Peygamber Sevgisi Kırmızı Çizgimizdir: Hakaretin Masumlaştırılmasına Geçit Yok

Peygamber Sevgisi Kırmızı Çizgimizdir: Hakaretin Masumlaştırılmasına Geçit Yok

Zırva tevil götürmez.

Herhangi bir milletin en hassas değerleri, o milletin ortak vicdanının merkezidir. Türkiye gibi Müslüman bir memlekette ise bu değerlerin başında Kur’ân-ı Kerîm’e saygı ve Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’e (s.a.v.) sevgi gelir. Bu iki sütun, bin yıldır bu milleti ayakta tutmuş; onun medeniyet, feraset ve sabırla yoğrulmuş manevî bünyesini korumuştur.

Bugün bu değerlere karşı yapılan her saldırı, yalnızca bir inanç grubunu hedef almamakta; bilakis milletin bütünlüğüne, tarihine ve istikbaline kast etmektedir. Leman dergisinin yayınladığı ve Hz. Muhammed (s.a.v.) ile Hz. Musa’nın (a.s.) isimlerini açıkça kullanarak yaptığı karikatür, sıradan bir “çizim” değildir. Bu, bir hakaretin, alaycılığın ve sinsice provoke etmenin görüntüsüdür. Peygamberlerin isimlerini taşıyan çocukları resmettiğini iddia ederek yapılan “masumlaştırma” ise sadece zehri bal ile sunmaktır. Çünkü:

Zehiri bal ile sunmak, daha tehlikeli bir suikasttır.

CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in yaptığı açıklama ise milletin aklıyla alay etmekten başka bir şey değildir. “Gökyüzünde tanışan çocuk melekler” ifadesiyle bir yandan duygusallık katmaya çalışırken, diğer yandan Peygamberimizin isminin karikatürize edilmesini meşrulaştırmaya çalışmak, aslında açık bir provokasyona çanak tutmaktır.

İnsanımız bu çelişkiyi gayet iyi görmektedir. Çünkü bu topraklarda her çocuk, daha küçük yaşta Mevlânâ’nın şu beyitini öğrenerek büyür:

> “Men bende-i Kur’anem eger cân dârem,
Men hâk-i reh-i Muhammed muhtârem.”

“Ben Kur’an’ın kölesiyim, Hz. Muhammed Mustafâ’nın (sav) ayağının tozu toprağıyım.”

Bu topraklarda, Peygamber Efendimiz’in ismi saygıyla anılır, onun sözüyle tartılır, onun izinden yürünür. Bu milletin mayasında “Muhammed” ismi vardır. Ona uzanan her dil, aslında bu milletin ta kalbine saplanan bir hançerdir. Kimse bunu “ifade özgürlüğü” ya da “sanat” maskesiyle örtbas edemez.

İçimizdeki Kriptolar ve Provokatörler

Bu tür hakaret içerikli saldırılar, çoğunlukla yalnız yapılmaz. Arkasında iyi örgütlenmiş bir sosyal ve ideolojik zemin vardır. İsrail’in Gazze’deki zulmüne karşı dünya kamuoyunda yükselen tepkiler, bir şekilde iç tartışmalarla gölgelenmek istenmektedir. Kripto yapılar, içimizdeki piyonlarını harekete geçirerek, milletin dikkatini dış düşmandan iç kargaşaya çevirmeye çalışmaktadır.

Tarih tekerrür etmektedir. Bir asır önce, dinin toplumsal hayattaki tesirini kırmak isteyen zihniyet, şimdi bu milletin peygamber sevgisini hedef almaktadır. PKK gibi silahlı terör örgütleriyle mücadele edilirken, aynı ölçüde fikir ve inanç terörüne karşı da mücadele edilmelidir.

Müslüman mahallesinde salyangoz satmak ne demekse, İslam’ın kutsallarına dil uzatmak da o kadar aşağılık ve kışkırtıcıdır. Üstüne üstlük bunu alenen yapmak ve ardından “ama”larla başlayan açıklamalarla suçu masumlaştırmak, halkın aklıyla, sabrıyla ve vicdanıyla oynamaktır.

Devlet Sessiz Kalmamalıdır

Bu noktada görev yalnızca halkın değil, devleti yönetenlerin de omuzlarındadır. Müslüman bir milletin hakkını korumakla yükümlü devlet erkanı; “bu kabul edilemez” gibi süslü ama etkisiz ifadeler yerine, kararlı bir duruş sergilemeli, gereken yaptırımları derhal uygulamalıdır.

Bu tür hakaretlerin cezasız kalması, yeni provokasyonlara davetiye çıkarmaktır. Hukuki düzenlemeler bu alanı açık bırakmamalıdır. Toplumun sinir uçlarıyla oynamak, basit bir “ifade özgürlüğü” meselesi değildir. Bu, milletin birliğini bozmaya yönelik bir kalkışmadır.

Sonuç: Peygamberimiz Bizim Onurumuzdur

Bu millet, tarih boyunca imanıyla yükseldi. Onun en kıymetli hazinesi, Peygamberine duyduğu sevgidir. Bu sevgi; şiirlere, destanlara, gözyaşlarına sığmayacak kadar derindir. Ona uzanan dil, bir milletin onuruna uzanmış demektir.

Sözümüz nettir:

> Hz. Muhammed (s.a.v.)’e dil uzatmak, milletin kalbine hançer saplamaktır.
Bu millet o hançeri çıkarır ve sahibini asla affetmez.

Zehirli dillerin susması için artık gerekli hukuki, sosyal ve siyasal adımlar atılmalı; bu milletin değerleri siyasi hesaplarla kurban edilmemelidir. Çünkü bu millet, peygamber sevgisiyle var olmuştur, onun davasını yaşatmakla diridir.

Özet

Leman dergisinin Hz. Muhammed (s.a.v.) ve Hz. Musa’yı (a.s.) isimleriyle resmettiği karikatür, açık bir hakarettir. CHP lideri Özgür Özel’in bu hakareti meşrulaştıran yorumu ise halkın aklıyla alay etmektir. Bu olay, milletin iki kutsal değeri olan Kur’an’a saygı ve Peygamber sevgisine yönelik sinsi bir saldırıdır.
İsrail’in içimizdeki piyonları bu tür provokasyonlarla toplumu bölmek istemektedir. Devlet bu saldırılara karşı etkili yaptırımlar uygulamalı, milletin değerlerini korumalıdır. Çünkü bu millet, peygamber sevgisiyle yaşayan bir millettir. O sevgiye uzanan her dil, karşılığını mutlaka bulacaktır.

 




İlim, İrfan ve Hikmet Üçgeninde Üç Yolun Barışı

İlim, İrfan ve Hikmet Üçgeninde Üç Yolun Barışı

“Ehl-i medrese, ehl-i mekteb, ehl-i tekkenin musâlahalarıdır. Tâ, temâyül ve tebâdül-ü efkâriyle lâakall maksadda ittihad eylesinler. Teessüf ile görülüyor ki: Onların tebâyün-ü efkârı, ittihadı tefrik ettiği gibi; tehâlüf-ü meşâribi de, terakkiyi tevkif etmiştir. Zira herbiri mesleğine taassub, başkasının mesleğine sathiyeti itibariyle tefrit ve ifrat ederek; biri diğerini tadlil, öteki de berikini techil eyliyor.”
Münâzarât

İslâm toplumunun ilim, düşünce ve maneviyat zemininde yükselmesi; yalnızca teknik gelişmelerle değil, fikir, kalp ve ruh dünyasının ahenkli bir uyum içinde işlemesiyle mümkündür. Ne var ki, tarihin birçok döneminde; ehl-i medrese, ehl-i mektep ve ehl-i tekke arasında olması gereken barış ve iş birliği, yerini anlaşmazlık, dışlama ve ayrışmaya bırakmıştır.

Üç Zihniyet, Üç Kanat

Ehl-i Medrese: Dini ilimlerle meşgul olup şer’î ve aklî ilimleri müzakere eden, ümmetin fıkhî ve akaidî ihtiyaçlarını karşılayan bir ilim sınıfıdır.

Ehl-i Mektep: Daha ziyade fen, felsefe, pozitif bilimler ve modern düşünce ile meşgul olan, akıl ve deney alanında ilerlemeyi esas alan zümredir.

Ehl-i Tekke: Kalp ve ruh eğitimini ön plana çıkaran, tasavvuf yoluyla insanın iç âlemini arındırmayı hedefleyen gönül ehli topluluktur.

Bu üç grup, temelde farklılık gösterse de hakikatin ayrı ayrı pencerelerinden bakarak aynı güneşe işaret ederler. Ne var ki, taassup, ön yargı, ben merkezlilik ve cehaletle yoğrulmuş bir sathilik, bu üç grubun arasında olması gereken yardımlaşma ve temayülün yerini, düşmanlığa ve küçümsemeye bırakmıştır.

Birlik Yerine Dağınıklık: Terakki Yerine Tevkif

Bediüzzaman’ın ifadesiyle:

> “Teessüf ile görülüyor ki: Onların tebâyün-ü efkârı, ittihadı tefrik ettiği gibi; tehâlüf-ü meşâribi de, terakkiyi tevkif etmiştir.”

Yani fikir ayrılıkları, ittifakı dağıtmış; meşrep farklılıkları da ilerlemeyi durdurmuştur. Bu durum, hem içtimâî yapının zaafa uğramasına, hem de dinin güzelliklerinin toplumda yeterince yansıyamamasına sebep olmuştur. Halbuki bu farklı yollar birbirini tamamlayıcıdır, çelişen değil.

Her Meslek Kendi Penceresinden Bakınca…

Ehl-i medrese, ehl-i mektebi dine uzak görerek tadlil (dalalette görme) etmiş;
Ehl-i mektep, ehl-i tekkeyi ilimsizlikle, ehl-i medreseyi çağdışılıkla suçlamıştır;
Ehl-i tekke ise bazen mektep ehline dünyevîlik, medrese ehline de kalpsizlik isnadında bulunmuştur.

Bu tavırların ardında sathî bakış, derinlikten yoksunluk ve hakikatın sadece kendi mesleğinde olduğunu zannetmek yatmaktadır. Bu da ifrat ve tefriti doğurmuş, itidali yok etmiştir.

Ne Yapmalı?

Bediüzzaman’ın çözüm önerisi nettir:

> “Tâ, temâyül ve tebâdül-ü efkâriyle lâakall maksadda ittihad eylesinler.”

