Tac Edilen İz: Bir Padişahın Secdeli Aşkı

Tac Edilen İz: Bir Padişahın Secdeli Aşkı

Nola Tacım Gibi Başımda Götürsem Daim
Nutuk sahibi: Ahmedî (Sultan I. Ahmed Han)

Nola tacım gibi başımda götürsem daim
Kadem-i nakşını/resmini ol Hazret-i Şâh-ı Rusûlün
Gül-i gülzâr-ı Nübüvvet o kadem sahibidir
Ahmedî durma yüzün sür Kademine o Gülün

*******

> Nola tâcım gibi başımda götürsem dâim
Kadem-i nakşını ol Hazret-i Şâh-ı Rusûl’ün

Bu beyit, bir padişahın saltanatını değil, aşkını öne çıkardığı yerdir. Bu sözler, sıradan bir şairin değil; Osmanlı tahtında oturan bir sultanın, I. Ahmed Han’ın, yani Sultanahmet Camii’nin banisinin, iman ve tevazu ile dolu bir kalbinin ilticâsıdır.

Padişah, tacı başından çıkarıp Resûlullah’ın mübarek ayağının izini, başının üstünde taşımak istiyor. Çünkü onun nazarında iz bile izzettir. Çünkü:

Bir mü’minin kıymeti, kime tâbi olduğuyla ölçülür.

Bir hükümdarın şerefi, hangi izde yürüdüğüyle belli olur.

Saltanatın Değil, İtaatin Sembolü: Kadem-i Şerif

Osmanlı sarayında “Kadem-i Şerif”e duyulan muhabbet öylesine güçlüdür ki, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) ayak izinin taş veya deri üzerine düşen nakşına bile en değerli emanet muamelesi yapılır. Çünkü bu, yalnızca bir iz değil; insanlık tarihinin yürüdüğü en doğru yolun işaretidir.

  1. Ahmed Han’ın şuurlu bakışıyla şunu öğreniyoruz:

En büyük saltanat, Resûlullah’a tâbi olmaktır.

En şerefli iz, onun izidir.

Başa layık en yüce süs, ayağının nakşıdır.

Bir Gül ki Gülzâr-ı Nübüvvetin Ta Kendisi

> Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sahibidir
Ahmedî durma yüzün sür kademine o Gülün

Burada Hz. Peygamber (s.a.v.), gül bahçesinin en nadide çiçeği, hatta o bahçenin kendisi olarak tarif edilmiştir. O’nun adı geçtiğinde cihanın gülü solarken, gönül gülü açar. Bu ifadede:

Hem edebî letafet,

Hem imanî hassasiyet,

Hem de tasavvufî bir vecd iç içedir.

Ahmedî mahlasını kullanan Sultan, aslında bu beyitte kendine hitap etmiyor; her inanana sesleniyor:

> “Durma, sen de yüzünü sür! O’nun izine bağlı kal. Onun yolunda yürümek, cihanı sultan yapar.”

Saraylarda Değil, Secdelerde Büyüyen Bir Hükümdar

Bu beyit bize, makamın değil, imanın büyüttüğü bir hükümdarı gösterir. Zira I. Ahmed, saltanatını değil, teslimiyetini yüceltiyor. Şöyle demek istiyor adeta:

Ey ümmet! Resûlullah’ın ayak izine hürmet etmek, insanı hem dünyada sultan, hem ahirette saadetli eder.

Ona yönelmek, en büyük tâçtır; ondan yüz çevirmek, en büyük iflastır.

Özet

Sultan I. Ahmed Han’ın “Kadem-i Şerif” üzerine yazdığı beyit, bir Osmanlı padişahının iman, tevazu ve aşk ile yoğrulmuş gönlünü gözler önüne serer. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek ayak izini, başında tâc gibi taşımak isteyen bu sözler; bize gerçek izzetin, itaatte olduğunu öğretir. Bu naif ve derin mısralar, İslam tarihindeki pek az beyitte rastlanan bir sultanın Resûl’e kul olma şuurunun ifadesidir.
Sonuç olarak: Peygamber’e aşk ile bağlı olanlar, dünya ve ahiret sultanıdırlar.

 




Zamana Karşı Siper: İman-ı Tahkikînin Yüce Vazifesi

Zamana Karşı Siper: İman-ı Tahkikînin Yüce Vazifesi

“Şimdi şu zamanda iman-ı tahkikînin dersini vermek, pek büyük bir fazilettir ve kudsî bir vazifedir. İman-ı tahkikîyi taşıyan bir mü’min, çok mü’minlere bir nokta-i istinad olur ki şuursuz olarak avam-ı mü’minîn o iman-ı tahkikî sahibinin kuvvet-i imanına istinad ederek kuvve-i maneviyeleri kırılmaz, dalaletlere karşı dayanırlar.”
Barla Lâhikası

Zaman, sadece saatlerin akışı değildir; zihniyetlerin, değerlerin ve inançların da değişim alanıdır. Her devir kendi hastalıklarını, kendi fırtınalarını beraberinde getirir. İşte böyle bir dönemde, ayakta kalmak sadece bireysel bir mesele değildir; bilakis başkalarına da istinad olacak sağlam bir duruş sergilemek gerekir. Bu ise “iman-ı tahkikî” ile mümkündür.

Bediüzzaman Said Nursî’nin şu tesbiti tam da bu hakikatin özüdür:

> “Şimdi şu zamanda iman-ı tahkikînin dersini vermek, pek büyük bir fazilettir ve kudsî bir vazifedir. İman-ı tahkikîyi taşıyan bir mü’min, çok mü’minlere bir nokta-i istinad olur.”

İman-ı Taklidî ile İman-ı Tahkikî Arasındaki Fark Nedir?

İman-ı taklidî, delilsiz, sorgulamadan kabul edilen, çoğunlukla çevre veya gelenekten alınan imandır. Temelsiz binaya benzer; sarsıntıda yıkılır.

İman-ı tahkikî ise delil ve düşünceye, bilgi ve tefekküre dayanan, sağlam ve şuurlu bir imandır. Kökleri derindedir; fırtınaya dayanır.

İman-ı tahkikî sahibi kişi, inandığı hakikati hem bilir, hem anlar, hem de yaşar. Kalbindeki inanç, aklıyla meşveret eder, vicdanıyla yoğrulur. Bu imanın lezzeti farklı, kuvveti ayrıdır.

Zamanın Hastalığı: Şüphe, Deizm, Anlamsızlık

Günümüz, bilgi çağından çok bir belirsizlik çağıdır. Bilgi artmış, fakat anlam azalmıştır. İnançsızlık moda, dindarlık sıradanlıkla karıştırılmıştır. Genç zihinler, ekranlardan akan şüphe tohumlarıyla sarsılmakta; kalpler, hız ve haz girdaplarında yorgun düşmektedir.

İşte böyle bir zamanda tahkikî iman; bir kandil, bir sığınak, bir noktayı istinad olmaktadır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle:

> “Şuursuz olarak avam-ı mü’minîn o iman-ı tahkikî sahibinin kuvvet-i imanına istinad ederek kuvve-i maneviyeleri kırılmaz, dalaletlere karşı dayanırlar.”

Yani bazı insanlar bilerek, bazıları ise sezgisel olarak; kuvvetli iman sahiplerinin huzur veren duruşuna yaslanır, onların sağlamlığıyla kendi imanı ayakta kalır.

Tahkikî İman Bir Nur, Bir Dayanak, Bir Hizmettir

Tahkikî imanı taşıyan kişi:

Kendi dünyasında sarsılmaz bir istikamet sahibi olur.

Toplumda manevî direnci artıran bir dayanak olur.

Dua, tefekkür ve ilimle adeta manevî bir mürşit hâline gelir.

Bu yönüyle iman-ı tahkikî sahibi olmak, sadece kişisel bir meziyet değil; ümmete bir emanet, zamana karşı bir şahitlik ve genç zihinlere bir rehberliktir.

Tahkikî İman Nasıl Kazanılır?

  1. Kur’anî ve aklî delilleri öğrenmek: Allah’ın varlığına, birliğine, ahirete, peygamberliğe dair isbatları okuyup anlamak.
  2. Risale-i Nur gibi tahkikî kaynakları ciddi okumak: Risaleler, modern şüphelere karşı inancı akılla savunan nadir eserlerdendir.
  3. Tefekkür ve murakabe alışkanlığı kazanmak: Her gün birkaç dakika yaratılış üzerine düşünmek.
  4. Salihlerle sohbet, sağlam ilmî çevre: Zayıf imanı güçlendiren en büyük unsur, imanlı insanlarla kurulan dostluklardır.

Sonuç: İman-ı Tahkikî Sadece Bir Kurtuluş Değil, Bir Kurtarıcıdır

Bugün, sadece imanlı olmak yetmez. Sağlam, şuurlu, delilli ve derin bir imana sahip olmak gereklidir. Çünkü sarsıntılar büyük, saldırılar ince ve sinsidir. Tahkikî iman ise bu zamanda bir manevî zırh, bir fikir kalesi ve bir ışık feneri gibidir. Kendini kurtaran, başkalarına da siper olur.

İşte bu sebeple tahkikî iman sahibi olmak, sadece bir fazilet değil; çağımızın en büyük vazifesi hâline gelmiştir.

Özet:

Bu makalede Bediüzzaman Said Nursî’nin Barla Lâhikası’nda geçen “iman-ı tahkikî” vurgusu açıklanmıştır. Taklidî iman yüzeysel ve zayıf iken, tahkikî iman sağlam ve kalıcıdır. Bu zamanda, şüphe ve anlamsızlık dalgaları karşısında tahkikî iman, sadece birey için değil, toplum için de bir dayanak noktasıdır. Bu imanı taşıyan kişiler, başkalarının maneviyatına da destek olur. Bu sebeple tahkikî iman, zamanımızın en büyük ihtiyacı ve vazifesidir.

 




İki Yaratılış, Bir Hakikat: Dünya ve Ahiret Arasındaki Sır

İki Yaratılış, Bir Hakikat: Dünya ve Ahiret Arasındaki Sır

“Sual: İmam-ı Gazalî’nin “Neş’e-i uhra, neş’e-i ûlâya bütün bütün muhaliftir.” demesinin sebebi?

   Elcevap: Hüccetü’l-İslâm İmam-ı Gazalî’nin neş’e-i uhra neş’e-i ûlâya bütün bütün muhaliftir demesi, mahiyet ve cinsiyet itibarıyla değildir. Çünkü

هُوَ الَّذٖى يَبْدَؤُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعٖيدُهُ

ve 

يُحْيِى الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَ كَذٰلِكَ تُخْرَجُونَ

gibi çok âyetlerin sarahatine muhalif olur. O muhalefet, keyfiyet ve suret itibarıyladır. Hem de umûr-u uhreviyenin mertebece fevkalâde yüksek olmasına işarettir. Hem de Gazalî’nin haşr-i cismanî ile beraber haşr-i ruhanînin dahi vuku bulmasına bazı ehl-i bâtına taklit ve mümaşat cihetiyle bir işaretidir.”
Barla Lâhikası

İnsanın en büyük sorusu, belki de en hakiki arayışı şudur: “Ölümden sonra ne olacak?”
Bu sorunun cevabı, sadece bir inanç meselesi değil; aynı zamanda varlığın mahiyetini ve insanın kaderini kavrama meselesidir. İşte bu çerçevede, İmam-ı Gazalî’nin “Neş’e-i uhra, neş’e-i ûlâya bütün bütün muhaliftir” (Ahiret yaratılışı, dünya yaratılışından bütünüyle farklıdır) şeklindeki ifadesi, ilk bakışta şaşırtıcı gibi görünse de aslında derin bir hikmet taşır.

