Ölüm: Bir Son Değil, Sonsuzluğa Açılan Kapı

Ölüm: Bir Son Değil, Sonsuzluğa Açılan Kapı

“Sizlere müjde! Mevt idam değil, hiçlik değil, fena değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil. Belki bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.”
Mektubat

Giriş: Korkulan Hakikat mi, Unutulan Rahmet mi?

İnsan, doğumla dünyaya gözünü açar ve her gün biraz daha yaklaşır meçhul sandığı bir kapıya: ölüm. Lakin bu kapıdan içeri girmek istemez. Çünkü ölüm, zihinlerde çoğu zaman hiçlik, ayrılık, karanlık, korku ve yok oluş olarak kodlanmıştır. Bu sebeple insanlar ölümü konuşmaktan kaçar, ölümle yüzleşmemek için her yolu dener. Hâlbuki ölüm, sanıldığı gibi bir sona eriş değil; asıl yurda dönüş ve ebedî saadetin başlangıcıdır.

Hakikat: Ölüm İdam Değil, Terhistir

Bediüzzaman Said Nursî’nin Mektubat adlı eserinde yer alan şu ifadeler, mevtin hakikatini gözler önüne serer:

> “Mevt idam değil, hiçlik değil, fena değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil. Belki bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır.”

Bu sözlerde derin bir kelamî, mantıkî ve vicdanî izah vardır. Mevt, bir ceza değil, rahmettir. Askerin kışladan terhis edilip memleketine dönmesi gibi, insan da bu dünya kışlasından, hizmet süresini tamamladıktan sonra ebedî yurduna sevk edilir. Ölüm bir kopuş değil; rahmetle dolu bir kavuşma vesilesidir.

Mantık: Ölüm Olmasaydı Hayat Çekilmezdi

Düşünün ki ölüm olmasaydı, yaşlılık bitmeyen bir azap, hastalık sonsuz bir çile olurdu. Ölüm, rahmetin bir cilvesi olarak imdadımıza yetişiyor. Dünya dar bir misafirhane; ebedî kalmaya müsait değil. Sevdiğimiz ne varsa bizden kopup gitmekte… Fakat ölümle beraber bu kopan bağlar, ahirette daha sarsılmaz bir vuslata dönüşüyor.

Ayrıca ölüm, insanı tevazuya, sorumluluğa ve anlamlı bir hayata davet eder. Ölümü inkâr eden ya da yok sayan toplumlar; nefsanî hazlara, bencilliğe ve anlamsızlığa düşerler. Ölümü tanımak ise insanı erdemli bir hayatın yolcusu yapar.

İbret: Ahbapların %99’u Orada

Bediüzzaman aynı pasajda der ki:

> “Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.”

Her insan, bu dünyada sevdiği nice dostunu, akrabasını, büyüklerini toprağa vermiştir. Geriye kalanlar da sırasını beklemektedir. O hâlde ölüm, firak değil vuslattır. Asıl ayrılık, dünya hayatının kendisindedir. Asıl hasret buradadır. Ölüm ise ayrılıklara son veren, ebedî dostlukları başlatan bir kavuşmadır.

Hikmet: Ölüm Olmadan Ebediyet Olmazdı

Eğer ölüm olmasaydı, sonsuzluk arzumuz, ebedî güzellik ihtiyacımız nasıl karşılanırdı? Ölüm, bu ihtiyacın kapısını açar. Dünya bir sınav salonudur; ölüm de sınavın bittiğini ilan eden zil gibidir. Bu zil çaldığında, insan ya mükâfatla ya da pişmanlıkla karşılaşır. Bu yüzden ölüm, yalnız bir sonuç değil; aynı zamanda hazırlık ve sorumluluk çağrısıdır.

Sonuç: Ölüm Korkulacak Değil, Anlaşılacak Bir Gerçektir

Ölümle ilgili asıl sorun, onun bizzat kendisinden değil, yanlış anlaşılmasından kaynaklanır. Onu hiçlik ve inkıraz olarak görmek; insanı karanlığa mahkûm eder. Oysa Kur’ânî perspektif ve Risale-i Nur’un bakışı, ölümü aydınlatır, iç yüzünü gösterir ve onu rahmet kapısı haline getirir.

Özet:

Ölüm, yokluk değil; asıl vatan olan âhirete geçiştir.

İdam değil, terhis; firak değil, visaldir.

Mantıken ve ruhen bakıldığında, ölüm hayatı anlamlandırır.

Ölümle kaybettiklerimizle ebedî buluşma vardır.

Ölüm, hazırlık ve farkındalık çağrısıdır; korkulacak değil, anlaşılacak bir gerçektir.

> Son söz:
Ölümü tanıyan, hayatı da doğru tanır. Çünkü hayatı anlamlı kılan, onun ebediyetle bağlanmasıdır. Bu bağ ise ölümün ardındaki rahmetle kurulur.

 




Kabir Bir Ayrılık Değil, Davetiyedir

Kabir Bir Ayrılık Değil, Davetiyedir

“Ey bîçareler! Mezaristana göçtüğünüz zaman, “Eyvah! Malımız harap olup sa’yimiz heba oldu, şu güzel ve geniş dünyadan gidip dar bir toprağa girdik.” demeyiniz, feryat edip meyus olmayınız. Çünkü sizin her şeyiniz muhafaza ediliyor. Her ameliniz yazılmıştır. Her hizmetiniz kaydedilmiştir. Hizmetinizin mükâfatını verecek ve her hayır elinde ve her hayrı yapabilecek bir Zat-ı Zülcelal, sizi celbedip yer altında muvakkaten durdurur. Sonra huzuruna aldırır. Ne mutlu sizlere ki hizmetinizi ve vazifenizi bitirdiniz. Zahmetiniz bitti, rahata ve rahmete gidiyorsunuz. Hizmet, meşakkat bitti; ücret almaya gidiyorsunuz. ”
Mektubat

Zahmetten Rahmete Yolculuk

Ölüm… Nice insana göre sonun adıdır. Malın bitişi, makamın yitimi, sevdiklerden ayrılış…
Birçok insan, mezarı yalnızlık, toprağı yok oluş olarak görür. Fakat bu yanlış bir bakıştır. Çünkü hayatın arkasında bir hikmet, ölümün ardında bir rahmet, kabirde ise bir sır vardır.

Bediüzzaman Said Nursî, ölüm anında yaşanabilecek bu gafleti ve hayreti şöyle dile getirir:

> “Eyvah! Malımız harap olup sa’yimiz heba oldu, şu güzel ve geniş dünyadan gidip dar bir toprağa girdik.” demeyiniz…

İşte bu feryat, ölümün sadece zahirine bakanların haykırışıdır. Oysa hakikate gözünü çevirenler için kabir, sadece bir “son” değil; bir çağrıdır, bir başlangıçtır, bir müjdeye açılan kapıdır.

  1. Kabir Bir Depo Değil, Bir Bekleme Salonu

İnsan kabre girdiğinde yok olmaz. Çünkü o artık “yokluk” denilen dipsiz karanlığa değil, “bekleyiş” denilen ilahi nizamın istirahatgâhına alınmıştır.

> “Çünkü sizin her şeyiniz muhafaza ediliyor. Her ameliniz yazılmıştır.”

Toprak, insanı unutur gibi görünse de, aslında onun dosyası göklerde çoktan açılmıştır.
Bir damla gözyaşı, bir gizli dua, bir gece uykusuzluğu, bir alın teri… Hepsi kayıtlıdır.

Bediüzzaman burada büyük bir hakikati haykırır:
Kabir, yok edici değil; bekletici bir duraktır.

