İman Kalesini Terk Etmenin Bedeli: Türk Milleti ve Âlem-i İslâm’ın Kaderi

İman Kalesini Terk Etmenin Bedeli: Türk Milleti ve Âlem-i İslâm’ın Kaderi

“Bin seneden beri âlem-i İslâmiyet’i kahramanlığı ile memnun eden ve vahdet-i İslâmiyeyi muhafaza eden ve âlem-i beşeriyeti, küfr-ü mutlaktan ve dalaletten şanlı bir surette kurtulmasına büyük bir vesile olan Türk milleti ve Türkleşmiş onların din kardeşleri; eğer şimdi, eski zaman gibi kahramancasına Kur’an’a ve hakaik-i imana sahip çıkmazsanız ve sizler gibi ehl-i hamiyet, eskide yanlış bir surette ve din zararına medeniyetin propagandası yerinde doğrudan doğruya hakaik-i Kur’aniye ve imaniyeyi tervice çalışmazsanız, size kat’iyen haber veriyorum ve kat’î hüccetlerle ispat ederim ki âlem-i İslâm’ın muhabbet ve uhuvveti yerine, dehşetli bir nefret ve kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk milletine bir adâvet ve şimdi âlem-i İslâm’ı mahva çalışan küfr-ü mutlak altındaki anarşiliğe mağlup olup âlem-i İslâm’ın kalesi ve şanlı ordusu olan bu Türk milletinin parça parça olmasına ve şark-ı şimalîden çıkan dehşetli ejderhanın istila etmesine sebebiyet verecek.”
Emirdağ Lâhikası 1

Giriş: Mazinin Şerefi, İstikbalin Mesuliyeti

Tarihin şerefli sayfalarında yer alan Türk milleti, bin yıldır İslâm’ın bayraktarlığını yapmış, Kur’ân’a kalkan olmuş, ümmetin istinadgâhı hâline gelmiştir. Bu, sadece askeri bir zafer değil, aynı zamanda imanı, ilmi ve adaleti kuşanarak İslam’ın vakarını temsil eden bir medeniyet duruşudur.

Ancak tarihî şeref, gelecekteki mesuliyetten muafiyet sağlamaz. Said Nursî’nin şu cümlesi, bu mesuliyetin büyüklüğünü ve ihmalin vahametini ihtar eder:

> “Eğer şimdi, eski zaman gibi kahramancasına Kur’an’a ve hakaik-i imana sahip çıkmazsanız… âlem-i İslâm’ın muhabbeti yerine dehşetli bir nefret… ve Türk milletinin parça parça olmasına sebebiyet verecek.”

Bu cümle, sadece geçmişe bir özlem değil, geleceğe bir uyarı, hatta bir ikaz manifestosudur.

  1. Tarihî Misyon: Kal’a, Komutan, Kalkan Olmak

Türk milleti, İslâm tarihinde sadece savaş meydanlarında değil, medreselerde, tekkelerde, mahkemelerde ve camilerde de öncü bir ümmet unsuru olmuştur. Selçuklu ile başlayan bu misyon, Osmanlı ile zirveye çıkmış; Kur’an’ın ve Sünnet’in muhafızı hâline gelmiştir.

Moğol istilasında ezilen doğu İslâm dünyasını toparlamış,

Endülüs’te sarsılan batı İslâmını İstanbul’la yeniden ayağa kaldırmış,

  1. yüzyılda ümmet dağılırken, hilafeti omuzlamış.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle:

> “Âlem-i beşeriyeti, küfr-ü mutlaktan kurtarmada şanlı bir surette vesile olmuştur.”

Bu misyon sıradan bir milletin yapabileceği bir iş değildir; bu ancak iman ve fedakârlıkla mümkündür.

  1. İstikameti Terk Etmenin Bedeli: Nefret, Dağılma ve İstila

Ne zaman ki bu milletin yöneticileri ve aydınları, Kur’an’a değil de seküler Batı’ya yöneldiler; “medeniyet” adına dinî şeair zayıflatıldı, imanî esaslar eğitimden çıkarıldı, işte o zaman:

Âlem-i İslâm’ın güveni sarsıldı,

Kardeşlik yerini kırgınlığa, uhuvvet yerini uzaklığa bıraktı,

Türk milleti, yalnızlaştı ve içeriden parçalanmanın eşiğine geldi.

Said Nursî bunu şu ifadeyle haber verir:

> “Âlem-i İslâm’ın muhabbeti yerine, dehşetli bir nefret ve Türk milletine adavet zuhur eder.”

Bu sadece iç siyasetin sonucu değildir; sünnetullahın bir yansımasıdır. İslâm’ın sancaktarlığını bırakmak, liderlik makamından düşmek demektir. Bu da ümmet nazarında itibar kaybı, başsız bir millet olma tehlikesi doğurur.

  1. Manevî Kalkanı Kaybeden, Maddî Düşmana Mahkûm Olur

Bediüzzaman, bu düşüşün yalnızca içeriden değil, dışarıdan gelecek bir istila ile neticeleneceğini de bildirir:

> “Şark-ı şimalîden çıkan dehşetli ejderhanın istila etmesine sebebiyet verecek.”

Bu mecazî ifade, Sovyet tehlikesine işaret ettiği gibi, dinsiz ideolojilerin ve totaliter sistemlerin zamanla Türkiye’yi ve İslam coğrafyasını işgal etmesi anlamına da gelir.

Bugün bu tehdit sadece komünizm değil; sekülerizm, materyalizm, tüketimcilik, aile yapısını hedef alan ideolojiler, ahlâkî çöküşlerdir. Bütün bunlar Kur’an’ın yerine başka şeyleri koymanın bedelidir.

  1. Umut Nerede? Yönünü Kur’an’a Çeviren Aydınlarda

Bediüzzaman, bu felaket tablosunu çizerken umutsuz değildir. “Eğer sizler gibi ehl-i hamiyet…” diye başlayan cümlesiyle, şuurlu bir nesle işaret eder.

Bu nesil;

Modernliği değil, Kur’an’ın hakikatlerini anlatmalı,

Batı’ya benzeme değil, ümmete önderlik şuurunu taşımalı,

Eğitim, medya ve siyaset vasıtasıyla hakikatleri tevzi etmelidir.

Said Nursî, bu aydınlara bir “iman medeniyeti kuruculuğu” görevi verir. Çünkü bu milletin tekrar izzet bulması, Kur’an’a dönmesiyle mümkündür.

  1. Bugün Ne Yapmalı?

Bu tarihi ikazın bugüne bakan yönleri çok açıktır:

Dinini bilmeyen nesiller, milleti parçalar.

Kur’an’dan kopuk siyaset, ümmetin güvenini kaybeder.

Maneviyatı olmayan toplum, iç çatışma ve dış bağımlılığa düşer.

İslâm’a hizmet edenler ise Türk milletini yine ümmetin umudu yapar.

ÖZET:

Türk milleti, bin yıldır İslâm’a hizmetiyle ümmetin güvenini kazanmış, Kur’an’ın sancağını taşımıştır.

Bu misyonun terk edilmesi, İslâm âleminin muhabbetini düşmanlığa çevirebilir.

Sekülerleşme ve Kur’an’dan uzaklaşma, milleti içte parçalayacak, dışta istilalara açık hâle getirecektir.

Umut, Kur’an’a ve iman hakikatlerine sahip çıkan hamiyetli nesillerde ve âlimlerdedir.

Milletin bekası, ancak Kur’an’a sarılmak, imanı yaymak ve İslâm kardeşliğini yeniden canlandırmakla mümkündür.

 




İman Kalesini Terk Etmenin Bedeli: Türk Milleti ve Âlem-i İslâm’ın Kaderi

İman Kalesini Terk Etmenin Bedeli: Türk Milleti ve Âlem-i İslâm’ın Kaderi

“Bin seneden beri âlem-i İslâmiyet’i kahramanlığı ile memnun eden ve vahdet-i İslâmiyeyi muhafaza eden ve âlem-i beşeriyeti, küfr-ü mutlaktan ve dalaletten şanlı bir surette kurtulmasına büyük bir vesile olan Türk milleti ve Türkleşmiş onların din kardeşleri; eğer şimdi, eski zaman gibi kahramancasına Kur’an’a ve hakaik-i imana sahip çıkmazsanız ve sizler gibi ehl-i hamiyet, eskide yanlış bir surette ve din zararına medeniyetin propagandası yerinde doğrudan doğruya hakaik-i Kur’aniye ve imaniyeyi tervice çalışmazsanız, size kat’iyen haber veriyorum ve kat’î hüccetlerle ispat ederim ki âlem-i İslâm’ın muhabbet ve uhuvveti yerine, dehşetli bir nefret ve kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk milletine bir adâvet ve şimdi âlem-i İslâm’ı mahva çalışan küfr-ü mutlak altındaki anarşiliğe mağlup olup âlem-i İslâm’ın kalesi ve şanlı ordusu olan bu Türk milletinin parça parça olmasına ve şark-ı şimalîden çıkan dehşetli ejderhanın istila etmesine sebebiyet verecek.”
Emirdağ Lâhikası 1

Giriş: Mazinin Şerefi, İstikbalin Mesuliyeti

Tarihin şerefli sayfalarında yer alan Türk milleti, bin yıldır İslâm’ın bayraktarlığını yapmış, Kur’ân’a kalkan olmuş, ümmetin istinadgâhı hâline gelmiştir. Bu, sadece askeri bir zafer değil, aynı zamanda imanı, ilmi ve adaleti kuşanarak İslam’ın vakarını temsil eden bir medeniyet duruşudur.

Ancak tarihî şeref, gelecekteki mesuliyetten muafiyet sağlamaz. Said Nursî’nin şu cümlesi, bu mesuliyetin büyüklüğünü ve ihmalin vahametini ihtar eder:

> “Eğer şimdi, eski zaman gibi kahramancasına Kur’an’a ve hakaik-i imana sahip çıkmazsanız… âlem-i İslâm’ın muhabbeti yerine dehşetli bir nefret… ve Türk milletinin parça parça olmasına sebebiyet verecek.”

Bu cümle, sadece geçmişe bir özlem değil, geleceğe bir uyarı, hatta bir ikaz manifestosudur.

  1. Tarihî Misyon: Kal’a, Komutan, Kalkan Olmak

Türk milleti, İslâm tarihinde sadece savaş meydanlarında değil, medreselerde, tekkelerde, mahkemelerde ve camilerde de öncü bir ümmet unsuru olmuştur. Selçuklu ile başlayan bu misyon, Osmanlı ile zirveye çıkmış; Kur’an’ın ve Sünnet’in muhafızı hâline gelmiştir.

Moğol istilasında ezilen doğu İslâm dünyasını toparlamış,

Endülüs’te sarsılan batı İslâmını İstanbul’la yeniden ayağa kaldırmış,

  1. yüzyılda ümmet dağılırken, hilafeti omuzlamış.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle:

> “Âlem-i beşeriyeti, küfr-ü mutlaktan kurtarmada şanlı bir surette vesile olmuştur.”

Bu misyon sıradan bir milletin yapabileceği bir iş değildir; bu ancak iman ve fedakârlıkla mümkündür.

  1. İstikameti Terk Etmenin Bedeli: Nefret, Dağılma ve İstila

Ne zaman ki bu milletin yöneticileri ve aydınları, Kur’an’a değil de seküler Batı’ya yöneldiler; “medeniyet” adına dinî şeair zayıflatıldı, imanî esaslar eğitimden çıkarıldı, işte o zaman:

Âlem-i İslâm’ın güveni sarsıldı,

Kardeşlik yerini kırgınlığa, uhuvvet yerini uzaklığa bıraktı,

Türk milleti, yalnızlaştı ve içeriden parçalanmanın eşiğine geldi.

Said Nursî bunu şu ifadeyle haber verir:

> “Âlem-i İslâm’ın muhabbeti yerine, dehşetli bir nefret ve Türk milletine adavet zuhur eder.”

Bu sadece iç siyasetin sonucu değildir; sünnetullahın bir yansımasıdır. İslâm’ın sancaktarlığını bırakmak, liderlik makamından düşmek demektir. Bu da ümmet nazarında itibar kaybı, başsız bir millet olma tehlikesi doğurur.

  1. Manevî Kalkanı Kaybeden, Maddî Düşmana Mahkûm Olur

Bediüzzaman, bu düşüşün yalnızca içeriden değil, dışarıdan gelecek bir istila ile neticeleneceğini de bildirir:

> “Şark-ı şimalîden çıkan dehşetli ejderhanın istila etmesine sebebiyet verecek.”

Bu mecazî ifade, Sovyet tehlikesine işaret ettiği gibi, dinsiz ideolojilerin ve totaliter sistemlerin zamanla Türkiye’yi ve İslam coğrafyasını işgal etmesi anlamına da gelir.

Bugün bu tehdit sadece komünizm değil; sekülerizm, materyalizm, tüketimcilik, aile yapısını hedef alan ideolojiler, ahlâkî çöküşlerdir. Bütün bunlar Kur’an’ın yerine başka şeyleri koymanın bedelidir.

