Zekâvet-i Betra, Âsâbilik ve Ümmetin Hastalığı: Akıl Varsa Kalp Nerede?

Zekâvet-i Betra, Âsâbilik ve Ümmetin Hastalığı: Akıl Varsa Kalp Nerede?

“Ben zannederim ki, bu milletin perişaniyetine fazla cehâletten ziyâde, nur-u kalb ile müterafık olmayan fazla zekâvet-i betra te’sir etmiştir.

   Bence en müthiş maraz âsâbiliktir. Zira herşeyi haddinden geçirmekle, aks-ül amel yaptırır.

   Ey birâder, Âlem-i Hristiyanın rüchanına sebebiyet veren ihtiyarlaşmış olan esbaba tekabül edecek, genç, dinç esbab bizde inkişafa başlamıştır. Başka kitapta tafsil etmişim. ”
Sünuhat Tüluhat İşârat

Tarih boyunca milletlerin çöküş sebepleri sadece dış güçlerin saldırıları veya ekonomik yoksullukla açıklanamaz. Asıl tehlike, içeriden gelen bozulmalar, zihnî ve ruhî çözülmelerdir. Bediüzzaman Said Nursî, ümmetin perişaniyetini değerlendirirken klasik sebeplerin dışına çıkar ve deruni bir tesbitte bulunur:

> “Bu milletin perişaniyetine fazla cehâletten ziyade, nur-u kalb ile müterafık olmayan fazla zekâvet-i betra tesir etmiştir.”

Zekâvet-i Betra: Kalpten Kopuk Akıl

“Zekâvet-i betra” yani kökü kesilmiş zekâ, sadece zihinsel yetenekten ibaret olan ama hikmetten, kalpten ve manevî ölçülerden yoksun olan bir zekâdır. Modern tabirle söyleyecek olursak; akıllı ama basiretsiz, bilgili ama hikmetsiz, zeki ama merhametsiz zihinlerdir.

Bediüzzaman bu tip zekâyı “betra” yani kısır, neticesiz, hatta zararlı olarak tanımlar. Çünkü bu tür bir akıl:

Vahyi tanımaz,

Vicdanı dinlemez,

Fıtratı bozar,

Menfaati hakka tercih eder.

İşte böyle bir akıl, toplumu düzeltmez; aksine fitne üretir, ayrıştırır, tefekkür yerine ihtilaf doğurur. Bugün İslâm dünyasındaki birçok akademik zihniyetin veya politik projelerin çıkmaza saplanmasının altında da bu tür bir nurdan kopuk akıl tipi yatmaktadır.

Asıl Maraz: Âsâbilik

> “Bence en müthiş maraz âsâbiliktir.”

Bediüzzaman burada, ümmetin bir diğer derin hastalığına dikkat çeker: Âsâbilik yani sinir hâli, gerginlik, taşkınlık, tepkisellik… Modern toplum psikolojisinde buna reaktiflik, duygu yönetimsizliği ve haddinden fazla hassasiyet diyebiliriz.

Bu hâl, kişiyi sürekli gergin tutar, toplumu da çatışma zeminine iter. Hakkı müdafaa ederken üslûpsuzluk, davayı anlatırken sabırsızlık, fikir üretmek yerine öfke kusmak, en sâlih niyetleri bile aksü’l-amel yani ters tepki üretir hâle getirir. Toplumlar bu hâle düştüğünde, hakikat yerini gürültüye, hikmet yerini hamasete bırakır.

Batı’nın İhtiyarlığı, İslâm’ın Gençleşmesi

> “Âlem-i Hristiyanın rüchanına sebebiyet veren ihtiyarlaşmış olan esbaba tekabül edecek, genç, dinç esbab bizde inkişafa başlamıştır.”

Bediüzzaman burada hem eleştirel hem de ümidvâr bir tablo çizer. Evet, Batı medeniyeti teknik üstünlük ve organizasyon becerisiyle öne çıkmıştır. Ancak bu medeniyet, ahlâken ve manevî olarak ihtiyarlaşmıştır. Yani ruhunu kaybetmiştir.

İşte bu durumda, İslâm milletlerinin içinde genç, dinç, köklü, temiz fıtratlar ve hakikate meyilli bir maya yeniden doğmaktadır. Bu maya; saf niyet, ihlâs, uyanmaya başlayan şuur ve tevhid esaslı bir yenilenme potansiyelidir.

Bu potansiyeli akıl ve kalbi birleştirerek, zekâyı vahiy ile yönlendirerek, öfkeyi sabırla dengeleyerek ve ümmet birliğiyle tahkim ederek harekete geçirmek gerekir.

Özet:

Bediüzzaman’a göre ümmetin çöküş sebebi yalnızca cehalet değil; kalpten kopuk bir zekâ (zekâvet-i betra) ve **her şeyi aşırıya götüren, öfkeye dayalı bir sinir hâli (âsâbilik)**tir. Bu iki hastalık, aklı hikmetsizleştirir, toplumu çatıştırır, hayrı şerre dönüştürür. Ancak buna karşılık, İslâm toplumlarında genç ve sağlam bir potansiyel doğmaktadır. Bu potansiyel; aklı vahiy ile buluşturarak, siniri sabırla dizginleyerek ve fikri ihlâsla süsleyerek İslâm’ın yeniden dirilişine zemin hazırlayacaktır.

 




Dua: Kâinatı Titreten Sessiz Feryat

Dua: Kâinatı Titreten Sessiz Feryat

“Duanın tesiri azîmdir. Hususan dua külliyet kesbederek devam etse netice vermesi galiptir, belki daimîdir. Hattâ denilebilir ki sebeb-i hilkat-i âlemin birisi de duadır. Yani kâinatın hilkatinden sonra, başta nev-i beşer ve onun başında âlem-i İslâm ve onun başında Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâmın muazzam olan duası, bir sebeb-i hilkat-i âlemdir. Yani Hâlık-ı âlem istikbalde o zatı, nev-i beşer namına belki mevcudat hesabına bir saadet-i ebediye, bir mazhariyet-i esma-i İlahiye isteyecek, bilmiş; o gelecek duayı kabul etmiş, kâinatı halk etmiş.”
Mektubat

İnsan, aczinin farkına vardığında başını semaya kaldırır. Gücünün yetmediği yerde ellerini açar. Derdini dile getiremediğinde, kalbinin diliyle dua eder. İşte bu sessiz, gösterişsiz, derin yakarış öyle bir sırra sahiptir ki, yalnızca insanın kaderini değil; kâinatın kaderini bile etkileyebilir.

Çünkü dua, yalnızca bir istek değil; aynı zamanda varlıklar arası bir bağ, bir sebep, bir yaratılış gayesidir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, Hz. Muhammed (asm)’ın duası, Allah’ın kâinatı yaratmasına sebep olmuştur.

  1. Dua: Küllî Bir İbadet ve Kâinatın Kalp Atışı

Her şey dua eder.

Ağaç, meyve vermek için toprağa dua eder.

Çocuk, annesinin şefkati için ağlayarak dua eder.

Bulut, rahmet için göğe yükselir.

İnsan ise sonsuz acziyet içinde sonsuz kudrete yönelir.

Dua sadece kelimelerle değil, hal ile, ihtiyaç ile, istidat ile, ıztırap ile yapılır. Ve bu dua, yalnızca kişisel meseleleri çözmek için değil; küllî gerçeklerin doğması için bir vesiledir.

  1. Hz. Muhammed’in (asm) Duası: Kâinatın Hikmetini Aydınlatan Niyet

Bediüzzaman’ın belirttiği gibi, Allah Resûlü’nün duası, sadece kendi zamanını değil; geçmişi, ânı ve geleceği kuşatan küllî bir duadır.

O dua, şunu diyordu adeta:

> “Ey Rabbim! Sen’in isimlerini en mükemmel şekilde göstermek istiyorum.
İnsanlığın kurtuluşu için, ebedî saadeti istiyorum.
Seni en güzel şekilde tanımak ve tanıtmak istiyorum.”

İşte bu yüksek dua, Allah katında öyle makbul oldu ki, “O dua gelecekte edilecek” diye Allah Teâlâ kâinatı yarattı.
Yani dua, olmuş bir şeyin değil, olacak bir şeyin bile yaratılışını tetikleyebilir.
Çünkü dua, zaman ve mekân üstü bir feryattır. O feryat, eğer samimî ve küllî ise, rahmet kapılarını aralar.

  1. Küllî Dua: Birlikte Yakarışın Sonsuz Gücü

Duanın tesirini artıran en büyük faktörlerden biri de onun küllîleşmesidir.
Yani bir kişinin değil, bir cemaatin; bir milletin değil, ümmetin; bir ânın değil, bir ömrün duası olması…

> Bir fert dua eder, kabul olur.
Bin kişi aynı anda dua ederse, rahmet coşar.
Peygamber duası ise, kâinat yerinden oynar.

Dua ne kadar içten, ne kadar sürekli, ne kadar umumî olursa, tesiri o kadar kesin ve kalıcıdır.
Bediüzzaman’ın bu noktadaki ifadesi çok dikkat çekicidir:

> “Netice vermesi galiptir, belki daimîdir.”

Yani böyle dualar sadece bir kere kabul olunmaz; daima sonuç verir.