Yani fikir alışverişiyle, karşılıklı temayül ve anlayış geliştirerek, hiç değilse hedefte birlik sağlansın. Zira maksat birdir: Allah’ın rızasını kazanmak, toplumun maddî ve manevî yükselmesini temin etmektir.

Ehl-i medrese, şeriatın muhafızı,
Ehl-i mektep, toplumun ilerleyişine vesile,
Ehl-i tekke, kalplerin terbiyecisi ve iç huzurun mimarıdır.

Bu üçü birlikte çalıştığında, milletin manevî vücudu tamam olur. Aksi halde, vücudun bir organı diğerini inkâr eder, bedende denge kalmaz.

Özet

Münâzarât’ta geçen bu pasaj, ümmetin farklı ilim ve meşrep sahiplerinin ayrışmasının, gelişmeyi durdurduğunu ifade eder. Ehl-i medrese (din ilimleri), ehl-i mektep (modern ilimler) ve ehl-i tekke (tasavvuf ve kalbî marifet) aslında birbirine muhtaç üç ana kaynaktır. Bunların düşmanlık değil dayanışma içinde olması gerekir. Bediüzzaman bu birlikteliği, farklılıkları zenginliğe çevirme davası olarak görür ve bizi maksatta ittihada davet eder.

 




Hakkın Senfonisi ve Tantana Gürültüsüne Sabır

Hakkın Senfonisi ve Tantana Gürültüsüne Sabır

Bediüzzaman Said Nursî’nin Münâzarât eserinde geçen şu veciz ifadeler, hakikatin sükûnetle işleyen kudsî yürüyüşü ile, batılın gürültücü ve geçici tantanası arasındaki derin farkı gözler önüne serer:

> “Evet, evet… neam, neam… Sivrisinek tantanasını kesse, bal arısı demdemesini bozsa; sizin şevkiniz hiç bozulmasın, hiç teessüf etmeyiniz. Zira, kâinatı nağamatıyla raksa getiren hakaikın esrarını ihtizaza veren mûsika-i İlâhiye hiç durmuyor. Mütemadiyen güm güm eder.”

Bu söz, hak yolunda gidenlerin karşılaştıkları engellere, boş gürültülere, yersiz itirazlara ve karartma çabalarına karşı gösterilmesi gereken tavrı tarif eder: sükûnet, sabır ve istikamet. Çünkü hakikatin sesi, kâinat çapında bir ilahî senfoni gibidir. Batılın tantanası ise sivrisineğin vızıltısı kadar bile değer taşımaz.

  1. Tantana Gürültüsü ve Hakikat Sessizliği

Sivrisinek ile bal arısı karşılaştırması, ne kadar da yerinde bir temsil. Sivrisinek, sesiyle rahatsız eder ama özü boştur. Bal arısı ise sessizce çalışır, ürün üretir, şifa taşır. Lakin sivrisinek çok ses çıkarır; bal arısı sessizce iş görür.

Bu da gösteriyor ki, hakikat çoğu zaman sessizdir, sakin ve derinden yürür. Batıl ise sesle var olmaya çalışır. Çünkü sesi kesilse, varlığı da kaybolur. Bu yüzden hak yolunda olanlar, etrafı saran tantana, dedikodu, iftira ve küçümsemeler karşısında yolundan şaşmamalıdır.

  1. İlâhî Mûsika: Kâinatta Devam Eden Hakikat Melodisi

Bediüzzaman’ın “mûsika-i İlâhiye” ifadesi, kâinattaki düzenin, ahengin ve sürekli devam eden hikmetli işleyişin şiirsel bir tasviridir. Yıldızların hareketi, gezegenlerin ahengi, mevsimlerin dönüşü, tohumların çatlayışı ve kalplerin atışı… Hepsi bu mûsika-i İlâhiye’nin birer notasını temsil eder.

Bu melodi, hakikatin ve ilahî kudretin asla durmayan, şaşmayan, bitmeyen varlığıdır. Her şey Allah’ın emriyle işler, her şey O’nun ismiyle hikmet kazanır. İşte bu yüzden, hak yolda olanlar bilmelidir ki: onlar bu İlâhî senfoninin bir parçasıdır. Ve bu senfoni asla susmaz.

  1. Şevki Kıran Gürültüye Karşı Manevî Direnç

Bediüzzaman’ın şu tesellisi çok manidardır:
“Sizin şevkiniz hiç bozulmasın, hiç teessüf etmeyiniz.”

Yani küçük bir itiraz, bir küçümseme, bir sosyal medya karalaması ya da bir siyasi söylem, hakikat yolcusunun kalbindeki heyecanı söndürmemelidir. Çünkü bu yolculuk, sivrisinek sesine değil, arş-ı âlâdan gelen kudsî çağrıya kulak verir. O çağrı, hakikatin sesidir ve hiçbir engel onu susturamaz.

Bugün de böyledir: Hak için çalışan bir insan, ne kadar güzel işler yaparsa yapsın, mutlaka karşısına boş ve zararlı sesler çıkar. Lakin unutulmamalıdır ki hakikat sabır ister. Zira hakikat gürültüyle değil, tevazu ile taşınır.

  1. Arının Sessizliği, Balın Lisanıdır

Bal arısı çok konuşmaz. Lakin yaptığı bal, insanlığın şifasıdır. İşte hak yolda olan da çokça konuşmak yerine, hikmetli ve faydalı işler üretmelidir. Onun en güçlü dili, yaptığı hizmettir. İnsanların kalbine hakikat balını taşıyabilmek, sivrisineklerle uğraşmakla değil, arının kararlılığı ve sabrıyla olur.

Her tantana geçer; fakat bal kalır. Her yalan söner; fakat hakikat parlar. Her iftira unutulur; fakat sâlih amel göğe yükselir.

Sonuç: Güm Güm Eden Hakikat, Asla Susmaz

Bediüzzaman’ın tabiriyle, “mûsika-i İlâhiye hiç durmuyor, mütemadiyen güm güm eder.” Bu, Allah’ın kudretinin, hikmetinin ve hakikatinin daima iş başında olduğunu ifade eder. Batılın tantanası geçicidir. Gölge gibidir; hakikatin arkasında yürür. Hak ise özüyle parlar.

Bu nedenle, hak yolda olanlar; seslerin, tepkilerin, karalamaların, engellerin şevklerini kırmasına izin vermemelidir. Çünkü onlar Allah’ın kudret melodisinin bir parçasıdır. O senfoni, hiçbir zaman susmaz. O ses, her an “Hakk geldi, bâtıl zail oldu” der.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “Sivrisinek tantanasını kesse, bal arısı demdemesini bozsa…” ifadeleri çerçevesinde, hak ile batılın temsili karşılaştırması yapıldı. Hakikatin sessiz fakat derin etkisi, batılın ise çok sesli ama yüzeysel yapısı anlatıldı. Müslümanların, İlâhî düzenin sürekli işleyişinden güç alarak, tantanalara aldırmadan yollarına devam etmeleri gerektiği belirtildi. Hakikat, İlâhî mûsika gibi asla durmaz; bâtıl sesini kesse de, o güm güm etmeye devam eder.

 




Siyasî Değişim Karşısında Din Korkusu ve Taklidin Zayıf İnancı

Siyasî Değişim Karşısında Din Korkusu ve Taklidin Zayıf İnancı

Bediüzzaman Said Nursî’nin Münâzarât adlı eserindeki şu keskin tahlil, siyasî ve toplumsal dönüşümler karşısında gösterilen dinî reflekslerin mahiyetini derin bir şekilde sorgular:

> “İnkılâb-ı siyasî cihetiyle dininden havf eden adamın dinde hissesi; beytü’l-ankebût gibi zayıf düşmüş cehalettir, onu korkutur.. takliddir, onu telaşa düşürttürür. Zira itimad-ı nefsin fıkdanı ve aczin vücudu cihetiyle, saadetini yalnız hükûmetin cebinden zannettiğinden; kalbini, aklını da hükûmetin kesesinden tahayyül eder, korkar.”

Bu ifade, hakiki din ile şekilci taklit din anlayışı arasındaki farkı gösterdiği gibi, kişisel inanç olgunluğunun siyasî gelişmeler karşısındaki sabır ve metanet üzerindeki etkisine de işaret eder. Bu yazıda bu hikmetli cümleleri merkeze alarak birkaç önemli meseleyi ele alacağız: Taklit imanı, siyasetten kaynaklı din korkusu, devlet-din ilişkisi, ve kişilik inşasında iman-şuur bağı.

  1. Dinî Endişenin Gerçek Kaynağı: Taklit ve Cehalet

İnsanı inkılaplardan korkutan şey çoğu zaman değişimin kendisi değil, zihnindeki belirsizliklerdir. Eğer bir insan, dinini hakkıyla tanımamışsa, yani taklitten öteye geçememişse; dinin kökleri onun benliğine inmeyip sadece geleneksel bir kalıba sıkışmışsa, en ufak siyasî değişimde paniğe kapılır. Zira onun din anlayışı, kendi iç muhkemliğine değil, dış yapılarla ayakta durmaktadır.

Bediüzzaman bu durumu beytü’l-ankebût yani “örümcek ağına benzeyen zayıf bir inanç” olarak tasvir eder. Kur’ân-ı Kerim de aynı benzetmeyi kullanır:
“Evlerin en zayıfı şüphesiz ki örümcek evidir.” (Ankebut, 41)

Taklit, akıl yürütmeden, sorgulamadan, derinlemesine anlamadan inanma halidir. Bu tür bir iman, dış desteğe bağımlıdır; içten bir dayanıklılık üretmez. Bu yüzden taklit imanı, dış koşullarla sarsılır; iktidar değişse din de zarar görecek zanneder.

  1. Din Hükümetten Gelmez, Hükümetle Gitmez

Bediüzzaman burada çok kritik bir yanlış anlayışı teşhir eder: “Saadetini yalnız hükûmetin cebinden zannetmek.” Yani dinî yaşantının, ahlâkın, hatta hidayetin kaynağını devlet zanneden bir zihin yapısı.

Bu anlayış, dinin kaynağını Allah yerine devlette görmek gibi bir sapmadır. Hâlbuki Kur’an ve Sünnet, dinin kaynağının ilahi vahiy olduğunu açıkça bildirir. Devlet dine hizmet eder, dinin kaynağı olmaz.