  1. Umut Nerede? Yönünü Kur’an’a Çeviren Aydınlarda

Bediüzzaman, bu felaket tablosunu çizerken umutsuz değildir. “Eğer sizler gibi ehl-i hamiyet…” diye başlayan cümlesiyle, şuurlu bir nesle işaret eder.

Bu nesil;

Modernliği değil, Kur’an’ın hakikatlerini anlatmalı,

Batı’ya benzeme değil, ümmete önderlik şuurunu taşımalı,

Eğitim, medya ve siyaset vasıtasıyla hakikatleri tevzi etmelidir.

Said Nursî, bu aydınlara bir “iman medeniyeti kuruculuğu” görevi verir. Çünkü bu milletin tekrar izzet bulması, Kur’an’a dönmesiyle mümkündür.

  1. Bugün Ne Yapmalı?

Bu tarihi ikazın bugüne bakan yönleri çok açıktır:

Dinini bilmeyen nesiller, milleti parçalar.

Kur’an’dan kopuk siyaset, ümmetin güvenini kaybeder.

Maneviyatı olmayan toplum, iç çatışma ve dış bağımlılığa düşer.

İslâm’a hizmet edenler ise Türk milletini yine ümmetin umudu yapar.

ÖZET:

Türk milleti, bin yıldır İslâm’a hizmetiyle ümmetin güvenini kazanmış, Kur’an’ın sancağını taşımıştır.

Bu misyonun terk edilmesi, İslâm âleminin muhabbetini düşmanlığa çevirebilir.

Sekülerleşme ve Kur’an’dan uzaklaşma, milleti içte parçalayacak, dışta istilalara açık hâle getirecektir.

Umut, Kur’an’a ve iman hakikatlerine sahip çıkan hamiyetli nesillerde ve âlimlerdedir.

Milletin bekası, ancak Kur’an’a sarılmak, imanı yaymak ve İslâm kardeşliğini yeniden canlandırmakla mümkündür.

 




Büyük Tehdit Altında Küçük Kavgalar: İslâm Birliğini Zedeleyen İmtihan

Büyük Tehdit Altında Küçük Kavgalar: İslâm Birliğini Zedeleyen İmtihan

“Haricî ve büyük bir düşmanın hücumu zamanında, dâhilî küçük düşmanlıkları bırakmak elzemdir. Yoksa hücum eden büyük düşmana yardım hükmüne geçer. Bunun için daire-i İslâmiyede eskiden beri tarafgirane birbirine mukabil, muarız vaziyetini alan ehl-i İslâm, o dâhilî düşmanlıkları muvakkaten unutmak, maslahat-ı İslâmiye muktezasıdır. ”
Emirdağ Lâhikası 1

Giriş: Müslüman’ın Öncelik Haritası

Tarih, Müslümanların çok defa büyük bir tehdit karşısında bile, küçük hizipçilik ve iç çatışmalarla meşgul olduğunu acı örneklerle göstermiştir. Dıştan gelen istilalar, içteki bozgunculukla birleştiğinde İslam coğrafyasında zillet ve esaret kaçınılmaz olmuştur.

Said Nursî bu hakikati özetle şöyle ifade eder:

> “Haricî ve büyük bir düşmanın hücumu zamanında, dâhilî küçük düşmanlıkları bırakmak elzemdir. Yoksa hücum eden büyük düşmana yardım hükmüne geçer.”

Bu cümle, sadece bir sosyal gözlem değil; imanî ve ahlâkî bir uyarıdır. Bugün hâlâ iç çekişmelerle enerjisini tüketen İslam dünyası, bu ölçüyü yeniden merkeze almak zorundadır.

  1. Dış Tehlike: Maddi ve Manevî Kuşatma

Bediüzzaman’ın “büyük düşman” olarak işaret ettiği tehdit yalnız askeri istilalar değil; inkâr sistemleri, ahlâksızlık cereyanları, inançsızlık propagandaları, ekonomik bağımlılıklar ve kültürel sömürülerdir.

Bugün;

Ahlâk yozlaşmış,

Nesiller imanından uzaklaşmış,

Zihinler materyalizme mahkûm olmuş,

İslam dünyası kendi içinde dağılmıştır.

Bu kadar ağır tehdit altındayken mezhepler arası kavga, cemaat çatışması, siyasi kutuplaşma gibi meselelerle uğraşmak, yangın anında perdeyi düzeltmeye çalışmak kadar akılsızcadır.

  1. İç Kavgaların Gizli Faili: Dış Düşmanlar

Tarihte birçok zaman, İslam dünyasında iç savaşlar çıkaran unsurlar, aslında dış mihrakların maşaları olmuştur. Müslümanların birbirine düşman edilmesi, sömürgeci akılların işini kolaylaştırmıştır.

Said Nursî’nin şu sözü tam da bunu gösterir:

> “Yoksa hücum eden büyük düşmana yardım hükmüne geçer.”

Mezhep kavgası yaparken İslamofobi kazanır.

Cemaat çatışırken misyonerlik yayılır.

Parti kutuplaşırken Kur’an gölgede kalır.

Demek ki farkında olmadan zalimin ekmeğine yağ süren bir gaflet yaşanır. Zalim silah kullanmaz; biz kendi içimizdeki kini yeterli mermi olarak sunarız.

  1. Dâhilî Çatışmalar: Kalbi Parçalayan Zehir

Müslümanlar arasında çıkan kişisel veya hizipsel düşmanlıklar çoğu zaman:

Hased (çekememezlik),

Menfaat (çıkar kaygısı),

Enaniyet (benlik davası),

Tarafgirlik (körü körüne bağlılık) gibi kalbî hastalıklarla beslenir.

Oysa Kur’an bize şunu emreder:

> “Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin.”
(Hucurât, 10)

Bu ilahî emre rağmen, “O bizden değil” diyerek Müslümanları dışlamak, ümmetin bağrına saplanan hançeri daha da derinleştirir.

  1. Muvakkat Unutmak: Affetmek Değil, Ertelemektir

Bediüzzaman, düşmanlıkların tamamen yok edilmesini değil, “muvakkaten unutulmasını” tavsiye eder. Bu çok ince bir psikolojik ölçüdür. Şöyle ki:

Hatalar silinmez; ama büyütülmez.

Hesaplaşma ertelenir; ama düşmanlık büyütülmez.

Öncelik büyük tehlikeye karşı omuz omuza olmaktır.

İslam tarihi bu yaklaşımı gösteren örneklerle doludur. Bedir’de saf tutan sahabiler arasında önceden kan davası olanlar vardı ama hedef Allah rızası olunca kardeşçe çarpıştılar.

  1. Bugünün Mesajı: İçte Değil, Hakta Buluşmak

Bugün;

Mezhepler değil, marifet birleşmeli.

Farklı cemaatler değil, Kur’an merkezli bir duruş birleşmeli.

Siyasi fikirler değil, tevhidin birliği ortak zemin olmalı.

İslam düşmanları silah, medya ve parayla saldırırken; biz hâlâ “kim daha haklı” kavgasındaysak, asıl kaybeden hepimiz oluruz.

Bediüzzaman’ın bu ikazı, ümmetin aklını başına alma çağrısıdır. Düşman sınırda değil, artık evdedir; ekranlardadır, zihinlerdedir, kültürde ve eğitimdedir. Bu durumda iç çatışmalar, gafletten başka bir şey değildir.

ÖZET:

Haricî (dış) tehlike varken, içteki küçük düşmanlıkları sürdürmek düşmana hizmettir.

Bugün ahlâkî, kültürel, imanî saldırılar “büyük düşman” mahiyetindedir.

Mezhepçilik, cemaat çatışması ve parti taassubu, ümmeti zayıflatır.

Müslümanlar geçici olarak iç meseleleri ertelemeli; omuz omuza çalışmalıdır.

Kurtuluş; tefrikada değil, tevhidde; kavgada değil, kardeşliktedir.

 




Zamana Yazılmış İhtar: Şeair-i İslam’a Darbe Vuranlara Gelen İlâhî Tokatlar

Zamana Yazılmış İhtar: Şeair-i İslam’a Darbe Vuranlara Gelen İlâhî Tokatlar

“Şeair-i İslâmiyeye ve siyaset-i İslâmiyeye darbe vuranlar on iki, on üç, on dört, on altı sene zarfında büyük darbeler yiyecekler diye bana ihtar edildi. Evvelki meselenin aksine olarak, geniş dairede vuku bulan o hâdisatı ve büyük cemaatlere gelen o tokatları, küçük bir dairede şahıslara gelecek tokatlar suretinde mana vermiştim ki tam aynen iki dairede hem küçük hem büyük on iki sene sonra en müthişi dünyayı terk ettiği gibi; büyük dairede de onun gibi dehşetli cemaatler; on iki, on üç, on dört, on altı tarihlerinde aynı tokatları yediler ve yiyecekler diye ihtar edildi.”
Emirdağ Lâhikası 1

Giriş: Zamanın Silsilesinde İlâhî Adaletin Tecellisi

Tarih, yalnızca geçmişin kronolojisi değil, ilâhî sünnetullahın tecelli alanıdır. Zulüm edenlerin cezalandırılması, hakka savaş açanların tokat yemesi, yalnızca bireysel değil, cemaatler ve rejimler çapında da kendini gösterir.

Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası’nda bu tecellileri zaman açısından veciz bir ifadeyle dile getirir:

> “Şeair-i İslâmiyeye ve siyaset-i İslâmiyeye darbe vuranlar… on iki, on üç, on dört, on altı sene zarfında büyük darbeler yiyecekler diye bana ihtar edildi.”

Bu ihtar, sadece ferdi bir kehanet değil, sünnetullahın zamanla tecellisini okuma biçimidir. Said Nursî’nin bu ifadesi, bir adalet saati gibidir: Darbe vuranın çarkı döner, ama bir süre sonra hakikat çarpar.

  1. Metnin Tarihsel Arka Planı: Hangi Yıllar, Kimler?

Bu metnin muhtemel yazım zamanı 1946-1947 yıllarıdır. Dolayısıyla “on iki, on üç, on dört, on altı sene sonra” denildiğinde, hedeflenen tarihler şu şekildedir:

12 yıl sonra → 1958-59

13 yıl sonra → 1959-60

14 yıl sonra → 1960-61

16 yıl sonra → 1962-63

Peki bu yıllarda ne oldu?

27 Mayıs 1960 darbesi: Türkiye’de İslâmî değerlere cephe almış bürokratik kadroların organizasyonu ile yapılan ve Başbakan Adnan Menderes’in idamıyla neticelenen bir siyasi kırılmadır.

1950–60 arası: Ezân’ın yeniden Arapçaya çevrilmesi, din eğitiminin serbestleşmesi gibi gelişmeler, 1940’lı yıllarda dine karşı yapılanların tepkisini doğurmuş, devrimci kadrolar bu süreçte “irtica geldi” bahanesiyle harekete geçmiştir.

Bu ihtar, 1930’lu yılların sonunda ve 40’lı yıllarda dine ve şeaire savaş açan kadroların akıbetine dair ilahî bir işarettir.

  1. İki Daire: Bireysel ve Toplumsal Tokatlar

Bediüzzaman burada çok mühim bir tespitte bulunur:

> “Küçük bir dairede şahıslara gelecek tokatlar suretinde mana vermiştim ki… büyük dairede de… cemaatler aynı tokatları yediler.”

Bu şu demektir:

Bazı ilahî cezalar şahıslara, bazıları ise rejimlere, ideolojilere ve toplumlara yöneliktir.

Bireysel zulüm cezalandırılır; ancak şeaire ve İslam siyasetine saldırı, kitlesel tokatları doğurur.

Bir kişi yanlış yaparsa cezayı bireysel görür; ama bir sistem dine karşı tavır alırsa, toplum düzeyinde yıkım olur.

Bu bakış açısı, Kur’an’da da vardır. Firavun’un zulmü bireysel gibi görünür; ama ona uyan halk da helak edilir. Bu, zulmün sadece yapanı değil, rızasını göstereni de kuşattığının delilidir.

  1. Şeaire Darbe: Sadece Yasak Değil, Ruhun Kurutulmasıdır

Şeair, İslâm’ın aleni sembolleri, yani toplumu İslâmî olarak ayakta tutan unsurlardır: ezan, cami, tesettür, Kur’an öğretimi, şeair ahlakı (helal-haram bilinci), bayramlar ve cemaat şuuru…

Bu şeairler:

Yasaklandığında, toplum Allah’tan uzaklaşır.

Alaya alındığında, dinin kutsiyetine zarar verilir.

İkinci plana atıldığında, nesiller sekülerleşir.

Bu nedenle, şeaire yapılan darbe, sadece bir hukuk meselesi değil; bir varoluş ve inkâr meselesidir. Ve bu darbenin sonucu ilahî adaletin tokadı olarak geri döner.

