Musibet Yağarsa Yağmursuzluk Olur: Kuraklık, İkazdır; Çare, Dönüştedir

Musibet Yağarsa Yağmursuzluk Olur: Kuraklık, İkazdır; Çare, Dönüştedir

“Yağmursuzluk bir musibettir ve ceza-yı amel bir azaptır. Buna karşı ağlamakla ve hüzün ve kederle, niyaz ve hazînane yalvarmakla ve pek ciddi nedamet ve tövbe ve istiğfar ile karşılamak ve sünnet-i seniye dairesinde, bid’alar karışmadan, şeraitin tayin ettiği tarzda dergâh-ı İlahiyeye iltica etmek ve dua ve o hale mahsus ubudiyetle mukabele etmektir.

   Hem böyle umumî musibetler, ekser nâsın hatasından geldiği cihetle, o insanların ekseri –kısm-ı a’zamı– tövbe ve nedamet ve istiğfar etmekle def’olur. ”
Emirdağ Lâhikası 1

Giriş

Kuraklık, yalnızca meteorolojik bir olay değil; İslâmî bakış açısıyla manevî bir ikaz, bir tür ilâhî mesaj ve toplumsal bir muhasebe vesilesidir. Yağmurun gecikmesi ya da kesilmesi, sadece tabiatın dengesinin değil, kulun kulluk vazifesindeki ihmalkârlığının bir sonucu olarak görülür.

Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası’nda bu gerçeği şöyle ifade eder:

> “Yağmursuzluk bir musibettir ve ceza-yı amel bir azaptır…”

Bu yaklaşım, günümüz insanını hem ilmî hem de manevî yönden sarsarak düşündürmeye çağırır: Acaba gerçekten su eksikliği mi var, yoksa dua eksikliği mi?

  1. Yağmursuzluk: Tabiat Değil, Terbiye Dili

İslâmî anlayışa göre, musibetlerin çoğu sadece fiziksel değil, aynı zamanda ahlâkî ve manevî sonuçların neticesidir. Yağmursuzluk da bu bağlamda sadece toprağın değil, kalplerin de kuruduğunun işaretidir. Çünkü rahmet, hem gökten iner hem de tevbeden doğar.

> “Buna karşı ağlamakla, hüzün ve kederle, niyaz ve hazînane yalvarmakla…”

Bu cümleler, kuraklık gibi bir musibete verilecek manevî cevabın şifreleridir: Gözyaşı, nedamet, yalvarış, içli dua… Kısacası: Tevbe ile toprağı sulamak.

  1. Çare: Bid’atsiz, Samimi İltica

Bediüzzaman bu meselede sadece dua ve tövbe çağrısı yapmaz, nasıl dua edilmesi gerektiğini de öğretir:

> “Sünnet-i seniyye dairesinde, bid’alar karışmadan, şeraitin tayin ettiği tarzda…”

Yani tövbe ve dua, gelişi güzel değil; Resûlullah’ın (s.a.v.) gösterdiği usûl ve edep içinde yapılmalıdır. Zira:

Sünnetle yapılan dua kabul kapısını aralar.

Bid’atle yapılan dua, niyet ne kadar iyi olsa da kapıyı tıkayabilir.

Şeriatın sınırları, duayı kulluktan çıkarıp gösteriye dönüşmekten korur.

Bu da bize gösteriyor ki, musibete karşı dua, sadece sözle değil, usûl ve içtenlikle yapılmalıdır.

  1. Umumî Musibetler, Umumî Tevbeyle Gider

Kuraklık gibi geniş çaplı musibetler, genellikle sadece bir kişinin değil, toplumun büyük kesiminin gafletiyle gelir. Bunun içindir ki Bediüzzaman şöyle der:

> “Ekser nâsın hatasından geldiği cihetle, o insanların ekseri… tövbe ve istiğfar ile def’olur.”

Yani musibetin kaynağı şahsî değil, toplumsaldır. Dolayısıyla çözüm de bireysel değil, toplu bir dönüş ve istiğfar ile mümkündür.

Bu noktada toplumun her kesimine vazife düşer:

Âlimler, halkı hakikate çağırmalı.

Aileler, çocuklarını ahlâkla beslemeli.

Yöneticiler, adaletle hükmetmeli.

Her birey, kendi nefsinde muhasebe yapmalı.

Çünkü ilâhî düzen şöyle işler: Toplum ne hâlde ise, sema da ona göre davranır.

  1. Musibetin Hikmeti: Uyandırmak, Yıkmak Değil

İlâhî musibetler, intikam için değil, intibah için gelir. Amaç yok etmek değil; fark ettirmek, döndürmek, canlandırmaktır. Kuraklık da böyle bir uyarıdır. Su çekilir, ki kalp kendine gelsin.

Eğer gaflet içinde hayat devam ederse, toprak değil; kalpler çölleşir. Ama musibeti, tevbe ve ibadet ile karşılarsak, hem dünya sulanır hem gönüller.

Sonuç: Yağmur Sadece Göğe Değil, Kalbe de İner

Kuraklıkla gelen bu ilâhî uyarı, bize hem dünyevî hem uhrevî bir muhasebe yaptırmalı. Yağmurun gecikmesi sadece hava olaylarına değil, kulun hâl ve ahlâkına da bağlıdır. Bediüzzaman’ın gösterdiği yol açıktır: Tövbeyle, gözyaşıyla, sünnete uygun dualarla rahmet kapısını çalmak. Çünkü yağmur, sadece gökten inmez; bazen kalpten çağırılır.

Özet

Bu makalede Emirdağ Lâhikası’ndan hareketle, kuraklık gibi umumî musibetlerin sebep ve çözüm yolları ele alınmıştır. Yağmursuzluk sadece meteorolojik bir olay değil, ilâhî bir ikazdır. Bu tür musibetler, toplumun büyük kısmının gafletiyle gelir ve ancak toplu tevbe, istiğfar ve sünnete uygun dua ile defedilebilir. İbadet, dua ve samimi dönüş, rahmetin gerçek anahtarıdır. Musibete verilecek en hikmetli karşılık, kalbin ağlaması ve ruhun ilticaya yönelmesidir.

 




İman Eğitimi: Çocukta Başlar, Nesilleri Kurtarır

İman Eğitimi: Çocukta Başlar, Nesilleri Kurtarır

“Risale-i Nur’un fıtraten ve zamanın vaziyetine göre talebesi olacak, başta masum çocuklardır. Çünkü bir çocuk, küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i imanî alamazsa sonra pek zor ve müşkül bir tarzda İslâmiyet ve imanın erkânlarını ruhuna alabilir. Âdeta gayr-ı müslim birisinin İslâmiyet’i kabul etmek derecesinde zor oluyor, yabani düşer. Bilhassa peder ve validesini dindar görmezse ve yalnız dünyevî fenlerle zihni terbiye olsa daha ziyade yabanilik verir. O halde o çocuk, dünyada peder ve validesine hürmet yerinde istiskal edip çabuk ölmelerini arzu ile onlara bir nevi bela olur. Âhirette de onlara şefaatçi değil belki davacı olur: “Neden imanımı terbiye-i İslâmiye ile kurtarmadınız?” ”
Emirdağ Lâhikası 1

Giriş

Günümüzde eğitimin en büyük zaaflarından biri, sadece aklı besleyip ruhu ihmal etmesidir. Bilgi çağında, teknolojiyle donatılmış nesiller yetiştiriliyor; fakat aynı oranda inanç, merhamet, ahlâk ve maneviyat aktarımı sağlanamıyor. Bu da nesillerin sadece zihinlerini değil, kalplerini de boşlukta ve karanlıkta bırakıyor.

Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası’nda bu hakikati çarpıcı bir şekilde dile getirir:

> “Bir çocuk, küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i imanî alamazsa sonra pek zor ve müşkül bir tarzda İslâmiyet ve imanın erkânlarını ruhuna alabilir…”

Bu cümle, hem bir uyarı hem bir çağrıdır: İman eğitimi, erken yaşta verilmeli; yoksa sonradan telafisi neredeyse imkânsız hale gelir.

  1. Fıtrî Talebeler: Masum Çocuklar

Risale-i Nur’un fıtraten en uygun talebeleri, masum çocuklardır. Çünkü çocuk, henüz saf ve bozulmamış bir fıtrat üzeredir. Kalbi iman nurunu kabule müsaittir. Küçüklüğünde aldığı hakikat tohumları, büyüdükçe iman ağacına dönüşür. Fakat bu dönem kaçırılırsa, dünya ve nefsin tesiri altında şekillenen bir zihin, iman hakikatlerini kabule yabancılaşır.

> “Âdeta gayr-ı müslim birisinin İslâmiyet’i kabul etmek derecesinde zor oluyor, yabani düşer.”

Bu ifadeyle Bediüzzaman, imanı öğretmenin en ideal vaktinin çocukluk çağı olduğunu, sonrasında bunun adeta bir “yabancı dine geçiş” kadar zorlaştığını belirtir.

  1. Dindar Aile ve İman Aktarımı

Çocuklar, sadece okuldan değil, en başta aileden öğrenir. Eğer anne-baba dindar değilse, ya da dini sadece sözde bırakıp hayata yansıtmıyorsa, çocuk rol model bulamaz. Hatta dinî değerleri, hayatın dışında bir “geçmiş kalıntısı” gibi görmeye başlar. Bu da onda dinden bir soğuma, dindarlara karşı bir yabancılaşma meydana getirir.

Bediüzzaman’ın uyarısı çok net:

> “Peder ve validesini dindar görmezse ve yalnız dünyevî fenlerle zihni terbiye olsa daha ziyade yabanilik verir.”

Yani dinî eğitim eksik olursa, fen ilimleri çocuğu olgunlaştırmaz; gurur ve materyalizmle onu daha da yabancılaştırır. Çünkü ruhu olmayan bilgi, kalbi kurutur.

  1. Dünyevîleşmiş Evlat, Âhiret Belası Olur

Sadece dünya eğitimiyle büyümüş bir çocuk, manevî bağlardan kopuk olur. Anne babasına hürmet değil; menfaatle yaklaşır. Maddiyat bitince sevgisi biter. Hatta daha ileri giderek:

> “Çabuk ölmelerini arzu ile onlara bir nevi bela olur.”

Bu korkunç cümle, anne babasını sadece bir yük gören, şefkatten uzak ve benmerkezci bir nesli tarif eder. Böyle evlât, dünyada rahmet değil, bela; âhirette de şefaatçi değil, davacı olur.

  1. Evladın Âhiretteki Hesabı: “Neden Terbiye Etmediniz?”

Bediüzzaman’ın şu cümlesi, tüm anne babalar için hem dehşetli hem uyarıcıdır:

> “Âhirette de onlara şefaatçi değil, belki davacı olur: ‘Neden imanımı terbiye-i İslâmiye ile kurtarmadınız?’”