  1. Ameller Kaybolmaz, Hizmet Zayi Olmaz

İnsan ölür; fakat yaptığı hizmetler kalır.

Yazdığı bir kitap,

Yetiştirdiği bir evlat,

Söylediği bir hakikat,

Verdiği bir sadaka…

Hepsi, amel defterine işlenmiş; silinmeyen bir sermayeye dönüşmüştür.
Ve hepsi bir gün, sahibine ücret olarak geri dönecektir.

> “Her hizmetiniz kaydedilmiştir. Hizmetinizin mükâfatını verecek bir Zat-ı Zülcelal…”

Bu söz, hem bir teselli hem bir ilandır:
Kimsenin emeği boşa gitmeyecek!
Dünyada görünmese de, öbür tarafta hepsi sahibini bekliyor olacak.

  1. Zahmetten Rahmete, Hizmetten Ücrete

Hayat, bir görev alanıdır. Ölümse, bu görevin sona erdiğini gösteren bir işarettir.

> “Ne mutlu sizlere ki hizmetinizi ve vazifenizi bitirdiniz. Zahmetiniz bitti, rahata ve rahmete gidiyorsunuz.”

Tıpkı bir askerin görevden terhis edilmesi gibi…
Artık nöbet yok, silah yok, soğuk yok… Sadece istirahat, huzur ve terfi var.

Ölüm, bu yönüyle sadece bir ayrılık değil; bir kabule çağrı, bir bayram sabahına uyanıştır.

  1. İman Gözlüğüyle Ölüm: Feryat Değil, Tebessüm

İnanan insan için ölüm bir düşman değil, bir habercidir.
Eğer bu dünyada bir imtihanı yaşadıysa, sabretti, ihlâs gösterdi, hizmet ettiyse; artık o kişiye “Ey mücahit kulum, sen artık kazandın!” denilecektir.

> “Hizmet, meşakkat bitti; ücret almaya gidiyorsunuz.”

Düşün ki bir işçi sabah işe başlar, gün boyu çalışır. Akşam olduğunda yorgun ama huzurludur. Çünkü bilir ki mesai bitti, maaş verilecek.
İşte kabir de bu “akşamın kapısıdır.”
O yüzden feryat değil, ferahlık hissedilmelidir.

Sonuç ve Özet

Ölüm, dünya gözlüğüyle bakıldığında bir ayrılıktır. Ama iman gözlüğüyle bakıldığında bir vuslattır, bir buluşmadır, bir terhistir.
Bediüzzaman’ın bu ifadeleri, bizlere ölümü korkulacak değil, hazırlanılacak bir hakikat olarak tanıtır.
Kabir, bir yok oluş değil; beklenilen bir istirahatgah, kazanılmış ücretin alınacağı bir kapıdır.

Özetle:

Ölümle her şey bitmez; her amel korunur ve yazılır.

Kabir, yokluğa açılan bir kapı değil, ilahi huzura çıkan bir geçittir.

Zahmet bitmiş, rahmet başlamıştır; hizmet sona ermiş, ücret vakti gelmiştir.

İnanan kişi için ölüm, korku değil; mükâfat yolculuğudur.

Kabre giren pişman değil, müjdelenmiş biri olmalıdır.

Ey insanoğlu!
Toprağın üstü kadar altı da sana ait.
Ama müjdeli olan, üstte yaşayıp altta ebedi huzuru bulanlardır.

 




MERHAMETİN ZAFERİ: MÜSLÜMANIN GÜCÜ KANLA DEĞİL, AFFLA ÖLÇÜLÜR

MERHAMETİN ZAFERİ: MÜSLÜMANIN GÜCÜ KANLA DEĞİL, AFFLA ÖLÇÜLÜR

Tarihin tozlu sayfalarında nice kahramanlıklar, fetihler ve zaferler yazılıdır. Fakat çok azı vardır ki ardında intikam değil, affı; kılıç değil, merhameti; hükmetmek değil, hidayeti bırakmıştır. İşte bu nadir örneklerden biri, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Mekke’nin fethindeki duruşudur.

O, çocukluğunun geçtiği şehirden kovulmuş, en yakın dostları şehit edilmiş, malları yağmalanmış, ailesi işkencelere maruz kalmıştı. Eğer bir insanın kalbinde kin tutmak için sebepler aranacaksa, onun hayatı bunlarla dolu olması gerekti. Fakat O, intikam duygularını değil, Allah’ın rızasını önceledi. Mekke’yi fethettiğinde ordusunun kan dökmesini yasakladı. Ne bir taş atıldı, ne bir kılıç çekildi. Düşman ilan edilenler bile affedildi.

Bu tavır, sadece bir liderin siyasi zekâsı değil; bir peygamberin ilahi terbiyesi, kalp merhameti ve kulluk bilinciydi. Zafer, düşmanı yok etmekle değil, kalplerini kazanmakla mümkündü. Zira İslâm, fetihleri kılıçla değil, hikmetle yapar.

Oysa Batı tarihinde farklı bir tablo çıkar karşımıza. Arthur Gilman’ın da ifade ettiği gibi, Haçlılar Kudüs’ü aldıklarında kadın, erkek, çocuk ayırt etmeksizin yetmiş bin Müslümanı kılıçtan geçirdiler. Kutsal saydıkları şehri kana bulayarak “zafer” ilan ettiler. Ama aslında kaybeden onlar oldu. Çünkü tarih, sadece kılıçla değil, ahlakla da yazılır. Ve zalimlerin adı kanla, merhametlilerin adı dua ile anılır.

Hz. Peygamber (s.a.v.) hiçbir zaman şahsi sadakate ya da otoriter bir hükümdarlığa yönelmedi. O, Allah’a sadakati öğretti. İnsanlara kulluğu değil, kullara Hakk’a kulluğu gösterdi. Bu yüzden zaferi dinden doğdu, siyasetten değil.

********((

> “Ey hüzünlerimizi hayra çeviren Allah’ım! Dilimizi duasız, gönlümüzü sensiz bırakma.”

Çünkü asıl zafer; bir kalbi Allah’tan ayırmadan yaşamak, hüzünleri dua ile hayra çevirebilmektir. Hz. Muhammed’in zaferi de tam olarak buydu: İnsanlığa en büyük örnekliği göstererek, zalimliğin değil, rahmetin peygamberi olduğunu isbatladı.

Bugün dünyada akan kan, dökülen gözyaşı ve işgal edilen topraklar gösteriyor ki gerçek çözüm tankla, topla, stratejiyle değil; ancak “rahmetle” mümkün olabilir. Adaletin ve barışın gerçek temsilcisi, ancak Hz. Muhammed gibi affedebilen ve Allah’a tam tevekkül edebilen bir kalptir.

Özet:

Hz. Muhammed (s.a.v.), Mekke’yi fethederken hiçbir intikam duygusu taşımamış, affetmeyi tercih etmiştir.

Bu tavır, onun zaferinin dini bir temel üzerine kurulu olduğunu, siyasi hesaplarla hareket etmediğini gösterir.

Arthur Gilman’ın anlattığı gibi, Hz. Peygamber şahsi iktidarı değil, ilahi adaleti esas almıştır.

Haçlıların Kudüs’te yaptığı katliamlar ile Hz. Muhammed’in affı arasındaki fark, iki farklı dünya görüşünü gözler önüne serer.

Kalıcı zafer, kanla değil; dua, merhamet ve affetme ile elde edilir.

Duayla Allah’a yönelen kalpler, gerçek fetihlere ulaşabilir.