  1. Adaletin Gecikmesi: İmtihanın Parçasıdır

Bazıları sorabilir: Madem ilâhî tokat var, neden hemen gelmez?

Bediüzzaman’ın bu ihtarla verdiği cevap da budur:

> “On iki, on üç, on dört, on altı sene sonra…”

Demek ki Allah:

Zalime mühlet verir ama ihmal etmez.

Adaleti hemen değil, hikmetle gönderir.

Zamanı geldiğinde tokat hem yerinde hem tesirlidir.

Bu da gösteriyor ki mazlum için sabır, zalim için süre sınırıdır.

  1. Bugün Bize Düşen Nedir?

Bu tarihî ihtar, bugüne bakan yönüyle şunu söyler:

Şeaire karşı savaş açan her zihniyet, ister seküler görünsün, ister siyasal; bir gün ilahî tokatla çarpılır.

Müslüman, sabırla şeairi ihya etmeli, siyasetini ve eğitimini İslâm ile meczetmeye çalışmalı.

Zalim sistemlere karşı hakkı tebliğle, ilmi çalışmayla ve duayla karşılık vermeli.

Çünkü hakka savaş açanlar ne kadar güçlü görünse de, sünnetullah onların da üstündedir.

ÖZET:

Bu metin 1946-47 yıllarında yazılmış, 12-16 yıl sonrası için İslâm’a darbe vuranlara gelecek tokatlara işaret edilmiştir.

1960 darbesi gibi olaylar bu uyarının büyük dairedeki tecellisidir.

Şeaire darbe, yalnızca bir yasaklama değil, İslamî ruhu boğmaktır.

İlâhî adalet gecikir ama mutlaka tecelli eder; bireylere ve sistemlere ayrı ayrı tokatlar gelir.

Müslüman, sabır ve hikmetle şeairi ayakta tutmalı; zalime karşı duayla, ilimle ve ahlakla direnmelidir.

 




Zevkten Elem, Sabrın İçinden Rahmet Doğar: Nefisle Hesaplaşma ve Kader Terbiyesi

Zevkten Elem, Sabrın İçinden Rahmet Doğar: Nefisle Hesaplaşma ve Kader Terbiyesi

“Bu sıkıntılı zamanda nefsim sabırsızlıkla beni taciz ederken bu fıkra onu tam susturdu, şükrettirdi. Size de faydası olur diye leffen takdim edilen bu fıkra, başımın yanında asılı duruyor.  

1- Ey nefsim! Yetmiş üç sene, yüzde doksan adamdan ziyade, zevklerden hisseni almışsın. Daha hakkın kalmadı.

2- Sen, âni ve fâni zevklerin bekasını arıyorsun; onun için onun zevaliyle ağlamaya başlıyorsun. Kör hissiyatınla bu yanlışının tam tokadını yersin. Bir dakika gülmeye bedel, on saat ağlıyorsun.

3- Senin başına gelen zulümler ve musibetlerin altında kaderin adaleti var. İnsanlar, senin yapmadığın bir işle sana zulüm ediyorlar. Fakat kader senin gizli hatalarına binaen, o musibet eliyle seni hem terbiye hem hatana keffaret ediyor.

4- Hem yüzer tecrübenle, ey sabırsız nefsim! Kat’î kanaatin gelmiş ki zâhirî musibetler altında ve neticesinde, inayet-i İlahiye’nin çok tatlı neticeleri var.

عَسٰٓى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ

çok kat’î bir hakikati ders veriyor. O dersi daima hatıra getir. Hem feleğin çarkını çeviren kanun-u İlahî, senin hatırın için –o pek geniş kanun-u kaderî– değiştirilmez.

5-

مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ

kudsî düsturunu kendine rehber et! Hevesli, akılsız çocuklar gibi muvakkat, ehemmiyetsiz lezzetlerin peşinde koşma! Düşün ki fâni zevkler, sana manevî elemler, teessüfler bırakıyor. Sıkıntılar, elemler ise bilakis manevî lezzetler ve uhrevî sevaplar veriyor. Sen divane olmazsan muvakkat lezzeti yalnız şükür için arayabilirsin. Zaten lezzetler şükür için verilmiş.”
Said Nursî
Emirdağ Lâhikası 1

**********

Giriş: Bir Fıkranın Ardındaki Hakikat

İnsanın en büyük imtihanı, içindedir. Dıştan gelen musibetler, çoğu zaman kaderin tokadıyla ya da terbiye-i Rahmânî ile olur. Fakat insan, o musibetleri nefsiyle yorumladığı için sıkıntıyı büyütür, anlamı küçültür. Bediüzzaman Hazretleri’nin “Nefsime hitaben yazdığım ve başucumda astığım fıkra” dediği bu kısa ama çok yoğun metin, bir insanın nefsiyle nasıl yüzleşmesi gerektiğine dair müthiş bir mekteptir.

  1. Zevkten Payını Almış Bir Nefsin Hakkı Kalmamıştır

> “Ey nefsim! Yetmiş üç sene, yüzde doksan adamdan ziyade, zevklerden hisseni almışsın. Daha hakkın kalmadı.”

Hayatın başında verilen nimetlerin çokluğu, sonundaki imtihanların sertliğiyle dengelenir. İnsan çoğu zaman zevkin farkına varmazken, sıkıntının acısını büyütür. Nefis zevkleri hakkı gibi görür ama musibetleri haksızlık sayar.

Hâlbuki, hayatı boyunca maddî ve manevî nimetlerden bolca istifade eden bir nefis için şikâyet etmek, nankörlüktür. Bu satırlar, nimet-farkındalık terazisini insana verir.

  1. Fâni Zevklerin Beka Arzusu: Nefsin Körlüğü

> “Sen, âni ve fâni zevklerin bekasını arıyorsun… Zeval ile ağlamaya başlıyorsun.”

İnsan, kaybetmemek için sever, bitmesin diye tutunur. Fakat dünya, bitmeye mahkûm zevklerin mekânıdır. Her bir gülün altında diken vardır; her lezzet sonrası bir elem bırakır.

Nefsin körlüğü, zevkin geçici olduğunu görmek istememesidir. Bu körlükle hakikate değil, hayale yaslanır. Böylece bir dakika gülüp on saat ağlamaya mahkûm olur.

  1. Zulmün Altındaki Adalet: Kaderin Terbiyesini Görmek

> “İnsanlar, senin yapmadığın bir işle sana zulüm ediyorlar. Fakat kader senin gizli hatalarına binaen, o musibet eliyle seni hem terbiye hem hatana keffaret ediyor.”

Bu cümle, kader anlayışının zirvesidir. İnsanlar zulmetse de, kader adildir. Çünkü kader, insanın bilinmeyen geçmişini bilir; görünmeyen hatalarını terbiye eder. Böylece dıştan haksız görünen musibet, içte ilâhî bir terbiye olur.

Kader, zâhire değil, bâtına göre hükmeder. Bu yüzden hakiki mü’min, zahirde haksızlığa uğrasa bile sabreder; çünkü o olayın arka planında Rahmânî bir el görür.

  1. Sıkıntıların Altında Gizli İkramlar

> “Zahiri musibetlerin altında inayet-i İlahiye’nin çok tatlı neticeleri var.”

Kur’an şöyle buyurur:

> “Olur ki, hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlıdır.”
(Bakara, 216)

İnsan, musibeti kötülük zanneder. Fakat musibet, bazen bir temizlik, bazen bir terfi, bazen de gafletten uyanıştır. Elmasın parlaması için zımpara gerekir. Ruhun terakkisi için de bazen ızdırap ikliminde sabır ağacı yetişmelidir.

  1. Kaderi Tanıyan, Kederden Kurtulur

> “مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ — Kadere iman eden, kederden kurtulur.”

İman, sadece itikadî bir bilgi değil; aynı zamanda hayata bakış şeklidir. Kadere iman eden biri, hiçbir şeyin tesadüf olmadığını bilir. Böylece başına gelen musibetlerde suçlu aramak yerine hikmet arar.

Bu düstur, psikolojik sarsıntılara karşı manevî bir zırhtır. Modern psikoloji “kabul terapisi” derken, İslam “kader terbiyesi” demektedir. Çünkü kaderi tanımak, hayatı tanımaktır.

  1. Fâni Lezzetler, Kalıcı Elem Getirir; Fânî Elemler, Ebedî Lezzet Doğurur

> “Muvakkat lezzetler, sana mânevî elemler bırakır; elemler ise bilakis mânevî lezzetler ve uhrevî sevaplar verir.”

Bu ifade, hayatın paradoksudur: Zevkler sonunda elem, elemler sonunda lezzet doğurur. Çünkü zevk gafleti getirir, gaflet uzaklaştırır. Elemler ise insana duayı, sabrı, tevekkülü öğretir. Bu da kalbi Allah’a yaklaştırır.

Bediüzzaman, bu noktada aklı devreye sokar: Eğer divane olmazsan, zevki sadece şükür için yaşarsın. Yoksa lezzet, seni esir eder.

Sonuç: Nefisle Hesaplaşma, Kalple Sükûn Bulma

Nefis, her musibette şikâyeti tercih eder. Kalp ise, sabırla Rahmet’i bekler. Nefis anlık zevk ister, kalp ebedî huzur. Bu fıkra, Bediüzzaman’ın nefsini ilzam eden ve okuyucusunu da terbiye eden iç muhasebe dersidir.

Dünya, fânîdir; lezzetleri geçicidir. Ama sabırla yaşanan musibetler, ahiret için ebedî sermaye olur. Bu sebeple, nefsin feryadını susturmanın en güzel yolu: Kaderi anlamak, sabrı kuşanmak, şükürle bakmaktır.

ÖZET:

İnsan, dünya hayatında birçok zevkten istifade eder ama musibete gelince sabırsızlanır. Bu haksızlıktır.

Fâni zevklerin peşinden gitmek, elem doğurur; sabırla gelen musibetler ise uhrevî lezzet kazandırır.

Kader, insanların zahirî zulmünün altında adaletini ve terbiye kudretini icra eder.

Kadere iman eden, yaşanan her hadisede ilâhî bir hikmet arar, şikâyet yerine şükreder.

Nefsi terbiye eden bu fıkra, manevî hayata yön verir: Lezzet için değil, şükür için yaşa; musibetlerde değil, gaflette zarar ara.

 




Zevkten Elem, Sabrın İçinden Rahmet Doğar: Nefisle Hesaplaşma ve Kader Terbiyesi

Zevkten Elem, Sabrın İçinden Rahmet Doğar: Nefisle Hesaplaşma ve Kader Terbiyesi

“Bu sıkıntılı zamanda nefsim sabırsızlıkla beni taciz ederken bu fıkra onu tam susturdu, şükrettirdi. Size de faydası olur diye leffen takdim edilen bu fıkra, başımın yanında asılı duruyor.  

1- Ey nefsim! Yetmiş üç sene, yüzde doksan adamdan ziyade, zevklerden hisseni almışsın. Daha hakkın kalmadı.

2- Sen, âni ve fâni zevklerin bekasını arıyorsun; onun için onun zevaliyle ağlamaya başlıyorsun. Kör hissiyatınla bu yanlışının tam tokadını yersin. Bir dakika gülmeye bedel, on saat ağlıyorsun.

3- Senin başına gelen zulümler ve musibetlerin altında kaderin adaleti var. İnsanlar, senin yapmadığın bir işle sana zulüm ediyorlar. Fakat kader senin gizli hatalarına binaen, o musibet eliyle seni hem terbiye hem hatana keffaret ediyor.

4- Hem yüzer tecrübenle, ey sabırsız nefsim! Kat’î kanaatin gelmiş ki zâhirî musibetler altında ve neticesinde, inayet-i İlahiye’nin çok tatlı neticeleri var.

عَسٰٓى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ

çok kat’î bir hakikati ders veriyor. O dersi daima hatıra getir. Hem feleğin çarkını çeviren kanun-u İlahî, senin hatırın için –o pek geniş kanun-u kaderî– değiştirilmez.

5-

مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ

kudsî düsturunu kendine rehber et! Hevesli, akılsız çocuklar gibi muvakkat, ehemmiyetsiz lezzetlerin peşinde koşma! Düşün ki fâni zevkler, sana manevî elemler, teessüfler bırakıyor. Sıkıntılar, elemler ise bilakis manevî lezzetler ve uhrevî sevaplar veriyor. Sen divane olmazsan muvakkat lezzeti yalnız şükür için arayabilirsin. Zaten lezzetler şükür için verilmiş.”
Said Nursî
Emirdağ Lâhikası 1

**********

Giriş: Bir Fıkranın Ardındaki Hakikat

İnsanın en büyük imtihanı, içindedir. Dıştan gelen musibetler, çoğu zaman kaderin tokadıyla ya da terbiye-i Rahmânî ile olur. Fakat insan, o musibetleri nefsiyle yorumladığı için sıkıntıyı büyütür, anlamı küçültür. Bediüzzaman Hazretleri’nin “Nefsime hitaben yazdığım ve başucumda astığım fıkra” dediği bu kısa ama çok yoğun metin, bir insanın nefsiyle nasıl yüzleşmesi gerektiğine dair müthiş bir mekteptir.