  1. Dua Etmek, Kaderi Şekillendirmektir

Kimi insanlar duayı sadece kaderle çelişen bir şey sanır. Oysa dua, kaderin bizzat kendisidir.
Allah bir şeyi murat eder, kulunun duası o muradı harekete geçiren tetikleyici olur.

> Yağmur duası edilmezse, bulutlar durur.
Tevbe edilmezse, af kapıları açılmaz.
Gözyaşı dökülmezse, kalp yıkanmaz.

Demek ki dua, hem kaderin bir cüzüdür hem de kaderi harekete geçiren manevî bir anahtardır.

  1. Dua Etmek, Yaratılış Gayesidir

Bediüzzaman’ın en dikkat çekici ifadesi şudur:

> “Sebeb-i hilkat-i âlemin birisi de duadır.”

Yani kâinat, sadece gösteriş için, sadece fizikî kanunlarla yaratılmadı.
Kâinat, dua eden bir varlığın duasına cevap olarak yaratıldı.
Bu, insanın ne kadar kıymetli olduğunu, ne kadar tesirli bir yönü olduğunu gösterir.

> Sen dua etmekle sadece kendin için istemiyorsun;
belki tüm mahlûkatın namına konuşuyor, kâinatın gayesini dillendiriyorsun.

Sonuç ve Özet

Dua, sadece sözle yapılan bir talep değil, yaratılışın bir sebebi ve gayesidir.

Hz. Peygamber’in (asm) duası, kâinatın yaratılışına vesile olacak kadar yüksek bir dua idi.

Dua ne kadar küllî, devamlı ve samimî olursa, tesiri de o kadar güçlü ve daimî olur.

Dua, kaderle çatışmaz; bilakis kaderin dili ve rahmetin çağrısıdır.

İnsan dua ile sadece kendini değil; bütün varlıkları temsil eder ve onların dileğini Allah’a sunar.

> Unutma:
Senin içten ettiğin bir dua, sadece senin değil; belki bir âlemin kaderini değiştirebilir.
O halde dua et. Çünkü dua, senin en büyük gücün ve kaderin en yumuşak dokunuşudur.

 




Sessiz Konuşmalar: Kâinatın Dilsizce Söylediği Tesbihat

Sessiz Konuşmalar: Kâinatın Dilsizce Söylediği Tesbihat

> “Demek faaliyetten gelen harekât ve zeval, bir tekellümat-ı tesbihiyedir. Ve kâinattaki faaliyet dahi kâinatın ve envaının sessizce bir konuşması ve konuşturmasıdır.”
(Mektubat, Bediüzzaman Said Nursî)

İnsan konuşur, hayvanlar ses çıkarır, makineler çalışır, rüzgâr eser… Peki ya dağlar? Ağaçlar? Yıldızlar? Bu devasa sistemin hiçbir şeyi suskun değilken, neden sessiz görünür? İşte bu soruya Bediüzzaman’ın bu cümlesiyle verilen cevap, madde ve mana arasındaki en hikmetli bağlardan birini ortaya koyar.

Kâinatta görünen hareket, değişim ve dönüşüm, sadece fiziksel bir işleyiş değil; ilahî bir dilin, sessiz bir konuşmanın tezahürüdür. Her hareket, her kayboluş ve yeniden var oluş, Allah’ın isimlerinin tecellisiyle kâinatın yaptığı bir tesbih hükmündedir.

  1. Harekât ve Zeval: Yok Oluş Değil, Tesbihte Bir Değişimdir

Hareket, canlılık demektir. Zeval (yok oluş) ise bu canlılığın bir başka şekle dönüşmesidir. Güneşin batışı, yaprağın düşüşü, yıldızın sönüşü… Bunların hepsi bir bitiş gibi görünse de, aslında her biri Rabbanî bir kelimenin son hecesi, bir tesbih cümlesinin tamamlayıcı noktasıdır.

> Bir çiçek solar ama onun çürüyüşü, toprağa can taşır.
Bir yıldız kayar ama başka bir gök cismi doğar.
Her “giden”, bir tesbih cümlesini tamamlar; yerini bir başka zikre bırakır.

  1. Faaliyet: Sükût İçinde Konuşmak

Kâinat bir saat gibi işler. Sessizdir ama her an işler.
Bu sessizlik zannettiğimiz düzen, aslında sürekli bir ilahî kelam, bir sessiz konuşmadır.

> Güneşin doğuşu ve batışı: Kudretin gündelik ilanıdır.

Rüzgârların esmesi: Rahmetin emriyle yapılan görevlerdir.

Hücrelerin bölünmesi: Hayatın yeniden inşasıdır.

Elektronların dönüşü: Varlığın kalp atışıdır.

Kâinatın her zerresi susarak tesbih eder, görünmeden bildirir. İşte bu yüzden Bediüzzaman der ki:
“Kâinattaki faaliyet dahi envaın sessizce konuşmasıdır.”
Yani mahlûkat, konuşmakta ama ses yerine varlıklarıyla, hareketleriyle, fıtratlarıyla konuşmaktadırlar.

  1. Sessizliğin İçinde Gizli Tesbihler

Bir çocuğun büyümesi, bir yaprağın sararması, bir çiçeğin açması… Bunların hiçbirinde dışa dönük bir “konuşma” yoktur. Ama bu “sükût içindeki faaliyet”, insana bir kitap gibi konuşur.

> Çiçek demeden “Ben Rezzak’ı gösteriyorum” der.
Arı susarak “Ben Hakîm bir Zât’ın sanatıyım” der.
Güneş durmadan “Ben bir mumum, Sahibim için yanıyorum” der.

Bu tesbihat, kelimesiz bir zikir, dilsiz bir dua, hareketle yapılan bir ibadet gibidir. İşte iman nazarı, bu sessizliği anlam dolu bir kelam olarak görür.

  1. İman Gözlüğüyle Bakmak: Tesbihleri Duymak

Bir mü’min için, dağın suskunluğu bile bir tekbir,
nehirin akışı bir hamd,
rüzgârın esmesi bir tesbihtir.
Ama gaflet gözüyle bakıldığında, bütün bu hareket sadece rastgele bir tabiat olayı gibi görünür.

İşte burada iman ile imansız bakışın farkı ortaya çıkar:

İman, harekete anlam verir.

Gaflet, hareketi sebepler zincirine hapseder.

  1. Hayatımıza Yansıması: Biz Ne Söylüyoruz?

Kâinat bu kadar tesbihle doluyken, insanın susması düşünülemez. En kıymetli varlık olan insan, ya bu tesbih korosuna katılır ya da susarak konuşan kâinatı bile anlamaz hale gelir.

> “Ey insan! Kâinat konuşuyor, sen de dinle ve sen de söyle.
Sessizce akan yıldızlar, çiçekler, bulutlar Allah’ı zikrediyor;
Sen de kendi varlığınla zikret, tesbih et, yoksa sen onlardan geri kalırsın.”

Sonuç ve Özet

Kâinatta görünen tüm faaliyet, hareket ve değişimler, sessizce yapılan bir tesbihtir.

Harekât ve zeval, bir yok oluş değil; bir ibadetin, bir zikrin parçasıdır.

Gafletle bakıldığında rastgele hareket gibi görünen olaylar, iman nazarıyla bakıldığında ilahî konuşmalar hâline gelir.

Her şey, dili olmasa da hâliyle Allah’ı tesbih etmektedir.

İnsan da bu tesbih korosunun en yüksek sesi olmalı, şuurla bu zikre katılmalıdır.

> Unutma:
Kâinat susmaz, sadece sen duymuyorsun. O konuşuyor; tesbih ediyor. Sen de katıl bu zikir halkasına…

 




Tohumun Duası: İstidat Lisanı ve Kâinatın Sessiz Yakarışı

Tohumun Duası: İstidat Lisanı ve Kâinatın Sessiz Yakarışı

> “İstidat lisanıyladır ki bütün hububat, tohumlar lisan-ı istidat ile Fâtır-ı Hakîm’e dua ederler ki:
‘Senin nukuş-u esmanı mufassal göstermek için bize neşv ü nema ver, küçük hakikatimizi sümbülle ve ağacın büyük hakikatine çevir.’”
(Mektubat, Bediüzzaman Said Nursî)

İnsan çoğu zaman sadece sözle yapılan duayı dua zanneder. Oysa kâinatta, dilsiz dudaksız ama çok daha tesirli bir dua dili vardır: İstidat Lisanı… Yani bir varlığın yaratılışındaki potansiyel, yöneliş ve kabiliyetle yaptığı sessiz ama hikmetli yakarış…

Bediüzzaman, bu satırlarıyla bizlere sadece bitkilerin neşv ü nemasını değil, insanın içindeki inkişaf potansiyelini, hayata bakışını ve yaratılış gayesini de gösteriyor.

  1. Her Tohum, Sessiz Bir Dua Eder

Toprağa atılan bir buğday tanesi, görünüşte sessizdir. Fakat içinde, muazzam bir duâî hareket başlar. Tohum, kendi varlığının farkındadır. Küçük, zayıf ve karanlıklar içinde olduğunu bilir. Ama içinde taşıdığı ağaç olma arzusuyla içten içe Fâtır-ı Hakîm’e yönelir:

> “Ey beni yaratan! Ne olur bana yeşermeyi nasip et,
beni büyüt, sümbüllet, meyve verdir;
ki Sen’in isimlerini üzerimde göster…”

Bu duaya karşılık olarak, toprağın bağrında bir rahmet eli uzanır, suyu gönderir, güneşi gönderir, besini gönderir. Neticede tohum çatlar, kök salar, filizlenir ve bir ağaç olur.
İşte bu, Allah’ın istidat lisanına verdiği şefkatli cevaptır.