Bediüzzaman Said Nursî, bu ifadenin yanlış anlaşılmaması gerektiğini, muhalefetin mahiyet açısından değil, keyfiyet ve derece bakımından olduğunu açıklayarak meseleyi hem tefsirî hem kelamî boyutlarıyla berraklaştırır.

Neş’e-i Ula ve Neş’e-i Uhra Nedir?

Neş’e-i ûlâ: Bu dünyadaki ilk yaratılış. Ruhun bedene takılması, anne karnında oluşum, doğum ve dünya hayatı sürecini kapsar.

Neş’e-i uhra: Ahiretteki ikinci yaratılış. Ölüm sonrası diriliş (ba’s), mahşer hayatı, cennet veya cehennemdeki ebedî hayat.

İmam-ı Gazalî’nin “tamamen muhaliftir” deyişi, bu iki neşenin aynı malzemeden, aynı mahiyetten yaratılmadığı anlamına gelmez. Bunu, Kur’ân’daki şu ayet açıkça reddeder:

> “O’dur ki, yaratmaya başlar, sonra onu tekrar eder.” (Yunus, 4)
“Allah, ölümünden sonra yeryüzünü diriltir. İşte siz de böyle çıkarılacaksınız.” (Rum, 19)

Bu âyetler, haşir (yeniden diriliş) hadisesinin bu dünyadaki yaratılışın bir benzeri olduğunu beyan eder.

Fark Nerede? Suret ve Keyfiyet Farkı

Bediüzzaman’a göre, İmam-ı Gazalî’nin “fark” ifadesi, mahiyet (cevher) açısından değil; keyfiyet ve suret açısından anlaşılmalıdır. Çünkü ahiret, bu dünyanın bir yansıması değil, daha yüksek bir âlem, daha latîf, daha şeffaf, daha ulvî bir hayat mertebesidir.

Ahiret bedeni, belki aynı temel varlık unsurlarından yaratılacak; ama bu beden fani değil, bâkî, ağır değil, nuranî, hastalık ve yorgunluklara açık değil, ebedî saadete elverişli bir mahiyet taşıyacaktır. Tıpkı donuk su buharlaşınca nasıl görünmeyen ama daha latîf bir varlığa dönüşüyorsa, dünya bedeni de  daha yüksek bir şekil alacaktır.

Ruhî ve Cismânî Haşir: Birlikte Gerçekleşen Bir Hakikat

İmam-ı Gazalî gibi bazı mutasavvıfların ve kelamcıların vurguladığı noktalardan biri de ruhanî haşirdir. Yani, ahirette sadece beden değil; ruh da yeni bir hayata doğrudan girecektir. Bediüzzaman bu noktada denge kurar:

> “Gazalî’nin haşr-i cismanî ile beraber haşr-i ruhanînin dahi vuku bulmasına bazı ehl-i bâtına taklit ve mümaşat cihetiyle bir işaretidir.”

Yani, Gazalî’nin bu ifadesiyle ruhanî haşri de vurguladığı, fakat bu sözleri söylerken belki bazı felsefî ekollere (örneğin işrakiye veya bazı tasavvufî yorumlara) “mümaşat” yani yumuşak geçiş amacı taşıdığı da ifade edilir.

Bu durumda hem cismanî hem de ruhanî haşir hakikattir. Ahirette, ruh ile beden yeniden buluşacak; ama bu yeni beden, dünya bedenine benzemekle birlikte daha ulvî ve ebedî bir kıvamda olacaktır.

Ahiret: Aynı Cevherin Yüksek Bir Mertebesi

Ahiretteki hayat, dünya hayatından ayrı değil; onun kemâle ermiş şeklidir. Dünya, bir çekirdek gibidir; ahiret ise onun açılmış çiçeğidir. Çekirdekten çıkan ağacın farklı olması gibi, ahiret bedeni de bu dünyadakine benzemekle birlikte daha gelişmiş, daha yüce, daha hikmetli bir hâle gelecektir.

İşte bu derinliği kavrayan bir insan, ölümü bir son değil, bir başlangıç, bir ikinci doğum, bir inkılap olarak görebilir. Bu bakış açısı, korkuyu ümide; dehşeti rahmete çevirir.

Özet:

Bu makalede İmam-ı Gazalî’nin “Neş’e-i uhra, neş’e-i ûlâya tamamen muhaliftir” sözünün Bediüzzaman tarafından yapılan izahı ele alınmıştır. Buradaki “muhalefet”, mahiyet değil; keyfiyet ve suret yönündendir. Yani ahiretteki yaratılış, bu dünyadakine benzer olacak; ancak daha yüksek, daha nuranî, daha mükemmel bir şekilde gerçekleşecektir. Ahiret hayatı, hem ruhun hem bedenin birlikte dirilişiyle olacak ve bu, Kur’an’ın beyan ettiği haşr-i cismanî hakikatini de teyit eder.

 




Ruhun Sırrı: Yaratılmış Bir Emrî Cevherin Derinliklerine Yolculuk

Ruhun Sırrı: Yaratılmış Bir Emrî Cevherin Derinliklerine Yolculuk

“Sual: Sa’d-ı Taftazanî, biri hayvanî diğeri insanî olmak üzere ruhu ikiye taksim ettikten sonra “Mevte maruz kalan yalnız ruh-u hayvanîdir, ruh-u insanî ise mahluk değildir ve onun ile Allah beyninde nisbet ve sebep yoktur, ceset ile kaim olmayıp müstakill-i bizzattır.” demesinin sebebi ve izahı?..

   Elcevap: Sa’d-ı Taftazanî’nin

اَلرُّوحُ الْاِنْسَانِيَّةُ لَيْسَتْ مَخْلُوقَةً

demesi; 

قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبّٖى

sırrıyla –beka-yı ruh bahsinde beyan edildiği gibi– ruhun mahiyeti; zîhayat bir kanun-u emr, zîşuur bir âyine-i ism-i Hay, zîcevher bir cilve-i Hayat-ı Sermedî olduğundan mec’uldür. Bu cihetle mahluktur denilemez. Fakat Sa’d, Makasıd ve Şerhü’l-Makasıd’da bütün muhakkikîn-i İslâm’ın icmaına ve âyât ve ehadîsin nususuna muvafık olarak “O kanun-u emr, vücud-u haricî giydirilmiş sair mahlukat gibi mahluk ve hâdistir.” demiştir. Sa’d’ın ezeliyet-i ruha kail olmadığına bütün âsârı şahittir.

لَيْسَتْ بَيْنَهَا وَ بَيْنَ اللّٰهِ نِسْبَةٌ

demesi, hulûl gibi bâtıl bir mezhebin reddine işarettir. Hayvanatın ruhları dahi bâkidir, kıyamette yalnız cesetleri fena bulur. Mevt ise fena değil belki alâkanın kesilmesidir.”
Barla Lâhikası

İnsanın en kadim ve en derin sorularından biri şudur: “Ben kimim?” Bu soru sadece et, kemik ve sinirlerden oluşan maddî bir varlığın tanımı değil; onun içinde gizlenen, duyan, düşünen ve ebedi olana yönelen “ruh”un mahiyetine dair bir arayıştır.

İşte bu noktada İslam âlimlerinin ve kelamcıların yaptığı izahlar, ruhun yaratılışı, bekası, vazifesi ve Allah ile olan irtibatı gibi konularda derin fikirler sunar. Bu açıdan büyük İslam âlimlerinden Sa’duddin Taftazânî’nin görüşü ve onu değerlendiren Bediüzzaman Said Nursî’nin açıklaması, ruhun mahiyetine dair eşsiz bir bakış açısı kazandırır.

Ruhi Hayvanî ve Ruhi İnsânî: İki Katmanlı Bir Yapı

Taftazânî, ruhu ikiye ayırır:

  1. Ruh-u Hayvanî: Bedene hayat veren, canlılık fonksiyonlarını idare eden enerji ve faaliyet merkezi. Bu ruh, ölümlüdür; bedene bağlıdır. Mevte maruz kalan da budur.
  2. Ruh-u İnsânî: Düşünen, hisseden, hakikati kavrayan, mânevî sorumluluğu taşıyan esas “ben”dir. Bu ruh, cesetle kaim değildir, kendi başına varlık sahibidir ve bekaya mazhar bir latîfedir.

İşte Bediüzzaman bu ayrımı teyit ederken, ruh-u insânînin Allah ile bir sebep-sonuç ilişkisine değil, emrî bir ilişkiye sahip olduğunu vurgular.

Ruh Mahluk mudur? Değil midir?

Taftazânî’nin “الروح الإنسانية ليست مخلوقة” (İnsan ruhu mahluk değildir) sözünü açıklayan Bediüzzaman, bu ifadenin mecazi ve istisnaî bir anlam taşıdığını belirtir. Çünkü:

> “Ruhun mahiyeti; zîhayat bir kanun-u emr, zîşuur bir âyine-i ism-i Hay, zîcevher bir cilve-i Hayat-ı Sermedî olduğundan mec’uldür. Bu cihetle mahlûktur denilemez.”

Yani ruh, maddeye bağlı bir varlık değil; Allah’ın “emr” âleminden gelen, maddeden münezzeh, hayatı doğrudan taşıyan bir cevherdir. Dolayısıyla onun yaratılmışlığı, madde gibi değildir. Ama yine de hakikatte Allah’ın kudretiyle yaratılmış bir varlıktır. Çünkü:

> “Taftazânî, Makasıd ve Şerhu’l-Makasıd’da bütün muhakkikîn-i İslam’ın icmaına muvafık olarak ruhun da mahluk olduğunu beyan etmiştir.”

Bu açıklama, hem ruhun ulvî yönünü yüceltir hem de onu ilahlaştırma (hulûl, ittihad gibi) batıl inançlardan arındırır.

“Leysâ beynahâ ve beyne’llah nisbe” Ne Demektir?

Taftazânî’nin “ليس بينها وبين الله نسبة” (Ruh ile Allah arasında nisbet yoktur) demesi, ruhun Allah’ın bir parçası olmadığını, hulûl (Allah’ın mahlukta yerleşmesi) gibi bâtıl felsefî görüşlerin reddini ifade eder. Allah, mahlukattan münezzehtir. Ruh O’ndan gelmiştir, fakat O’nunla aynı değildir. Bu, tevhid inancının korunması adına zaruri bir vurgudur.

Hayvanların Ruhları da Bâkidir

Bediüzzaman bu noktada dikkat çekici bir açıklama daha yapar:

> “Hayvanatın ruhları dahi bâkidir, kıyamette yalnız cesetleri fena bulur. Mevt ise fena değil belki alâkanın kesilmesidir.”

Yani ölüm, bir yok oluş değil; bir ayrılıştır, bir âlemden diğerine geçiştir. Ruh, bu geçişte varlığını korur. Bu, insanın da hayvanın da ruhunun yok olmadığını; bilakis ebedî bir düzen içinde yaşamaya devam ettiğini gösterir.

