Zehirli Balın Ardındaki Hakikat – İman Olmazsa Hayat Neden Azaba Dönüşür?

Zehirli Balın Ardındaki Hakikat – İman Olmazsa Hayat Neden Azaba Dönüşür?
Kastamonu Lâhikası Ekseninde Hayatın Hakiki Lezzeti ve Akıl İmtihanı

“Hayat ise eğer iman olmazsa veyahut isyan ile o iman tesir etmezse; hayat, zâhirî ve kısa bir zevk ve lezzetle beraber, binler derece o zevk ve lezzetten ziyade elemler, hüzünler, kederler verir. Çünkü insanda akıl ve fikir olduğu için hayvanın aksine olarak hazır zamanla beraber geçmiş ve gelecek zamanlarla da fıtraten alâkadardır. O zamanlardan dahi hem elem hem lezzet alabilir. Hayvan ise fikri olmadığı için hazır lezzetini geçmişten gelen hüzünler, gelecekten gelen korkular, endişeler bozmuyor. İnsan ise eğer dalalet ve gaflete düşmüş ise hazır lezzetine geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen endişeler o cüz’î lezzeti cidden acılaştırıyor, bozuyor. Hususan gayr-ı meşru ise bütün bütün zehirli bir bal hükmündedir. Demek hayvandan yüz derece, lezzet-i hayat noktasında aşağı düşer. ”
Kastamonu Lâhikası

Giriş:
Hayat… Herkesin sarıldığı, uğruna nice mücadeleler verdiği ve her an biraz daha tükendiği kıymetli bir nimet. Ancak bu hayat, nasıl yaşandığına ve hangi inançla anlamlandırıldığına göre bambaşka sonuçlar verir. Aynı ömür, bir mü’min için saadet kapısı olurken; bir gâfil veya inançsız için elem ve hüsranla dolu bir azap sürecine dönüşebilir.

Bediüzzaman Said Nursî’nin Kastamonu Lâhikası’ndaki şu tesbit, bu hakikatin özüdür:

> “Hayat, iman olmazsa veya isyan ile o iman tesir etmezse; hayat binler elem ve hüzün vererek hayvandan daha aşağı derekeye düşer.”

Bu cümle, hem insana verilen akıl nimetinin hem de imanın hayatla kurduğu bağı çok derin bir şekilde izah eder.

  1. Hayatın Üç Zamanla Alâkası: Geçmiş, Şimdi ve Gelecek
    İnsana verilen akıl, onu diğer canlılardan ayırır. Bu akıl sayesinde insan yalnızca şimdiki anla değil, geçmişin hatıralarıyla ve geleceğin endişesiyle de yaşar.

Hayvan ise sadece içinde bulunduğu “an” ile meşguldür. Ne geçmişin kederi vardır, ne geleceğin korkusu. Bu sebeple, hayvani bir lezzet saflığı içindedir.

Fakat insan, geçmişteki hataları, kayıpları, ayrılıkları hatırladıkça üzülür; gelecekte karşılaşabileceği hastalık, yaşlılık, ölüm gibi gerçekleri düşündükçe korkar ve endişelenir.

Bu da demektir ki: İnsanın zihni genişledikçe, hayatı ağırlaşır. Akıl, eğer imanın terbiyesinde olmazsa, rahmetin kapılarını değil; azabın pencerelerini açar.

  1. İman Hayatı Nasıl Tatlandırır?
    İman, sadece soyut bir inanç değil; hayatı anlamlandıran ve insana zamanların yükünü taşıyabilecek bir güç veren bir nurdur.

Geçmişteki kayıplar mı? İman der ki: “Her şey kaderle oldu. Rabbin her işinde hayır vardır.”

Gelecekteki belirsizlik mi? İman der ki: “Allah’a tevekkül et; ölüm bir yok oluş değil, ebedî hayatın kapısıdır.”

İman, geçmişin acılarına teselli, geleceğin korkularına ümid verir. Böylece hayat, zorluklarla birlikte taşınabilir bir lezzet kazanır. Çünkü mümin bilir ki, her şeyin ardında bir hikmet, her hâlin sonunda bir rahmet vardır.

  1. İsyan ve Gaflet: Zevki Zehirli Bala Dönüştürür
    Eğer insan dalalete düşmüş, gafletle yaşamış ve imanın hayatına tesirini engellemişse; akıl onun için nimet değil, azap aracına dönüşür.

Geçmişte işlenen günahlar pişmanlık verir.

Gelecekte yaşanacak hesap günü, inkâr edildikçe vicdanı boğar.

Günahlar içinde alınan lezzet ise, boğazdan geçtikten sonra vicdanda kanayan yaraya dönüşür.

Bu nedenle, gayr-ı meşru lezzetler, başta bal gibi görünse de sonunda zehir hükmündedir. Çünkü o haz, ardından vicdan azabı, fıtrat bozulması, iç huzursuzluk, gelecek korkusu, ölüm endişesi gibi binlerce acı bırakır.

  1. İman Olmazsa Hayat: Hayvandan Aşağı Bir Dereke
    Kur’an-ı Kerim’in bir ayetinde şöyle buyrulur:

> “Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da sapkındırlar.” (A’râf, 179)

Bu ayetin tefsiri adeta Bediüzzaman’ın yukarıdaki cümlelerinde saklıdır. Zira hayvan, günah işlemez; gelecekten endişe duymaz; ölümü bilmez. Bu yönüyle, eğer insan imanla hareket etmiyorsa; aklını heva ve hevesin emrine vermişse, hayvanın bile gerisine düşer. Çünkü hayvan gafildir ama mesul değildir. İnsan gafildir ama mesuldür.

Sonuç:
Hayat, başlı başına bir nimet değil; doğru yaşandığında nimet, yanlış yaşandığında nimetin içindeki azap olur. İman, bu nimeti saadete çeviren yegâne kuvvettir. Akıl, imanla birlikteyken nur olur; gafletle birlikteyken zulmet kaynağına dönüşür. Hayatın gerçek lezzeti, geçmişin kaderle izahı, geleceğin ahiretle aydınlanması ve şimdiki anın Allah’a kullukla taçlanmasıdır.

Aksi halde hayat, geçmişin pişmanlığıyla, geleceğin korkusuyla, şimdiki anın haramlarıyla boğucu bir hâl alır. Zevk görünür ama azap getirir. Bal gibidir ama zehirlidir.

Özet:
Bu makalede, Kastamonu Lâhikası’ndan alınan bir pasaj çerçevesinde, imansız veya isyanla kirlenmiş bir hayatın neden elem ve hüsranla dolu olduğu izah edilmiştir. İnsan aklı, geçmiş ve gelecek zamanla alakadardır; bu nedenle lezzetler ancak imanla kalıcı ve tatlı olur. İman, hayatı anlamlı ve yaşanabilir kılar. Gaflet ve günah ise lezzeti zehre çevirir. Neticede iman olmadan yaşanan hayat, insanı hayvandan daha aşağıya düşürür. Gerçek saadet; imanla yaşanan, ibadetle anlam kazanan, sabırla taşınan hayattadır.

 




Gençlik, Ebedî Bir Yatırımdır – Nimetin Şükrü ve Sorumluluğu Üzerine Derin Bir Düşünce

Gençlik, Ebedî Bir Yatırımdır – Nimetin Şükrü ve Sorumluluğu Üzerine Derin Bir Düşünce
Kastamonu Lâhikası Işığında Gençliğin Kıymeti ve Akıbeti

“Bir gün yanıma parlak birkaç genç geldiler. Hayat ve gençlik ve hevesat cihetinden gelen tehlikelerden sakınmak için tesirli bir ihtar almak istediler. Ben de eskiden Risale-i Nur’dan meded isteyen gençlere dediğim gibi onlara dedim ki:

   Sizdeki gençlik kat’iyen gidecek. Eğer siz daire-i meşruada kalmazsanız, o gençlik zayi olup başınıza hem dünyada hem kabirde hem âhirette kendi lezzetinden çok ziyade belalar ve elemler getirecek. Eğer terbiye-i İslâmiye ile o gençlik nimetine karşı bir şükür olarak iffet ve namusluluk ve taatte sarf etseniz, o gençlik manen bâki kalacak ve ebedî bir gençlik kazanmasına sebep olacak.”
Kastamonu Lâhikası

Giriş:
Gençlik, insana verilen en parlak ve en geçici nimetlerden biridir. Enerjiyle, hayalle, kuvvetle ve kabiliyetle donatılmış bu dönem; bir yandan büyük fırsatlar sunarken, diğer yandan büyük tehlikelerle doludur. Nitekim heva ve hevesin, zevk ve eğlencenin cazibesinin yoğunlaştığı gençlik yılları, sorumluluk duygusu ve uhrevî bilinç ile donatılmazsa, sonunda ağır pişmanlıkların sahnesine dönüşebilir.

Bediüzzaman Said Nursî’nin Kastamonu Lâhikası’nda gençlere hitaben söylediği şu cümle, zamanlar ve nesiller üstü bir uyarı ve uyanıştır:

> “Sizdeki gençlik kat’iyen gidecek.”

Bu kısa ama hakikat yüklü ifade, hem gençliğin fani olduğuna hem de bu fâniliğe karşı yapılması gereken esaslı yatırıma işaret eder.

  1. Gençlik: Emanet mi? Eğlence mi?
    Modern çağın dayattığı hayat tarzı, gençliği bir eğlence ve haz dönemi olarak sunmakta; sorumluluktan, dinden, ahiretten uzaklaştırarak sadece dünyaya odaklamaktadır. Oysa gençlik, Rabbimizin insana verdiği geçici bir sermaye, bir imtihan süresidir.

Bediüzzaman’a göre gençlik, ya ebedî bir saadetin anahtarı, ya da ebedî bir felaketin başlangıcı olabilir. Bu ise kişinin o nimeti nasıl kullandığına bağlıdır. Eğer gençlik, terbiye-i İslâmiye çizgisinde geçirilirse; iffete, namusa, ibadete sarf edilirse; bu fani gençlik, ebedî gençliğe dönüşebilir.

  1. Gençliğin Gidişi: Kaçınılmaz Hakikat
    En gafletli genç bile aynaya baktığında saçındaki bir beyazla, kalbindeki bir yorgunlukla bu gerçeği sezer:
    “Gençlik geçiyor.”
    Bu kaçınılmazdır. Hiçbir genç, genç kalmayacaktır. Ama herkes gençliğinin hesabını mutlaka verecektir. Zira Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurmuştur:

> “Beş şey gelmeden beş şeyin kıymetini bil: Ölüm gelmeden önce hayatın, hastalık gelmeden önce sıhhatin, meşguliyet gelmeden önce boş vaktin, ihtiyarlık gelmeden önce gençliğin, fakirlik gelmeden önce zenginliğin.”

Özellikle gençliğin kıymeti, kaybolduktan sonra anlaşılır. Oysa mü’min, geleceği şimdiden görebilmelidir. Geleceği gören, gençliğini geçici bir eğlence aracı değil, ebedî saadetin tohumu olarak görür.

  1. Daire-i Meşruada Kalmak: Koruyucu Bir Zırh
    Bediüzzaman, gençlerin kurtuluşu için “daire-i meşrua”yı (meşrû daireyi) adres gösterir. Yani helal dairesinde yaşamak, nefsin ve arzuların peşine körü körüne takılmamak. Çünkü helal dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye gerek yoktur.

Gençlikte iffet, sabır ve ibadet; sıradan işler değil, kahramanlık seviyesinde amellerdir. Nefsin bağırdığı, arzuların coştuğu bir dönemde harama el uzatmamak, mukaddes bir direniştir. Bu direniş, dünya ve ukba saadetinin anahtarıdır.

  1. Gençliğin Ebede Dönüşmesi: Şükürle Taçlanan Ömür
    Bediüzzaman’ın vurguladığı en çarpıcı hakikatlerden biri de şudur:

> “Gençliğe şükürle karşılık verilirse, manen baki kalır.”
Yani gençliğin şükrü; onu Allah’ın emirlerine göre kullanmak, nefsin isteklerine karşı sabretmek ve ibadetle değerlendirmektir. Böyle bir gençlik, kabirde nur olur, sıratta kolaylık olur, mahşerde selamet olur.