  1. Her Canlının İçinde Bir “Olmak” Duası Vardır

Tohumun toprağa düşmesi neyse, insanın bu dünyaya düşmesi de odur. Her insanın kalbinde, ruhunda, aklında gizli bir “ağaç olma” duası vardır.
Kimisi bu duayı bilgiyle,
kimisi ibadetle,
kimisi sanatla,
kimisi güzel ahlakla ifade eder.

Fakat esas mesele şudur:

> Her varlık, fıtratındaki istidat ile Allah’a döner.
Her gelişim, bir duadır.
Her tekâmül, bir yakarıştır.

  1. Dua, Sadece Dille Değil, İstidatla Yapılır

Bediüzzaman’ın bu derin yaklaşımı, dua kavramını çok daha geniş bir çerçeveye yerleştirir:

İhtiyaç lisanıyla dua: Aç olanın rızık için içten gelen arayışı.

Fıtrat lisanıyla dua: Gözün görmeyi istemesi gibi yaratılışa aid talepler.

İstidat lisanıyla dua: Tohumun ağaç olma potansiyelinin yakarışa dönüşmesi.

İnsan, sadece ellerini kaldırıp bir şey istemekle değil; hayatını istidatlarına göre şekillendirerek de dua eder. Yani her çaba, her emek, her sabır, her gayret bir duadır.

  1. Fâtır-ı Hakîm: Her İstidada Cevap Veren Sanatkâr

“Fâtır” yani her şeyi hikmetle yaratan… “Hakîm” yani her işinde sayısız hikmet bulunan Zât…
O, her varlığı yaratırken ona bir kabiliyet, bir potansiyel yerleştirmiştir. O potansiyel, uygun şartlar altında yeşerir.
Tıpkı bir tohumun koca bir ağaca dönüşmesi gibi, insanın da içindeki iman tohumu, sabır tohumu, ilim tohumu, ihlâs tohumu; zamanla kemâle erer.

Bu yönüyle Allah, sadece tohumları değil; niyetleri de sümbüllendirir. Çünkü her niyet, içte yapılan sessiz bir duadır.

  1. Düşündürücü Bir Hikmet:

Bir tohumun toprağa düşüp yok olmadan büyümesi mümkün mü?
Peki ya insanın da nefsi kırılmadan, zorluklarla mücadele etmeden tekâmül etmesi mümkün mü?

Tohum çatlamazsa büyüyemez,
insan da sabretmezse yükselmez.
İşte bu yüzden her acı, her zorluk, her çaba aslında duayı besleyen bir toprak gibidir.

Sonuç ve Özet

İstidat lisanı, her varlığın kendi potansiyeliyle Allah’a yönelip tekâmül istemesidir.

Tohumlar bu kabiliyetleriyle “ağaç olmak” için dua eder, insan da “kâmil olmak” için.

Fâtır-ı Hakîm olan Allah, bu içten dualara rahmetiyle, kudretiyle, hikmetiyle cevap verir.

Dua sadece sözle değil; kabiliyetle, gayretle, yönelişle de yapılır.

Her çaba bir dua, her sabır bir yakarış, her istidat bir umut fidanıdır.

> Unutma:
Sen de bir tohum gibisin. İçinde ne cevher saklıysa, onu açığa çıkarmak senin duandır.
Ne kadar derin çalışırsan, o kadar büyük bir ağaç olursun.

 




Bir Çuval Un ve Bir Çocuk Bedeni: Gazze’nin Sessiz Çığlığı

Bir Çuval Un ve Bir Çocuk Bedeni: Gazze’nin Sessiz Çığlığı

Dünyanın gözü önünde, insanlık Gazze’de bir çuval unun bedelini kanla, bir çocuğun gülümsemesini açlıkla ödüyor. İsrail’in her gün biraz daha derinleştirdiği kuşatma, artık sadece savaşın değil; suskunluğun, çifte standardın ve küresel vicdanın iflasının da savaşına dönüşmüş durumda. Katar merkezli El Cezire’nin yayınladığı görüntülerde sırtında un çuvalı taşıyan, güçlükle yürüyen bir Filistinlinin, İsrail İHA’sı tarafından katledilişi, sadece bir insanın değil, insanlığın da vurulduğu an olarak hafızalara kazındı.

Bir lokma ekmeğin, bir çuval unun, binlerce bombaya karşı direnişe dönüştüğü topraklarda, 22 aylık Şam Kıdeyh, akut yetersiz beslenmeyle çadırda yaşam savaşı veriyor. Babasını kaybetmiş, tedaviye ulaşamıyor, gıdaya erişemiyor. Çünkü sadece gıdalar değil, sınırlar da kapalı. Ve o çadırda yalnız değil; Gazze’de binlerce çocuk aynı sessiz ölüme doğru itiliyor.

İsrail’in başlattığı ve bazı Arap ülkeleriyle sürdürdüğü “İbrahim Anlaşmaları” ise bu zulmü normalleştirme çabası gibi duruyor. Haritalarla, protokollerle yapılan her diplomatik hamle, Gazze’nin yakılan evleri, bombalanan hastaneleri ve açlığa terkedilmiş çocukları üzerinde yükseliyor. Barış adı verilen bu yeni diplomasi, mazlumun sesine sağır; çünkü bu barışta Filistin yok, bu haritalarda çocukların mezarları görünmüyor.

Dünya medyası da bu sessizliğe ortak. BBC’nin, “tarafsızlık” bahanesiyle yayınlamadığı Gazze belgeselini Channel 4 sahipleniyor. “Gazze: Saldırı Altındaki Doktorlar” isimli yapım, beyaz önlüklü şehitlerin hikâyesini anlatıyor. İsrail’in hedef aldığı sağlık çalışanları, ambulanslar ve enkaz altındaki hastalar… Onlar belgesellere değil, dualara konu olacak kadar gerçek ve acı.

Bu tablo, sadece İsrail’in zulmü değil; insanlığın utancıdır. Batı’nın çıkar odaklı suskunluğu, Arap dünyasının parçalanmışlığı ve ümmetin yorgun kalbi, Gazze’deki çocukların çığlığına karşı sağır kalmaktadır. Lakin bu dünya susabilir, ekranlar karartılabilir; fakat ilahi adalet susmaz. Mazlumun duası, zalimin füzelerinden daha tesirlidir. Ve tarih, bu sessiz çığlıkları satır aralarında değil, sayfa başlarında yazacaktır.

Gazze’de bir çuval un taşıyan adamı vuran bomba, sadece bir canı almadı; bir milletin umudunu, bir annenin duasını, bir çocuğun geleceğini paramparça etti. Ama yine de Gazze, direniyor. Çünkü zulmün karşısında sabır bir bayraktır, açlık bir silah ve her çocuk şehit, bir zaferin müjdecisidir.
L
Özet:

Gazze’de un taşıyan bir Filistinlinin İHA tarafından katledilmesi ve 22 aylık Şam Kıdeyh’in açlıktan ölmek üzere olması, İsrail zulmünün geldiği boyutu gözler önüne seriyor. “İbrahim Anlaşmaları” ile meşrulaştırılmaya çalışılan işgal politikaları, Filistin’i yok saymakta. BBC’nin yayınlamadığı zulüm belgeselini Channel 4 sahiplenirken, dünya medyası çoğunlukla sessiz. Gazze, sadece bombalarla değil, açlık ve tecrit ile de öldürülüyor. Ancak bu sessizlik, bir gün adaletin yankısıyla dağılacaktır. Çünkü mazlumun duası, tarihin en güçlü sesidir.

 




BAZI SESLER VARDIR Kİ HAKİKATİ SÖNDÜREMEZ: ZEHİRİN MASKESİ DÜŞÜNCE

BAZI SESLER VARDIR Kİ HAKİKATİ SÖNDÜREMEZ: ZEHİRİN MASKESİ DÜŞÜNCE

Zaman bazen bir hakemdir; hak ile batılı ayırır. Bazen de bir röntgenci gibidir; niyetleri deşifre eder, maskeleri düşürür. Ve işte o zaman, kim neyin tarafında, hangi safta ve hangi cephedeyse, aşikâr olur.

Bugünlerde siyasetin tozlu kulislerinden sokakların fısıltılarına kadar yayılan bir gerçek var: Maskeler düşüyor, niyetler açığa çıkıyor, oyunlar açık oynanıyor. Münafıklık perdesi kalkıyor, sahne artık aleni. Daha düne kadar “laiklik” perdesi arkasında dinî değerleri yok sayan zihniyet, şimdi doğrudan İslamî hassasiyetleri hedef alarak kimliğini kusuyor.

Bir partinin kurultay kavgasında yaşanan şaibeler, sadece bir koltuk mücadelesi değil, bir zihniyetin karakter analizidir. Kendi içinde meşruiyet tartışmaları yaşayan bir yapının, topluma ahlâk, adalet, özgürlük ve eşitlik vadetmesi ne derece inandırıcı olabilir? Bu vaatlerin başında gelen “cemevlerinin ibadethane olarak tanınması” meselesi veya “zorunlu din derslerinin kaldırılması” önerileri, toplumun inanç yapısına bir hizmet mi, yoksa mezhebi bir kışkırtmanın yeni versiyonu mudur?