  1. Zevkten Payını Almış Bir Nefsin Hakkı Kalmamıştır

> “Ey nefsim! Yetmiş üç sene, yüzde doksan adamdan ziyade, zevklerden hisseni almışsın. Daha hakkın kalmadı.”

Hayatın başında verilen nimetlerin çokluğu, sonundaki imtihanların sertliğiyle dengelenir. İnsan çoğu zaman zevkin farkına varmazken, sıkıntının acısını büyütür. Nefis zevkleri hakkı gibi görür ama musibetleri haksızlık sayar.

Hâlbuki, hayatı boyunca maddî ve manevî nimetlerden bolca istifade eden bir nefis için şikâyet etmek, nankörlüktür. Bu satırlar, nimet-farkındalık terazisini insana verir.

  1. Fâni Zevklerin Beka Arzusu: Nefsin Körlüğü

> “Sen, âni ve fâni zevklerin bekasını arıyorsun… Zeval ile ağlamaya başlıyorsun.”

İnsan, kaybetmemek için sever, bitmesin diye tutunur. Fakat dünya, bitmeye mahkûm zevklerin mekânıdır. Her bir gülün altında diken vardır; her lezzet sonrası bir elem bırakır.

Nefsin körlüğü, zevkin geçici olduğunu görmek istememesidir. Bu körlükle hakikate değil, hayale yaslanır. Böylece bir dakika gülüp on saat ağlamaya mahkûm olur.

  1. Zulmün Altındaki Adalet: Kaderin Terbiyesini Görmek

> “İnsanlar, senin yapmadığın bir işle sana zulüm ediyorlar. Fakat kader senin gizli hatalarına binaen, o musibet eliyle seni hem terbiye hem hatana keffaret ediyor.”

Bu cümle, kader anlayışının zirvesidir. İnsanlar zulmetse de, kader adildir. Çünkü kader, insanın bilinmeyen geçmişini bilir; görünmeyen hatalarını terbiye eder. Böylece dıştan haksız görünen musibet, içte ilâhî bir terbiye olur.

Kader, zâhire değil, bâtına göre hükmeder. Bu yüzden hakiki mü’min, zahirde haksızlığa uğrasa bile sabreder; çünkü o olayın arka planında Rahmânî bir el görür.

  1. Sıkıntıların Altında Gizli İkramlar

> “Zahiri musibetlerin altında inayet-i İlahiye’nin çok tatlı neticeleri var.”

Kur’an şöyle buyurur:

> “Olur ki, hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlıdır.”
(Bakara, 216)

İnsan, musibeti kötülük zanneder. Fakat musibet, bazen bir temizlik, bazen bir terfi, bazen de gafletten uyanıştır. Elmasın parlaması için zımpara gerekir. Ruhun terakkisi için de bazen ızdırap ikliminde sabır ağacı yetişmelidir.

  1. Kaderi Tanıyan, Kederden Kurtulur

> “مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ — Kadere iman eden, kederden kurtulur.”

İman, sadece itikadî bir bilgi değil; aynı zamanda hayata bakış şeklidir. Kadere iman eden biri, hiçbir şeyin tesadüf olmadığını bilir. Böylece başına gelen musibetlerde suçlu aramak yerine hikmet arar.

Bu düstur, psikolojik sarsıntılara karşı manevî bir zırhtır. Modern psikoloji “kabul terapisi” derken, İslam “kader terbiyesi” demektedir. Çünkü kaderi tanımak, hayatı tanımaktır.

  1. Fâni Lezzetler, Kalıcı Elem Getirir; Fânî Elemler, Ebedî Lezzet Doğurur

> “Muvakkat lezzetler, sana mânevî elemler bırakır; elemler ise bilakis mânevî lezzetler ve uhrevî sevaplar verir.”

Bu ifade, hayatın paradoksudur: Zevkler sonunda elem, elemler sonunda lezzet doğurur. Çünkü zevk gafleti getirir, gaflet uzaklaştırır. Elemler ise insana duayı, sabrı, tevekkülü öğretir. Bu da kalbi Allah’a yaklaştırır.

Bediüzzaman, bu noktada aklı devreye sokar: Eğer divane olmazsan, zevki sadece şükür için yaşarsın. Yoksa lezzet, seni esir eder.

Sonuç: Nefisle Hesaplaşma, Kalple Sükûn Bulma

Nefis, her musibette şikâyeti tercih eder. Kalp ise, sabırla Rahmet’i bekler. Nefis anlık zevk ister, kalp ebedî huzur. Bu fıkra, Bediüzzaman’ın nefsini ilzam eden ve okuyucusunu da terbiye eden iç muhasebe dersidir.

Dünya, fânîdir; lezzetleri geçicidir. Ama sabırla yaşanan musibetler, ahiret için ebedî sermaye olur. Bu sebeple, nefsin feryadını susturmanın en güzel yolu: Kaderi anlamak, sabrı kuşanmak, şükürle bakmaktır.

ÖZET:

İnsan, dünya hayatında birçok zevkten istifade eder ama musibete gelince sabırsızlanır. Bu haksızlıktır.

Fâni zevklerin peşinden gitmek, elem doğurur; sabırla gelen musibetler ise uhrevî lezzet kazandırır.

Kader, insanların zahirî zulmünün altında adaletini ve terbiye kudretini icra eder.

Kadere iman eden, yaşanan her hadisede ilâhî bir hikmet arar, şikâyet yerine şükreder.

Nefsi terbiye eden bu fıkra, manevî hayata yön verir: Lezzet için değil, şükür için yaşa; musibetlerde değil, gaflette zarar ara.

 




Allah’ı Bilmek: İnkâr Etmemek Değil, Kalben Tasdik Etmektir

Allah’ı Bilmek: İnkâr Etmemek Değil, Kalben Tasdik Etmektir

“Allah’ı bilmek, bütün kâinata ihata eden rububiyetine ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz’î ve küllî her şey onun kabza-i tasarrufunda ve kudret ve iradesiyle olduğuna kat’î iman etmek ve mülkünde hiçbir şeriki olmadığına ve 

لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ

kelime-i kudsiyesine, hakikatlerine iman etmek, kalben tasdik etmekle olur.
…..Evet, inkâr etmemek başkadır, iman etmek bütün bütün başkadır. ”
Emirdağ Lâhikası 1

Giriş: Bir Bilgi mi, Bir İman mı?

Bugün, “Allah’a inanıyorum” diyen çoktur; fakat Allah’ı gerçekten bilen, O’nun varlığını kalben tasdik eden ve hayatında o tasdikin izlerini taşıyan kaç kişi vardır? Said Nursî, bu noktada çok keskin bir ayrım yapar:

> “İnkâr etmemek başkadır, iman etmek bütün bütün başkadır.”

Bu cümle, sadece felsefî bir ayrım değil, aynı zamanda hakikî imanın ölçüsüdür. Allah’ı bilmek, sadece O’nun varlığını kabul etmek değil; O’nun rububiyetini, tasarrufunu, iradesini ve şeriksiz hâkimiyetini idrak ve tasdik etmektir.

  1. Allah’ı Bilmek: Rububiyetini Tanımakla Başlar

Kur’an’da yüzlerce ayet, Allah’ın kâinattaki tasarrufunu, yaratma fiilini ve kudretinin sınırsızlığını gözler önüne serer. Çünkü Allah’ı tanımak, sadece ismini bilmek değil, fiillerini, esmâsını ve sıfatlarını görmekle mümkündür.

> “O Allah’tır ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’na aittir.”
(Nisa, 126)

Gerçek iman; şu hakikate inanmaktır:

> “Zerrelerden yıldızlara, arılardan galaksilere kadar her şey, Allah’ın kudreti, ilmi ve iradesi ile tasarruf altındadır.”

Bu bakış açısı, sadece bir “inanç” değil, bir şuur ve şehadet meselesidir.

  1. İnkâr Etmemek Yetersizdir: İman Aktif Bir Tasdiktir

İnsanların çoğu, Allah’ın varlığını açıkça inkâr etmez. Ama mesele, varlığı kabul etmekle bitmez. Bediüzzaman der ki:

> “İnkâr etmemek başkadır, iman etmek bütün bütün başkadır.”

İnkâr etmemek: “Allah vardır” deyip geçmektir.

İman etmek: “Allah vardır ve her şey O’nunla vardır; hayatım O’na emanettir” diyerek yaşamak, düşünmek ve hissetmektir.

Yani iman, sadece kabul değil, teslimiyetle dolu bir şuur halidir. Gök gürlediğinde korkup “Allah büyüktür” demek, inkâr etmemektir. Ama o sesi her an kalbinde duymak, Allah’ın azametini sürekli hatırlamak, imandır.

  1. Lâ ilâhe illallah: Kelime Değil, Hakikat Taşıyıcısı

> لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ — “Allah’tan başka ilâh yoktur.”

Bu kelime, sadece bir zikir veya ezber cümle değildir. Bütün iman hakikatlerini içinde barındıran bir hakikatler bütünüdür.

“Lâ ilâhe” diyerek kalpteki tüm sahte ilahları reddetmek,

“İllallah” diyerek sadece Allah’a teslim olmak gerekir.

Bu kelime, kâinatta hiçbir güç, otorite, ilim, kudret, mülkiyet sahibi yoktur; her şey Allah’a aittir anlamına gelir. O hâlde, gerçek mü’minin kalbinde yalnızca Allah’a güven, yalnızca Allah’tan korku, yalnızca Allah’a yöneliş vardır.

  1. Günümüz İnsanının En Büyük Yanılgısı: Bilgiyi İman Sanmak

Modern çağda insanlar Allah hakkında çok şey biliyor olabilir; ama bu bilgi, imanî tasdike dönüşmediği sürece bir kıymeti yoktur. Bir doktorun hastalığı bilip tedaviyi uygulamaması gibi, bir insanın Allah’ı tanıması ama O’na teslim olmaması da imanı gerçekleştirmez.

Allah’ın varlığını kabul etmek, onu hayatın merkezine almamak inkâr etmemek olabilir.

Ama Allah’ı her fiilde görmek, her nimette şükretmek, her musibette tevekkül etmek iman etmektir.

İman, duruş ister, şuur ister, istikamet ister.

  1. Şirkten Arınan Kalbin Hakikati: Tevhid ve Teslimiyet

Gerçek iman, “Allah’ın mülkünde O’ndan başka hiçbir ortağı yoktur” anlayışını kalbe yerleştirir. Bu, sadece teorik bir inanç değil, hayatın her anına yön veren bir ilkedir.

Rızkı başkalarından değil Allah’tan bilmek,

Korunmayı kullardan değil Allah’tan istemek,

Güç ve otoriteyi beşerî sistemlere değil Allah’a isnat etmek,

tevhidin fiilî yansımalarıdır. Böyle bir iman, kişiyi dünyevî korkulardan, çıkar hesaplarından, dünyevî putlardan arındırır.

Sonuç: Kalbi İman, Hayatı Tevhid Üzere Kurmak

Allah’ı bilmek, bir bilgi değil, bir yakîn, bir şahitlik, bir tasdik, bir teslimiyettir. O’nun kudretini zerrelerde, yıldızlarda; nimetini ekmekte, havada; ilmini gözde, kalpte görmek imanın tezahürüdür.

> İman, inkâr etmemek değil; Allah’a tam bir teslimiyetle yönelmektir.
Bu da kişinin bütün hayatını “Lâ ilâhe illallah” hakikati etrafında inşa etmesiyle olur.

ÖZET:

Allah’ı tanımak, sadece varlığına inanmak değil; rububiyetini, kudretini, iradesini her şeyde görmekle olur.

“İnkâr etmemek” pasif bir kabul; “iman etmek” ise aktif bir tasdik ve teslimiyettir.

Lâ ilâhe illallah kelimesi, sadece bir söz değil; hayatı tevhid üzere kurmanın anahtarıdır.

Gerçek mü’min, yalnız Allah’a güvenir, yalnız O’na yönelir, yalnız O’nun hükmüne razı olur.

Günümüz insanı bilgiyle aldanmamalı, imanın gereğini yaşamakla hakiki teslimiyeti bulmalıdır.

 




Lanet Etmekten Öte: Zalimlere Karşı Tavırda İlmî Ölçü ve Ahlâkî Denge

Lanet Etmekten Öte: Zalimlere Karşı Tavırda İlmî Ölçü ve Ahlâkî Denge

“Haccac-ı Zalim, Yezid ve Velid gibi heriflere ilm-i kelâmın büyük allâmesi olan Sa’deddin-i Taftazanî “Yezid’e lanet caizdir.” demiş fakat “Lanet vâcibdir.” dememiş. “Hayırdır ve sevabı vardır.” dememiş. Çünkü hem Kur’an’ı hem peygamberi hem bütün sahabelerin kudsî sohbetlerini inkâr eden hadsizdir. Şimdi onlardan meydanda gezenler çoktur. Şer’an bir adam, hiç mel’unları hatıra getirmeyip lanet etmese hiçbir zararı yok. Çünkü zem ve lanet ise medih ve muhabbet gibi değil, onlar amel-i salihte dâhil olamaz. Eğer zararı varsa daha fena…  ”
Emirdağ Lâhikası 1

Giriş: Zalimler, Lanet ve Şer’î Denge

Tarih boyunca zulmü meslek edinmiş, İslam’a, Kur’an’a, sahabeye ve Peygamber Efendimize düşmanlık etmiş birçok figür ortaya çıkmıştır: Yezid, Haccâc-ı Zâlim, Velid gibi. Bu şahıslar, Müslümanların vicdanında derin yaralar açmış, İslam tarihinde kara lekeler olarak anılmışlardır.