Ruhun Hakikatini Bilmek, Kendini Bilmek Demektir

Ruh, görünmeyen ama her şeyi gören bir nurdur. Bedende bir misafir değil, esas sâhiptir. Onun farkına varmak; insanın kendi hakikatine dönmesidir. Ruhun mahiyetini idrak eden insan, hayatın anlamını, ölümün sırrını ve ebediyetin müjdesini hisseder.

Özet:

Bu makalede, Sa’düddin Taftazânî’nin ruh anlayışı ve Bediüzzaman Said Nursî’nin buna getirdiği açıklamalar esas alınmıştır. Ruh, hayvanî ve insanî olmak üzere iki boyutta ele alınır. Ruh-u insânî, maddeden bağımsız, zîşuur bir emrî varlık olup Allah’ın “emr” âlemindendir. Mahluk olmakla birlikte yaratılışı maddî değildir. Allah ile arasında hulûlü reddeden bir ayrım vardır. Ölüm, ruhun yok olması değil, sadece bir ayrılıktır. Hayvanların ruhları da bâkidir. Bu izahlar, ruhun ulvî ve ebedî mahiyetini derinlemesine kavratır.

 




Salavat: Rahmetin Yolu, Ümmetin Vefası

Salavat: Rahmetin Yolu, Ümmetin Vefası

“Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma salavat getirmek, tek başıyla bir tarîk-i hakikattir. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm nihayet derecede rahmete mazhar olduğu halde, nihayetsiz salavata ihtiyaç göstermiştir. Çünkü Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm bütün ümmetinin dertleriyle alâkadar ve saadetlerine nasibedardır. Nihayetsiz istikbalde, ebedü’l-âbâdda nihayetsiz ahvale maruz ümmetinin bütün saadetleriyle alâkadarlığının ihtiyacındandır ki nihayetsiz salavata ihtiyaç göstermiştir.”
Barla Lâhikası

İnsan, dünyaya muhtaç doğar; bedeni gıdayla, ruhu ise imanla, sevgiyle, duayla beslenir. Kalbin ve ruhun en derin ihtiyaçlarından biri de, Resûl-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma duyulan bağlılığı ifade etme arzusudur. Bu bağlılığın en özlü, en yüce, en bereketli ifadesi ise salavattır.

Bediüzzaman Said Nursî, Barla Lâhikası’nda salavatın sıradan bir dua değil, bizzat bir hakikat yolu olduğunu şöyle beyan eder:

> “Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma salavat getirmek, tek başıyla bir tarîk-i hakikattir.”

Bu ifade, salavatın sadece faziletli bir zikir değil; başlı başına bir manevî yol, bir vuslat vasıtası, bir hakikat kapısı olduğunu gösterir. Öyle ki, bir kul sadece salavatla bile hakikate yaklaşabilir, kalbini nurlandırabilir.

Rahmete Mazhar Olanın Salavata Olan İhtiyacı

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Allah’ın en sevgili kulu, rahmetinin en büyük mazharıdır. Ancak buna rağmen, O’nun dahi salavata ihtiyaç duyması, bu zikrin büyüklüğünü ve sırlarını gösterir.

Bediüzzaman bu ihtiyacı şöyle açıklar:

> “Çünkü Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm bütün ümmetinin dertleriyle alâkadar ve saadetlerine nasibedardır.”

Evet, o zât (s.a.v.) sadece kendi zamanındaki insanların değil, kıyamete kadar gelecek bütün ümmetinin saadetiyle ilgilidir. Her bir müminin derdiyle dertlenen, her bir kalbin kurtuluşuna sevinç duyan bir peygamberin, ümmetinin hallerinden doğan rahmet ihtiyacı, salavatla takviye edilir.

Nihayetsiz İstikbalin Şefkati: Sonsuz Bir Alâka

> “Nihayetsiz istikbalde, ebedü’l-âbâdda nihayetsiz ahvale maruz ümmetinin bütün saadetleriyle alâkadarlığının ihtiyacındandır ki nihayetsiz salavata ihtiyaç göstermiştir.”

Bu cümle, zaman ve mekân üstü bir gerçeği nazara verir: Resulullah (s.a.v.), sadece dünya hayatında değil, ebedî âlemde de ümmetinin halleriyle ilgilidir. Ümmetinin ebedî saadeti için dua etmeye devam eder. Bu şefkatin mukabilinde ümmeti de onu unutmaz, ona salavat getirir.

Salavatlar, işte bu sonsuz şefkate bir teşekkürdür. Kulun, Rabbinden Resulü için rahmet dilemesidir. Aynı zamanda kendi nefsine de şefkat etmesidir. Çünkü Peygamber’e edilen dua, Allah’ın rahmetiyle kulun da kalbine döner.

Salavat: Zikirlerin En Derin, En Bereketli Olanı

Salavat, sadece bir dua değil; aynı zamanda bir zikir, bir vefa, bir bağlılık ve bir yükseliştir. Çünkü:

Allah da melekleriyle birlikte salavat getirir (Ahzâb 56).

Salavat getirenin duası kabul edilir.

Salavat, günahları siler, kalbi yumuşatır, rahmeti celbeder.

Salavat, gafletten korur, Resûlullah’ın manevi şefkatine bağlar.

Her “Allâhümme salli alâ Muhammed” dediğimizde, biz sadece bir dua etmiyoruz; aynı zamanda Resulullah’a bağlılığımızı tazeliyor, rahmetin içine dahil oluyor, kendimize de manevî bir ilac sunmuş oluyoruz.

Sonuç: Salavatla Yükselmek

Bir müminin en büyük nasibi, Resûlullah’a olan bağlılığı ölçüsündedir. O’nu sevmek, izinden gitmek, davasına omuz vermek ve salavatlarla şefkatini tazelemek… Bunlar, dünya ve ahiret saadetinin anahtarıdır.

Salavat getirmek, dilin zikri, kalbin sevgisi ve ruhun kemâlidir. Her salavat, Resulullah’a bir selam, bir bağlılık yeminidir. Ve bu bağlılık, bizi hakikatin yolcusu yapar. Çünkü o Zât (s.a.v.), hakikatin ta kendisidir.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın Barla Lâhikası’nda geçen salavatla ilgili beyanları esas alınarak, salavatın mahiyeti açıklanmıştır. Salavat, sadece bir dua değil, bir hakikat yolu, bir manevî terakki vesilesidir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), ümmetinin her zaman ve her hâliyle ilgilendiği için salavata ihtiyaç duymaktadır. Salavat, bu sonsuz alâkaya bir şükran, bir vefa ve bir şifa kaynağıdır. Salavatla hem Resulullah’a yaklaşılır, hem de kulun kendi kalbi arınır ve yükselir.

 




İsm-i A’zam: Esmâ-i Hüsnâ’da Gizlenen En Büyük Sır

İsm-i A’zam: Esmâ-i Hüsnâ’da Gizlenen En Büyük Sır

“Mektubunda ism-i a’zamı sual ediyorsun. İsm-i a’zam gizlidir. Ömürde ecel, ramazanda Leyle-i Kadir gibi esmada ism-i a’zamın istitarı mühim hikmeti var. Kendi nokta-i nazarımda hakiki ism-i a’zam gizlidir, havassa bildirilir. Fakat her ismin de a’zamî bir mertebesi var ki o mertebe ism-i a’zam hükmüne geçiyor. Evliyaların ism-i a’zamı ayrı ayrı bulması bu sırdandır. Hazret-i Ali’nin (ra) Ercuze namında bir kasidesi Mecmuatü’l-Ahzab’da var. İsm-i a’zamı altı isimde zikrediyor. İmam-ı Gazalî onu Cünnetü’l-Esma namındaki risalesinde, Hazret-i Ali’nin zikrettiği ve ism-i a’zamın muhiti olan o esma-i sitteyi şerh ve hâssalarını beyan etmiştir. O altı isim de

فَرْدٌ ۝ حَىٌّ ۝ قَيُّومٌ ۝ حَكَمٌ ۝ عَدْلٌ ۝ قُدُّوسٌ

dür.”
Barla Lâhikası

İnsanın en yüce gayesi, Yaratıcısını tanımak, O’na kul olmak ve rızasını kazanmaktır. Bu yolculukta Allah’ın güzel isimleri –Esmâ-i Hüsnâ– birer rehber, birer nur, birer tecelli kapısıdır. Fakat bu güzel isimler arasında bazıları vardır ki, mazhar oldukları hakikat itibarıyla daha geniş, daha derin ve daha kapsayıcıdır. Bunlardan biri de “İsm-i A‘zam” yani Allah’ın en büyük ismi olarak bilinen, fakat mahiyeti gizli tutulan yüce sırdır.

İsm-i A‘zam: Saklı Bir Kudret Anahtarı

Bediüzzaman Said Nursî, bu konuda şöyle der:

> “İsm-i a‘zam gizlidir. Ömürde ecel, Ramazanda Leyle-i Kadir gibi esmada ism-i a‘zamın istitarı mühim hikmeti var.”

Tıpkı ecelin gizlenmesiyle insanın her an uyanık kalması, Leyle-i Kadir’in gizlenmesiyle Ramazan’ın tamamının kıymet kazanması gibi; İsm-i A‘zam da gizlenmiştir ki kul, Allah’ın her bir ismine derin bir hürmetle ve dikkatle yönelsin. Bu sır, kulluğun ihlasını artıran, dua ve niyazı derinleştiren bir terbiyedir.

Her İsmin A‘zamî Bir Mertebesi Vardır

Bediüzzaman’ın veciz ifadesiyle:

> “Her ismin de a‘zamî bir mertebesi var ki o mertebe ism-i a‘zam hükmüne geçiyor. Evliyaların ism-i a‘zamı ayrı ayrı bulması bu sırdandır.”

Bu ifade, Allah’ın her bir isminin farklı kullarda, farklı zamanlarda, farklı hal ve ihtiyaçlarda tecelli ettiğini gösterir. Kimisi “Rahmân” ismine derin bir mazhar olur, kimisi “Hakem”e, kimisi “Kuddûs”a. Hâliyle, kalbi hangi isme daha çok muhtaçsa o ismi “en büyük” olarak hisseder. Dolayısıyla ism-i a‘zam, hem hakikatte gizlidir hem de kalplerin farklı yönelişleriyle zuhur eder.

Altı İsimlik Bir Nûr Çemberi

Bediüzzaman Hazretleri, Hazret-i Ali’nin (ra) Ercüze isimli kasidesine ve İmam-ı Gazâlî’nin şerhine atıfla, İsm-i A‘zam’ın altı isimde toplandığını belirtir:

> فَرْدٌ، حَىٌّ، قَيُّومٌ، حَكَمٌ، عَدْلٌ، قُدُّوسٌ
(Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddûs)

Bu altı isim, Allah’ın hem zatî hem sıfatî hem de fiilî yönlerini kuşatan bir külliyet taşır:

Ferd: Allah’ın tekliği, benzersizliği ve hiçbir şeye muhtaç olmayışı.

Hayy: Allah’ın hayat sıfatı; ölmeyen, diri ve canlı olması.

Kayyum: Her şeyin varlığını devam ettiren, ayakta tutan yegâne kudret.

Hakem: Hikmetle hükmeden, adaleti ve ölçüyü bozmayan.