 




Kâinatın Tacı: Ferd-i Ferîd Olarak Hazret-i Muhammed (asm)

Kâinatın Tacı: Ferd-i Ferîd Olarak Hazret-i Muhammed (asm)

“Madem şu kâinatın Hâlık’ı, her nevide bir ferd-i mümtaz ve mükemmel ve câmi’ halk edip o nev’in medar-ı fahri ve kemali yapar. Elbette esmasındaki ism-i a’zam tecellisiyle, bütün kâinata nisbeten mümtaz ve mükemmel bir ferdi halk edecek. Esmasında bir ism-i a’zam olduğu gibi masnuatında da bir ferd-i ekmel bulunacak ve kâinata münteşir kemalâtı o fertte cem’edip kendine medar-ı nazar edecek.

   O fert herhalde zîhayattan olacaktır. Çünkü enva-ı kâinatın en mükemmeli zîhayattır. Ve herhalde zîhayat içinde o fert, zîşuurdan olacaktır. Çünkü zîhayatın envaı içinde en mükemmeli zîşuurdur. Ve herhalde o ferd-i ferîd, insandan olacaktır. Çünkü zîşuur içinde hadsiz terakkiyata müstaid, insandır. Ve insanlar içinde herhalde o fert Muhammed aleyhissalâtü vesselâm olacaktır. Çünkü zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar hiçbir tarih, onun gibi bir ferdi gösteremiyor ve gösteremez.”
Mektubat

> “Madem şu kâinatın Hâlık’ı, her nevide bir ferd-i mümtaz ve mükemmel ve câmi’ halk eder… Elbette bütün kâinata nispetle mümtaz ve mükemmel bir fert yaratacaktır. Bu fert, insanlık içinde Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâm olacaktır.”
(Mektubat, Bediüzzaman Said Nursî)

Varlık âlemi, başıboş değil; kasdî, hikmetli ve sistemli bir yaratılışın eseridir. Bu büyük sistemde Allah (celle celâluhu), her türde en mükemmel bir örnek yaratır. Bir nev’in kemâlini gösterecek, diğerlerini temsil edecek, adeta o türün özetini ve zirvesini taşıyacak bir “seçkin fert” yaratılır.

Bu ilahi kanun, kâinat ölçeğinde düşünüldüğünde, bizi kaçınılmaz olarak bir şahsa götürür: Hazret-i Muhammed Mustafa (asm).
Çünkü O, sadece bir birey değil; kâinatın özü, insanlığın meyvesi, hayatın hedefidir.

  1. Her Türde Bir Seçkin Örnek

Cenab-ı Hak, mahlûkatı yaratırken sıradanlık içinde bile bir mükemmellik ve nümunelik yaratır:

Dağların içinde bir Everest,

Ağaçların içinde bir sedir,

Cevherlerin içinde bir elmas,

Kuşların içinde bir bülbül vardır.

Bu örnekler, Allah’ın her sınıfta bir ferd-i mükemmel yarattığını gösterir. Bu, ilahî bir adettir.
O hâlde bu kural, en kıymetli varlık olan insan için de geçerli olacaktır.

  1. Hayatın En Yüksek Noktası: Şuur

Kâinatta hayat, en parlak tecellidir.
Ama hayatın içinde en seçkin olan zümre şuur sahipleri, yani akıllı varlıklardır.
Çünkü şuur, anlamayı, farkındalığı, Allah’ı tanımayı mümkün kılar.
Yani hayat Allah’ın bir sanatıysa, şuur o sanatın gözüdür.

Bu açıdan bakıldığında kâinattaki en mükemmel fert, zîşuurdan, yani insanlardan olacaktır.
Ve insanlar içinde de en büyük şuur, en yüksek ahlâk, en geniş rahmet, en derin marifet kimdedir?

Tarih şahittir: Hz. Muhammed (asm).

  1. Tarihin Gösteremediği Emsalsiz Şahsiyet

Bediüzzaman’ın şu tesbiti çok güçlüdür:

> “Zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar hiçbir tarih onun gibi bir ferdi gösteremiyor, gösteremez.”

Çünkü:

O’nun getirdiği din evrenseldir.

O’nun ahlâkı Kur’an’dır.

O’nun rehberliği ebedîdir.

O’nun hayatı, bütün beşeriyete örnektir.

O, sadece bir ümmetin değil; insanlığın manevi güneşidir.

Her zaman, her zeminde, her milletten insanlar O’na hayran olur, gönülleri O’na döner. Çünkü O, insanlığın içinden çıkan ama insanlığın fevkine yükselen bir hakikat önderidir.

  1. Esma-i Hüsnâ’nın En Yüksek Aynası

Allah’ın isimleri (esma-i hüsnâ), mahlûkatta tecelli eder.
Bir kısmı yıldızlarda, bir kısmı denizlerde, bir kısmı bitkilerde görünür.
Ama bütün isimlerin en câmi’ ve en parlak tecellisi, insanın mahiyetindedir.
Ve insan içinde de bu isimlerin en güzel tezahürü, Hz. Muhammed (asm)’da görülür.

Rahmet: O, “rahmeten lil-âlemîn”dir.

Hâdi: O, en büyük mürşid ve yol göstericidir.

Hakîm: Hikmetle konuşur, hikmetle yaşar.

Sabûr: En ağır belalara sabretmiştir.

Kâinatın her tarafına dağılmış ilahî güzellikleri, bir tek zat üzerinde toplamak:
İşte bu, Allah’ın en mükemmel sanatıdır.

  1. O, Sadece Bir Peygamber Değil; Kâinatın Gözbebeğidir

Hz. Muhammed (asm), sadece din getiren bir elçi değil; aynı zamanda yaratılışın sebebi, varoluşun merkezidir.
O’nun varlığıyla kâinat anlam kazanmış, hayat kemal bulmuş, insanlık yolunu bulmuştur.

> “Levlâke levlâke lemâ halaktül-eflâk” yani
“Sen olmasaydın, Sen olmasaydın, Ben kâinatı yaratmazdım.”
hadîs-i kudsîsi bu hakikatin özüdür.

Sonuç ve Özet

Allah her nevide bir ferd-i mükemmel yaratır; bu, kâinatta da geçerlidir.

Kâinatın en seçkin ve şerefli varlığı Hz. Muhammed (asm)’dır.

O, hayatın zirvesi olan şuurun, insanlık içinde en yüksek temsilcisidir.

Allah’ın esma-i hüsnâsının en parlak tecellileri, onun şahsında toplanmıştır.

O’nun varlığı, kâinatın varlığına anlam ve gaye kazandırmıştır.

> Unutma:
Hz. Muhammed (asm), sadece bir tarihsel şahsiyet değil; kâinatın kalbinde atan bir nur,
zamanın ötesinde çağıran bir hakikat ve Allah’ın en güzel sanatıdır.

 




Dua, ubudiyetin ruhudur ve hâlis bir imanın neticesidir.

Dua, ubudiyetin ruhudur ve hâlis bir imanın neticesidir.