Eğer bir toplumda dinin muhafazası, sadece mevcut sistemin ayakta kalmasına bağlı görülüyorsa, bu dine değil sisteme tapınma tehlikesidir. Oysa hakiki iman; iktidarlar yıkılsa da, rejimler değişse de ayakta kalır. Sahabe, zorluk ve işkence içinde yaşadığı hâlde imanından taviz vermedi. Çünkü onların imanı, kalbin derinliğinde kökleşmişti; bir makamdan, bir düzenin varlığından değil.

  1. Acz, Korku ve İman Güvenliği

Bediüzzaman bu korkunun kaynağını “itimat-ı nefsin fıkdanı ve aczin vücudu” şeklinde açıklar. Yani kişi, kendine güvenmediği için dış yapıları destek olarak görür. Bu da acziyetin bir tezahürüdür.

Oysa iman, sahibine özgüven kazandırır. “Benim Rabbim var” diyen bir kalp, fırtınalar karşısında bile sarsılmaz. Nitekim Hz. İbrahim, Nemrut’un ateşi önünde; Hz. Musa, Firavun’un ordusu karşısında sarsılmadı. Çünkü iman, onları devletten ya da dış yardım değil, Allah’a dayanarak ayakta tuttu.

  1. Fikir Özgürlüğü ve Şuurla Dindarlık

Siyasî dönüşümler, inanç sahipleri için bir turnusol görevi görür. Kimisinin inancının derinliğini ortaya çıkarır; kimisinin de inancının yüzeyselliğini. Dini hakikaten bilen ve yaşayan, siyasî türbülanslarda sabitkadem olur. Taklit ehli ise ya paniğe kapılır ya da saf değiştirir.

Gerçek dindarlık, siyasî atmosferin sıcaklığına göre şekil alan bir kılık değil, her şartta sabit kalan bir duruştur. Bunun için bireyin inancını derinleştirmesi, cehaletten kurtulması ve dinî hakikatleri bizzat araştırarak, düşünerek, kalbine sindirerek öğrenmesi gerekir.

Sonuç: Hakiki İman Değişimlerden Korkmaz

Siyasî inkılaplar, rejim değişiklikleri veya iktidar devirleri, hakiki imanı etkilemez. Ancak taklit ehli için her değişim bir tehdit gibi görünür. Çünkü onlar dinin gücünü değil, sistemin himayesini din zanneder. Oysa din, Allah’ın koruması altındadır. Onun sahibi Allah’tır. İman, devletten değil, Kur’an’dan ve Resûlullah’tan alınır.

Bu yüzden hakiki mü’min; imanını siyasî sistemlerden değil, ilahî kelamdan alır. Bu iman neyle beslendiğini bilir. Böylece kalbi hükûmetin kesesinde değil, Rabbin rahmetinde bulur.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “İnkılâb-ı siyasî cihetiyle dininden havf eden adamın dinde hissesi beytü’l-ankebût gibidir” sözünden hareketle; siyasî değişimlere karşı duyulan dinî korkuların temelinde taklit, cehalet ve özgüven eksikliğinin yattığı anlatıldı. Gerçek imanın dış desteklere değil, iç şuur ve hakikate dayandığı belirtildi. İmanın gücü, iktidarlardan değil, Rabbin yardımından gelir. Bu nedenle dinin dayanağı hükümet değil, Kur’an ve sünnettir. Hakiki iman değişimlerden korkmaz, aksine değişen şartlarda bile hakikate sımsıkı sarılır.

 




Hakikat Mihengi ve Fikrin Sorumluluğu

Hakikat Mihengi ve Fikrin Sorumluluğu

“Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet kimse demez ayranım ekşidir.

   Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mehenge vurunuz. Eğer altın çıktı ise kalbde saklayınız. Bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz gönderiniz.”
Münâzarât

İnsanoğlu her daim sözlerle, fikirlerle, davetlerle muhataptır. Tarih boyunca hak da batıl da dille yayılmış, kalplere sözle girmiştir. Ne var ki her söz hakikat değildir. Her konuşan hak söylemez. Ve her güzel söz, sahibinin güzel niyetli olduğunun delili değildir. İşte bu noktada Bediüzzaman Said Nursî’nin Münâzarât’ta söylediği şu cümleler, sadece bir nasihat değil, adeta bir çağlar üstü uyarıdır:

> “Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür… Mihenge vurmadan almayınız… Hattâ benim sözümü de… mihenge vurunuz.”

Bu sözler, fikirdeki istikameti, hakikatteki sadakati ve şahısta değil sözde aranması gereken ölçüyü gösterir. Şimdi bu hikmetli beyanların penceresinden ibretli bir yolculuğa çıkalım.

  1. Suret-i Hak: Batılın En Tehlikeli Kıyafeti

Bir müfsidin “Ben fesatçıyım” demesi mümkün değildir. Çünkü zarar vermek isteyenler çoğu zaman maske kullanır. Ya suret-i haktan görünerek aldatırlar, ya da gerçekten bâtılı hak zannedecek kadar gafildirler. Her iki durumda da sonuç ifsattır. Bu da gösterir ki bir sözün doğru olup olmadığı, onu kimin söylediğine bakılarak değil; hakka uygunluğuna göre değerlendirilmelidir.

Söze değil, delile; şahsa değil, hakka bakmak gerekir. Bu yüzden dinimizde “adalet-i mahza”, “delil”, “şahitlik” gibi kavramlar, şahsi görüşlerin ve zanların önüne geçmiştir. Aksi halde, toplumlar şahıslar üzerinden hüküm vermeye başlarsa, hakikat değil itibar kazanır.

  1. Miheng: Fikrî Altın Testi

Bediüzzaman’ın kullandığı “miheng” benzetmesi, son derece derindir. Miheng taşı, altının saflığını test eden bir araçtır. Aynı şekilde insan da her duyduğu sözü doğrudan kalbine almamalı, önce aklın ve hikmetin mihengine vurmalıdır. Söz hak mıdır? Delili var mıdır? Neticesi hayır mıdır? Bu sorular mihengin ölçüleridir.

Sadece kötü niyetli kişilerin sözleri değil, iyi niyetli fakat bilgisiz veya yanılmış kişilerin sözleri de ifsada yol açabilir. Bu da gösteriyor ki iyi niyet, yanlışın mazereti olamaz. Bilmeden yapılan bir hata da zarardır; farkla ki, bu zararın bir bahanesi olabilir ama sonucu değişmez.

  1. Eleştirel Akıl: Sadakatten Doğan Şüphe

Modern çağda her fikir, bir kanaat pazarı gibi dolaşıyor. Sosyal medyada, meydanlarda, kürsülerde pek çok söz ve iddia havada uçuşuyor. Bunların bir kısmı suret-i haktan görünür; hatta kimi zaman dindarlık, vatanperverlik, insan hakları gibi yüce değerlerin ardına gizlenir.

Bediüzzaman’ın kendi sözü için bile “Benim sözümü de mihenge vurun” demesi, bu çağın müslümanına bir ders niteliğindedir. Bu söz, kendi nefsini bile sorgulayan bir adalet anlayışının tezahürüdür. Gerçek sadakat, sorgusuz kabullenmek değil, samimi ve yapıcı şekilde test etmektir.

  1. Kalbi Muhafaza: Söz Kalbe Girmeden Önce Aklın Eşiği

Her sözün doğrudan kalbe girmesi, duyguların rehin alınmasına yol açar. Hâlbuki İslam, aklı bir mihenk taşı olarak görür. Kur’ân defalarca “Aklınızı kullanmaz mısınız?” diye sorar. Aklı bypass edip doğrudan kalbe seslenen, duygusal coşkunlukla sahte davalar üreten her çağrı, potansiyel bir fitnedir.

Bu yüzden Bediüzzaman, sözün “hayalin elinde kalmasını”, yani hemen hazmedilmemesini ister. Söz, duygulara değil önce zihne misafir olmalı; orada test edilmeli, sonra kalbe geçmelidir. Altın çıkarsa saklanmalı, bakır çıkarsa iade edilmelidir.

Sonuç: Hakkaniyetli Şüphe, Emniyetli Akıl

Bediüzzaman’ın bu hikmetli beyanı, sadece siyasi ya da sosyal meseleler için değil; bireyin hayatındaki her karar, her fikir, her söz için geçerlidir. Günümüzde bilgi kirliliği, fikir anarşisi, sosyal medya yönlendirmeleri altında birey, “söz”le imtihan edilmektedir.

Bu yüzden kalbin kapısını herkese açmamak gerekir. Çünkü kalp, iman evidir. Ona ancak altın sözler girebilir. Ve altın söz, sadece güzel söylenen değil; hakikate uygun olan sözdür.

Özet:

Bu makalede “Hiçbir müfsid ben müfsidim demez” sözünden hareketle, fikirlerde sahte hak görünümünün nasıl ifsada yol açtığı anlatıldı. Bediüzzaman’ın “miheng” tavsiyesiyle, her sözün kalbe girmeden önce akıl terazisinde tartılması gerektiği anlatıldı. İyi niyetli bile olsa delilsiz sözlerin tehlikesine dikkat çekildi. Hakikatin kişiye değil delile ve neticeye göre anlaşılacağı belirtildi. Kalbi, sadece hakikatle süslemek gerektiği fikri öne çıkarıldı.

 




Hakkın Hatırı ve Hüsn-ü Zan Sınavı

Hakkın Hatırı ve Hüsn-ü Zan Sınavı

“Evet hakkı tanıyan, hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmez. Zira, hakkın hâtırı âlîdir. Hiçbir hâtıra feda edilmemek gerektir. Fakat şu hüsn-ü zannınızı kabul etmem. Zira, bir müfside, bir dessasa hüsn-ü zan edebilirsiniz. Delil ve âkibete bakınız.”
Münâzarât

İnsanlık tarihi boyunca hak ile batılın mücadelesi, sadece meydanlarda değil, kalplerin ve niyetlerin derinliklerinde de yaşanmıştır. Bediüzzaman Said Nursî’nin Münâzarât eserindeki şu veciz ifadeler, bu mücadelenin nazik bir noktasına işaret eder:
“Evet hakkı tanıyan, hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmez. Zira, hakkın hâtırı âlîdir. Hiçbir hâtıra feda edilmemek gerektir. Fakat şu hüsn-ü zannınızı kabul etmem. Zira, bir müfside, bir dessasa hüsn-ü zan edebilirsiniz. Delil ve âkibete bakınız.”

Bu cümle, hakkı tanımanın ve onu her şeyin önünde tutmanın bir iman ve vicdan borcu olduğunu ortaya koyarken; aynı zamanda hak ile duygu, adalet ile merhamet, gerçek ile temenni arasındaki dengeyi kurmamız gerektiğini de ihtar eder.