Evlat, mahşer günü ebeveyninden davacı olabilir. Çünkü sorumluluk, sadece karın doyurmak ve okul okutmak değil; imanı kazandırmak, ahlâkı yerleştirmek, kalbi diriltmektir. Bu yapılmazsa, o çocuk mutsuz bir dünya, hesaplı bir âhiret yaşar.

Sonuç: Çocuk Kalbine Atılan İman Tohumu, Ebedî Meyve Verir

İslâmî terbiye sadece bir gelenek değil; yarınlardan, hem bu dünyada hem ebediyette huzur ve selâmet bekleyen bir milletin teminatıdır. Risale-i Nur’un iman dersleri, özellikle çocuklara yönelik sade ve derin anlatımıyla, zihinle kalbi buluşturan eşsiz bir eğitim modelidir. Çocuklukta alınan iman dersi, ebedî bir meyve verir; ama ihmal edilirse hem dünyada sıkıntı hem âhirette vebal getirir.

Özet

Bu makalede Emirdağ Lâhikası’ndan alınan bir pasaj doğrultusunda, çocuklukta iman eğitiminin önemi vurgulanmıştır. Küçüklüğünde imanî ders almayan bir çocuk, sonradan İslam’a yabancılaşabilir; hatta ailesine bela ve âhirette davacı olabilir. Dindar anne-baba ve erken yaşta verilen İslâmî terbiye, çocuğun hem dünya hem ahiret saadeti için zorunludur. Risale-i Nur, çocukları bu manevî eğitime fıtraten en uygun talebeler olarak görür.

 




Sakal, Sünnet ve Sıra Dışı Fedakârlık: Bir Tercihin Derin Hikmeti

Sakal, Sünnet ve Sıra Dışı Fedakârlık: Bir Tercihin Derin Hikmeti

“Sakal meselesi ise: Bu bir sünnettir, hocalara mahsus değil. Bu millette yüzde doksan sakalsız olanların içinde küçükten beri sakalsız bulundum. Bu yirmi senedir bana resmî hücumlarda bazı arkadaşlarımın sakallarını kestirmeleriyle, benim sakal bırakmadığım bir hikmet, bir inayet-i İlahiye olduğunu ispat etti. Eğer sakal olsaydı, tıraş edilseydi Risale-i Nur’a büyük bir zarardı. Çünkü ölecektim, dayanamayacaktım.

   Bazı âlimler “Sakalı tıraş etmek caiz değildir.” demişler. Muradları sakalı bıraktıktan sonra tıraş etmek haramdır demektir. Yoksa hiç bırakmayan, bir sünneti terk etmiş olur. Fakat bu zamanda, dehşetli pek çok günah-ı kebireden çekinmek için bu terk-i sünnete mukabil, Risale-i Nur’un irşadıyla, yirmi sene haps-i münferid hükmünde işkenceli bir hayat geçirdik; inşâallah o sünnetin terkine bir keffarettir. ”
Emirdağ Lâhikası 1

Giriş

İslâm’ın zahirî sünnetlerinden biri olan sakal bırakmak, hem Hz. Peygamber’in (s.a.v.) bir uygulaması hem de birçok âlimin üzerinde ittifak ettiği bir sünnet-i seniyyedir. Ancak sünneti yaşamak bazen sadece şekilsel bir mesele değil, içinde bulunduğu ortamın şartlarına göre hikmetli bir tercih, bazen de bedel ödenmesi gereken bir tavır hâline gelebilir.

Bediüzzaman Said Nursî’nin Emirdağ Lâhikası’ndaki açıklaması, sakal gibi görünürde normal ama içyüzünde çok derin olan bir meseleye ışık tutar: Bir sünnetin terkine karşılık çok daha büyük İslamî hizmetlerin korunması.

  1. Sakal: Şekil Değil Şuur Meselesi

Sakal, sünnettir; yani yapılması sevaptır, terk edilmesi günah değildir (haram denemez). Fakat burada önemli olan, sünneti sadece zahiren yaşamak değil, onun ruhu ve manasıyla hareket etmektir. Bediüzzaman’ın da ifade ettiği gibi:

> “Bu bir sünnettir, hocalara mahsus değil.”

Yani sakal, sadece bir meslek grubu ya da tarikat mensubuna ait bir şekil değil; her Müslümanın hayatında yaşayabileceği bir nebevî izdir. Ancak bu iz, bazen şartların zorlamasıyla taktiksel bir esnekliğe de açık olmalıdır. Çünkü şekle değil, maksada ve hikmete bakılır.

  1. Zamanın Dehşeti ve Hikmetli Bir Terk

Bediüzzaman, kendisi sakalsız olduğu hâlde bu durumu bir tercih değil, bir korunma hikmeti olarak görür. Çünkü yaşadığı dönem, dinî kıyafetlerin ve sembollerin adeta suç sayıldığı, sakal gibi bir sünnetin bile baskı ve takibata sebep olduğu bir istiklal mahkemeleri dönemidir. Bu şartlar altında sakal bırakmak demek, tıraş edilmeye zorlanmak; bu ise onurun kırılması ve büyük bir psikolojik çöküş demektir.

> “Eğer sakal olsaydı, tıraş edilseydi Risale-i Nur’a büyük bir zarardı. Çünkü ölecektim, dayanamayacaktım.”

Buradaki ifade, bir fedakârlığın, bir “terk-i zarurî”nin içyüzünü açıklar. Bazen sünneti terk etmek, sünnetin ruhunu ve İslamî hizmeti muhafaza etmek için gerekebilir. Çünkü asıl maksat, dinin zarar görmemesi, davanın ayakta kalmasıdır.

  1. Âlimlerin Görüşü ve Sahih Anlayış

Bediüzzaman burada çok dengeli bir ilmî yaklaşım da sergiler:

> “Bazı âlimler ‘Sakalı tıraş etmek caiz değildir’ demişler. Muradları, sakalı bıraktıktan sonra tıraş etmektir. Yoksa hiç bırakmayan bir sünneti terk etmiş olur.”

Bu cümleyle tekfircilik ve aşırılıktan uzak, mutedil bir fıkıh yorumunu savunur. Kimseyi sakal üzerinden yargılamaz, ancak hükmü açıklar. Sakalı hiç bırakmayan bir kişi sadece bir sünneti terk etmiş olur ama günahkâr ya da kınanacak olmaz.

  1. Terk-i Sünnet, Feda Edilen Bir Şekil Değil, Korunan Bir Mana

Sakal bırakmak sünnettir ama sakalı bırakmamak bazı zamanlarda hizmetin selameti için bir zarurettir. Bu noktada Bediüzzaman’ın “Yirmi sene haps-i münferid hükmünde işkenceli bir hayat geçirdik. İnşâallah o sünnetin terkine keffarettir” demesi, bize şu dersi verir:

> Eğer bir sünneti şeklen terk ediyorsak, ruhunu başka bir yolla yaşamalıyız.

O da fedakârlık, sabır, tahammül, davaya sadakat ve Allah yolunda sebat ile mümkündür. Bir sünnetin şekli değil, asıl manası ve Resûlullah’ın izine bağlılık ruhu yaşatılmalıdır.

Sonuç: Şekil Değil Şuurla Yaşamak

Bediüzzaman’ın hayatı, her yönüyle sünnete olan sadakatle örülüdür. Sakal meselesindeki tercihi bile bir nevi manevî strateji olarak değerlendirilmeli. Onun bu tercihi, dinin özünü muhafaza etme adına şekli feda etme cesaretidir. Bu bize şunu öğretir:

> İslâm, şekilcilikten önce sadakat ister; gösterişten önce hikmetli hizmet ister.

Özet

Bu makalede Emirdağ Lâhikası’ndaki sakal meselesi üzerine Bediüzzaman Said Nursî’nin yaklaşımı ele alınmıştır. Sakal sünnettir, ama belli zamanlarda onu terk etmek daha büyük bir hizmetin selameti için gerekebilir. Bediüzzaman, kendi zamanının baskıları sebebiyle sakal bırakmamasını bir “inayet-i İlahiye” olarak görür. Bu durum, şekilci bir dindarlıktan ziyade, hikmete ve hizmete odaklı bir iman tavrının örneğidir. Sonuç olarak, dinin özünü korumak, bazen şekilden fedakârlık yapmayı gerektirebilir.

 




Sakal, Sünnet ve Sıra Dışı Fedakârlık: Bir Tercihin Derin Hikmeti

Sakal, Sünnet ve Sıra Dışı Fedakârlık: Bir Tercihin Derin Hikmeti

“Sakal meselesi ise: Bu bir sünnettir, hocalara mahsus değil. Bu millette yüzde doksan sakalsız olanların içinde küçükten beri sakalsız bulundum. Bu yirmi senedir bana resmî hücumlarda bazı arkadaşlarımın sakallarını kestirmeleriyle, benim sakal bırakmadığım bir hikmet, bir inayet-i İlahiye olduğunu ispat etti. Eğer sakal olsaydı, tıraş edilseydi Risale-i Nur’a büyük bir zarardı. Çünkü ölecektim, dayanamayacaktım.

   Bazı âlimler “Sakalı tıraş etmek caiz değildir.” demişler. Muradları sakalı bıraktıktan sonra tıraş etmek haramdır demektir. Yoksa hiç bırakmayan, bir sünneti terk etmiş olur. Fakat bu zamanda, dehşetli pek çok günah-ı kebireden çekinmek için bu terk-i sünnete mukabil, Risale-i Nur’un irşadıyla, yirmi sene haps-i münferid hükmünde işkenceli bir hayat geçirdik; inşâallah o sünnetin terkine bir keffarettir. ”
Emirdağ Lâhikası 1

Giriş

İslâm’ın zahirî sünnetlerinden biri olan sakal bırakmak, hem Hz. Peygamber’in (s.a.v.) bir uygulaması hem de birçok âlimin üzerinde ittifak ettiği bir sünnet-i seniyyedir. Ancak sünneti yaşamak bazen sadece şekilsel bir mesele değil, içinde bulunduğu ortamın şartlarına göre hikmetli bir tercih, bazen de bedel ödenmesi gereken bir tavır hâline gelebilir.

Bediüzzaman Said Nursî’nin Emirdağ Lâhikası’ndaki açıklaması, sakal gibi görünürde normal ama içyüzünde çok derin olan bir meseleye ışık tutar: Bir sünnetin terkine karşılık çok daha büyük İslamî hizmetlerin korunması.

  1. Sakal: Şekil Değil Şuur Meselesi

Sakal, sünnettir; yani yapılması sevaptır, terk edilmesi günah değildir (haram denemez). Fakat burada önemli olan, sünneti sadece zahiren yaşamak değil, onun ruhu ve manasıyla hareket etmektir. Bediüzzaman’ın da ifade ettiği gibi:

> “Bu bir sünnettir, hocalara mahsus değil.”

Yani sakal, sadece bir meslek grubu ya da tarikat mensubuna ait bir şekil değil; her Müslümanın hayatında yaşayabileceği bir nebevî izdir. Ancak bu iz, bazen şartların zorlamasıyla taktiksel bir esnekliğe de açık olmalıdır. Çünkü şekle değil, maksada ve hikmete bakılır.

