsa olsunlar, tarihin tozlu sayfalarında silik birer figür olarak kalmışlardır. Bazen bu tür amellerin dünyevi karşılığı gelmiş, ancak onlara ne bir huzur ne de bir mutluluk getirmiştir. Mesela, zalim hükümdarlara yaranmak için yazdığı eserlerle bilinen, ancak samimiyetsizliği yüzünden eserlerinin etkisi kalıcı olmayan ilim adamları tarihte mevcuttur.
Öte yandan, sadece Allah rızası için ilim yapan, hizmet eden ve zorluklara sabreden nice ilim ehli, derviş ve alimler vardır. İmam-ı Azam, İmam Şafiî gibi isimler, dünya makamlarından kaçmış, ancak eserleri ve manevi mirasları asırlar boyunca insanlığa ışık tutmuştur. Onların amelleri, dünyevi bir karşılık beklemedikleri için hem ihlaslı kalmış hem de kalıcı bir nur bırakmıştır. Bu durum, hizmetin karşılığının bu dünyada aranmaması gerektiğinin en büyük tarihî kanıtıdır.

Düşündürücü Bir Sonuç: Gerçek Zenginliğin Yeri

Bu söz, modern dünyanın en büyük yanılgılarından birine, yani her şeyin maddi bir karşılığı olduğu düşüncesine karşı durur. İnsanları, yaptıkları her işten bir kâr, bir menfaat elde etmeye iten bu anlayış, insan ruhunu fakirleştirir ve dahili huzuru yok eder. Gerçek zenginlik, yaptığımız hizmetin karşılığını bu dünyada değil, ahirette beklemektir. Bu, bir nevi manevi yatırım yapmaktır.
Bu anlayış, bir eylemi sadece “yapılması gereken bir iş” olmaktan çıkarıp, onu bir ibadete ve manevi bir yükselişe dönüştürür. Bir anne çocuğuna bakarken, bir işçi işini yaparken, bir öğrenci ders çalışırken, eğer bu işleri Allah rızası için yapıyorsa, bu eylemlerin hepsi birer salih amel haline gelir ve karşılığı kat kat artar. Bu düşünce, dünya hayatını bir hizmet yeri, bir tarla ve bir sınav olarak görmemizi sağlar. Fani olanı değil, baki olanı hedeflemeyi öğretir. İşte o zaman, insan yaptığı her işten gerçek bir manevi tatmin ve huzur duyar.

Özet
Bu makale, “Bu dünya dârü’l-hizmettir, ücret almak yeri değildir” sözü üzerine kuruludur ve hayatın asıl gayesinin hizmet etmek olduğu fikrini işler. Makale, konuyu hikmetli, edebi, tarihi ve düşündürücü açılardan inceler. Hikmetli bir bakış açısıyla, salih amellerin karşılığının ahirette aranması gerektiği, aksi halde amelin ihlasının ve nurunun zedeleneceği belirtilir. Edebi olarak, salih amellerin meyveleri ve nuru metaforları üzerinden, dünya karşılığının amelin değerini nasıl düşürdüğü anlatılır. Tarihi ve ibretli bir yaklaşımla, dünyevi menfaatler için yapılan işlerin kalıcı olamadığı, ancak Allah rızası için yapılan hizmetlerin asırlar boyu devam ettiği örneklerle gösterilir. Sonuç olarak, makale, bu hikmetin insanı dünyevi hırslardan kurtararak manevi bir huzura kavuşturduğunu ve hayatı bir hizmet ve ibadet yeri olarak görmeyi sağladığını anlatır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Bir Cana Kıymanın Bedeli: İlahi Uyarıdan Tarihin Aynasına

Bir Cana Kıymanın Bedeli: İlahi Uyarıdan Tarihin Aynasına

“İşte bundan dolayı İsrâiloğulları’na şöyle yazmıştık: “Bir cana kıymaya veya yeryüzünde fesat çıkarmaya karşılık olması dışında, kim bir kimseyi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir can kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur.” Şüphesiz peygamberlerimiz onlara apaçık deliller getirdiler. Ama bundan sonra da onların çoğu yeryüzünde taşkınlık göstermektedirler.” Mâide Suresi – 32 . Ayet.
Binlerce yıl önce yine İsrailoğullarına Allah tarafından cana kıymanın ne demek olduğu ve bedelinin ne olduğu yazılmıştı.
İki bin yılı aşkın sene sonra bugün de aynı öldürme söz konusu.
Belliki İsrailoğulları ilahi mesajlara kulak tıkamış olmalarından dolayı, bugünde dünyanın sesine ve Gazzedeki çocuk ve mazlumların da sesine sağır olup kulak tıkamaktadırlar.

********

Kur’ân-ı Kerîm, insanlık tarihine yön veren temel hakikati, Mâide Sûresi 32. ayette çarpıcı bir şekilde ortaya koyar:

> “Kim bir canı, bir cana karşılık veya yeryüzünde fesat çıkarmaya karşılık olmaksızın öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir canı kurtarırsa bütün insanları diriltmiş gibi olur…” (Mâide, 32)

Bu ilahi beyan, yalnızca İsrâiloğulları’na değil, tüm insanlığa kıyamete kadar uzanan evrensel bir mesajdır. Çünkü insana hayat bahşeden Allah, canı kutsal kılmış; onu haksız yere öldürmeyi, kâinatın düzenine vurulan bir darbe, insanlık vicdanına işlenmiş bir cinayet olarak nitelemiştir.

Tarih Boyunca Tekrarlanan Bir İsyan

Kur’ân, tarihin pek çok döneminde insanlığın kan dökme eğilimine dikkat çeker. İlk insan neslinde bile, Hz. Âdem’in oğlu Kabil, kardeşi Hâbil’i haksız yere öldürmüştür. (Mâide, 27-30) Bu ilk cinayet, insanlık tarihinin kara lekesi olmuş; Allah, “kardeşini öldüren Kabil’in pişmanlığı” üzerinden, insanlığa ibret dersleri bırakmıştır.

Ne var ki bu ibret, İsrailoğullarının çoğu tarafından unutulmuş; tarihin her döneminde zulüm, haksızlık ve masumların kanı onların ellerini kirletmiştir. Peygamberleri yalanladılar, hatta bir kısmını öldürdüler (Bakara, 87; Âl-i İmrân, 21). İlahi kitaplar defalarca “öldürmeyin, fesat çıkarmayın” diye hatırlatmasına rağmen, günümüzde de Gazze’de çocukların, masumların kanı akmaya devam ediyor.

İlahi Ölçü: Cana Dokunma, Fesadı Önle

Kur’ân, yaşam hakkını dokunulmaz kılarak şu temel prensibi koyar:

“Allah’ın haram kıldığı cana, haklı bir sebep olmadıkça kıymayın.” (İsrâ, 33)

“Kim bir mümini kasten öldürürse, onun cezası, içinde ebedi kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lanetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.” (Nisâ, 93)

“Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın.” (Bakara, 11)

Bu ayetler, hayatın değerini yalnız hukuk ve ahlâk ölçüsüyle değil, aynı zamanda uhrevî bir sorumlulukla korumaktadır. Çünkü bir cana kıymak, sadece dünyada değil, ahirette de telafisi mümkün olmayan bir suçtur.

İlmin Gözüyle Cana Kıymanın Anlamı

Bilimsel açıdan bakıldığında da her insan, eşsiz bir evrendir. Genetik kodları, biyolojik yapısı, zihinsel ve ruhsal dünyasıyla tektir. Dolayısıyla bir insanı öldürmek, eşsiz bir kâinatı söndürmek gibidir. Modern psikoloji ve sosyoloji, şiddetin toplumsal yapıyı çökerten en büyük unsur olduğunu ortaya koymuştur.

Bir canın kurtarılması ise, sadece o kişiyi değil; onun ailesini, neslini, toplumunu ve insanlığın vicdanını diriltir. Dolayısıyla ayetteki “bütün insanları diriltmiş gibi olur” hakikati, hem manevî hem ilmî açıdan evrensel bir gerçektir.

Bugüne Yansıyan İlahi İkaz

Ne acıdır ki, binlerce yıl önce İsrailoğullarına yazılmış olan bu hakikat, bugün yine onların elleriyle ayaklar altına alınmaktadır. Gazze’de masum çocuklar, kadınlar ve yaşlılar hedef alınmakta; dünya vicdanı susturulmak istenmektedir. Bu, yalnızca siyasi bir mesele değil; insanlığın vicdanı ile ilahi ölçüler arasındaki derin bir imtihandır.

Kur’ân, zulmeden kavimlerin akıbetini defalarca hatırlatır:

“Bir millet kendisinde olanı değiştirmedikçe, Allah onların durumunu değiştirmez.” (Ra’d, 11)

“Zulmedenler, yaptıkları haksızlıklardan dolayı nasıl bir inkılâba uğrayacaklarını yakında bilecekler.” (Şuarâ, 227)

Tarih şahittir ki; zulüm ile abad olan hiçbir millet yoktur. Firavun’un sonu, Nemrud’un helâki, zalim kavimlerin yıkılışı, bunun en büyük ibretleridir.

Akıl ve Mantığın Sözü

Akıl ve mantık da şu hükme varır: Eğer bir insanı öldürmek “bütün insanlığı öldürmek” gibiyse, Gazze’de bir günde öldürülen yüzlerce çocuk, aslında insanlığın defalarca öldürülmesi demektir. İnsanlık, kendi varlığına kastetmektedir.

Sonuç ve Özet

Mâide Sûresi’nin 32. ayeti, canın kutsallığını ilan ederek tüm insanlığa evrensel bir ölçü sunmuştur. Tarihin ilk cinayetinden bugüne kadar aynı hata tekrarlanmaktadır. İsrailoğullarına binlerce yıl önce yapılan uyarı, bugün Gazze’de hâlâ yankılanmaktadır.

Özetle:

Bir insanı öldürmek, bütün insanlığı öldürmek gibidir.

Bir canı kurtarmak, bütün insanlığı diriltmek gibidir.

Kur’ân, yaşam hakkını dokunulmaz kılarak ilahi, aklî ve mantıkî bir ölçü koymuştur.

Zulümle ayakta kalan hiçbir millet olmamış; tarihte zulmün sonu daima helâk olmuştur.

Bugün Gazze’de akan kan, insanlığın vicdanını öldürmektedir; suskun kalmak, bu cinayete ortak olmaktır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Namaz: İman ve İyileşme Arasındaki Köprü

Namaz: İman ve İyileşme Arasındaki Köprü

İnsanoğlu, varoluş sahnesinde sürekli bir arayış içindedir. Bu arayış bazen maddi zenginlik, bazen sosyal statü, bazen de iç huzur içindir. Ancak bu arayışın en temelinde, insanın manevi bir boşluğunu doldurma çabası yatar. Metindeki o derin ve hikmetli söz, bu temel gerçeği çok net bir şekilde ortaya koyar:
“Kâinatta en yüksek hakikat imandır, imandan sonra namazdır.” Bu cümle, imanın bir kök, namazın ise bu kökten beslenen bir gövde ve meyve olduğunu anlatır. İman ve namaz, birbiriyle ayrılmaz bir bütündür ve insanın manevi hayatının en temel direkleridir.