Hakkın Hatırı ve İnsan İmtihanı

İnsan, dostuna karşı vefalı olmak ister. Yakın bildiğine, sevdiklerine, kendi safında gördüklerine hüsn-ü zan beslemek ister. Ancak bu duyguların, hakkı gölgelediği yerde adalet yara alır. Hakkın hatırı, kişisel dostluklardan, aidiyetlerden ve tarafgirlikten daha yüksek tutulmalıdır.

Hakkın hatırı âlîdir çünkü hak, Allah’ın bir ismidir. Hakk’ın rızası daima hak üzere olmakla mümkündür. Bu yüzden hak, kişiye göre eğilip bükülmez, zamana göre değişmez, güce göre şekillenmez. Eğer bir dost yanlış yapıyorsa, onu yanlışında desteklemek, ona kötülük etmektir. Çünkü hakta sebat, hem o kişinin selameti hem de toplumun huzuru için elzemdir.

Hüsn-ü Zan ile Gaflet Arasındaki İnce Çizgi

Bediüzzaman burada hüsn-ü zan tehlikesine dikkat çekerken, onu bütünüyle reddetmez; aksine, yerli yerinde bir hüsn-ü zan anlayışına davet eder. Hüsn-ü zan, İslam ahlâkının güzelliklerindendir; ancak bu meziyet, hakikatin üstünü örtmek için değil, gerçeği daha adil ve dikkatli anlamak içindir.

Eğer hüsn-ü zan, delile dayanmıyorsa; hele hele bir dessasaya (hilekâr, sinsi) yönelmişse, artık bu zan masum olmaktan çıkar, bir tür gaflet veya tarafgirliğe dönüşür. Bediüzzaman’ın şu ikazı bu noktada derindir:
“Delil ve âkibete bakınız.”
Yani, mesele kişilerin sözlerine veya görüntüsüne değil; davranışlarının deliline, neticesine ve izlerine bakılarak anlaşılır.

Tarafgirlikten Hakkaniyete

Bugünün dünyasında hak, çoğu zaman şahısların veya grupların çıkarlarına kurban ediliyor. Dostluklar, siyasî eğilimler, ideolojik bağlar ya da sosyal medyanın yönlendirmesiyle insanlar hakikatin değil, tarafların peşinden gidiyor. Bu ise hakikatin örselenmesine, zulmün makyajlanmasına, batılın parlatılmasına yol açıyor.

Bir mü’minin en temel vazifesi, hakkı tutmak ve kaldırmaktır. Bu uğurda en yakınını da karşısına alabilmeli, gerekirse kendi nefsine bile muhalefet edebilmelidir. Zira Allah’ın rızası, hakkın yanında olmaktadır.

Sonuç: Delil ve Âkibet Pusulası

Her insan bir hüküm verirken, önce delile sonra akıbete bakmalıdır. Sözlerin, davranışların ve kişiliklerin cazibesine kapılmak yerine, Allah’ın ölçüsünde sabit kalmak gerekir. Zira güzel zan, kalp yumuşaklığı getirir; ama zanla hak yer değiştirmemelidir. Hakikat, hüsn-ü zandan daha değerlidir. Çünkü hak Allah’ın ismidir; zannın ise beşerî zaaflardan doğan bir tabiatı vardır.

Özet:

Bu makalede Bediüzzaman’ın “Hakkın hatırı âlîdir, hiçbir hatıra feda edilmemek gerektir” sözünden hareketle hak, adalet, hüsn-ü zan ve delil merkezli düşünmenin gerekliliği anlatıldı. Hüsn-ü zan, güzel ahlâkın bir parçasıdır; ancak delilsiz bir hüsn-ü zan, özellikle müfsid ve dessas kişilere yönelirse, hakikatin üzerini örter. Bu sebeple tarafgirlik değil, hakkaniyet esastır. Delil ve âkibete bakarak hüküm vermek, hem bireysel feraset hem de toplumsal adalet için zorunludur.

 




Muhali Talep Etmek: Kusursuz Devlet Arayışı mı, Aklın Felci mi?

Muhali Talep Etmek: Kusursuz Devlet Arayışı mı, Aklın Felci mi?

“Muhali talep etmek, kendine fenalık etmektir….

   Zerrâtı günahkârlardan mürekkeb bir hükûmet, tamamıyla masum olamaz. Demek nokta-i nazar, hükûmetin hasenatı seyyiatına tereccuhudur. Yoksa seyyiesiz hükûmet muhal-i âdidir.”
Münâzarât

Tarih boyunca insanlar, adaletli, dürüst, erdemli bir yönetim arayışı içinde olmuşlardır. Bu arayış tabii ve değerlidir. Ancak bazen bu beklenti, ölçüsüzleşir. İnsanlar, meleklerden oluşan bir hükûmet, hiç hata yapmayan bir yönetim, hiç şaşırmayan bir sistem ister hâle gelirler. İşte Bediüzzaman bu noktada şu veciz cümleyle uyarır:

> “Muhali talep etmek, kendine fenalık etmektir.”

Yani imkânsız olanı istemek, insanın hem aklına hem toplumuna hem de kendi huzuruna eziyet etmesidir.

Zerrat-ı Günahkârlar: Hükûmetin İnsan Malzemesi

Bediüzzaman devam eder:

> “Zerrâtı günahkârlardan mürekkeb bir hükûmet, tamamıyla masum olamaz.”

Yani bir devlet dediğiniz yapı, insanlardan oluşur. Ve bu insanların hiçbiri günahsız, kusursuz, melek değildir. Öyleyse bu insanlardan kurulu bir yapının bütünüyle masum, hatasız olması mümkün değildir.

O hâlde ne yapılmalı? Cevap şu noktada saklı:

> “Demek nokta-i nazar, hükûmetin hasenâtı seyyiâtına tereccuhudur.”

Yani değerlendirme ölçümüz şu olmalı: Hükûmetin iyi yönleri mi ağır basıyor, yoksa kötü yönleri mi? Eğer iyilikleri kötülüklerinden fazlaysa, o hükûmete destek olunmalı ve kusurlar, ıslah niyetiyle düzeltilmeye çalışılmalıdır.

Kusursuzluk Beklentisi: Bir Fitne Kapısı

Tarih boyunca birçok toplum, “kusursuz devlet”, “pürüzsüz sistem”, “yanılmaz lider” beklentisiyle ya:

Mevcut nimetleri inkâr etmiş,

Aşırı muhalefetle kaosa sürüklenmiş,

Yeni gelen daha kötü bir sistemi kabul etmişlerdir.

Zira bir sistemi yıkmak kolaydır; daha iyisini kurmak ise hem zaman, hem akıl, hem hikmet ister. Ama muhali talep edenler, sabırsızdır, gerçekçi değildir, nihayetinde hem kendilerini hem milletlerini zarara uğratırlar.

Akılcı Bir Muhalefet ve Sorumlu Bir Vatandaşlık

Bu yaklaşım, bir hükûmete körü körüne destek anlamına gelmez. Aksine, Bediüzzaman burada akılcı bir denge kurar:

İyilikleri gör, teşvik et.

Kötülükleri gör, ama ıslah yoluyla düzelt.

Ama “hiç hatası olmayan bir sistem” arıyorsan, o meleklerin yurdu olan cennettedir; dünyada değil.

O hâlde yapılması gereken, akılcı, yapıcı, çözüm odaklı bir duruş sergilemektir. Aksi hâlde ne adalet, ne huzur, ne de birlik sağlanabilir.

Günümüz İçin Ne Söyler?

Bu ölçü, günümüz siyasi, sosyal ve kültürel karmaşaları için de geçerlidir:

Devletler, mükemmellik değil, sürdürülebilir iyilik hedeflemelidir.

Vatandaşlar ise, muhalefet ederken adil, destek verirken bilinçli olmalıdır.

Aksi takdirde, imkânsızı istemek, hem mevcut iyilikleri kaybettirir, hem de daha büyük şerlerin kapısını açar.

Özet:

Bediüzzaman’a göre, insanlar kusursuz hükûmet aramakla “muhali” talep ederler. Bu hem akla, hem ahlâka, hem topluma zarar verir. Çünkü devletler günahkâr insanlardan oluşur ve tamamen masum olamazlar. Bu durumda değerlendirme ölçüsü; hükûmetin iyi yönlerinin kötü yönlerine baskın olup olmadığıdır. Hasenat seyyiattan fazla ise, o hükûmet desteklenmeli; eksikler yapıcı biçimde düzeltilmelidir. Kusursuzluk beklentisi ise, kendi ellerimizle huzuru imha etmektir.

 




Yanlışı Düzelt, Hakikati Yıkma: Din, Hürriyet ve Kardeşlik Üzerine Düşünceler

Yanlışı Düzelt, Hakikati Yıkma: Din, Hürriyet ve Kardeşlik Üzerine Düşünceler

“Türkler ve Kürdler! İnsaf ediniz. Bir râfızî bir hadîse yanlış mana verse veya yanlış amel etse; acaba hadîsi inkâr etmek mi lâzımdır, yoksa o râfızîyi tahtie edip namus-u hadîsi muhafaza etmek mi lâzımdır? Belki hürriyet budur ki: Kanun-u adalet ve te’dibden başka, hiç kimse kimseye tahakküm etmesin. Herkesin hukuku mahfuz kalsın, herkes harekât-ı meşruasında şahâne serbest olsun.

لاَ يَجْعَلْ بَعْضُكُمْ بَعْضًا اَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللّٰهِ

   nehyinin sırrına mazhar olsun.”
Münâzarât

Bazı insanlar vardır ki; birinin hatasını gördüğünde, o hatanın kaynağını değil, tüm sistemi, tüm yapıyı, hatta bazen tüm dini suçlar. Bu hem aklî, hem ahlâkî, hem de hukukî bir zulümdür.

Bediüzzaman Said Nursî, bu yanlış tutuma şöyle seslenir:

> “Bir râfızî bir hadîse yanlış mana verse veya yanlış amel etse; acaba hadîsi inkâr etmek mi lâzımdır, yoksa o râfızîyi tahtie edip namus-u hadîsi muhafaza etmek mi lâzımdır?”

Yani bir kişi bir hadis-i şerifi yanlış anladı diye, hadisi toptan reddetmek mi gerekir? Hayır. Doğru olan, kişinin yanlışını tashih etmek, ama hakikatin kendisine saldırmamaktır.