Nitekim Allah yolunda geçen gençlik, ebedî gençliğin müjdecisidir. Ne demek bu? Cennet gençleri gibi, yaşlanmayan bir nefs, solmayan bir bahar, tükenmeyen bir kuvvetle Allah’ın lütfettiği sonsuz bir saadet…

Sonuç:
Gençlik, geçici ama çok kıymetli bir emanettir. Fani lezzetler için zayi edilirse, ardında sadece pişmanlık bırakır. Ancak İslamî terbiye ve kulluk şuuru ile sarf edilirse; o gençlik ebedî olur, ahirette de gençliğin en güzel neticeleri yaşanır.

Her genç, bu büyük nimetin farkında olup, onu Allah yolunda bir sermaye olarak görmelidir. Çünkü bu nimet şükür ister; şükür ise iffettir, ibadettir, itaattir. Bu bilinçle yaşayan bir genç, hem dünyada huzur bulur hem ahirette ebedî gençliğe mazhar olur.

Özet:
Bu makale, Bediüzzaman’ın Kastamonu Lâhikası’nda gençlere yönelik yaptığı ikaz üzerinden gençliğin değeri ve sorumluluğu üzerine kaleme alınmıştır. Gençlik fânidir, mutlaka geçecektir. Eğer genç, bu nimeti şükürle değerlendirir; iffete, ibadete ve itaate sarf ederse, bu geçici gençlik ebedî saadetin vesilesi olur. Haramlara yönelirse, bu nimet hem dünyada hem kabirde hem de ahirette ağır sonuçlar doğurur. O hâlde gençlik, eğlence değil; imtihan ve yatırım devridir. Kazanmak isteyen, şükürle yaşamalı; iffet ve takvayla bu nimeti taçlandırmalıdır.

 




Tahribat Zamanında En Büyük İbadet: Takva ile Kurtuluşun Yolu

Tahribat Zamanında En Büyük İbadet: Takva ile Kurtuluşun Yolu
Kastamonu Lâhikası’ndan İman, Takva ve Amel-i Salih Üzerine Derin Bir Muhasebe

“Bugünlerde Kur’an-ı Hakîm’in nazarında imandan sonra en ziyade esas tutulan takva ve amel-i salih esaslarını düşündüm. Takva, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek ve amel-i salih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def’-i şer, celb-i nef’a râcih olmakla beraber; bu tahribat ve sefahet ve cazibedar hevesat zamanında bu takva olan def’-i mefasid ve terk-i kebair üssü’l-esas olup, büyük bir rüçhaniyet kesbetmiş.

   Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için takva, bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen kurtulur. Böyle kebair-i azîme içinde amel-i salihin ihlasla muvaffakiyeti pek azdır. Hem az bir amel-i salih, bu ağır şerait içinde çok hükmündedir.

   Hem takva içinde bir nevi amel-i salih var. Çünkü bir haramın terki vâcibdir. Bir vâcibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var. Takva, böyle zamanlarda binler günahın tehacümünde bir tek içtinab, az bir amelle yüzer günah terkinde, yüzer vâcib işlenmiş oluyor. Bu ehemmiyetli nokta niyetiyle, takva namıyla ve günahtan kaçınmak kasdıyla, menfî ibadetten gelen ehemmiyetli a’mal-i salihadır.”
Kastamonu Lâhikası

Giriş:
İnsanlık tarihi boyunca iyilikle kötülük, imanla küfür, salahla fesat hep mücadele hâlinde olmuştur. Ancak öyle devirler gelir ki, tahribat (yıkıcılık) ve sefahet (ahlakî yozlaşma) o derece yaygınlaşır ki, sıradan bir mü’min için doğruyu korumak ve günahlardan kaçmak dahi büyük bir kahramanlık olur.

İşte bu tahripkâr zamanda, Bediüzzaman Said Nursî’nin Kastamonu Lâhikası’ndaki şu tesbiti bir zaman reçetesi olarak karşımıza çıkar:

> “Takva olan def’-i mefasid ve terk-i kebair üssü’l-esas olup, büyük bir rüçhaniyet kesbetmiş.”

Bu söz, bugünün müslümanına “Neyi önceliklendirmeliyim? Ne yaparsam kurtulurum?” sorusunun da net cevabını verir:
Takva.

  1. Takvanın Manası: Günahı Terk Etmekle Başlayan Kurtuluş
    Kur’an-ı Kerim’de birçok ayette takva, imandan hemen sonra zikredilir. Zira takva, sadece günahı terk etmek değil; Allah’a karşı duyulan saygı, korku ve teslimiyetin bir tezahürüdür.

Bediüzzaman’a göre takva, menhiyattan (yasaklardan) kaçınmak, yani günahları terk etmektir. Bu terk, bazen bir farzı yerine getirmek kadar sevaplıdır. Özellikle haramların alenileştiği, günahların cazibedar hale geldiği bu zamanda, bir günaha karşı direnmek; binler sevap işlemek gibidir.

Örneğin: Gözü haramdan çevirmek, kulakları gıybetten uzak tutmak, dili yalandan sakındırmak… Bunların her biri bir vâcibi yerine getirmekle eşdeğer sayılabilir.

  1. Amel-i Salihin Kıymeti ve Şartları: İhlasta ve Azlıkta Gizli Fazilet
    Amel-i salih, Allah’ın emrettiği güzel işlerdir: Namaz, oruç, zekât, iyilik, infak, sadaka gibi… Ancak bu zamanda ihlasla amel-i salih yapmak zorlaşmıştır. Çünkü her tarafta nefsin hoşuna giden sefahet, şöhret arzusu, gösteriş ve dünyevî beklentiler cirit atmaktadır.

Bu yüzden az bir amel-i salih bile, samimi niyetle yapılırsa çok kıymetli olur. Çünkü ağır bir ortamda, bozulmuş bir zeminde, negatif cereyanlar arasında yapılan iyilik, rüzgâra karşı yürümek gibidir. Yani zordur ama çok kıymetlidir.

  1. Tahribat Zamanında Takva: Menfî İbadetin En Büyük Kuvveti
    Bediüzzaman bu çağın özelliğini şöyle özetler:

> “Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için takva, bu tahribata karşı en büyük esastır.”

Yani yapılan günahlar organize, sistematik ve alenidir. Televizyonla, sokakla, internetle, alışverişle, müzikle, reklamla her taraftan kalbi tahrip eden şeyler saldırmaktadır. Bu durumda takva bir zırh gibidir.

Üstelik takvanın içinde de bir tür amel-i salih vardır. Çünkü her terk, bir tercih; her sabır, bir ibadet demektir. “Görseydim hoşlanacaktım ama görmedim”; işte bu bile kalbe kazınan bir sevap olur.

Yüz günahın içinde, bir tekine bile el uzatmamak, yüz vâcibi yerine getirmek gibi sevap kazandırır. Bu, Rabbimizin rahmetinin genişliğini ve adaletinin ne kadar incelikli olduğunu gösterir.

  1. Takva ile Gelen Kurtuluş: Farzları İşlemek ve Büyük Günahlardan Kaçmak
    Bediüzzaman’ın özlü tesbiti:

> “Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen kurtulur.”

Bu ifade, sanki kurtuluş reçetesi gibi:

Farzlar: Namaz, oruç, zekât, hac, kelime-i şehadet…

Kebireler: Zina, içki, faiz, yalan, gıybet, iftira, hırsızlık gibi büyük günahlar…

Bunları bilen ve buna göre yaşayan bir insan, bu fırtınalı zamanda kurtuluş gemisine binmiş demektir. Herkesi ısıran gaflet yılanına karşı, takva zırhıyla dolaşan kişi, hem dünya hem ahiret saadetine adaydır.

Sonuç:
Bu asır, ibadetten çok korunmayı zorunlu kılıyor. Günahların açıkça işlendiği, kötülüğün cazibedar hale getirildiği bir çağda, en büyük ibadet; günaha bulaşmamak, kendini korumaktır. Takva, sadece pasif bir kaçınma değil; bilinçli bir tercih, aktif bir ibadettir.

İhlasla yapılan az bir amel, bu karanlıkta güneş gibi parlar. Mümin, ihlasla takvayı kuşanır, farzlara sarılır, büyük günahlardan sakınırsa; Rabbine kavuştuğunda yüz akıyla çıkanlardan olur. Çünkü bu zamanda “günah işlememek”, büyük bir ibadet, derin bir kulluktur.

Özet:
Bu makalede Kastamonu Lâhikası’nda geçen bir pasaj üzerinden takva ve amel-i salih kavramları ele alınmıştır. Bediüzzaman’a göre bu zamanda tahribat ve sefahat çok yayıldığı için en büyük esas, takvadır. Yani haramdan ve büyük günahlardan kaçınmak, farzları yerine getirmekle birleşince kurtuluş yolunu açar. Günaha karşı sabır, rüzgâra karşı yürümek gibidir ve çok büyük ecir kazandırır. Takva içinde bir tür amel-i salih olduğu gibi, az bir salih amel dahi bu çağda çok sevap kazandırır. Kurtuluşun formülü: Farzları yapmak, kebireleri terk etmek ve ihlasla yaşamak.

 




Açlık Fitnesi ve İlahî Terbiye – Nimetteki Hikmeti Unutmanın Bedeli

Açlık Fitnesi ve İlahî Terbiye – Nimetteki Hikmeti Unutmanın Bedeli

“Endişeli Sual: Bu âhir zaman fitnesinde açlık, ehemmiyetli bir rol oynayacak. Onunla ehl-i dalalet, bîçare aç ehl-i imanı derd-i maişet içinde boğdurup hissiyat-ı diniyeyi ya unutturup ya ikinci, üçüncü derecede bırakmaya çalışacak diye rivayetlerden anlaşılıyor. Acaba her şeyde hattâ kaht azabında ehl-i iman ve masumlar için bir vech-i rahmet ve kader-i İlahî cihetinde adalet olduğu, bunda ne tarzda olur? Ve ehl-i iman, hususan Risale-i Nur talebeleri bu musibete karşı iman ve âhiret hesabına ne cihetle istifade edip nasıl davranacaklar ve mukavemet edecekler?

   Elcevap: Şu musibetin en ehemmiyetli sebebi; küfran-ı nimet ve şükürsüzlük ve nimet-i İlahiyenin kıymetini takdir etmemeklikten gelen bir isyan olduğundan, Âdil-i Hakîm nimetinin hususan gıda kısmının, hususan hayat noktasında en büyük nimet olan ekmeğin hakiki lezzetini ve çok ehemmiyetli kıymetini ve nimetiyet noktasında fevkalâde derecesini göstermekle, hakiki şükre sevk etmek hikmetiyle, ramazan gibi riyazet-i diniyeye riayet etmeyen şükürsüz insanlara bu musibeti verip aynı hikmet için adalet etmiş. ”
Kastamonu Lâhikası

Giriş:
Âhir zaman, hem maddî hem de manevî musibetlerin iç içe geçtiği bir fitne devridir. Bu devirde insanlık sadece ideolojik, siyasî veya teknolojik çöküşlerle değil; aynı zamanda açlık, kuraklık, kıtlık ve maişet derdi gibi temel hayati meselelerle de imtihana tabi tutulacaktır.

Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lâhikası’nda açlık fitnesine dair gelen rivayetleri değerlendirirken, hem hikmetli bir izah hem de imanî bir duruş kazandırır. Bu değerlendirme, sadece ekonomik krizlerin değil, nimetlere karşı gösterilen şükürsüzlüğün, sosyal ve manevî çöküşe nasıl zemin hazırladığını gösteren mühim bir tefekkürdür.

  1. Açlık Musibeti: Zalimlerin Sömürü Aracı, Müminlerin İmtihan Sebebi
    Bediüzzaman, rivayetlerde işaret edilen açlık musibetinin, âhir zamanda ehl-i dalaletin elinde bir silah gibi kullanılacağını belirtir. Açlık, sadece mideyi değil, ruhu da sarsan bir musibettir. Bu nedenle insan, maişet derdiyle boğuşurken dini duygularını bastırma, şükürden uzaklaşma ve uhrevî değerleri ikinci plana atma tehlikesiyle karşı karşıya kalır.

Bu durum, maddi güçlerin, halkı muhtaç hale getirerek imanlarını zorlaması, kulluğu zaafa uğratması ve açlığı bir manevî sindirme aracı olarak kullanması anlamına gelir.