Hikmetli Bir Bakış: İmanın Yüksekliği ve Namazın Fonksiyonu

Hikmetli bir bakış açısıyla meseleyi ele aldığımızda, imanın kainatın en yüksek hakikati olduğunu görmemiz gerekir. İman, insanı diğer canlılardan ayıran en temel özelliktir. İman, sadece bir yaratıcıya inanmaktan ibaret değildir; aynı zamanda varoluşun anlamını çözmeye, kâinatı bir nizam ve düzen içerisinde görmeye ve kendi acizliğini idrak etmeye vesile olur.
İmandan sonra namazın gelmesi ise, ibadetin, bu soyut imanın somut bir tezahürü ve devamı olduğunu gösterir. Namaz, imanın pratik uygulaması, günlük hayatta yeniden hatırlanması ve tazelenmesidir. O, bedenin ve ruhun eşsiz bir uyumla bir araya geldiği bir ritüeldir. Namaz, insana haddini, acizliğini ve Allah’ın büyüklüğünü hatırlatır. Bu hatırlama, insanı kibirden, bencillikten ve gafletten korur. Bu nedenle namaz, sadece bir ibadet değil, aynı zamanda manevi bir tedavi ve koruyucudur.

Edebi Bir Düşünce: Namazın Sembolik Dili

Namazın edebi yönü, içindeki hareketlerde ve dualarda saklıdır. Kıyam, insanın yaratıcısı önünde dik duruşunu, rükû, onun karşısındaki tevazusunu, secde ise en yüksek teslimiyeti ve acziyeti ifade eder. Bu hareketler silsilesi, adeta bir şiir gibi, insanın Allah ile olan diyalogunu sembolize eder.
Günde beş vakit kılınan namaz, bir şairin gün içerisinde defalarca ilham aldığı, bir ressamın tablosuna her an yeni fırça darbeleri eklediği gibi, insanın manevi hayatına her vakit yeni bir dokunuş katar.
Ezanın tatlı sesi, insanların dağılmışlığını toparlayan bir davettir. Tıpkı bir çobanın koyunlarını bir araya getirmesi gibi, ezan da insanları dünya meşgalelerinden çekip manevi bir cemaate davet eder. Bu davet, insana hem ruhi bir disiplin hem de toplumsal bir birliktelik hissi verir.

Tarihî ve İbretli Bir Yaklaşım: Medeniyetlerin Mihveri

Tarih, iman ve namazın insanlık ve medeniyetler üzerindeki etkilerini açıkça gösterir. İslam medeniyetinin altın çağında, ilim, sanat ve adalet alanındaki başarılar, iman ve namazın temelinde yükselmiştir. Öncü Müslüman bilim adamları, sanatçılar ve düşünürler, namazla ibadet eder, ilimlerini bu manevi güçle beslerlerdi. Onlar için bilim, namaz gibi Allah’ın sanatını ve kudretini anlamanın bir yoluydu.
Tarihin diğer yüzünde ise, namazdan uzaklaşan, imanın getirdiği disiplini ve ahlakı yitiren toplumların nasıl yozlaştığı ve dağıldığı görülür. Şan, şöhret ve güç peşinde koşan nice devletler, imandan ve namazdan uzaklaştıkça, manevi boşluğa düşmüş ve sonunda yıkılmıştır. Bu durum, insanlığa, namazın sadece bireysel bir ibadet değil, aynı zamanda toplumsal bir nizamın ve huzurun temeli olduğunu gösteren büyük bir ibrettir.

Düşündürücü Bir Sonuç: İnsanın Manen Hastalığına Çare

Metindeki bir diğer söz, namazın manevi yaralara “tiryak” hükmünde olduğunu belirtir. Bu, namazın sadece bir ibadet değil, aynı zamanda ruhsal bir ilaç olduğunu gösterir. Günümüz insanı, modern hayatın getirdiği stres, kaygı ve yalnızlık gibi manevi hastalıklardan muzdariptir. Çoğu zaman bu boşluğu doldurmak için maddi şeylere yönelir, ancak bu durum sadece geçici bir rahatlama sağlar.
Namaz, bu manevi yaralara bir merhem gibidir. Beş vakit namaz, insanın ruhuna düzenli olarak manevi bir vitamin ve enerji verir. O, insanın içinde biriktirdiği negatif enerjiyi boşaltır, kalbi arındırır ve ruha huzur verir. Namazda okunan ayetler ve dualar, insanın içine işler ve onu manevi olarak iyileştirir. Bu nedenle, namazı sadece bir görev olarak görmek yerine, onu manevi bir ihtiyaç olarak görmek gerekir. Tıpkı bedenin yiyeceğe, içeceğe ihtiyacı olduğu gibi, ruhun da namaza ihtiyacı vardır.

Özet
Bu makale, “Kâinatta en yüksek hakikat imandır, imandan sonra namazdır” sözü ve ilgili metinler üzerine odaklanmaktadır. Makale, imanın en yüksek hakikat, namazın ise onun pratik bir tezahürü olduğunu anlatır. Hikmetli bir bakış açısıyla, namazın insanı kibirden ve gafletten koruyan bir fonksiyonu olduğu, edebi bir dille namazın hareketlerinin birer şiir gibi sembolik anlamlar taşıdığı anlatılır.. Tarihi ve ibretli bir yaklaşımla, İslam medeniyetinin iman ve namaz temelinde yükselişi ve namazdan uzaklaşan toplumların çöküşü ele alınır. Sonuç olarak, namazın günümüz insanının manevi yaralarına bir tiryak gibi iyi geldiği, ruhi bir ilaç olduğu ve sadece bir görev değil, bir ihtiyaç olduğu düşüncesi işlenir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Şiddetin Lisanı ve Kâinatın Tasavvufu: Kudret ve Azamet İlanı

Şiddetin Lisanı ve Kâinatın Tasavvufu: Kudret ve Azamet İlanı

İnsanoğlu, yeryüzünde var olduğu günden beri tabiat olayları karşısında aciz kalmıştır. Depremler, fırtınalar, volkanik patlamalar… Bu olaylar, çoğu zaman korku ve endişe kaynağı olsa da, metindeki şu derin ve sarsıcı söz, bu olaylara bambaşka bir pencereden bakmamızı sağlar: “Fırtınalı bir denizden, zelzeleli bir zeminden sor. ‘Ne diyorsunuz?’ de. Elbette ‘Yâ Celil, yâ Celil, yâ Aziz, yâ Cebbar’ dediklerini işiteceksin.” Bu cümle, kâinatın sadece fiziksel bir gerçeklik olmadığını, aynı zamanda ilahi isimleri fısıldayan canlı bir kitap olduğunu anlatır.

Hikmetli Bir Bakış: Tabiat Olaylarının İlahi Dili

Hikmet, varlıkların görünen yüzlerinin ardındaki ilahi manayı keşfetmektir. Fırtınalar, depremler ve seller, sadece doğa kanunlarının bir sonucu değildir. Onlar, Allah’ın azamet, kudret ve celal isimlerinin birer tecellisidir. “Yâ Celil” (Ey Celal sahibi), “Yâ Aziz” (Ey mutlak galip ve kudretli), “Yâ Cebbar” (Ey dilediğini zorla yaptıran, azamet sahibi) isimleri, kâinatın bu kudretli ve haşmetli olaylarla bir dua ve zikir halinde olduğunu gösterir. Bu fırtınalar ve depremler, aslında birer uyarıcıdır. İnsanoğlunun kendi gücünü ve kontrolünü kaybettiği, acizliğini idrak ettiği anlardır. İşte bu acziyet anlarında, kâinatın lisanından yükselen o sesleri işitmek, insanın kendi fani varlığını aşarak sonsuz bir kudrete sığınmasını sağlar. Bu, insana hem tevazu hem de hakiki bir iman kazandırır.

Edebi Bir Düşünce: Tevhidin Sanatsal Tasviri

Mesela,fırtınalı denizin dalgalarını, bir yanardağın patlamasını ve şimşeklerin gökyüzünü yarmasını yan yana getirerek, Celal ve Azamet isimlerinin tecellisini sanatlı bir dille tasvir eder. Bu olaylar, kâinatın tek bir yaratıcının kudreti altında olduğunu gösteren edebi birer eserdir. Her bir olay, kendi içinde bir “Yâ Celil” fısıltısı taşır.

Şairler, edebiyatçılar ve sanatçılar da benzer şekilde, tabiatın bu haşmetli manzaralarını kullanarak Allah’ın azametini ve kudretini ifade etmişlerdir. Deniz, bazen bir sükûnet ve huzur sembolü iken, fırtınada bir öfke ve celal sembolü haline gelir. Bu değişimler, ilahi isimlerin farklı tecellilerini gösterir. Bu edebi tasvirler, kâinatın her zerresinin bir anlama sahip olduğunu ve insanın bu anlamları çözmekle mükellef olduğunu anlatır.

Tarihî ve İbretli Bir Yaklaşım: Felaketlerin Dili

Tarih, bu tabiat olaylarının sadece yıkım getirmekle kalmayıp, aynı zamanda insanlığa ibretlik dersler verdiğini gösteren sayısız örnekle doludur. Kavimler, şehirler ve medeniyetler, yaşadıkları doğal afetler sonucunda ya helak olmuş ya da manevi olarak dirilişe geçmişlerdir. Hz. Nuh’un tufanı, Lut kavminin yaşadığı felaket, Pompei’nin yanardağ patlaması… Tüm bu olaylar, insanların ne kadar aciz olduğunu ve ilahi kanunlara uymayan bir yaşam tarzının sonuçlarını gösteren birer ibrettir.
Ancak bu olaylar sadece cezalandırma amaçlı değildir. Onlar, aynı zamanda insanlara tevbe etme, yanlışlarından dönme ve manevi olarak yeniden uyanma fırsatı sunar. Bu zor anlarda, insanlığın bir araya gelmesi, yardımlaşması ve dayanışması da bu kudretli isimlerin rahmet tecellisidir. Tabiat olayları, bu yönüyle, insanlara hem korku verir hem de umut aşılar; hem cezayı gösterir hem de affa kapı aralar.

Düşündürücü Bir Sonuç: Kudrete Teslimiyet

Sonuç olarak, metindeki söz, bizleri tabiat olaylarına sadece bilimsel bir merakla bakmaktan öte, manevi bir bilinçle yaklaşmaya davet eder. Bir fırtınanın ortasında kalmış bir insan, sadece rüzgârın şiddetini veya yağmurun gücünü hissetmez. Aynı zamanda, kendi acizliğini ve yaratıcısının sınırsız kudretini de hisseder. Bu his, onu, “Yâ Celil, yâ Aziz, yâ Cebbar” diyerek sığınmaya ve teslim olmaya sevk eder.
Günümüz dünyası, tabiat olaylarını kontrol altına alma hırsıyla hareket etse de, her fırtına ve deprem, insanın bu arzusunun ne kadar beyhude olduğunu isbatlar. Bu olaylar, insana haddini bilmesini, kibirden vazgeçmesini ve asıl gücün kaynağını hatırlamasını sağlar. Bu söz, bize, tabiatın diliyle konuşan bir gerçeği fısıldar: Gerçek güç, kontrol etmekte değil, kudrete teslim olmaktadır.

Özet
Bu makale, “Fırtınalı bir denizden, zelzeleli bir zeminden sor…” sözü ve metinleri ekseninde, tabiat olaylarının ilahi isimlerin bir tecellisi olduğu fikrini işler.
Makale, konuyu hikmetli, edebi, tarihi ve düşündürücü açılardan ele almaktadır. Hikmetli bir bakış açısıyla, tabiat olaylarının Allah’ın “Celil”, “Aziz” ve “Cebbar” gibi isimlerinin tecellileri olduğu ve insana kendi acizliğini hatırlattığı belirtilir. Edebi olarak, fırtınalı deniz, yanardağ ve şimşeklerin birer sanat eseri gibi ilahi kudretin sembolleri olduğu anlatılır. Tarihi ve ibretli bir yaklaşımla, geçmiş kavimlerin yaşadığı doğal afetlerin, insanlığa hem bir uyarı hem de bir ders olduğu anlatılır.
Sonuç olarak, makale, bu tür olayların insana kibirden arınmayı, haddini bilmeyi ve mutlak kudrete teslim olmayı öğütlediğini ifade eder.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Fitnenin Haritası: İngiltere, Amerika ve İsrail Üzerine Bir Tahlil

Fitnenin Haritası: İngiltere, Amerika ve İsrail Üzerine Bir Tahlil

Tarih, sadece zaferleri değil; hileleri, oyunları, fitneleri de kaydeder. Milletlerin kaderinde görülen büyük kırılmalar çoğu zaman kılıçların ucundan değil, masa başında çizilen sinsi planlardan doğmuştur.

