Zamane Felaketine Karşı Yegâne Siper: Kur’an Hakikatleri

Zamane Felaketine Karşı Yegâne Siper: Kur’an Hakikatleri

“Şimdi bu zamanda en büyük tehlike olan zındıka ve dinsizlik ve anarşilik ve maddiyyunluğa karşı yalnız ve yalnız tek bir çare var: O da Kur’an’ın hakikatlerine sarılmaktır. Yoksa koca Çin’i az bir zamanda komünistliğe çeviren musibet-i beşeriye; siyasî, maddî kuvvetler ile susmaz. Yalnız onu susturan hakikat-i Kur’aniyedir. ”
Emirdağ Lâhikası 2

  1. Zamanın Tehlikeleri: Gözle Görünmeyen Yıkım

İnsanlık, tarih boyunca nice savaşlar, afetler ve krizler gördü. Fakat modern zamanların felaketi, ne topla ne tüfekle geliyor. Bu çağın felaketi düşüncede başlıyor, kalpte yankılanıyor ve toplumları sessizce çürütüyor:

Zındıka: Din düşmanlığının örgütlü ve sistematik hâli,

Dinsizlik: Manasız bir hayat anlayışı,

Anarşilik: Ahlâk ve disiplin tanımaz bir nesil inşası,

Maddiyyunluk (Materyalizm): Varlığı yalnız maddede arayan, maneviyata kör bir zihniyet.

Bu felaket, dışarıdan gelen bir düşman değil, içten gelen bir çöküştür. Tıpkı bir ağacın içten içe kurtlanması gibi…

🔹 İbret: Eskiden kılıçla gelen düşman, şimdi fikirle, ekranla, sistemle, eğitimle geliyor.

  1. Mücadelede Başarısız Yollar: Siyasî ve Maddî Yetersizlik

Bediüzzaman bu paragrafta çok net bir gerçeğe dikkat çeker:

> “Siyasî, maddî kuvvetler ile susmaz.”

Çin gibi devasa bir ülke, milyonları içine alan bir ideolojiyle birkaç yılda dinsizliğe sürüklendi. Ne ordu, ne para, ne siyaset bu akımı durdurabildi. Çünkü bu tehlike zihinsel ve ruhsaldı, ona karşı sadece maddî güçle direnmek, suya yazı yazmak gibidir.

🔹 Düşündürücü Gerçek: Ruhun hastalığını demirle, tankla tedavi edemezsin.

  1. Yegâne Çare: Kur’an’ın Hakikatleri

Çare açıktır ve kesindir:

> “Yalnız onu susturan hakikat-i Kur’aniyedir.”

Kur’an, sadece bir dua kitabı değil; bir ruh disiplini, bir hayat felsefesi, bir toplum inşa projesidir.

Ahlâkî çöküşe karşı Kur’an ahlâkı,

Anlamsızlığa karşı Kur’an’da mana,

Dinsizliğe karşı Kur’an’da iman hakikatleri,

Anarşiye karşı Kur’an’ın adalet ve merhamet dengesi…

Bediüzzaman’ın Risale-i Nur vasıtasıyla yaptığı da budur:
Kur’an’ı sadece “okunan” değil, “anlaşılan ve yaşanan” bir metin hâline getirmek.

🔹 Hikmet: Devrin ilacı, devrin hastalığına göre verilir. Bu devrin hastalığı imansızlıksa, ilacı imandır; onun da kaynağı Kur’an’dır.

  1. Risale-i Nur’un Tavrı: Müdafaa ve İnşa

Risale-i Nur Külliyatı, zındıka cereyanına karşı manevî bir siper, kalplere bir zırh, dimağlara bir nurdur. Ne devrimle, ne iktidarla, ne de baskıyla değil;
hakikati izah, isbat ve temsil ederek mücadele eder.

Korkutmadan, ikna ederek,

Yasaklamadan, aydınlatarak,

Yargılamadan, merhametle yaklaşarak…

Bu üslup, düşmanın silahıyla değil, Kur’an’ın tebliğ metodu ile hareket etmektir.

🔹 Örnek: Zındıkaya karşı öfke değil, ilim; saldırgana karşı nefret değil, merhamet ve hikmet…

  1. Bugün de Geçerli: Modern Zındıkanın Yeni Kıyafetleri

Bugünün zındıkası artık felsefe kitaplarında değil, sosyal medya akımlarında…
Anarşilik artık barikatlarda değil, ekranlarda…
Dinsizlik artık ideoloji olarak değil, eğlence adıyla pazarlanıyor.
Bediüzzaman’ın tesbitleri, sadece bir döneme değil, kıyamete kadar sürecek bir akıma karşı uyarıdır.