  1. Zamanın Dehşeti ve Hikmetli Bir Terk

Bediüzzaman, kendisi sakalsız olduğu hâlde bu durumu bir tercih değil, bir korunma hikmeti olarak görür. Çünkü yaşadığı dönem, dinî kıyafetlerin ve sembollerin adeta suç sayıldığı, sakal gibi bir sünnetin bile baskı ve takibata sebep olduğu bir istiklal mahkemeleri dönemidir. Bu şartlar altında sakal bırakmak demek, tıraş edilmeye zorlanmak; bu ise onurun kırılması ve büyük bir psikolojik çöküş demektir.

> “Eğer sakal olsaydı, tıraş edilseydi Risale-i Nur’a büyük bir zarardı. Çünkü ölecektim, dayanamayacaktım.”

Buradaki ifade, bir fedakârlığın, bir “terk-i zarurî”nin içyüzünü açıklar. Bazen sünneti terk etmek, sünnetin ruhunu ve İslamî hizmeti muhafaza etmek için gerekebilir. Çünkü asıl maksat, dinin zarar görmemesi, davanın ayakta kalmasıdır.

  1. Âlimlerin Görüşü ve Sahih Anlayış

Bediüzzaman burada çok dengeli bir ilmî yaklaşım da sergiler:

> “Bazı âlimler ‘Sakalı tıraş etmek caiz değildir’ demişler. Muradları, sakalı bıraktıktan sonra tıraş etmektir. Yoksa hiç bırakmayan bir sünneti terk etmiş olur.”

Bu cümleyle tekfircilik ve aşırılıktan uzak, mutedil bir fıkıh yorumunu savunur. Kimseyi sakal üzerinden yargılamaz, ancak hükmü açıklar. Sakalı hiç bırakmayan bir kişi sadece bir sünneti terk etmiş olur ama günahkâr ya da kınanacak olmaz.

  1. Terk-i Sünnet, Feda Edilen Bir Şekil Değil, Korunan Bir Mana

Sakal bırakmak sünnettir ama sakalı bırakmamak bazı zamanlarda hizmetin selameti için bir zarurettir. Bu noktada Bediüzzaman’ın “Yirmi sene haps-i münferid hükmünde işkenceli bir hayat geçirdik. İnşâallah o sünnetin terkine keffarettir” demesi, bize şu dersi verir:

> Eğer bir sünneti şeklen terk ediyorsak, ruhunu başka bir yolla yaşamalıyız.

O da fedakârlık, sabır, tahammül, davaya sadakat ve Allah yolunda sebat ile mümkündür. Bir sünnetin şekli değil, asıl manası ve Resûlullah’ın izine bağlılık ruhu yaşatılmalıdır.

Sonuç: Şekil Değil Şuurla Yaşamak

Bediüzzaman’ın hayatı, her yönüyle sünnete olan sadakatle örülüdür. Sakal meselesindeki tercihi bile bir nevi manevî strateji olarak değerlendirilmeli. Onun bu tercihi, dinin özünü muhafaza etme adına şekli feda etme cesaretidir. Bu bize şunu öğretir:

> İslâm, şekilcilikten önce sadakat ister; gösterişten önce hikmetli hizmet ister.

Özet

Bu makalede Emirdağ Lâhikası’ndaki sakal meselesi üzerine Bediüzzaman Said Nursî’nin yaklaşımı ele alınmıştır. Sakal sünnettir, ama belli zamanlarda onu terk etmek daha büyük bir hizmetin selameti için gerekebilir. Bediüzzaman, kendi zamanının baskıları sebebiyle sakal bırakmamasını bir “inayet-i İlahiye” olarak görür. Bu durum, şekilci bir dindarlıktan ziyade, hikmete ve hizmete odaklı bir iman tavrının örneğidir. Sonuç olarak, dinin özünü korumak, bazen şekilden fedakârlık yapmayı gerektirebilir.

 




Zan ile Hüküm Olmaz: Münafıklık Zanla Değil, Sarih Delille Bilinir

Zan ile Hüküm Olmaz: Münafıklık Zanla Değil, Sarih Delille Bilinir

“”Münafık öldükten sonra namazı kılınmaz.” mealindeki âyet, o zamandaki ihbar-ı İlahî ile bilinen kat’î münafıklar demektir. Yoksa zan ile şüphe ile münafık deyip namaz kılmamak olmaz. Madem

لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ

der, ehl-i kıbledir. Sarîh küfür söylemese veyahut tövbe etse namazı kılınabilir. ”
Emirdağ Lâhikası 1

Giriş

Münafıklık, İslamî literatürde en sinsi ve tehlikeli hastalıklardan biri olarak tanımlanır. Zira münafık; zahiren Müslüman, bâtınen ise küfre çalışan bir kimlik taşır. Kur’an-ı Kerîm, münafıkların cehennemin en alt tabakasında olduğunu bildirmiştir (Nisâ, 145). Ancak bu derece ağır bir vasıf, sadece kat’î bilgi ve ilahî vahiy ile tayin edilebilir.

İşte bu noktada Bediüzzaman Said Nursî’nin Emirdağ Lâhikası’ndaki şu ikazı çok önemlidir:

> “Münafık öldükten sonra namazı kılınmaz.” mealindeki âyet, o zamandaki ihbar-ı İlahî ile bilinen kat’î münafıklar demektir. Yoksa zan ile şüphe ile münafık deyip namaz kılmamak olmaz.”

  1. Münafıklık İddiası: En Tehlikeli Zan

İnsanlar arasında münafık aramak, kalplere nüfuz etme iddiası taşır. Oysa kalpleri bilen yalnızca Allah’tır. Zahirde “La ilahe illallah” diyen, yani tevhidi tasdik eden ve ehl-i kıble olan bir Müslüman hakkında münafıklık hükmü vermek, kişinin kendi zan ve vehmine dayanırsa, bu zalimane bir itham olur.

Bu yüzden Bediüzzaman, “Sarîh küfür söylemedikçe veya tövbe etmedikçe namazı kılınabilir” diyerek, hüsn-i zan ve insaf kapısını açık tutar. Çünkü kişinin zahiri İslam ise, bâtını Allah’a havale edilir. Dînî hükümlerde zan geçerli delil değildir.

  1. Ehl-i Kıbleyi Tekfir Etmemek Esastır

İslam âlimleri arasında ittifak edilen bir prensip vardır:

> “Ehl-i kıble tekfir edilemez.”

Yani “La ilahe illallah Muhammedun Resûlullah” diyen ve kıbleye yönelen, namaz kılan bir kişiye açık küfür delili olmadan kâfir ya da münafık denemez. Çünkü bu tür ithamlar, toplumun iç huzurunu bozar, din kardeşliğini zedeler ve en önemlisi Allah’ın hükmüne müdahale anlamı taşır.

Bu noktada Bediüzzaman’ın ölçüsü çok önemlidir:

> “Sarîh küfür söylemediği müddetçe, tövbe de etmişse, namazı kılınır.”
Bu, İslâm’ın temel adalet ve rahmet ilkesine dayalıdır.

  1. İstikamet: Zanla Değil Delille Hüküm Vermek

Zan ile hareket etmek, Kur’an’ın açıkça yasakladığı bir tutumdur:

> “Zan, hakikatin yerini tutmaz.” (Necm, 28)
Bu sebeple bir müminin en mühim vasfı, hüsn-i zan sahibi, adaletli, ölçülü ve ihkak-ı hak ehli olmasıdır. Hemen hüküm vermek, yargılamak, etiketlemek; şeytanın ve nefsin hoşuna gider ama Allah’ın adaletine aykırıdır.

  1. İslâmî Ahlâkta Merhametli Ölçü

Bir Müslüman’ın cenaze namazı, toplumun onun lehine şahitliğidir. Bu ibadet bile merhamet, dua ve bağışlanma üzerine kuruludur. Onun için ehl-i kıble olduğu sürece, bir insanın geçmişine, hatalarına, günahlarına rağmen rahmet kapısı açıktır. Din, insanı affetmeye çalışır; dışlamaya, afaroz etmeye değil.

Bediüzzaman, bu ölçüyü hatırlatırken aslında bize ilmî bir denge, ahlâkî bir rikkat ve toplum içinde adaletli davranış dersi verir.

Sonuç: Hüküm Allah’ındır, Vazife Kardeşliktir

Münafıklık en tehlikeli sıfatlardan biri olsa da, onun tayini kişisel tahminlere değil, ancak vahye veya açık küfre dayanabilir. O yüzden “La ilahe illallah” diyen bir mümine, zanla hüküm vermek caiz değildir. Din kardeşliği, hata ve günahları örten, iyiliği önceleyen, hükmü Allah’a bırakan bir ahlâkı gerektirir.

Özet

Bu makalede, Emirdağ Lâhikası’nda yer alan “münafıkların cenaze namazı” meselesi üzerinden, İslam’da zanla hüküm vermenin tehlikesi ele alınmıştır. Bediüzzaman, “münafık” ifadesinin, ancak vahiy ile kat’î olarak bilinen kişilere ait olabileceğini; günümüzde zan ve şüphe ile birine münafık denip namazının kılınmamasının caiz olmadığını vurgular. “La ilahe illallah” diyen herkes, ehl-i kıble kabul edilir ve namazı kılınabilir. Bu ölçü, hem ahlâkî adaleti hem de toplumsal barışı sağlar.

 




Fânî Lezzet mi, Bâkî Bahçe mi? Dünya ile Âhiret Arasında Tercih İmtihanı

Fânî Lezzet mi, Bâkî Bahçe mi? Dünya ile Âhiret Arasında Tercih İmtihanı

“Dünyanın yüz bahçesi, fâni olmak haysiyetiyle âhiretin bâki olan bir ağacına mukabil gelemez. Halbuki hazır lezzete meftun kör hissiyat-ı insaniye fâni hazır bir meyveyi, bâki uhrevî bir bahçeye tercih etmek cihetiyle, nefs-i emmare bu halet-i fıtriyeden istifade etmemek için Risale-i Nur şakirdleri ezvak-ı ruhaniyeyi ve keşfiyat-ı maneviyeyi dünyada aramıyorlar.

   Risale-i Nur şakirdlerine bu noktada benzeyen eskiden bir zat, haremiyle beraber büyük bir makamda bulundukları halde, maişet müzayakası yüzünden haremi demiş zevcine: “İhtiyacımız şedittir.” Birden, altından bir kerpiç yanlarında hazır oldu.

   Haremine dedi: “İşte cennetteki bizim kasrımızın bir kerpicidir.”