Elbette her inanç ve değer, adalet temelinde yaşama hakkına sahiptir. Lakin bu tür sözlerle, toplumun temel dinî değerleriyle oynanması, birleştirici değil ayrıştırıcı bir dilin tercih edildiğini gösterir. Hele ki, bu sözlerin, Peygamber Efendimize hakaret ihtiva eden yayınlarla eş zamanlı gelişmesi tesadüf olamayacak kadar manidardır.

LEMAN dergisinin kapağında yapılan rezil yayın, ifade özgürlüğü maskesiyle din düşmanlığının sahne aldığı bir başka örnektir. Asıl mesele karikatür değil, zihniyettir. Ve bu zihniyet, ne yazık ki dışarıdan ithal değil; içeride, aynı sofrada oturup aynı suyu içtiğimiz bazılarının içinden filizlenmektedir. Bu da gösteriyor ki, mesele sadece fikrî değil, aynı zamanda genetik bir tahribattır.

Neyzen Tevfik’in sözü bu durumu ne güzel izah eder:
“Geldikleri gibi gitmediler; kimi itini bıraktı, kimi bitini, kimi de piçini. Yoksa bu kadar soysuzun bizden olması mümkün değil.”

Bugün Peygamber Efendimize hakaret edenler, dün de Kur’an’ı küçümseyenlerin, Ezan’a savaş açanların, başörtüsünü yasaklayanların, medreseleri kapatanların torunlarıdır. Aynı kin, aynı nefret ve aynı oyun yeniden sahnede.

Ama unuttukları bir şey var:
Hz. Peygamber’i aşağılamak isteyen her nefret dalgası, zamanla kendi içinde boğulmuştur.
Ona yapılan saldırılar, yıldızlara taş atan çocukların cehaletinden öteye geçmemiştir.
Çünkü O, Allah’ın koruması altındadır. Ve bir güneşe tükürmek, ancak kendi yüzünü kirletmektir.

Bu milletin mayasında iman vardır. Bu milletin kodlarında Peygamber sevgisi vardır.
Kim ne yaparsa yapsın, bu hakikat sarsılmaz.

Çünkü:
“İza elkamte külle haven, ma vecedet fil ardı hacaren.”
Yani: “Her üren köpeğe bir taş atsan, yeryüzünde taş kalmaz.”
Biz biliriz ki bu sesler, sadece boş gürültüdür.
İt ürür, kervan yürür.

ÖZET:

Bu makalede CHP’nin şaibeli kurultay süreciyle başlayan tartışmaların dinî değerler, mezhep kışkırtmaları ve Peygamber Efendimize yönelik hakaretlerle nasıl iç içe geçtiği ele alınmaktadır. Toplumu ayrıştıran söylemlerin, geçmişte gizlice yürütülen planların bugün aleni şekilde icra edildiği gösterilmiştir. Leman dergisi örneğiyle de dine yönelik saldırıların perde arkasındaki zihniyet tahlil edilmiştir. Sonuç olarak, bu tür provokasyonların milletin inanç değerlerini zedeleyemeyeceği, ancak kendi batılları içinde boğulacağı anlatılmıştır.

Hakikat sabittir; gürültü geçicidir. Kervan yürür.

 




Toplum Mühendisliğinin Dar Gömleği ve Terzilik Hikmeti

Toplum Mühendisliğinin Dar Gömleği ve Terzilik Hikmeti

Toplum mühendisliği, insanları belli kalıplara sokma arzusunun ideolojik bir biçimidir. Tarih boyunca kimi rejimler, bireyleri aynı düşünceye, aynı yaşam tarzına, aynı davranış şablonlarına mahkûm etmeye çalışmıştır. Bu yaklaşım, çokluk içindeki hikmeti ve çeşitlilikteki rahmeti görmeyen dar bir zihniyetin ürünüdür. Her insana aynı gömleği giydirmeye çalışmak, neticede o gömleği “deli gömleği”ne çevirir. Çünkü insanlık, tek tip kalıplara sığmayacak kadar zengin, derin ve farklıdır.

Bir beden için dikilmiş bir gömlek, diğer bedene ya dar gelir ya da bol. Ama zihniyet o kadar katı ve sabittir ki, o gömleği çıkarıp yeni bir elbise denemeyi teklif edenleri dahi tehdit olarak görür. İşte bu zihniyet yüz yıldır süren bir kısırlığın ve çoraklaşmanın baş sorumlusudur. Hâlâ aynı model, hâlâ aynı söylem, hâlâ aynı anlayış… Gelişmeden, değişmeden, kabuk bile değiştirmeden.

Bu dayatmacı anlayışa karşı, gerçek bilgelik, bir terzi hassasiyetiyle hareket etmektir. Nitekim bir bilgeye “En çok kimi seversiniz?” diye sorulduğunda, “Terzimi” diye cevap verir. Çünkü terzi, her gelişimde ölçüyü yeniden alır. Ama insanlar böyledir: Bir kere karar verir, bir daha değişmeyeceğine hükmederler. İşte bu hüküm, insanın tekâmülüne vurulmuş bir kelepçedir.

Toplum mühendisliği, bir ölçüde insan mühendisliğidir. Ruhların sesini bastırmak, istidadları susturmak, iradeleri tek bir merkeze bağlamaktır. Oysa her insan, ayrı bir iklimdir. Biri bozkırda yeşerir, biri dağda serpilir, biri vadide gürleşir. Herkesi ovada yetiştirmeye çalışırsanız; ne zirve görürsünüz, ne özgünlükle karşılaşırsınız. Neticede, tek tip insan yetiştirme hevesi, tek tip düşünen, tek tip korkan, tek tip susan bir toplum meydana getirir.

İnsan, ölçü ister. Ruh ölçü ister. Aklın da, hissin de, hayatın da ölçüsü olmalıdır. Ama bu ölçü, kişiden kişiye farklılık gösterebilir. Adalet, herkese aynı gömleği giydirmek değil; herkese kendi ölçüsünde ve istidadında bir alan açabilmektir. Bu sebeple adaletin zıddı sadece zulüm değil, aynı zamanda taassup ve tek tipleştirmedir.

Bugün hâlâ yüz yıl öncesinin gömleğini çıkaramayanlar, o gömleği topluma da zorla giydirmek istiyor. Gömlek dar, millet nefes alamıyor. Bu daralmışlık; sanatın fakirleşmesinde, düşüncenin cılızlaşmasında, siyasetin kısırlaşmasında kendini gösteriyor. Çünkü gömlek daraldıkça, kalp de sıkışıyor, fikir de.

Terzi gibi olmak gerek. Herkesi yeniden ölçmek, yeni bir bakışla görmek, insanı ve toplumu her seferinde yeniden anlamaya çalışmak gerek. Eski kalıpları, eski etiketleri, eski zanları yırtıp atmak gerek. Ancak o zaman insanı insan yapan hakikate yaklaşabiliriz.

Özet: Toplum mühendisliği, insanları tek tipleştirmeye çalışan dar bir anlayışın adıdır. Herkese aynı modeli dayatmak, bireysel farklılıkları yok saymak demektir. Oysa her insanın ölçüsü farklıdır. Bir bilgenin terzisini sevme hikâyesi, bu gerçeği veciz biçimde anlatır: Gerçek adalet ve hikmet, herkese kendi ölçüsünü vermekle mümkündür. Tek tipleştirme yerine, terzi gibi her insana özel ölçü alarak yaklaşmak, toplumun gelişmesi için en doğru yoldur.

 




Zamanımızın Ebu Lehebleri ve Modern Cehennem Oduncuları

Zamanımızın Ebu Lehebleri ve Modern Cehennem Oduncuları

Tarih değişiyor, zaman ilerliyor; fakat hak ile batılın mücadelesi aynı şiddetle devam ediyor. Mekke sokaklarında taş yağdıran ellerin yerini, bugün mürekkep kirleten kalemler aldı. Ebu Leheb’in eli kurudu, bedduası Kur’ân’da mühürlendi. Ama onun zihniyeti, bugün dahi zihinleri ve kalpleri karartmaya devam ediyor. Zamanımızda da Ebu Lehebler var, hem de daha sofistike, daha sistemli, daha organize bir şekilde. Cehennem odunlarını taşımaktan geri durmayan bu oduncular, yeni yüzyılın karikatürleriyle, ekranlarıyla, köşe yazılarıyla iman nuruna saldırıyor.

Leman gibi yayın organlarının Hz. Peygamber Efendimize karşı yaptığı alçakça karikatürler, aslında bir fikir özgürlüğü meselesi değil, iman düşmanlığının çirkin suretidir. Bunu “mizah” ya da “eleştiri” kisvesiyle meşrulaştırmaya çalışmak, bizzat o çirkinliğe ortak olmaktır. Bir hakikatin, en mukaddes ve en mahrem noktasına uzanan bu eller, yedi okyanusun suyu ile dahi temizlenemeyecek bir pisliğe bulaşmıştır. Çünkü bu nefret, kuru bir inkâr değil, bilinçli bir düşmanlık, tarihsel bir kin ve cehennemlik bir kibirdir.