🔹 Uyanış: Kur’an’a yönelmeyen toplumlar, kaçınılmaz olarak yönünü kaybeder. İman zayıflarsa, düşünce dağılır; ahlâk çöker; aile biter.

SONUÇ VE ÖZET

Bu çağın görünmeyen ama en büyük tehlikesi, zındıka ve maddiyyunluktur. Materyalizm, maneviyatı ezmekte; anarşi ahlâkı yıkmakta; dinsizlik toplumu anlamdan mahrum bırakmaktadır. Ne siyaset, ne askeri güç, ne teknolojik ilerleme bu tehlikeyi durdurabilir. Tek çare, Kur’an’ın hakikatlerine sımsıkı sarılmak; onu anlamak, yaşamak ve yaşatmaktır.

Çünkü:

> “Karanlık, ışıkla yok edilir. Hakikatin düşmanı, yine hakikatle susturulur.”

Makale Özeti:

Bu çağın en büyük tehdidi: zındıka, anarşi ve materyalizm.

Maddî ve siyasî güçlerle bu tehdit susturulamaz.

Tek çare: Kur’an’ın iman ve hikmet dolu hakikatleri.

Risale-i Nur, bu mücadelede Kur’an’ı bir tebliğ ve direniş kılavuzu olarak sunar.

Bugün sosyal medya, kültür endüstrisi ve eğitim sisteminde bu tehdidin modern şekilleri sürmektedir.

Yegâne kurtuluş: Kur’an’la düşünmek, yaşamak ve toplumu yeniden inşa etmektir.

 




Zamane Felaketine Karşı Yegâne Siper: Kur’an Hakikatleri

Zamane Felaketine Karşı Yegâne Siper: Kur’an Hakikatleri

“Şimdi bu zamanda en büyük tehlike olan zındıka ve dinsizlik ve anarşilik ve maddiyyunluğa karşı yalnız ve yalnız tek bir çare var: O da Kur’an’ın hakikatlerine sarılmaktır. Yoksa koca Çin’i az bir zamanda komünistliğe çeviren musibet-i beşeriye; siyasî, maddî kuvvetler ile susmaz. Yalnız onu susturan hakikat-i Kur’aniyedir. ”
Emirdağ Lâhikası 2

  1. Zamanın Tehlikeleri: Gözle Görünmeyen Yıkım

İnsanlık, tarih boyunca nice savaşlar, afetler ve krizler gördü. Fakat modern zamanların felaketi, ne topla ne tüfekle geliyor. Bu çağın felaketi düşüncede başlıyor, kalpte yankılanıyor ve toplumları sessizce çürütüyor:

Zındıka: Din düşmanlığının örgütlü ve sistematik hâli,

Dinsizlik: Manasız bir hayat anlayışı,

Anarşilik: Ahlâk ve disiplin tanımaz bir nesil inşası,

Maddiyyunluk (Materyalizm): Varlığı yalnız maddede arayan, maneviyata kör bir zihniyet.

Bu felaket, dışarıdan gelen bir düşman değil, içten gelen bir çöküştür. Tıpkı bir ağacın içten içe kurtlanması gibi…

🔹 İbret: Eskiden kılıçla gelen düşman, şimdi fikirle, ekranla, sistemle, eğitimle geliyor.

  1. Mücadelede Başarısız Yollar: Siyasî ve Maddî Yetersizlik

Bediüzzaman bu paragrafta çok net bir gerçeğe dikkat çeker:

> “Siyasî, maddî kuvvetler ile susmaz.”

Çin gibi devasa bir ülke, milyonları içine alan bir ideolojiyle birkaç yılda dinsizliğe sürüklendi. Ne ordu, ne para, ne siyaset bu akımı durdurabildi. Çünkü bu tehlike zihinsel ve ruhsaldı, ona karşı sadece maddî güçle direnmek, suya yazı yazmak gibidir.

🔹 Düşündürücü Gerçek: Ruhun hastalığını demirle, tankla tedavi edemezsin.

  1. Yegâne Çare: Kur’an’ın Hakikatleri

Çare açıktır ve kesindir:

> “Yalnız onu susturan hakikat-i Kur’aniyedir.”