  1. Bu Musibetin Hikmet Yönü: Küfran-ı Nimetin Tokadı
    Bediüzzaman bu musibetin zahirî değil, hikmet-i İlahîye açısından iç yüzünü gösterir:

> “Bu musibetin en ehemmiyetli sebebi; küfran-ı nimet ve şükürsüzlük…”

Yani insanlık, nimet bolluğuna alışıp bu nimetlerin sahibini unuttuğunda, ekmeğin hakiki kıymetini idrak edemediğinde, nimetin külfetiyle değil, yokluğuyla terbiye edilir. Özellikle gıdaya ve ekmeğe dikkat çekilmesi, bu nimetin hem fizikî hem sembolik yönünün çok büyük olduğunu gösterir. Ekmek, insan hayatının en temel dayanağı olduğu gibi, şükür duygusunun da en açık imtihan vasıtasıdır.

Bu sebeple Allah, riyazet-i diniyeye yani Ramazan gibi sabır ve şükür eğitimine riayet etmeyenlere, riyazet mecburiyetiyle gelen bir açlık musibeti vererek, ekmeğin kıymetini öğretir. Bu musibet, zahirde azap görünse de, hakikatte bir şefkatli tokat, bir ikaz-ı Rabbanidir.

  1. Müminler Ne Yapmalı? Sabır, Şükür ve İmanî Direniş
    Bu musibet karşısında ehl-i iman, özellikle Risale-i Nur talebeleri, iki temel düsturla hareket etmelidir:

Birincisi: Açlık ve maişet sıkıntısını bir isyan vesilesi değil, bir şükür ve sabır imkânı olarak görmek. Çünkü açlık, nimetlerin kıymetini hatırlatır, insanı acz ve fakrını fark etmeye götürür. Bu da şükür kapısını açar. Açlığın verdiği acı, eğer sabır ve tevekkülle karşılanırsa, manevî derecelerin terakkisine vesile olur.

İkincisi: Bu musibeti bir cezalandırma değil, bir ilâhî terbiye olarak telakki edip kaderin adaletine razı olmak. Mümin, her musibetin arkasında bir hikmet olduğunu bilmeli, onun gafleti silmek ve kalbi Allah’a döndürmek için gönderildiğini fark etmelidir.

Böylece ehl-i iman, açlık musibetini hem nefsini tezkiye hem de içtimâî şükür şuuru kazandırma fırsatı olarak değerlendirir.

  1. Riyazet ve Ramazan: Musibetsiz Eğitim
    Bediüzzaman, açlık musibetinin bir anlamda Ramazan’ın ihmaliyle gelen bir zorunlu oruç olduğunu belirtir. Ramazan’daki açlık, rızaya dayalı ve ibadete yönelik olduğu için insanı terakki ettirir. Fakat açlık, şükürsüzlükten doğarsa; o zaman bu eğitim mecburî olur, acı verir.

O hâlde mümin, Ramazan ve riyazet gibi ibadetleri hakkıyla yaşarsa, açlık musibetine maruz kalmadan, nimetlerin kıymetini anlayabilir. Aksi halde, o dersi Allah mecburen yaşatır.

Sonuç:
Âhir zamanın açlık fitnesi, sadece ekonomik bir kriz değil; insanın nimetle ilişkisinin çöküşüdür. Bu çöküşe karşı, ehl-i iman ancak şükürle mukavemet gösterebilir. Bu musibet, Allah’ın verdiği nimetlerin kıymetini unutan insanlığa bir ikaz ve terbiyedir. Açlık, şükürsüzlüğün tokadı; sabır ve riyazetin talimidir. Müminler ise bu süreci sabırla karşılayarak hem maddî hem manevî terakki yoluna girmelidir.

Özet:
Bu makalede, Kastamonu Lâhikası’nda geçen âhir zaman açlık fitnesine dair tahlil edilmiş ve bu musibetin hikmet yönü izah edilmiştir. Açlık, ehl-i dalalet tarafından ehl-i imanı sindirmek için kullanılacak; fakat aslında bu musibet, küfran-ı nimete karşı verilen bir ilâhî derstir. Ekmek ve gıda gibi temel nimetlerin kıymetini bilmeyenler, mecburî bir riyazetle terbiye edilir. Müminler ise bu musibeti sabır ve şükürle karşılayarak hem hizmette, hem imanda terakki eder. Açlık, azap değil; şükre çağıran bir ikazdır.

 




Hizmetin Değeri Âhirette Ölçülür – Sabır, İhlas ve Beklenti Üzerine Bir Muhasebe

Hizmetin Değeri Âhirette Ölçülür – Sabır, İhlas ve Beklenti Üzerine Bir Muhasebe

“Bizlerle pek çok alâkadar bir zat çok defa dehşetli şekva ediyor ki: “Ben adam olamıyorum, gittikçe fenalaşıyorum, manevî hizmetlerimin neticelerini göremiyorum.” diye meded istiyor. Ona yazıyoruz ki:

   “Bu dünya dârü’l-hizmettir, ücret almak yeri değildir. A’mal-i salihanın ücretleri, meyveleri, nurları berzahta, âhirettedir. O bâki meyveleri bu dünyaya çekmek ve bu dünyada onları istemek, âhireti dünyaya tabi etmek demektir. O amel-i salihin ihlası kırılır, nuru gider. Evet o meyveler istenilmez, niyet edilmez. Verilse teşvik için verildiğini düşünüp şükreder.”
Kastamonu Lâhikası

Giriş:
Zamanın hızla aktığı, sabırsızlığın marifet zannedildiği, netice odaklı hayat anlayışının neredeyse her şeye sirayet ettiği bir çağda, manevî hizmetlerde bulunanların da bu telakkiden etkilenmesi kaçınılmaz hale gelmiştir. Nice mü’minler, “Hizmet ediyorum ama karşılık görmüyorum”, “Bu kadar gayrete rağmen hâlâ değişmiyorum” gibi serzenişlerde bulunmakta; içten içe ümitsizlik ve yılgınlığa düşmektedir.

Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lâhikası’nda bu hissiyatları yaşayan bir kimseye hitaben verdiği cevapla hem teselli eder hem de hizmetin mahiyetine dair derin bir ders verir:
“Bu dünya dârü’l-hizmettir, ücret almak yeri değildir.”

  1. Dünya: Hizmet Mahalli, Ücret Değil İmtihan Yurdudur
    İnsan, fıtraten karşılık görmeyi arzular. Ancak bu arzunun hizmet-i imaniyeye taşınması, niyetleri karartabilir. Çünkü dünya, hakikatte bir hizmet ve sabır yurdudur; karşılık ve ücret yurdu değil.

Bir mü’minin yaptığı salih amellerin hakiki neticesi, berzahta ve âhirette tahakkuk eder. Bu dünyada hizmet eden, tohum eken gibidir. Tohumun çiçeğe dönüşmesi, meyve vermesi zaman ister. Ve o meyveler çoğu zaman bu dünyada değil, ebedî âlemde toplanacaktır.

Bu bakış açısı, hizmet ehlinin hem sabrını arttırır hem de beklenti zaafını ortadan kaldırır. Çünkü insan, hemen netice alma arzusu içinde kalırsa, ihlası kırılır; yaptığı hizmetin ruhu söner.

  1. Netice Beklentisinin Tehlikesi: İhlasın Zedelenmesi
    Amel-i salih, yani salih fiil; sadece şekil itibariyle değil, niyet ve istikamet itibariyle de değer kazanır. Eğer kişi yaptığı hizmetten hemen dünyevî sonuçlar beklerse, o amelin ihlası bozulur. Çünkü artık Allah rızası için değil, netice için çalışmaya başlamıştır.

Bediüzzaman, bu beklentiyi “âhireti dünyaya tâbi kılmak” olarak tanımlar ki, bu çok ciddi bir uyarıdır. Zira dinin esası olan uhrevî saadet, dünya menfaatlerine feda edilemez. Eğer hizmetlerimize karşı hemen feyiz, huzur, makbuliyet, maddî kolaylık ve sosyal kabuliyet bekliyorsak; bu, amelin ruhunu kaybettiğinin işaretidir.

  1. Hizmetin Hakkı: Şikâyet Değil Şükürdür
    Hizmet ehli bir insanın görevi, neticeyi görmek değil; vazifeyi yapmak, şikâyet değil; şükür etmektir. Neticeleri görememek, hizmetin boşa gittiği anlamına gelmez. Zira Allah katında niyet, sebat, ihlas ve istikamet asıldır. Neticeler ise, zamanın ve kaderin takdirine tabidir.

Ayrıca bazen neticelerin gizlenmesi, kişinin daha fazla gayret etmesi ve daha derin ihlasla çalışması için bir rahmettir. Çünkü netice görünse, nefis pay ister. Görünmese, kişi kendi nefsinden ümidi kesip Allah’a yönelir. İşte bu yöneliş, hizmetin en makbul meyvesidir.

  1. Verilen Bazı Hissiyatlar: Teşvik Mahiyetindedir
    Bediüzzaman, “verilse de, teşvik için verildiği düşünülüp şükredilir” diyerek, hizmet sırasında bazen hissedilen huzur, sevinç, feyiz gibi hâllerin hakiki netice olmadığını, teşvik kabilinden bir lütuf olduğunu ifade eder.

Bunlara dayanarak “artık ben kamil bir kul oldum” demek gaflettir. Zira hizmetin lezzeti, hizmetin kendisindedir; görünürdeki neticelerde değil. Hakkıyla hizmet edenler, çoğu zaman bu dünyada değil, kabirde ve mahkeme-i kübrada anlaşılacaktır.

Sonuç:
İman hizmeti, bir yarış değil; bir ibadet, bir kulluk vazifesidir. Bu vazifenin karşılığı da, bu fânî dünyada değil, ebedî ahirettedir. Hizmet eden kişi sabırla, beklentisiz bir şekilde, sırf Allah rızası için çalışmalıdır. Zira neticeyi görmek istemek, nefsin bir hilesi olabilir. Asıl olan niyetin doğruluğu, ihlasın devamı ve hizmetin devamlılığıdır.

Özet:
Bu makalede, Kastamonu Lâhikası’ndan alınan bir parça üzerinden, hizmetin hakiki değerinin bu dünyada değil, âhirette ortaya çıkacağı anlatılmıştır. Dünya, ücret değil hizmet yeridir. Salih amellere karşı hemen netice beklemek, ihlası zedeler. Mü’minin görevi şikâyet etmek değil, şükürle çalışmaktır. Hizmet sırasında hissedilen feyiz ve huzur gibi hâller ise hakiki ücret değil, teşvik mahiyetindedir. Gerçek neticeler ise berzah ve ahirette ortaya çıkacaktır.

 




Unutkanlığın Hikmet Yönü: Haram Nazarın Hafıza Üzerindeki Tesiri

Unutkanlığın Hikmet Yönü: Haram Nazarın Hafıza Üzerindeki Tesiri

“Risale-i Nur talebelerinden bir genç hâfız, pek çok adamların dedikleri gibi dedi: “Bende unutkanlık hastalığı tezayüd ediyor, ne yapayım?” Ben de dedim: Mümkün oldukça nâmahreme nazar etme. Çünkü rivayet var. İmam-ı Şafiî’nin (ra) dediği gibi: “Haram nazar, nisyan verir.”

   Evet, ehl-i İslâm’da nazar-ı haram ziyadeleştikçe hevesat-ı nefsaniye heyecana gelip vücudunda sû-i istimalat ile israfa girer. Haftada birkaç defa gusle mecbur olur. Ondan, tıbben kuvve-i hâfızasına zaaf gelir.

   Evet, bu asırda açık saçıklık yüzünden hususan bu memalik-i harrede o sû-i nazardan sû-i istimalat, umumî bir unutkanlık hastalığını netice vermeye başlıyor. Herkes cüz’î küllî o şekvadadır. İşte bu umumî hastalığın tezayüdüyle, hadîs-i şerifin verdiği müthiş bir haberin tevili ucunda görünüyor. Ferman etmiş ki: “Âhir zamanda, hâfızların göğsünden Kur’an nez’ediliyor, çıkıyor, unutuluyor.” Demek bu hastalık dehşetlenecek, hıfz-ı Kur’an’a bu sû-i nazarla bazılarda set çekilecek, o hadîsin tevilini gösterecek.

لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ ”
Kastamonu Lâhikası

Giriş:
Zamanın hızla aktığı, dikkat dağınıklığının arttığı ve maneviyatın zayıfladığı bir çağda, insanlar hem zihinsel hem de kalbî birçok rahatsızlıkla yüzleşmektedir. En yaygın şikâyetlerden biri de “unutkanlık”tır. Ancak bu rahatsızlık sadece fizyolojik ve psikolojik nedenlerle değil, aynı zamanda manevî sebeplerle de açıklanmalıdır.

Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lâhikası’nda bu meseleye farklı ve derinlikli bir bakış getirir. Bir hafız talebenin unutkanlık şikâyeti üzerine verdiği cevap, çağımız insanının da hastalığını teşhis ve tedavi mahiyetindedir:
“Haram nazar, nisyan verir.”

Bu cümle, yalnızca bir nasihat değil, insan fıtratını ve yaratılış gayesini temel alan hikmetli bir uyarıdır.

  1. Nazarın Mahiyeti ve İnsan Üzerindeki Tesiri:
    İnsanın gözü, kalbin penceresidir. Nereye ve nasıl bakarsa, kalbi de ona göre şekillenir. Özellikle nâmahreme bakış, Kur’an ve hadislerde haram kılınmış ve bu nazarın, hem kalbi kararttığı hem de maneviyatı zayıflattığı bildirilmiştir.

Bediüzzaman, haram nazarın sadece günah olmakla kalmadığını, aynı zamanda hafızayı, zihni ve ruhu olumsuz etkilediğini belirtir. Çünkü haram bakış, nefsanî hevesatı harekete geçirir, insanda dahili bir enerji israfına ve sonrasında da zihinsel zaafa neden olur. Bu, sadece ilmî bir açıklama değil; aynı zamanda tıbbî ve psikolojik olarak da bugün teyit edilen bir hakikattir.

  1. Zihnî İsraf ve Hafıza Üzerindeki Yıkım:
    Nefsanî arzuların tahrikiyle insan, fıtrî dengesini kaybeder. Bedenî istimal fazlalaşır, sinir sistemi yıpranır, ruh yorulur, kalp dağılır. Bu da zamanla, zihin performansında düşüşe, dikkat eksikliğine, bilgilerin hafızada kalmamasına sebep olur.

Özellikle gençlerin sıklıkla yaşadığı hafıza zaafları, sadece “bilgisayar çağında yaşıyoruz” bahanesiyle geçiştirilemez. Çünkü unutkanlık artık neredeyse ümmet çapında bir hastalık hâline gelmiştir. Bu da Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “umumî bir unutkanlık hastalığı” doğurmuş ve hadis-i şerifte bildirilen “Kur’an’ın göğüslerden çekilmesi” tehlikesini gözler önüne sermeye başlamıştır.

  1. Âhir Zamanın Manevî Tehlikesi: Hıfzın Kaybı
    Hadis-i şerifte bildirildiği üzere, âhir zamanda Kur’an, hâfızların kalbinden sökülüp alınacaktır. Bu, Kur’an’ın lafzının unutulması değil; onun ruhundan, kalpten, şuurdan silinmesi anlamına gelir. Bu musibet, teknoloji değil; gaflet ve haramlara göz yummaktan doğan bir neticedir.

Bediüzzaman, bu hastalığın temeline **“harama nazar”**ı koyar. Çünkü göze hâkim olamayan, kalbine de hâkim olamaz. Kalbi dağınık olanın zihni değil Kur’an’ı, kendi kimliğini dahi taşıyamaz hâle gelir.

  1. Çare: Gözün ve Kalbin Teyakkuzu
    Bu dehşetli tehlikeye karşı alınacak en etkili tedbir, gözü muhafaza etmek, gözden kalbe, kalpten hafızaya inen yolu temiz tutmaktır. Nitekim İmam Şafiî’nin unutkanlıkla ilgili rivayet ettiği kıssa da bunu teyit eder. O büyük imam, hocasına hafızasının zayıfladığını söyler; hocası da ona, “günah işlemeyi terk et” diye nasihat eder.

Günümüzde unutkanlıkla mücadelede vitaminlerden önce, manevî diyet gereklidir. Zihin temizliği, kalp temizliğiyle başlar. Haram nazardan sakınmak, yalnızca günahı terk değil, zihinsel berraklığa ulaşmak için de zaruridir.

Sonuç:
Unutkanlık, yalnızca yaşla ya da teknolojiyle açıklanabilecek bir durum değildir. Özellikle genç yaşta artan zihinsel dağınıklık ve hafıza zaafının arka planında, haram nazar, hevesatın galeyanı ve manevî israf yatmaktadır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle bu, ümmet çapında artan bir hastalığa dönüşmektedir. Kurtuluş ise gözü haramdan koruyarak, kalbi Allah’a bağlamakla mümkündür. Bu sayede hafıza kuvvetlenir, zihin berraklaşır, Kur’an kalbe yerleşir ve orada kalır.

Özet:
Bu makale, Bediüzzaman’ın “haram nazar nisyan verir” hakikatini merkeze alarak, çağımızın yaygın unutkanlık probleminin manevî yönlerini ele almıştır. Haram bakış, nefsin tahrikiyle hem bedene hem ruha zarar verir; bu da hafızayı zayıflatır. Gençlerde artan bu zaaf, hadiste bildirilen Kur’an’ı unutma tehlikesine doğru ilerlemektedir. Çare, gözün haramdan korunması, kalbin tezkiyesi ve zihnin arındırılmasıdır. Bu şekilde hem dünyevî başarı hem de uhrevî selamet elde edilir.

 




Ağaçla Başlayan İmtihan: Cennet ve Dünya Arasında Bir Yangın

Ağaçla Başlayan İmtihan: Cennet ve Dünya Arasında Bir Yangın

İnsanlık tarihinin ilk sayfası bir ağaçla başladı. Kur’ân’ın beyanına göre Hz. Âdem ve Hz. Havvâ, Cenâb-ı Hakk’ın “şu ağaca yaklaşmayın” emrine muhalefet ettiklerinde, cennetten dünyaya gönderildiler. Bu yasak, sadece bir meyveden uzak durmak değil, aynı zamanda Allah’ın iradesine teslim olma sınavıydı.

Ne gariptir ki, insanın dünyadaki serüveni de yine ağaçla devam ediyor. Fakat bu sefer mesele o ağaca yaklaşmak değil, onu yakmak, yok etmek… Her yıl binlerce orman yangınıyla karşılaşıyoruz. Bu felaketler yalnızca Türkiye’yi değil, dünyanın dört bir yanını kasıp kavuruyor. Amazonlar yanıyor, Kanada’daki ormanlar küle dönüyor, Akdeniz kıyılarında kızıl alevler geceyi gündüze çeviriyor. Bu kadar çok yerin aynı anda yanması tesadüf olabilir mi?

İlk imtihan ağaca yaklaşmakla başladı. Belki de son imtihan, ağaca dokunmamakla tamamlanacak.

Şeytanın Taktikleri ve Modern Musibetler

Cennetten çıkarma işini şeytan fitnesiyle başlatan süreç, bugün de devam ediyor olabilir. Şeytanın cinni çocukları olduğu gibi, insi (insan görünümlü) çocukları da var. Kur’ân’ın ifadesiyle:

> “İnsanlardan öyleleri vardır ki, şeytanlardan dostlar edinmişlerdir…” (Nisa, 76)

Bugün küresel şirketler, rant ve çıkar uğruna milyonlarca ağacı yok ediyor. Modernite, beton ormanlar kurarken gerçek ormanları yakıyor. Kimisi ticaret için, kimisi arsa üretmek için, kimisi de sırf gaflet ve ihmal yüzünden…

Ancak bir hakikat göz ardı ediliyor: Ağaç, Allah’ın mahlûkudur. Orman, Rahmân’ın bir nimeti ve ayetidir. Onu yok etmek, sadece dünyayı değil, belki de ebediyetimizi de yakmak anlamına gelir.

Yangınlar Tesadüf mü, İkaz mı?

Bu kadar yerde aynı anda çıkan yangınların “doğal” olduğunu düşünmek, her şeyin Allah’ın kontrolünde olduğunu unutmaktır. Elbette her yangını bir “fail-i meçhul” olarak görmek doğru olmaz. Fakat bu kadar geniş çaplı ve aynı zaman diliminde gerçekleşen yangınlar, hikmetsiz ve sebepsiz de olamaz.

Belki de bu yangınlar bir ikazdır.
Belki de doğayı hoyratça kullanan insanoğluna,
“Sen emanete ihanet ettin” denilmektedir.
Toprağa, ağaca, suya, havaya zarar verip sonra da felâketten masum kalmayı ummak; hem aklen, hem de dinen doğru değildir.

Ağaç: Sessiz Şahit ve İmtihan Vesilesi

Unutulmamalıdır ki, bir ağaç sadece meyve veren bir canlı değil; aynı zamanda rahmetin, bereketin, sabrın ve kulluğun sembolüdür.
Onun gölgesinde bir yolcu dinlenir, kuşlar yuva yapar, hayvanlar barınır. O hâlde, bir ağacı yok etmek; sadece bir canlıyı değil, bir ekosistemi, bir dengeyi, hatta bir duayı susturmak demektir.

Cennetten bir ağaçla çıkarıldık. Belki de cennete, bir ağaca sahip çıkarak geri döneceğiz.
“Bir fidanı dikin” diyen bir Peygamber’in (sav) ümmeti olarak, yakanlardan değil, yaşatanlardan olmamız gerekmez mi?

Özet:

İnsanlık, cennet hayatını ağaçla başlayan bir imtihanla kaybetti. Bugün de dünya hayatını belki aynı imtihanla, yani ağaçları yakmakla kaybetme riskiyle karşı karşıya.

Orman yangınları sadece doğal afet değil, çoğu zaman ihmalin, kasdın, rantın ve şeytani planların sonucu olabilir.

Yangınların bu kadar yaygın olması, küresel bir gafletin veya bilinçli bir zulmün işareti olabilir.

Ağaç, Allah’ın sessiz bir şahididir; ona dokunan ya rahmete ulaşır, ya da gazaba…

Mümin, emanete sahip çıkan kimsedir. Ormanları korumak bir çevre meselesi değil, imanî bir sorumluluktur.

Bak:

https://tesbitler.com/2021/10/28/yasak-agac-2/
https://tesbitler.com/2019/08/23/fitnenin-adi-agac/
https://tesbitler.com/2019/07/08/yasak-agac/

 




Ebedî Hayatın Gölgesinde Fâniliğin Isırıkları

Ebedî Hayatın Gölgesinde Fâniliğin Isırıkları

“Evet, hadsiz hayat-ı uhreviyeye nisbeten muvakkat ve fâni, kısacık hayat-ı dünyeviyenin zararları, sineklerin ısırması gibidir. Hayat-ı ebediyenin zararları, ona nisbeten yılanların ısırmasıdır.”
Kastamonu Lâhikası

İnsan, yaratılışı gereği hem dünya ile hem de ahiret ile irtibatlı bir varlıktır. Fakat çoğu zaman, göz önünde olan dünya hayatı, kalbi ve aklı meşgul eder; gayesi dünya olan bir yaşam tarzı hâkim olur. İşte böyle bir gaflet hâlinde, insan en küçük bir dünya zararında sarsılır, feryat eder. Halbuki Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lâhikası’ndaki hikmetli bir ifadesiyle bu durumu adeta bir ruh röntgeni gibi gözler önüne serer:
“Hadsiz hayat-ı uhreviyeye nisbeten muvakkat ve fâni, kısacık hayat-ı dünyeviyenin zararları, sineklerin ısırması gibidir. Hayat-ı ebediyenin zararları, ona nisbeten yılanların ısırmasıdır.”

Bu söz, sadece bir benzetme değil, aynı zamanda dünya-ahiret dengesini bozan gafletin izalesi için keskin bir irşattır. Geliniz bu hikmetli sözün etrafında düşünelim.