   Birden o mübarek hanım demiş ki: “Gerçi çok muhtacız ve âhirette de çok böyle kerpiçlerimiz var fakat fâni bir surette bu zayi olmasın, o kasrımızdan bir kerpiç noksan olmasın. Dua et, yerine gitsin; bize lâzım değil.” Birden yerine gitti. Keşf ile gördüler diye rivayet edilmiş. ”
Emirdağ Lâhikası 1

Giriş

İnsanoğlu, yaratılışı gereği lezzeti sever, acıdan kaçar; hazır olanı ister, ertelenmişi zor kabullenir. Bu, fıtrî ve psikolojik bir hakikattir. Ancak bu özellik, eğer akıl ve iman ile terbiye edilmezse, insanı bâkî nimetleri fânî zevklere feda eden bir körlüğe sürükleyebilir. İşte Bediüzzaman Said Nursî, bu psikolojik zaafı hikmetli bir şekilde teşhis ederek Risale-i Nur talebelerinin bu tuzağa düşmemesi gerektiğini ifade eder: “Fânî hazır bir meyveyi, bâkî uhrevî bir bahçeye tercih etmemek.”

  1. Fânî Lezzetin Aldatıcı Cazibesi

Dünya lezzetleri, gözle görülür, elle tutulur; hemen elde edilir. Bu yüzden, his ve nefis daima dünyaya meyleder. Ama bu meyil çoğu zaman aldatıcıdır, çünkü dünya nimetleri:

Sürelidir

Geçicidir

Sorumluluk ve vebal getirir

Hakiki tatmin vermez

Bu yüzden dünyanın yüz bahçesi, fânî olduğu için, âhiretin bâkî bir ağacına denk olamaz. Çünkü biri birkaç günlüktür, diğeri ebedîdir. Bediüzzaman’ın bu ölçüsüyle düşünürsek, dünya zevkleri uğruna âhiretteki bir ebedî nimeti zayi etmek, akılsız bir ticaret, zararla sonuçlanan bir aldanış olur.

  1. Hazır Hissiyat ile İleri Şuurun Mücadelesi

Bediüzzaman bu noktada insanın “hazır lezzete meftun kör hissiyatı”ndan söz eder. Hissiyat acelecidir; görmek ister, dokunmak ister, hemen tatmak ister. Fakat ruh, vicdan ve akıl; ileriyi gözetir, ebedîyi ister, hikmete bakar. Bu sebeple iman, bu hissiyatı eğitir; sabırla terbiye eder. Nefis “şimdi!” der, akıl “sonra!” der. İşte müminin hayatı bu iki çağrının çatışma alanıdır.

Risale-i Nur talebeleri bu eğitimi alarak, keşfiyat ve ezvak-ı ruhaniyeyi dünyada aramazlar; bu tür manevî zevkleri bile uhrevî maksat için isterler. Çünkü onlar için esas saadet, cennetteki ebedî mükâfattır.

  1. Altın Kerpiç ve Âhiret Şuuru: Bir Hikmetli Misal

Emirdağ Lâhikası’nda geçen altın kerpiç kıssası bu dersi canlı bir misal ile anlatır:

Bir zat ve eşi, ihtiyaç içindeyken altından bir kerpiç bulurlar. Ancak hanımı der ki: “Bu, cennetteki köşkümüzden bir parçadır. Fânî surette alırsak, oradan eksilecek. Dua et, yerine gitsin.” Ve kerpiç gerçekten keşfen yerine döner.

Bu hanımefendi, uhrevî şuuru, sabırla gelen şerefi, fânîye razı olmama basiretini temsil eder. O kerpiç, bir semboldür: Dünya hayatındaki her süslü nimet, eğer yanlış tercih edilirse ebedî bir kayba dönüşebilir.

  1. Gerçek Kâr: Sabırla Gelen Ebediyet

Risale-i Nur’un talimi şunu öğretir:
Şu dünyada hakiki kâr, bâkî olanı kazanmaktır.
Fânî olanı terk etmek, ziyan değil; ebedîyi kazanmak için bir yatırımdır. İşte bu yüzden sabır, dünyanın zevklerini hor görmek değil, daha kıymetli olanı gözetmektir.

Bir altın kerpiç yerine, ebedî bir saray hayal edebilen insan, gerçek anlamda akıllıdır. Çünkü sabır, fânî olanı elinin tersiyle itip, bâkî olanı gönül gözüyle tercih etmektir.

Sonuç: Dünyada Zühd, Âhirette Servet

Bu asırda dünya herkese cazip gösterilmiş, lüks ve konfor peşinde koşmak doğal bir hayat standardı hâline gelmiştir. Ancak bu hakikate göre yaşayanlar değil, sabırla yaşayanlar kazanır. Çünkü gerçek zenginlik, âhirette eksilmemiş kasırlara sahip olmaktır. Altın kerpiçleri burada harcamak değil, sabırla yerinde bırakmak ve bâkî saadeti gözetmek, Risale-i Nur’un gösterdiği yüksek ahlâkî ve imanî tavırdır.

Özet

Bu makalede, Emirdağ Lâhikası’ndan alınan pasaj çerçevesinde, dünya nimetlerinin geçiciliği ve âhiret saadetinin ebediliği karşılaştırılmıştır. Fânî ve hazır lezzetlere aldanmak yerine, bâkî olan âhiret bahçesini gözetmek gerektiği anlatılmıştır. Altın kerpiç misaliyle bu tercih, somut bir ibret tablosuyla açıklanmıştır. Risale-i Nur’un bu çağrısı, insanın sabırla manevî yatırım yapmasını, aklî ve kalbî bir tercihle ebediyeti dünyaya feda etmemesini öğütler.

 




Rıza ve Şefkat Üzerine: Baba-Oğul İmtihanı

Rıza ve Şefkat Üzerine: Baba-Oğul İmtihanı

“Baba ne kadar haksız da olsa oğul onun rızasını tahsil etmeye mecburdur. Oğul da ne kadar serkeş de olsa baba şefkat-i fıtriyesini ona karşı esirgemez ve esirgememeli. ”
Emirdağ Lâhikası 1

Giriş

İnsan hayatındaki en temel bağlardan biri, evlât ile ebeveyn arasındaki bağdır. Bu bağ, sadece biyolojik bir ilişki değil; aynı zamanda şefkat, merhamet, hürmet ve rıza üzerine kurulu bir ilahî sistemdir. Bediüzzaman Said Nursî’nin ifade ettiği gibi, “Baba ne kadar haksız da olsa oğul onun rızasını tahsil etmeye mecburdur. Oğul da ne kadar serkeş de olsa baba şefkat-i fıtriyesini ona karşı esirgemez ve esirgememeli.” Bu cümle, modern çağın unutmaya yüz tuttuğu derin bir aile hikmetini ihtiva eder.

  1. Baba Rızası: İlâhî Bir Kapının Anahtarı

Kur’ân ve hadislerde defalarca vurgulanan bir hakikat vardır: Anne-babanın rızası, Allah’ın rızasına açılan bir kapıdır. “Rabbin, yalnız Kendisine ibadet etmenizi ve ana-babaya iyilik etmenizi emretti” (İsrâ 23) ayeti bunu net biçimde gösterir. Bu bağlamda, baba ne kadar kusurlu olursa olsun, onun rızasını gözetmek evlâdın vicdan ve iman borcudur. Çünkü bu rıza sadece dünyevî bir saygı değil, uhrevî bir selametin de temelidir.

Hatalı bir babanın gönlünü hoş etmek, onun zulmünü onaylamak anlamına gelmez. Ancak haklılığa bakmadan, sadece baba olmasının hatırına bir rıza gözetmek, evlâdın ahlâkî ve imanî kemâlini gösterir.

  1. Şefkat-i Fıtriye: Baba Kalbinin Sessiz Duası

Diğer yandan, Bediüzzaman’ın altını çizdiği gibi, evlât ne kadar serkeş ve haylaz olsa da baba, ona karşı fıtrî şefkatini esirgememeli. Çünkü baba kalbine yerleştirilen bu şefkat, ilâhî bir hediyedir. Bu şefkat, sadece doğurmakla değil, korumak, affetmek, dua etmek ve yön vermekle gerçek manasını bulur.

Baba olmak; evlâdının hatalarına rağmen onu bağrına basmayı, onu düzeltmeye çalışırken kin değil, dua taşımayı gerektirir. Çünkü şefkat, yalnız iyiliğe değil; kötülüğe karşı da merhametle muamele edebilen yüce bir duygudur.

  1. Aile: Hakikate Giden Bir Medrese

Aile hayatı, sadece bir akrabalık bağı değil, aynı zamanda ahlâkî eğitim, sabır, şefkat, rızayı kazanma ve nefsin terbiye edilmesi için bir manevî medresedir. Baba-oğul ilişkisi, bu medresenin en çetin imtihan alanıdır.

Oğul, gururunu yutup babasının gönlünü kazanmakla iç dünyasını yumuşatır. Baba da öfkesini yutup oğluna merhametle yaklaşmakla Rabbanî bir terbiyeye mazhar olur. Her iki taraf da haklılıktan ziyade merhamet, hürmet ve dua üzerinden bir ilişki inşa ettiğinde, aile içindeki bağlar kırılmaz hâle gelir.

  1. Modern Dünyada Rıza ve Şefkatin Zedelenmesi

Günümüzde bireycilik, özgürlük ve hak kavramları öne çıkarılmış, ailedeki bağlar hak-merkezli düşünceyle zayıflamıştır. Baba-oğul ilişkisi de bu akımdan etkilenmiş, hürmet azalmış, şefkat daralmıştır. Ancak unutulmamalıdır ki, bu bağlar sadece hukukla değil, hikmetle korunur. Baba-oğul ilişkisinde esas olan, kimin haklı olduğundan önce, kimin daha merhametli ve vefalı olduğudur.

Sonuç: Şefkatin ve Rızanın Aydınlığında Aile

Bediüzzaman’ın sözünden anlaşılır ki, ailede adalet değil; şefkat ve hürmet esastır. Baba, şefkatini esirgememeli; oğul, rızayı terk etmemelidir. Bu çift yönlü görev, hem dünyevî saadetin hem uhrevî kurtuluşun temelidir. Modern dünyanın unuttuğu bu derin aile hikmeti, kalplere yeniden nakşedilmeli, evler yeniden rahmet yurdu olmalıdır.

Özet

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin baba-oğul ilişkisine dair ifadesi çerçevesinde aile içi rıza ve şefkat ilişkileri ele alınmıştır. Baba, serkeş bir evlâda bile şefkat göstermeli; oğul ise haksız bir babaya karşı bile rıza göstermeye çalışmalıdır. Çünkü bu bağ, sadece kan bağı değil; Allah’ın isimlerinin fıtratta tecelli ettiği bir imtihan alanıdır. Aile, bu yönüyle hem dünyevî huzurun hem de uhrevî selametin kapısıdır.