Bugün dünyada akan kanın, yıkılan şehirlerin, dağılan toplumların izini sürdüğümüzde karşımıza üç temel odak çıkıyor:

Fitnenin başı: İngiltere

Fitnenin kendisi: Amerika

Fitnenin aleti: İsrail

Bu üçlü, tarihin farklı dönemlerinde farklı roller üstlense de, daima birbirini tamamlayan zincir halkaları gibi çalışmıştır.

  1. İngiltere: Masa Başındaki Satranççı

İngiltere, asırlardır dünyanın fitne laboratuvarı gibidir.

Sykes-Picot Anlaşması ile Osmanlı topraklarını bölmüş, Ortadoğu’yu cetvelle çizilmiş haritalara hapsetmiştir.

Balfour Deklarasyonu ile Filistin’de “yabancı bir vatan” kurma vaadi vererek bugünkü İsrail’in temelini atmıştır.

Hindistan’dan Afrika’ya, Osmanlı’dan Arap yarımadasına kadar her yerde böl-yönet siyasetini uygulamış, milletleri birbirine düşürerek kendisine alan açmıştır.

İngiltere, sahnede çok görünmeyen, fakat perde arkasında ipleri tutan satranç ustasıdır.

  1. Amerika: Fitnenin Güç Gösterisi

Amerika, İngiltere’nin masa başında kurduğu planların en güçlü uygulayıcısıdır.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurduğu NATO üzerinden Avrupa’yı kendine bağladı.

Vietnam, Afganistan, Irak gibi işgallerde milyonları öldürdü.

Dolar hegemonyasıyla bütün dünya ekonomilerini baskı altına aldı.

“Demokrasi” ve “özgürlük” kavramlarını, kendi çıkarları için sahte bir kılıf olarak kullandı.

ABD, gücünü silah, ekonomi ve medya ile birleştirerek fitneyi küresel bir imparatorluğa dönüştürdü.

  1. İsrail: Sahanın Kanlı Aleti

İsrail, bu küresel planların en görünür taşeronudur.

1948’de kurulduğundan beri sadece savaş, işgal ve zulümle var oldu.

Ortadoğu’daki her çatışmada “öncü provokatör” rolünü üstlendi.

Gazze, Batı Şeria ve Kudüs’te uyguladığı etnik temizlik, tarihte görülmemiş bir vahşeti temsil ediyor.

İsrail, İngiltere’nin masa başında yazdığı senaryoyu, Amerika’nın sahadaki gücüyle beslenen kanlı bir tiyatro olarak sahnelemektedir.

Tarihten Dersler

Haçlı Seferleri döneminde Batı, Kudüs bahanesiyle Doğu’yu talan etmişti. Bugün aynı zihniyet, İsrail üzerinden devam ediyor.

Osmanlı’nın yıkılışı da İngiltere’nin diplomatik hamleleri, Batı’nın askeri ittifakları ve içerideki işbirlikçilerin fitnesiyle gerçekleşti.

Her dönemde görülen hakikat şudur: Zalim tek başına hareket etmez; fitne zincirini tamamlayan ortakları vardır.

Ahlaki ve Vicdani Yönü

Bir milletin gücü sadece tankı ve topuyla ölçülmez. Gerçek güç, adaletle hükmetmek, mazlumu korumak, insanlığa umut olmaktır. İngiltere’nin kurnazlığı, Amerika’nın kaba kuvveti, İsrail’in zalimliği; aslında bir güç değil, bir zayıflık göstergesidir. Çünkü vicdanı olmayan bir kuvvet, yıkılışa mahkûmdur.

Hikmetli Sonuç

Bugün dünyanın pek çok savaşı, darbesi, ekonomik krizi, siyasi kaosu bu üçlü sacayağında okunabilir. Fakat şu unutulmamalıdır:

Firavun vardı, Musa da vardı.

Nemrut vardı, İbrahim de vardı.

Ebu Cehil vardı, Muhammed Mustafa (sav) da vardı.

Fitnenin aktörleri güçlü görünse de, tarih onların geçici olduğunu gösterdi. Zira hakikat karşısında batılın hükmü yoktur.

Son Söz

Dünya fitnenin başı İngiltere’den, fitnenin uygulayıcısı Amerika’dan, fitnenin aleti İsrail’den ibaret değildir. Onların karşısında daima hakka inanan, adalet için direnen, mazluma sahip çıkan bir vicdan cephesi vardır.

Asıl mesele, insanlığın hangi tarafta duracağıdır:

Zulmün ortağı mı olacağız,

Yoksa vicdanın ve adaletin şahidi mi?

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Gizli İlimlerin Sahibi: Lokmân Sûresi 34. Âyet Üzerine Hikmetli Bir Tefekkür

Gizli İlimlerin Sahibi: Lokmân Sûresi 34. Âyet Üzerine Hikmetli Bir Tefekkür

Lokmân Sûresi, 34. Âyet

> “Şüphesiz ki kıyamet vaktinin ilmi Allah katındadır. Yağmuru O indirir, rahimlerde olanı O bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilmez. Hiç kimse de hangi yerde öleceğini bilmez. Şüphesiz Allah, her şeyi hakkıyla bilendir, her şeyden haberdardır.”

İnsanoğlu öteden beri bilinmeyene karşı merak duymuştur. Geleceği öğrenmek, ölümün yerini ve zamanını bilmek, kaderin sırlarını çözmek için türlü yollar aramıştır. Falcılıktan astrolojiye, kâhinlikten modern bilimin imkânlarına kadar her şey bu arayışın bir tezahürüdür. Ancak Lokmân Sûresi 34. âyet, bu arayışı ilahî bir ölçüye oturtur: Beş gaybî anahtar vardır ki, yalnızca Allah bilir.

  1. Tefsirlerde Yorum

Klasik tefsirler (Taberî, İbn Kesîr, Fahreddin Râzî, Elmalılı Hamdi Yazır) bu âyeti şu şekilde açıklamışlardır:

  1. Kıyamet saati: Ne zaman kopacağı, ne tür kozmik hadiselerle başlayacağı yalnız Allah’ın ilmindedir. Hz. Peygamber (sav), kendisine “Kıyamet ne zaman?” diye sorulduğunda “O konuda sorulan, sorandan daha bilgili değildir.” (Buhârî, İman, 37) buyurmuştur.
  2. Yağmur: İnsan meteoroloji ile tahminler yapabilir, ama yağmurun tam vaktini, miktarını ve hangi damlanın nereye düşeceğini ancak Allah bilir.
  3. Rahimler: Anne karnındaki ceninin cinsiyeti bugün tesbit edilebilse de onun kaderi, ömrü, rızkı, ahlâkı, bahtı yalnız Allah’ın ilmindedir.
  4. Yarın ne kazanılacağı: İnsan plan yapar ama hayat sürprizlerle doludur. Ekonomik kazanç da manevi kazanç da gaybîdir.
  5. Ölümün yeri: İnsan ömrünün son anını ve nerede öleceğini bilmez.
  6. Bilimsel ve İlmî İzah

Âyet, modern bilim açısından da düşündürücüdür:

Kıyamet: Kozmolojide evrenin sonu ile ilgili “Büyük Çöküş (Big Crunch)”, “Isıl Ölüm (Heat Death)”, “Büyük Yırtılma (Big Rip)” gibi teoriler vardır. Ancak bunların hiçbiri kesinlik taşımamaktadır. Kur’an ise bunun bilgisinin Allah’a ait olduğunu bildirir.

Yağmur: Meteoroloji bulut yoğunluğu, nem, basınç gibi verilere dayanarak tahminler yapar. Ancak kesin sonuç veremez. Çünkü atmosfer kaotik bir sistemdir. Her damlanın yeri “deterministik olarak hesaplanamaz”. Bu kaos düzeninde “yağmurun gaybî” olması daha da anlaşılır hale gelir.

Rahimler: Genetik bilim ve ultrason anne karnındaki ceninin cinsiyetini, gelişimini belirleyebilir. Fakat “ruh”, “ömrün uzunluğu”, “kaderin yönü” gibi metafizik boyutları asla bilemez.

Yarınki rızık: Ekonomi modelleri, borsa tahminleri, iş planları yapılır; fakat ani bir deprem, savaş, kriz tüm hesapları altüst eder. Bu, insanın acziyetini gösterir.

Ölümün yeri: Modern tıp yaşam süresini uzatabilir, ölüm riskini azaltabilir. Ama bir insanın nerede ve ne şekilde öleceğini bilmek imkânsızdır.

  1. Hikmetli ve Edebi Yönü

Bu âyet, insana tevazu öğretir. İnsan ne kadar bilgi sahibi olursa olsun, gayb karşısında cahildir. Kibirlenmemesi, her işinde Allah’a güvenmesi gerekir.

Bir şairin dediği gibi:
“Ne ecel yerini bilir, ne vakit söylenir;
Takdirin önünde, akıl susar, kalp eğilir.”

  1. Tarihî ve İbretli Boyut

Firavun’un kibri, ölümüyle denizde son bulmuştur. Kendi sarayında değil, Nil’in sularında…

Karun hazinelerle dolu evinde değil, yerin dibinde can vermiştir.

Nice zenginler yarınki kazancını planlarken, sabah mezarlığa kaldırılmıştır.

Tarih, “yarını bilirim” diyenlerin nasıl yanıltıldığını gösteren ibretlerle doludur.

  1. Benzer Ayetlerle Destek

“De ki: Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır, onları O’ndan başkası bilmez.” (En‘âm, 59)

“Kıyametin bilgisi yalnızca Rabbimin katındadır.” (A‘râf, 187)

“Gaybın bilgisi Allah’a mahsustur. Size sadece apaçık olanı bildirir.” (Lokmân, 34 ile paralel)

“Hiç kimse, yarın ne kazanacağını bilmez.” (Lokmân, 34’ün aynen tekrarı, Hadîd, 22-23 bağlamında açıklanır)

  1. Aklî ve Mantıkî Boyut

İnsanın sınırlı bilgisi ile Allah’ın sınırsız ilmini karşılaştırırsak:

İnsan zamanın dar bir kesitini görebilir; Allah ezelden ebede her şeyi bilir.

İnsan sebeplere bağımlıdır; Allah müsebbibü’l-esbâbtır.

İnsan bilgiyi öğrenerek kazanır; Allah’ın ilmi ezelîdir.

Bu yüzden gaybî meselelerin insana kapalı olması, aklî ve mantıkî bir zorunluluktur.

  1. Düşündürücü Sonuç

Lokmân Sûresi 34. âyet, insana üç büyük ders verir:

  1. İlimde tevazu: Ne kadar ilerlesek de Allah’ın ilminin yanında cahiliz.
  2. Kadere teslimiyet: Yarın belirsizdir, ölüm yeri meçhuldür. İnsan tevekkül ile yaşamalıdır.
  3. Sorumluluk bilinci: Geleceği bilmemek, insanı hazırlıksız bırakmaz; aksine daha dikkatli olmaya zorlar.