“Dua, ubudiyetin ruhudur ve hâlis bir imanın neticesidir. Çünkü dua eden adam, duası ile gösteriyor ki: Bütün kâinata hükmeden birisi var ki en küçük işlerime ıttılaı var ve bilir, en uzak maksatlarımı yapabilir, benim her halimi görür, sesimi işitir. Öyle ise bütün mevcudatın bütün seslerini işitiyor ki benim sesimi de işitiyor. Bütün o şeyleri o yapıyor ki en küçük işlerimi de ondan bekliyorum, ondan istiyorum.”
Mektubat

Duanın Sırrı: Ubudiyetin Ruhuyla Âlemlere Açılan Kapı

İnsan, acizliğini fark ettiğinde en içten sesiyle dua eder. Zira dua, sadece istemek değildir. Dua; bilmek, tanımak, güvenmek, yönelmek, sığınmak ve teslim olmaktır.
En önemlisi bir ibadettir.
Bediüzzaman Said Nursî, bu cümlesiyle duanın mahiyetini sadece bir istek değil; bir imanın hayata yansıması, bir kulluğun özü, bir tefekkürün sesi olarak ortaya koyar.

  1. Dua: Ubudiyetin (Kulluğun) En Saf İfadesidir

Kulluk (ubudiyet), sadece emirleri yerine getirmekten ibaret değildir. Asıl kulluk, Rabbiyle ilişki içinde olma hâlidir.
Namazda, secdede, oruçta, tesbihte olduğu gibi dua da kalbin doğrudan Allah’a yönelmesidir.
Ve işte bu yönelişin ruhu, özeti ve zirvesi duadır.

> Çünkü dua eden kişi der ki:
“Ben acizim ama Sen kadirsin.
Ben fakirim ama Sen zenginsin.
Ben bilemem ama Sen bilirsin.
Ben yapamam ama Sen yaparsın.”

Bu hâl, sadece bir ihtiyaç bildirimi değil; aynı zamanda imanın canlı bir ilanıdır.

  1. Dua: Hâlis İmanın Gözle Görülen Hâlidir

Bir insan dua ettiğinde, şu inancı zımnen ortaya koyar:

Allah vardır. Çünkü olmayan birine dua edilmez.

Allah işitir. Çünkü duymayacak biri çağırılmaz.

Allah görür. Çünkü görmeyene el açılmaz.

Allah güç sahibidir. Çünkü acize yönelinmez.

Allah merhametlidir. Çünkü sert kalpliden yardım beklenmez.

Yani dua, hâlis bir tevhidin sesi, imanın fiilî bir göstergesi, marifetin dile gelişidir.

  1. Dua: Kâinatla İlişki Kurmanın İlahi Yolu

Bediüzzaman, duayı sadece bireysel bir ibadet değil; kâinatla irtibat kuran bir hakikat olarak tanımlar.
Dua eden kişi der ki:

> “Benim halimi gören, sesimi işiten biri var.
O, sadece benimle değil; bütün varlıklarla ilgileniyor.
Beni duyan, her şeyi duyar. Beni bilen, her şeyi bilir.
Benim küçük işlerimle meşgul olan, elbette yıldızlara da hükmeder.”

İşte bu bakış açısı, dua edenin nasıl derin bir marifet ve tefekkür içinde olduğunu gösterir.
Dua sayesinde insan, Allah’ın rububiyetini, yani tüm âlemler üzerindeki hâkimiyetini kendi iç dünyasında hisseder.

  1. En Küçük İş İçin En Büyük Kudrete Yönelmek

Bir insan, başı ağrıdığında ilaç içmekle yetinebilir. Ama bir mü’min, ilacı içtikten sonra kalpten der ki:

> “Ey Şâfi olan Allah’ım! Sen dilediğini şifaya kavuşturursun. İlacın tesirini de veren Sensin. Şifayı da, sabrı da Sen verirsin.”

Bu yaklaşım, hayatın her anında Allah’la beraber olma şuuru kazandırır. Ve bu şuur, insanı büyük belalardan da, küçük vesveselerden de korur.

  1. Duanın Tesir Alanı: Kalpten Kâinata

Dua sadece kalpten çıkan bir fısıltı değildir; aynı zamanda kâinatın dengesine dahil olan bir yakarıştır.
Çünkü Allah, kullarının duasını yaratmasının bir sebebi kılmıştır.

> Yağmur duası ile semadan su iner.
Hastalık duası ile şifa iner.
Hidayet duası ile kalpler döner.
Affedilme duası ile kader değişir.

Dolayısıyla dua, hem ubudiyettir hem sebeptir hem kudretin davetidir.

Sonuç ve Özet

Dua, sadece bir isteme değil; imanın, teslimiyetin ve kulluğun özüdür.

Dua eden kişi, Allah’ın varlığını, ilmini, kudretini, işitmesini ve merhametini kabul etmiş olur.

Dua sayesinde insan, sadece Rabbiyle değil, kâinatın tamamıyla uyumlu bir bağ kurar.

Allah’a yönelen dua, kulun aczini ilan ettiği gibi, Allah’ın azametini de haykırır.

Bu yüzden dua, sadece bir söz değil; kâinat çapında bir iman ilanıdır.

> Unutma:
Dua etmek, Allah’a yaklaştığını bilmektir.
Ve bil ki, O seni işitiyor, biliyor, görüyor…
Çünkü senin en küçük hâlini bile önemsiyor.

 




Kur’an’dan Doğan Velayet-i Kübra: Hakiki Mürşid ve Sonsuz Feyiz Kaynağı

Kur’an’dan Doğan Velayet-i Kübra: Hakiki Mürşid ve Sonsuz Feyiz Kaynağı

“Sahabelerden ve tabiîn ve tebe-i tabiînden en yüksek mertebeli velayet-i kübra sahibi olan zatlar, nefs-i Kur’an’dan bütün letaiflerinin hisselerini aldıklarından ve Kur’an onlar için hakiki ve kâfi bir mürşid olduğundan gösteriyor ki: Her vakit Kur’an-ı Hakîm, hakikatleri ifade ettiği gibi velayet-i kübra feyizlerini dahi ehil olanlara ifaza eder. ”
Mektubat

Kur’ân-ı Kerîm sadece bir kitap değildir; o, insanlığın maddî-manevî terakkisinde yegâne rehber, en yüksek hakikatlerin menbaı, en büyük mürşid-i hakikîdir. Nitekim sahabe-i kiramdan başlayarak, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn silsilesine kadar gelen ve velayet-i kübraya ulaşan büyük zatların hayatlarına baktığımızda, bu yüce kitabın onların her bir latifesine nasıl sirayet ettiğini görürüz. Onlar Kur’an’ı yalnız akılla değil; kalp, ruh, sır, hafî, ahfâ gibi bütün letaifleriyle derinden derine hissederek yaşadılar. İşte bu yüzden Kur’an, onlar için yalnız bir ders kitabı değil, her haliyle yol gösterici bir mürşid ve tükenmez bir feyiz kaynağıydı.

Kur’an, muhatabını sadece bilgiyle donatmaz; onun kalbini temizler, ruhunu yüceltir, vicdanını diriltir. Velayet-i kübra dediğimiz yüksek derecedeki velâyet mertebesi de işte bu çok yönlü terbiye ve tefekkürden doğar. Çünkü bu velâyet, yalnız harici ibadet ve zahiri ilimle değil; deruni marifet, ihlas, teslimiyet ve Kur’an’la fıtratın bütünleşmesiyle oluşur. Onun içindir ki, sahabeler ve onları takip eden sâdıklar, Kur’an’ı hayatlarına nakşetmiş, her halini Kur’an’dan süzülmüş bir hikmetle yaşamışlardır.

Burada dikkat çeken bir başka nokta da şudur: Kur’an, kıyamete kadar her zaman ve zeminde aynı hakikatleri feyizli bir şekilde akıtmaya devam eder. Çünkü onun ilahî kaynağı zaman üstüdür. Her bir çağda, her bir muhataba; onun kalbine, aklına ve istidadına göre hitap eder. Tıpkı kevnî âyetlerin her devirde yeni keşiflere yol açması gibi, Kur’an’ın lafzî ve manevî âyetleri de her zaman ehil olanlara velayet ve hakikat kapılarını aralar. Yani Kur’an’ın mürşidliği, zamanla sınırlı değildir; bu mürşid-i ekber, ehil olan her kalbin iç dünyasına rehberlik eder.