 




Risale-i Nur’un Yoluyla Hakikate Yolculuk: Velayet-i Kübra ve Asrın İlmî Cihadı

Risale-i Nur’un Yoluyla Hakikate Yolculuk: Velayet-i Kübra ve Asrın İlmî Cihadı

“Ehl-i velayetin amel ve ibadet ve sülûk ve riyazetle gördüğü hakikatler ve perdeler arkasında müşahede ettikleri hakaik-i imaniye, aynen onlar gibi Risale-i Nur ibadet yerinde, ilim içinde hakikate bir yol açmış; sülûk ve evrad yerinde, mantıkî bürhanlarla ilmî hüccetler içinde hakikatü’l-hakaike yol açmış ve ilm-i tasavvuf ve tarîkat yerinde, doğrudan doğruya ilm-i kelâm içinde ve ilm-i akide ve usûlü’d-din içinde bir velayet-i kübra yolunu açmış ki bu asrın hakikat ve tarîkat cereyanlarına galebe çalan felsefî dalaletlere galebe ediyor, meydandadır.  ”
Emirdağ Lâhikası 1

Giriş

Tasavvufun bin yıllık mirası içinde velayet, yani Allah’a yakınlık yolu, ekseriyetle amel, riyazet, sülûk ve evrad gibi manevî disiplinlerle inşa edilmiştir. Ehl-i hakikat, bu yollarla perde arkasındaki hakikat-i imaniyeyi şuhudla, yani manevî müşahede ile görmeye çalışmıştır. Ancak Bediüzzaman Said Nursî, asrımızın şartlarında farklı bir yol izleyerek; ilim, mantık ve kelam metodu ile doğrudan doğruya velayet-i kübra yolunu açtığını ilan eder.

Bu yaklaşım, hem asrın ilhadına hem de maneviyattan uzak aklî ve felsefî sapmalara karşı Kur’anî bir mukabele ve yeni bir manevî cihad metodudur.

  1. Eski Yol: Sülûk ve Riyazetle Müşahede

Evliyaullah, asırlardır nefsin tezkiyesi ve kalbin tasfiyesiyle Allah’a vasıl olmayı hedeflemişlerdir. Uzun riyazetler, zikirler ve nefisle mücahede neticesinde, kalbî keşiflerle iman hakikatlerine şuhudî bir şekilde ulaşmışlardır. Bu yol, aziz ve kıymetli olmakla beraber; her zaman, herkes için açık ve kolay bir yol değildir. Özellikle zamanın fitnesi arttıkça, bu yolun süre ve sabır gerektiren karakteri çoğu insanın ulaşmasını zorlaştırmaktadır.

  1. Yeni Yol: İlim İçinde Keşif ve Müşahede

Risale-i Nur, bu manevî terakki yolunun mahiyetini değiştirmeden, usulünü değiştirmiştir. Artık sülûk ve evrad yerine, mantıkî bürhanlar, ilmî deliller ve Kur’anî hüccetler ile hakikatler gösterilmektedir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, Risale-i Nur “ibadet yerinde, ilim içinde” hakikate yol açmıştır. Bu, akıl, kalp ve vicdanın birlikte aydınlandığı bir keşif yoludur. Gözle görülmeyen âlemlerin sırlarını aklın dürbünü, imanın nuruyla göstermeyi hedefler.

Bu yöntemle kişi, kalp gözüyle değilse bile aklî yakin ile, hatta bazen şuhud derecesinde bir iz’an ile iman hakikatlerini idrak eder. İşte bu sebeple Bediüzzaman, bu yolu “velayet-i kübra” olarak adlandırır. Çünkü bu yolda keşiften önce iman, ilhamdan önce hüccet, seyirden önce tefekkür vardır.

  1. Bu Asrın Hastalığı: Felsefî Dalalet

Risale-i Nur’un bu farklı metodu, asrın hastalığına en uygun reçetedir. Çünkü bu zamanın insanı, evvelki asırlara kıyasla daha çok aklıyla konuşur, sorgular, delil ister. Tasavvufun önceki şekli bu tarz zihinlere hemen tesir etmeyebilir. Fakat Risale-i Nur, Kur’an’dan aldığı dersle, hem kalbi doyurur hem aklı ikna eder. Felsefî şüphelerle gelen küfrî itirazlara karşı, yalnızca sevgi ve zikirle değil; aklî hüccetlerle, mantıkî isbatlarla mücadele eder.

Dolayısıyla bu hizmet, yalnızca bir ilim hareketi değil; imanı kurtaran bir manevî cihad hareketidir. Bu yönüyle sahih tasavvufun maneviyatını, kelamın ilmî metotlarıyla birleştirir. Böylece tarikat ve hakikat cereyanlarının yıprandığı bir çağda, imanî hizmetin bayraktarı olur.

  1. Risale-i Nur: Bir Asrî Tarikat mı?

Bu soru sıklıkla sorulmuştur. Bediüzzaman buna cevaben, “Tarikat zamanında değiliz, iman kurtarmak zamanıdır.” der. Risale-i Nur, bir tarikat değil; bir iman tecdit hareketidir. Fakat bu hareketin içinde velayet, marifet ve aşk vardır. Sadece zahirî şekilleri ve merasimleri değil, öz ve derinliği esas alır. Üstelik bu yolu herkes okuyarak, anlayarak, tefekkür ederek takip edebilir. Yani asrın anlayışına uygun, umumî bir marifet ve velayet yoludur.

Sonuç: Akılla, Kalple, Vicdanla Velayet

Bu zamanın insanı için en büyük keramet, imanla ölmek ve şüphelerden selamet bulmaktır. Risale-i Nur, bu gayeye ulaşmak için nefsin riyazetine değil, kalbin tahkikine, aklın teslimiyetine, vicdanın iz’anına yönelmiştir. Böylece herkes için açık ve selametli bir velayet-i kübra yolu açılmıştır. Bu yol, ne yalnız akıl, ne yalnız kalp; akıl, kalp ve vicdanın birlikte yürüdüğü bir yoldur.

Özet

Bu makalede, Emirdağ Lâhikası’ndaki bir pasaj üzerinden Risale-i Nur’un “velayet-i kübra” anlayışı açıklanmıştır. Geleneksel tasavvuf sülûk ve riyazetle hakikate ulaşmayı hedeflerken, Risale-i Nur ilim ve mantık yoluyla aynı hakikatlere ulaşmayı sağlar. Bu yol, aklî delillerle, kelâmî yöntemlerle ve Kur’anî burhanlarla iman-ı tahkikîye ulaştırır. Böylece felsefî sapmalara karşı güçlü bir iman kalkanı olur ve bu asrın insanına en uygun manevî yolu açar.

 




İnsanın Aynamdaki Yüzü: Kâinatın Haritası, Esmâ’nın Aynası

İnsanın Aynamdaki Yüzü: Kâinatın Haritası, Esmâ’nın Aynası

“Evet ben, Hülâsatü’l-Hülâsa’yı okuduğum zaman koca kâinat, nazarımda bir halka-i zikir oluyor. Fakat her nev’in lisanı çok geniş olmasından fikir yoluyla sıfât ve esma-i İlahiyeyi ilmelyakîn ile iz’an etmek için akıl çok çabalıyor, sonra tam görür. Hakikat-i insaniyeye baktığı vakit o câmi’ mikyasta, o küçük haritacıkta, o doğru numunecikte, o hassas mizancıkta, o enaniyet hassasiyetinde öyle kat’î ve şuhudî ve iz’anî bir vicdan, bir itminan, bir iman ile o sıfât ve esmayı tasdik eder. Hem çok kolay hem hazır yanındaki âyinesinde, hiç uzun bir seyahat-i fikriyeye muhtaç olmadan iman-ı tahkikîyi kazanır ve

اِنَّ اللّٰهَ خَلَقَ الْاِنْسَانَ عَلٰى صُورَةِ الرَّحْمٰنِ

hakiki bir manasını anlar. Çünkü Cenab-ı Hak hakkında suret muhal olmasından suretten murad sîrettir, ahlâk ve sıfâttır.”
Emirdağ Lâhikası 1

Giriş

Kâinat, büyük bir kitap, derin bir zikir halkası ve sonsuz kudretin bir aynasıdır. Ancak bu kitap öylesine büyüktür ki, her sayfası bir âlem, her harfi bir sır, her noktası bir ilâhî tecellidir. İnsan, bu kitabı okumaya çalışırken fikirle, akılla, tefekkürle uzun yollar kat eder. Fakat Bediüzzaman Hazretleri’nin dikkat çektiği üzere, bu uzun yolculuğu kısaltan, hattâ yerinden kıpırdamadan tüm hakikate ulaşmayı sağlayan en kısa yol, insanın kendi nefsine, vicdanına, yani hakikat-i insaniyesine bakmasıdır.

  1. Kâinat: Zikir Halkası, İlim Meydanı

Hülâsatü’l-Hülâsa risalesinde, kâinat adeta bir zikir meclisi gibi tasvir edilir. Her varlık, kendi diliyle Allah’ı zikreder. Bir çiçek, Cemîl ismini; bir arı, Hakîm ismini; bir güneş, Nur ismini ilan eder. Fakat bu tefekkür, bazen insanı yorar; çünkü her varlığın dili farklı, delili derindir. O zaman akıl, sıfat ve esmâ-i ilâhiyeyi tanımak için çabalamak zorunda kalır. İlmel-yakîn bir bilgiye ulaşmak için kâinat kitabı uzun uzun okunmalıdır.

  1. İnsan: Kâinatın Özü, Esmânın Aynası

İşte burada Bediüzzaman’ın ifadesiyle “hakikat-i insaniye” devreye girer. Çünkü insan, kâinatın küçültülmüş bir haritasıdır. Onun ruhu, duyguları, latifeleri ve fıtratı, Allah’ın isimlerinin cami bir aynasıdır. Koca kâinatta dağınık olarak görülen sıfatlar, insanın vicdanında toplu ve derli olarak bulunur.

Bu sebeple insan, uzun bir fikrî seyahate gerek kalmadan nefsine ve vicdanına baktığında, esmâ-i hüsnâyı doğrudan doğruya, iz’an derecesinde yani şuhûdî bir yakîn ile tanıyabilir. Bu ise iman-ı tahkikîye giden en kısa ve en sağlam yoldur.

  1. Enaniyet: Hassas Bir Mizancık

Bediüzzaman’ın burada kullandığı mühim ifadelerden biri de “enaniyetin hassas mizancığı”dır. İnsan, enaniyet sayesinde “ben” diyerek “Sen” diyen bir kulluğa ulaşır. Allah’ın sıfatlarını anlamak için “ben bilirim, ben görürüm, ben işitirim” diyerek aslında Allah’ın Alîm, Basîr, Semî’ gibi sıfatlarını tanımaya başlar. Enaniyet bir perde değil, bir ölçü aleti olur. Ancak bu “benlik”, kendinde bırakılırsa zulüm, Allah’a kıyasla kullanılırsa marifet olur.

  1. “Allah, insanı Rahmân sûretinde yarattı” hadisinin manası

Hadiste geçen “اِنَّ اللّٰهَ خَلَقَ الْاِنْسَانَ عَلٰى صُورَةِ الرَّحْمٰنِ” ifadesi yanlış anlaşıldığında teşbihe götürebilir. Ancak Bediüzzaman, bu ifadenin maddî bir benzerlik değil, sıfat ve ahlâkî temsiliyet anlamında olduğunu açıklar. Allah hakkında “suret” düşünülemeyeceğine göre buradaki “sûret”, insanın Allah’ın rahmet, şefkat, adalet, hikmet gibi ahlâkî sıfatlarını temsil edecek şekilde yaratıldığı anlamına gelir.