Bu karanlıkta dikkat çeken bir başka nokta ise, Türkiye’deki solun inançla kurduğu yapay ve ikiyüzlü ilişkilerdir. Batı’daki sol, laiklik ile dini belli bir düzlemde uzlaştırma çabası göstermiştir; en azından bazıları dini bir fenomen olarak anlamaya çalışmıştır. Ama Türkiye’deki sol; dine mesafeli değil, düşmanca yaklaşmıştır. Komünist Rusya’dan esinlenen materyalist ideoloji, Türk solunun köklerine işlemiş, dinî değerlere tahammülsüzlüğü beslemiştir. Her fırsatta dinî olana düşmanca bir tutumla saldırmak, bu zihniyetin genetik kodlarına kazınmıştır. Bugün Rusya’da komünizm yerini yeni arayışlara bırakmışken, Türkiye’deki bazı kesimler hâlâ Ebu Leheb’in kurumuş ellerini diriltmeye çalışmaktadır.

Ebu Leheb sadece bir kişi değildi; bir tavırdı, bir kibirdi, bir inkârdı. Peygamberin çağrısına kulak tıkayan, Hakk’a düşmanlıkta ısrar eden bir kibir timsaliydi. Bugün de onun torunları, kalemle taş atıyor, ekranlarla mızrak fırlatıyor. Modern çağın Ebu Cehilleri, farklı maskeler taksalar da ruhen aynılar: hakikate düşman, imana kinli, vicdana uzak…

Arif Nihat Asya’nın şuuru ve çığlığı hâlâ yankılanıyor:

> “Ebu Leheb ölmedi ya Muhammed, Ebu Cehil kıtalar dolaşıyor…”

Bu sadece bir edebi söylem değil, bir hakikatin haykırışıdır. Bu çağda da, adaletin sesi kısıldığında, Resûlullah’ın rahmet çağrısı boğulmak istendiğinde; karanlık tekrar öne çıkar. Ama tarih şahitlik eder ki; karanlık ne kadar büyürse büyüsün, bir tek nur onu deler geçer.

Bugün, her mü’minin vazifesi sadece üzülmek değil, aynı zamanda uyanmak, uyarılmak ve uyarıcı olmaktır. Çünkü suskunluk, batılın güç kazanmasına vesile olur. İman ehli, Ebu Leheblerin iftirasına karşı hakikatin nurunu taşımakla mükelleftir.

Ve bu çağrının, bu feryadın, bu direnişin en ön safında yine Peygamber ahlâkı, merhameti ve adaleti olmalıdır. Çünkü biz, intikam değil izzet; kin değil hikmet taşıyan bir ümmetiz.

Özet: Bu makalede, Hz. Peygamber’e yapılan hakaretlerin sadece bir yayın ya da karikatür meselesi değil, köklü bir iman düşmanlığının tezahürü olduğu anlatılmıştır. Türkiye’deki solun dine yönelik mesafeli değil, düşmanca bir tavır içinde olduğu vurgulanmış, bu tavrın geçmişteki Ebu Leheb ve Ebu Cehil zihniyetiyle benzerlik taşıdığı ifade edilmiştir. Arif Nihat Asya’nın veciz dizeleriyle hatırlatılan bu hakikat, bizleri suskunluk yerine hakikati savunmaya çağırmaktadır. Çünkü Ebu Lehebler bitmedi; ama onların karşısında dimdik duran bir ümmet hâlâ var.

 




Gazze’de Zalim Haritalar, Sağır Dünyalar

Gazze’de Zalim Haritalar, Sağır Dünyalar

Gazze’de toprak, haritadan silinmek; halkı ise hayattan koparılmak isteniyor. İsrailli bir bakanın açıkladığı “sürgün haritası”, bir askeri plan değil; açık bir soykırım manifestosudur. Bu harita; taş üstünde taş bırakmamaya, bir halkı yerinden etmeye, yaşanmışlıkları, hatıraları ve bir milleti haritadan kazımaya yönelik kirli bir projenin parçasıdır.

Dünyanın gözü önünde, BM’nin sessiz çığlıklarıyla belgelenen bir gerçek var: 580 masum insan, yalnızca bir parça yardıma ulaşmak isterken öldürüldü. Üstelik bu rakam sadece birkaç haftalık bir dönemi kapsıyor. 20 ayda ölenlerin sayısı 100 bini geçti. Bu, yalnızca bir savaşın bilançosu değil; vicdanların iflasıdır.

Amerika Birleşik Devletleri’nin İsrail’e gönderdiği milyar dolarlardan sonra şimdi de 510 milyon dolarlık cephane paketi, sadece silah değil; aynı zamanda bu soykırıma verilen diplomatik ve stratejik destektir. Gazze’de parçalanan bedenlerin, kopan başların, yerle bir edilen evlerin arkasında sadece İsrail yok. O tetiği çeken parmak tek değil; onu tutan, temizleyen, besleyen nice güçler var.

Üstelik İsrail artık sadece konvansiyonel silahlarla değil, nükleer tehdit üzerinden de bölgede terör estiriyor. 90’a yakın nükleer başlığa sahip olduğu tahmin edilen İsrail, “tehdit altında hissedersem kullanırım” deme küstahlığını gösterecek kadar gözü dönmüş durumda. Bu, yalnızca Gazze için değil, tüm insanlık için bir tehdittir.

İşte böyle bir ortamda; Gazze’de bir baba, parçalanmış evladının başını kucağında tutarken ağlıyor. Bu feryat, yeryüzünden gökyüzüne yükseliyor. Arş’ı titretiyor ama ne yazık ki yeryüzündeki sağır kulaklara ulaşmıyor. Bu sahne sadece bir dram değil, insanlığın tükenişidir.

Evet, bu çağda bir kavim yalnızca bedenleriyle değil, hatıraları, kültürleri, toprakları, isimleri ve inançlarıyla yok edilmek isteniyor. Ve bu, uluslararası hukuk, insan hakları, vicdan ve ahlak gibi bütün evrensel değerlerin yüzüne atılmış kanlı bir tokattır.

Ancak unutmamalıyız:
Firavunlar vardı, ama Musa da vardı.
Nemrutlar hükmetti, ama İbrahim ateşin ortasından yürüdü.
Ebu Leheb’ler azıttı, ama Muhammed (sav) nurlarıyla karanlıkları yardı.

Bugünün zalimlerini güçlü kılan, sadece silahları değil; mazlumların dağınıklığı, ümmetin suskunluğudur. Ancak tarih bize hep şunu gösterdi: Mazlumun ahı arşa çıkar, arştan inerken kâinatı titreten bir hesap olur.

Şimdi sıra bizde.
Kimin yanında duracağız?
Sessiz kalanlardan mı olacağız, yoksa o sağır dünyalara gerçekleri haykıranlardan mı?

İşte bu sorunun cevabı, yalnız Gazze’nin değil, bizim de ahiretimizi belirleyecek.

Özet:
Bu makalede, İsrail’in Gazze’yi haritadan silmeye yönelik sürgün planı, ABD’nin verdiği mühimmat desteği ve nükleer tehdit boyutu üzerinden modern zamanların soykırımı gözler önüne serilmektedir. 580 Filistinlinin yardım konvoylarına ulaşmak isterken öldürülmesi, insanlığın ve uluslararası vicdanın çöküşüdür. Makale, zalimlerin cesaretini mazlumların suskunluğundan aldığını, ama hakikatin sonunda mutlaka galip geleceğini vurgular. Mazlumun duası, zalimin gücünden daha büyüktür.

 




Gazze’de Zalim Haritalar, Sağır Dünyalar

Gazze’de Zalim Haritalar, Sağır Dünyalar

Gazze’de toprak, haritadan silinmek; halkı ise hayattan koparılmak isteniyor. İsrailli bir bakanın açıkladığı “sürgün haritası”, bir askeri plan değil; açık bir soykırım manifestosudur. Bu harita; taş üstünde taş bırakmamaya, bir halkı yerinden etmeye, yaşanmışlıkları, hatıraları ve bir milleti haritadan kazımaya yönelik kirli bir projenin parçasıdır.

Dünyanın gözü önünde, BM’nin sessiz çığlıklarıyla belgelenen bir gerçek var: 580 masum insan, yalnızca bir parça yardıma ulaşmak isterken öldürüldü. Üstelik bu rakam sadece birkaç haftalık bir dönemi kapsıyor. 20 ayda ölenlerin sayısı 100 bini geçti. Bu, yalnızca bir savaşın bilançosu değil; vicdanların iflasıdır.

Amerika Birleşik Devletleri’nin İsrail’e gönderdiği milyar dolarlardan sonra şimdi de 510 milyon dolarlık cephane paketi, sadece silah değil; aynı zamanda bu soykırıma verilen diplomatik ve stratejik destektir. Gazze’de parçalanan bedenlerin, kopan başların, yerle bir edilen evlerin arkasında sadece İsrail yok. O tetiği çeken parmak tek değil; onu tutan, temizleyen, besleyen nice güçler var.

Üstelik İsrail artık sadece konvansiyonel silahlarla değil, nükleer tehdit üzerinden de bölgede terör estiriyor. 90’a yakın nükleer başlığa sahip olduğu tahmin edilen İsrail, “tehdit altında hissedersem kullanırım” deme küstahlığını gösterecek kadar gözü dönmüş durumda. Bu, yalnızca Gazze için değil, tüm insanlık için bir tehdittir.