Velayet-i kübra ise bu rehberliğe en ileri düzeyde açık olanların yürüdüğü yoldur. Sadece kerametle, olağanüstü hallerle değil; daha çok marifetullah, muhabbetullah ve teslimiyet-i tamme ile tanımlanır. Bu yolun yolcuları, Kur’an’dan gelen nur ile her şeyi okurlar, olayların iç yüzünü görürler, nefsin tuzaklarını bilir ve Rablerinin rızasını her şeyin önüne koyarlar. İşte sahabelerden Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali (r.anhüm) ve sonraki devirlerde gelen Hasan Basrî, İmam-ı Azam, İmam Rabbânî gibi zatlar, Kur’an’ın feyzinden doğan velayet-i kübranın en parlak temsilcileri olmuşlardır.

Bu hakikati görmezden gelmek, Kur’an’ı sadece lafızdan ibaret bir kitap sanmak olur. Oysa Kur’an, hakikati en hakiki şekilde ifade eden ve gönülleri ebedî saadete hazırlayan bir yüce hitaptır. İçinde her derde deva vardır ama o devayı bulmak için samimi bir kalp, teslim olmuş bir nefis ve halis bir niyet lazımdır. Bu şartlar yerine geldiğinde Kur’an, mürşid-i hakiki olarak devreye girer ve sahibini velayet mertebelerine taşır.

Özet:

Bu makalede, sahabe, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn döneminde Kur’an’ın hakiki bir mürşid olarak nasıl hayatlara yön verdiği ve velayet-i kübraya ulaşan zatların Kur’an’dan tüm letaifleriyle nasıl istifade ettikleri ele alınmıştır. Kur’an’ın zamanla sınırlı olmayan bir rehber olduğu, her dönemde hakiki arayıcıya feyiz kapılarını açtığı, bu yüzden velayet-i kübranın da Kur’an merkezli bir hayatla mümkün olduğu anlatılmıştır.

 




Zâhirden Hakikate: Tarîkat Berzahı ve Doğrudan Lütuf Yolu

Zâhirden Hakikate: Tarîkat Berzahı ve Doğrudan Lütuf Yolu

“Evet, zâhirden hakikate geçmek iki suretledir:

   Biri: Tarîkat berzahına girip seyr ü sülûk ile kat’-ı meratib ederek hakikate geçmektir.

   İkinci Suret: Doğrudan doğruya, tarîkat berzahına uğramadan, lütf-u İlahî ile hakikate geçmektir ki sahabeye ve tabiîne has ve yüksek ve kısa tarîk şudur.”
Mektubat

İnsanın en büyük yolculuğu, içe doğru yaptığı seyirdir. Zahirden hakikate, sûretten manaya ulaşmak, kulluğun en yüce hedefidir. Bu ulvî yolculuğun iki temel güzergâhı vardır: Biri seyr ü sülûk ile tarîkat berzahını aşarak, diğeri ise doğrudan ilahî lütufla hakikate ulaşmaktır. Her iki yol da hakikate çıkar; ancak biri uzun, diğeri kısa ve azametli bir yoldur.

  1. Tarîkat Berzahından Geçerek Hakikate Ulaşmak:

Bu yol, asırlardır tasavvuf mekteplerinde öğretilen “seyr ü sülûk” yoludur. Kul, önce nefsini terbiye eder, ahlâkını güzelleştirir, kalbini temizler, letaifini işler ve mürşid-i kâmil rehberliğinde mertebeler kat eder. Bu yol meşakkatli, zahmetli ama aynı zamanda terbiye edici bir yoldur. İnsan, bu süreçte acziyetini, fakrını, mahlûkiyetini ve kulluğunu idrak eder. Her makamda ayrı bir perde kalkar, hakikat yavaş yavaş tecellî eder. Lakin bu yol, zaman ister, sabır ister ve ciddi bir iç disiplin gerektirir.

  1. Doğrudan Lütufla Hakikate Geçiş: Sahabe Yolu

İkinci yol ise çok daha kısa, fakat çok daha derin bir yoldur. Bu, doğrudan doğruya lütf-u İlahî ile hakikate erişmektir. Sahabe ve tabiînin yaşadığı bu yolda, kalpler öyle bir imanla dolar ki, zikir ve fikirle yıllarca kat edilecek yollar bir anda aşılır. Çünkü onların rehberi doğrudan Kur’an ve bizzat Hz. Peygamber’in (sav) sohbetiydi. Nefisleri, Kur’an’ın nurlarıyla birden bire eriyip teslim olmuştu. Onlar, kalplerinin merkezine yerleşen iman nuruyla hakikate doğrudan ulaştılar. Bu, “ashabiyet makamı” denilen üstün bir fıtrat halidir.

Bu ikinci yol, elbette ki herkes için sıradan bir nasip değildir. Ancak bu yolun özü, ihlâs, teslimiyet, sadakat ve tam imandır. Tarîkat yolunun yıllar süren terbiyesini, sahabe bir bakışta, bir sohbetle, bir hitabla elde etmişti. Bu yüzden onların velayeti, “velayet-i kübra”dır ve mahiyeti daha farklı, daha yücedir. Onlar ne kademelerden ne de vecd hallerinden geçtiler; doğrudan imanın nuruyla yandılar, aydınlandılar.

Günümüzde Ne Yapmalı?

Bugünün insanı için bu hakikatlerin en hikmetli neticesi şudur: Zaman, fitne zamanı, zihinler bulanık, nefisler kuvvetli. Böyle bir çağda kısa ve selametli yolu aramak elzemdir. Bu da Kur’an ve sünnet rehberliğinde doğrudan sahabe mesleği olan velayet-i kübraya yönelmekle olur. Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’la bu yolu göstermesi, bu zamanın fıtrî ve ruhî ihtiyaçlarına en uygun çareyi sunmasıdır. Artık zaman, zikirle cezbeye değil, tefekkürle hakikate ulaşma zamanıdır.

Zira tarîkat yolunda cezb ve evradlar hâkimken, sahabe mesleğinde doğrudan iman-ı tahkikî ile hakikate ulaşma vardır. Kalbin ve aklın birlikte çalıştığı bu yolda, insan hem mantığını ikna eder, hem ruhunu tatmin eder. Bu yüzden, günümüzde en selametli ve kısa yol, Kur’an’dan doğan tefekkürî iman, sahabe mesleği olan velayet-i kübra yoludur.

Özet:

Bu makalede, zahirden hakikate ulaşmanın iki yolu anlatılmıştır: Biri, tarîkat berzahını aşarak seyr ü sülûk ile ulaşılan yol; diğeri ise sahabe ve tabiîn gibi zatların doğrudan ilahî lütufla ulaştıkları kısa ve yüksek yoldur. İlk yol meşakkatli ama tedricî, ikinci yol ise ani ve derin bir fıtrî kemâldir. Günümüzde bu kısa ve selametli yol, Kur’an ve sünnet ekseninde tefekkürle iman kazanmak ve sahabe mesleğini örnek almaktır.

 




Sanatta Kemal, Sebeplerde Şuur Olmaz: Tesir Gerçekten Kimindir?

Sanatta Kemal, Sebeplerde Şuur Olmaz: Tesir Gerçekten Kimindir?