Kişisel Hatalar, Evrensel Doğruları Bozmaz

Bir doktor yanlış tedavi yaptı diye, tıbbı toptan inkâr edemeyiz.
Bir öğretmen hata etti diye, tüm eğitimi karalayamayız.
Bir müslüman yanlış yaptı diye, İslâmiyet’i suçlayamayız.

> Zira hakikat kişisel zaaflarla lekelenmez, fakat cehaletle inkar edilir.

Bu bakış, bireysel hatayla evrensel hakikati birbirinden ayırmayı gerektirir. Yoksa, hem adalet zedelenir, hem de ilim ve iman perişan olur.

Gerçek Hürriyet: Tahakkümsüzlük ve Hukukun Üstünlüğü

Bediüzzaman devam eder:

> “Belki hürriyet budur ki: Kanun-u adalet ve te’dibden başka, hiç kimse kimseye tahakküm etmesin.”

Gerçek hürriyet; bir başkasına hükmetmek, onu susturmak, bastırmak değildir.
Gerçek hürriyet; herkesin meşru sınırlar içinde özgür olması, kimsenin kimseye rablik (ilahî otorite) taslamamasıdır.

Bu anlayış, Kur’an’daki şu ayetin tecellisidir:

> “لَا يَجْعَلْ بَعْضُكُمْ بَعْضًا أَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللّٰهِ”
“Birbirinizi Allah’tan başka rabler edinmeyin.” (Âl-i İmrân, 64)

Bu ayet, sadece şirkle ilgili değil; toplum içi tahakküm, zorbalık, despotluk gibi beşerî sapmaları da hedef alır.

Türkler ve Kürtler’e Ortak Bir Çağrı: Kardeşlik ve Adalet

Bu pasajda dikkat çekici bir husus da, doğrudan Türkler ve Kürtlere hitap edilmesidir. Zira o dönemin sosyo-politik şartlarında bu iki millet arasında:

Hatalar genelleniyor,

Bireysel suçlar topluma mal ediliyor,

Farklılıklar düşmanlığa dönüştürülmek isteniyordu.

Bediüzzaman bu fitneyi ilmen ve hikmetle şöyle durdurur:

> “Bir hata gördünüz mü, onu düzeltin; ama hakikati inkar etmeyin. Birinin hatasıyla milleti mahkum etmeyin. Herkes meşru dairede serbest olsun, kimse kimseye rablik etmesin.”

Ne Yapmalı?

  1. Hata ile hakikati ayırmayı öğrenmeliyiz. Kişinin yanlışını, ilmin ve dinin kusuru gibi göstermemeliyiz.
  2. Hürriyeti, başkasına tahakküm değil; adalet içinde yaşama serbestisi olarak anlamalıyız.
  3. Kürt-Türk, Arap-Acem, doğulu-batılı ayrımı değil; ümmet bilinci ve insanlık ortak paydasını esas almalıyız.
  4. Birbirimize rablik taslamaktan, yani tahakküm kurmaktan uzak durmalıyız. Herkesin fikir ve vicdan hürriyetini meşru dairede tanımalıyız.

Özet:

Bir kişinin hatası, hakikatin kendisini iptal etmez. Bediüzzaman, bir râfızînin hadisi yanlış anlamasını örnek vererek, hatalı yorumu reddetmekle yetinip, hadisi savunmamız gerektiğini vurgular. Gerçek hürriyet, kimsenin başkasına tahakküm etmediği, herkesin meşru dairede özgür olduğu düzendir. Türkler ve Kürtler’e çağrısı ise; adalet, kardeşlik ve hakikate sadakat üzerinedir. Çünkü hakikati yaşatmak, bireyin değil, tüm toplumun mesuliyetidir.

 




Büyüklüğün Hakikati: Mahviyettir, Gösteriş Değil

Büyüklüğün Hakikati: Mahviyettir, Gösteriş Değil

“Velayetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe’ni tevazû ve mahviyettir. Tekebbür ve tahakküm değildir. Demek tekebbür eden, sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız.”
Münâzarât

Tarihin her devrinde, toplumlar önder aramıştır. İnsanlar, kalabalıkların önünde yürüyenlere, rehberlik edenlere “büyük” demiştir. Fakat gerçek büyüklük nedir? Büyüklük sadece makam, şöhret, kalabalık peşine takmak mıdır? Yoksa bambaşka bir şey mi?

Bediüzzaman Said Nursî, bu meseleyi bir cümlede net bir şekilde ifade eder:

> “Velayetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe’ni tevazu ve mahviyettir. Tekebbür ve tahakküm değildir.”

Yani gerçekten Allah dostu, kâmil bir mürşid, hakiki bir âlim, gerçek bir lider isen; bunun en bariz alameti tevazu ve mahviyettir. Kibir değil, edep; tahakküm değil, hizmettir.

Makam Sahibi Olmak Ayrı, Hakiki Büyüklük Ayrıdır

Bir insan, bir topluluğun önüne geçmiş olabilir. Makam, unvan, kalabalık onu “şeyh”, “önder”, “kanaat lideri” gibi sıfatlarla anabilir. Ama o kişi içinde tevazu yoksa, ne kadar büyük görünürse görünsün; hakikatte “sabiyy-i müteşeyyih”tir. Yani:

> “Şeyhlik taslayan bir çocuktur.”

Bu ifade çok derindir. Zira;

Çocuk gibi davranır, çünkü ciddi değildir.

Taklit eder, çünkü aslı yoktur.

Gösterişe düşer, çünkü hakikatten uzaktır.

Gerçek büyüklük; büyüklük taslamamakla başlar. Tevazu, insanı halkın kalbine yerleştirir; kibir ise sadece sırtlara binmeye çalışır.

Tevazu: Velayetin İlmi ve Ahlâkî Kıyafeti

Allah dostlarının en belirgin vasfı mahviyettir. Yani kendi varlığını silip, hakikatin önünde erimek… Bu yüzden Mevlânâ “Ben Hakk’ın kapısında bir hiçim” derken büyür; Firavun ise “Ben sizin en yüce rabbinizim” dediği için helâk olur.

Tasavvuf, velayet ve maneviyat; kişiyi büyütmek için değil, benliği eritmek için vardır. Fakat bazı istismarcılar, bu makamlara çıkarak kendilerine tapındırırlar. Bediüzzaman, bu tür zümrelere karşı halkı şöyle uyarır:

> “Siz de büyük tanımayınız.”

Yani hakikî olmayan, kibrine yalanı karıştıran, kendisini ilahlaştıran kimseleri “büyük” sanmayın, itibar etmeyin.

Velayetin Gerçek Sırrı: İnsan Olabilmektir

Kâmil insanlar, insanlara hükmetmek için değil; onlara hizmet etmek için büyürler. Efendimiz (s.a.v.) “Ben sultan peygamber değil, kul peygamber olmayı tercih ettim” buyurmuştur. O, insanların en büyüğüydü; ama en çok secde eden, en çok dua eden, en çok yetim başı okşayandı.

Bu, büyüklüğün hakiki tanımıdır:
Büyüklük, insanın kendisini değil; hizmetini yüceltmesidir.

Ne Yapmalı?

  1. Kibirli liderleri değil, mahviyetli rehberleri aramalıyız.
  2. Maneviyat kisvesi altında insanları sömüren, kendini kutsallaştıran, biat isteyen, eleştiriyi haram gören kimselerden uzak durmalıyız.
  3. Gerçek büyüklüğü, kişinin ahlâkında, edebinde, şefkatinde ve hizmetinde aramalıyız.
  4. Tevazuu bir meziyet, mahviyeti bir seviye, kibirden uzak durmayı ise bir iman meselesi olarak görmeliyiz.

Özet:

Bediüzzaman’a göre velayet, şeyhlik ve büyüklük; tevazu ve mahviyetle mümkündür. Kibirle, tahakkümle hakiki büyüklük olmaz. Gösterişle şeyhlik yapanlar, aslında çocukluk eden taklitçilerdir. Gerçek büyüklük, kendini silip hakikate hizmet etmektir. Halk, kibirli kişilere itibar etmemeli, onları büyük tanımamalıdır. Büyüklük taslayan küçüktür; küçüklüğünü bilen büyüktür.

 




İstibdat Yıkıldıkça, Hürriyet Tecelli Eder: İslâm Âleminin Zihinsel Uyanışı ve İstikbal Umudu

İstibdat Yıkıldıkça, Hürriyet Tecelli Eder: İslâm Âleminin Zihinsel Uyanışı ve İstikbal Umudu

“Bizde olan istibdad, Asya’nın hürriyetine zulmanî bir sed çekmişti. Ziya-yı hürriyet o muzlim perdeden geçemez idi ki, gözleri açsın, kemâlâtı göstersin. İşte bu seddin tahribiyle, fikr-i hürriyet Çin’e kadar yayıldı ve yayılacaktır. Fakat Çin ifrat edip komünist oldu. Âlemdeki terazinin hürriyet gözü ağır geldiğinden, birdenbire terazinin öteki gözünde olan vahşet ve istibdadı kaldırdı, gitgide kalkacak. Eğer siz sahife-i efkârı okusanız, tarîk-i siyaseti görseniz, huteba-i umumî olan –doğru konuşan– cerâidi dinleseniz anlayacaksınız ki: Arabistan, Hindistan, Cava, Mısır, Kafkas, Afrika ve emsallerinde o derece fikr-i hürriyetin galeyanıyla, âlem-i İslâm’ın efkârında öyle bir tahavvül-ü azîm ve inkılab-ı acib ve terakki-i fikrî ve teyakkuz-u tam intac etmiştir ki, bahasına yüz sene verse idik yine ucuzdu. Zira hürriyet, milliyeti gösterdi. Milliyet sadefinde olan İslâmiyet’in cevher-i nuranîsi tecelliye başladı.”
Münâzarât

Tarihin bazı dönemleri vardır ki, karanlık bir perde gibi milletlerin üzerinden geçer. İnsanların düşünce ufkunu daraltır, iradelerini felç eder, adeta toplumu kör eder. İşte bu perdelerden biri de istibdattır: Yani baskı, tahakküm, tek seslilik ve fikir hapsi…

Bediüzzaman Said Nursî, bu karanlık devri şöyle tasvir eder:

> “Bizde olan istibdad, Asya’nın hürriyetine zulmanî bir sed çekmişti.”