İşte böyle bir ortamda; Gazze’de bir baba, parçalanmış evladının başını kucağında tutarken ağlıyor. Bu feryat, yeryüzünden gökyüzüne yükseliyor. Arş’ı titretiyor ama ne yazık ki yeryüzündeki sağır kulaklara ulaşmıyor. Bu sahne sadece bir dram değil, insanlığın tükenişidir.

Evet, bu çağda bir kavim yalnızca bedenleriyle değil, hatıraları, kültürleri, toprakları, isimleri ve inançlarıyla yok edilmek isteniyor. Ve bu, uluslararası hukuk, insan hakları, vicdan ve ahlak gibi bütün evrensel değerlerin yüzüne atılmış kanlı bir tokattır.

Ancak unutmamalıyız:
Firavunlar vardı, ama Musa da vardı.
Nemrutlar hükmetti, ama İbrahim ateşin ortasından yürüdü.
Ebu Leheb’ler azıttı, ama Muhammed (sav) nurlarıyla karanlıkları yardı.

Bugünün zalimlerini güçlü kılan, sadece silahları değil; mazlumların dağınıklığı, ümmetin suskunluğudur. Ancak tarih bize hep şunu gösterdi: Mazlumun ahı arşa çıkar, arştan inerken kâinatı titreten bir hesap olur.

Şimdi sıra bizde.
Kimin yanında duracağız?
Sessiz kalanlardan mı olacağız, yoksa o sağır dünyalara gerçekleri haykıranlardan mı?

İşte bu sorunun cevabı, yalnız Gazze’nin değil, bizim de ahiretimizi belirleyecek.

Özet:
Bu makalede, İsrail’in Gazze’yi haritadan silmeye yönelik sürgün planı, ABD’nin verdiği mühimmat desteği ve nükleer tehdit boyutu üzerinden modern zamanların soykırımı gözler önüne serilmektedir. 580 Filistinlinin yardım konvoylarına ulaşmak isterken öldürülmesi, insanlığın ve uluslararası vicdanın çöküşüdür. Makale, zalimlerin cesaretini mazlumların suskunluğundan aldığını, ama hakikatin sonunda mutlaka galip geleceğini vurgular. Mazlumun duası, zalimin gücünden daha büyüktür.

 




Kabrin Ötesine Yatırım: Gerçek Lezzet ve Saadet Nerede?

Kabrin Ötesine Yatırım: Gerçek Lezzet ve Saadet Nerede?

İnsan, yaratılış itibarıyla ebediyet arayışında olan bir varlıktır. Fıtratında sonsuzluk özlemi vardır. Fakat çoğu zaman bu özlemi, geçici dünyalıklarla tatmin etmeye çalışır. Oysa insanın kalbini doyuracak olan ne servet, ne şöhret, ne de makamdır. Kalbin asıl huzuru ve ruhun gerçek saadeti, kabrin ötesine hazırlık yapmakla elde edilir.

> “Kabrin arkası için çalışınız. Hakiki saadet ve lezzet ondadır.”
(Mektubat, Said Nursî)

Bu söz, hayatın yönünü ve gayesini bize açıkça hatırlatıyor: Gerçek mutluluk, ölümden sonrasına hazırlıktadır.

  1. Kabir: Hakikatin Başlangıcı

Kabir, birçok insan için sadece bir son gibi görünse de, hakikatte bir başlangıçtır. Dünya, bir misafirhane; kabir ise ebediyet diyarına açılan ilk kapıdır. Tıpkı doğan bir bebeğin annesinin rahminden bu hayata geçmesi gibi, insan da kabirden ebedî âleme intikal eder.

Kabre imanla giren için orası Cennet bahçelerinden bir bahçedir. Dünyada sadece Allah için yaşayıp amel eden için orası bir rahmet menzili olur. Ama gafletle geçen bir ömrün ardından kabir, karanlık bir yalnızlık ve pişmanlık diyarı olabilir.

  1. Saadet Nerede?

Dünya hayatı, fani bir gölgeden ibarettir. Bu dünyadaki nimetler, lezzetler sınırlıdır. Yedikçe tükenir, sevindikçe solar, kazandıkça yoruluruz. Çünkü dünya, asıl değil; bir imtihan sahnesidir.

İnsan bu dünyada ne kadar lezzet ve huzur ararsa arasın, onu tam manasıyla bulamaz. Zira insan, ebed için yaratılmıştır. Geçici lezzetlerle ebedî saadet elde edilemez.

> “İnsanın saadeti, saadet-i ebediyededir.”
Çünkü kalbin huzuru, ruhun lezzeti; ancak ebedî bir mükâfatla tatmin olur.

  1. Nereye Yatırım Yapıyoruz?

Dünyada herkes çalışır, kazanır, biriktirir. Ama akıllı insan, faniye değil, bakiye yatırım yapar. Bir tüccar, zarar edeceği kesin olan bir mala yatırım yapmaz. Fakat insan, çoğu zaman dünya için çalışırken, kabir ötesini unutup zarara düşer.

Kabrin arkasına çalışmak demek:

İhlâsla ibadet etmek,

Kul hakkından kaçınmak,

Salih amel işlemek,

Allah için yaşamak,

Hayır hasenatta bulunmak,

Geride güzel bir iz bırakmaktır.

Dünyada bu amellerle yatırım yapanlar, kabirde sermayesini bozduran hakiki kazananlardır.

  1. Kabir Kapısını Gülümseyerek Açanlar

Tarih boyunca nice insanlar vardı ki, kabrin arkasına çalıştıkları için ölümü bir terhis, kabri ise bir ziyafet kapısı olarak karşıladılar. Peygamberler, sahabeler, evliyalar ve sadık müminler için ölüm bir korku değil, vuslattı. Çünkü hayatlarını ebed için yaşamışlardı.

Bugün de, bir insan Allah’a kavuşmayı seven bir hayat yaşarsa; Allah da onu kavuşulacak bir dost gibi karşılayacaktır.

  1. Düşündürücü Bir Soru:

> “Bir yolculuğa çıkacak olsanız, gideceğiniz yere göre hazırlık yaparsınız.
O halde en uzun ve sonsuz yolculuğumuz olan ölüm yolculuğu için ne kadar hazırlık yapıyoruz?”

Kabrin arkası boş bırakılırsa, dünya ne kadar dolu olursa olsun, insan içten içe boş kalır. Çünkü saadetin kaynağı kabrin arkasındadır, dışı değil içi süslemek gerekir.

Sonuç ve Özet

Kabir, son değil; ebedî hayatın kapısıdır.

Gerçek saadet ve lezzet, geçici dünyada değil; kabir arkasındaki ebedî hayatta gizlidir.

Kabrin arkasına çalışmak; iman, ibadet, ahlâk ve salih amel ile mümkün olur.

Dünya için yaşayan, dünyada kalır. Ahiret için çalışan, ebedî saadete kavuşur.

Akıllı insan, faniyi değil bâki olanı kazanmak için çalışır.

> Unutma:
Kabir sana doğru geliyor. Ona eli boş gitmek mi, dolu dolu gitmek mi istersin?

 




Tevhid İnancından Toplumsal Birliğe: İman Birliği Kalpleri de Birleştirir

Tevhid İnancından Toplumsal Birliğe: İman Birliği Kalpleri de Birleştirir

> “Evet, tevhid-i imanî elbette tevhid-i kulûbü ister. Ve vahdet-i itikad dahi vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder.”
(Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat)

İman, sadece bir düşünce biçimi değil; insanın kalbini, aklını, ruhunu ve toplumsal davranışlarını şekillendiren köklü bir hakikattir. Tevhid inancı, yani Allah’ın birliğine kesin iman; beraberinde sadece kişisel bir teslimiyeti değil, aynı zamanda kalplerin, duyguların ve hedeflerin birleşmesini de gerektirir. Bu yönüyle tevhid, sadece inanç değil, ahlakî, siyasî ve içtimaî bir birliğin de temelidir.

  1. Tevhid-i İmanî: İnançta Birlik

Tevhid, İslam’ın özüdür. Allah’a tek ilah olarak iman etmek; O’ndan başka ilah olmadığını kabul etmektir. Bu iman kalpte yer ettiğinde, insana tevazu, teslimiyet, adalet, kardeşlik ve sorumluluk bilinci kazandırır. Çünkü her şeyi yaratan bir Rabbe inanan insan, mahlukata karşı kibirlenemez, zulmedemez ve bencilleşemez.

Tevhid inancı, her bireyin aynı merkeze yönelmesini sağlar. Tıpkı pusulası kıbleye dönen yüz binlerce insanın bir safta birleşmesi gibi, tevhid de insanları manevî olarak hizaya getirir.

  1. Tevhid-i Kulûb: Kalplerde Birlik

Tevhid inancı sadece akıl işidir sanılmamalıdır; o, aynı zamanda kalbin birlik arzusudur. İmanı ortak olanların kalbi de ortak hedeflerde buluşur. Kalplerin birleşmesi, kardeşliğin, merhametin ve dayanışmanın doğmasına vesile olur.

Kalplerin birleşmesi, toplumsal huzurun mayasıdır. Farklılıklar düşmanlık değil, zenginlik olur. Çünkü aynı Rabbe, aynı Peygambere, aynı Kitaba ve aynı kıbleye inananlar, ayrılıktan değil; beraberlikten beslenir.