Kur’an, sadece bir dua kitabı değil; bir ruh disiplini, bir hayat felsefesi, bir toplum inşa projesidir.

Ahlâkî çöküşe karşı Kur’an ahlâkı,

Anlamsızlığa karşı Kur’an’da mana,

Dinsizliğe karşı Kur’an’da iman hakikatleri,

Anarşiye karşı Kur’an’ın adalet ve merhamet dengesi…

Bediüzzaman’ın Risale-i Nur vasıtasıyla yaptığı da budur:
Kur’an’ı sadece “okunan” değil, “anlaşılan ve yaşanan” bir metin hâline getirmek.

🔹 Hikmet: Devrin ilacı, devrin hastalığına göre verilir. Bu devrin hastalığı imansızlıksa, ilacı imandır; onun da kaynağı Kur’an’dır.

  1. Risale-i Nur’un Tavrı: Müdafaa ve İnşa

Risale-i Nur Külliyatı, zındıka cereyanına karşı manevî bir siper, kalplere bir zırh, dimağlara bir nurdur. Ne devrimle, ne iktidarla, ne de baskıyla değil;
hakikati izah, isbat ve temsil ederek mücadele eder.

Korkutmadan, ikna ederek,

Yasaklamadan, aydınlatarak,

Yargılamadan, merhametle yaklaşarak…

Bu üslup, düşmanın silahıyla değil, Kur’an’ın tebliğ metodu ile hareket etmektir.

🔹 Örnek: Zındıkaya karşı öfke değil, ilim; saldırgana karşı nefret değil, merhamet ve hikmet…

  1. Bugün de Geçerli: Modern Zındıkanın Yeni Kıyafetleri

Bugünün zındıkası artık felsefe kitaplarında değil, sosyal medya akımlarında…
Anarşilik artık barikatlarda değil, ekranlarda…
Dinsizlik artık ideoloji olarak değil, eğlence adıyla pazarlanıyor.
Bediüzzaman’ın tesbitleri, sadece bir döneme değil, kıyamete kadar sürecek bir akıma karşı uyarıdır.

🔹 Uyanış: Kur’an’a yönelmeyen toplumlar, kaçınılmaz olarak yönünü kaybeder. İman zayıflarsa, düşünce dağılır; ahlâk çöker; aile biter.

SONUÇ VE ÖZET

Bu çağın görünmeyen ama en büyük tehlikesi, zındıka ve maddiyyunluktur. Materyalizm, maneviyatı ezmekte; anarşi ahlâkı yıkmakta; dinsizlik toplumu anlamdan mahrum bırakmaktadır. Ne siyaset, ne askeri güç, ne teknolojik ilerleme bu tehlikeyi durdurabilir. Tek çare, Kur’an’ın hakikatlerine sımsıkı sarılmak; onu anlamak, yaşamak ve yaşatmaktır.

Çünkü:

> “Karanlık, ışıkla yok edilir. Hakikatin düşmanı, yine hakikatle susturulur.”

Makale Özeti:

Bu çağın en büyük tehdidi: zındıka, anarşi ve materyalizm.

Maddî ve siyasî güçlerle bu tehdit susturulamaz.

Tek çare: Kur’an’ın iman ve hikmet dolu hakikatleri.

Risale-i Nur, bu mücadelede Kur’an’ı bir tebliğ ve direniş kılavuzu olarak sunar.

Bugün sosyal medya, kültür endüstrisi ve eğitim sisteminde bu tehdidin modern şekilleri sürmektedir.

Yegâne kurtuluş: Kur’an’la düşünmek, yaşamak ve toplumu yeniden inşa etmektir.

 




Lozan’ın Gölgesinde Kaybedilen Hakikat: Dinle Hesaplaşmanın Tarihî Seyri

Lozan’ın Gölgesinde Kaybedilen Hakikat: Dinle Hesaplaşmanın Tarihî Seyri

“Konferansın birinci defasında Türk Başmurahhası, bizzat karar vermek vaziyetinde olmadığı ve büyüğüne yani Mustafa Kemal’e bildirmek zorunda olduğu için memlekete dönüyor; kendisini Haydarpaşa’dan Ankara’ya götüren tren ve Devlet Reisini (Mustafa Kemal) İzmir’den Ankara’ya götüren trenle Eskişehir’de buluşuyor. Bir arada ve baş başa seyahat… Sonra Ankara gizli meclis toplantıları… Fakat esas meselelerde daima baş başa… Mustafa Kemal ile İsmet beraber içtimaları ve karar: “Din öldürülecektir!”