Özet

Lokmân Sûresi 34. âyet, insanın en çok merak ettiği beş sır kapısını Allah’ın ilminde saklı olduğunu bildirir: Kıyametin vakti, yağmurun inişi, rahimlerdeki kader, yarınki kazanç ve ölümün yeri. Tefsirlerde bunlar gaybın anahtarları olarak anlatılır. Modern bilim bunlardan bazılarını kısmen açıklasa da kesinlik veremez. Ayet, insanın acziyetini, Allah’ın kudret ve ilmini ortaya koyar. Tarihî ibretler, bu hakikati destekler. Sonuçta insan, kibirden uzak, tevekkül içinde yaşamalı; gaybı bilmeye değil, kendine düşeni yapmaya odaklanmalıdır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Hikmetin Yolları: Nefsin Terbiyesi ve İlahi İradeye İtaat

Hikmetin Yolları: Nefsin Terbiyesi ve İlahi İradeye İtaat

İnsanın iç dünyası, sürekli bir mücadele alanıdır. Bir yanda ruhun yükselişe olan meyli, diğer yanda nefsin ve şeytanın aldatıcı fısıltıları bulunur. Bu mücadele, kişinin kimliğini, ahlakını ve nihayetinde ahiretini belirler. Elimizdeki metinler, bu deruni savaşa dair derin ve ibret verici mesajlar sunar. Kuran-ı Kerim ayetleri, insanın yaratılışındaki inceliklere ve nefsin tehlikelerine işaret ederken; hadis-i şerifler ve Bediüzzaman Said Nursi’nin hikmetli sözleri, bu mücadeleyi kazanmanın yollarını gösterir. Bu makalede, bu dört metni ayrı ayrı ele alarak, her birinin sunduğu hikmeti, edebi inceliği, düşündürücü ve ibret verici yönlerini bir bütünlük içinde sunmaya çalışacağız.

  1. Nefsin Terbiyesi ve İnsanın Acziyeti

“Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefis daima kötülüğe sevk eder—ancak Rabbim merhamet ederse o başka.” – Yusuf Sûresi, 53.
Bu ayet, peygamberler gibi masum ve günahlardan korunmuş zatların bile nefislerinin kötülüğe olan meylini açıkça ortaya koyar. Hz. Yusuf (a.s.)’un bu sözü, insanlık için derin bir ibret barındırır. Nefsin “daima kötülüğe sevk etmesi”, onun temel karakteristiğidir. Bu, insanın doğuştan günahkâr olduğu anlamına gelmez, aksine nefsin, kontrol edilmediği takdirde kolayca yanlış yollara sapabileceğini gösterir. Ayetin devamındaki “ancak Rabbim merhamet ederse o başka” ifadesi, bu tehlikeden kurtulmanın yegâne yolunun ilahi merhamet olduğunu belirtir. Bu, insana kibir ve gururdan uzak durmayı, kendi nefsine güvenmek yerine Allah’a sığınmayı öğütler. Bu anlayış, manevi hayatın temelini oluşturur; zira kişi, kendi acziyetini ne kadar idrak ederse, Allah’ın kudret ve merhametine olan ihtiyacını o kadar iyi anlar.

  1. İyiliği Emretmenin ve Kötülüğü Yasaklamanın Önemi

“Kıyamet gününde bir kimse getirilir ve cehenneme atılır; bağırsakları karnından dışarıya fırlar; ve o hâliyle değirmen çeviren merkep gibi döner…” – Ebu Zeyd Üsâme b. Zeyd b. Hârise’nin (ra) Resûlullah’tan (sav) işittiği hadisten
Bu hadis-i şerif, iyiliği emredip kötülükten sakındırma (emir bi’l-ma’ruf ve nehiy ani’l-münker) ilkesinin ne kadar hayati bir öneme sahip olduğunu çarpıcı bir benzetmeyle anlatır. Hadisteki “değirmen çeviren merkep” metaforu, kişinin işlediği günahın ağırlığını ve cezasının ne denli utanç verici ve acı verici olacağını sembolize eder. Bu hadisin en düşündürücü kısmı, cehennemdekilerin bu kişiye “İyiliği emreden ve kötülüğü yasaklayan sen değil miydin?” diye sorması ve kişinin cevabıdır: “Evet, iyiliği emrederdim fakat onu yapmazdım. Kötülüğü yasaklardım, fakat onu kendim yapardım.” Bu, sözle eylemin birbirinden kopuk olduğu bir hayatın akıbetini gözler önüne serer. İnsanları bir şeye davet edip kendisi o şeyden uzak durmak, dinin ruhuna aykırıdır ve bu durum, sözü edilen azabı hak ettirecek kadar büyük bir vebaldir. Bu hadis, bizlere sadece “ne yapmalıyız?” sorusunu değil, aynı zamanda “nasıl yaşamalıyız?” sorusunu da sordurur.

  1. Arıdaki İlahi İbret ve Şifa

“Ve rabbin bal arısına şöyle ilham etti: ‘Dağlardan, ağaçlardan ve insanların kurdukları çardaklardan kendine yuvalar edin. Sonra meyvelerin hepsinden ye de Rabbinin sana kolaylaştırdığı (yaylım) yollarına gir.’ Onların karınlarından çeşitli renklerde bal çıkar. Onda insanlar için şifa vardır. Şüphesiz bunda düşünen bir (toplum) için bir ibret vardır.” – Nahl suresi 68-69. Ayetler
Bu ayetler, tabiattaki en küçük varlıklardan biri olan bal arısı üzerinden ilahi bir mesaj ve hikmet dersi verir. “İlham” kelimesi, arının bu sistemli ve kusursuz işleyişinin bir içgüdüden öte, ilahi bir yönlendirme olduğunu gösterir. Arı, yuvasını yapmaktan, meyvelerden beslenmeye ve bal yapmaya kadar her adımda ilahi bir planın parçasıdır. Ayette özellikle balın “çeşitli renklerde” olması ve “içinde insanlar için şifa” bulunması anlatılır. Bu, sadece bir biyolojik süreç değil, aynı zamanda Allah’ın yaratılışındaki sonsuz hikmetin ve merhametin bir delilidir. Ayetin sonundaki “Şüphesiz bunda düşünen bir (toplum) için bir ibret vardır” ifadesi, bu mucizenin sadece gözlemlemekle yetinilmemesi, aksine üzerinde tefekkür edilmesi gerektiğini belirtir. Bu tefekkür, insanı yaratıcıya daha da yaklaştırır ve hayatın sıradan görünen detaylarındaki ilahi sanatı fark etmesini sağlar.

  1. Nefis ve Şeytanla Mücadele: İki Yol Ayrımı

“Ey insan! Sen eğer nefis ve şeytanı dinlersen esfel-i safilîne düşersin. Eğer Hak ve Kur’an’ı dinlersen a’lâ-yı illiyyîne çıkar, kâinatın bir güzel takvimi olursun.” – Risale-i Nur Külliyatı / Sözler-328
Bu metin, insan hayatını iki ana yol ayrımıyla özetler: Esfel-i safilin (aşağıların aşağısı) ve A’lâ-yı illiyyîn (yücelerin yücesi). Bu, sadece manevi bir yükseliş ya da düşüş değil, aynı zamanda ahlaki ve varoluş bir durumdur. Nefsin ve şeytanın fısıltılarına uymak, insanı hayvani arzuların ve düşük ahlakın bataklığına sürükler. Bu durum, insanı yaratılışının amacından uzaklaştırır ve onu değersiz kılar. Öte yandan, “Hak ve Kur’an’ı dinlemek”, yani ilahi rehberliğe uymak, insanı manevi olarak yüceltir. “Kâinatın bir güzel takvimi” olmak ifadesi, insanın Allah’a kul olmakla kazandığı eşsiz şeref ve değerini anlatır. Bu durumdaki insan, evrendeki her şeyle uyum içinde yaşar, yaratılışın bir parçası olmaktan öte, onun en güzel ve anlamlı takvimi, yani en değerli ve şerefli parçası haline gelir.

Sonuç ve Özet
Bu dört metin, birbirinden farklı konuları ele alsa da, insanı merkeze alan ve onun deruni mücadelesine odaklanan derin bir bütünlük içerisindedir.
İlk olarak, nefsin kötülüğe olan meyli ve bu meylden ancak ilahi merhametle kurtulunabileceği anlatılır.
İkinci olarak, bu iç mücadelenin dışa yansıması olarak, söz ve eylemin uyum içinde olması gerektiği, aksi halde büyük bir vebalin altına girileceği uyarısı yapılır.
Üçüncü olarak, tabiattaki en küçük varlıklardan bile ders çıkarılması gerektiği, bu varlıkların ilahi sanatın birer tecellisi olduğu ve şifa kaynağı olduğu anlatılır.
Son olarak, insanın önündeki iki yol ayrımı net bir şekilde ortaya konur: nefis ve şeytana uymakla düşüş, ilahi rehberliğe uymakla yükseliş.

Özet: Bu makalede, insan hayatının temelini oluşturan nefis, irade ve ahlaki sorumluluk konuları, Kur’an ayetleri, hadis ve Bediüzzaman Said Nursi’nin sözleri ışığında incelenmiştir.
İlk olarak, Yusuf Suresi’nden bir ayetle, nefsin kötülüğe olan meyli ve ilahi merhamete olan ihtiyaç anlatılır.
İkinci olarak, iyiliği emredip kötülükten sakındırmanın önemi ve bu konuda sözle eylemin uyumunun gerekliliği bir hadis-i şerif üzerinden anlatılır.
Üçüncü olarak, Nahl Suresi’nden ayetlerle bal arısının yaratılışındaki hikmet ve şifa kaynağı olması, düşünen insanlar için bir ibret olarak sunulur.
Son olarak, Risale-i Nur’dan bir sözle, nefis ve şeytanın peşinden gitmenin “esfel-i safilin”e düşmeye, Hak ve Kur’an’a uymanın ise “a’lâ-yı illiyyîn”e yükselmeye vesile olduğu belirtilir.
Bu metinler, insanın manevi mücadelesini ve bu mücadeleyi kazanmanın yollarını derinlemesine ele alır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Hakikatin Yolculuğu: Dünya Bir Misafirhanedir

Hakikatin Yolculuğu: Dünya Bir Misafirhanedir

Hayat, sürekli bir akış ve dönüşüm içinde ilerleyen, anlamı ve amacı derin sorgulamalara konu olan bir serüvendir. Bu serüvenin temelinde, insanın yaratılışından beri süregelen hakikat arayışı yatar.
Eldeki metinler, bu arayışa farklı pencerelerden bakan, her biri kendi içinde derin anlamlar taşıyan metinleri barındırmaktadır.
Kimi zaman Kuran-ı Kerim ayetleriyle ilahi bir çağrıya kulak veririz, kimi zaman da Bediüzzaman Said Nursi’nin hikmetli sözleriyle dünya hayatının faniliğini ve asıl amacını idrak ederiz.
Bu makalede, bu dört metni ayrı ayrı ele alarak, her birinin sunduğu hikmeti, edebi inceliği, ibretli ve düşündürücü yönlerini bir bütünlük içinde sunmaya çalışacağız.