Bu ise insanın ahlâkî sorumluluğunu ve kâinattaki hilafetini teyit eder. İnsan, Rahmân’ın sûretinde olduğu için, merhametli, adaletli ve hikmetli olmakla mükelleftir.

Sonuç: En Yakın Yol, En Derin Tefekkür

Sonuç olarak, insanın kendi ruhuna dönmesi, en kısa ama en derin tefekkür yoludur. Kâinatı tefekkür etmek kıymetlidir; fakat kâinatı aşan hakikat, insanın kendisinde yazılmıştır. Her birimiz, esmâ-i hüsnânın birer küçük aynasıyız. Ve bu aynada doğru bakabilenler, Allah’ın isimlerini yakînen, şuhûdan gelen bir imanla görebilirler.

Özet

Bu makale, Bediüzzaman’ın “kâinat – insan – esmâ” arasındaki ilişkiyi izah eden veciz sözünden yola çıkarak yazılmıştır. Kâinat Allah’ın isimlerinin büyük bir aynasıdır; fakat insan bu aynanın küçük, cami ve derli bir özetidir. İnsan kendi vicdanına ve enaniyetine baktığında, ilâhî sıfatları daha doğrudan ve yakinî bir şekilde idrak eder. Bu yüzden insan, iman-ı tahkikîye giden en kısa ve selametli yolu iç dünyasında bulur. Hadîs-i şerîfte geçen “Allah insanı Rahmân sûretinde yarattı” ifadesi de bu sırlı hakikate işaret eder.

 




Her Yer Kerbela: Gazzeli Mazlumların Sessiz Çığlığı

Her Yer Kerbela: Gazzeli Mazlumların Sessiz Çığlığı

Bir zamanlar Kerbela çöllerinde susuz bırakılan Hz. Hüseyin ve yârenleri gibi, bugün Gazze’nin sokaklarında da binlerce masum, dünyanın gözleri önünde susuz, kefensiz, mezarsız bırakılıyor. Hicrî 61 yılındaki zulmün yankısı, 1446 yıl sonra modern çağın dijital ekranlarında yeniden vücut buluyor. Artık her yer Kerbela, her gün Aşura…

Gazze’de akan kan, sadece bir coğrafyanın değil; bütün insanlığın ahlak sınavının kırmızı çizgisi olmuştur. Ama görüyoruz ki, “insanlık” adına ahlakını kaybeden bir çağda yaşıyoruz. Morglarda yer yok, kefen yok, mezar yok. Ama zalimlere karşı da öfke yok, hesap yok. Ne Birleşmiş Milletler’in ne de “uygar dünyanın” bir mahcubiyeti var. Çünkü artık vicdanlar da morga kaldırıldı.

Modern Çağın Yezidleri ve Maide Suresi’nin Uyarısı

Gazze’yi bombalayanlar, sadece bir ülkenin generalleri değil; aynı zamanda yeryüzünün zalim düzenidir. Bir yanda işgalci bir rejim, diğer yanda onun borazanlığını yapan medya, istihbarat, ekonomi ve diplomasi aygıtları. İşte tam burada Kur’ân-ı Kerîm’in şu uyarısı kulaklarımızda çınlamalı:

> “Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları veli edinmeyin. Onlar birbirlerinin velileridir. Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz o da onlardandır. Allah, zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.”
(Maide Suresi, 51)

Bu ayet, sadece bir diplomatik uyarı değil; aynı zamanda imani bir duruş çağrısıdır. Mü’min, dostunu imanına göre seçer. Zalimle aynı safta yürüyen, mazlumun karşısında durmuştur. Mazluma sırt çeviren, zalimin safına geçmiştir. İşte Gazze; bu ayrımın yapıldığı mihenk taşıdır.

İsraf Olmasın Diye Atılan Bombalar: Kalplerin Çürümüşlüğü

Bir ülke, İran’dan dönen savaş uçaklarındaki “boşta kalan” mühimmatı Gazze’ye atıyor. İsraf olmasın diye. Bu, sadece bir askeri refleks değil; kalplerin çürümüşlüğünün manifestosudur. Bombanın maliyeti, bir çocuğun canından kıymetli görülüyor. Ve bu vahşeti alkışlayanlar, gözlerini kapatanlar, sözümona “medeniyetin merkezleri” oluyor.

Bütün bu yaşananlar gösteriyor ki, dünya terazisi bozulmuş. Hak ile bâtılın terazisi değil, artık sadece kâr ile zarar hesapları yapılıyor. Oysa mü’min, kârını vicdan terazisinde tartar. O terazide Gazze’nin feryadı, Arş-ı Âlâ’ya ulaşıyor ama yeryüzünde yankısını bulamıyor.

Medyanın Maskesi ve BBC’nin İtirafı

Bir zamanlar objektifliğiyle övünen kurumlar, şimdi İsrail’in PR merkezine dönmüş durumda. BBC çalışanlarının kendi kurumlarına karşı yazdığı mektup, bu çürümenin içerden gelen ilk tanıklığı oldu. O mektup, medyanın kirli yüzünü değil, hâlâ ayakta kalmış birkaç vicdanın çırpınışını gösterdi.

Gerçek şu ki: Zalim yalnızca bombayı atan değildir. O bombayı aklayan, görünmez kılan, gündemden düşüren, “iki taraf da aynı” yalanını söyleyen herkes bu zulme ortaktır.

Gazze: Yeryüzünün İmtihan Alanı

Gazze bugün sadece bir şehir değil; bütün ümmetin imtihanıdır. Kimin kalbi titrer, kimin susar, kimin sözde ama dilsiz olduğunu gösteren bir aynadır. Ve biz bu aynaya baktıkça ya imanımızı hatırlıyor ya da gafletimizi örtmeye çalışıyoruz.

> Kim bir zalime ‘sen zalimsin’ demezse, Allah onun kalbini mühürler,hakikati tezahür eder.
Yani kalbi bir mühürlenmişlik içindeyiz.

Bu nedenle Gazze, sadece bir siyaset konusu değil; bir iman, bir ahlak ve bir vicdan meselesidir. Bugün Gazze’nin yanında durmayan, yarın Allah’ın huzurunda hangi mazereti gösterebilir?

Özet

Gazze’de yaşananlar, modern dünyanın Kerbela’sıdır; kefensiz, mezarsız ölüler, suskun bir dünyanın suçudur.

Kur’ân, zalimleri dost edinmeyin diyerek, mazlumun yanında saf tutmamızı emreder.

İsrail’in zulmü, sadece askerî değil, medya ve diplomasi yoluyla da sürdürülmektedir.

Gazze, ümmetin imtihanıdır. Sessizlik, tarafsızlık değil; zalime ortaklıktır.

Her mü’minin vicdanı, bu zulüm karşısında konuşmalıdır; çünkü zulme susmak, zulmü onaylamaktır.

 




Kâinatın Gölgesindeki Hakikat-i Muhammediye

Kâinatın Gölgesindeki Hakikat-i Muhammediye

“Hem mesela

لَوْلَاكَ لَوْلَاكَ لَمَا خَلَقْتُ الْاَفْلَاكَ

beyanında “Bu hitap zâhiren Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâma müteveccih ise de zımnen hayata ve zevi’l-hayata râcidir.” fıkrası, ta’dile muhtaçtır. Çünkü küllî hakikat-i Muhammediye (asm) hem hayatın hayatı hem kâinatın hayatı hem ism-i a’zamın tecelli-i a’zamının mazharı ve bütün zîruhların nuru ve kâinatın çekirdek-i aslîsi ve gaye-i hilkati ve meyve-i ekmeli olmasından o hitap, doğrudan doğruya ona bakar. Sonra hayata ve şuura ve ubudiyete onun hesabına nazar eder. ”
Emirdağ Lâhikası 1

“Lemâ Halaktü’l-Eflâk”ın Sırrı:

Giriş

“لَوْلَاكَ لَوْلَاكَ لَمَا خَلَقْتُ الْاَفْلَاكَ” – “Sen olmasaydın, felekleri yaratmazdım.” hadîs-i kudsîsi, İslâm düşünce tarihinde derin ve geniş izler bırakmış, özellikle tasavvufî ve hikemî düşüncenin merkezinde yer almıştır. Bu ifadeyle kâinatın yaratılış hikmetinin Hz. Muhammed’in (asm) varlığına bağlandığı anlaşılır. Ancak bu beyan, zahirî bir mânâdan ibaret değildir; arka planında çok daha derin bir ontolojik ve hikmet boyutu taşır. Bediüzzaman Said Nursî’nin Emirdağ Lâhikası’ndaki değerlendirmesi bu inceliği hikmet penceresinden açar.

  1. Küllî Hakikat ve Ferdî Şahsiyetin Ayrımı

Bediüzzaman, bu hadisin zâhiren doğrudan Hz. Peygamber’e (asm) hitap ettiğini, fakat hakikatte onun temsil ettiği küllî hakikat-i Muhammediyeye baktığını ifade eder. Bu ayrım çok önemlidir. Zira Risale-i Nur’da “hakikat-i Muhammediye”, sadece bir şahsiyeti değil; hayat, şuur, nur ve ubudiyet gibi mefhumların özünü temsil eder.

Hz. Muhammed (asm), sıradan bir beşer değil; varlığın özü, kâinatın çekirdeği ve en büyük tecellinin mazharıdır. Bu yönüyle onun varlığına bağlanan yaratılış, sadece “şahsına” değil; taşıdığı manaya, yani temsil ettiği ilâhî hakikate bağlanmıştır.

  1. Kâinatın Gayesi ve Meyvesi: Ubudiyet ve Şuur

Hakikat-i Muhammediye’nin “kâinatın meyvesi” ve “gayesi” olarak tanımlanması, insanın ve özellikle Hz. Peygamber’in (asm) varlığındaki şuur ve ubudiyet sıfatlarının, kâinatın yaratılış gayesini tamamladığını gösterir. Şuur ve ibadet, yaratılışın en ileri düzeyi ve en yüksek maksadıdır. Bu yönüyle, Hz. Muhammed (asm) sadece peygamberlik göreviyle değil, tüm mahlukat adına şuurla Allah’a yönelen en kâmil kul olduğu için yaratılışın merkezine yerleştirilmiştir.

  1. Nur-u Muhammedî: Varlığın İlk Işığı

Tasavvufî gelenekte “Nur-u Muhammedî” doktrini olarak bilinen görüşe göre, Allah’ın ilk yarattığı şey, Hz. Muhammed’in nurudur. Bu görüş, Risale-i Nur’da da temellendirilir. Çünkü Bediüzzaman’a göre bu nur, sadece bir ışık değil; ilim, hikmet, hayat, şuur, isimlerin tecellisi ve ubudiyetle yoğrulmuş bir hakikattir. Yani her şey ondan neş’et eder; her şey ona döner.