“Eğer icaddaki vasıta hakikî olsaydı ve hakikî te’sir verilseydi; hem bir şuur-u küllî verilmek lâzım idi, hem de bizzarure eserde ittikan-ı kemâl-i san’at muhtelif olacaktı. Halbuki en âdiden en âlîye, en küçükten en büyüğe ittikan; derece-i kemâlde, mâhiyetin kameti nisbetindedir. Demek Müessir-i Hakikî’den bâzı karîb, bâzı baîd, kısmen vasıtasız, kısmen vasıta ile, kısmen vesait ile değildir. İnsanın ihtiyarî eserindeki adem-i kemâl; cebri nefy, ihtiyarı isbat eder.”
Hutbe-i Şamiye

Modern insanın en büyük vehimlerinden biri, sebeplere haddinden fazla kudret atfetmesidir. İlmi gelişmeler, teknolojik terakkiler ve insan aklının eserleri karşısında hayranlık duyan beşer, zamanla sebepleri “müsebbib” yani sonucu doğuran hakiki failler zannetme gafletine düşmüştür. Oysa sebeplerin iş gördüğü yerde, sanatın kemali ve hikmetin bütünlüğü vardır; bu ise şuur, irade ve ilim gerektirir. İşte burada Bediüzzaman’ın şu cümlesi bir kılavuz gibi önümüzde durur:

> “Eğer icaddaki vasıta hakikî olsaydı ve hakikî te’sir verilseydi; hem bir şuur-u küllî verilmek lâzım idi…”

Yani bir sebep, gerçekten bir şeyin yaratıcısı olsaydı, ona her şeyi görecek, bilecek ve planlayacak bir şuur-u küllî (kapsamlı bilinç) verilmesi gerekirdi. Fakat eşyanın yaratılışında görülen ince sanat, mükemmel ölçü ve kusursuz uyum, basit sebeplerin işi olamaz. Örneğin bir çekirdeğin içinden çıkan ağacın düzeni, dalların oranı, meyvenin tadı; her birinde sanatkârane bir tertip ve hikmet vardır. Bu ise tesadüf veya şuursuz sebeplerle izah edilemez. Çünkü sebepler şuursuzdur, iradesizdir, ilimsizdir.

Bediüzzaman devam eder:

> “Halbuki en âdiden en âlîye, en küçükten en büyüğe ittikan; derece-i kemâlde, mâhiyetin kameti nisbetindedir.”

Yani en küçük bir mahlûktan en büyüğüne kadar görülen ölçülü ve hikmetli sanat, hep aynı incelik ve düzen içindedir. Bu da gösteriyor ki tesir sebepte değil, sanat ve yaratılışın arkasındaki İlâhî kudrettedir. Şayet sebeplerin bizzat icat ettiği kabul edilseydi, basit sebeplerle bu harika sonuçlar arasında bir orantısızlık, bir dağınıklık, bir tutarsızlık olurdu. Halbuki yok. Demek ki Müessir-i Hakikî, yani yaratıcı olan ancak Allah’tır.

Ve en dikkat çekici cümlelerden biri de şudur:

> “İnsanın ihtiyarî eserindeki adem-i kemâl; cebri nefy, ihtiyarı isbat eder.”

Yani insanın kendi tercihiyle yaptığı işlerde görülen eksiklik ve kusur, onun mecbur olmadığını; aksine irade ve ihtiyarıyla hareket ettiğini gösterir. Çünkü zorlanan biri, hata yapmaz. Zorlamada sorumluluk da olmaz. Oysa biz insan olarak hata yapıyor, tercihlerimizle yöneliyor ve sonuçlarına da katlanıyoruz. Bu da irademizin delilidir.

Dolayısıyla, eşyanın yaratılışında görülen kusursuzluk Allah’ın ilim, irade ve kudretine delildir; insanın fiillerindeki kusur ise onun imtihanla baş başa bırakıldığını, tercih ettiğini ve bu tercihle mükellef olduğunu isbat eder.

Bu noktada hem kainatın yaratılışındaki İlâhî sanatın delilleri hem de insanın sorumluluğunu taşıyan bir varlık olduğu gerçeği bir araya gelir. Biri Allah’ın isimlerini gösterir, diğeri insanın imtihan alanını belirler.

Sonuç ve Özet

Bu makale üç temel noktaya dikkat çeker:

  1. Sebeplerin gerçek tesir sahibi olmadığı, çünkü sanattaki mükemmellik ve düzenin şuur gerektirdiği, bu şuurun ise sebeplerde bulunmadığı if6 edilir.
  2. Sanattaki tutarlılık ve inceliğin, Allah’ın yaratma sıfatının bir delili olduğu ifade edilir. Basit ve şuursuz sebepler böyle bir kemâli ortaya koyamaz.
  3. İnsanın fiillerindeki kusur, onun irade sahibi olduğunu gösterir. Cebir yoktur, yani insan mecbur değildir; seçer, karar verir ve neticelerine katlanır.

Özet:
Makale, sebeplerin icat edici değil, ancak İlâhî kudretin perdeleri olduğunu, çünkü bu sebeplerin sanatlı eserleri oluşturmak için yeterli şuura ve kudrete sahip olmadıklarını anlatır. Kâinattaki mükemmel tertip, Allah’ın ilim ve iradesine; insanın kusurlu tercihi ise onun özgür iradesine işaret eder. Bu hakikatler, hem tevhidi hem de insanın sorumluluğunu teyit eden derin manalardır.

 




Ribânın Kapıları, Hutbenin Kapısı: Modern Çöküş ve İlahi Hitap

Ribânın Kapıları, Hutbenin Kapısı: Modern Çöküş ve İlahi Hitap

“Ribânın kab ve kapıları olan bankaların nef’i; beşerin fenası olan gavurlara ve onların en zâlimlerine ve bunların en sefihlerinedir. Âlem-i İslâm’a zarar-ı mutlaktır; mutlak beşerin refahı nazara alınmaz. Zira; gavur harbî ve mütecâviz ise, hürmetsiz ve ismetsizdir. “

   “Cumâ’da hutbe, zaruriyat ve müsellematı tezkirdir; nazariyatı tâlim değildir. İbare-i Arabiye daha ulvî ihtar eder. Hadîs ile âyet muvâzene edilse, görünür ki; beşerin en beliği dahi, âyetin belâgatına yetişemez, ona benzemez.”
Hutbe-i Şamiye

İnsanlık tarihi boyunca ekonomik sistemler, insan onurunu ya yüceltmiş ya da yerle bir etmiştir. Bugün dünyanın dört bir yanında kurulu bankacılık sisteminin temel direklerinden biri olan faiz (riba), sadece mali değil, ahlaki ve sosyal bir tahribatın da merkezinde yer almaktadır. Bediüzzaman Said Nursî, bu meseleyi veciz şekilde şöyle özetler:
“Ribânın kab ve kapıları olan bankaların nef’i; beşerin fenası olan gâvurlara ve onların en zâlimlerine ve bunların en sefihlerinedir.”

Faiz, zahirde bir kar ve sistemli kazanç gibi görünse de, derin yapısında tüketen, sömüren ve çökerten bir mekanizmadır. Bu sistemin kazancı, insanlığın genel refahına değil, zalim ve sefih bir azınlığın ihtirasına hizmet eder. Bankacılığın temel taşı olan faiz, bireyi borç batağına, toplumu ise sınıf uçurumlarına mahkûm eder. Bu sistemde kazanç; alın terinden, üretimden değil, paradan para kazanmak üzerinden döner. Hâlbuki bu, Kur’an’ın açık hükümleriyle haram kılınmıştır; çünkü insanın emeğini, alın terini ve sosyal dengeyi ifsat eder.