  1. Dünya Hayatının Mahiyeti: Bir Gölge, Bir Misafirlik
    İnsan çoğu zaman, yaşadığı birkaç on senelik dünya hayatını gerçek varlık ve kalıcı saadet mekânı zanneder. Ancak bu hayat, muvakkat, yani geçici; fânî, yani yok olmaya mahkûm; ve kısacık, yani göz açıp kapayana kadar sürüp giden bir hayattır. Bu kısa ömür içinde yaşanan sıkıntı ve musibetler, sinek ısırığı gibi küçük ve geçicidir.

Fakat gaflet gözlüğüyle bakıldığında, bu sinek ısırıkları bile dehşetli acılar gibi görünür. Çünkü insan, dünyevî ziyanı büyüttükçe, onu ruhuna dokunur zanneder. Oysa bu tür zararlar çoğu zaman birer ilâhî ikaz, birer imtihan veya terbiye edici tokat hükmündedir.

  1. Ebedî Hayatın Ciddiyeti: Yılanın Isırığı Gibi Dehşetli
    Ebedî hayat, yani ahiret; başlangıcı olmayan bir ömürle başlar ve sonu da yoktur. İşte bu hadsiz hayat içinde maruz kalınabilecek zararlar, sadece bir acı değil, sonsuz bir pişmanlık, ebedî bir azap, hiç bitmeyen bir ayrılık anlamına gelir. İşte bu yüzden, Bediüzzaman o zararları “yılanın ısırması” gibi tasvir eder.

Dünyada bir yılan soksa insan yerinde duramaz, imdat çağırır. Hâlbuki iman ve salih amelden uzak geçen bir ömür, insanı öyle bir azaba götürür ki, onun yanında dünya acıları bir sineğin vızıltısı kadar bile kalmaz.
Ne yazık ki insan, çoğu zaman sineğin acısına ağlar, ama yılanın yaklaşmasını umursamaz.

  1. Ağırlık Merkezini Değiştirmek: Dünya Endeksli Değil, Ahiret Odaklı Yaşamak
    Mesele, zarar görmek değil; neyin büyük, neyin küçük olduğunu doğru anlamaktır. Ehl-i hikmetin tabiriyle, “musibet-i diniye”, yani imana, ahirete ve maneviyata zarar veren şeyler; bütün dünyevî musibetlerden daha büyük, daha elem verici ve daha korkunçtur.

O hâlde bir mü’minin asıl endişesi, geçim derdi değil; geçim bahanesiyle ebedî saadetini yitirme korkusu olmalıdır. Servet kaybı değil; salih amel kaybı insanı ağlatmalı. Dünyevî makamdan düşmek değil; Rabbin rızasından düşmek kişiyi titreten bir musibet olmalıdır.

  1. İdrak ve İkâz: Bu Farkındalığın Nefse Verdiği Terbiye
    İnsanın bu benzetmeyi ciddiyetle düşünmesi, hem sabrı güçlendirir hem de takvayı besler. Çünkü geçici bir zararın büyük olmadığını bilmek, insana moral ve direnç kazandırır. Buna mukabil, ahiret için yaşadığını bilen bir ruh, her sözünü ve amelini tartar, akibetini düşünerek hareket eder.

Bediüzzaman’ın bu sözü, sadece bir mukayese değil, aynı zamanda bir irşad ve ikazdır. O hâlde mü’min bu sözü her musibette tekrar etmeli:
“Bu sinek ısırığı gibi acıya sabredemezsem, ya yılan ısırığı gibi azaplara nasıl dayanırım?”

Sonuç:
Dünya hayatının fâni olması, onun zararlarının da geçici ve küçük olmasını netice verir. Ebedî hayatın sonsuzluğu ise, oradaki zararları sonsuz ve dehşetli kılar. Bu yüzden mü’min, geçici dünyanın sıkıntılarıyla değil, ebedî hayatın kurtuluşu ile meşgul olmalıdır. Musibet geldiğinde sabır, bela uzaklaştığında şükür; her hâlükârda Allah’a yönelme, bu benzetmenin bizde oluşturması gereken asıl şuurdur.

Özet:
Bu makalede Bediüzzaman Said Nursî’nin “Dünyevî zararlar sinek ısırığı, uhrevî zararlar yılan ısırığı gibidir” sözü etrafında dünya-ahiret dengesine dair bir tefekkür sunulmuştur. Dünya hayatı geçici ve sınırlı olduğu için onun zararları da küçük ve geçicidir. Fakat ahiret ebedî olduğundan, oradaki kayıplar sonsuz ve elem vericidir. Mü’min bu farkındalıkla yaşamalı, dünyevî musibetleri sabırla karşılayıp, ahiret saadetini esas hedef haline getirmelidir.

 




Sadık Rüyalar ve Kaderin Şeffaf Aynası

Sadık Rüyalar ve Kaderin Şeffaf Aynası

“Rüya-yı sadıka, kader-i İlahînin her şeyi ihata ettiğine bir hüccet-i kātıa hükmünde. Üstadımız binler tecrübe ile gördüğü gibi aynen bu vakıa dahi bizlere şuhud derecesinde kat’î ispat etti ki hâdisat, vücuda gelmeden evvel mukadderdir, malûmdur, muayyendir. Kader-i İlahînin mizanıyla geliyor diye bu rükn-ü imanîye bize gayet latîf ve kat’î bir numune oldu.”
Kastamonu Lâhikası

> Sadık rüyalar, gayb âleminden gelen nur pencereleridir; kaderin takdirini, vuku bulmadan önce insanın ruhuna fısıldayan İlahi bir ihsandır.

İnsanoğlu geleceği bilmek ister. Karanlık olan istikbale bir pencere aramak, fıtratının derinliklerinden gelen bir arzudur. Fakat bu pencere ne fala ne de kehanete açılır. O pencere, kaderin bir tecellisi olan sadık rüyalardır.

Kur’ân’da Hz. Yusuf’un rüyası (Yusuf, 4), Hz. İbrahim’in rüyası (Sâffât, 102), Hz. Peygamber’in (asm) Hudeybiye öncesi gördüğü rüya (Fetih, 27) bu hakikatin en sahih delilleridir. Rüya, kaderin henüz vücut bulmamış, fakat ilm-i İlâhîde var olan bir hâdiseyi, bir numune olarak insana göstermesidir.

Bediüzzaman’ın “rüya-yı sâdıka, kader-i İlâhînin her şeyi ihata ettiğine hüccet-i kātıa hükmündedir” sözü, sadık rüyaların kader inancını teyit eden gözle görünür birer şahit olduğunu ifade eder.

  1. Kader, Vukuattan Önce Bilinen ve Yazılmış Olandır

Sadık rüyalarda kişi, henüz yaşanmamış ama yaşanacak olayları bazen aynen, bazen sembollerle görür. Bu da gösterir ki:

O hâdiseler vücuda gelmeden önce ilm-i İlâhî’de sabittir, yazılmıştır, malûmdur.

İnsan görmeden önce Allah zaten bilmektedir.

Varlık âlemine gelen her şey, kader terazisinde tartılarak gelir.

Bediüzzaman, bu gerçeği “şuhûd derecesinde bir isbat” olarak değerlendirir. Çünkü rüyada görülen şeyin, aynen gerçekleşmesi, tesadüf ihtimalini imkânsız kılar.

  1. Sadık Rüyalar: İlahi Bilginin Lütfî Yansımaları

Fıkıh âlimlerinden İmam Nevevî, “Rüya, peygamberliğin kırk altıda biridir” hadisini şerh ederken şöyle der:

> “Sadık rüyalar, nübüvvetten bir cilve olarak ümmete açık bırakılmış gaybî bir lütuftur.”

İmam Mâturîdî ise kaderi, “Allah’ın ezelî ilmiyle her şeyi kuşatması” olarak tarif eder. Ona göre rüya, kaderin insana bilgi cihetinden yansıyan bir yönüdür.

İşte bu anlamda sadık rüyalar, Allah’ın takdir ettiği olayların henüz meydana gelmeden önce insana gösterilmesiyle:

Kaderin mutlaklığını isbat eder.

İmanın gayba olan yönünü kuvvetlendirir.

İnsan kalbini teslimiyete ve tevekküle sevk eder.

  1. Rüya ve Kaderin Hikmet Yönü: Teslimiyetin Derinliği

Bazı insanlar, kader inancını yanlış anladığı için “madem kaderde yazılmış, o hâlde biz niye sorumlu olalım” diye itiraz eder. Oysa rüya bu yanlış anlamayı düzeltir. Zira:

Rüyada gördüğümüz şey henüz yaşanmamıştır.

Biz o an hâlâ irade sahibiyizdir.

Ama sonra o olay gerçekleşince kaderin bilgisi de, iradenin mesuliyeti de yerli yerine oturur.

Yani kader, zorlayıcı değil, kuşatıcıdır; insanın iradesi ise kaderin içinde, ama onunla çelişmeyen bir hür iradedir.

  1. Rüya ve Tevekkül: Bilmek Değil, Güvenmek Esastır

Sadık rüyalar ne bir fal ne de geleceği kesin bilmenin aracı değildir. Onlar, yalnızca ilahi hikmetin bir cilvesi ve kulun gönlüne serpilen bir teslimiyet tohumudur.

Bediüzzaman bu rüya tecrübelerini “binler defa gördüm” diyerek yaşanmışlıkla teyit eder. Yani sadık rüyalar onun için ilmî bir argüman değil, şuhûdî bir delil, yani gözle görülen ve kalple hissedilen bir hakikattir.

Bu sebeple rüya ehline düşen:

Onu kaderin ilahi bir tecellisi olarak görmek,

Tevekkül, sabır ve teslimiyetle karşılamak,

Hayra yormak, korku değil ümitle bakmaktır.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin sadık rüyaları kader inancına bir “hüccet-i kātıa” olarak sunmasını; Kur’an ayetleri, hadis-i şerifler, kelam ve fıkıh âlimlerinin yorumlarıyla değerlendirdik. Sadık rüyalar, henüz vücuda gelmemiş olayların Allah katında takdir edildiğini, kaderin ilmî bir gerçek olduğunu gösterir. Bu da imanı gayba tahkiki bir şekilde bağlar. Rüyalar, birer kehanet değil; birer hikmet penceresi, birer iman kuvvetlendirici delil ve kaderin zarif tecellileridir.

 




Büyük Kazanç Büyük Sadakat İster: Risale-i Nur’un Talebe Ahlakı

Büyük Kazanç Büyük Sadakat İster: Risale-i Nur’un Talebe Ahlakı

“Risale-i Nur kendi sadık ve sebatkâr şakirdlerine kazandırdığı çok büyük kâr ve kazanç ve pek çok kıymettar neticeye mukabil fiyat olarak, o şakirdlerden tam ve hâlis bir sadakat ve daimî ve sarsılmaz bir sebat ister. Evet, Risale-i Nur on beş senede kazanılan kuvvetli iman-ı tahkikîyi, on beş haftada ve bazılara on beş günde kazandırdığına, yirmi senede yirmi bin zat tecrübeleriyle şehadet ederler.”
Kastamonu Lâhikası

> “Risale-i Nur, on beş senede kazanılan tahkikî imanı, on beş günde kazandırır; fakat bunun bir bedeli vardır: Sarsılmaz sadakat ve daimî sebat.”
— Bediüzzaman Said Nursî

Zaman, ömür sermayesini israf ettiren bir girdap gibi dönüyor. Hakikate ulaşmak için yıllar harcamak bir fazilet iken, bu asırda insanlar saniyelik hazların peşinde koşarken, imanî istikametlerini kaybediyorlar. Böyle bir zamanda, hakiki bir iman-ı tahkikîyi on beş günde kazandıran bir yol, sadece bir nimet değil, aynı zamanda büyük bir sorumluluk da doğurur.

İşte Risale-i Nur, tam da bu noktada devreye giriyor. İnsanlığa Kur’ân-ı Kerim’in bu asırdaki bir tefsiri olarak, doğrudan kalplere hitap eden, şüpheleri izale eden, imanı ilimle kökleştiren bir irşad yoludur.

Ancak bu yolda yürümek kolay değildir. Çünkü bu yol, sıradan bir öğrenme değil, bir sadakat imtihanıdır.

  1. Tahkikî İman: Hızlı Fakat Derin

Bediüzzaman’ın ifadesiyle Risale-i Nur, on beş senede kazanılacak kuvvetli bir imanı, on beş günde kazandırabilir. Bu, akıl ve kalp üzerindeki tesirinin ne kadar derin olduğunu gösterir. Neden?