  1. Şan ve Şeref Allah’a Aittir

“Her kim şan ve şeref istiyorsa bilsin ki, şan ve şeref bütünüyle Allah’a aittir. Güzel sözler ancak Allah’a yükselir. Salih ameli de güzel sözler yükseltir. Kötülükleri tuzak yapanlar var ya, onlar için çetin bir azap vardır. İşte onların tuzağı boşa çıkar.” – (Fatır, 10)

Bu ayet, insanın temel arzularından biri olan “şan ve şeref” kavramına köklü bir yaklaşım sunar. Çoğu insan, şanı ve şerefi dünyevi makam, servet veya şöhrette arar. Ancak ayet, bu değerlerin hakiki sahibinin sadece Allah olduğunu belirtir. Bu, insanın iç dünyasında bir değişime yol açar. Hakiki şeref, insanların takdiriyle değil, Allah’ın rızasını kazanmakla elde edilir. Ayetin devamında yer alan “Güzel sözler ancak Allah’a yükselir. Salih ameli de güzel sözler yükseltir” ifadesi, maneviyatın hiyerarşisini ortaya koyar. Güzel sözler (tevhid, zikir, dua gibi) manevi bir merdiven görevi görür ve salih ameller bu merdivenle daha yüksek makamlara çıkar. Bu, kuru bir dindarlığın değil, söz ve eylemin uyum içinde olduğu bir yaşamın önemine işaret eder.
Son kısımda, kötülükleri bir tuzak olarak kullananların akıbetinin hüsran olacağı, tuzaklarının boşa çıkacağı uyarısı yapılır. Bu, ilahi adaletin kaçınılmaz bir tecellisi olup, insanı ahlaki bir duruşa davet eder.

  1. Dünya Bir Misafirhanedir

“… bu dünya … kafile-i mahlukatın gelip konmak ve göçmek için dolup boşanan, hikmetle yapılmış bir misafirhanesidir.” – Bediüzzaman, Sözler – 74

Bu kısa ve özlü ifade, dünya hayatına dair en temel ve en düşündürücü bakış açılarından birini sunar. Dünya bir yurt değil, bir “misafirhane”dir. Bu benzetme, hayatın geçiciliğini ve fani yapısını anlatır. İnsanlık, bu misafirhanede “gelip konan” ve “göçen” bir “kafile”dir. Bu edebi ifade, nesillerin birbiri ardına gelip geçişini, adeta bir yolculuk kervanı gibi tasvir eder. “Hikmetle yapılmış” ifadesi ise, bu misafirhanenin rastgele bir konaklama yeri değil, her zerresinde bir amaç ve anlam barındıran ilahi bir tasarım eseri olduğunu gösterir. Bu görüş, bizleri dünyaya aşırı bağlanmaktan alıkoyar, asıl yurdumuzun ahiret olduğu gerçeğini hatırlatır. Hayatı bir misafirhane gibi görmek, her anın bir amaca hizmet ettiğini ve bir sonraki durağa hazırlık olduğunu anlamamızı sağlar.

  1. Ölümün Dili: “El-Mevtü Hak”

“Ey bîçareler! Bu dünya bir misafirhanedir. Her günde otuzbin şahid, Cenazeleriyle ‘El-mevtü hak’ Hükmünü imza ediyorlar ve O davaya şehadet ediyorlar. Ölümü öldürebilir misiniz? Bu şahidleri tekzib edebilir misiniz? Madem edemiyorsunuz; Mevt, Allah Allah dedirtir.” – Bediüzzaman Said Nursi

Bu metin, dünya hayatının en kesin ve en inkar edilemez gerçeği olan ölüm üzerine kurulu, sarsıcı ve ibret verici bir sorgulamadır. Bediüzzaman, her gün on binlerce insanın ölümüyle “El-mevtü hak” (ölüm haktır) hükmüne şahitlik ettiğini belirtir. Bu, sadece bir istatistik değil, aynı zamanda manevi bir delildir. Canlıların ölümlerini, ölümün hakikatini tasdik eden canlı birer “şahid” olarak görür. “Ölümü öldürebilir misiniz?” sorusu, insanoğlunun en büyük hayalinin, yani ölümsüzlüğün ne kadar boş bir çaba olduğunu ortaya koyar. Bu şahitleri yalanlamanın imkansızlığı, bizi ölümün getirdiği kaçınılmaz sonuca yöneltir: “Mevt, Allah Allah dedirtir.” Ölüm, insanın acziyetini ve fani olduğunu en derinden hissettirdiği için, insanı varlığın mutlak sahibi olan Allah’ı anmaya ve ona sığınmaya mecbur bırakır.

  1. Şükrün Kaynağı: Su ve Rızık

“Şimdi siz içmekte olduğunuz suyu gördünüz mü? Onu siz mi buluttan indiriyorsunuz yoksa indiren Biz miyiz? Dilemiş olsaydık onu tuzlu kılardık. Şükretmeniz gerekmez mi?” – (Vakıa Suresi 68-70)

Bu ayet, günlük hayatımızın en sıradan eylemlerinden biri olan su içme eylemi üzerinden, derin bir tefekkür ve şükür çağrısı yapar. İnsan, suyu hazır bulur ve onun varlığını sorgulama gereği duymaz. Oysa ayet, suyun bulutlardan indirilmesi gibi basit görünen bir olayın ardındaki ilahi kudreti hatırlatır. “Onu siz mi buluttan indiriyorsunuz?” sorusu, insanın bu süreçteki acziyetini çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. En kritik vurgu ise, suyun tadıyla ilgilidir: “Dilemiş olsaydık onu tuzlu kılardık.” Bu, suyun tatlı ve içilebilir olmasının, bir lütuf ve ilahi bir tercih olduğunu gösterir. Bu ayet, bizlere en temel nimetlerin bile birer lütuf olduğunu ve bu nimetler için sürekli şükretmemiz gerektiğini öğretir. Suyun varlığı, sadece hayatın devamı için değil, aynı zamanda Allah’ın sonsuz rahmetinin bir delili olarak görülmelidir.

Sonuç ve Özet
Bu dört metin, birbirinden farklı gibi görünen konuları ele alsa da, aslında insanı hakikate, şükre ve farkındalığa davet eden ortak bir amaca hizmet eder. Dünya hayatının geçiciliği (misafirhane benzetmesi), ölümün kaçınılmazlığı ve hayatın her anının bir amaç taşıdığı anlatılır. Aynı zamanda, su gibi en temel nimetlerin bile birer ilahi lütuf olduğu, bu yüzden şükrün gerekliliği ortaya konulur. Tüm bunların nihayetinde ise, şan ve şeref gibi dünyevi arzuların gerçek sahibinin Allah olduğu ve manevi yükselişin ancak güzel sözler ve salih amellerle mümkün olacağı hatırlatılır.

Özet: Bu makalede, Kur’an ayetleri ve Bediüzzaman Said Nursi’nin sözleri ışığında, dünya hayatının anlamı ve amacı incelenmiştir.
İlk olarak, gerçek şan ve şerefin sadece Allah’a ait olduğu, manevi yükselişin güzel sözler ve salih amellerle mümkün olduğu Fatır Suresi’nden bir ayetle ele alınır. İkinci olarak, Bediüzzaman’ın “dünya bir misafirhanedir” sözüyle hayatın geçiciliği ve amacına yönelik bir bakış açısı sunulur. Üçüncü olarak, ölümün kaçınılmazlığı ve her gün binlerce cenazenin bu hakikati teyit ettiği anlatılarak, ölümün insanı Allah’a yönelttiği anlatılır.
Son olarak, su gibi en temel nimetin bile ilahi bir lütuf olduğu Vakıa Suresi’nden ayetlerle açıklanarak şükrün önemi üzerinde durulur.
Bu metinler, insanı dünyaya aşırı bağlanmaktan kurtarıp, hayatın asıl amacına, şükre ve manevi farkındalığa yönlendirir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

 




Risale-i Nur Külliyatı’ndan Hikmet Dolu Bir Makale

Risale-i Nur Külliyatı’ndan Hikmet Dolu Bir Makale

Hayat, karmaşık ve zorlu bir yolculuktur. Bu yolculukta karşılaştığımız olaylar ve bu olaylara karşı takınacağımız tavırlar, varoluş anlam arayışımızın temel taşlarını oluşturur. İnsanlık tarihi boyunca, pek çok düşünür ve manevi önder, bu zorlukların üstesinden gelmek için bize rehberlik etmiştir.
Bu rehberlerden biri olan Bediüzzaman Said Nursi, eserlerinde sunduğu derin hikmetlerle, modern çağın buhranları karşısında sarsılmaz bir duruşun nasıl inşa edileceğini anlatır.
Onun külliyatından seçilmiş dört farklı metnin yansımasıdır ve her biri, yaşamın farklı bir boyutuna ışık tutar. Bu makalede, bu dört metni ayrı ayrı ele alarak, her birinin sunduğu hikmeti, edebi inceliği ve düşündürücü derinliği bir bütünlük içinde sunmaya çalışacağız.

  1. Sarsılmaz Bir Metanet ve Sonsuz Bir Fedakârlık

“Evet kardeşlerim; bu zamanda öyle dehşetli cereyanlar ve hayatı ve cihanı sarsacak hâdiseler içinde hadsiz bir metanet ve itidal-i dem ve nihayetsiz bir fedakârlık taşımak gerekir.” – Bediüzzaman Said Nursi, Kastamonu Lahikası
Bu söz, içinde bulunduğumuz çağın çalkantılı yapısına dair bir tesbitle başlar.
Tarih, devasa değişimlerin, savaşların ve toplumsal dönüşümlerin sahnesidir. Ancak Said Nursi, bu değişimlerin sadece zahiri değil, aynı zamanda insanın iç dünyasını da sarsan “dehşetli cereyanlar” olduğunu belirtir. Bu tür zamanlarda ayakta kalmak için sadece güç değil, aynı zamanda “hadsiz bir metanet” yani sınırsız bir dayanıklılık ve sebat gerekir. “İtidal-i dem” ifadesi, soğukkanlılık ve dengeyi korumayı anlatır. Bu, panik ve telaşla hareket etmek yerine, akıl ve kalp dengesiyle olaylara yaklaşmanın önemini gösterir.
Son olarak, “nihayetsiz bir fedakârlık” ilkesi, kendi menfaatlerini aşan, daha yüksek bir amaç için fedakarlık göstermenin gerekliliğine işaret eder. Bu fedakârlık, sadece maddiyatla sınırlı değildir; zamanımızı, enerjimizi ve hatta canımızı bile hakikatin yolunda harcamayı ifade eder. Bu metin, bizlere sadece bir duruş sergilemeyi değil, aynı zamanda bu duruşun temelini oluşturan manevi ve ahlaki değerleri inşa etmeyi öğütler.

  1. Mutlak Gücün Yüce Temsili

“Cenab-ı Hak öyle bir Kadîr-i Mutlak’tır ki adem ve vücud, kudretine ve iradesine nisbeten iki menzil gibi gayet kolay bir surette oraya gönderir ve getirir. İsterse bir günde, isterse bir anda oradan çevirir.” – Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, Risale-i Nur
Bu metin, Allah’ın sınırsız kudretini ve varlık üzerindeki mutlak egemenliğini anlatır. “Adem” (yokluk) ve “vücud” (varlık) kavramları, yaratılışın en temel iki aşamasını temsil eder. Bediüzzaman, bu iki zıt durumun Allah’ın kudreti karşısında “iki menzil gibi” kolayca geçilebileceğini belirtir. Bu edebi benzetme, bizlere evrenin işleyişinin ne kadar kolay ve muntazam olduğunu gösterir. Varlık, yokluktan bir anda çıkabilir ve yine bir anda yokluğa dönebilir. Bu, insanın acziyetini ve Allah’ın sonsuz kudretini çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. Bu düşünce, bir yandan insanı tevazuya sevk ederken, diğer yandan da mutlak güç ve irade sahibi bir yaratıcıya inanmanın verdiği huzuru ve güveni sunar. Bu güven, hayatın belirsizlikleri ve zorlukları karşısında sığınılacak en sağlam limandır.