Buna rağmen, büyük İslâm âlimleri bu gibi kimseler hakkında lanet hususunda çok dikkatli ve ilmî ölçülerle sınırlı bir dil kullanmışlardır. Çünkü lanet, öfkeyle değil, şeriatın ölçüsüyle yapılmalıdır.

  1. Lanet Bir Duygu Patlaması Değil, İlmî Bir Hükümdür

Said Nursî, burada çok önemli bir noktaya dikkat çeker:

> “İlm-i kelâmın büyük allâmesi olan Sa’deddin-i Taftazanî, ‘Yezid’e lanet câizdir.’ demiş; fakat ‘vacibdir’ dememiş.”

Bu ifade, lanetin caiz olduğunu (yani yapılabilirliğini) ortaya koyar, ancak farz veya vacip olmadığını, yani yapılmamasında bir günah veya eksiklik olmadığını gösterir.

Demek ki, lanet bir tercih meselesidir, bir ibadet gibi sürekli yapılması gereken bir görev değildir. Ve özellikle özel şahıslar üzerine değil, zulüm, şirk ve nifak sıfatları üzerine yöneltilmesi daha doğru bir usuldür.

  1. Zemm ve Lanet, Medih ve Muhabbet Gibi Değildir

> “Çünkü zemm ve lanet ise medih ve muhabbet gibi değil, onlar amel-i salihte dâhil olamaz.”

Yani bir zalimi zemmetmek ve ona lanet etmek, bir salih amel (namaz, oruç, zikir gibi) sayılmaz. Bu tür sözler, amellerin sevap hanesinde zorunlu bir yere sahip değildir. Hatta bu tarz ifadeler nefsin gazabıyla, öfkeyle yapıldığında kalbi karartabilir.

Bu nedenle, zemm ve lanet gibi ifadelerde imanî vakar, ilmî üslup, şer’î ölçü, ve söze hâkim olan sabır ve takva ön planda olmalıdır.

  1. Şer’an Lanet Etmemek Zararsızdır; Aksine Daha Selametlidir

> “Şer’an bir adam, hiç melunları hatıra getirmeyip lanet etmese, hiçbir zararı yok.”

Burada çok önemli bir nokta daha vardır: Bir Müslüman, zalimleri lanetle anmak zorunda değildir. Onları anmamak, lanet etmemek, bir eksiklik sayılmaz. Hatta bu, insanı nefret diline sapmaktan, sürekli karanlıklar üzerinde odaklanmaktan korur.

Kur’an, Firavun’u, Nemrud’u anarken bile sadece zulüm fiilini hedef alır. Bu da bize gösteriyor ki, mesele şahısları lanetlemek değil, zulmü reddetmek ve mazluma taraf olmaktır.

  1. Günümüzde Benzer Zihniyetler: Sözde Değil, Özde Karşı Durmak Gerekir

> “Şimdi onlardan meydanda gezenler çoktur.”

Bu ifade günümüzdeki bazı kişi veya odakların, tarihî zalimlerin zihniyetini taşıdığını gösteriyor. Zulmü sistemleştiren, dini tahrif eden, Kur’an’ı hafife alan, sahabelere dil uzatanlar… Bunlara karşı yapılması gereken, sadece lanet etmek değil, fikrî mücadele vermek ve hakikati yaymak olmalıdır.

Zulme karşı duruş, sadece sözle değil; ilmiyle, ahlakıyla, adaletiyle, sabrıyla olur. Yoksa öfke ve lanet, hakikatin önüne perde olabilir.

  1. Nefretle Değil, Hakkaniyetle Tavır Almak

> “Eğer zararı varsa daha fena…”

Said Nursî, bu noktada lanetin bazen zararlı bile olabileceğini ifade eder. Neden? Çünkü:

İnsan, nefsani bir hiddetle lanet edebilir.

Nefret dili, karşı görüşlerde inatçılığı artırabilir.

Sürekli lanet etmek, kalbi kin ve intikam duygusuna boğabilir.

Bu yüzden Kur’an, hidayeti önemser; düşmanı bile duaya layık görebilecek bir üslup önerir. Peygamberimiz (s.a.v.) bile müşrikler için lanet değil, çoğunlukla hidayet duası etmiştir.

Sonuç: Denge, Basiret ve Hakkaniyet

Zalimlere lanet etmek, dinî bir ödev değil, ahlâkî bir tercihtir. Bu tercih yapılacaksa, öfkeyle değil; adaletle, şer’î ölçüyle yapılmalıdır. En güzeli ise, zulmün sistemini yıkmak, zihniyetini ifşa etmek ve buna karşı hakikatleri ortaya koymaktır.

Tarihî zalimlerle meşgul olmak yerine, bugünkü zalim yapıları, anlayışları, inkârcı fikirleri ifşa etmek daha büyük bir ibadettir. Çünkü lanet, nefret üretir; hakikat ise hidayet doğurur.

ÖZET:

Lanet etmek, farz veya vacip değil; caizdir. Yapılması sevap olduğu kesin değildir.

Zemm ve lanet, salih amel gibi zorunlu bir ibadet değildir.

Zalime karşı durmak gerekir; ancak bu duruş öfkeyle değil, adaletle ve ilimle yapılmalıdır.

Günümüzde eski zalimlerin fikirlerini taşıyan çok kişi olabilir; esas mücadele, zihniyetle olmalıdır.

Nefret dili yerine hakkaniyetli duruş, İslam’ın daha makbul yöntemidir.

 




Tekfirin ve Zemmin İnceliği: Hakkı Müdafaa Ederken Haddi Aşmamak

Tekfirin ve Zemmin İnceliği: Hakkı Müdafaa Ederken Haddi Aşmamak

“Madem zemmetmemek ve tekfir etmemekte bir emr-i şer’î yok fakat zemde ve tekfirde hükm-ü şer’î var. Zem ve tekfir, eğer haksız olsa büyük zararı var; eğer haklı ise hiç hayır ve sevap yok. Çünkü tekfire ve zemme müstahak hadsizdir. Fakat zemmetmemek, tekfir etmemekte hiçbir hükm-ü şer’î yok, hiç zararı da yok. İşte bu hakikat içindir ki ehl-i hakikat, başta Eimme-i Erbaa ve Ehl-i Beyt’in Eimme-i İsna Aşer olarak Ehl-i Sünnet, mezkûr hakikate müstenid olan kanun-u kudsiyeyi kendilerine rehber edip İslâmlar içinde o eski zaman fitnelerinden medar-ı bahis ve münakaşa etmeyi caiz görmemişler; menfaatsiz, zararı var demişler.”
Emirdağ Lâhikası 1

Giriş: Hüküm Vermek Güçtür, Geri Alınmaz

Tarihte en büyük fitnelerin birçoğu, insanların birbirini tekfir etmesiyle, yani “sen dinden çıktın” gibi ağır hükümler vermesiyle başlamıştır. Oysa bu, sadece kişinin inancını değil, ahiretini de hedef alan bir ithamdır. Kur’an ve Sünnet ise insana, hakkaniyeti esas alma, hüküm verirken temkini ve takvayı gözetme gibi yüksek ölçüler öğretmiştir.

Said Nursî, bu konuda çok dikkatli bir çizgi çizer:

> “Zem ve tekfir, eğer haksız olsa büyük zararı var; eğer haklı ise hiç hayır ve sevap yok.”

Bu ifade, haksız yere tekfirin felakete; haklı olsa bile faydasızlığa götürdüğünü bildirir. Dolayısıyla mesele, hakikati savunmaktan öte, ne şekilde savunduğumuzla ilgilidir.

  1. Tekfirin Hükmü Varsa da, Terk Etmenin Zararı Yoktur

İslam’da bazı durumlar vardır ki, yapılmasında hüküm (şer‘î bir ölçü) vardır; fakat yapılmaması ise zararsızdır. İşte tekfir de böyledir.

Yaparsanız, büyük bir sorumluluk alırsınız.

Yapmazsanız, dinen bir eksiklik sayılmaz.

> “Tekfirde hükm-ü şer‘î var, fakat terkinde hiçbir zarar yok.”

Bu ölçü, günümüz tartışmalarında sıkça ihmal edilen bir hakikattir. Her fikir ayrılığında karşı tarafı dinden çıkmakla itham etmek, İslam ahlakının değil, siyasi taassubun ürünüdür.

  1. Haksız Tekfirin Vebali Ağırdır

> “Eğer haksızsa büyük zararı var.”

Bir mümini tekfir etmek, onun bütün ibadetlerini, amellerini ve müminlik hukukunu hiçe saymak demektir. Haksız yere tekfir edilen bir Müslümanın hakkı, mahşer günü elbet sorulur.

Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurur:

> “Bir kimse, kardeşine ‘Ey kâfir!’ derse, o sözden biri kâfir olur.”
(Buharî, Edeb 44)

Bu uyarı, bize şüphe varsa tekfirden sakın düsturunu öğretiyor.

  1. Hakkaniyetli Sessizlik, Zalimce Tekfirden Üstündür

> “Zemmetmemek ve tekfir etmemekte hiç hüküm yok, hiçbir zararı da yok.”

Bazen susmak, konuşmaktan daha faziletli olabilir. Hakkında yeterli bilgi olmayan, niyeti bilinmeyen ya da zahirde Müslüman olan bir kişiyi tekfir etmek yerine susmak ve işi Allah’a bırakmak, hem daha selametli hem de daha hikmetlidir.

Bu suskunluk, acizlikten değil, hikmet ve vakar sahibi olmanın alametidir.

  1. Ehl-i Sünnet’in Altın Duruşu: Fitneleri Kazımak, Canlandırmamak

> “Ehl-i Sünnet, o eski fitneleri medar-ı bahis ve münakaşa etmeyi caiz görmemiş, menfaatsiz ve zararlı demiştir.”

İslam tarihinde meydana gelen bazı fitneler (Hz. Ali ile Muaviye arasındaki savaşlar gibi) üzerine konuşmak, asırlar sonra hâlâ ümmeti ikiye bölen tartışmalar doğurmuştur. Ehl-i Sünnet ise bu konuda hikmetli bir suskunluk ve objektiflik sergileyerek:

Ne sahabeyi itham etmiş,

Ne taraf tutmuş,

Ne de ümmeti birbirine düşürecek yorumlara girmiştir.

Bu tavır, Kur’an’daki şu prensiple örtüşür:

> “Onlar ki sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar.”
(Zümer, 18)

Yani herkes konuşabilir, ama hikmetle konuşmak, hakikatle susmak daha evladır.

  1. Bugüne Düşen Ders: İman Kurtarma Zamanında Tekfir Savurmak Zûldür

Said Nursî, asrımızı iman kurtarma zamanı olarak tarif eder. Böyle bir zamanda yapılacak en büyük hizmet, insanları dinden uzaklaştırmak değil, imanî bağları kuvvetlendirmektir.

Tekfir ve zemm gibi ifadeler, kişileri dinden daha da uzaklaştırabilir. Bu da şeytanın tam aradığı fırsattır. Oysa asıl mücadele, insanları cehenneme atmaktan değil, kurtarmaktan yana olmalıdır.

Sonuç: Hüküm Vermek İlmi Aşarsa, Zulüm Doğar

Tekfir ve zemm gibi meselelerde ölçüsüzlük, İslam’ın merhamet ve hikmet yörüngesinden sapmadır. Bediüzzaman’ın bu meseledeki yaklaşımı, bize şu hakikati öğretir:

> “Her hakikat her yerde söylenmez. Her doğruyu herkes kaldıramaz. Hakkı haykırmak da, susmak da hikmetle olmalı.”

ÖZET:

Tekfir ve zemm, şer‘î ölçü isteyen hassas konulardır; haksız yapıldığında vebali büyüktür.

Hakkında şüphe olan kimseleri tekfir etmemek, zararsızdır; aksine selametlidir.

Ehl-i Sünnet, fitneli konuları tartışmak yerine sükût ve vakar çizgisini tercih etmiştir.

Susmak her zaman acizlik değil; çoğu zaman hikmettir.

Asrımızda yapılması gereken, ayrıştırmak değil; insanları imanla buluşturmaktır.