Yani bir millet sadece siyasal baskıya değil, aynı zamanda zihinsel bir tutsaklığa maruz kalmıştır. Bu öyle bir seddir ki, “ziya-yı hürriyet” yani hürriyetin ışığı bu karanlık perdeyi delip geçemez. Sonuç? Gözler kapanır, kalpler donar, fikirler susar.

Hürriyetin Uyanışı: Gözler Açılıyor, Kalpler Uyanıyor

Fakat bu zulmetli sed yıkıldığında, sadece bir millet değil, bütün bir coğrafya uyanır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle:

> “Fikr-i hürriyet Çin’e kadar yayıldı ve yayılacaktır.”

Yani bir milletin istibdattan kurtulması, sadece o milleti değil, onunla kader ortaklığı olan tüm İslâm âlemini etkiler. Nitekim Arabistan’dan Hindistan’a, Cava’dan Afrika’ya kadar uzanan coğrafyada, fikir inkılabı, teyakkuz-u tam (tam bir uyanış) ve fikrî terakki yaşanmıştır.

Bu, bir milletin iç meselesi değil; ümmet çapında bir zihinsel diriliştir. Ve bu dirilişin bedeli ağır olsa da, neticesi paha biçilemezdir:

> “Bahasına yüz sene verse idik yine ucuzdu.”

Çünkü bu uyanış sadece siyasî değildir; İslâmiyet’in cevher-i nuranîsi, milliyet sadefi içinde parlamaya başlamıştır.

Milliyet mi, İslâmiyet mi?

Bazı anlayışlar milliyetçiliği dinin karşısına koyar. Fakat Bediüzzaman, burada son derece dengeli ve hikmetli bir izah sunar:

> “Hürriyet, milliyeti gösterdi. Milliyet sadefinde olan İslâmiyet’in cevher-i nuranîsi tecelliye başladı.”

Buradaki milliyetçilik, ırkçılığa dayalı bir taassup değil; medeniyetle ve imanla beslenen, ortak kaderi ve değerleri merkeze alan bir ümmet şuurudur. Yani milliyet, bir sedeftir; ama asıl cevher, İslâmiyet’tir.

Terazinin Diğer Gözünde Vahşet Var

Bediüzzaman, dünya sahnesine daha geniş bir pencereden bakar. Bir taraf yükselirken, diğer tarafın nasıl alçaldığını da izah eder:

> “Âlemdeki terazinin hürriyet gözü ağır geldiğinden, öteki gözdeki vahşet ve istibdad kalkmaya başladı.”

Bu, fıtrat kanunudur: Hürriyet artarsa, istibdat zayıflar. Fikir konuşursa, baskı susar. İnsanlar düşünebilirse, istibdatlar ayakta duramaz. Zira zulüm, cehalet ve korku ile yaşar. Hürriyet ise, ilim ve cesaret ile beslenir.

Bugüne ve Geleceğe Mesajlar

Bu ifadeler sadece Osmanlı’nın son dönemine değil, bugünün İslâm dünyasına da ışık tutar:

Zulümle ayakta duran rejimler, düşüncenin yükselişiyle yıkılır.

Fikir ve basın özgürlüğü, sadece bir hak değil, ümmetin dirilişi için bir zorunluluktur.

Gerçek hürriyet, anarşi değil; hukuk içinde serbestiyet ve sorumluluktur.

İslâmiyet, millî kimliğin ötesinde evrensel bir kimliktir ve doğru temsil edildiğinde hem fertleri hem toplumları yüceltir.

Özet:

Bediüzzaman’a göre, istibdat karanlığı Asya milletlerinin hürriyet ışığını engellemişti. Bu karanlık perde yıkıldığında sadece bir ülke değil, İslâm âleminin büyük bir kısmı uyanmaya başladı. Fikri hürriyet, milliyet şuuru doğurdu. Bu şuur içinde İslâmiyet’in nurlu cevheri tekrar görünmeye başladı. Hürriyet bir nimet, istibdat bir musibettir. Terakki ve diriliş, ancak fikir hürriyeti ve hakiki İslâmiyet’le mümkündür. Ümmetin istikbali, hürriyet, marifet ve vahdet üçlüsüne bağlıdır.

 




Geçim Yolunda Haysiyet ve Hamiyet: Rızkın Şerefi Nerede Gizli?

Geçim Yolunda Haysiyet ve Hamiyet: Rızkın Şerefi Nerede Gizli?

“Maişet için tarîk-i tabiî ve meşrû ve zîhayat; sanattır, ziraattır, ticarettir. Gayr-ı tabiî ise, memuriyet ve her nev’iyle imarettir. Bence imareti, ne nam ile olursa olsun, medar-ı maişet edenler bir nevi cerrar ve aceze ve seeledir. Fakat hilebaz kısmında… Bence memuriyete veya imarete giren, yalnız hamiyet ve hizmet için girmelidir. Yoksa, yalnız maişet ve menfaat için girse, bir nevi çingenelik eder.”
Münâzarât

İnsan, maişet yani geçim için yaratılmamıştır. Lakin geçim, insanın şerefli yaşaması için kaçınılmaz bir zarurettir. Bu zaruretin nasıl karşılanacağı, insanın şahsiyetini, toplumun ahlâkını ve milletin geleceğini doğrudan etkiler. İşte Bediüzzaman Said Nursî, tam bu noktaya dikkat çeker:

> “Maişet için tarîk-i tabiî ve meşrû ve zîhayat; sanattır, ziraattır, ticarettir.”

Sanat, ziraat ve ticaret… Bunlar hem insanın emeğini hem de kabiliyetini ortaya koyduğu helâl, üretken ve tabii geçim yollarıdır. Kişi çalışır, üretir, kazanır, infak eder. Hem kendi onurunu korur, hem topluma fayda sağlar.

Gayr-ı Tabii Yol: Menfaate Dayalı Memuriyetçilik

Bediüzzaman, memuriyet ve imaret dediği kamu görevlerine iki yönlü bakar:

  1. Eğer bu görevler hizmet niyetiyle yapılırsa, büyük bir fazilettir.
  2. Fakat sadece geçim kapısı olarak görülürse, bu bir zillete, bir asalaklığa dönüşür.

> “Memuriyete veya imarete giren, yalnız hamiyet ve hizmet için girmelidir. Yoksa, maişet için girerse, bir nevi çingenelik eder.”

Bu ifadede geçen “çingenelik”, rencide edici değil, asıl işi dolaşmak, başkalarına bağlı yaşamak olan zihniyeti temsil eder. Yani kamusal görev, hizmet makamı iken geçim makamına dönüştürülürse; hem o kurum çürür, hem toplumun saygısı zedelenir.

Emek ve Onur: Rızkın Helâl Yoluyla Güzelleşmesi

Bir insan sanatla, ziraatla, ticaretle meşgul olduğunda doğrudan üretir. Eliyle kazandığı rızkın hem maddi hem manevi bereketi olur. Onurludur, bağımsızdır, üretkendir. Kimseye yük olmaz. Bu, Kur’an’ın da tavsiye ettiği yoldur:

> “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” (Necm, 39)

Oysa memuriyet, liyakat ve hizmet anlayışıyla değil de sadece maaş için yapılırsa:

Devlet yük altına girer.

Toplum “memur zihniyetine” teslim olur.

Bireyler gayret ve üretimden uzaklaşır.

Bediüzzaman böylelerinin bir kısmını açıkça şöyle tanımlar:

> “Bir nevi cerrar ve aceze ve seeledir.”
Yani sırtına yük yüklenen, çalışmayan ve sürekli isteyen kimseler…

Hizmet Ruhu: Memurlukta Asli Ölçü

Memurluk kötü değildir. Ama “niyet” bozulursa, makam kirlenir. Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu kriter çok nettir:

Eğer bir kişi memuriyeti sırf hizmet için seçmişse; Allah katında ecir alır, halk katında itibar kazanır.

Ama sırf maaş ve menfaat için seçmişse; kendini ucuza satmış olur, kamusal yük olur, ahlâkî bir çözülmeye sebep olur.

Toplumu kurtaracak olan da, çürütecek olan da bu niyet farkıdır.

Peki Ne Yapmalı?

Eğitim sistemleri üretimi, mesleği ve kabiliyet temelli geçimi teşvik etmelidir.

Gençlik, kamuda memurluğu değil; müstağni bir geçimi, yani özgür kazancı hedeflemelidir.

Kamu görevlileri ise konumlarını bir emanet olarak görmeli, sadece “maaş” değil, millete hizmet hedefiyle çalışmalıdır.

Devlet, üretim yapanı yüceltmeli, asalaklığı değil istihdam ve istikrarı ödüllendirmelidir.

Özet:

Bediüzzaman’a göre helâl ve şerefli geçim yolları; sanat, ziraat ve ticarettir. Memuriyet ise, yalnızca hizmet niyetiyle yapılırsa kıymetlidir. Sadece geçim için memur olmak, kişiyi asalaklığa ve şahsiyet zafiyetine sürükler. Toplumun dirliği, bireyin kendi emeğiyle kazandığı rızka ve kamu görevlerinin liyakatli, hamiyetli kişilerce yürütülmesine bağlıdır. Asıl medar-ı maişet: Emek, üretim ve hizmettir.

 




Hakikat Karşısında Başka Dinin Direnci Yoktur: Yeter ki Biz Doğru İslam’ı Yaşayalım

Hakikat Karşısında Başka Dinin Direnci Yoktur: Yeter ki Biz Doğru İslam’ı Yaşayalım

“Hem zaman-ı saadetten şimdiye kadar hiç bir tarih bize bildirmiyor ki; bir müslüman muhakeme-i akliyesiyle başka bir dini, İslâmiyet’e tercih etmiş olsun ve delil ile başka bir dine dâhil olmuş olsun. Dinden çıkanlar var, o başka mes’ele.. taklid ise, ehemmiyetsizdir. Halbuki edyân-ı saire müntesibleri mutlaka fevc fevc, muhakeme-i akliye ile ve bürhân-ı kat’î ile daire-i İslâmiyet’e dâhil olmuşlar ve olmaktadırlar. Eğer biz, doğru İslâmiyet’i ve

   İslâmiyet’e lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek, bundan sonra onlardan fevc fevc dâhil olacaklardır. ”
Münâzarât

Tarihin ve hakikatin ortak şahadeti şudur:
İslam dini, akla dayalı bir tercihle, kalbi ikna eden bir teslimiyetle kabul edilmiştir. Öyle ki Bediüzzaman Said Nursî, şu meydan okuyucu tesbiti yapar:

> “Zaman-ı saadetten şimdiye kadar hiçbir tarih bize bildirmiyor ki bir Müslüman, muhakeme-i akliyesiyle başka bir dini, İslamiyet’e tercih etmiş olsun.”