  1. Ömür ve Vakit İsrafına İbretli Bir Bakış

“Ömür az, sefer uzun, yol tedariki yok, kuvvet ve kudret yok, acz-i mutlak gibi elîm elemlere maruz kalmaktır…” – Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur
Bu metin, yaşamın acımasız gerçeklerine dair bir uyarı niteliğindedir. Ömrün kısalığı, ahiret yolculuğunun uzunluğu ve bu yolculuk için gerekli olan manevi hazırlığın eksikliği, insanın temel acziyetini ortaya koyar. “Devekuşu gibi başını nisyân (unutmak) kumuna sokar, gözüne gaflet gözlüğünü takarsın ki Allah seni görmesin. Veya sen Onu görmeyesin…”
Bu güçlü metafor, insanların gerçeklerden kaçışını ve hayatın anlamını göz ardı etmesini eleştirir. Devekuşu, tehlike anında başını kuma gömerek kendisini güvende zanneder; oysa bu, sadece bir yanılmadır. Aynı şekilde, gafletle yaşayan insan da, dünyanın fani zevklerine dalıp, hayatın asıl amacını unutarak kendini kandırır.
Metin, bu gafletten uyanmaya ve fani (geçici) şeylere “ihtimâm” (özen göstermek) yerine “bâkî” (daimi) olan şeylere yönelmeye çağırır. Bu, sadece bir nasihat değil, aynı zamanda derin bir vicdani sorgulamadır:
“Ne vakte kadar zâilât-ı fâniyeye… ve bâkiyât-ı dâimeden… tegafül (kayıtsız kalacaksın) edeceksin?”

  1. Rabbimizin Varlığı ve Kudretinin İsbatları

“Yâ ilâhenâ! Rabbimiz sensin! Çünkü biz abdiz. Nefsimizin terbiyesinden âciziz. Demek bizi terbiye eden sensin!.. Hem sensin Hâlık! Çünkü biz mahlukuz, yapılıyoruz. Hem Rezzak sensin! Çünkü biz rızka muhtacız, elimiz yetişmiyor. Demek bizi yapan ve rızkımızı veren sensin.” – Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur – Mektubat – 241

Bu metin, Allah’ın varlığını ve sıfatlarını, insanın kendi varoluş acziyeti üzerinden İsbatlar. Bu, sadece bir dua değil, aynı zamanda mantıksal bir çıkarım zinciridir. İlk olarak, insan nefsini terbiye etmekten acizdir; bu durum, onu terbiye eden, yani yönlendiren ve şekillendiren bir gücün varlığını gerektirir. Bu güç, Rabb’dir.
İkinci olarak, insan bir “mahluk” yani yaratılmış bir varlıktır ve sürekli bir “yapılma” süreci içindedir; bu durum, onu var eden bir “Hâlık” (Yaratıcı) olduğunu gösterir.
Üçüncü olarak, insan rızka muhtaçtır ve kendi başına rızkını temin edemez; bu durum, ona rızkını veren bir “Rezzak” (Rızık Veren) olduğunu İsbatla.
Bu akıl yürütme, sadece bir iman beyanı değil, aynı zamanda insanın acziyeti ve muhtaçlığı üzerinden Allah’ın kudretini ve varlığını İsbatlayan bir tefekkür yoludur.

Sonuç ve Özet
Bu dört metin, birbirinden bağımsız konuları ele alıyor gibi görünse de, aslında derin bir bütünlük içerisindedir.
İlk metin, hayatın zorluklarına karşı nasıl bir duruş sergilememiz gerektiğini anlatırken, ikinci metin bu duruşun temelini oluşturan mutlak kudret sahibi bir yaratıcıya olan inancı pekiştirir.
Üçüncü metin, bu inanç doğrultusunda fani şeylerden uzaklaşarak, hayatın asıl amacına yönelmemiz gerektiğini anlatır. Son olarak dördüncü metin ise, insanın kendi acziyeti üzerinden Allah’ın varlığına ve sıfatlarına dair akli ve vicdani deliller sunar.

Özet: Bediüzzaman Said Nursi’nin eserlerinden derlenen bu makalede, yaşamın zorlukları karşısında manevi bir duruşun nasıl inşa edileceği ele alınmıştır. İlk olarak, “metanet” ve “fedakârlık” ilkesiyle çağın çalkantılarına karşı sağlam duruşun gerekliliği anlatılır. İkinci olarak, Allah’ın “Kadîr-i Mutlak” sıfatıyla sınırsız kudretine ve yaratılış üzerindeki egemenliğine dikkat çekilir. Üçüncü olarak, ömrün kısalığına ve ahiret yolculuğunun önemine değinilerek, gafletten uyanıp fani zevkler yerine baki değerlere yönelmenin önemi anlatılır.
Son olarak, insanın acziyeti, muhtaçlığı ve yaratılmışlığı üzerinden Allah’ın varlığına, Rabb, Hâlık ve Rezzak sıfatlarına dair aklî deliller sunulur.
Bu dört metin, birbiriyle uyumlu bir şekilde, insanın varoluş arayışına rehberlik eden derin bir hikmet sunmaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Tedenniden Terakkiye: Türkiye’de Maddi ve Manevi Yükselişin Eşiği

Tedenniden Terakkiye: Türkiye’de Maddi ve Manevi Yükselişin Eşiği

Vergi rekortmeni genel evi patroniçesinden, inançlı ve dürüst insansız hava aracı şirketi Baykara.
Önemli bir gelişme.

Türkiye’yi maddi ve manevi yüz yıldır bitiren ve halkın iliğini kemirenlerden, Türkiye’ye maddi manevi katkı sağlayıp ayağa kaldıran Selçuk Bayraktar ailesine.
Teşekkürler ve Minnetler…

Bu Türkiye’nin önemli bir eşikten geçtiğinin göstergesidir.
Tedenniden terakkiye.

Bu konuda Bediüzzaman:

“Her bir mü’min İlâyı Kelimetullah (Allah’ın adını yüceltmek) ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi, maddeten terakki etmek (ilerlemek, yükselmek) tir. Zira ecnebiler (yabancılar), fünun (fenler) ve sanayi silahıyla bizi istibdad-ı manevileri (manevi baskı ve diktatörlükleri) altında eziyorlar. Biz de fen ve sanat silahıyla, İlâyı Kelimetullah’ın en müthiş düşmanı olan cehalet ve fakirlik ve fikir ayrılıklarına karşı cihat edeceğiz.”
Bediüzzaman, Divan-i Harbi-Örfı, 49.

Ve hadiste: “Sizden her kimin, dinini ve şerefini (iffet ve namusunu) malı ile korumaya gücü yeterse, korusun.”
Hakim, Müstedrek, 2/50; Münavi, Feyzul- Kadir 6/54,(8405); Haşimi, Muhtarul- Ehadisin- Nebeviyye, 139 (1140).

“Ahir zaman gelince insanlara mutlaka altın ve gümüş para gerekir ki, onunla kişi, hem dinini hem de dünyasını ayakta tutabilsin.” (Taberani’den, R. Ehadis, no: 815)

“Ahir zamanda insanlara para pul gerekecek. Ta ki, onunla din ve dünyalarını ayakta tutabilsinler.”
(Münavi, a.g.e., l, 425 (812).)

Konuyu daha da detaylandıracak olursak:

********

Türkiye’nin yakın tarihinde çarpıcı bir tablo vardır: Bir yanda vergi rekortmenliği listelerinde genel ev patroniçeleri boy gösterir, öte yanda ise milli teknoloji hamlesi ile Baykar gibi inançlı, dürüst, gayretli müteşebbislerin başarıları yükselir. Bu zıtlık, aslında bir milletin hangi değerlerle ayağa kalkacağına ve hangi yollarla tedenniden (gerilemeden) terakkiye (ilerlemeye) geçeceğine dair büyük bir ibret dersi taşır.

Bediüzzaman’ın Maddi Terakki Vurgusu

Bediüzzaman Said Nursî, Divan-ı Harb-i Örfî’de şöyle der:

> “Her bir mü’min İlây-ı Kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi, maddeten terakki etmektir. Zira ecnebiler, fünun ve sanayi silahıyla bizi istibdad-ı manevileri altında eziyorlar. Biz de fen ve sanat silahıyla, İlây-ı Kelimetullah’ın en müthiş düşmanı olan cehalet, fakirlik ve ihtilaflara karşı cihad edeceğiz.”

Bu söz, teknolojinin ve sanayileşmenin yalnızca maddi bir kazanç aracı değil, aynı zamanda imanı, haysiyeti ve bağımsızlığı koruma vasıtası olduğunu ortaya koymaktadır. Bugün Baykar ailesinin ve Selçuk Bayraktar’ın üstlendiği misyon, tam da bu düsturla örtüşmektedir.

Hadislerin Işığında Ekonomi ve Din

Efendimiz (asm), ahir zamanda insanların dinlerini ve şereflerini mallarıyla koruyacaklarını haber verir.

“Sizden her kimin, dinini ve şerefini malı ile korumaya gücü yeterse, korusun.” (Hakim, Müstedrek, 2/50)

“Ahir zamanda insanlara altın ve gümüş para gerekir ki, onunla kişi hem dinini hem de dünyasını ayakta tutabilsin.” (Taberânî)

Bu hadisler, ekonomik kudretin manevi varlıkla doğrudan irtibatlı olduğunu anlatır. Fakirlik, zillet getirirken; helal ve temiz yoldan kazanılan servet, hem dini hem de vatanı muhafazaya vesile olur.

Tarihî Mukayese: İki Yol, İki Sonuç

Sömürü ve sefahat sektörü: Geçmişte toplumun iliğini sömüren, parayı yalnızca şehvet ve heva uğruna kazanan zihniyet, millete ahlakî çöküş ve manevi yozlaşma bırakmıştır.

Milli teknoloji ve üretim: Bugün ise Baykar örneğinde görüldüğü gibi, ilim, fen ve gayretle yükselen yatırımlar; hem ülkenin güvenliğini temin etmekte hem de gençlere umut vermektedir.

Bu mukayese, hangi yolun bir milleti ayağa kaldırdığı, hangisinin ise çöküşe sürüklediğini açıkça gösterir.

Hikmet ve İbret

Bir milletin vergide en büyük payı sefahat yuvalarından değil, sanayi ve teknoloji kuruluşlarından geliyorsa, o millet yükseliyor demektir.
Bir milletin gençleri şarkıcıların peşinde değil, mühendislerin izinde koşuyorsa, geleceği güven altına alınmış demektir.
Bir milletin zenginliği eğlenceye değil, ilme ve üretime akıyorsa, orada terakki başlamış demektir.

Ekonomik ve Ahlaki Boyut

Ekonomi sadece para kazanmak değildir; ahlakî bir zeminde üretim yapmaktır. Aksi halde para, şerre hizmet eden bir fitne aracına dönüşür.
Bediüzzaman’ın işaret ettiği gibi, cehalet, fakirlik ve ihtilaf üç büyük düşmandır.
Baykar gibi girişimler cehaleti ilimle, fakirliği üretimle, ihtilafı da ortak milli hedeflerle bertaraf etmektedir.

Mantıki ve Akli Sonuç

Mantıken de şu hakikat ortaya çıkar:

Eğer millet, enerjisini sefahate harcarsa çürüme başlar.

Eğer millet, enerjisini ilme ve teknolojiye harcarsa güçlenme başlar.

Bu, aklın, mantığın ve tarihin teyit ettiği değişmez bir yasadır.

Sonuç ve Özet

Türkiye bugün kritik bir eşiğin üzerindedir. Dün sefahat yuvalarıyla övünen bir millet, bugün milli teknolojiyle gururlanabiliyor. Bu, tedenniden terakkiye geçişin en açık göstergesidir.

Maddi terakki, manevi yücelişin zeminidir.

Helal ve temiz kazanç, dini ve milli bağımsızlığın güvencesidir.