 




Hüsn-ü Zan ve Âdem-i İtimad Arasında: Şahsî Ahlâk ile Sosyal Tedbirin Dengesi

Hüsn-ü Zan ve Âdem-i İtimad Arasında: Şahsî Ahlâk ile Sosyal Tedbirin Dengesi

Giriş

Mü’minin şiarı, kardeşi hakkında hüsn-ü zan etmektir. Ancak, hüsn-ü zanla safdillik, ihtiyatla suizan arasında çok hassas bir denge vardır. Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle bu denge: “Hüsn-ü zan, fakat adem-i itimad” şeklinde formüle edilmiştir. Yani; Müslüman, muhatabı hakkında iyi niyetli düşünür ama tedbiri elden bırakmaz.

Bu denge, özellikle din düşmanlığıyla temayüz etmiş veya bozgunculuğu meslek edinmiş kişiler karşısında daha da hayati bir hâl alır. Zira İslam, bir taraftan kalplerdeki niyete göre hüküm verirken; diğer taraftan zahirî davranışa göre hukuk ve tedbir getirir.

  1. Hüsn-ü Zan: Kalbî Ahlâkın Şartı

Kur’an’da buyrulur:

> “Ey iman edenler! Zannın birçoğundan sakının. Zira zannın bir kısmı günahtır.”
(Hucurât, 12)

Bu ayet, mü’minin iç dünyasını terbiye etmeyi hedefler. İnsanlar hakkında kötü düşünmek, kalbi karartan ve sosyal yapıyı bozan bir afettir. Özellikle dindar kardeşler hakkında yapılan suizan, kardeşliğin ruhunu yaralar.

Fakat burada dikkat edilmesi gereken bir husus vardır: Kur’an’daki bu uyarı, zahirî ahlâkı düzgün, Müslüman şahıslar içindir. Dini, milleti, toplumu bozanlara karşı ise ayrı bir ihtiyat ölçüsü geçerlidir.

  1. Âdem-i İtimad: Tedbirli Olmanın Gereği

Bediüzzaman’ın verdiği ölçü çok hikmetlidir:

> “Biz hüsn-ü zan ederiz, fakat sû-i zan etmemek adem-i itimadı netice vermez. Yani, hüsn-ü zan etmek ayrıdır; itimat etmek ayrıdır.”

Bir kişi hakkında kalben kötü düşünmekten kaçınabiliriz ama bu, ona güvenmek mecburiyetini doğurmaz. Özellikle geçmişi veya mevcut hâliyle İslam düşmanlarına destek verdiği açık olan biri, “ben değiştim” dese bile, hayatıyla bu değişimi isbat edene kadar tedbirli yaklaşmak dinin gereğidir.

  1. Düşman Zihniyetle Beraber Olanlara Karşı Tavır

Kur’an, nifak ve bozgunculuğu sistematik hâle getiren kişilere karşı ihtiyatı emreder:

> “Sana ne zaman selâm verirlerse, Allah kalplerinde olanı bilir. Sen de onlardan uzak dur…”
(Nisâ, 63)

Bir başka ayette ise şöyle buyrulur:

> “Ey iman edenler! Mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin. Allah’a, aleyhinizde açık bir delil vermek mi istiyorsunuz?”
(Nisâ, 144)

Bu ayetlerde dikkat çeken husus şudur: Bir kişi Müslüman görünse bile, kâfirlerle dostluk kurmuş, onlarla saf tutmuşsa, onun hakkında zahirine göre tedbir alınır. Yani Allah kalbini biliyor olsa da, biz zâhire göre hükmederiz.

Bu da demektir ki, geçmişi menfi yapılarla içli dışlı olan birine karşı;

Kalbî hüküm vermemek (hüsn-ü zan),

Ama fiilî güven ilişkisi kurmamak (âdem-i itimad),

en doğru tutumdur.

  1. Günümüz Uygulamaları: Saflık mı, Firâset mi?

Günümüzde bazı kimseler geçmişte İslam’a, dine, Kur’an’a, hatta millete karşı açık cephe almış; sonra bir anda “değiştiklerini” iddia ederek toplumsal mevki edinmişlerdir.

Burada şu soruyu sormak gerekir:

> “Hüsn-ü zan etmek demek, onların her dediğini tasdik etmek midir? Yoksa İslâmî ölçüler içinde dikkatli olmak mı gerekir?”

Eğer bir kimse:

Hayatının büyük kısmını inkâr, ifsat, tahrif ve bozgunculukla geçirmişse;

Din düşmanlarıyla aynı cephede yer almışsa;

Sonradan söylediği sözlerle değil, fiilleriyle o düşünceden uzaklaştığını isbatlamamışsa;

ona karşı yapılacak en doğru davranış: Hüsn-ü zanlı ama ihtiyatlı bir mesafedir.

  1. Ashab’tan ve Tarihten Misaller

Hz. Ömer (ra), hicretten sonra Müslüman olduğunu iddia eden bazı şahısların casus olma ihtimaline karşı, tedbirli davranmıştır.

Hz. Peygamber (sav), münafıkların kalbini yalnız Allah’ın bileceğini söylemiş, ama onların meşru dairedeki sözlerine itibar etmemiştir.

İmam Şafii, “Her söze inanmak akılsızlıktır, her kişiyi yalanlamak da budalalıktır” diyerek bu dengeyi tarif eder.

Sonuç: Kalpte Temizlik, Aklın Tedbiriyle Buluşmalı

İslâmî hayat, sadece iyi niyetle değil; basîret ve firâsetle yürütülür. Kalp hüsn-ü zan eder, akıl âdem-i itimadla tedbir alır. Bu ikisini ayırmak; ya ahmaklığa ya da suizana yol açar. Bu sebeple, ne safiyane bir saflık, ne de paranoyak bir korku… En doğru yol: “Hüsn-ü zan, fakat âdem-i itimad.”

Bu ölçü, hem ferdî ilişkilerde, hem cemaat içinde, hem de toplumun önderlerini seçerken rehber olmalıdır.

ÖZET:

Hüsn-ü zan, kalbî bir erdemdir; fakat herkese güvenmek zorunluluğu doğurmaz.

Geçmişi İslam düşmanlığıyla geçmiş kişilere karşı ihtiyatlı olmak dinin emridir.

Kur’an ve Sünnet, zâhirî fiillere göre hüküm vermeyi esas alır.

Tedbirli olmak, suizan değil; aklın ve şeriatın gereğidir.

Müslüman hem affedici olur, hem de basiretli. Hem temiz niyetlidir, hem de tedbirli.

Net ölçü: “Kalben hüsn-ü zan, fiilen âdem-i itimad.”

 




Mühim ve mahrem bir mesele ve bir sırr-ı velâyet

Mühim ve mahrem bir mesele ve bir sırr-ı velâyet
Âlem-i İslâmda Ehl-i Sünnet ve Cemaat denilen ehl-i hak ve istikamet fırka-i azîmesi, hakaik-i Kur’âniyeyi ve imaniyeyi, istikamet dairesinde, hüve hüvesine Sünnet-i Seniyyeye ittibâ ederek muhafaza etmişler. Ehl-i velâyetin ekseriyet-i mutlakası o daireden neş’et etmişler. Diğer bir kısım ehl-i velâyet, Ehl-i Sünnet ve Cemaatin bazı desâtirleri haricinde ve usullerine muhalif bir caddede görünmüş. İşte şu kısım ehl-i velâyete bakanlar iki şıkka ayrıldılar:
Bir kısmı ise, Ehl-i Sünnetin usulüne muhalif oldukları için, velâyetlerini inkâr ettiler. Hattâ onlardan bir kısmının tekfirine kadar gittiler.
Diğer kısım ki, onlara ittibâ edenlerdir. Onların velâyetlerini kabul ettikleri için derler ki, “Hak yalnız Ehl-i Sünnet ve Cemaatin mesleğine münhasır değil”; ehl-i bid’adan bir fırka teşkil ettiler, hattâ dalâlete kadar gittiler. Bilmediler ki, her hâdi zat mühdî olamaz. Şeyhleri hatasından mazurdur, çünkü meczuptur. Kendileri ise mazur olamaz.
Mutavassıt bir kısım ise, o velîlerin velâyetlerini inkâr etmediler, fakat yollarını ve mesleklerini kabul etmediler. Diyorlar ki: “Hilâf-ı usul olan sözleri, ya hale mağlûp olup hata ettiler; veyahut mânâsı bilinmez müteşabihat misilli şatahattır.”
Maatteessüf, birinci kısım, hususan ulema-i ehl-i zâhir, meslek-i Ehl-i Sünneti muhafaza niyetiyle, çok mühim evliyayı inkâr, hattâ tadlîl etmeye mecbur olmuşlar. İkinci kısım olan taraftarları ise, o çeşit şeyhlere ziyade hüsn-ü zan ettikleri için, hak mesleğini bırakıp bid’ata, hattâ dalâlete girdikleri olmuş.
İşte, şu sırra dair, pek çok zaman zihnimi işgal eden bir hâlet vardı:
Bir zaman, ben bir kısım ehl-i dalâlete mühim bir vakitte kahr ile dua ettim. Bedduama karşı, müthiş bir kuvvet-i mâneviye çıktı. Hem duamı geri çeviriyordu, hem beni men etti.
Sonra gördüm ki, o kısım ehl-i dalâlet, hilâf-ı hak icraatında bir kuvve-i mâneviyenin teshilâtıyla arkasına aldığı halkı sürükleyip gidiyor, muvaffak oluyor. Yalnız cebirle değil, belki velâyet kuvvetinden gelen bir arzuyla imtizaç ettiği için, ehl-i imanın bir kısmı o arzuya kapılıp hoş görüyorlar, çok fena telâkki etmiyorlar.
İşte bu iki sırrı hissettiğim vakit dehşet aldım. “Fesübhânallah,” dedim. “Tarik-i haktan başka velâyet bulunabilir mi? Hususan müthiş bir cereyan-ı dalâlete ehl-i hakikat taraftar çıkar mı?” dedim. Sonra, bir mübarek Arefe gününde, müstahsen bir âdet-i İslâmiyeye binaen Sûre-i İhlâsı yüzer defa tekrar ederek okuyup, onun bereketiyle, “Mühim bir suale cevap” namında yazılan mesele ile beraber şöyle bir hakikat dahi rahmet-i İlâhiye ile kalb-i âcizâneme gelmiş. Hakikat şudur ki:
Sultan Mehmed Fatih’in zamanında hikâye edilen meşhur ve mânidar Cibali Baba kıssası nevinden olarak, bir kısım ehl-i velâyet, zâhiren muhakemeli ve âkıl görünürken, meczupturlar. Ve bir kısmı dahi, Bazen sahvede ve daire-i akılda görünür, Bazen aklın ve muhakemenin haricinde bir hale girer. Şu kısımdan bir sınıfı, ehl-i iltibastır, tefrik etmiyor. Sekir halinde gördüğü bir meseleyi hâlet-i sahvede tatbik eder, hata eder ve hata ettiğini bilmez. Meczupların bir kısmı ise, indallah mahfuzdur, dalâlete sülûk etmez. Diğer bir kısmı ise mahfuz değiller; bid’at ve dalâlet fırkalarında bulunabilirler. Hattâ kâfirler içinde bulunabileceği ihtimal verilmiş.
İşte, muvakkat veya daimî meczup olduklarından, mânen “mübarek mecnun” hükmünde oluyorlar. Ve mübarek ve serbest mecnun hükmünde oldukları için, mükellef değiller. Ve mükellef olmadıkları için muahaze olunmuyorlar. Kendi velâyet-i meczubâneleri bâki kalmakla beraber, ehl-i dalâlete ve ehl-i bid’aya taraftar çıkarlar, mesleklerine bir derece revaç verip, bir kısım ehl-i imanı ve ehl-i hakkı, o mesleğe girmeye meş’ûmâne bir sebebiyet verirler.”
Bediüzzaman. Mektubat. 327.

******

Velâyet, Meczuplar ve Tarihî Yanılma: Cibali Baba’dan Günümüze Bir İmtihan Haritası

Giriş

Tarih boyunca İslâm toplumlarında halkın teveccühünü kazanan bazı şahsiyetlerin, zâhirde tasavvufî bir hâl üzere görünmelerine rağmen, çizdikleri yolun Ehl-i Sünnet ana caddeyle ne kadar mutabık olduğu daima sorgulanmıştır. Bu sorgulama sadece bir “itikadî” ölçü değil; zamanla siyasî ve sosyal sonuçlara da gebe olmuştur.

Bediüzzaman Said Nursî’nin Risale-i Nur’da “ehl-i velâyetin iki kısmı” ve “meczub evliyalar” üzerine yaptığı tahliller, sadece geçmişe dair tarihî bir değerlendirme değil; aynı zamanda günümüze dair uyarı ve hikmetler taşıyan ölçüler manzumesidir. Özellikle Cibali Baba kıssası, bu noktada hem temsilî hem ibretlik bir vaka olarak karşımıza çıkar.

  1. Ehl-i Velâyetin İki Yolu: Sünnet Üzere Velâyet ve Şatahâtla Karışan Hal Velâyeti

İslâm ümmeti içinde Ehl-i Sünnet ve Cemaat çizgisi, velâyetin sahih ve istikametli zeminini temsil eder.