Adl: Mutlak adaletin sahibi; zulmün asla bulunmadığı hak dağıtıcısı.

Kuddûs: Her türlü noksanlıktan uzak, mutlak temiz ve yüce olan.

Bu isimler birlikte düşünüldüğünde, Allah’ın yaratma, yönetme, koruma ve yüceltme sıfatları mükemmel bir şekilde yansır. İnsanın aczini ve fakrını hissedip, bu isimlerle dua etmesi, manevî yükselişi beraberinde getirir.

İsm-i A‘zam’a Ulaşmak: Bilmekten Çok Hissederek

İsm-i A‘zam, yalnızca ilmi bir bilgi değildir; kalbî bir haldir. Akıl bilse de, onu ancak kalp hissedebilir. Zira o isim, duanın can damarı, tefekkürün kutbu, teslimiyetin zirvesidir. Onu aramak; Allah’ı daha çok tanımak, sevmek ve O’na sığınmak içindir. Onu bilmek değil, onunla yaşamak önemlidir.

Özet:

Bu makalede Bediüzzaman’ın Barla Lahikası’ndan yola çıkarak, “İsm-i A‘zam” kavramı ele alınmıştır. İsm-i A‘zam, Allah’ın en büyük ismi olup, tıpkı ecel ve Kadir Gecesi gibi gizlenmiştir. Her ismin a‘zamî bir mertebesi bulunduğundan, evliyaullahın farklı isimleri İsm-i A‘zam olarak bulması bu sırdandır. Hazret-i Ali’nin bildirdiği altı isim (Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddûs) bu sırrı kuşatmaktadır. Bu isimlerle derin tefekkür ve dua, insanı hakikate ve Allah’a daha da yaklaştırır.

 




İsm-i A’zam: Esmâ-i Hüsnâ’da Gizlenen En Büyük Sır

İsm-i A’zam: Esmâ-i Hüsnâ’da Gizlenen En Büyük Sır

“Mektubunda ism-i a’zamı sual ediyorsun. İsm-i a’zam gizlidir. Ömürde ecel, ramazanda Leyle-i Kadir gibi esmada ism-i a’zamın istitarı mühim hikmeti var. Kendi nokta-i nazarımda hakiki ism-i a’zam gizlidir, havassa bildirilir. Fakat her ismin de a’zamî bir mertebesi var ki o mertebe ism-i a’zam hükmüne geçiyor. Evliyaların ism-i a’zamı ayrı ayrı bulması bu sırdandır. Hazret-i Ali’nin (ra) Ercuze namında bir kasidesi Mecmuatü’l-Ahzab’da var. İsm-i a’zamı altı isimde zikrediyor. İmam-ı Gazalî onu Cünnetü’l-Esma namındaki risalesinde, Hazret-i Ali’nin zikrettiği ve ism-i a’zamın muhiti olan o esma-i sitteyi şerh ve hâssalarını beyan etmiştir. O altı isim de

فَرْدٌ ۝ حَىٌّ ۝ قَيُّومٌ ۝ حَكَمٌ ۝ عَدْلٌ ۝ قُدُّوسٌ

dür.”
Barla Lâhikası

İnsanın en yüce gayesi, Yaratıcısını tanımak, O’na kul olmak ve rızasını kazanmaktır. Bu yolculukta Allah’ın güzel isimleri –Esmâ-i Hüsnâ– birer rehber, birer nur, birer tecelli kapısıdır. Fakat bu güzel isimler arasında bazıları vardır ki, mazhar oldukları hakikat itibarıyla daha geniş, daha derin ve daha kapsayıcıdır. Bunlardan biri de “İsm-i A‘zam” yani Allah’ın en büyük ismi olarak bilinen, fakat mahiyeti gizli tutulan yüce sırdır.

İsm-i A‘zam: Saklı Bir Kudret Anahtarı

Bediüzzaman Said Nursî, bu konuda şöyle der:

> “İsm-i a‘zam gizlidir. Ömürde ecel, Ramazanda Leyle-i Kadir gibi esmada ism-i a‘zamın istitarı mühim hikmeti var.”

Tıpkı ecelin gizlenmesiyle insanın her an uyanık kalması, Leyle-i Kadir’in gizlenmesiyle Ramazan’ın tamamının kıymet kazanması gibi; İsm-i A‘zam da gizlenmiştir ki kul, Allah’ın her bir ismine derin bir hürmetle ve dikkatle yönelsin. Bu sır, kulluğun ihlasını artıran, dua ve niyazı derinleştiren bir terbiyedir.

Her İsmin A‘zamî Bir Mertebesi Vardır

Bediüzzaman’ın veciz ifadesiyle:

> “Her ismin de a‘zamî bir mertebesi var ki o mertebe ism-i a‘zam hükmüne geçiyor. Evliyaların ism-i a‘zamı ayrı ayrı bulması bu sırdandır.”

Bu ifade, Allah’ın her bir isminin farklı kullarda, farklı zamanlarda, farklı hal ve ihtiyaçlarda tecelli ettiğini gösterir. Kimisi “Rahmân” ismine derin bir mazhar olur, kimisi “Hakem”e, kimisi “Kuddûs”a. Hâliyle, kalbi hangi isme daha çok muhtaçsa o ismi “en büyük” olarak hisseder. Dolayısıyla ism-i a‘zam, hem hakikatte gizlidir hem de kalplerin farklı yönelişleriyle zuhur eder.

Altı İsimlik Bir Nûr Çemberi

Bediüzzaman Hazretleri, Hazret-i Ali’nin (ra) Ercüze isimli kasidesine ve İmam-ı Gazâlî’nin şerhine atıfla, İsm-i A‘zam’ın altı isimde toplandığını belirtir:

> فَرْدٌ، حَىٌّ، قَيُّومٌ، حَكَمٌ، عَدْلٌ، قُدُّوسٌ
(Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddûs)

Bu altı isim, Allah’ın hem zatî hem sıfatî hem de fiilî yönlerini kuşatan bir külliyet taşır:

Ferd: Allah’ın tekliği, benzersizliği ve hiçbir şeye muhtaç olmayışı.

Hayy: Allah’ın hayat sıfatı; ölmeyen, diri ve canlı olması.

Kayyum: Her şeyin varlığını devam ettiren, ayakta tutan yegâne kudret.

Hakem: Hikmetle hükmeden, adaleti ve ölçüyü bozmayan.

Adl: Mutlak adaletin sahibi; zulmün asla bulunmadığı hak dağıtıcısı.

Kuddûs: Her türlü noksanlıktan uzak, mutlak temiz ve yüce olan.

Bu isimler birlikte düşünüldüğünde, Allah’ın yaratma, yönetme, koruma ve yüceltme sıfatları mükemmel bir şekilde yansır. İnsanın aczini ve fakrını hissedip, bu isimlerle dua etmesi, manevî yükselişi beraberinde getirir.

İsm-i A‘zam’a Ulaşmak: Bilmekten Çok Hissederek

İsm-i A‘zam, yalnızca ilmi bir bilgi değildir; kalbî bir haldir. Akıl bilse de, onu ancak kalp hissedebilir. Zira o isim, duanın can damarı, tefekkürün kutbu, teslimiyetin zirvesidir. Onu aramak; Allah’ı daha çok tanımak, sevmek ve O’na sığınmak içindir. Onu bilmek değil, onunla yaşamak önemlidir.

Özet:

Bu makalede Bediüzzaman’ın Barla Lahikası’ndan yola çıkarak, “İsm-i A‘zam” kavramı ele alınmıştır. İsm-i A‘zam, Allah’ın en büyük ismi olup, tıpkı ecel ve Kadir Gecesi gibi gizlenmiştir. Her ismin a‘zamî bir mertebesi bulunduğundan, evliyaullahın farklı isimleri İsm-i A‘zam olarak bulması bu sırdandır. Hazret-i Ali’nin bildirdiği altı isim (Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddûs) bu sırrı kuşatmaktadır. Bu isimlerle derin tefekkür ve dua, insanı hakikate ve Allah’a daha da yaklaştırır.

 




Yapay Zeka Naat-ı…

Yapay Zeka Naat-ı…

– 1 –

RÛHUM SANA ÂŞIK

Rûhum sana âşık, sana hayrandır Efendim,
Bir ben değil, âlem sana kurbandır Efendim.

Ecrâm ü felek, Levh u kalem, mest-i nigâhım,
Dîdârına âşık Ulu Yezdân dır Efendim.

Mahşerde nebîler bile senden medet ister,
Rahmet, diyen âlemlere, Rahman dır Efendim.

Tâ Arşa çıkar her gece âşıkların âhı,
Medheyleyen ahlâkını Kur an dır Efendim.

Aşkınla buhurdan gibi tütmekte bu kalbim,
Sensiz bana cennet bile hicrândır Efendim.

Doğ kalbime bir lahzacık ey Nûr-i dilârâ
Nûrun ki gönül derdime dermândır Efendim.

Ulvî de senin bağrı yanık âşık-ı zârın
Feryâdı bütün âteş-i sûzândır Efendim.

Kıtmîriniz ey Şâh-ı rüsûl, kovma kapından,
Âsîlere lûtfun yüce fermândır Efendim.

**********

– 2 –

Gönül Hun Oldu Şevkinden
Naat-ı şerifi sözleri

Gönül hun oldu şevkinden boyandım Ya Rasulallah
Nasıl bilmem bu nirana dayandım Ya Rasulallah
Ezel bezminde bir dinmez figandım Ya Rasulallah
Cemalinle ferahnak et ki yandım Ya Rasulallah.

Yanan kalbe devasın sen, bulunmaz bir şifasın sen
Muazzam bir sehasın sen, dilersen rehnümasın sen
Habib-i Kibriyasın sen, Muhammed Mustafa-sın sen
Cemalinle ferahnak et ki yandım Ya Rasulallah.

Gül açmaz çağlayan akmaz, İlahi nurun olmazsa
Söner alem, nefes kalmaz, felek manzurun olmazsa
Firak ağlar, visal ağlar, ezel mesturun olmazsa
Cemalinle ferahnak et ki yandım Ya Rasulallah.

Erir canlar o gül buy-i revan bahşın hevasından
Güneş titrer, yanar didarının bak ihtirasından
Perişan bir niyaz inler hayatın müntehasından
Cemalinle ferahnak et ki yandım Ya Rasulallah.

Susuz kalsam, yanan çöllerde can versem elem duymam
Yanardağlar yanar bağrımda, ummanlardan nem duymam
Alevler yağsa göklerden ve ben messeylesem duymam
Cemalinle ferahnak et ki yandım Ya Rasulallah.

Ne devlettir yumup aşkınla göz, rahında can vermek
Nasip olmaz mı sultanım haremgahında can vermek
Sönerken gözlerim asan olur âhında can vermek
Cemalinle ferahnak et ki yandım Ya Rasulallah.