Teknoloji ve fen, ahir zamanın cihad vesilesidir.

Kısacası, bir milletin yükselişi dünya ile ahireti birlikte gözetmekle, ilimle sanayiyi, imanla ahlakı mezcedebilmekle mümkündür.

Asırları asrımızda özetleyen, aklı ve kalbi barıştırıp birleştiren Bediüzzaman’ın su tesbiti meseleyi özetler:

“Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.” Münazarat.

*******

Kur’an Ayetleri ile Destek

  1. İlmin ve teknolojinin önemi:

“De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 39/9)

Bu ayet, cehaletle karanlıkta kalan milletlerin zillete mahkûm olacağını, ilim ve fenle yükselenlerin ise izzet bulacağını anlatır.

  1. Helal kazancın değeri:

“İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır. Ve çalışmasının karşılığı ileride görülecektir.” (Necm, 53/39-40)

Bu ayet, terakkinin çalışmak ve üretmekle olacağını açıkça bildirir.

  1. Zenginliğin doğru istikameti:

“Mallarınızı aranızda batıl yollarla yemeyin. Ancak karşılıklı rızaya dayalı bir ticaret olursa başka.” (Nisâ, 4/29)

Burada sefahatten kazanç yerine helal ticaret ve üretim teşvik edilmektedir.

  1. Maddi terakki ile manevi yükselişin bağı:

“Allah, sizden iman edip salih amel işleyenlere, kendilerinden öncekileri halife kıldığı gibi onları da yeryüzünde halife kılacağını, dinlerini sağlamlaştıracağını ve korkularını güvene çevireceğini vaad etmiştir.” (Nur, 24/55)

Bu ayet, imanla beraber maddi ve siyasi terakkinin de bir müjde olduğunu gösterir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Zalimlerin İpi Koptuğunda: Gazze, Adalet ve İnsanlığın İmtihanı

Zalimlerin İpi Koptuğunda: Gazze, Adalet ve İnsanlığın İmtihanı

İsrail’in saldırıları artık sınır tanımaz bir hale gelmiştir. Rastgele, gözü dönmüş bir şiddet; kadın, çocuk, hasta demeden masumları hedef almakta; her gün yeni bir cinayet işlenmektedir. Lübnan’a düzenlenen saldırılarda yaralananlar, Gazze’de suya muhtaç bırakılanlar, bombalanan hastaneler ve yıkılan evler… Bütün bunlar, tarihin kaydettiği zalimlerin değişmez yüzünü bir kez daha ortaya koymaktadır.

Zalimlerin İpi Kopması

Kur’an’da şöyle buyrulur:

> “Zulmedenler nasıl bir inkılapla devrileceklerini göreceklerdir.” (Şuarâ, 26/227)

Zalimlerin ipi koptuğunda onlar, akıl ve vicdanlarını kaybederler. Saldırılarında ölçü kalmaz, adeta şeytanın piyonları haline gelirler. Bugün İsrail’in yaptığı tam da budur. Tarihte Nemrut’un ateşi, Firavun’un denizi, Ebu Cehil’in Bedir’deki akıbeti ne ise; İsrail’in sonu da bundan farklı olmayacaktır.

ABD’nin Hukuksuzluğu Hukuklaştırma Çabası

ABD, hem kendi zulümlerine hem de suç ortağı İsrail’in işgal ve soykırımına “hukuki kılıf” aramaktadır. Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni tehdit eden, yargıç ve savcıları yaptırım listesine alan bir devlet; aslında “dağ kanunlarını” meşrulaştırma gayreti içindedir. Oysa Kur’an, zulmün akıbetini açıkça haber verir:

> “Zalimlere meyletmeyin, sonra size ateş dokunur.” (Hud, 11/113)

Hukuku kendi çıkarına alet edenler, adaletin ilahî tokadından kaçamayacaklardır.

Gazze İçin Küresel Çağrı

Hamas’ın çağrısı yalnızca bir siyasi hamle değil, aynı zamanda insanlığın vicdanına yapılan bir davettir. Zira Gazze sadece Filistinlilerin meselesi değildir; o, bütün insanlığın adalet imtihanıdır. Kur’an’ın ifadesiyle:

> “Müminler ancak kardeştir. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin.” (Hucurât, 49/10)

Bugün Gazze’nin yarası, bütün ümmetin kalbindedir.

İlahi Adaletin Tecellisi

ABD ve İsrail masumları vururken, tabiat kanunları da zalimleri vurmaktadır. Amerika’da kasırgalar, seller, yangınlar; adeta masumların ahına cevap veren ilahî ikazlardır. Tarih boyunca zulmün ardından gelen felaketler, kaderin değişmez bir kanunudur:

> “Nice memleketler vardır ki, zulmederken biz onları helâk ettik; duvarları çökmüş, harap halde kalmıştır.” (Hac, 22/45)

Masum mükâfatını alırken, zalim de cezasını bulacaktır.

Dünyada Yükselen Tepkiler

İtalya’daki Bari fuarından İsrail’in kovulması, Avrupa’da soğumaya başlayan bir vicdan hareketini işaret etmektedir. Bir millet, işgalciyi ticaret alanında bile görmek istemiyorsa, zalimin yalnızlaşma süreci başlamış demektir. Bu yalnızlaşma, tarihin defalarca şahit olduğu bir akıbettir: Zulmün en büyük düşmanı yine kendi işlediği zulümdür.

Gazze’de Susuzluk: İnsanlığın İmtihanı

Gazze’nin en temel ihtiyacı olan suyun kesilmesi, zalimliğin ulaştığı vahşeti gösterir. Suyu bile esirgeyen bir zihniyetin insanlıktan nasibi kalmamıştır. Oysa Kur’an, suyu “her şeyin hayat kaynağı” olarak tarif eder:

> “Biz her canlı şeyi sudan yarattık.” (Enbiyâ, 21/30)

Suyu kesmek, aslında hayatı yok etmektir. Bu, sadece zulüm değil, insanlık dışı bir cinayettir.

Sosyal, Siyasi ve Ahlaki Boyut

Sosyal açıdan: Gazze halkı, sabır ve metanetin sembolü haline gelmiştir. Onların direnci, zalime karşı insanlığın umududur.

Siyasi açıdan: ABD ve İsrail’in zulmü, aslında yeni bir dünya düzeninin doğum sancılarını haber vermektedir. Bu düzen, zulmün değil adaletin üzerine bina edilmek zorundadır.

Ahlaki açıdan: Zalimlerin çöküşü, masumların duası ve gözyaşıyla hızlanacaktır.

Akli ve mantıki açıdan: Hiçbir zulüm ebedî değildir; tarih, bunun sayısız örnekleriyle doludur.

Sonuç ve Özet

İsrail ipini koparmış, ABD zulme kılıf aramış, masumlar kan ve gözyaşı içinde kalmıştır. Ancak tarihin, aklın, imanın ve vicdanın hükmü bellidir:

Zulüm bâki kalmaz.

Masumların duası gökleri titretir.

Zalimler en güçlü olduklarını sandıkları anda çökerler.

Özet:
Bugün Gazze imtihandır. ABD ve İsrail zulmü, insanlığın adalet terazisini ölçmektedir. Gazze için direnenler, tarihin onurlu sayfalarına yazılacak; zulmedenler ise lanetle anılacaktır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Gazze: İnsanlığın Vicdanının Durduğu Yer.

Gazze: İnsanlığın Vicdanının Durduğu Yer.

Tarihler, milletlerin sadece başarılarını değil, aynı zamanda utançlarını da kaydeder. Bugün Gazze’de yaşananlar, insanlık tarihinin kara sayfalarına işlenecek bir imtihandır.

İsrail Savunma Bakanı’nın açıkladığı işgal planı, sadece bir askeri operasyon değil; yeryüzünde adaletin, hukukun ve vicdanın nasıl ayaklar altına alındığının bir sembolüdür. 60 bin askerin çağrılması, Gazze’nin taşlarına, toprağına, çocuklarına karşı başlatılan bir **“insanlığa meydan savaşı”**dır.

Trump’ın Skandal Övgüsü

ABD Başkanı Trump’ın Netanyahu’yu “kahraman” ilan etmesi ise tarihin ibretle kaydedeceği bir hadisedir.
İnsanlığın bitişi, vicdanın sönüşü demektir.
On binlerce masumun kanına bulanmış bir isme “kahraman” denmesi, kahramanlık kavramının küresel siyasette nasıl kirletildiğini gösteriyor.
Dün dağdaki eşkıya, bugün devletlerin başında terör estiriyor.
Dağları şehirlere taşıyor.
Acaba bu övgünün arkasında gizli bir şantaj mı, yoksa çıkar hesaplarının körleştirici etkisi mi var? Bu sorunun cevabı ne olursa olsun hakikat değişmiyor: Katil kahraman olamaz, mazlum cellat değildir.
Katilin avukatı da katil.

Mısır’ın Sina’da Alarmı

İsrail’in Gazze’yi işgal ederek Filistinlileri Sina’ya sürme planına karşı Mısır’ın sınır hattına 40 bin asker konuşlandırması, tarihin ironilerinden biridir. Dün Arap dünyası çoğu kez susarken, bugün bazı kapılar kısmen aralanıyor. Fakat bu askeri yığınak, Gazze halkına destek mi, yoksa olası bir göçü kontrol altına alma girişimi mi? Zaman gösterecek.

İstanbul’da Alimlerin Toplanması

İstanbul’da 50 ülkeden ilim insanının bir araya gelmesi, tarihte ümmetin ortak sorumluluğunu hatırlatan nadir hadiselerden biridir. Eyüpsultan’da, Ayasofya’da yapılacak açıklamalar, sadece Gazze’nin değil, Mescid-i Aksa’nın ve insanlığın namusunun müdafaasıdır.
Bu buluşma, ümmetin birlik olursa ne kadar güçlü bir ses çıkarabileceğinin de işaretidir.

Hamas’ın Küresel Grev Çağrısı

Hamas’ın “küresel grev” çağrısı ise tarihin vicdanına yapılan bir davettir. Zira zulme karşı sessiz kalmak, zulmün ortağı olmaktır. Dünyanın dört bir yanında vicdanlı insanlar sokaklara çıkarken, susanların dilleri değil, kalpleri mühürlenmektedir.

Anne ve Çocuğunun Çığlığı

Gazze’de açlıktan ölmek üzere olan çocuğu Musab için gözyaşı döken annenin feryadı, bütün siyasetlerden, bütün stratejilerden daha gerçek ve daha sarsıcıdır. “Ruhun ruhumdan, kanın kanımdan” diyerek evladına sarılan annenin yakarışı, insanlığın utancını haykırıyor:
“Vallahi her gün bin kere ölüyorum. Vallahi benim içimdeki ateşi kimse hissetmiyor.”

Bu sözler, diplomatik raporların, askeri planların ve siyasi nutukların üstünde bir gerçeği hatırlatıyor: İnsanlık ölüyor.

Hikmetli Bir Ders

Tarih şunu gösteriyor:

Firavunlar her zaman oldu, ama Musa’lar da vardı.

Nemrutlar zulmetti, ama İbrahimler ateşi gülistana çevirdi.

Ebu Cehiller susturmaya çalıştı, ama Muhammed Mustafa (sav) hakkı haykırdı.

Bugün Netanyahu ve onun destekçileri de birer modern Firavun’dur. Ama onların zulmü sonsuz değil, tarihin akışı içinde yok olup gidecek birer lekedir.

Vicdanlara Çağrı

Gazze sadece bir coğrafya değil, bir vicdan terazisidir.

Kim adaletin yanında, kim zulmün yanında?

Kim hakkı savunuyor, kim menfaatin peşinde?