Bu çizgideki velîler; Kur’an ve Sünnet dairesinde, akıl ve şeriat zemininde yürürler.

Buna mukabil bir kısım “ehl-i hal” veya “meczup” zatlar ise, zaman zaman Ehl-i Sünnet usulünden uzak düşerler; sekir ve vecd halleriyle sınırları zorlarlar.

Bu halleri bazen bid’at ehline, bazen de siyasî istismara açık yapılar tarafından kullanılabilir hale gelir.

  1. Cibali Baba Kıssası: Meczubiyetin Tehlikeli Algısı

Rivayete göre, Fatih Sultan Mehmed döneminde yaşayan Cibali Baba isimli bir zat, keramet sahibi olarak tanınır.

Ancak bir gün, surlara saldıran düşmana karşı dua etmesi istenince, “Onlar da Allah’ın kulu” diyerek dua etmez. Bu tavır, zâhiren hüsn-ü niyet gibi görülse de siyasî ve dinî anlamda ciddi bir zaafa işaret eder.

Bediüzzaman, bu tür meczupların “mahfuz” (korunan) olanları bulunduğu gibi, bazıları da “mahfuz olmayıp” ehl-i bid’at ve ehl-i dalâletin zeminine kayabileceklerini söyler.

Günümüzde bazı toplum önderlerinin ya da dinî karizması olan figürlerin, benzer şekilde açık hakikatlere karşı “tarafsızlık” veya “sükût” sergilemeleri, geçmişteki Cibali Baba tavrının güncel izdüşümüdür.

  1. Velâyet ve Meczubiyetin Siyasi İstismarı

Her hâdi (doğru yolu bulan) mühdî (doğru yolu gösteren) olamaz.

Bazı meczuplar halk nezdinde “evliya” zannedilerek hatasız addedilir. Ancak bu, onların takipçileri için bir sapma vesilesi olabilir.

Günümüzde bazı kişi veya cemaatlerin, halkta karşılığı olan meczupları veya bâtınî yapıdaki şahsiyetleri, kendi ideolojilerine zemin yapmakta kullanmaları bu meselenin çağdaş tezahürüdür.

Bu şahısların “sözde velâyet” kisvesiyle halkı ehl-i bid’aya veya siyasî dalâlete çekmeleri, geçmişteki hataların tekrarından başka bir şey değildir.

  1. Mutevassıt Duruşun Hikmeti: Ne Tekfir, Ne Teslimiyet

Risale-i Nur, iki aşırılığa da karşıdır:

Birincisi: Ehl-i Sünnet dışındaki yollarla yürüyenleri tamamen reddedip tekfir eden, her farklı sesi “sapma” sayan zâhir ulema tavrı.

İkincisi: Her meczupta velâyet görüp onun yoluna uymayı vacip sayan, şeriat ölçüsünü bırakıp hâl makamına teslim olan anlayış.

Bu iki yanlışın ortasında, Bediüzzaman’ın çizdiği mutevassıt yol, hem o kişilerin velâyetini inkâr etmeyip hem de yollarını taklit etmemekle hikmetli bir denge kurar.

  1. Bugüne Yansıyan Hatalar: Velâyet Anlayışı ile Menfaat Dini İnşası

Günümüzde de “keramet”, “rüya”, “hal”, “manevî işaret” gibi mefhumlar üzerinden dinî ölçülerin dışına çıkma eğilimi artmaktadır.

Bazı yapılar bu meczubiyet hâlini bir tür “masumiyet zırhı” gibi kullanarak her türlü itikadî, siyasî veya ahlakî yanlışlarını perdelemeye çalışmaktadır.

Cibali Baba örneğinde olduğu gibi, “halkın teveccühü” üzerinden yanlış meşruiyet inşası, ümmetin ruhunu zehirleyebilir.

Sonuç ve Netice

Velâyet, sadece bir “keramet” ya da “vecd hali” değil, aynı zamanda şeriat dairesinde yürüyen bir irade terbiyesi ve nefs mücadelesidir. Meczup evliyalar, Allah katında makbul olabilirler ama onların her hali örnek alınamaz. Hele ki bu hâllerle ümmetin istikameti bozuluyorsa, orada hikmet değil hezimet vardır.

Cibali Baba kıssası, geçmişin sıradan bir menkıbesi değil; bugüne düşen bir ilahî ihtardır. Şahsiyetler büyüyebilir; ama yolları yanlışsa, o büyüklük bir tuzağa dönüşebilir. Bugün de halkın duygularını istismar eden, aklî ve şer’î dengeyi bozan her bâtınî akım, bu ikazdan nasibini almalıdır.

ÖZET:

Ehl-i velâyetin bir kısmı Ehl-i Sünnet çizgisinde iken, diğer kısmı meczupluk ve sekir hâliyle zaman zaman sapmaya düşebilir.

Cibali Baba kıssası, meczupluğun yanlış anlaşılmasından kaynaklanan tarihî bir ibret vesilesidir.

Risale-i Nur, bu konuda iki uç yaklaşımı reddedip mutedil bir çizgi çizer: Ne tekfir, ne de körü körüne teslimiyet.

Günümüzde halkı yönlendiren bazı meczup görünümlü şahıslar, yanlış istikametlere sebebiyet verebilmektedir.

Gerçek velâyet; Kur’an ve Sünnet çizgisinde, akıl, şeriat ve istikametle yürütülen bir marifet yoludur.

 




Vazife Bizden, Netice Allah’tandır: İbadetin Ruhunu Anlamak

Vazife Bizden, Netice Allah’tandır: İbadetin Ruhunu Anlamak

“İbadet ve duanın sebebi ve neticesi, emir ve rıza-i İlahîdir; faydası, uhrevîdir. Eğer namazdan, ibadetten dünyevî maksatlar niyet edilse yalnız onlar için yapılsa o namaz battal olur. Mesela, akşam namazı güneşin batmaması için ve husuf namazı ayın açılması için kılınmaz. Öyle de bu nevi ibadet, yağmuru getirmek için kılınsa yanlış olur. Yağmuru vermek, Cenab-ı Hakk’ın vazifesidir. Biz vazifemizi yaptık, onun vazifesine karışmayız. ”
Emirdağ Lâhikası 1

İbadet, kulun Rabbiyle kurduğu en derin bağdır. Bu bağın hakikati ise, emre uymak ve rızayı kazanmak esasına dayanır. Ancak bazı insanlar ibadeti, bir tür “dünyevî maksatları elde etme aracı” gibi algılayarak amacını saptırabilir. Bediüzzaman Said Nursî bu noktada açık ve net bir ikazda bulunur:

> “İbadet ve duanın sebebi ve neticesi, emir ve rıza-i İlahîdir; faydası, uhrevîdir.”

Bu ifade, ibadetin özünü özetleyen, çok katmanlı bir hakikati taşır. Çünkü ibadet, Allah’ın rızasını kazanmak için yapılır; dünyevî bir sonuç üretmek için değil. Namaz, oruç, dua gibi kulluk görevleri, pazarlık değil teslimiyet içindir.

Eğer bir kul, “Yağmur yağarsa ibadet ederim, yağmazsa gerek yok” düşüncesine saplanırsa, ibadeti bir ticarete, bir şarta bağlamış olur. Hâlbuki ibadet, Allah’ın “kul ol” emrine verilen sadık bir cevaptır. Tıpkı askerlikte nöbet tutan bir erin, “Düşman gelmedi, o zaman boşuna bekledim” demeye hakkı olmaması gibi; bir müminin de “duam kabul olmadı, o halde gerek yokmuş” demeye hakkı yoktur. Çünkü onun görevi, nöbetini tutmak, yani ibadetini ifa etmektir. Netice, Allah’ın takdiridir.

İbadetin Şartlanmaması: Gönüllü Teslimiyet

Namazı güneşin batmaması için kılmak, ya da yağmur duasını sadece yağmur gelsin diye yapmak gibi bir anlayış, ibadeti gayesinden uzaklaştırır. Çünkü bu durumda ibadet, sanki Allah’ı bir sonuca zorlamak gibi yanlış bir anlam kazanır. Oysa iman, neticeyi Allah’a bırakma sanatıdır.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle:

> “Biz vazifemizi yaptık, onun vazifesine karışmayız.”

Bu, hem ibadet hayatı için hem de genel hayattaki tevekkül anlayışı için ilahi düzene saygıyı ifade eder. Çünkü kul, ne dünyayı ne tabiatı ne de kaderi yönetmekle yükümlüdür. Onun yükümlülüğü; niyetini temiz tutmak, emre itaat etmek ve sabırla sebat etmektir.

Sonuç Beklemeksizin Sevgiliye Yönelmek

Hakiki kulluk, sonucu beklemeksizin yapılan kulluktur. Çünkü bir sevgiliye mektup yazan aşık, “Mutlaka cevap bekliyorum” demez. Yeter ki o mektup ulaşsın. İbadet de böyledir. Kul, Rabbi’ne bir yöneliş sergiler. Onun cevabı, zamanı ve şekli Allah’a aittir. Hatta bazen cevapsız gibi görünen bir dua, uhrevî bir mükâfat olarak, kulun hiç ummadığı bir zamanda karşısına çıkabilir.

Özet:

Bu makalede, ibadetin Allah rızası için yapılması gerektiği, dünyevî neticelere şartlanarak ibadet etmenin kulluk anlayışına zarar verdiği anlatılmıştır. Bediüzzaman Said Nursî’nin “biz vazifemizi yaparız, Allah’ın vazifesine karışmayız” sözü merkez alınarak, ibadetin ruhu, tevazu ve tevekkül çerçevesinde ele alınmıştır. Ana mesaj şudur:
İbadet bir emirle yapılır; bir şartla değil. Neticeyi takdir eden Allah’tır. Kula düşen, samimi niyet ve sebatla vazifeyi yerine getirmektir.

 




İlimle Gelen Dalalet: Bilgi Çağının En Büyük Sınavı

İlimle Gelen Dalalet: Bilgi Çağının En Büyük Sınavı

“Efendiler! Dalalet ve fenalıklar cehaletten gelse def’etmesi kolaydır. Fakat fenden, ilimden gelen dalaletin izalesi çok müşküldür. Bu zamanda dalalet fenden, ilimden geldiği için ancak onları izale etmeye ve nesl-i âtiden o belaya düşen kısmını kurtarmaya, karşılarında dayanmaya Risale-i Nur gibi her cihetle mükemmel bir eser lâzımdır. ”
Emirdağ Lâhikası 1

Tarihin bazı dönemleri vardır ki, cehalet adeta karanlık bir bulut gibi toplumları sarar ve kötülüklerin kaynağı olarak öne çıkar. Fakat bu cehalet basit bir bilgisizliktir; giderilmesi kolaydır. Bir ışık yakılır, bir hakikat gösterilir, insanlar gözlerini açar. Ancak bir de ilmin karanlığı vardır ki, cehaletten daha tehlikelidir. Çünkü burada zihin uyanıktır ama kalp uykudadır; akıl çalışır ama vicdan susturulmuştur. İşte bu, dalaletin en tehlikeli şeklidir.

Bediüzzaman Said Nursî, tam da bu noktaya parmak basar:

> “Dalalet ve fenalıklar cehaletten gelse def’etmesi kolaydır. Fakat fenden, ilimden gelen dalaletin izalesi çok müşküldür.”

Bugünün insanı, geçmişteki insanlar gibi bilgiye aç değil, bilginin içinde boğulmuştur. Her şeyin “nasıl”ı bilinir; ama “niçin”i unutulmuştur. Fiziksel olayların açıklamaları yapılır, ama bu olayların ardındaki hikmet, gaye ve yaratılış sırrı göz ardı edilir. Bu durum, fen ilimlerinin –matematik, fizik, biyoloji, psikoloji gibi disiplinlerin– Allah’tan soyutlanarak anlatılmasıyla daha da derinleşmiştir.

İşte bu sebeple, cehaletle değil, ilimle kirlenmiş bir aklı temizlemek, bilgiyle zehirlenmiş bir kalbi arındırmak çok daha zordur. Çünkü bu zihin, hata yaparken kendini doğru sanmaktadır. Kendini “aydın” zannederken karanlıktadır. İşte tam bu noktada, yalnızca kuru bir inanç değil, ilimle donatılmış bir hakikat tebliği gerekir. Yani Risale-i Nur gibi, hem aklı ikna eden hem kalbi inşa eden bir eser lazımdır.

Neden Risale-i Nur?

Risale-i Nur, sadece bir iman kitabı değildir. Aynı zamanda:

İlmîdir: Fen bilimlerinin ileri sürdüğü meseleleri Kur’ân ışığında değerlendirir.

Müsbettir: İnkârcılığı yıkarken asla saldırmaz; ilimle, mantıkla ve güzel ahlakla izah eder.

Kalıcıdır: Geçici heveslerle değil, ebedî kurtuluş için çalışır.