> “Müminler ancak kardeştir.”
(Hucurat, 10)

  1. Vahdet-i İtikad: İnançta Ortaklık

Bir toplumda insanların inanç temelleri ne kadar ortak ve sahihse, o toplumun huzuru da o kadar kuvvetlidir. Vahdet-i itikad (inanç birliği), farklı kesimlerin birbirine güvenle bakmasını, düşmanlık yerine dayanışmayı tercih etmesini sağlar.

Bu yüzden Kur’an, Müslümanları inançta bölünmemeye çağırır:

> “Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, tefrikaya düşmeyin.”
(Âl-i İmrân, 103)

İtikad birliği; siyasî birlik, ekonomik adalet, toplumsal huzur ve ortak gelecek inşası gibi birçok alana sirayet eder. Bu birlik yoksa toplum, bireyci, çıkarcı ve dağınık hale gelir.

  1. Vahdet-i İçtimaiye: Toplumsal Birlik

Bir milletin güçlü olması sadece ordusuyla, teknolojisiyle, ekonomik gücüyle değil; kalplerin ve inançların birliğine bağlıdır. Eğer insanlar farklı ilahlar edinmiş gibi farklı yönlere savrulursa, o toplum bir vücut olmaktan çıkar, bir enkaza dönüşür.

İman birliği varsa; toplumda adalet, merhamet, yardımlaşma ve güven olur. Çünkü iman eden bilir ki, yaptığı her iş Allah’ın gözetimindedir. Hesapsız hareket edemez, zulmedemez.

  1. Hikmetli Bir Misal:

Bir millet düşünün, hepsi bir çadırın içinde ama çadırın direği kırılmış. Her biri başka tarafa çekiyor, çatışıyor, birbirine düşman oluyor. Çünkü onları bir arada tutan tevhid direği ya eğilmiş ya da unutulmuş.

Oysa tevhid, kalplerin tek bir hakikatte birleştiği köklü bir mihverdir. Bu mihver etrafında dönen toplum, iç çatışmadan, kargaşadan ve dağılmaktan korunur.

Sonuç ve Özet

Tevhid-i imanî (inanç birliği), sadece kişisel bir hakikat değil; toplumsal birliğin de temelidir.

Kalplerin birleşmesi (tevhid-i kulûb), inanç birliğinin doğal sonucudur.

İtikad birliği, toplumsal düzenin ve huzurun ruhudur.

Bu birlik yoksa, toplumda fitne, çatışma ve kargaşa hüküm sürer.

Bu sebeple Müslümanlar, iman birliğiyle kalplerini, kalp birliğiyle toplumlarını birleştirmelidir.

> Unutma!
Aynı Allah’a inananlar, aynı kalpte birleşmeli; aynı kalpte birleşenler, aynı ümmet olmalı.

 




Uyku ile Rüya, Ölüm ile Hayal: Gerçek ile Gayb Arasındaki İnce Hat

Uyku ile Rüya, Ölüm ile Hayal: Gerçek ile Gayb Arasındaki İnce Hat

İnsan hayatı, iki dünya arasında kurulmuş hassas bir köprü gibidir. Bu köprünün üzerinde yürürken kimi zaman uyanığız, kimi zaman ise uykudayız. Zaman olur ölümün eşiğinde dururuz, zaman olur bir hayalin içinde kayboluruz. Peki, uyku ile rüya, ölüm ile hayal arasında nasıl bir ilişki vardır? Bunlar birbirine benzer mi, yoksa sadece görünüşte mi ortaklık taşırlar?

  1. Uyku: Ölümün Kardeşi

Kur’ân-ı Kerîm, uykuyu ölümün bir nevi provası olarak tanımlar:

> “Allah, ölümleri anında nefisleri ve ölmeyenleri de uykularında alır…”
(Zümer Suresi, 42. Ayet)

Bu ayet, uykunun bir tür nefsî ayrılık olduğunu, yani ruhun bedenden kısmen ayrıldığını bildirir. Uyku sırasında ruh, sınırlı bir özgürlüğe kavuşur; bu da rüyaların doğmasına imkân tanır. Ölüm ise bu ayrılığın kalıcı ve mutlak olanıdır. Yani uyku, ölümün gölgesi gibidir; her gece yaşanır ama sabah uyanmak nasip olursa tekrar diriliş yaşanır.

  1. Rüya: Gaybın Penceresi mi, Beynin Oyunu mu?

Bilimsel açıdan, rüya; beynin REM (hızlı göz hareketi) evresinde ortaya çıkan, geçmiş yaşantılar, bilinçaltı ve dış uyaranların harmanlanmasıyla oluşan elektriksel görüntüler dizisidir. Ancak bu açıklama, her rüyanın kaynağını tam olarak izah edemez. Zira bazı rüyalar gaybî bilgi ihtiva eder, bazıları ise ilham mahiyetindedir.

Dini açıdan, rüya üçe ayrılır:

  1. Rahmanî Rüyalar – Allah’tan bir müjde veya ikaz ihtiva eder. (Örnek: Hz. Yusuf’un rüyaları)
  2. Nefsî Rüyalar – Kişinin zihinsel ve psikolojik durumundan kaynaklanır.
  3. Şeytanî Rüyalar – Vesvese, korku veya karışıklık veren rüyalardır.

Rüya, ruhun özgürlük alanıdır. Bedeni engellerin kalktığı, zaman ve mekân kayıtlarının silindiği bu âlem, aynı zamanda ölüm sonrası hayatın küçük bir örneğidir. Rüya âlemiyle ahiret âlemi arasında benzerlikler olması, uyku hâlini ölümün kardeşi yapan bir diğer işarettir.

  1. Hayal: İdrakin Ötesi mi, Ruhun Sesi mi?

Hayal, çoğu zaman gerçek olmayanla ilişkilendirilir. Oysa hayal, sadece olmayanı değil; henüz gerçekleşmemiş olanı da kapsar. Hz. Peygamber’in (sav) ifadesiyle:

> “Rüya, nübüvvetin kırk altı cüzünden bir cüzdür.”
(Buhârî, Ta’bîr, 5)

Burada “rüya”nın, vahyin bir cüzü olarak değerlendirilmesi, onun basit bir hayal ürünü olmadığını gösterir. Hayal, kimi zaman ilhamdır, kimi zaman kalbin penceresidir. Ölüm de tıpkı hayal gibi bilinmeyen bir âleme açılan bir kapıdır. Bu açıdan bakıldığında:

Hayal: Ruhun zaman ve mekânı aşan tasavvuru,

Ölüm: Ruhun beden engelinden kurtulup sonsuz âleme geçişi,

Rüya: Bu iki hâlin kesişim noktasıdır.

  1. Hikmetli Bir Denge: Uyuyup Rüya Gören, Ölüp Dirileceğine de İman Eder

Geceleri uyuyup sabah uyanan insan, her gece küçük bir ölümü yaşar. Her sabah bir dirilişe uyanır. Bu tekrar eden dönüş, insana ahireti, kıyameti, berzahı ve yeniden dirilişi hatırlatır.

> “Gece ölü gibi yatan insan, sabah dirildiğini görünce bilmelidir ki; toprağa girip tekrar kalkacağı gün de gelecektir.”
(Hikmetli bir söz)

Rüya gören insan, görmediği âlemleri kabul etmeye daha yakın olur. Hayal kuran insan, bu dünya ile sınırlı olmadığını hisseder. Ölüm, tüm bu hazırlıkların gerçek bir sonuca dönüşmesidir.

Sonuç ve Özet

Uyku, geçici bir ölüm;

Rüya, ruhun zaman dışı yolculuğu;

Hayal, ruhun sonsuzluğu sezme kapasitesi;

Ölüm ise bu geçici hallerin sonsuza açılan kapısıdır.

Dini açıdan, bu bağlantılar insanın hem dünyaya hem ahirete dair derin tefekkür etmesini sağlar.
Bilimsel açıdan ise her bir unsur beynin ve ruhun işleyişine dair ipuçları sunar.

> Unutulmamalıdır ki:
Rüya görüp uyanan, hayal kurup düşünen, her gece ölüp sabah dirilen insan; elbette ebedî bir dirilişe de hazırlanmalıdır.

 




Sahipsiz Sanan Sergerdan: İnsan, Rabbini Tanımazsa Ne Olur?

Sahipsiz Sanan Sergerdan: İnsan, Rabbini Tanımazsa Ne Olur?

“Bu âvâre nev-i beşer içinde, bu perişan fâni dünyada; insan, sahibini tanımazsa mâlikini bulmazsa ne kadar bîçare sergerdan olduğunu herkes anlar.

   Eğer sahibini bulsa mâlikini tanısa o vakit rahmetine iltica eder, kudretine istinad eder. O vahşetgâh dünya, bir tenezzühgâha döner ve bir ticaretgâh olur.”
Mektubat

Giriş: Avârelikten İstikrara

Zamanın girdabında savrulan insan, nereden gelip nereye gittiğini sorgulamadıkça; ne için yaşadığını bilmedikçe, kendini bir çölde yönsüz yürüyen bir yolcu gibi hisseder. Dünya, o zaman neşesiz bir perişanlık yurdu, hayat da manasız bir koşuşturma haline gelir. Bediüzzaman, bu hakikati derin bir veciz ifadeyle şöyle dile getirir:

> “Bu âvâre nev-i beşer içinde, bu perişan fâni dünyada; insan, sahibini tanımazsa, mâlikini bulmazsa, ne kadar bîçare sergerdan olduğunu herkes anlar.”