Boyun büktüm, perişanım, bu derdin sende tedbiri
Lebim kavruldu ateşten döner pâyinde tezkiri
Ne dem gönlün murad eylerse taltif eyle kıtmiri
Cemalinle ferahnak et ki yandım Ya Rasulallah (s.a.v).
Yaman Dede

*********

– 3 –

Gubârına Cihan Fedâ: Aşkın ve İmanın En Yüce Tezahürü

> Gubâr-ı pâyine almam cihânı yâ Rasûlallah
Değişmem mûyine heft âsumânı yâ Rasûlallah
Duyunca makdem-i teşrîfin Âdem sulb-i pâkinden
Değişdi habbeye bağ-ı cinânı yâ Rasûlallah

********

Yukarıda geçen 3 Na’tın birleşiminden oluşan hülasa bir Yapay Zeka Naat-ı…

Gönlüm Sana Âşık Yâ Resûlallah

Rûhum sana âşık, sana hayrândır yâ Resûlallah,
Bir ben değil, bu âlem hep kurbândır yâ Resûlallah.
Cihan feda gubârına, mübarek pâ-yine,
Değişmem yedi kat semâ müyine yâ Resûlallah.

Gönül hun oldu aşkınla, yanar her an, her ânım,
Nasıl bilmem bu nîrâna dayandım yâ Resûlallah.
Sensiz bana cennet bile hicrandır, hicrandır,
Cemâlinle ferahnak et ki yandım yâ Resûlallah.

Ecrâm u felek, levh u kalem mest-i cemâlin,
Dîdârına âşık olan Yezdân’dır yâ Resûlallah.
Tâ Arş’a çıkar her gece âşıkların âhı,
O feryâdın cevâbıdır Kur’ân’dır yâ Resûlallah.

Ne devlettir senin aşkınla göz yumup gitmek,
Ne bahtiyârlık, cânı rahında şehîd etmek.
Âsîyim, ama lütfunla gelir affa ümîdim,
Kıtmîrinim, kovma beni dergâhından yâ Resûlallah.

Gül açmaz, çağlayan akmaz, nurun olmazsa,
Söner âlem, kurur hayat, felek solarsa.
Ey Habîb-i Kibriyâ, sen Rahmete’l-lil-âlemînsin,
Sana ümmet olmak bile en büyük pâydır yâ Resûlallah.

Makdem-i teşrîfini duydu Âdem sulb-i pâkinde,
Değişti habbeye bağ-ı cinân o andan içinde.
O nur ki, ezelden ebede her şeyin sebebidir,
Cemâlin şifâ, aşkınsa ebedî sermâyedir yâ Resûlallah.

Boyun büktüm, perîşanım, bu derdin tek devâsı sensin,
Bu ömrün yegâne mânâsı, canın mâhı sensin.
Ne dil murad eylerse, senin yüce takdirindir,
Taltif eyle kıtmîrini, senin dergâhındadır derdim yâ Resûlallah.

 




RÛHUM SANA ÂŞIK

RÛHUM SANA ÂŞIK

Rûhum sana âşık, sana hayrandır Efendim,
Bir ben değil, âlem sana kurbandır Efendim.

Ecrâm ü felek, Levh u kalem, mest-i nigâhım,
Dîdârına âşık Ulu Yezdân dır Efendim.

Mahşerde nebîler bile senden medet ister,
Rahmet, diyen âlemlere, Rahman dır Efendim.

Tâ Arşa çıkar her gece âşıkların âhı,
Medheyleyen ahlâkını Kur an dır Efendim.

Aşkınla buhurdan gibi tütmekte bu kalbim,
Sensiz bana cennet bile hicrândır Efendim.

Doğ kalbime bir lahzacık ey Nûr-i dilârâ
Nûrun ki gönül derdime dermândır Efendim.

Ulvî de senin bağrı yanık âşık-ı zârın
Feryâdı bütün âteş-i sûzândır Efendim.

Kıtmîriniz ey Şâh-ı rüsûl, kovma kapından,
Âsîlere lûtfun yüce fermândır Efendim.

**********

“Rûhum Sana Âşık”: Aşkın En Yüce Menzili

> “Rûhum sana âşık, sana hayrandır Efendim”

Bir insanın kalbinden dökülen en kıymetli söz, en derin his, en büyük bağlılık; Allah Resûlü’ne (s.a.v.) karşı duyduğu aşktır. Çünkü o aşk sıradan bir sevgi değil; varlığın anlamını kavramış bir yüreğin, hakikatin sahibine yönelişidir. Ve bu yöneliş, hem insanın özünü hem de ebedî akıbetini belirler.

“Rûhum Sana Âşık” isimli bu naat, sırf duygusal bir ezgi değil; imanla yoğrulmuş, irfanla yanmış, aşk ile taşmış bir kalbin tercümanıdır. O kalp, yalnızca sevmiyor; bütün varlığıyla bağlanıyor, yanıyor, yalvarıyor ve niyaz ediyor. Çünkü Efendimiz (s.a.v.), sadece bir peygamber değil, aynı zamanda aşkın da mihrâkıdır.

Aşkın Kaynağı: O’nu Yaratan Allah’tır

> “Dîdârına âşık Ulu Yezdân dır Efendim”

Bu mısra, aşkın kaynağının sadece kul olmadığını, bizzat Cenab-ı Hakk’ın Resûl’ünü sevmeyi yaratılışın merkezine yerleştirdiğini bildirir. O’nun yüce zatını sevmek, Yaratıcı’nın mahlûkata verdiği bir özelliktir. Göklerdeki yıldızlar, yerdeki taşlar, melekler, peygamberler ve mahlûkat; her biri kendi hâlince Resûlullah’a muhabbetle bağlıdır.

İnsan bu muhabbeti taşımazsa eksiktir. Çünkü:

Peygamber sevgisi, imanın kemalidir.

O’nu sevmek, Allah’ı sevmekle bütünleşir.

O’na itaat, Allah’a itaattir. (Nisâ, 80)

O Olmadan Cennet Bile Hicrandır

> “Sensiz bana cennet bile hicrândır Efendim”

Bu mısra, gerçek aşkın cennet arzusunu bile gölgede bırakacak derecede kuvvetli olduğunu anlatır. Çünkü âşık için mühim olan nimet değil, nimetlerin sultanı ile beraber olmaktır.

Peygamberimiz olmadan bir cennet tasavvuru, aşk ehli için eksik ve tatsızdır. Bu mısra bize şunu öğretir:

Cennet, O’nunla güzeldir.

Vuslat, sadece mekânda değil, muhabbettedir.

Gerçek saadet, O’nun civarında olmaktır.

Âsîlere de Umut Var: Kapıdan Kovma Ya Resûlallah!

> “Kıtmîriniz ey Şâh-ı rusûl, kovma kapından / Âsîlere lûtfun yüce fermândır Efendim”

Naatın en umut yüklü kısmı burasıdır. Çünkü burada yalnızca aşk değil, aynı zamanda bir günahkârın affa olan umudu dile gelir. Kul günahkâr olabilir, ama ümitvar olmakla vazifelidir. Çünkü Allah Resûlü:

Merhamet peygamberidir,

Günahkârlara rahmettir,

Tevbeye kapıyı açık tutandır.

O hâlde ne kadar günah işlenirse işlensin, Resûlullah’ın kapısı her daim açıktır. Bir kıtmîr bile olsak, onun kapısında durmak, affın anahtarıdır.

Her Gece Arşa Yükselen Aşkın Âhı

> “Tâ Arşa çıkar her gece âşıkların âhı”

Bu mısra, aşkın sadece kalpte kalmadığını, göğe kadar ulaştığını haber verir. Gerçekten de Allah Resûlü’nün âşıkları, geceleri gözyaşıyla dua eder, vuslat için niyaz ederler. Onların duaları ve feryatları, yalnızca lisanla değil; kalbin yanışıyla Arş’a doğru yükselir.

İşte bu, aşkın en yüksek hâlidir:

Gökyüzünü sarsan dua,

Geceleri titreten zikir,

Kalbi hararetle yakan niyaz.

Ve o âhlar, cevapsız bırakılmaz. Çünkü Allah, Resûlü’nü sevenin duasını reddetmez.

Özet

“Rûhum Sana Âşık” naatı, Allah Resûlü’ne (s.a.v.) duyulan en derin, en samimi, en aşk dolu muhabbeti dile getiren eşsiz bir feryattır. Bu feryat, ruhun teslimiyetidir, gönlün vuslat arzusudur. Mısralarda hem ümitle dolu bir aşk, hem yakıcı bir hicran, hem de affa sığınan bir kulun yakarışı vardır. Cennet bile onun sevgisinden mahrumsa hicrandır. Günahkârlar bile onun kapısında affa erişebilir. Gerçekten seven, geceleri âh çeker, kalbiyle niyaz eder ve o niyaz Arş’a kadar ulaşır.
Çünkü o aşk, sadece bir his değil; bir imanın ve bir ebediyetin özüdür.

 




Gönül Hun Oldu Şevkinden

Gönül Hun Oldu Şevkinden
Naat-ı şerifi sözleri

Gönül hun oldu şevkinden boyandım Ya Rasulallah
Nasıl bilmem bu nirana dayandım Ya Rasulallah
Ezel bezminde bir dinmez figandım Ya Rasulallah
Cemalinle ferahnak et ki yandım Ya Rasulallah.

Yanan kalbe devasın sen, bulunmaz bir şifasın sen
Muazzam bir sehasın sen, dilersen rehnümasın sen
Habib-i Kibriyasın sen, Muhammed Mustafa-sın sen
Cemalinle ferahnak et ki yandım Ya Rasulallah.

Gül açmaz çağlayan akmaz, İlahi nurun olmazsa
Söner alem, nefes kalmaz, felek manzurun olmazsa
Firak ağlar, visal ağlar, ezel mesturun olmazsa
Cemalinle ferahnak et ki yandım Ya Rasulallah.

Erir canlar o gül buy-i revan bahşın hevasından
Güneş titrer, yanar didarının bak ihtirasından
Perişan bir niyaz inler hayatın müntehasından
Cemalinle ferahnak et ki yandım Ya Rasulallah.

Susuz kalsam, yanan çöllerde can versem elem duymam
Yanardağlar yanar bağrımda, ummanlardan nem duymam
Alevler yağsa göklerden ve ben messeylesem duymam
Cemalinle ferahnak et ki yandım Ya Rasulallah.

Ne devlettir yumup aşkınla göz, rahında can vermek
Nasip olmaz mı sultanım haremgahında can vermek
Sönerken gözlerim asan olur âhında can vermek
Cemalinle ferahnak et ki yandım Ya Rasulallah.

Boyun büktüm, perişanım, bu derdin sende tedbiri
Lebim kavruldu ateşten döner pâyinde tezkiri
Ne dem gönlün murad eylerse taltif eyle kıtmiri
Cemalinle ferahnak et ki yandım Ya Rasulallah (s.a.v).
Yaman Dede

*********

Yanmak Bir Aşk İse, Ferah Bulmak Ancak Cemalindedir: Naat-ı Şerifte Muhabbetin Feryadı

> “Gönül hun oldu şevkinden boyandım Ya Rasûlallah”

Bir naat bazen bir duadır, bazen bir yakarış; bazen de aşkın vecd içinde feryadıdır. “Gönül Hun Oldu Şevkinden” adlı naat-ı şerif, işte böylesine derin bir aşkın, kavuşmaya susamış bir kalbin ve vuslat hasretiyle tutuşan bir ruhun mânâ yüklü feryadıdır. Bu feryat, ne kuru bir özlem, ne de sıradan bir beşerî sevgi; ilâhî aşkın Resûlullah’ta (s.a.v.) kemale ermiş hâlidir.