Bediüzzaman’ın dikkat çektiği noktalardan biri de, bu faiz merkezli sistemlerin en çok İslam dünyasına zarar verdiğidir. Batı, bu sistemden istifade eden bir avuç sermaye sınıfıyla refah görünümü verse de, gerçekte zulüm ve sefihlik içinde bocalar. İslam coğrafyası ise hem inancına aykırı bir sistemle yaşamakta hem de bu sistemin asıl mağduru olarak her geçen gün daha da fakirleşmektedir. Faiz düzeni, zenginle fakiri uçuruma savurur, üretimi değil tüketimi besler, adaleti değil haksızlığı çoğaltır.

Bu ağır tahribatın karşısında İslam’ın bir başka müessesesi olan Cuma hutbesi sahneye çıkar. Zira cuma hutbesi, ümmetin topluca maruz kaldığı gafletleri hatırlatma ve diriltme görevini üstlenir. Nursî’nin ifadesiyle:
“Cumâ’da hutbe, zaruriyat ve müsellematı tezkirdir; nazariyatı tâlim değildir.”
Yani hutbe, hayatın pratik ve kesin hakikatlerini hatırlatmalıdır. Teorik ve akademik bilgiler değil, iman, ahlak, adalet ve sosyal denge gibi yaşamla ilgili esaslar merkezde olmalıdır.

Ancak günümüzde hutbeler, bu ruhu kaybetmiş gibidir. Oysa Kur’an’ın her ayeti, hayatın merkezine dokunur. Bediüzzaman’ın dediği gibi, ayetlerin belâgati insan sözüyle yarışmaz; çünkü ayet, sadece lafız değil, hakikattir; sadece hitap değil, kalbe nüfuz eden ilahi sestir. Bu yüzden hutbelerde Arapça ibare korunmalı; çünkü o ifadeler, mananın hem yüksekliğini hem ruhaniyetini taşır.

Bugünün hutbeleri, faize dayalı bir dünyada ayakta kalmaya çalışan Müslümana yol göstermek zorundadır. Aksi takdirde riba kapılarından geçip, hutbe kapılarından girmeyen bir Müslüman, ne kalbini koruyabilir ne de toplumunu.

Sonuç ve Özet

Bu makalede iki temel tema işlendi:

  1. Faiz sisteminin (ribanın) beşeri ve ahlaki çöküntüye sebep olduğu, özellikle de İslam toplumları üzerinde büyük bir tahribat meydana getirdiği ifade edildi. Bu sistemin kârı, insanlığın değil, sefih ve zalim bir azınlığın lehinedir.
  2. Cuma hutbesinin, zarurî hakikatleri hatırlatma misyonu taşıdığı, teorik değil yaşama dair mesajlar ihtiva etmesi gerektiği anlatıldı. Hutbelerde Kur’anî belagat ve Arapça lafızlar, mana derinliği açısından korunmalıdır.

Özet:
Makale, modern bankacılık sisteminin faiz temelli yapısının insanlık ve özellikle İslam dünyası üzerindeki tahribatını ele alır. Bediüzzaman’ın “ribanın kapıları” ifadesiyle bu sistemin zalim ve sefih güçlere hizmet ettiği belirtilir. Ardından cuma hutbesinin görevi ve Kur’an ayetlerinin belagatine dair değerlendirmelerle İslamî toplumsal bilincin nasıl diri tutulabileceği anlatılır. Hutbe, kalpleri faiz düzenine karşı uyaracak bir hitap olmalıdır.

 




Kıymetsiz Ellerde Kıymetsiz Olan Hakikatler ve Hayatın Büyük Manzarası

Kıymetsiz Ellerde Kıymetsiz Olan Hakikatler ve Hayatın Büyük Manzarası

“Bîçare hakikatlar, kıymetsiz ellerde kıymetsiz olur.”

   “Küremiz hayvana benziyor, âsâr-ı hayat gösteriyor. Acaba yumurta kadar küçülse, bir nevi hayvan olmayacak mıdır? Veya bir mikrop küremiz kadar büyüse, ona benzemeyecek midir? Hayatı varsa, ruhu da vardır. Âlem, insan kadar küçülse, yıldızları zerrât ve cevahir-i ferdiye hükmüne geçse; o da bir hayvan-ı zîşuur olmayacak mıdır? Allah’ın böyle çok hayvanları var.”

“En bedbaht, en muzdarib, en sıkıntılı; işsiz adamdır. Zira atalet, ademin birâderzadesidir; sa’y, vücudun hayatı ve hayatın yakazasıdır.”
Hutbe-i Şamiye

İnsanlık tarihi, hakikatin elden ele dolaşırken bazen nasıl tahrif edildiğine, nasıl kıymetten düşürüldüğüne dair ibretlik sahnelerle doludur. Her hakikat kendi sahibinde ya bir cevher olur ya da heba olur gider. Nitekim “Bîçare hakikatlar, kıymetsiz ellerde kıymetsiz olur” sözü, bu gerçeğin özlü bir ifadesidir. Hakikat, ehil olmayan ellerde ya unutulur ya da tahrif edilir. Bunu en iyi, dinin politikaya alet edilmesinde, ilmin menfaat uğruna saptırılmasında, sanatın heva ve heveslere peşkeş çekilmesinde görmekteyiz.

Bugün birçok insan hakikate ulaşmak yerine onu kendi menfaati, ideolojisi ya da arzuları doğrultusunda eğip büker hale gelmiştir. İlmin, ahlakın ve dinin özündeki saf hakikat, nefsin elinde kirlenmiştir. Oysa hakikat, ehil ellerde hikmete dönüşür; insanı yüceltir, toplumu ıslah eder ve kainatla barış içinde yaşamayı öğretir.

Bu noktada ikinci bir mana kapısı açılır: Hayat ve kainatın canlılığı. Bediüzzaman, küre-i arzı canlı bir hayvana benzetir. Zira dünya, üzerinde hareket eden, doğuran, ölen, dönüşen milyonlarca sistemle adeta hayat emareleri gösterir. Eğer bir mikrop büyütülse dünyaya benzer, dünya küçültülse bir mikrop gibi canlı bir varlık olurdu. Bu teşbih, aslında mikrodan makroya kadar bütün yaratılmışların birbirine benzeyen bir düzen, maksat ve sanat içinde yaratıldığını anlatır. Her şeyin bir ruhu, bir anlamı ve bir hikmeti vardır.

İşte insanın da bu canlı kainat içinde yeri, gayesi ve hareketi vardır. Bunu anlamayan, işsiz ve atıl kalan kişi ise sıkıntının ve buhranların girdabına düşer. “En bedbaht, en muzdarib, en sıkıntılı; işsiz adamdır.” Çünkü insanın yaratılışındaki en büyük hikmet, sa’y yani gayret ve üretimdir. Sa’y, sadece fiziki bir çalışma değil; fikrî, kalbî, içtimaî ve ruhî her alanda üretken olmak demektir. Boşluk ise ademe, yokluğa yakın bir haldir; insanın kendi kendini çürütmesidir.

Bugün nice insanlar vardır ki zamanını öldürmekle övünür, işsizliği bir özgürlük sanır, hayatı amaçsızca tüketir. Hâlbuki mevcudat içinde en çalışkan varlık, en yüksek gayeye sahip olan insandır. İş, gayret ve üretim; ruhun gıdasıdır, benliğin istikameti ve hayatın lezzetidir.