Bu söz sadece duygusal bir savunu değil; tarihî bir vaka ve mantıklı bir analizdir. Çünkü İslam:

Aklı küçümsemeyen,

Kalbi ikna eden,

Ruhu doyuran,

Hayatı kuşatan bir dindir.

İslam’ın diğer dinlere üstünlüğü, sadece bir inanç iddiası değil; delil, tecrübe ve fıtratla sabit bir hakikattir.

Dinden Çıkmak mı? Başka Bir Dine Girmek mi?

Evet, zaman zaman dinden çıkan Müslümanlar görülmektedir. Ama bu, başka bir dinin aklen ve kalben üstün bulunmasıyla değil, ya cehaletle, ya menfaatle, ya da taklitle olmaktadır. Yani kişi dininden çıkmakta; fakat başka bir dine bilinçli olarak, delil ve muhakemeyle dahil olmamaktadır.

Bu, çok önemli bir farktır.

Öte yandan, başka dinlere mensup insanlar arasında, aklî ve ilmî araştırmalarla, mantıklı sorgulamalarla İslam’a girenlerin sayısı fevkalade yüksektir. Tarihte de, günümüzde de bu böyle olmuştur.

> Bir Alman felsefecisi, bir Amerikalı akademisyen, bir Japon araştırmacı… İslam’a giriş sebeplerini anlattıklarında, daima delil, tutarlılık, ruh huzuru ve hayatla uyum gibi kavramları öne çıkarırlar.

Çünkü İslam, akla düşman değil; aklı hidayete götüren bir nurdur.

Peki Neden Daha Fazla Kişi Girmiyor?

Burada Bediüzzaman’ın soruya cevabı da oldukça net ve sarsıcıdır:

> “Eğer biz, doğru İslamiyet’i ve İslamiyet’e lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek; bundan sonra onlardan fevc fevc dâhil olacaklardır.”

Demek ki asıl engel, İslam’ın kendisi değil; biz Müslümanların temsil zaafıdır.
Yani İslam’da kusur yok; ama Müslümanlıkta kusur var.

Biz dürüst değilsek, insanlar nasıl İslam’ın ahlâkına meyletsin?

Biz çalışkan değilsek, İslam’ın medeniyet çağrısı nasıl inandırıcı olsun?

Biz adaletli değilsek, Kur’an’ın adalet nizamı nasıl cazip görülsün?

İslam’ın güzelliği, onun hakikat oluşundadır. Ama o hakikatin güzellikle sunulması, temsil ile gösterilmesi, insanlığın gözleri önünde yaşanması gerekir. Biz, Müslümanlar olarak buna vesile olmadıkça; İslam’a girecek nice vicdanlar, kapıda bekler durur.

İslam’ın Cazibesi: Fıtrî, Ruhî ve Aklî Uyum

İslam:

Aklı doyurur: Çünkü çelişkisizdir, delillidir, sorgulamaya açıktır.

Kalbi doyurur: Çünkü merhametlidir, şefkatlidir, dua ve ibadetle ruhu yüceltir.

Toplumu doyurur: Çünkü adaletlidir, denge ve ölçü koyar.

Fıtrata uygundur: Çünkü insanı insan olarak kabul eder; ruhunu da, bedenini de tatmin eder.

Bu yüzden denilebilir ki:
İslam, temsil edildiği ölçüde evrensel olarak kabul edilecek bir hakikattir.
Ve temsil edilebildiği ölçüde, insanlık için yeniden bir umut olacaktır.

Özet:

Tarih boyunca hiçbir Müslüman, aklî muhakemeyle başka bir dini İslam’a tercih etmemiştir. Fakat başka dinlere mensup olanlar, delillerle ve aklen ikna olarak İslam’a girmişlerdir. Bu da İslam’ın fıtrî ve aklî üstünlüğünü gösterir. Ancak bugünkü en büyük eksiklik, Müslümanların İslam’ı gerektiği gibi temsil edememesidir. Eğer biz “doğru İslamiyet’i” ve “İslamiyet’e lâyık doğruluğu” gösterirsek, insanlık fevc fevc İslam’a yönelecektir.

 




Hakikat Karşısında Başka Dinin Direnci Yoktur: Yeter ki Biz Doğru İslam’ı Yaşayalım

Hakikat Karşısında Başka Dinin Direnci Yoktur: Yeter ki Biz Doğru İslam’ı Yaşayalım

“Hem zaman-ı saadetten şimdiye kadar hiç bir tarih bize bildirmiyor ki; bir müslüman muhakeme-i akliyesiyle başka bir dini, İslâmiyet’e tercih etmiş olsun ve delil ile başka bir dine dâhil olmuş olsun. Dinden çıkanlar var, o başka mes’ele.. taklid ise, ehemmiyetsizdir. Halbuki edyân-ı saire müntesibleri mutlaka fevc fevc, muhakeme-i akliye ile ve bürhân-ı kat’î ile daire-i İslâmiyet’e dâhil olmuşlar ve olmaktadırlar. Eğer biz, doğru İslâmiyet’i ve

   İslâmiyet’e lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek, bundan sonra onlardan fevc fevc dâhil olacaklardır. ”
Münâzarât

Tarihin ve hakikatin ortak şahadeti şudur:
İslam dini, akla dayalı bir tercihle, kalbi ikna eden bir teslimiyetle kabul edilmiştir. Öyle ki Bediüzzaman Said Nursî, şu meydan okuyucu tesbiti yapar:

> “Zaman-ı saadetten şimdiye kadar hiçbir tarih bize bildirmiyor ki bir Müslüman, muhakeme-i akliyesiyle başka bir dini, İslamiyet’e tercih etmiş olsun.”

Bu söz sadece duygusal bir savunu değil; tarihî bir vaka ve mantıklı bir analizdir. Çünkü İslam:

Aklı küçümsemeyen,

Kalbi ikna eden,

Ruhu doyuran,

Hayatı kuşatan bir dindir.

İslam’ın diğer dinlere üstünlüğü, sadece bir inanç iddiası değil; delil, tecrübe ve fıtratla sabit bir hakikattir.

Dinden Çıkmak mı? Başka Bir Dine Girmek mi?

Evet, zaman zaman dinden çıkan Müslümanlar görülmektedir. Ama bu, başka bir dinin aklen ve kalben üstün bulunmasıyla değil, ya cehaletle, ya menfaatle, ya da taklitle olmaktadır. Yani kişi dininden çıkmakta; fakat başka bir dine bilinçli olarak, delil ve muhakemeyle dahil olmamaktadır.

Bu, çok önemli bir farktır.

Öte yandan, başka dinlere mensup insanlar arasında, aklî ve ilmî araştırmalarla, mantıklı sorgulamalarla İslam’a girenlerin sayısı fevkalade yüksektir. Tarihte de, günümüzde de bu böyle olmuştur.

> Bir Alman felsefecisi, bir Amerikalı akademisyen, bir Japon araştırmacı… İslam’a giriş sebeplerini anlattıklarında, daima delil, tutarlılık, ruh huzuru ve hayatla uyum gibi kavramları öne çıkarırlar.

Çünkü İslam, akla düşman değil; aklı hidayete götüren bir nurdur.

Peki Neden Daha Fazla Kişi Girmiyor?

Burada Bediüzzaman’ın soruya cevabı da oldukça net ve sarsıcıdır:

> “Eğer biz, doğru İslamiyet’i ve İslamiyet’e lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek; bundan sonra onlardan fevc fevc dâhil olacaklardır.”

Demek ki asıl engel, İslam’ın kendisi değil; biz Müslümanların temsil zaafıdır.
Yani İslam’da kusur yok; ama Müslümanlıkta kusur var.

Biz dürüst değilsek, insanlar nasıl İslam’ın ahlâkına meyletsin?

Biz çalışkan değilsek, İslam’ın medeniyet çağrısı nasıl inandırıcı olsun?

Biz adaletli değilsek, Kur’an’ın adalet nizamı nasıl cazip görülsün?

İslam’ın güzelliği, onun hakikat oluşundadır. Ama o hakikatin güzellikle sunulması, temsil ile gösterilmesi, insanlığın gözleri önünde yaşanması gerekir. Biz, Müslümanlar olarak buna vesile olmadıkça; İslam’a girecek nice vicdanlar, kapıda bekler durur.

İslam’ın Cazibesi: Fıtrî, Ruhî ve Aklî Uyum

İslam:

Aklı doyurur: Çünkü çelişkisizdir, delillidir, sorgulamaya açıktır.

Kalbi doyurur: Çünkü merhametlidir, şefkatlidir, dua ve ibadetle ruhu yüceltir.

Toplumu doyurur: Çünkü adaletlidir, denge ve ölçü koyar.

Fıtrata uygundur: Çünkü insanı insan olarak kabul eder; ruhunu da, bedenini de tatmin eder.

Bu yüzden denilebilir ki:
İslam, temsil edildiği ölçüde evrensel olarak kabul edilecek bir hakikattir.
Ve temsil edilebildiği ölçüde, insanlık için yeniden bir umut olacaktır.

Özet:

Tarih boyunca hiçbir Müslüman, aklî muhakemeyle başka bir dini İslam’a tercih etmemiştir. Fakat başka dinlere mensup olanlar, delillerle ve aklen ikna olarak İslam’a girmişlerdir. Bu da İslam’ın fıtrî ve aklî üstünlüğünü gösterir. Ancak bugünkü en büyük eksiklik, Müslümanların İslam’ı gerektiği gibi temsil edememesidir. Eğer biz “doğru İslamiyet’i” ve “İslamiyet’e lâyık doğruluğu” gösterirsek, insanlık fevc fevc İslam’a yönelecektir.