Bu naatta dile gelen duygular, sadece bir şiirsel ifade değil; imanın en latif meyvesi olan “muhabbet-i Rasûlullah”ın kalpten taşmasıdır.

Gönlün Hun Olması: Aşkın En Yakıcı Hâli

> “Gönül hun oldu şevkinden boyandım Ya Rasulallah”
Gönlün kanla dolması mecazı, aşkın yakıcılığını, sabırsızlığını ve Resûlullah’a olan derin özlemi anlatır. Bu, ne mecazi bir kan, ne de maddî bir yanış; bu, imanın gözyaşıyla yoğrulmuş, hasretin ateşiyle közlenmiş bir kalbin haykırışıdır.

Seven, sevdiğine ulaşmak ister. Ama sevgili, alemlere rahmet olarak gönderilmiş, beşeriyetin en güzeli, mahlûkatın fahridir. Onun vuslatı hem şereftir hem mesuliyet. Bu yüzden mü’min şöyle yalvarır:

> “Cemalinle ferahnak et ki yandım Ya Rasûlallah”

Yanmak sevdalıyı eritir; ama vuslat, ferah verir. Kalbin tek arzusu, O’nun cemaline erişmektir.

Resûlullah: Şifa, Rehber ve Rahmet

> “Yanan kalbe devâsın sen, bulunmaz bir şifâsın sen… Dilersen rehnumâsın sen”

Bu mısralar, Resûlullah’ın ümmeti üzerindeki manevî rehberliğine ve şifâ kaynağı oluşuna dikkat çeker. Kalpleri ancak onun getirdiği nur, onun yaşadığı sünnet, onun taşıdığı rahmet iyileştirebilir. Çünkü O:

“Şifâdır”: Gafletin yarasına, günahın karasına, kalbin yarılmasına.

“Sehadır”: Cömertlik, fedakârlık ve ihsanda zirvedir.

“Rehnumadır”: Yolu gösterir, karanlıkta yön tayin eder, ahirete giden istikameti çizer.

Bugün binbir buhranla kıvranan insanlık, asıl rehberin sesini işitmemektedir. Oysa onun sünneti, karanlık çağların ışığı; onun duası, susuz gönüllerin ırmağıdır.

Onun Nuruyla Alem Vardır

> “Gül açmaz çağlayan akmaz, İlahi nurun olmazsa”

Kâinat, onun nuru için yaratılmıştır. Bu yüzden onun nuru çekilse:

Bahar bahar olmaktan çıkar.

Su akmaz, çiçek açmaz.

Hayat, manasını yitirir.

Resûlullah (s.a.v.), yaratılışın sebebi, varoluşun ruhudur. Onun gelişiyle gece aydınlık oldu, taşlar dile geldi, kalpler secdeye yöneldi. Bugün dünya onun izinden uzaklaştıkça; gül solmakta, sular durmakta, kalpler kuruyup taşlaşmaktadır.

Aşkın Zirvesi: O’nun Uğruna Her Şeyi Göze Almak

> “Susuz kalsam, yanan çöllerde can versem elem duymam
Alevler yağsa göklerden ve ben messeylesem duymam”

Gerçek sevgi, yalnızca güzellikte değil, cefa ve belada da sadakat göstermeyi gerektirir. Bu mısralarda, Resûlullah’a olan sevgi öyle bir dereceye ulaşmıştır ki, en büyük acılar bile hafif gelir. Bu bir aşktır ki:

Yanmaktan şikâyet etmez.

Gözyaşını ganimet bilir.

Ölümü vuslat sayar.

O halde sevenin hâli budur: Canı pahasına da olsa, Resûlullah’tan vazgeçmez.

Aşkın En Yüce Arzusu: Canını O’nun Huzurunda Teslim Etmek

> “Ne devlettir yumup aşkınla göz, rahında can vermek
Nasip olmaz mı sultanım haremgâhında can vermek”

Bir mü’minin en büyük duası, hayatını Resûlullah’ın izinde yaşayıp, onun huzurunda ya da onun sevgisiyle vefat etmektir. Bu mısralarda dile gelen özlem, sadece ölüm değil; şerefli bir vuslat arzusudur.

Bu arzunun kaynağı ise hadistir:

> “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb 96)

O’nu sevmek, O’nunla haşrolunmayı doğurur. Ve bu, imandan gelen bir devlet, aşkın en kutlu meyvesidir.

Özet

“Gönül Hun Oldu Şevkinden” naatı, Resûlullah’a (s.a.v.) duyulan aşkı, özlemi ve sadakati derin mânâlarla dile getiren eşsiz bir yakarıştır. Kalbin kanla dolması, vuslat özlemiyle yanmak, Resûlullah’ın nuru olmadan hayatın sönmesi gibi imgeler, mü’minin en samimi duygularını yansıtır. Resûlullah; şifa, rehber ve rahmettir. O’nun nuru âlemin varlık sebebidir. Bu naat, sadece bir şiir değil, ümmetin yanan kalbinin haykırışıdır. En büyük devlet, onun aşkıyla yaşayıp onun izinde can verebilmektir.

Çünkü gerçek vuslat, onunla başlayan bir yoldur; ve bu yol, cennete çıkar.

 




Gubârına Cihan Fedâ: Aşkın ve İmanın En Yüce Tezahürü

Gubârına Cihan Fedâ: Aşkın ve İmanın En Yüce Tezahürü

> Gubâr-ı pâyine almam cihânı yâ Rasûlallah
Değişmem mûyine heft âsumânı yâ Rasûlallah
Duyunca makdem-i teşrîfin Âdem sulb-i pâkinden
Değişdi habbeye bağ-ı cinânı yâ Rasûlallah

Bu beyitler, yalnızca bir şiirin inceliği değil; aynı zamanda bir ümmetin, bir âşığın kalbinden fışkıran sonsuz bir sevdanın tercümesidir. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’e (s.a.v.) duyulan muhabbetin derinliği, samimiyeti ve feda ruhu, kelimelere sığmayacak kadar ulvîdir. Fakat bu dizeler, kelimelerle ulaşılamayacak o manevî zirvelere bir köprü gibidir.

Tozuna Cihan Değmeyen Aşk

> “Gubâr-ı pâyine almam cihânı yâ Rasûlallah”
Yani: “Ey Allah’ın Resûlü! Senin mübarek ayağının tozuna karşılık bütün dünyayı bile almam.”

Bu sözdeki aşk, kuru bir duygusallık değil; bir imanın ve teslimiyetin zirvesidir. Dünyanın bütün ihtişamı, serveti ve süsü, O’nun mübarek ayaklarının altında biriken toz kadar bile kıymetli değildir. Bu, müminin değer merkezinin ifadesidir:

> Dünya değil, Resûlullah’ın izidir asıl izlenecek olan.

Bugün insanlık, neyin değerli olduğunu karıştırmış, hakikati gösteren teraziyi kaybetmiştir. Birçok insan kariyer, makam, şöhret, mal uğruna her şeyi göze alırken; mümin bilir ki, Peygamberin sünnetine uygun bir adım atmak, dünyaları kazanmaktan daha evladır.

Yedi Kat Gökleri Bir Saç Telinle Değişmem

> “Değişmem mûyine heft âsumânı yâ Rasûlallah”

Bu mısra ise, dünyanın değil, yedi kat göklerin bile Resûlullah’ın bir tek saç teline denk düşmeyeceğini ilan eder. Çünkü onun bir saç teli, bir sünneti, bir tebessümü, bir bakışı; kâinatı anlamlı kılan ilâhî rahmetin yansımasıdır. Bu sözde şekle değil, ruha; dışa değil, mânâya kıymet verme vardır. O’na duyulan sevgi, Allah’a bağlılığın işaretidir. Çünkü:

> “Men yutıi’r-Resûle fekad eta’a Allah” – Kim Peygamber’e itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur.”
(Nisâ, 80)

Âdem Aleyhisselâm’ın Sevinci: Nurun Haberiyle Cennet Gölge Oldu

> “Duyunca makdem-i teşrîfin Âdem sulb-i pâkinden / Değişdi habbeye bağ-ı cinânı yâ Rasûlallah”

Burada anlatılan sahne, mecazî değil; derin bir manevî gerçeğin ifadesidir. Hz. Âdem (a.s.), kendi zürriyetinden bir gün gelecek olan Peygamber’in gelişini duyduğu anda, cennetin tamamını bir tek habbeye (tane, nimet) değişir. Yani Cennet bile o anda kıymetten düşer. Çünkü Cennet, onun getirdiği hakikatle asıl değerini kazanır. Peygamber gelmeden evvel bile âlem onunla anlam bulur, beklenen odur, sevilen odur, özlenen odur.

Bu ifade, bize şu gerçeği öğretir:

> Resûlullah (s.a.v.)’ın risâleti, varlık sebebimizdir. Onun gelişi, cenneti bile gölgede bırakacak kadar büyük bir lütuftur.

Peygamber Sevgisi: İmanın Kıvamıdır

Bu dizelerde dile gelen sevgi, bir duygusal bağlılık değil, imandan gelen bir feyizdir. Nitekim Efendimiz (s.a.v.) buyurmuştur:

> “Sizden biri beni, kendi nefsinden, malından, evladından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe (kâmil) iman etmiş olamaz.”
(Buhârî, Îmân 8)

Yani sevgi, sadece bir gönül işi değil; imanın nişanesidir. Mümin, onun ayağının tozunu, bir sünnetini, bir sözünü dünya ve içindekilerden daha üstün görür. Çünkü onun nuru, sadece geçmişi değil; geleceği de aydınlatan bir kandildir. Bugün onun sünnetiyle yaşayan, yarın onun livâü’l-hamd sancağı altında dirilecektir.

Özet

Bu makalede, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’e (s.a.v.) duyulan derin aşk ve sadakati ifade eden beyitler üzerine düşünce inşa edilmiştir. Onun mübarek ayağının tozuna karşılık bütün dünya değmez, bir saç teline karşılık yedi kat gökler kıymetsizdir. Çünkü o, rahmetin, nurun ve hakikatin temsilcisidir. Hz. Âdem bile onun gelişini duyduğunda cenneti gölge kabul etmiştir. Bu sevgi, imanın gereğidir. Müslüman, dünyayı değil, Resûlullah’ın izini takip eder. Zira o iz, cennete çıkan yolun ta kendisidir.

 




Ravza-i Mutahhara: Cennetin Dünyadaki Eşiği

Ravza-i Mutahhara: Cennetin Dünyadaki Eşiği

Ol Resûl-i müctebâ hem rahmete’l-lil-‘âlemîn
Bende medfûndur deyû eflâke fahr eyler zemîn
Ravzasın idüp ziyâret dedi Cibrîl-i emîn
Hâzihî cennâtü ‘adnin fedhulûhâ hâlidîn

Manası:
“O seçkin resûl, hem alemlere rahmet olan zat bende gömülüdür” diye yeryüzü, göklere iftihar eder.

Onun Ravza-i mutahharasını ziyaret eden Hz. Cebrail
“هٰذِهِ جَنَّاتُ عَدْنٍ فَادْخُلُوهَا خَالِدِينَ”
“Burası Adn Cennetidir. Ebedî kalmak üzere girin ona” der.