Sonuç ve Özet

Bediüzzaman’ın sözleri, üç temel mesajı ihtiva eder:

  1. Hakikat, ehil olmayan ellerde kıymetini kaybeder. Bu yüzden hakikatin muhafazası, ancak sadakatli ve hikmetli kalplerin işidir.
  2. Kainat canlıdır ve hayatın işaretlerini taşır. Her varlık, İlahi sanatın bir yansımasıdır. Mikrodan makroya, hepsi birbirine benzer şekilde ruh taşır.
  3. İşsizlik ve ataletsizlik, insan ruhunu çökerten en büyük musibettir. Gayret, hareket ve üretim ise insanı hayata bağlayan ana damardır.

Bu üç madde, sadece ferdî değil, içtimaî ve uhrevî bir hayat için de pusula gibidir. Hakikati sahiplenmek, kainatı okumak ve boşluktan kaçmak; hem dünya hem ahiret saadetinin kapılarını aralayacaktır.

Özet:
Makale, Bediüzzaman’ın Hutbe-i Şamiye’sinden alınan üç veciz sözü esas alarak; hakikatin kıymetsiz ellerde nasıl heba olduğunu, kainatın canlılığına dair hikmetli bir bakışı ve işsizliğin ruhsal çöküntüye nasıl sebep olduğunu ele alır. Neticede, hakikati korumak, kainatla irtibat kurmak ve sa’y ile hayatı mamur etmek gerektiği anlatılır.

 




Suretlerin Gölgesinde: Bozulan Ruhlar, Putlaşan Hevesler ve Sarsılan İstikamet

Suretlerin Gölgesinde: Bozulan Ruhlar, Putlaşan Hevesler ve Sarsılan İstikamet

“Beşerin şimdiki seyyiat-âlûd hırçın ruhunda, mütebessim küçük cenazeler olan suretlerin rolü ehemmiyetlidir. “

   “Memnu’ heykel; ya bir zulm-ü mütehaccir, ya bir heves-i mütecessim veya bir riyâ-yı mütecessiddir. “

   “İslâmiyet’in müsellematını tamamen imtisal ettiği cihetle bihakkın dâire-i dâhiline girmiş zâtta; meylü’t-tevsi’ meylü’t-tekemmüldür. Lâkaydlık ile hâricde sayılan zâtta meylü’t-tevsi’, meylü’t-tahripdir. Fırtına ve zelzele zamanında; değil içtihad kapısını açmak, belki pencerelerini de kapatmak maslahattır. Lâübaliler ruhsatlarla okşanılmaz; azimetlerle, şiddetle ikaz edilir.”
Hutbe-i Şamiye

Bu ifadeler, modern zamanların ruhsal çöküşlerini, şekilperestlik ve gösterişin felaketini, heykel ve suret gibi sembollerin manevî yozlaşmadaki etkisini ve İslâmî istikametin nasıl korunması gerektiğini ifade eder.

  1. Gülümseyen Cenazeler: Suretler ve Ruhsuzluk

Modern çağ, her şeyin “görüntüye” dönüştüğü bir devirdir. Ekranlar, afişler, sanal profiller; gülümseyen yüzlerle doludur. Ama bu suretlerin ardında hırçın, huzursuz, seyyiatla boğulmuş bir ruh vardır. Bediüzzaman’ın deyimiyle bu görüntüler:

> “Mütebessim küçük cenazeler”dir.
Yani gülümser gibi görünen ama ruhu ölü olan maskelerdir.

Bu benzetme; medya, reklam, magazin kültürü gibi “suretperestlik” üzerine kurulu modern anlayışın manevî tahribatını gösterir. Surete takılıp kalan insan, içini unutmuş, vicdanını susturmuştur. Bu, şeklin manayı öldürmesidir.

  1. Heykel: Taşlaşmış Zulüm ve Tezahürleşmiş Heves

> “Memnu’ heykel; ya bir zulm-ü mütehaccir, ya bir heves-i mütecessim, ya bir riyâ-yı mütecessiddir.”

Heykel burada sadece fiziksel bir taş yapıt değil, putlaşan her şeyin sembolüdür.

Zulm-ü mütehaccir: Güce tapınma, zorba liderleri abideleştirme, zulmü kutsallaştırma.

Heves-i mütecessim: Şehveti, malı, kariyeri, şöhreti temsil eden “arzuların cisimleşmesi”.

Riyâ-yı mütecessid: Gösterişin, sahte dindarlığın, yapmacık iyiliğin bir suret hâlinde kalıplaşması.

Bediüzzaman bu heykellerin, insanın içindeki boşluğu, şirk temayülünü ve görünüşe tapma eğilimini açığa vurduğunu söyler. Suret, suret olmaktan çıkıp sahte bir mânâya büründüğünde, birer “modern put” olur.

  1. Genişleme mi, Tahrip mi? Kimin İçin Ne Zaman?

> “İslâmiyet’in müsellematına uyan kişide meylü’t-tevsi’, meylü’t-tekemmüldür; uymayan kişide meylü’t-tevsi’, meylü’t-tahriptir.”

Bediüzzaman burada “gelişim” ve “yenilik” iddialarının kimde fayda, kimde zarar doğuracağını çok net ifade eder:

Eğer bir kişi İslam’ın sabit değerlerini kabul ediyorsa, onun genişleme arzusu bir tekâmül ve inkişaf anlamına gelir.

Ama bu sabiteleri reddeden, onlara lakayd kalan birinin genişleme ve yenilik arzusu, sadece yıkıma ve yozlaşmaya sebep olur.

Yani “ilerleme” herkes için aynı anlama gelmez. Manevî temeli olan için tekâmüldür; olmayan için istikametsizliğin genişlemesidir. Bu tesbit, özgürlük, reform, yenilik gibi kavramların boşlukta değil, değer zemininde anlam kazanması gerektiğini ortaya koyar.

  1. Fırtınada Pencere Kapatılır: Sarsıntılı Zamanların Tedbiri

> “Fırtına ve zelzele zamanında; değil içtihad kapısını açmak, belki pencerelerini de kapatmak maslahattır.”

Bu söz, özellikle dini ilimlerde herkesin içtihad yapma hevesiyle ortaya atılmaması gerektiğini bildirir. Her fikir özgürce konuşulmalı ama kargaşa, kaos ve fitne zamanlarında, sağlam olanı korumak önceliklidir.

İçtihad kapısı, ilmî derinlik, takva, ilahî denge ile açılır. Ama toplum zelzele altındaysa, daha temel meseleler vardır: istikrar, itidal, güven ve sükûnet. Bediüzzaman, bu dönemde azimetle, yani ciddi ve sağlam duruşla ikaz edilmesi gerektiğini belirtir.

Özet:

Bediüzzaman’ın bu bölümde işaret ettiği temel mesajlar şunlardır:

  1. Modern suret ve görsellik kültürü, insanın içini öldürmüş, ruhsuz bir tebessüm üretmiştir.
  2. Heykel sembolizmiyle anlatılan putlaşmalar; güç, heves ve riyanın taşlaşmış hâlidir.
  3. Müslüman şahsiyet için gelişme, değer temelli bir tekâmüldür; lakayt kişide ise yozlaşmadır.
  4. Kargaşa zamanlarında içtihad değil, istikrar gerekir; azim, sabır ve hikmetle hareket edilmelidir.

Bu makale, bize modern zamanların içi boşalmış kavramlarını yeniden düşünmeyi, şekil ile manayı ayırt etmeyi ve neyin gerçekten ilerleme, neyin sadece yıkıcı bir süs olduğunu fark etmeyi teklif eder.