Çünkü Risale-i Nur:

İmanı kuru bir bilgi değil, yakînî bir marifet hâline getirir.

Ezber değil, idrak ister.

Taklit değil, tahkik temellidir.

Kur’ân’daki tefekkür ayetlerini sadece okumakla kalmaz, akla sindirir, kalbe nakşeder.

Fakat bu kadar kısa sürede kazanılan büyük bir imanın bedelsiz olması düşünülemez. Nitekim bu ilâhî bir kaidedir:

> “Allah, mü’minlerden mallarını ve canlarını, cennet karşılığında satın almıştır.” (Tevbe, 111)

  1. Sadakat: Bilgiden Fazlası, Ahlaktan Derinidir

Risale-i Nur’un talebesinden istediği ilk şart tam ve hâlis sadakattir. Bu sadakat neye karşıdır?

Hakikate karşı,

Kur’ân’a karşı,

İman davasına karşı,

Ve elbette, bu hakikatleri nefsî, dünyevî menfaatlerine âlet etmemeye karşı.

Bediüzzaman bu noktada çok net konuşur:

> “Bu hizmet başka maksatlara âlet edilmemelidir.”

Zira Kur’ân hizmetiyle dünya kazanılmak istenirse, o hizmetin rûhu uçar. Sadakat ise, dünyayı değil, ahireti merkeze almakla mümkündür.

  1. Sebat: Nurlu Yolda Sarsılmadan Yürümek

Sebat, İslam ahlakında çok özel bir yere sahiptir. Çünkü insanın nefsi, sabırdan hoşlanmaz. Dünya sürekli değişirken, kalıcı olmak zorlaşır. Ama Kur’ân “Sabredenlerle beraberdir Allah” (Bakara, 153) diyerek bu yolda yürüyenlerin istikametle sabretmelerini ister.

Risale-i Nur’un talebeleri, zamanla karşılaşacakları:

Eleştirilere,

Dış baskılara,

Dalgınlıklara,

Dünyevî meşguliyetlere rağmen

duruşlarını korumalıdır. Çünkü bu iman hizmeti, mevsimlik değil, ömürlük bir hizmettir.

  1. Risale-i Nur’un Talebesi: Sadece Okuyan Değil, Yaşayan Kimsedir

Talebe kelimesi, sadece “öğrenci” demek değildir. Talebe demek, isteyen, arayan, kavuşmayı dileyen demektir. Risale-i Nur’un talebesi de:

Sadece okuyarak değil, yaşayarak,

Sadece öğrenerek değil, hizmet ederek,

Sadece bireysel değil, cemaatle beraber yürüyerek,

bu davaya sadakat ve sebat ile omuz verir. Bu da onu diğerlerinden ayıran temel farktır.

Özet:

Bu makalede, Risale-i Nur’un tahkikî iman kazandırma gücünü ve bu yüksek hakikate ulaşmak için gerekli olan sadakat ve sebat şartlarını ele aldık. Risale-i Nur, kısa sürede kuvvetli bir iman verir; ancak bu büyük kazancın bir bedeli vardır. O da, tam sadakat, ihlas, sarsılmaz bağlılık ve daimî hizmettir. Bu yolda yürüyenler, sadece bilen değil; yaşayan, sabreden ve hakikat yolunda dimdik duran kullardır.

 




Kalbin Selameti ve Siyasetin Fitnesi – Hakikat Kardeşliğinden Siyasî Tefrikaya

Kalbin Selameti ve Siyasetin Fitnesi – Hakikat Kardeşliğinden Siyasî Tefrikaya

“Sakın, sakın! Dünya cereyanları, hususan siyaset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya atmasın. Karşınızda ittihat etmiş dalalet fırkalarına karşı perişan etmesin! 

اَلْحُبُّ فِى اللّٰهِ وَ الْبُغْضُ فِى اللّٰهِ

düstur-u Rahmanî yerine, el-iyazü billah

اَلْحُبُّ فِى السِّيَاسَةِ وَ الْبُغْضُ لِلسِّيَاسَةِ

düstur-u şeytanî hükmedip melek gibi bir hakikat kardeşine adâvet ve el-hannas gibi bir siyaset arkadaşına muhabbet ve taraftarlık ile zulmüne rıza gösterip cinayetine manen şerik eylemesin.

   Evet bu zamanda siyaset, kalpleri ifsad eder ve asabî ruhları azap içinde bırakır. Selâmet-i kalp ve istirahat-i ruh isteyen adam, siyaseti bırakmalı.”
Kastamonu Lâhikası

Giriş: Zamanın fitneleri, asırların birikmiş fesadını taşıyan cereyanlar halinde kalplere hücum etmektedir. Bu hücumların en tehlikelilerinden biri de siyasetin, iman ve ahlak ölçülerinin önüne geçirilmesidir. Bediüzzaman Said Nursî’nin yukarıdaki ikazı, sadece kendi dönemine değil, her çağın insanına bir ihtar hükmündedir. Çünkü kalplerin selametiyle, siyaset tutkusu arasında her zaman derin bir zıtlık olagelmiştir.

  1. Hakikat Kardeşliğini Zedeleyen Bir Fitne: Risale-i Nur’da altı çizilen en önemli hakikatlerden biri, mü’minler arasında uhuvvet ve muhabbetin esas olmasıdır. Ancak siyaset, özellikle haricî odaklı ve tarafgirane yapısıyla, bu uhuvvet bağlarını kesmeye çalışır. Mü’minleri, din kardeşliği yerine parti kardeşliğine; Allah için sevme yerine politik çıkar için taraftarlığa sevk eder.

Bu hal, “اَلْحُبُّ فِى اللّٰهِ وَ الْبُغْضُ فِى اللّٰهِ” düsturunu unutturur. İnsan, Allah için sevmesi gereken bir mü’mini, siyasi görüşü farklı diye düşman görmeye başlar. Buna mukabil, ahlâkî, fikrî ve imanî olarak sapkın birini, sırf aynı siyasî cephede diye kardeşi gibi sahiplenir. Bu da kişiyi, zulme rıza gösteren, hatta zalimin cinayetlerine manen ortak olan bir hâle düşürür.

  1. Siyasetin Kalbi İfsad Etmesi: Bediüzzaman, siyasetin “kalpleri ifsad ettiği” gerçeğini çok açık ifade eder. Çünkü siyaset, çoğu zaman doğruluk ve ahlaktan çok strateji ve çıkar üzerine kurulur. Bu da mü’minin kalbinde nifak, gıybet, suizan, kin ve tarafgirlik gibi manevî hastalıkları doğurur.

Siyasetle fazlaca iştigal eden kişi, bir süre sonra kendi safında olanları “mutlak doğru”, karşısında olanları ise “mutlak yanlış” görmeye başlar. Halbuki insan, siyaset üstü bir ölçüye –yani Kur’an ve sünnetin hakikatlerine– göre hüküm vermelidir.

  1. Asabiyet-i Cahiliyeye Geri Dönüş: Bediüzzaman’ın “asabî ruhları azap içinde bırakır” sözünde, siyasetin bir başka yönüne işaret vardır: fanatikleşme. Modern siyasî kamplaşmalar, tıpkı cahiliye dönemindeki kabile taassubu gibi, insanların sadece bir gruba aidiyetle her şeyi mazur görmesini doğurur. Bu, ne Kur’an’ın adalet ölçüsüne, ne de İslam’ın muhabbet esasına uyar.
  2. Selamet-i Kalp İçin Siyaseti Bırakmak: Mü’minin gayesi, siyasî iktidarların geçici menfaatlerinden çok, ebedî hayatı kazanmak olmalıdır. Bu dünyada zulüm devam edebilir; ancak adaletin asıl tecellisi mahkeme-i kübradadır. Kalbî selamet ve ruhî istirahat isteyen bir mü’minin siyaseti değil, hakikat hizmetini esas alması gerekir.

Siyasetin karmaşık ve kirli hesapları içinde kalbini kaybeden bir insan, hizmet-i imaniyede sebat edemez. Zira bu hizmet, siyasetle değil, ihlâs ve sadakatle yürür.

Sonuç ve Değerlendirme: Bediüzzaman’ın bu ihtarı, günümüzde olduğu gibi her devrin mü’minlerine yöneltilmiş bir uyarıdır: Siyaset, iman kardeşliğini bozacak şekilde kullanılmamalıdır. Din için siyaset değil; siyaset için din anlayışı tehlikelidir. Mü’min, sevgisini ve buğzunu siyasete göre değil, Allah’a göre tayin etmelidir. Yoksa hakikate düşman, zulme dost olur; kardeşine kin, zalime muhabbet besler hâle gelir.

Özet: Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin siyasetin kalpleri ifsad edici özelliğine dair ikazı ele alınmıştır. Siyasi tarafgirlik, mü’minler arasında uhuvveti zedeleyerek hakikat kardeşliğini bozmakta; insanları adalet yerine taassuba, Allah için sevgi yerine parti için muhabbet ve düşmanlığa sevk etmektedir. Siyaset ile meşguliyetin manevî zararlarından kurtulmak isteyenlerin, iman hakikatlerini esas alarak kalplerini muhafaza etmeleri gerekmektedir.

 




Musibet Zamanında Akıl, Şuur ve Merhamet İmtihanı

Musibet Zamanında Akıl, Şuur ve Merhamet İmtihanı

“Evet, şimdi küre-i arzda herkes ya kalben ya ruhen ya aklen ya bedenen gelen musibetten hissedardır, azap çekiyor, perişandır. Bilhassa ehl-i dalalet ve ehl-i gaflet, rahmet-i umumiye-i İlahiyeden ve hikmet-i tamme-i Sübhaniyeden habersiz olduğundan, nev-i beşere rikkat-i cinsiye, alâkadarlık cihetiyle kendi eleminden başka nev-i beşerin şimdiki elîm ve dehşetli elemleriyle dahi müteellim olup azap çekiyor. Çünkü lüzumsuz ve malayani bir surette vazife-i hakikiyelerini ve elzem işlerini bırakıp âfakî ve siyasî boğuşmalara ve kâinatın hâdisatına merak ile dinleyerek, karışarak ruhlarını sersem ve akıllarını geveze etmişler. Ve bilerek kendi zararına fiilen rıza göstermek cihetinde, zarara razı olana şefkat edilmez manasındaki

اَلرَّاضٖى بِالضَّرَرِ لَا يُنْظَرُ لَهُ

kaide-i esasiyesiyle şefkat hakkını ve merhamet liyakatini kendilerinden selbetmişler. Onlara acınmayacak ve şefkat edilmez. Ve lüzumsuz başlarına bela getirirler.”
Kastamonu Lâhikası

Giriş:
İnsanoğlu, bir musibet geldiğinde yalnızca bedenen değil, kalben, ruhen ve aklen de o musibetten etkilenir. Hele ki bu musibetler, ferdî değil de küresel boyutta olursa, her kalbin ve her ruhun dairesine kadar sirayet eder. Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lâhikası’nda bu hakikati veciz bir şekilde ifade ederek, bu tür zamanlarda insanların manevi duruşlarını ve anlayışlarını nasıl şekillendirmeleri gerektiğini ortaya koyar. Özellikle gaflet ve dalalet ehlinin, musibetleri yanlış anlamaları ve yanlış tavırlarla karşılamaları, onları hem dünyada hem de ahirette azaba sürükler. Bu yazıda, bu tesnitin hikmetli yönlerini tahlil etmeye çalışacağız.

  1. Herkesin Hissedar Olduğu Bir Musibet:
    Bediüzzaman’a göre bir musibet yalnızca fiziki alanla sınırlı değildir. O, “herkes ya kalben, ya ruhen, ya aklen, ya bedenen gelen musibetten hissedardır” diyerek, musibetin çok boyutlu yapısına dikkat çeker. Bir musibetin yalnızca doğrudan mağdurları değil, dolaylı yoldan haberdar olanlar da ruhsal ve zihinsel olarak etkilenir. Çünkü insanoğlu hem rikkat-i cinsiye (insanlığa karşı yaratılıştan gelen şefkat) hem de alâkadarlık (ilgi ve merak) cihetiyle, başkasının acısını kendi ruhunda hissedebilir. Ancak bu hassasiyet, hakikatle yoğrulmadıkça, insanı istikamet yerine huzursuzluğa sürükleyebilir.
  2. Gaflet ve Dalaletin Ruhî Felaketi:
    Musibet zamanlarında özellikle ehl-i gaflet ve dalalet, yani dünyaya dalmış, uhrevî hakikatlerden uzak kimseler, musibetleri manasız ve gelişigüzel birer felaket olarak görürler. Bu anlayışsızlık, onların acılarını katmerli hâle getirir. Çünkü musibetin arkasındaki rahmet-i umumiyeyi ve hikmet-i tamme-i Sübhaniyeyi göremediklerinden, yaşanan her şeyi rastgele ve zalimce bir kaderin oyunu gibi anlarlar.