Kim mazluma el uzatıyor, kim zalime alkış tutuyor?

Bu soruların cevabı, milletlerin ahiret hesabında da dünya tarihindeki şeref sahifelerinde de yazılı kalacaktır.

Sonuç:

Gazze, bugün insanlığın en büyük sınavıdır.
Zalimler, zulümlerini “kahramanlık” diye pazarlasa da; mazlumlar, sabır ve direnişleriyle asıl kahramanlığı gösteriyorlar.

Unutmayalım ki, Allah en zor imtihanları en güçlü kullarına verir.
Gazze’nin çığlığı, belki de bütün insanlığa yapılan bir çağrıdır:
“Ya zulme ortak olun, ya da vicdanınızla tarihe onurlu bir not bırakın.”

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Gazze: İnsanlığın Vicdan Aynası

Gazze: İnsanlığın Vicdan Aynası

Tarih boyunca zulüm, baskı ve işgal görmüş milletler oldu. Fakat bugün Gazze’de yaşananlar, sadece bir halkın dramı değil; insanlığın en ağır imtihanıdır. Çünkü Gazze’nin sokaklarında yankılanan çığlıklar, mazlumun ahını duymazdan gelen kulakların sağır, kalplerin taş kesildiğini haykırmaktadır.

Tarihî Boyut: Firavun’un Zulmünden Modern Zalimlere

Tarihte Firavun’un zulmü Nil kıyılarında yankılanmış, Nemrut’un kibrini ateş yutmuştu. Bugün ise aynı zulüm başka isimler, başka maskelerle sahneye çıkıyor. İsrail’in işlediği cinayetler, sadece Gazze’nin değil, insanlığın alnına kara bir leke olarak kazınıyor. Zulüm, mekân ve isim değiştiriyor; ama aynı kanlı el aynı masum çocuğun boğazına sarılıyor.

Hikmet ve İbret:

Gazze, ümmet için bir aynadır. Bu ayna bize şunu gösteriyor:

Asıl düşman, sadece dışarıdaki zalim değil; içerideki parçalanmışlık, hizipçilik ve sessizliktir.

Birlik olmadan zalime karşı durulamaz. Tarihte Haçlılara ve Moğollara karşı verilen direniş, ancak omuz omuza verildiğinde bir zafer getirmiştir.

Akıl ve Mantık:

BM kararları, uluslararası hukuk, sözleşmeler… Hepsi kâğıt üzerinde kalıyor. Peki niçin? Çünkü güç ve çıkar, adaletin önüne geçmiş. Akıl bize şunu söylüyor: Bir zulüm ancak kuvvetle durdurulabilir. İşte bu yüzden İslam âlimlerinin ve Gazze Mahkemesi’nin BM’ye yaptığı “koruma gücü gönderin” çağrısı, mantığın ta kendisidir. İnsanlık, zalimi kınamakla yetinirse, mazlumun kanı akmaya devam eder.

Edebî Bir Hakikat:

Gazze, kanla yazılmış bir şiir gibi…
Her satırı yetim gözyaşıyla ıslanmış, her dizesi bir annenin çığlığıyla titreyor.
Ama bu şiir, sadece hüzün değil; aynı zamanda direniş ve umut bestesidir. Çünkü her şehit, toprağa düşerken “özgürlük” fidanı oluyor.

Mantıkî ve İbretli Ders:

Eğer İslam dünyası Gazze konusunda birleşmezse, aynı ateş yarın kendi evlerimizi saracaktır.

Eğer insanlık bu zulme sessiz kalırsa, “hukuk” ve “medeniyet” gibi kavramlar sadece boş birer söz olarak kalacaktır.

Ve eğer bizler “devlet yapsın” deyip kenara çekilirsek, Allah hesabı bizden soracaktır. Nitekim Kadıköy’de tek başına pankart açan genç kızın yazdığı gibi:

> “Allah Gazze’nin hesabını devletten değil bizden soracak.”

Sonuç:

Gazze, bir coğrafya olmaktan çıktı; vicdanın ve imanın ölçüsü haline geldi.
Bir zamanlar Endülüs’te, Kudüs’te, Bosna’da akan kanın devamı bugün Gazze’de akıyor. Tarih bize şunu öğretiyor: Zulme karşı susan, zalimin ortağı olur.

Bugün yükselen küresel inisiyatifler, mazlumun yanında yer alan halk hareketleri, alimlerin haykırışı bize şunu söylüyor: İnsanlığın kurtuluşu Gazze’de sınanıyor.
Bu sınavda ya onurlu bir şekilde mazlumun yanında olacağız, ya da tarih kitaplarında suskunların utanç sayfasında yerimizi alacağız.

*******

Gazze: İnsanlığın Vicdanında Açılan Yara

Tarih, sadece zaferlerin yahut hezimetlerin kaydından ibaret değildir. Asıl olan, milletlerin imtihanlarını ve insanlığın vicdanında açılan yaraları göstermesidir. Bugün Gazze’de yaşananlar da tarihin en acı imtihanlarından biridir.

Gazze, yalnızca coğrafi bir mekân değildir; bir vicdan pusulasıdır. O pusulayı kaybedenler, insanlığını da kaybetmiştir. Birleşmiş Milletler’in sessizliği, Batılı devletlerin körlüğü ve İslam dünyasının dağınıklığı bu hakikati haykırıyor. Filistin’de zulme uğrayan sadece insanlar değil, aynı zamanda insanlığın kendisidir.

Tarihten İbret: İçerdeki Zaafın Bedeli

Endülüs’ün düşüşü, Osmanlı’nın çözülüşü, Abbasîlerin yıkılışı… Hepsinde görülen ortak bir sebep vardır: İçerideki ihtilaf, düşmanların en büyük silahıdır. Bugün Gazze’de ve Batı Şeria’da da aynı manzarayı görüyoruz. Mahmud Abbas’ın işgalciyle işbirliği, Batı Şeria’daki direnişin boğulması ve İslam ülkelerinin dağınıklığı, dışarıdaki düşmandan daha büyük bir tehlikedir.

Düşmanın büyüğü içimizdedir, derken, bu hakikate işaret edilmektedir. Zalim İsrail’in zulmünü kolaylaştıran en büyük etken, ümmetin kendi içindeki dağınıklığıdır.

Akıl ve Mantığın Feryadı

İsrail’in işlediği suçlar uluslararası hukuka göre soykırım niteliğindedir. Aç bırakma, toplu cezalandırma, sivilleri hedef alma… Bütün bunlar Lahey’de defalarca yargılanması gereken suçlardır. Buna rağmen dünya, ekonomik çıkar ve siyasi menfaat uğruna sessiz kalıyor.

Bu tablo bize gösteriyor ki; adalet kavramı uluslararası arenada artık kör, sağır ve dilsizdir. Eğer insanlığın vicdanı ayağa kalkmazsa, hukuk kitaplarda yazılı kuru bir metinden öteye geçemez.

Hikmetin Penceresinden Gazze

Gazze bugün ümmete şunu haykırıyor: “Ben sizin imtihanınım!”
Çünkü Gazze, yalnızca bir coğrafyanın savunması değil; bir kimliğin, bir inancın ve bir vicdanın muhafazasıdır.

Sorumluluğu sadece hükümetlere yükleyip kenara çekilen bir millet, yarın “Ben ne yaptım?” sorusunun cevabını veremeyecektir.

Çözüm Nerede?

Çözüm ne sadece silahla, ne de sadece diplomasiyle mümkündür. Çözüm; birlik, dirayet ve iç muhasebe ve toplu harekete geçmek ile mümkündür.

İslam ülkeleri parçalanmışlıklarını bırakıp ortak bir irade oluşturmadıkça,

Müslümanlar günlük konforlarını aşıp vicdanî bir seferberlik ilan etmedikçe,

Aydınlar, ilim adamları ve liderler hakikati korkusuzca haykırmadıkça,

Gazze kanamaya devam edecek.

Son Söz: Tarihin Şahitliği

Bugün Gazze’ye karşı sessiz kalan dünya, yarın kendi utancının ağırlığı altında ezilecektir. Zalim İsrail ise tarihteki diğer zalimler gibi silinip gidecektir. Ama Gazze, sabrıyla ve direnişiyle tarihin onurlu sayfalarında kalacaktır.

Gazze’nin taşları, yıkılan evleri, ağlayan çocukları, bize hep şu soruyu soruyor:
“İnsanlık, vicdanını ne zaman hatırlayacak?”

*******

Gazze: İnsanlığın Vicdanında Açılan Yara

Zulme Karşı Kur’ân’ın Haykırışı

Kur’ân-ı Kerîm’de Rabbimiz buyuruyor:

> “Zulmedenlere meyletmeyin; yoksa size ateş dokunur.” (Hûd Sûresi, 113)

Bu ayet, zulmün sadece zalimi değil; ona sessiz kalan, razı olan, destek verenleri de helake sürüklediğini bildiriyor. Gazze’de işlenen zulüm karşısında susmak, bu ayetin tehdidi altına girmektir.

Bir başka ayette ise:

> “Zalimlerden korkmayın, benden korkun. Böylece size nimetlerimi tamamlayayım ve doğru yolu bulasınız.” (Bakara Sûresi, 150)

denilerek mazlumlara sabır ve direnç telkin edilirken, zalimlerin akıbetinin hüsran olacağı haber verilmiştir.

Hadislerden İbret

Peygamber Efendimiz (s.a.v) buyuruyor:

“Zulme engel olun; çünkü zulüm kıyamet gününde zifiri karanlıklar olur.” (Buhârî, Mezâlim, 9)

“Sizden kim bir kötülük görürse eliyle düzeltsin; gücü yetmezse diliyle, ona da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin. Bu, imanın en zayıf derecesidir.” (Müslim, Îmân, 78)

Bugün Gazze’deki zulüm karşısında müminin tavrı bu hadislerle ölçülür. Eliyle düzeltemeyen, diliyle haykırmalı; diliyle yapamayan, kalbiyle buğzetmeli. Ama kalbiyle bile buğzetmeyen, imanın en zayıf derecesinden de aşağıya düşme tehlikesi taşır.

Risale-i Nur’un Penceresinden Zulüm ve Adalet

Bilinmelidir ki; zulme sessiz kalan toplumların helake sürüklendiği de bir hakikat ve bir vakıadır.

“Zulüm ile abad olunmaz.”

“Zalimler için yaşasın cehennem.”

İsrail’in yaptığı topluca cezalandırma, en büyük zulümlerden biridir. Çünkü savaşta bile kadınlar, çocuklar ve masum siviller hedef alınmaz.

Hikmet ve İbret

Gazze, sadece Müslümanlara değil, tüm insanlığa bir imtihandır.

Müslümanlara: “Ümmet olmayı hatırlıyor musunuz?” diye soruyor.

Batı dünyasına: “Adalet dediğiniz şey çıkarlarınızın ötesine geçebiliyor mu?” diye soruyor.

Her birimize: “Kalbiniz mazluma mı, yoksa zalime mi meylediyor?” diye soruyor.

Sonuç: İnsanlığın Vicdan Sınavı

Gazze bugün kan ağlıyor. Ama aynı zamanda insanlığın onurunu, direncini ve imanını ayakta tutuyor.
Tarih bize gösterdi: Firavunlar, Nemrutlar, Hitlerler geldi geçti. İsrail’in zulmü de geçecek. Ama Gazze’nin sabrı ve direnişi, kıyamete kadar bir şehadet nişanı olarak kalacak.

Çünkü Rabbimiz buyuruyor:

> “Allah, zalimlerin yaptıklarından habersiz değildir. Onları ancak gözlerin dehşetle donup kalacağı güne erteliyor.” (İbrahim Sûresi, 42)

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com