Bu beyit, bir hakikatin hem edebî hem manevî bir ifadesidir: Yeryüzü, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek bedenine ev sahipliği yapmakla göklere iftihar eder. Zira bu yeryüzü, hiçbir mahlûka nasip olmayan bir şerefe mazhar olmuştur: “Rahmeten li’l-âlemîn”in bağrına gömüldüğü yer olmak.

Yeryüzünün İftiharı: O’nu Taşımak

İnsanlık tarihinin en kutlu misafiri, Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.), dünya semasına teşrif ettiği andan itibaren bu gezegenin kaderi değişmiştir. O, sadece bir peygamber değil; yaratılışın maksadı, varlıkların nuru ve bütün âlemlerin rahmetidir.
Ve ne gariptir ki, bu yüce peygamber, başka hiçbir mekâna değil, bu dünyanın sinesine tevdi edilmiştir. Dolayısıyla yeryüzü, bu büyük misafirle iftihar eder. Göklere karşı şöyle der adeta:
“Sizde yıldızlar var, melekler var. Ama bende Ahmed-i Mahmud-u Muhammed (s.a.v.) medfûndur.”

Bu, sadece fizikî bir gömülme değil; bir sırra, bir hikmete, bir feyze mazhar oluşun ifadesidir. Ravza-i Mutahhara bu yüzden sıradan bir mezar değil, cennetin eşiğidir.

Ravza: Cennet Kapısının Yeryüzündeki Nişanesi

Hz. Cebrail’in, Resûlullah’ın kabrini ziyaret ederken “هٰذِهِ جَنَّاتُ عَدْنٍ فَادْخُلُوهَا خَالِدِينَ” ayetini okuduğu rivayeti, onun mübarek kabriyle Cennet arasında nasıl bir bağ bulunduğunu gösterir. Burası, hem nurun başladığı hem de nurun döndüğü yerdir. Orası sadece bir mezar değil; bir vuslat menzili, bir secde durağı, bir dua eşiğidir.

Oraya her gelen mü’min, oradan hem selam verir hem selam alır. Çünkü Resûlullah (s.a.v.) buyurmuştur:

> “Kim bana selam verirse Allah onu ruhuma ulaştırır, ben de o kişiye cevap veririm.”
(Ebû Dâvûd, Menâsik 96)

İşte bu yüzden, Ravza’nın toprağı, sıradan bir toprak değil; manevî cennet toprağıdır. Ve bu toprağı gören Cebrail’in, cennetin ayetini hatırlatması boşuna değildir.

Zemîn ve Eflâk Arasında Bir Şeref Mukayesesi

Yeryüzü ve gökyüzü, kainatın iki büyük sahnesidir. Gökler, meleklerin, yıldızların ve arş-ı a’lânın mekânıdır. Yeryüzü ise imtihanların, çamurun ve geçiciliğin. Fakat Peygamber Efendimiz’in yeryüzünde medfun olması, bu dengeyi değiştirir. Artık yeryüzü sadece çamur değil, rahmetin merkezi ve nurun menbaıdır.

Bu yüzden şair şöyle seslenir:

> “Ne güneşler batmış da, böyle doğmamış bir daha
Toprak altında Muhammed, yeryüzü iftiharda!”

Bu da bize bir ibret verir: Bir mekânı yücelten, içindeki manadır. Kâbe’yi Kâbe yapan, taşları değil; içinde tecelli eden sırdır. Medine’yi Medine yapan, çöl değil; içindeki Resûl’dür. İnsan da böyledir: Onu aziz kılan dışı değil, taşıdığı hakikattir.

Bizim İçin Ne Mana Taşır?

Peygamberimiz’in Ravza-i Mutahhara’sı, sadece ziyaret edilen bir türbe değildir. O, imanımızın yönü, kalbimizin merkezi ve dualarımızın menzilidir. Ona selam göndermek, onun sünnetini yaşamak, onun mesajını anlamak, ona ümmet olmanın gereklerini taşımaktır.

Ravza’ya ulaşamayan için bile yeryüzü onun izleriyle doludur. Onun bir hadisinde geçen şu müjdeyi unutmayalım:

> “Benim kabrimi ziyaret eden, sanki beni hayattayken ziyaret etmiş gibidir.”
(Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, 12410)

Bu ne büyük lütuf, ne büyük rahmettir! Kabrinin bile ümmetine rahmet olan bir Peygamberin ümmeti olmak, en büyük iftihar sebebimizdir.

Özet

Bu makalede, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) Ravza-i Mutahhara’sının taşıdığı manevî derinlik ve şerefi ele aldık. Şairin beyitleriyle yeryüzü, göklere karşı övünür; çünkü Rahmeten li’l-Âlemîn orada medfundur. Hz. Cebrail’in, Resûlullah’ın kabrine hitaben “Burası Adn Cennetidir” demesi, Ravza’nın cennetle bağlantısını ve onun manevî kıymetini ortaya koyar. Hakikat şudur ki, bir mekânı yücelten içindeki sırdır. Ravza, ümmetin yönü ve duasının merkezidir. O’nun izinden yürümek, cennetin kapısına en kısa yoldur.

 




Ekberü’l-Kebair: Ruhun Felaketi Olan Yedi Büyük Günah

Ekberü’l-Kebair: Ruhun Felaketi Olan Yedi Büyük Günah

“Hem mektubunuzda “yedi kebair”i soruyorsunuz. Kebair çoktur fakat ekberü’l-kebair ve mubikat-ı seb’a tabir edilen günahlar yedidir: “Katl, zina, şarap, ukuk-u valideyn yani kat’-ı sıla-yı rahim, kumar, yalancı şehadetlik, dine zarar verecek bid’alara taraftar olmak”tır. ”
Barla Lâhikası

İnsan, yaratılışı itibarıyla hem iyiliklere hem kötülüklere meyilli bir varlıktır. İyiliği sevip güzelliğe yöneldiği gibi, gafletle, hevesle ve nefsiyle kötülüklere de düşebilir. Ancak bazı günahlar vardır ki, sadece bireyi değil, aileyi, toplumu ve hatta imanı dahi zedeler. Bunlara dinî literatürde “kebair”, yani “büyük günahlar” denir. Bu büyük günahların en yıkıcı ve tehlikelileri ise “mübikât-ı seb’a” yani “helâk edici yedi büyük günah”tır.

Bediüzzaman Said Nursî, Barla Lahikası’nda bu yedi büyük günahı şöyle sıralar:

> “Katl, zina, şarap, ‘ukūk-u valideyn yani kat’-ı sıla-yı rahim, kumar, yalancı şehadetlik, dine zarar verecek bid’alara taraftar olmak.”

Bu liste, sadece bireyin manevî hayatını değil, bir toplumun ahlakî temelini de tehdit eden unsurları gösterir. Her biri, hakikatiyle değerlendirildiğinde insanın hem dünya hem ahiret saadetini sarsacak birer felaket kapısıdır.

  1. Katl (Adam öldürmek)

Hayat, Allah’ın insana verdiği en büyük emanettir. Haksız yere bir cana kıymak, sadece bir bedeni değil; bir âlemi yıkmaktır. Kur’an, “Kim bir canı haksız yere öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur” buyurur (Maide, 32). Çünkü hayat hakkı, kul hakkının zirvesidir.

  1. Zina

Aileyi ifsad eden, nesli tehdit eden ve toplumu çürüten en büyük afetlerden biridir. Zinada hem iffetin kirlenmesi, hem güvenin yıkılması, hem de ahlâkî temelin bozulması söz konusudur. İslâm bu suça ağır cezalar koyarak toplumu koruma altına almıştır.

  1. Şarap (İçki ve sarhoş edici maddeler)

Aklı örten, iradeyi çürüten ve bütün kötülüklerin kapısını açan bir zehirdir. İçki şeytanın “kudretli bir ilacı” gibi görülür; çünkü içkiyle şeytan birçok kötülüğü tek adımda insanın içine sokar. İçki, ferdi alçaltır, aileyi yıkar, toplumu bozar.

  1. ‘Ukūk-u valideyn (Anne-babaya isyan ve sıla-i rahmin kopması)

Anne-babaya asi olmak, insanın fıtratına yabancı en büyük kötülüklerden biridir. Onlara karşı saygı, vefa ve şefkat; sadece ahlakî değil, ilahî bir borçtur. Bu bağı koparmak, sadece aileyi değil, toplumun da köklerini kurutur. Sıla-i rahmi kesmek; toplumsal şefkati ve dayanışmayı zayıflatır.

  1. Kumar

Emeksiz kazanç, kolay yoldan zengin olma arzusu insanı ahlâkî ve mânevî felâkete sürükler. Kumar, çalışmayı, sabrı, helâl kazancı değersizleştirir. Aile içi huzursuzluklar, borç batağı, iflaslar, cinnetler çoğu zaman kumarın izini taşır. Oysa insanın izzeti, alın terindedir.

  1. Yalancı Şahitlik

Hakikatin üstünü örten her söz, sadece bir kişiye değil, adalete ihanettir. Mahkemelerde verilen sahte şahitlik; masumların mahkûmiyetine, zalimlerin kurtulmasına yol açar. Bu da, toplumun temel direği olan adaletin çökmesi demektir.

  1. Bid’alara taraftarlık (Dine zarar verecek sapmaları desteklemek)

Bid’at; dinde sonradan çıkarılmış, Kur’an ve Sünnet’e aykırı düşen uygulamalardır. Bid’alara destek olmak; hak dinin safiyetine zarar vermek, insanları yanlış yola sevk etmek ve ilâhî ölçüleri tahrif etmektir. Bediüzzaman bu günahı, kalbî ve aklî sapmanın en tehlikeli şekli olarak görür.

Bu Günahların Ortak Özelliği: Helâk Edicilik

Bu yedi günah, bireyin kalbini karartır, toplumun temelini çürütür, manevî hayatı ifsad eder. Her biri, şeytanın insana açtığı bir yol, nefisle yapılan bir işbirliği ve hidayetten uzaklaşmanın bir emaresidir. Ve en acısı, bunlar alışkanlık hâline gelirse, tevbe edilmeden ölüme yakalananlar için uhrevî bir felaketin habercisi olabilir.

Ancak her günahın bir tevbesi, her karanlığın bir aydınlığı vardır. Bu kebair, fark edildiği anda pişmanlık ve samimi bir dönüş ile temizlenebilir. Çünkü Allah’ın rahmeti, gazabını geçmiştir. Lakin bu rahmeti elde etmek için günahın büyüklüğünü bilmek ve ciddiyetle yüzleşmek gerekir.

Özet:

Bu makalede Barla Lahikası’nda zikredilen “yedi büyük günah” (mübikât-ı seb’a) üzerinde durulmuştur. Bunlar: adam öldürmek, zina, içki, anne-babaya isyan, kumar, yalancı şahitlik ve dine zararlı bid’atlara destek vermek gibi birey ve toplumun ruhunu sarsan, helâk edici günahlardır. Bu günahlar, insanı manevî felakete sürüklerken; tevbe ve ıslah ile ebedî kurtuluşa dönüşebilir. Her bir günah, bir uyanış vesilesi ve Allah’a dönüş için bir fırsat olabilir.