Koruyucudur: Özellikle nesl-i âtiyi –gelecek nesilleri– modern şüphe ve dalalet akımlarından kurtarmak için bir kalkandır.

Bugün gençler, “daha fazla bilgiye” değil, daha doğru bakış açısına muhtaçtır. Onlara veri değil, mana; formül değil, hikmet gereklidir. Ve bu, ancak ilmi hakikatle birleştiren eserlerle mümkündür.

Özet:

Bu makale, Bediüzzaman’ın “dalaletin cehaletten değil ilimden gelmesinin tehlikesi” üzerine kurduğu fikri ele almaktadır. Cehaletten gelen yanlışlıkların kolay düzeltilebildiği, fakat ilimden gelen dalaletin daha tehlikeli ve kalıcı olduğu vurgulanmıştır. Bu sebeple, sadece imanî değil, aynı zamanda ilmî donanıma sahip olan Risale-i Nur gibi eserlerin bu çağın en büyük ilacı olduğu belirtilmiştir. Ana mesaj şudur:
Bugünün problemi bilgisizlik değil, bilgiyi yanlış yerde aramaktır. Çözüm ise, ilmi hikmetle birleştiren manevî reçetelerdedir.

 




Kabirde Unutulan Kavgalar: Vaktin Değeri ve Vazifenin Azameti

Kabirde Unutulan Kavgalar: Vaktin Değeri ve Vazifenin Azameti

“Ben ve Risale-i Nur, sizinle değil mübareze, belki sizi düşünmek dahi vazifemizin haricindedir. Çünkü Risale-i Nur ve hakiki şakirdleri, elli sene sonra gelen nesl-i âtiye gayet büyük bir hizmet ve onları büyük bir vartadan ve millet ve vatanı büyük bir tehlikeden kurtarmaya çalışıyorlar. Şimdi bizimle uğraşanlar, o zaman kabirde elbette toprak oluyorlar. Farz-ı muhal olarak o saadet ve selâmet hizmeti bir mübareze olsa da kabirde toprak olmaya yüz tutanları alâkadar etmemek gerektir.”
Emirdağ Lâhikası 1

İnsanlık tarihine baktığımızda, zamanın ruhunu okuyamayan nice cemiyetlerin, şahısların ve hatta fikirlerin gelip geçici heveslere kapılıp büyük hakikatleri ıskaladığını görürüz. Bu gafletin temelinde çoğu zaman şahsî menfaat, ideolojik körlük veya nefsanî mücadeleler yatar. Halbuki hakikate hizmet edenler, kendilerini günübirlik çatışmalardan azade kılarak, tarihin ve geleceğin derin ufkuna yönelirler. İşte Risale-i Nur’un çizdiği bu yüksek ufuk, Bediüzzaman Said Nursî’nin şu ifadelerinde net bir şekilde kendini gösterir:

> “Ben ve Risale-i Nur, sizinle değil mübareze, belki sizi düşünmek dahi vazifemizin haricindedir…”

Bu sözler, büyük bir fikrî olgunluğun, ferasetin ve zaman şuurunun tezahürüdür. Zira mübareze, yani mücadele, ancak eşit seviyedeki taraflar arasında olur. Halbuki birisi Allah’ın rızasını kazanmak için ahiret merkezli, ebedî neticeli bir hizmetle meşgulken; diğeri dünyevî ve geçici hesapların peşindeyse, bu iki kulvar arasında bir müsabaka olması mümkün değildir. Bu sebeple Risale-i Nur’un hakiki şakirdleri, muarızlarını muhatap almaktan dahi imtina eder. Zira onlar, “nesl-i âtiye” yani gelecek nesillere hizmetle meşguldürler.

Bu noktada vakit idraki ve vazife bilinci kilit birer kavram olarak karşımıza çıkar. Zaman; gürültüye, çekişmeye ve lüzumsuz savunmalara harcanacak kadar ucuz değildir. Hele ki Kur’ân hakikatlerinin tebliği gibi bir vazife söz konusuysa, her saniye bir cevher, her dakika bir sermaye hükmündedir.

İbret alınacak diğer bir nokta da fani ile bâkî olanın ayrımıdır. Mücadele eden taraflardan biri hakikate hizmet ederken ebedî bir iz bırakma çabasındadır; diğeri ise, kendi ömrü kadar kısa süren bir etkiyle sınırlı kalır. Nitekim, Bediüzzaman’ın da dediği gibi:

> “Şimdi bizimle uğraşanlar, o zaman kabirde elbette toprak oluyorlar.”

Bu ifade, insanı derin bir ölüm ve ahiret muhasebesine davet eder. Bugün hakka ve hakikat hizmetine saldıran, onu küçümseyen veya engellemeye çalışanlar, yarın toprağın altında bir avuç toz olup gidecekler. O hâlde bu fâni kavgaların ne anlamı var? Ve daha önemlisi, biz kimin tarafında, hangi hizmetin içinde yer alıyoruz?

Risale-i Nur’un ortaya koyduğu bu duruş, bize bir ilke öğretir:
Vazifene bak, neticeyi Allah’a bırak.
Zira neticeyi tayin eden sen değil, Cenâb-ı Hak’tır. Senin görevin, hak bildiğin yolda, kavgasız ama kararlı bir şekilde yürümektir. Kimi zaman sesin duyulmaz, kimi zaman sözün küçümsenir. Ama unutma:
Sesin değil, izindir esas olan.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın Emirdağ Lâhikası’ndaki bir pasajı temel alınarak, hakikat hizmetiyle uğraşanların gündelik çatışmalardan nasıl uzak durmaları gerektiği, zamanın kıymeti ve vazifenin azameti gibi kavramlar etrafında bir değerlendirme yapılmıştır. Mücadele değil hizmet odaklı bir bakışın önemi vurgulanmış, kabirde unutulacak kavgalarla değil ebedî faydalarla meşgul olmanın gerekliliği anlatılmıştır. Ana mesaj: Hak hizmetine adanmış bir ömür, geçici düşmanlıklarla ziyan edilmemelidir.

 




Musibet-i Âmme: Genel Musibetin Hikmeti ve İmtihanı

Musibet-i Âmme: Genel Musibetin Hikmeti ve İmtihanı

“Âyette vardır: “Öyle musibetten kaçınız ki geldiği vakit zalimlere mahsus kalmaz, masumlar ve mazlumlar da içinde yanar.” Çünkü musibet-i âmmeden masumlar hârika bir tarzda yangın içinde selâmette kalsalar hikmet-i diniye bozulur. Çünkü din bir imtihan, bir tecrübedir. O vakit Ebucehil gibi fenalar, aynen Ebubekir-i Sıddık (radıyallahu anh) gibi tasdik ederler. Onun için musibet-i âmmede masumlar da bela çekerler.”
Emirdağ Lâhikası 1

Giriş

Musibetler, insan hayatının kaçınılmaz bir gerçeğidir. Ancak musibetler, sadece bireysel değil, bazen toplumları da etkileyen genel musibetlere dönüşebilir. Emirdağ Lâhikası’nda Bediüzzaman Said Nursî, genel musibetlerin hikmetini derinlemesine inceler ve bu tür olayların yalnızca kötülerin değil, masumların da içinde bulunduğu bir sınav haline gelmesi gerektiğini vurgular.

> “Âyette vardır: ‘Öyle musibetten kaçınız ki geldiği vakit zalimlere mahsus kalmaz, masumlar ve mazlumlar da içinde yanar.’”

Bu cümle, hem toplumsal musibetlerin, hem de bireysel sınavlarımızın büyük bir imkân ve hikmet taşıdığını gösterir. Musibet-i âmme, bir tür imtihanın kolektif yüzü olarak toplumların hem bireysel hem de toplumsal olarak gelişimine hizmet eder. Ancak bu, sadece zalimlerin değil, masumların da sınavı olmalıdır.

  1. Musibet-i Âmme ve İmtihanın Toplumsal Yansıması

Musibet-i âmme, bir felaketin veya toplumsal sıkıntının sadece kötülerin değil, masumların ve mazlumların da etkilendiği bir durumdur. Bediüzzaman bu durumu şöyle açıklar:

> “Çünkü musibet-i âmmeden masumlar hârika bir tarzda yangın içinde selâmette kalsalar hikmet-i diniye bozulur.”

İnsanlık tarihindeki birçok büyük felakette olduğu gibi, musibetlerin herkes üzerinde bir tesiri vardır. Bu tür bir musibet, toplumun tüm üyelerini etkileyebilir. İmtihan burada, sadece zalimler için değil, aynı zamanda masumlar ve mazlumlar için de vardır. Eğer masumlar felaketten tamamen korunabilseydi, bu dinî hikmetin bozulmasına yol açardı. Zira din, sadece bireylerin değil, toplumların da test edilmesini gerektiren bir imtihandır.

  1. Zalimlerle Masumların Aynı Musibetten Pay Alması: İmtihanın Derinliği

İmtihan, eşitlik ilkesine dayalıdır. Hem iyi, hem kötü, hem masum, hem suçlu bu dünyada bir sınavdan geçer. Ancak bu sınav, sadece bireylerin sahip olduğu özellikleri değil, toplumun ortak amacını da test eder. Toplumun birlikteliği, dayanışması, adalet ve vicdanı burada sınav olur.

Bediüzzaman, musibetlerin bazen zalime ve mazluma eşit şekilde etki ettiğini şu şekilde ifade eder:

> “Çünkü din bir imtihan, bir tecrübedir. O vakit Ebucehil gibi fenalar, aynen Ebubekir-i Sıddık (radıyallahu anh) gibi tasdik ederler.”

Yani, bir felaket anında, zalim ve mazlum arasında ilk bakışta görünen farklar ortadan kalkar. Bu, her bir kişinin hakkındaki gerçek düşüncelerinin ortaya çıkmasına sebep olur. Ebucehil gibi zalimler, felaketler karşısında güçsüz ve çaresiz hale gelirken, Ebubekir-i Sıddık gibi masumlar ise sabır ve teslimiyetle imtihanı geçer. Bu, her insanın içindeki iman gücünün ve ahlâkî duruşunun ne kadar gerçek olduğunun bir göstergesidir.

  1. Musibet-i Âmme ve Hikmet: Toplumsal Olgunlaşma ve İmanî Derinlik

Musibet-i âmme, toplumların ruhsal olgunlaşmasına katkı sağlamak için hikmetle gönderilen bir araçtır. Bediüzzaman’a göre, bu tür musibetlerin içerisinde hem zalimler hem de masumlar bir sınavdan geçer. Burada önemli olan, toplumun imtihan karşısındaki duruşudur.

Bir toplumun imanî ve ahlâkî gücü, onun musibete karşı gösterdiği tavırla ölçülür. Musibet, bir araya gelmeyi, sabretmeyi, daha yüksek bir bilince ulaşmayı gerektirir. İşte bu noktada dinin imtihanı, her bireyin içindeki gerçek inancı ve sabrı ortaya çıkarır. Felaketler, toplumların manevi olgunlaşmasına katkı sağlarken, bazen de manevî anlamda dönüşüm yaratabilir.

  1. Musibetin Hikmeti: Herkesin Payı ve Toplumsal Sorumluluk

Musibet-i âmme, toplumun ortak paydasını sorgulayan bir fırsattır. Felakete uğrayan herkes ortak bir sorumluluğa sahiptir. Burada dikkat edilmesi gereken önemli bir husus, toplumun ahlâkî ve dinî sorumluluklarının farkında olmasıdır. Bediüzzaman, musibetin yalnızca bir toplumsal felaket değil, aynı zamanda bir toplumsal muhasebe ve dönüşüm olduğunu belirtir. Zalimlerin yanı sıra, masumlar da toplumun genel hatalarını ve eksikliklerini üzerinde hissederler.

Sonuç: Musibet Bir İmtihan, Bir İkrar, Bir İleriye Doğru Adım

Musibet-i âmme, yalnızca bir felaket değildir. Aynı zamanda toplumun dahili gücünü ve birlikteliğini test eden bir fırsattır. Bu tür musibetler, hem zalimleri hem de masumları aynı seviyede imtihan eden bir araçtır. Musibetten kaçmak ve korunmak mümkün olmasa da, ona karşı gösterilen duruş, gerçek iman ve sabrın sınavıdır.

Özet

Bu makalede, Emirdağ Lâhikası’ndan alınan bir pasaj doğrultusunda, genel musibetlerin toplum üzerindeki etkisi ve hikmeti ele alınmıştır. Musibet-i âmme, sadece zalimlerin değil, masumların da etkilendiği bir sınavdır. Herkes, felaketler karşısında sabır, iman ve ahlâkî olgunluk göstererek toplumun dahili gücünü ortaya koyar. Bu musibetler, bir toplumsal dönüşüm ve olgunlaşma fırsatı sağlar. Zalimler ve masumlar arasındaki farklar, ancak felaketler karşısındaki tavırla ortaya çıkar. Musibet, toplumsal sorumluluk ve dönüşümün bir yansımasıdır.