 




Din, Medeniyet ve Gelecek: İnsanın İstikbali İslam’dadır

Din, Medeniyet ve Gelecek: İnsanın İstikbali İslam’dadır

“Hem de tarih bize bildiriyor ki: Ehl-i İslâm’ın temeddünü, hakikat-ı İslâmiyet’e ittibâları nisbetindedir. Başkaların temeddünü ise, dinleriyle makûsen mütenasibdir. Hem de hakikat bize bildiriyor ki: Mütenebbih olan beşer, dinsiz olamaz. Lâsiyyemâ uyanmış, insaniyeti tanımış, müstakbele ve ebede namzed olmuş adam dinsiz yaşayamaz. Zira uyanmış bir beşer, kâinatın tehacümüne karşı istinad edecek ve gayr-ı mahdud âmâline neşv ü nema verecek ve istimdadgâhı olacak noktayı –yani din-i hak olan dâne-i hakikatı– elde etmezse yaşamaz. Bu sırdandır ki; herkeste din-i hakkı bulmak için bir meyl-i taharri uyanmıştır. Demek istikbalde nev-i beşerin din-i fıtrîsi İslâmiyet olacağına beraatü’l-istihlal vardır. ”
Münâzarât

Tarih, sadece olmuş bitmiş olayların kaydı değildir. Aynı zamanda milletlerin neyle yükselip neyle düştüğünün açık delillerle yazıldığı bir ibret levhasıdır. Bediüzzaman Said Nursî, bu levhaya dikkatle bakar ve şöyle der:

> “Ehl-i İslâm’ın temeddünü, hakikat-ı İslâmiyet’e ittibâları nisbetindedir.”

Yani Müslümanlar, ne zaman İslam’ın ruhuna, esasına, adaletine, ilmine, ahlâkına sarılmışlarsa; o zaman terakki etmişlerdir. Ne zaman ki dinin şekliyle oyalanıp, ruhundan uzaklaşmışlarsa; geri kalmışlardır.

Buna karşılık Batı medeniyetine baktığımızda ise durum tersinedir:

> “Başkalarının temeddünü, dinleriyle makûsen mütenasiptir.”

Batı dünyasında ilerleme, kilisenin hükmünün zayıfladığı dönemlerde başlamıştır. Çünkü o dinler tahrife uğramış, akılla çatışan biçimlere bürünmüş, ilerlemeye engel olmuştur. Ama İslam, fıtrî bir din olduğu için ilerlemeye engel değil, rehberdir. Bilgiyle, akılla, hikmetle savaşmaz; aksine bunları teşvik eder.

Dinsiz Medeniyet: Kökü Olmayan Bir Ağaç Gibidir

Bugün birçok kişi, “medeniyet ilerledikçe din zayıflar” zannıyla, dini hayatın dışında bir mesele gibi görmektedir. Oysa uyanan, insaniyetini tanıyan, istikbale bakan bir insan; sonsuz arzularıyla baş edebilmek için, mutlaka bir dinî dayanağa muhtaçtır. Çünkü:

> “Uyanmış bir beşer, kâinatın tehacümüne karşı istinad edecek bir nokta bulmazsa yaşayamaz.”

İnsan, küçük bir mikroptan korkarken, yıldızlar kadar büyük dertlerle nasıl mücadele edecektir? Ebediyet arzusunu, ölüm korkusunu, adalet beklentisini, merhamet ihtiyacını neyle tatmin edecektir? Bilim ona nasıl yaşanacağını gösterir, ama neden yaşadığını, niçin yaratıldığını ve nereye gittiğini söylemez. Bu soruların cevabı sadece dinî hakikatlerde bulunur.

Din, İnsanın Fıtratıdır; İslam, Geleceğin Dinidir

Bediüzzaman’ın en sarsıcı tespiti şudur:

> “Her uyanmış insanda, din-i hakkı bulmak için bir meyl-i taharri (hakikati arama arzusu) uyanmıştır.”

Yani insan, ister doğuda ister batıda, ister zengin ister fakir olsun; hakikat peşindedir. Doğruyu, güzeli, sonsuzu arar. Ve bu arayış, fıtratın sesidir. Bu fıtrî arayış, eninde sonunda insanı İslamiyet’e götürür. Çünkü İslam, insana:

Yaratanını tanıtır,

Hayatın gayesini açıklar,

Aklı küçümsemez, kalbi ihmal etmez,

Hem dünyayı, hem ahireti imar eder.

Bu yüzden Said Nursî şöyle der:

> “Demek istikbalde nev’-i beşerin din-i fıtrîsi İslamiyet olacağına beraatü’l-istihlal vardır.”

Yani insanlık, aradığı huzuru sonunda İslam’da bulacaktır. Ve bu, sadece bir temenni değil; tarihî, aklî ve fıtrî bir gerçektir.

Sonuç ve Özet:

Bu zamanın en büyük hakikatlerinden biri şudur: İslam, insanlığın hem tarihi kökü hem de gelecekteki sığınağıdır. Müslümanlar, ne zaman Kur’an ve Sünnet’in özüne sarılmışlarsa yükselmişlerdir. Modern insan, gelişmiş gibi görünse de ruhen sarsılmış, metafizik yoksunluk içine düşmüştür. Çünkü insan, din olmadan yaşayamaz. Fıtrat, hakikati arar ve bu hakikat en son ve en selim şekliyle İslamiyet’tedir.

 




İki Asrın Arasında Sıkışan Nesil: Mirası Harcayanlar mı, Geleceği Kuracaklar mı?

İki Asrın Arasında Sıkışan Nesil: Mirası Harcayanlar mı, Geleceği Kuracaklar mı?

“Ey Türkler ve Kürdler, acaba şimdi bir miting yapsam; sizin bin sene evvelki ecdadınızı ve iki asır sonraki evlâdlarınızı şu gürültühane olan asr-ı hazır meclisine davet etsem… Acaba sağ tarafta saf tutan eski ecdadınız demiyecekler mi:

   “Hey mirasyedi yaramaz çocuklar! Netice-i hayatımız siz misiniz? Heyhat! Bizi akîm bir kıyas ettiniz, bizi kısır bıraktınız!” Hem de sol tarafında duran ve şehristân-ı istikbalden gelen evlâdlarınız, sağdaki ecdadlarınızı tasdik ederek demiyecekler mi ki:

   “Ey tenbel pederler! Siz misiniz hayatımızın suğra ve kübrası? Siz misiniz şu şanlı ecdadımızla bizi rabteden rabıtamızın hadd-i evsatı? Heyhat!.. Ne kadar hakikatsız ve karıştırıcı ve müşâgabeli bir kıyas oldunuz!”
Münâzarât

Her milletin boynunda iki büyük emanet vardır:
Biri mazisinden gelen şerefli miras,
Diğeri istikbale bırakacağı tertemiz bir itibar…

Bediüzzaman Said Nursî, Münâzarât’ta bu iki zaman dilimi arasında sıkışmış bir nesle seslenir. Geçmişin büyükleriyle geleceğin çocuklarını hayalî bir mitingte buluşturur. Ortada ise bugünün insanı vardır: Hem dedesinin mirasını harcayan, hem torununun umudunu boşa çıkaran bir halde…

> “Ey Türkler ve Kürdler! Bir miting yapsam, bin sene evvelki ecdadınızı ve iki asır sonraki evlâdlarınızı bu meclise davet etsem…”

Bu çağrıyla, zamanları bir araya getirir. Ve o mitingde, geçmişin ulu ecdadı bugünkü nesle haykırır:

> “Hey mirasyedi yaramaz çocuklar! Netice-i hayatımız siz misiniz?”

Ve gelecek nesiller, yüzünü bugünün insanına dönerek şöyle der:

> “Ey tenbel pederler! Siz misiniz şanlı ecdadımızla bizi bağlayan bağ? Heyhat! Ne kadar hakikatsiz bir kıyas oldunuz!”

Bu tabloda asıl mesele şudur:
Biz, hem geçmişle bağımızı kopardık, hem geleceğe bir istikamet sunamıyoruz. Ortada ne kök kaldı, ne yön.

Maziyi Anlamak: Tarih, Övünç Değil Sorumluluktur

Geçmiş, sadece bir hatıra değil, aynı zamanda bir mesuliyettir. Geçmişte yapılan fedakârlıklar, kazanılan değerler ve yaşanmış hikmetli mücadeleler; bugünün insanına bırakılmış emanetlerdir. Eğer bir nesil bu emaneti taşıyamazsa, geçmişi sadece sloganlarda yaşatır, hakikatte ise unutur.

Tarihimize baktığımızda bin yıl boyunca dünyaya adaletle hükmeden, ilim ve hikmeti yayan, kalpleri fetheden bir millet görüyoruz. Ama bu miras sadece “atamız şöyleydi, böyleydi” diye anılacak bir süs değildir. O miras, bugünün omzunda taşınması gereken ağır bir yük, büyük bir vazifedir.

İstikbali Kurmak: Gelecek, Hazıra Konarak Gelmez

Her nesil, kendisinden sonra gelen neslin mimarıdır. Biz, bugünkü halimizle sadece kendimizi yaşamıyoruz. Aynı zamanda gelecek nesilleri ya inşa ediyor, ya da ifsat ediyoruz. Torunlarımızın huzuru, bizim ahlâkımızda; onların selameti, bizim eğitim anlayışımızda; onların izzeti, bizim iman ve amelimizdedir.

Bediüzzaman’ın o kurguladığı mitingte, torunlarımız bize soracak:

> “Siz misiniz bizi ecdadımıza bağlayan halkasınız? Yoksa kopuk bir zincir misiniz?”

Bu sorgulama, her vicdan sahibini derinden sarsmalı. Çünkü biz, sadece geçmişi kaybetmiyoruz, aynı zamanda geleceği de tehlikeye atıyoruz. Kökü olmayan bir ağaç kurur; yönü olmayan bir millet savrulur.

Peki Ne Yapmalı?

Geçmişimizi doğru anlamalı, sadece duygusal bağlılık değil, fikrî devamlılık kurmalıyız.

Gelecek nesillere sadece teknoloji değil, terbiye, tefekkür, iman ve mesuliyet aktarmalıyız.

Eğitimimizi, ahlakımızı, medeniyet anlayışımızı, dilimizi ve idealimizi kendi köklerimizle yeniden buluşturmalıyız.

Aksi halde, hem ecdadımızdan utanacağız, hem evlatlarımızdan korkacağız.

Özet:

Bediüzzaman’ın Münâzarât’ta hayalî bir miting üzerinden kurduğu temsil, bugünün neslinin geçmişle geleceği bağlama sorumluluğunu hatırlatır. Ecdadın mirasını tüketen ve torunlarına yön veremeyen bir millet, tarih önünde sorumlu olur. Geçmiş, bir övünç değil mesuliyet; gelecek ise sadece umut değil, bir imtihandır. Bugünün insanı, bu iki zamanı birbirine bağlayacak şuur, emek ve iman ile hareket etmelidir.