 




İnsandaki Gizli Hazineler: Letaif-i Aşere ve Manevî Terakki

İnsandaki Gizli Hazineler: Letaif-i Aşere ve Manevî Terakki

“Letaif-i aşere; İmam-ı Rabbanî kalp, ruh, sır, hafî, ahfâ, insanda anâsır-ı erbaanın her bir unsurdan o unsura münasip bir latîfe-i insaniye tabir ederek, seyr ü sülûkta her mertebede bir latîfenin terakkiyatı ve ahvalinden icmalen bahsetmiştir.

   Ben kendimce görüyorum ki insanın mahiyet-i câmiasında ve istidad-ı hayatiyesinde çok letaif var. Onlardan on tanesi iştihar etmiş. Hattâ hükema ve ulema-i zâhirî dahi o letaif-i aşerenin pencereleri veyahut numuneleri olan havass-ı hamse-i zâhirî, havass-ı hamse-i bâtına diye o letaif-i aşereyi başka bir surette hikmetlerine esas tutmuşlar.”
Barla Lâhikası

İnsan, sadece etten kemikten ibaret bir varlık değildir. Onun derûnunda, görünenin çok ötesinde, derin ve gizemli âlemlere açılan latîfeler, hisler ve sırlar vardır. Bu latîfelerin bir kısmı “Letaif-i Aşere” olarak isimlendirilmiştir. Bu terim, hem tasavvuf erbabı hem de hakikat yolcuları için mânevî seyr ü sülûkta birer durak, pencere ve anahtar gibidir.

Bediüzzaman Said Nursî’nin Barla Lahikası’ndaki şu ifadesi, bu hakikati veciz bir şekilde özetler:

> “İmam-ı Rabbanî kalp, ruh, sır, hafî, ahfâ, insanda anâsır-ı erbaanın her bir unsurdan o unsura münasip bir latîfe-i insaniye tabir ederek, seyr ü sülûkta her mertebede bir latîfenin terakkiyatı ve ahvalinden icmalen bahsetmiştir.”

Letaif Nedir?

“Letaif”, çoğulu “latîfe” olan Arapça bir kelimedir; incelikler, zarif duyular ve maddeden arınmış deruni idrak yolları anlamına gelir. İnsan sadece beş duyudan ibaret değildir. Dış alemi kavrayan havass-ı zâhirînin (beş zahirî duyu) yanı sıra, iç alemi temaşa eden havass-ı bâtına (iç duyu organları) da vardır. Kalp, ruh, sır, hafî ve ahfâ gibi letâif; bu bâtınî hislerin merkezidir.

Letaif-i Aşere: On Kapı, On Anahtar

Tasavvuf geleneğinde özellikle Nakşîlikte öne çıkan bu on latîfe, insandaki ruhi mertebeleri temsil eder:

  1. Nefs
    2. Kalp
    3. Ruh
    4. Sır
    5. Hafî (gizli latîfe)
    6. Ahfâ (en gizli latîfe)
    7. Latîfe-i hayaliyye
    8. Latîfe-i rabbâniyye
    9. Latîfe-i akliyye
    10. Latîfe-i külliyye

Bu on latîfe, hakikate doğru yapılan dahili yolculukta birer kapı gibidir. Her biri açıldıkça insan, kendi hakikatine, Rabbine ve varlık âlemindeki derin hikmetlere yaklaşır.

Her Letâife Bir İstidat, Bir Nurlanma Alanı

İnsanın cami (her şeyi toplayıcı) mahiyeti, onu bütün varlık âleminin özeti kılar. Nasıl ki elementlerden oluşan maddî bedenimiz hava, su, toprak ve ateşe dayanıyorsa; bu dört unsur, ruhî alanda da karşılık bulur ve her bir unsurla ilgili birer “latîfe” yaratılmıştır.

Bu latîfelerin her biri, Allah’ı farklı bir isim ve sıfat yönüyle tanımaya açılan pencerelerdir. Kalp, sevgi ve teslimiyetle; ruh, mânevî letafet ve şuurla; sır, ilâhî sırlara vukufla; hafî ve ahfâ ise sırların sırlarına yaklaşma kabiliyetiyle gelişir.

Zâhirî ve Bâtınî Denge: Akıl ve Kalbin Muvazenesi

Bediüzzaman, bu latîfeleri sadece tasavvufî bir gelenek olarak değil, hikmete dayalı bir insan tasavvurunun temeli olarak görür. Çünkü zâhirî ilimler ve duyular bile aslında bu letâifin zahirdeki uzantılarıdır:

> “Hattâ hükema ve ulema-i zâhirî dahi o letaif-i aşerenin pencereleri veyahut numuneleri olan havass-ı hamse-i zâhirî, havass-ı hamse-i bâtına diye o letaif-i aşereyi başka bir surette hikmetlerine esas tutmuşlar.”

Demek ki bu latîfeler sadece mistik birer kavram değil; aynı zamanda akıl, hikmet ve insan psikolojisinin derin yapısına işaret eden unsurlardır. Hem akıl hem kalp, hem dış hem iç duyular; insana verilmiş büyük emanetlerdir.

Letâifin Terbiyesi: İnsan-ı Kâmil’e Yolculuk

Bu latîfelerin her biri, terbiyeye ve nurlanmaya muhtaçtır. Tıpkı cevherlerin işlenmeden mücevher olamayacağı gibi, letâif de zikir, tefekkür, ibadet ve nefis terbiyesi ile inkişaf eder. Her biri geliştiğinde, insanın mahiyeti tam anlamıyla “insan-ı kâmil”e dönüşür. Bu, yaratılış gayesinin tamamlanmasıdır.

Özet:

Bu makalede, insanın derin yapısında yer alan “Letaif-i Aşere” kavramı ele alınmıştır. Kalp, ruh, sır, hafî, ahfâ gibi latîfeler; insanın manevi gelişimi için birer durak ve idrak mertebesidir. Bu letâifler, tasavvufî terbiyede olduğu kadar, zâhirî ilimlerde de hikmetin esaslarıdır. İnsan, bu dahili kapıları aralayarak hem kendini hem de Rabbini daha derinden tanıyabilir. Letâifin terbiyesi ise insanı fânîlikten ebediyete, gafletten hakikate, karanlıktan nura taşır.

 




Hayatın Kıymeti: Fâniden Bâkiye Uzanan Bir Yolculuk

Hayatın Kıymeti: Fâniden Bâkiye Uzanan Bir Yolculuk

“Biliniz ki mevcudat içinde en kıymettar, hayattır. Ve vazifeler içinde en kıymettar, hayata hizmettir. Ve hidemat-ı hayatiye içinde en kıymettarı, hayat-ı fâniyenin hayat-ı bâkiyeye inkılab etmesi için sa’y etmektir. Şu hayatın bütün kıymeti ve ehemmiyeti ise hayat-ı bâkiyeye çekirdek ve mebde ve menşe olması cihetindedir. Yoksa hayat-ı ebediyeyi zehirleyecek ve bozacak bir tarzda şu hayat-ı fâniyeye hasr-ı nazar etmek; âni bir şimşeği, sermedî bir güneşe tercih etmek gibi bir divaneliktir.”
Barla Lâhikası

İnsanın en temel sorularından biri şudur: “Niçin yaşıyorum?” Bu soru, sadece biyolojik bir varlığın işleyişini değil, ruhun, aklın ve kalbin anlam arayışını da içinde barındırır. İşte bu derin soruya Bediüzzaman Said Nursî, Barla Lahikası’nda yer alan şu cümlelerle veciz bir cevap verir:

> “Biliniz ki mevcudat içinde en kıymettar, hayattır. Ve vazifeler içinde en kıymettar, hayata hizmettir. Ve hidemat-ı hayatiye içinde en kıymettarı, hayat-ı fâniyenin hayat-ı bâkiyeye inkılab etmesi için sa’y etmektir.”

Bu cümle, hayatın anlamına dair üç ana hakikati önümüze koyar:

  1. Hayat: Kâinatın En Kıymetli Cevheri

Kâinatta her şey bir maksada hizmet eder. Fakat hayat, sadece bir netice değil; aynı zamanda birçok hikmetin merkezi ve taşıyıcısıdır. Cansız varlıklar, hayat sahipleri için bir zemin ve araçtır. Bitkiler, hayvanlar, insanlar… Hepsi hayat nimetiyle kıymet kazanır. Çünkü hayat, eşyanın idrakini, maksadını ve Rabbini tanımasını mümkün kılar.

Hayatın bu yüksek kıymeti, onun geçici oluşuna değil, ebedî âleme açılan bir kapı oluşuna dayanır. Hayat, yalnızca dünya ile sınırlı kalırsa bir gün sönmeye mahkûmdur. Ama ebedî âleme yönlendirilirse, o zaman gerçek anlamına ulaşır.

  1. Hayata Hizmet: En Büyük Vazife

Hayata hizmet, sadece insanların geçimini sağlamak değildir. Asıl hizmet; insanın kendisine, ailesine, toplumuna ve en önemlisi Rabbine karşı sorumluluklarını hakkıyla yerine getirmesidir. Yani hayatı boşa geçirmemek, onu ebedî yurdu kazanmak için bir sermaye olarak kullanmaktır.

Bu açıdan bakıldığında, bir hastaya bakmak, bir yetimi doyurmak, bir cahile ilim öğretmek ya da bir kalbi Allah’a yönlendirmek gibi her hizmet, kıymet kazanır. Çünkü bunlar hayata değil, hayatın ebedî istikbaline hizmettir.

  1. Fâniden Bâkiye: Hayatın Asıl Yönü

En büyük hizmet ise “hayat-ı fâniyenin hayat-ı bâkiyeye inkılab etmesi için sa’y etmektir.” Yani geçici dünya hayatını, ebedî ahiret hayatı için bir tarlaya çevirmektir. Bu, insana düşen en büyük sorumluluktur. Çünkü sadece ahiret hesabına yaşanmış bir dünya hayatı, anlamlı ve kalıcı olabilir.

Hayatı yalnız dünya için yaşamak, Nursî’nin ifadesiyle “âni bir şimşeği, sermedî bir güneşe tercih etmek” gibidir. Geçici ve aldatıcı bir zevki, sonsuz ve gerçek bir saadete değişmek; akla, vicdana ve fıtrata zıttır.

Sonuç: Hayatı Yaşamak mı, Hayatı Yaşatmak mı?

İnsana verilen bu ömür sermayesi, bir oyun ve eğlence için değil; ebedî bir saadetin kazanılması içindir. Bu yüzden hayatı ebediyetle anlamlandırmak gerekir. Bir anlık heveslere dalarak bu kıymetli sermayeyi ziyan etmek, telafisi mümkün olmayan bir ziyandır.

Her bir nefes, ebediyet için atılan bir adım olabilir. Yeter ki insan, hayatını gafletle değil hikmetle yaşasın. Çünkü hayatı sadece yaşamak değil; onu ebediyet için yaşatmak marifettir.

Özet:

Bu makalede Bediüzzaman’ın “hayat” hakkındaki veciz beyanı esas alınarak hayatın kıymeti, ona hizmetin önemi ve en yüce gayenin fânî hayatı bâkî hayata inkılap ettirmek olduğu anlatılmıştır. Hayat; kâinatın en kıymetli cevheri, insanın en büyük sermayesi ve ahiret için bir vesiledir. Onu sadece dünya lezzetlerine hasretmek, geçici bir parıltıya aldanmak gibidir. Gerçek saadet, hayatı ebedî hayata yönlendirmekte gizlidir.