  1. “Hayat”ın Merkeziliği: Zevil-Hayatın Sırrı

Risale-i Nur’da hayat, varlığın özü olarak sunulur. Hayat, sadece canlılık değil; Allah’ın isimlerinin en parlak aynasıdır. Hakikat-i Muhammediye’nin “hayatın hayatı” olması, onun Allah’a yönelişin, şuurun ve kulluğun zirvesi olması hasebiyledir. Böylece “Sen olmasaydın” hitabı, kâinatı varlık ve anlam kazandıran hayata, hayatın en kâmil tecellisi olan Peygamber Efendimiz’e (asm) yöneltilmiştir.

Sonuç: Hadisin Hikmeti ve Varlığın Tevhidi

Bu nazarla bakıldığında, “Lemâ halaktü’l-eflâk” ifadesi asla abartılı bir kişisel övgü değildir. Aksine, varlık içindeki ilâhî muradın en açık ifadesidir. Varlığın gayesi olan şuur, ubudiyet ve marifet, en mükemmel şekliyle Hz. Peygamber’de (asm) tecelli ettiği için, onun varlığı âlemin yaratılış sebebi olmuştur.

Özet

Bu makalede, “لَوْلَاكَ لَوْلَاكَ لَمَا خَلَقْتُ الْاَفْلَاكَ” hadîs-i kudsîsi ve Risale-i Nur’daki izahı üzerinden, kâinatın yaratılışındaki ilâhî hikmetler ele alınmıştır. Bediüzzaman’a göre bu hitap, zâhiren Peygamber Efendimiz’e (asm), batınen ise onun temsil ettiği küllî hakikate, yani şuur, hayat ve ubudiyetin en kâmil şekline yönelmiştir. Hakikat-i Muhammediye, kâinatın çekirdeği, hayatın özü ve esmâ-i hüsnânın en büyük tecelli mahalli olduğu için, onun varlığı tüm âlemin varlık sebebidir.

 




Gafletle Dahi Olsa Zikir: Şuur Ötesi Feyzin Kapısı

Gafletle Dahi Olsa Zikir: Şuur Ötesi Feyzin Kapısı

“Zikreden adamın, feyz-i İlâhîyi celb eden muhtelif lâtifeleri vardır. Bir kısmı, kalb ve aklın şuuruna bağlıdır. Bir kısmı da şuursuz, yani şuurlara tâbi değildir. Min haysü lâ yeş’ur husûle gelir. Binaenaleyh, gaflet ile yapılan zikirler dahi feyizden hâli değildir.”

İnsanoğlu, sadece bedenden değil, aynı zamanda ruh, kalp, akıl, sır, nefis gibi latifelerden oluşan müteaddit bir varlıktır. Her bir latifenin ayrı ayrı tesir alanı, beslenme şekli ve feyze mazhar olma kabiliyeti vardır. Zikir ise bu latifelerin en derin besinidir. Bilhassa kalbin hayatı, zikre bağlıdır.

Ancak zikir yalnızca bilinçli, şuurlu bir tefekkür halinden ibaret değildir. Bediüzzaman Said Nursî’nin “Zikreden adamın, feyz-i İlâhîyi celb eden muhtelif lâtifeleri vardır…” ifadesi, bu derin hakikati açar. O, kalp ve akıl gibi şuurla irtibatlı latifelerin yanında, şuursuz ya da bizim farkında olmadığımız latifelerin de zikirle beslendiğini bildirir. Böylece gafletle, yani şuurda bir his olmadan yapılan zikirlerin bile faydasız olmadığını, hatta feyiz taşıdığını ifade eder.

Kur’ân’da Zikir: Şuurla ve Şuursuzlukla Gelen Bereket

Kur’ân’da “zikir” kavramı çok geniş bir çerçevede yer alır. Şuurla yapılan zikri öven ayetlerin yanında, gaflet halindeyken dahi zikrin değerini ima eden pasajlar da vardır. Mesela:

> “Ey iman edenler! Allah’ı çokça zikredin. O’nu sabah akşam tesbih edin.”
(Ahzab, 33/41-42)

Bu ayet, zikrin zamanla sınırlı olmadığını; şuurda olunsun ya da olunmasın, devamlı olmasını talep eder. Çünkü her daim şuur halinde olmak insan fıtratına zordur. Ama zikir, kulun Allah’a olan yönelişini daimî kılar. Bilinçli yahut bilinçsiz, zikir kalpte ilahi bir hatıra bırakır.

Benzer şekilde:

> “Onlar, ayakta iken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı zikrederler…”
(Âl-i İmran, 3/191)

Bu âyet de gösteriyor ki zikir sadece ibadet vakitlerinde ya da belli bilinç hâllerinde değil; her hâlde yapılabilir. Uyku hali, yorgunluk, dağınıklık gibi zamanlarda yapılan tesbihler, akıl ve kalbin değilse bile, başka latifelerin gıdası olur.

Şuursuz Zikrin Hikmeti: Ruhun Derin Aynaları

İnsan zaman zaman gaflete düşer. Kalp uyanık olmaz, dil görevini tekrar eder ama zihin başka yerlerdedir. İşte burada Bediüzzaman’ın işaret ettiği o “min haysü lâ yeş’ur” yani “farkında olmadan” gelen feyiz devreye girer.

Tıpkı bir çiçeğe bilinçsizce su verilmesi gibi; zikir de bazen şuursuz bir halde yapılsa dahi latifeleri besler. Kalbin derin aynalarında, aklın bilmediği yollarla bir iz bırakır. Şuur altında yankı yapar.

Bu noktada bir başka Kur’ânî hakikat dikkat çeker:

> “İşte bu Kur’ân, kalbinde bir korku bulunan kimseler için öğüttür.”
(Kâf, 50/37)

Demek ki Kur’ân ve zikir, kalbin herhangi bir latifesinde yer bulduğunda etkisini gösterir. Zikir, bir duadır; duanın özü ise kabul edilene dek kapıyı çalmaktır. Kapı bazen ilk vuruşta açılmaz; ama çalan kapıya sonunda mutlaka açılır.

Zikir, Ruhun Nefesi Gibidir

İnsanın bedeni oksijenle, ruhu ise zikirle yaşar. İnsan nefes almayı çoğu zaman şuursuz yapar. Ama o nefes, hayattır. Aynen öyle de, şuur olmadan yapılan zikirler dahi ruhun nefesidir. Belki o zikirler, bir gün şuur kapısını açacak, gözyaşıyla beslenen bir tefekkür doğuracaktır.

İmam Rabbânî hazretleri der ki:

> “Kalb gaflet ile olsa da, dil ile yapılan zikirde büyük fayda vardır. Çünkü gaflet içinde yapılan zikir, bir zaman sonra kalbi de uyandırır.”

Zikrin Cezbesi: Latifeleri Uyandırmak

Zikir bir cezbedir. Allah’tan kuluna, kuldan Allah’a bir yöneliştir. Dil ile yapılan her “Allah” zikri, kulun iç âleminde bir kıpırdanma oluşturur. Tıpkı bir taşın suya atıldığında halkalar oluşturması gibi, gafletle yapılan zikir bile iç dünyada titreşim meydana getirir.

Bediüzzaman da bu noktada çok derin bir tesbitte bulunur:

> “Her bir uzvun, her bir latifenin kendine mahsus ubudiyeti vardır.”
Bu da gösteriyor ki şuursuz dahi olsa, her bir zikirde bir yöneliş, bir kulluk emaresi saklıdır.

Özet

Zikir sadece bilinçli bir eylem değildir; insanın farkında olmadan yaptığı zikirler dahi kalpte iz bırakır.

Kur’ân’da zikir her hâlde ve her zamanda teşvik edilmiştir; zikir sadece kalp ve aklın değil, ruhun ve başka latifelerin de gıdasıdır.

Gafletle yapılsa da zikir ruhu besler, şuuru uyandırabilir ve Allah’ın rahmetini celbedebilir.

Zikir, ruhun nefesi gibidir; bilinçli ya da bilinçsiz yapılması, onun hayatîliğini ortadan kaldırmaz.

Bu anlayış, zikir ibadetine devamlılığı teşvik ederken, mü’mini ümitsizlikten ve vesveseden kurtarır.

 




Serbestiyetin Bedeli: Dindarlık, Aile ve Kaderin Tokadı

Serbestiyetin Bedeli: Dindarlık, Aile ve Kaderin Tokadı

“Üçüncü Sual: Bazı mütedeyyin zatların, dünyadar haremleri yüzünden ziyade sıkıntı çekmeleri nedendir? Bu havalide bu nevi hâdiseler çoktur.

   Gelen cevap: O mütedeyyin zatlar, diyanetlerinin muktezası, böyle serbestiyet-i nisvan zamanında öyle serbest kadınların vasıtasıyla dünyaya girişmeleri hatalarından, o kadınların eliyle tokat yemelerine kader müsaade etti. Mütebâkisi, bir mübarek hanımın şuursuz müdahalesiyle geri kaldı. ”
Kastamonu Lâhikası

Zaman değiştikçe imtihan şekilleri de değişir. Bir zamanlar dıştan gelen baskılarla sarsılan aile yapısı, bugün içten gelen tesirlerle, özellikle de “serbestiyet-i nisvan” adı verilen modern kadın özgürlükçülüğüyle imtihan ediliyor. Bu değişen dünya anlayışına, dindar fertler ve aile yapıları bazen hazırlıksız yakalanıyor. Neticede diyanetli erkeklerin, dünyevîleşmiş ve aşırı serbestleşmiş eşleri vasıtasıyla tokat yemesi, kaderin dikkat çekici bir tecellisi hâline geliyor.

Kastamonu Lâhikası’ndaki şu tespit oldukça çarpıcıdır:

> “O mütedeyyin zatlar… böyle serbest kadınların vasıtasıyla dünyaya girişmeleri hatalarından, o kadınların eliyle tokat yemelerine kader müsaade etti.”

Burada açık bir ahlâkî ve sosyal denge ikazı vardır. Mütedeyyin erkek, imanî çizgide kalmaya çalışırken, eşi vasıtasıyla dünyevî heveslere kapılıyor, dünya hayatının cazibesine fazlaca karışıyor. Bu yanlış yönelişin bedeli, aile huzurunun bozulması, sıkıntılar ve iç çatışmalarla ödeniyor. Yani kader, bu gafletli ve tutarsız tercihlere karşılık olarak “ev içinden bir tokat” indiriyor.

Kadın, yaratılış itibariyle şefkatin, letafetin ve ailenin merkezidir. Fakat bu merkez, Kur’anî ölçülerden saptığında, kendi içindeki nizamı kaybeder. Serbestiyetin -yani ölçüsüz özgürlük anlayışının- hâkim olduğu bir zamanda, kadınlar dinî hassasiyetlerini koruyamazsa, eşlerinin manevî istikametini de olumsuz etkileyebilir. Bu durum, sadece bireysel değil, toplumsal bir çöküşü doğurur.