Bu da onları hem şahsî acılarıyla hem de toplumun ortak sıkıntılarıyla ezilme noktasına getirir. Zira dinî bir şuur ve tevekkül olmadığında, insan ne kendi derdine dayanabilir ne de başkasının derdiyle baş edebilir.

  1. Vakit ve Vahdet İsrafı: Lüzumsuz Merak ve Siyasî Boğuşmalar:
    Bediüzzaman’ın bu parçada en sert şekilde eleştirdiği hususlardan biri de insanların, vazife-i hakikiyelerini ve elzem işlerini bırakıp siyasî, ideolojik ya da afakî meselelere boğulmalarıdır. Bu tür meraksız ve lüzumsuz meşguliyetler, hem kalbi yorar hem de aklı zayıflatır. İnsan, kendi dairesindeki asli görevlerini ihmal edip, yapamayacağı ve müdahale edemeyeceği büyük meselelerle uğraştıkça ruhunu sersemleştirir, aklını gevezeleştirir.

Bu hal, sadece şahsi felaket değil, aynı zamanda toplumsal birlik ve maneviyat açısından da büyük bir zaaftır. Çünkü herkesin her şeye burnunu soktuğu yerde, tevazu değil gurur, sabır değil öfke, hizmet değil laf çokluğu hâkim olur.

  1. Zarara Rıza Gösterene Şefkat Edilmez:
    Bediüzzaman, “اَلرَّاضٖى بِالضَّرَرِ لَا يُنْظَرُ لَهُ” (Zarara rıza gösterene şefkat edilmez) kaidesiyle önemli bir hukuk-u şefkat meselesine dikkat çeker. İnsan, bile bile kendine zarar verecek işlere girerse, o zararın doğurduğu acılara şikâyet edemez. Aynı şekilde, gafletle musibeti yanlış değerlendiren, ibret almak yerine isyan eden kimseler de merhameti hak etmez hâle gelirler. Bu insanlar, musibeti tevhide ve takvaya götüren bir uyarı olarak değil, boş bir tesadüf gibi görürler ve neticede kendi belalarını da lüzumsuzca büyütürler.
  2. Hakiki Kurtuluş Yolu: Tevekkül, Tezekkür ve Teslimiyet:
    Musibetlerin asıl gayesi; gafleti dağıtmak, kalbi uyandırmak ve hakikate yönlendirmektir. Eğer insan bu gayeyi fark ederse, musibet onun için bir azap değil, bir rahmet tokadı olur. Ancak gaflet gözlüğüyle bakan, bu tokadı yalnızca bir dayak olarak görür ve asi olur.

Oysa doğru tavır; musibeti Cenab-ı Hakk’ın bir terbiyesi, insanlığın ortak imtihanı ve şahsî hayatın muhasebesi olarak görmektir. Bu şekilde bakan kimse, musibeti kendi kemaline bir merdiven yapar.

Sonuç:
Bediüzzaman’ın bu ifadesi, özellikle günümüz insanının karşılaştığı kriz, afet, savaş ve sosyal bunalımlar gibi musibetlerde nasıl bir tavır takınması gerektiğini göstermektedir. İnsan, kendi asli görevini unutup, lüzumsuz merak ve polemiklerle vaktini israf ederse, hem dünyevî hem uhrevî zararlara duçar olur. Musibetlerin arkasındaki rahmet ve hikmeti göremeyenler, hem kendi acısıyla hem de insanlığın derdiyle kahrolurlar. Oysa hakiki kurtuluş, musibeti bir uyanış vesilesi bilip, tevekkül ve teslimiyetle Allah’a yönelmektedir.

Özet:
Bu makale, Kastamonu Lâhikası’nda geçen bir pasaj üzerine kurulmuştur. Bediüzzaman, musibetlerin yalnızca fiziksel değil, ruhî ve aklî boyutları olduğuna işaret eder. Özellikle gaflet ve dalalet içindeki kimseler, bu musibetleri rahmet ve hikmet nazarıyla göremediklerinden, hem kendi acılarına hem de ümmetin ve insanlığın derdine dayanamaz hâle gelirler. Lüzumsuz merak ve siyasî çekişmelerle asıl vazifelerini unutanlar, zarara rıza göstermeleri sebebiyle şefkatten dahi mahrum kalırlar. Kurtuluş ise tevekkül, hakikat şuuruyla bakış ve teslimiyettedir.

 




Musibet, Şehadet ve Mazlumluk: İslam Hukukunda Semavi Felaketlerin Hikmeti

Musibet, Şehadet ve Mazlumluk: İslam Hukukunda Semavi Felaketlerin Hikmeti

“Şiddet-i şefkat ve rikkatten, bu kışın şiddetli soğuğuyla beraber manevî ve şiddetli bir soğuk ve musibet-i beşeriyeden bîçarelere gelen felaketler, helâketler, sefaletler, açlıklar şiddetle rikkatime dokundu. Birden ihtar edildi ki:

   Böyle musibetlerde kâfir de olsa hakkında bir nevi merhamet ve mükâfat vardır ki o musibet ona nisbeten çok ucuz düşer. Böyle musibet-i semaviye, masumlar hakkında bir nevi şehadet hükmüne geçiyor.

   Üç dört aydır ki dünyanın vaziyetinden ve harbinden hiçbir haberim yokken Avrupa’da Rusya’daki çoluk çocuğa acıyarak tahattur ettim. O manevî ihtarın beyan ettiği taksimat, bu elîm elem-i şefkate bir merhem oldu. Şöyle ki:

   O musibet-i semaviyeden ve beşerin zalim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felaketten vefat eden ve perişan olanlar eğer on beş yaşına kadar olanlar ise ne dinde olursa olsun şehit hükmündedir. Müslümanlar gibi büyük mükâfat-ı maneviyeleri, o musibeti hiçe indirir.

   On beşinden yukarı olanlar, eğer masum ve mazlum ise mükâfatı büyüktür belki onu cehennemden kurtarır. Çünkü âhir zamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedî’ye (asm) bir lâkaytlık perdesi gelmiş ve madem âhir zamanda Hazret-i İsa’nın (as) din-i hakikisi hükmedecek, İslâmiyet’le omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa’ya (as) mensup Hristiyanların mazlumları çektikleri felaketler, onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zayıflar, müstebit büyük zalimlerin cebir ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet, onlar hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalaletinden ve küfründen gelen günahlara keffaret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır diye hakikatten haber aldım. Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn’e hadsiz şükrettim. Ve o elîm elem-i şefkatten teselli buldum.

   Eğer o felaketi gören zalimler ise ve beşerin perişaniyetini ihzar eden gaddarlar ve kendi menfaati için insan âlemine ateş veren hodgâm, alçak insî şeytanlar ise tam müstahak ve tam adalet-i Rabbaniyedir.

   Eğer o felaketi çekenler, mazlumların imdadına koşanlar ve istirahat-i beşeriye için ve esasat-ı diniyeyi ve mukaddesat-ı semaviyeyi ve hukuk-u insaniyeyi muhafaza için mücadele edenler ise elbette o fedakârlığın manevî ve uhrevî neticesi o kadar büyüktür ki o musibeti onlar hakkında medar-ı şeref yapar, sevdirir.”
Kastamonu Lâhikası

> “Şiddetli musibetlerde, kâfir de olsa bir nevi merhamet vardır. Mazlumların musibeti ise onlar hakkında şehadet hükmündedir.”
— Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lâhikası

İnsanın en derin sarsıntılarından biri, yeryüzündeki büyük felaketlerde masumların, çocukların ve yaşlıların maruz kaldığı acıları görüp buna mana verememesidir. Vicdanı uyanık bir mü’min, bu gibi durumlarda Rabbinden razı olmakla beraber, kalbinde rikkat ve merhametle yoğrulmuş bir soruyla yüzleşir: “Bunca masum, bu kadar acıyı neden yaşıyor?”

İşte Risale-i Nur, bu suale sadece bir teselli değil, Kur’ânî, fıkhî ve hikmetli bir cevap sunar. Ve bu cevap, fıkıh usûlünün temel ilkeleriyle, İslamî adalet anlayışıyla ve rahmet-i ilahiye ile tam bir uyum içindedir.

  1. Mazlumun Dinine Bakılmaz: Fıkıhta Masumiyet Esastır

İslam hukukunda ve usûl ilminde temel bir ilke vardır:

> “Zulmün kimden geldiği değil, kime yöneldiği önemlidir.”
Bu kaideye göre, bir insan gayrimüslim de olsa, eğer mazlumsa, onun hakkını savunmak farzdır. Nitekim Kur’ân şöyle buyurur:

> “Sakın zalimlere meyletmeyin!” (Hud, 113)

Ve bir başka ayette:

> “Bir kavme olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevk etmesin.” (Maide, 8)

Bediüzzaman’ın ifade ettiği, “kâfir de olsa musibette bir nevi rahmet vardır” cümlesi bu ilkenin akîde ve kader cihetine taşınmış hâlidir. Zira fıkıhta “fiilî mazlum” olanın, Allah katındaki değerine bakılır. Dolayısıyla:

Dinî açıdan günahkâr olan biri,

Sosyal açıdan zalim olmayan ve musibete uğrayan biri,

Allah’ın adaletinden ve rahmetinden mahrum olmaz. Bu, rahmet-i İlahiye’nin şümulünü gösterir.

  1. Çocuklar: Fıkıhta ve Akaidde Masum ve Şehit Hükmündedir

İslam âlimlerinin ittifakıyla, on beş yaşından küçük çocuklar, dinî sorumluluk taşımazlar (mukellef değildirler). Onların ölümü, hangi din ve ırkta olursa olsun masumiyet üzerine gerçekleşir.

İmam Nevevî, Şerhu’l-Müslim’de şöyle der:

> “Çocuklar fıtrat üzere doğar. Küfür üzere ölseler bile, mesul değildirler. Allah onlara ya imtihan ya da doğrudan rahmet ile muamele eder.”

Aynı şekilde İmam Gazali, “Faysalü’t-Tefrika” eserinde der ki:

> “Allah, ahirette adaleti tam gerçekleştirecek; mazlum çocukları, ya cennete koyacak ya da onları deneyecektir. Onlara zulmetmez.”

Dolayısıyla Bediüzzaman’ın “on beş yaş altındakiler şehit hükmündedir” beyanı, hem selef âlimlerinin hem de İmam Eş’arî ve Mâturîdî ekollerinin görüşleriyle birebir örtüşmektedir.

  1. Mazlum Gayrimüslimler: Fetret Ehli ve Cehennemden Kurtuluş Umudu

Bediüzzaman’ın “fetret gibi bir karanlık zaman” vurgusu, İslam’ın akaid tarihinde çok mühim bir konu olan “ehl-i fetret” meselesine işaret eder.

Ehl-i sünnet uleması, kendisine gerçek İslam ulaşmamış bir kişinin “sorumluluğu nisbetinde mesul” olacağını belirtmiştir.

İmam Eş’arî ve bazı Şafiî fakihleri, ehl-i fetretin azap görmeyeceğini savunmuştur.

Hanefî fakihlerinden bazıları da, ulaşan delilin mahiyetine göre sorumluluğun şekilleneceğini belirtmiştir.

Bediüzzaman, modern çağda İslam’a hakiki ulaşımın çok zorlaştığını, propagandanın ve zulmün insanların hakikati görememesine sebep olduğunu ifade ederek bu asrı, bir tür “fetret asrı” olarak değerlendirir.

Buna göre:

Mazlum, fıtratında hakka temayül taşıyan bir Hristiyan veya başka bir din mensubu,

Eğer dine karşı bilinçli bir düşmanlık beslememişse,

Ve musibet, onun kalbini uyanıklığa sevk etmişse,

Bu musibet onun için bir arınma ve  bir lütfa dönüşebilir.