Sahipsizlik: Kalbin En Büyük Yalnızlığı

İnsan sahip arar; çünkü fıtratında bağlılık vardır. Sahipsizlik, en büyük boşluktur. Kendi kendine yetemeyen, ihtiyaçlarının hiçbirini bizzat karşılayamayan insan, gerçek sahibini tanımadıkça iç huzura ulaşamaz.

İnsan, yalnızca bir biyolojik varlık değildir. O, ruhuyla, kalbiyle, duygularıyla sonsuzluk isteyen, her şeyin farkında olan bir misafirdir. Bu sonsuzluk ihtiyacını ve emniyet arayışını, sadece gerçek sahibi olan Allah’ı tanımakla karşılayabilir. Aksi takdirde ruh, boşlukta sallanan bir dal gibi çırpınır durur.

Mantık: Sahibini Tanımayan, Yolunu Kaybeder

Bir köyde bile sahipsiz bir hayvanın perişanlığı görülürken, kâinat kadar büyük bir şehir olan dünyada, sahipsiz olduğunu sanan bir insanın ne kadar şaşkın ve çaresiz kalacağı açıktır.

Düşünün ki;

Kime dayanacağını bilmeyen,

Kimin merhametine sığınacağını tanımayan,

Kime hesap vereceğini unutan bir insan;
neye göre yaşar, neye göre karar verir?

İşte bu belirsizlik, insanı ya bencilliğe, ya anlamsızlığa, ya da dalalete sürükler. Oysa sahibini tanıyan insan; rotasını kaybetmez, istikameti bellidir, hedefi ebedîdir.

İltica ve İstinad: Kurtuluşun Yolu

> “Eğer sahibini bulsa, mâlikini tanısa; o vakit rahmetine iltica eder, kudretine istinad eder.”

Bu cümle, insanın iki temel ihtiyacını karşılayan iki kudsî dayanağı işaret eder:

İltica: Merhamete sığınma

İstinad: Güce dayanma

İnsan zayıftır, korkar; belalara karşı dayanaksızdır. İşte bu acziyetin ilacı, Allah’ın rahmetine sığınmak ve kudretine dayanmakla bulunur. İşte o zaman, dünya bir “vahşetgâh” (korku yurdu) olmaktan çıkar; bir tennezzühgâha (dolaşma ve ibret alma yerine) ve ticaretgâha (kazanç yeri) dönüşür.

İbret: Dünya ya Vahşetgâh ya Ticaretgâh

Allah’ı tanımayan için dünya;

Vahşet yurdudur: Her şey korkutucudur, belirsizdir.

Fâni pazardır: Hiçbir şey kalıcı değildir, elden çıkar.

Sergerdan bir sahnedir: Ne nereden geldiği, ne nereye gittiği bellidir.

Ama Allah’ı tanıyan için dünya;

Tenezzühgâhtır: İbretle dolaşılacak bir sanat sergisidir.

Ticaretgâhtır: Ebedî âleme yatırım yapılan bir pazardır.

Misafirhane-i Rahmân’dır: Her şey Rahmân’ın izniyle hizmet eden nimetlerdir.

Sonuç: Sahibini Tanıyan Hürdür, Tanımayan Sürgündedir

Sahibini tanıyan insan;

Kalbinde emniyet duyar.

Hayatına istikamet bulur.

Korkuların yerini tevekkül alır.

Sahipsizlikten doğan yalnızlıktan kurtulur.

Dünya onun için sadece bir durak olur, menzil ebediyete döner.

Ama sahibini tanımayan insan, görünüşte özgür gibi olsa da; nefsin esiri, şeytanın oyuncağı ve dünyanın sürgünü haline gelir.

Özet:

İnsan, sahibini tanımazsa, dünyada şaşkın ve sahipsiz bir yolcu gibi olur.

Allah’ı tanımak, insana hem sığınacak bir rahmet, hem dayanacak bir kudret verir.

Bu tanıma ile dünya, vahşet yurdu olmaktan çıkar, tenezzüh ve ticaret yurduna dönüşür.

Sahibini tanıyan insan, hem dünyasını hem ahiretini mamur eder; tanımayan ise sergerdan kalır.

> Son söz:
“Sahibini bulan, kendini bulur. Sahibini unutan, hem kendini kaybeder, hem hayatını.”

 




Sultan-ı Kâinat: Her Şeyin Sahibine Dayanan Kurtulur

Sultan-ı Kâinat: Her Şeyin Sahibine Dayanan Kurtulur

Giriş: Çoklukta Boğulmak mı, Bir’e Dayanmak mı?

Dünya hayatı, karmaşık ihtiyaçlarla ve bitmek bilmeyen korkularla örülü bir yolculuktur. İnsanoğlu her an bir şey ister, her an bir şeyden korkar. Kimi zaman rızık derdine düşer, kimi zaman hastalıktan endişelenir. Kimi zaman insanlardan medet umar, kimi zaman da olayların altında ezilir. Bu dağınıklık ve çaresizlik içinde hakiki bir dayanak, sarsılmaz bir dayı arar durur. İşte Bediüzzaman, bu noktada bize kainatın en temel gerçeğini fısıldar:

> “Sultan-ı kâinat birdir. Her şeyin anahtarı onun yanında, her şeyin dizgini onun elindedir. Her şey onun emriyle halledilir. Onu bulsan her matlubunu buldun; hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtuldun.”

Tevhid: Dağınıklıktan Birliğe

Bu cümlelerin özü “tevhid”dir; yani Allah’ın birliği ve her şeyin doğrudan O’nun tasarrufunda olduğu hakikati. İnsan, eğer kainattaki her şeyi sebeplere bağlarsa, sayısız güç merkezinin, tesadüflerin, kuvvetlerin esiri olur. Halbuki gerçek şudur: Her şeyin hakiki sahibi ve hâkimi Allah’tır.

Bir çiçek açarken Allah’ın emriyle açar. Güneş O’nun izniyle doğar. Kalbin atışı, rızkın gelişi, ölümün gelişi hep O’nun takdiriyle olur. Sebepler sadece birer perdedir; işin aslı “Sultan-ı Kâinat”ın iradesindedir.

Mantık: Anahtarı Elinde Olanı Bulmak Yeterlidir

Düşünün: Koca bir saraya girmek için bin kapıyı tek tek zorlamaktansa, anahtarı elinde tutan tek kişiyi bulmak daha kolay ve mantıklıdır. İşte hayat da böyledir. Her kapının anahtarı ayrı kişideymiş gibi dağınık bir zihinle yaşamak insana ağır gelir. Fakat her şeyin anahtarının bir elde olduğunu bilmek ve o Zât’a yönelmek; insanı derin bir huzura ve güvene taşır.

İnsan, Allah’ı bulduğunda;

Korkularına siper bulur.

Minnetlere karşı izzet kazanır.

Kaygılara karşı tevekkül silahını kuşanır.

Belirsizliklere karşı ebedî bir rehber edinir.

İbret: Minnetlerin Köleliğinden Kurtulmak

İnsan, ihtiyaçlarını gidermek için bazen insanların kapısında eğilir, izzetini zedeler. Çoğu zaman karşılık bile göremez. Hâlbuki Bediüzzaman der ki:

> “Onu bulsan her matlubunu buldun; hadsiz minnetlerden kurtuldun.”

Allah’a yönelen, insanların rızasına değil, Allah’ın rızasına talip olur. Kalbinin kıblesi değişince, kimseye boyun eğmeye, kimsenin gönlünü hoş etmeye çalışmaya muhtaç kalmaz. Böylece izzetli bir kulluk, hür bir hayat başlar.

Hikmet: Korkuların Yerini Güven Alır

Hayat, bilinmezliklerle dolu olduğu için insan korkularla yaşar. Geleceğin meçhullüğü, hastalıklar, afetler, fakirlik ve ölüm korkusu… Bu korkulara karşı hangi kapıdan medet umacağız?

> “Her şey onun emriyle halledilir.”
Bu cümle, kalbi Allah’a dayayan bir mü’minin hiçbir şeyden korkmaması gerektiğini öğretir. Çünkü bir Zât var ki, kainattaki her şey O’nun emriyle işler. O dilemeden yaprak bile kıpırdamaz.

Sonuç: Bir’i Bulan, Her Şeyi Bulur

İnsan ne zaman Allah’ı tanırsa, dünya da ahiret de ona hizmetkâr olur. Çünkü artık karanlık içinde yolunu el yordamıyla bulan biri değil, ilahi bir Nur’a sarılan biridir. Allah’ı bilen, her şeyin sahibini bilmiştir. Her kapıyı açacak anahtarı bulmuştur. Ve o anahtarla bütün korkuların, sıkıntıların, kaygıların kilidi çözülecektir.

Özet:

Tevhid, insanı dağınıklıktan ve karmaşadan kurtarıp huzura eriştirir.

Allah, her şeyin anahtarı ve dizginine sahip olandır.

Allah’ı bulan, başka kapı çalmaya muhtaç olmaz.

İnsanları razı etmeye çalışmanın yerine, sadece Allah’ı razı etmeye yönelir.

Böylece minnetten, korkudan, zillet ve endişeden kurtulur.

“Sultan-ı Kâinat birdir.” Hakikati, hem bir tevhid dersi, hem de bir özgürlük manifestosudur.

> Son söz:
Bir’e dayanan, her şeyle baş eder. Çoklara bel bağlayan ise, hiçbir zaman huzur bulamaz.