Bugün birçok mütedeyyin ailede görülen çatışmalar, anlaşmazlıklar ve dağılmalar; kadının tesettür, edep ve mahremiyet gibi dinin temel esaslarından uzaklaşması ile doğrudan ilişkilidir. Bu uzaklaşma çoğu zaman “çağa ayak uydurma”, “modernleşme”, “özgürleşme” gibi parıltılı kavramlarla süslenmiştir. Ancak neticede ortaya çıkan şey, kadını da erkeği de dünyaya meftun eden, ebedî saadeti unutturan bir serkeşliktir.

İşte kaderin bu tokadı, bir uyarı, bir arındırma ve bir ikazdır. Zira imanlı bir hayat, dünya hırslarıyla uyumsuzdur. Bu nedenle iman çizgisinden sapmalar, bir süre sonra hayatın başka alanlarında bedelini ödetir. Kadının dünya ile olan bağları kuvvetlendikçe, erkeği de o bağlara mahkûm etmek ister. Bu ise aileyi manevî değerlerden uzaklaştırır ve kalbî huzuru bozar.

Bu açıdan şu husus unutulmamalıdır:
Bir hanım ne kadar mübarek olursa olsun, şuursuz bir şekilde manevî dengenin dışına çıktığında, iyiliğe vesile olacağı yerde zarara da vesile olabilir. Hidayet, niyet kadar basiret ve ilim de ister.

Sonuç:

Dindar erkeklerin, dünyevîleşmiş ve serbestleşmiş eşleri vasıtasıyla gördüğü ailevi sıkıntılar, kaderin ince bir ikazıdır. Kader, bu yanlış tercihlere, içten gelen bir musibetle cevap verir. Bu zamanın serbestiyet anlayışı, aileyi sarsan bir fitnedir. Aile saadeti, ancak kadının ve erkeğin Kur’anî ölçülerde kalmasıyla mümkündür. İmanî bir hayatın dünyevî zaaflarla birlikte yürütülemeyeceğini unutmamak gerekir.

Özet:

Bu zamanda dindar erkeklerin, dünyaperest ve serbest eşleri vasıtasıyla sıkıntıya düşmeleri, kaderin bir ikazıdır. Şefkat, tesettür ve ahlâk ölçüleri terk edildiğinde, aile içinden gelen buhrana kader müsaade eder. Bu, imanla dünya arasındaki dengenin bozulmasının bedelidir. Gerçek huzur, ancak kadın ve erkeğin Kur’anî ölçülere göre yaşamasıyla mümkündür.

 




Şefkatin İmtihanı: Annelik, Dünya Sevgisi ve Kaderin Hikmeti

Şefkatin İmtihanı: Annelik, Dünya Sevgisi ve Kaderin Hikmeti

“Birinci Sual: Neden fedakâr, yüksek bir şefkati taşıyan valide; bu zamanda veledinin malından irsiyet almasından mahrum edildi, kader müsaade eyledi?

   Gelen cevap şu: Valideler bu asırda, bir aşılama suretinde şefkatlerini yanlış bir tarzda sarf etmeleridir ki evladım şan, şeref, rütbe, memuriyet kazansın diye bütün kuvvetleriyle evlatlarını dünyaya, mekteplere sevk ediyorlar. Hattâ mütedeyyin de olsa Kur’anî ilimlerin okumasından çekip dünya ile bağlarlar. İşte bu şefkatin bu yanlışından, kader bu mahrumiyete mahkûm etti. ”
Kastamonu Lâhikası

Annelik, insani duygular içinde en yüce olanıdır. İlâhî şefkatin yeryüzündeki bir cilvesi, Rahmân ve Rahîm isimlerinin bir numunesi gibidir. Ne var ki her yüce duygu gibi, şefkat de doğru mecraya yönelmediğinde bir imtihana dönüşebilir. Hele de bu şefkat, ahiret yerine yalnızca dünya hedeflerine sarf edilirse, kaderin terbiye edici tokadı kaçınılmaz olur.

Kastamonu Lâhikası’nda Bediüzzaman Said Nursî, zamanımızın anneleri hakkında derin bir tespit yapar. Der ki:

> “Valideler bu asırda… şefkatlerini yanlış bir tarzda sarf ediyorlar.”

Bu yanlış nedir?
Evladın şan, şeref, rütbe ve makam sahibi olması için gösterilen çabaların, manevî terbiyeyi ikinci plana itmesidir. Evladını dünya için büyütmek, mekteplere sadece dünyevî başarı için yönlendirmek, dinî ilimlerden uzak tutmak, onun kalbine sonsuzluk tohumları değil geçici hayaller yerleştirmektir.

İşte bu büyük şefkatin küçük bir yön sapması, kader nazarında büyük bir adaletle karşılık bulur:
Anne, evladının malından mahrum edilir.
Yani bu çağda annenin maddî anlamda evladından irs alma hakkı, hikmetli bir mahrumiyetle sınırlandırılmıştır. Zira şefkat, asıl gayesi olan ahireti kaybettiğinde; rahmetten adalete, adaletten cezaya inkılap eder. Kader, bu şekilde şefkatin mukaddes yüzünü korumak, insanı kendine getirmek ister.

Zira şefkat, sadece çocuğu büyütmek değil; onu ebedî kurtuluşa yönlendirme görevini de taşır. Sadece bedenine değil, ruhuna da gıda verme mesuliyetidir. Ne yazık ki birçok anne, evladının dünya başarısıyla övünürken; onun namazsızlığı, Kur’an’sızlığı, ahiret boşluğu karşısında suskun kalmakta veya gaflete düşmektedir. Bu sessizlik, zamanla şefkati sorumsuzluğa dönüştürür.

Oysa şefkatin aslı ve meşru mecrası, evladın Allah’ı tanıyan, hakikati arayan, ebedi hayatı kazanmaya çalışan bir kul olmasını istemektir. Böyle bir niyet ve yöneliş, annenin duasını kabul ettirir, kaderin de merhametini celbeder.

Bu yönüyle bakıldığında, çağımızdaki pek çok musibet gibi bu “mahrumiyet” de aslında bir ikazdır, bir uyanma çağrısıdır. Anneye denilmek istenir ki:
“Evladını yalnız dünyaya değil, ebediyete hazırlamalısın. Yoksa hem sen hem o dünyada da ahirette de kaybedersiniz.”

Sonuç:

Annelik şefkati, İlâhî bir emanettir. Bu şefkat, evladı sadece dünyaya değil, ebediyete hazırlamakla mükelleftir. Şefkatin bu mukaddes yönü unutulup sadece dünyevî başarıya yönelirse, kader bu yanlışı terbiye etmek için annenin evladından miras almasını bile engellemiştir. Bu durum, sadece bir sosyal sonuç değil, derin bir kaderî ikazdır. Her anne, evladına vereceği en büyük mirasın iman, ahlâk ve ebediyet şuuru olduğunu unutmamalıdır.

Özet:

Zamanımızda anneler, şefkatlerini sadece evlatlarının dünya başarısına yönlendirdikleri için, kader de onları evlatlarının malından irs almayı mahrumiyetle cezalandırmıştır. Bu, kaderin bir ikazıdır: Gerçek şefkat, evladı ahiret için yetiştirmekle olur. Aksi hâlde şefkat, hem dünyada hem de ahirette bir pişmanlık sebebine dönüşebilir.

 




Hayatın Sessiz Vedası: Geliş, Gidiş ve Geride Kalan Sessizlik

Hayatın Sessiz Vedası: Geliş, Gidiş ve Geride Kalan Sessizlik

İnsan hayata gözlerini açtığında, ne olup bittiğinin farkında değildir. Sevinç çığlıkları, gözyaşları, dualar ve umutlarla karşılanır. O bir bebekken etrafındakilerin en büyük gündemi olur. Ama o bebek, günün birinde bir vedanın da konusu olacaktır. İşte hayat böyle başlar; başkalarının sevinciyle.

Çocukluk oyunlarla, okul çağları kalemle, defterle geçer. Sonra gençlik gelir; umutlar, evlilik planları… Derken bir iş bulunur, ardından bir eş ve aş. Hayat bir çark gibi dönmeye başlar. Çocuklar doğar, büyür, tıpkı kendisi gibi onlar da aynı devri daime girer. Her şey hızlıdır, zaman su gibi akar. Ta ki, bir gün kapısına emeklilik mektubu gelene kadar…

İşte o zaman insan fark eder ki; hayat büyük bir koşturmaca, kendisi ise sahnede bir aktör. Seyirciler değişmiş, oyuncular değişmiş ama oyun aynı kalmış. Dün kendisinin anne-babasına baktığı gibi, bugün çocukları ona sadece uzaktan selam veriyor. Ev kalabalıktı, şimdi sessiz. Sofralar neşeliydi, şimdi sade ve sakin. Gözleri eşiyle buluşur; ama o da artık yolun sonuna yaklaşmaktadır.

Ve o anda, bir şairin mısraları kulaklara gelir:

> “Kısmetindir gezdiren yer yer seni
Arşa çıksan âkıbet yer yer seni.
Onun için onun adı yer oldu.
Önce besler sonra kendi yer seni.”
– İbn Kemal Paşa

Evet, adın “yer” oluyor sonunda. Bir zamanlar bastığın yeri hissediyordun, şimdi o yer seni kucaklıyor. Önce besliyor, sonra seni yavaş yavaş içine alıyor. Veda vakti geldiğinde ise, geriye kalanlar sadece birkaç hatıra, bir iki fotoğraf ve eğer nasip olmuşsa, birkaç “hoş sada” oluyor.

Ama asıl mesele orada başlıyor. Çünkü dünyada yapılan eserler geçicidir. İnsan, ölümsüz bir hatıra bırakmak istiyorsa, bu kalplerde iz, ahirette kurtuluş vesilesi olacak eserlerle mümkündür. O yüzden ne güzel söylenmiş:

> “Âhirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde,
fâni dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme!”

Hayatın Sessiz Dersi

Bu dünya bir misafirhane… Her gelen ayrılmak için gelir. Ve her ayrılan bir iz bırakır. Ne kadar yaşarsak yaşayalım, nihayetinde toprağın altına gireceğiz. Ama mesele şu:
Toprağa girmeden önce kalplere girebildik mi?
Bir sadaka-i cariye, bir dua, bir hayırlı evlat, bir güzel söz bıraktık mı?
Eğer bu sorulara cevap verebiliyorsak, hayat gerçekten yaşanmış demektir.

Özet:

Bu makalede, insan hayatının doğumdan ölüme kadar olan seyrine hüzünlü ve ibretli bir pencereden bakılmıştır. Hayatın bir devri daim olduğu, gençlik ve dünya telaşının geçici olduğu, sonunda ise gerçek değerin, ahiret için yapılanlarla ölçüldüğü anlatılmıştır.
Şair İbn Kemal Paşa’nın sözleriyle hayatın fâniliği ve kalıcılık meselesi hikmetle anlatılmıştır.
Ana mesaj: Hayat gelip geçer; mühim olan hoş bir sada, ebedî bir iz bırakmaktır.