  1. Zalimin Felaketi: Adaletin Tecellisi

İslam hukuku açısından, zalimin cezalandırılması, sadece dünyevî değil, ilâhî adaletin bir gereğidir.

Kur’ân’da bu durum şöyle ifade edilir:

> “Allah zalimleri sevmez.” (Âl-i İmran, 57)
“Zalimlerin sonu hüsrandır.” (Kasas, 40)

Bediüzzaman’ın “eğer o felaketi gören zalimlerse, tam adalet-i Rabbaniyedir” ifadesi, ilâhî adaletin mülk ve ceza cihetiyle tezahürüdür.

Bu da, “musibet herkes için aynı değil; kimine şehadet, kimine azabın başlangıcı”dır gerçeğini gösterir.

Özet:

Bu makalede, Risale-i Nur’da geçen büyük felaketlerin hikmetine dair tesbiti; Kur’an-ı Kerim, İslam hukuku ve akaid ilkeleri ışığında değerlendirilmiştir.

Çocukların masumiyeti,

Mazlum gayri müslimlerin ehl-i fetret konumu,

Musibetin rahmete dönüşebilmesi,

Zalimlerin cezaya müstahak olması,

hepsi İslam’ın adalet ve rahmet dengesine dayanır. Bediüzzaman’ın bu değerlendirmesi, fıkıh ve akaid tarihindeki ana akım ulemanın görüşleriyle tam bir uyum içerisindedir. Musibetler, bu yönüyle sadece elem değil, bazen ebedî saadetin kapısını aralayabilir. Bu da ancak şefkatle değil, hikmetle bakan kalplere görünür.

 




Nurdan Uzak Kalanın Gözü, Zifiri Karanlıkta Kalır

Nurdan Uzak Kalanın Gözü, Zifiri Karanlıkta Kalır

“Bu hasta ve gaddar ve bedbaht asrın bela ve vebasından ve zulüm ve zulmetinden en mücerreb bir kurtarıcı, Risale-i Nur’un mizanları ve muvazeneleriyle, neşrettiği nur olduğunu kırk bin şahit vardır. Demek Risale-i Nur’un dairesine yakın bulunanlar, içine girmezse tehlike ihtimali kavîdir. 

   Evet

يَسْتَحِبُّونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا عَلَى الْاٰخِرَةِ

işaretiyle bu asır, hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye, ehl-i İslâm’a da bilerek severek tercih ettirdi.”
Kastamonu Lâhikası

> “Bu asırda en büyük hastalık: kalbin kararması, aklın şaşırması ve nefse rehberlik ettirilmesidir.”
— Risale-i Nur’un ruhundan

Bediüzzaman Said Nursî’nin “bu hasta, gaddar ve bedbaht asır” diye tarif ettiği zaman dilimi, sadece teknolojik bir çağ değil, aynı zamanda karanlığın bile renklendirildiği, zulmün medeniyet kisvesi giydiği, hakikatin eğlenceye kurban edildiği bir zamandır. Bu zamanın en dehşetli tarafı ise hastalığın sıradanlaşması, zulmün normalleşmesi, gafletin meziyet gibi görülmesidir.

Bu karanlık çağda insanlığı kurtaracak en mücerreb ilacın Risale-i Nur olduğu hakikati, artık kuru bir iddia değil; hayatın bin türlü sınavında kırk bin şahit ile isbatlanmış bir gerçektir. Çünkü Risale-i Nur, bu asrın maddî-manevî zulmüne karşı bir mizan (ölçü), bir muvazene (denge), bir pusula hükmündedir. O, Kur’ân’ın bu asırdaki bir mânevî tefsiri olarak kalpleri karanlıktan kurtarıp nura kavuşturur.

Yakında Olmak Yetmez, İçine Girmek Gerekir

Ancak bu nurdan faydalanmak, sadece ona “yakın olmakla” değil, dairenin içine girmekle mümkündür. Yani:

Sadece okumak değil, yaşamak gerekir.

Sadece takdir etmek değil, teslim olmak gerekir.

Sadece izlemek değil, hizmet etmek gerekir.

Zira hakikate uzaktan bakmak insanı hayran eder ama kurtarmaz. O hayranlık bazen gafleti bile tatlı gösterir. Nur’un dairesi dışındaki bir hayat, bu asrın manevi vebasından kurtulamaz. Çünkü gaflet bulaşıcıdır, nefis davetkârdır, şeytan sabırlıdır.

Dünya Sevgisinin Felaketi:

Ayette geçen يَسْتَحِبُّونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا عَلَى الْآخِرَةِ (Onlar dünya hayatını ahirete tercih ederler) cümlesi, asrın hastalığını teşhir eder. Bu tercih artık cehaletten değil, bilerek ve severek yapılmaktadır. İnsan, ahiretin hak olduğunu bildiği hâlde dünyayı tercih ediyor. Çünkü bu asır, ekranlarla, pazarlarla, vitrinlerle, ideolojilerle dünya sevgisini cazip hâle getirmiştir.

Bu tercih, sadece bireysel bir günah değil, ümmet çapında bir yöneliştir. O yüzden bu hastalığın panzehiri bireysel değil, küllî ve imanî bir tecdittir. İşte Risale-i Nur bu noktada devreye girer:

Aklı ikna eder,

Kalbi tatmin eder,

Nefsi terbiye eder,

Vicdanı uyandırır.

Risale-i Nur Dairesi: Sadece Bir Kitaplık Değil, Bir Kurtuluş Haritası

Bugün Nur dairesinin dışında kalan, modern dünyanın çalkantılarıyla savrulmaya mahkûmdur. Çünkü orada ölçü yoktur, istikamet yoktur. Risale-i Nur ise yalnızca bir fikir kitabı değil, bir kurtuluş haritası, bir manevî zırh, bir diriliş reçetesidir.

Onun mizanlarıyla, her şey yerine oturur:

Dünya, hizmet yeri olur.

Ahiret, hedef olur.

İman, sermaye olur.

Takva, kalkandır.

İhlâs, yol göstericidir.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle “bu hasta, gaddar ve bedbaht asır”da Risale-i Nur’un en güvenilir ve en etkili kurtuluş yolu olduğu anlatılmıştır. Risale-i Nur’un dairesine sadece yakın olmak yetmez; içine girmek, yani ihlâs, sadakat ve hizmetle bütünleşmek gerekir. Aksi hâlde dünya sevgisinin ağır baskısıyla insan, bilerek ve severek ahireti terk eder hâle gelir. Risale-i Nur bu noktada sadece bir kitap değil, kalpleri karanlıktan nura kavuşturan bir hakikat pusulasıdır.

 




Uhrevî Amellerle Dünyayı Kazanmak: Gizli Bir İhlâs İmtihanı

Uhrevî Amellerle Dünyayı Kazanmak: Gizli Bir İhlâs İmtihanı

“Ben gördüm ki ehl-i diyanet belki de ehl-i takva bir kısım zatlar, bizimle gayet ciddi alâkadarlık peyda ettiler. O bir iki zatta gördüm ki diyaneti ister ve yapmasını sever tâ ki hayat-ı dünyeviyesinde muvaffak olabilsin, işi rast gelsin. Hattâ tarîkatı keşif ve keramet için ister. Demek, âhiret arzusunu ve dinî vezaifin uhrevî meyvelerini, dünya hayatına bir dirsek, bir basamak gibi yapıyor. Bilmiyor ki saadet-i uhreviye gibi saadet-i dünyeviyeye dahi medar olan hakaik-i diniyenin fevaid-i dünyeviyesi, yalnız müreccih (tercih edici) ve teşvik edici derecesinde olabilir. Eğer illet derecesine çıksa ve o amel-i hayrın yapmasına sebep o fayda olsa o ameli iptal eder; lâekall ihlası kırılır, sevabı kaçar. ”
Kastamonu Lâhikası

> “Amel, Allah için yapılmazsa şekli ibadet, hakikati ticaret olur.”
— Hikmet-i Nur’dan

Dinin asli gayesi, Allah rızasını kazanmaktır. Fakat insan nefsi çoğu zaman bu ulvî gayeyi, dünyevî menfaatlere dönüştürmeye meyillidir. Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle, bir kısım ehl-i diyanet ve hatta ehl-i takva zatlar, dinî hayatı ve ibadetleri, dünya hayatında muvaffak olmanın bir vasıtası, bir anahtarı gibi kullanmaya başlarlar. Bu ise ihlâsın en gizli ve en tehlikeli şekilde zedelenmesidir.

İhlâs mı? İşin Rast Gitmesi mi?

Evet, namaz kılıyor, oruç tutuyor, dua ediyor… Fakat bunları gerçekten Allah rızası için mi yapıyor, yoksa “işim rast gitsin”, “müşterim artsın”, “huzurum kaçmasın” diye mi? Bazıları tarikata giriyor, zikir çekiyor ama “keşif göreyim, keramet nasip olsun” arzusuyla… O hâlde bu kişi, uhrevî bir ameli dünyevî bir menfaate dirsek yapıyor, basamak haline getiriyor. Bu, niyetin bozulması ve sevabın silinmesi anlamına gelir.

Oysa hakikatte, dinî hakikatlerin dünyevî faydaları sadece teşvik edici mahiyettedir. Yani ibadetin dünyaya ait faydaları olabilir — mesela sabır verir, moral kazandırır, huzur getirir. Ama bu faydalar, sebep değil, sadece sonuç olmalıdır. Sebep, sadece Allah rızasıdır.

Niyet, amel gibi görünmez ama ameli ayakta tutan köktür. Eğer kök çürükse, ağaç dıştan gür görünse de içten çöküntüye uğrar.

Zehir Gibi Bir Saflık Bozucusu: Menfaatle Karışmış Dindarlık

Bu çağın bir başka hastalığı da budur: Dindarlığı bir çeşit dünyevî başarı reçetesi gibi görmek.

“Namaz kılarsan işin yolunda gider.”

“Şu kadar dua okursan borçtan kurtulursun.”

“Sadaka verirsen hastalık geçer.”

Bu cümleler kötü niyetli değildir belki ama farkına varmadan Allah’la pazarlık yapar hâle geliriz. İbadet, dua ve sadaka; şifa veya kazanç için değil, Allah için yapılmalıdır. Şifa gelirse, ne güzel; gelmezse de o amel yine güzeldir.

İhlâs, işte bu noktada imtihan verir. Allah için yapılan ibadet, sonucu ne olursa olsun kıymetlidir. Dünya için yapılan ibadet ise netice verse bile kıymetsizdir; çünkü niyet Allah değil, menfaattir.

Dua: Bir Tevekkül Beyanıdır, Ticarete Dönüşmemeli

Bediüzzaman, dua konusunu da bu açıdan değerlendirir. Dua, yalnızca maksat hasıl olsun diye değil, ibadet niyetiyle yapılmalıdır. Netice, Allah’a aittir. Dua ettiğimiz şey verilmediğinde de, dua yapan kişi kazançlıdır; çünkü Rabbine yönelmiştir. Ama dua, sadece dünya işini çözmek için yapılırsa, o zaman dualar bile ticarete dönüşür.

Hakiki Kazanç Neyledir?

Namazda huzur değil, rızâ aranmalıdır.

Duada dilek değil, kurbiyet aranmalıdır.

Hizmette takdir değil, ihsan aranmalıdır.

Çünkü asıl saadet, sonucu dünyada görülen değil, Allah katında makbul olan ameldedir. Dünyayı kazanmak için değil, ahireti kurtarmak için yapılan işler, hem dünyayı kazandırır hem ahireti. Ama tersine çevirirsen, her iki tarafı da kaybedersin.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin Kastamonu Lâhikası’nda dile getirdiği bir hakikat üzerinden; bazı ehl-i diyanet ve ehl-i takva kişilerin dinî amelleri dünya menfaatine âlet etmeleri ele alınmaktadır. Dinî hakikatlerin dünyevî faydaları varsa da, bunlar ancak teşvik edici seviyede olmalı, ibadetlerin sebebi asla dünya olmamalıdır. İhlâs bozulduğunda, amelin sevabı gider, anlamı silinir. Bu sebeple ibadetlerde Allah rızasından başka hiçbir maksat gözetilmemelidir.