   Lozan Konferansı’nın ikinci sahifesi: …Artık her şey Türkiye hesabına çantada hazırdır. Yani dini terk ile her şey yapılacak. Yeni hizbin (Kemalizm ve İsmet hükûmeti) bundan böyle bu millette, İslâmiyet’i katletmek prensibiyle hareket etmekte, hasım dünyanın kumandanlarından yani düşman ehl-i salîb kumandanlarından, dini vurmakta daha hevesli olduğu ve örnekler vereceği ve bilhassa hudut dışı değil de hudut içi ve millî irade yaftası altında çalışacağı şüpheden vârestedir.”
Emirdağ Lâhikası 2

  1. Giriş: Zafer mi, Ziyan mı?

Lozan Antlaşması, modern Türkiye’nin uluslararası sahnedeki tanınmasını sağlayan bir dönüm noktası olarak görülür. Ancak bu antlaşmanın arka planında, sadece toprak, sınır veya ekonomik meseleler değil; çok daha derin ve yıkıcı bir pazarlık yapılmıştır: Dinle olan bağların koparılması. Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası’nda bu süreci perde arkasından bakarak değerlendirir ve “esas mesele”nin ne olduğunu açıkça ortaya koyar: İslamiyet’i bu milletin bünyesinden silmek.

  1. Trenin İstikameti: Siyasi Yolculuğun İdeolojik Yönü

Yazıda geçen tren yolculuğu, sembolik olarak da çok şey anlatır. Bir yanda Lozan’da masada karar veremeyecek kadar sınırlı yetkiye sahip bir müzakereci (İsmet İnönü), diğer yanda memleketin kaderine tek başına yön verecek olan “büyüğü” (Mustafa Kemal). Bu yolculuk, sadece iki liderin buluşması değil; milletin manevî varlığının çizildiği bir ideolojik mutabakatın başlangıcıdır. O baş başa seyahatin ürünü şudur:

> “Din öldürülecektir!”

🔹 İbret: Tarihin akışı bazen istiklal kazanırken istikametini kaybeder. Zaferin içine zehir saklanabilir.

  1. Yeni Rejimin Prensibi: Dinle Savaşmak

Emirdağ Lâhikası’ndaki ifadeyle, yeni rejimin temel şiarı artık nettir:

> “Bu millette, İslâmiyet’i katletmek prensibiyle hareket etmek.”

Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki uygulamalara bakıldığında bu sözün tarihi karşılığı olduğu görülür:

Ezânın Türkçeleştirilmesi

Kur’an öğretiminin yasaklanması

Medreselerin kapatılması

Şapka kanunuyla halkın sindirilmesi

Tekke ve zaviyelerin ilgası

Bütün bu adımlar bir rejimin kendini “laik” olarak tanımlamasının çok ötesinde, bilinçli bir “İslamiyet’ten kopuş mühendisliği”dir.

🔹 Hikmet: İnançla savaşan sistemler, önce halktan, sonra tarihten kopar.

  1. Hudut İçinden Yürütülen Savaş: Maskeli Müdahale

Bediüzzaman’ın en çarpıcı tesbitlerinden biri de şudur:

> “Hudut dışı değil, hudut içi ve millî irade yaftası altında çalışacağı…”

Yani artık İslam’a yönelik darbeler dış düşmanlardan değil, içeriden ve “millet adına” yapılacaktır. Bu, dışardan gelen bir işgalin değil, içerden yapılan bir çözülmenin resmidir.

Yasaların halk adına çıkarılması

İnkılapların “ilerleme” kisvesiyle dayatılması

Milli irade adına milletin dininden koparılması

🔹 Düşündürücü Gerçek: Bir milletin felaketi, düşman kılığındaki hasmından değil; dost maskesi takmış olan işbirlikçisinden gelir.

  1. Bediüzzaman’ın Uyarısı: Sükût Etmek Suçtur

Bediüzzaman bu tarihî kırılmayı sadece tesbit etmekle kalmaz, aynı zamanda İslam’a sahip çıkacak genç nesillere seslenir. O, Lozan’la başlayan sürecin geçici bir galibiyet olduğunu, fakat iman hakikatlerinin neşriyle bu planın bozulacağını söyler. Nitekim Risale-i Nur’un doğuşu, tam da bu yok ediliş hamlelerine karşı manevî bir direniş ve ihya hareketidir.

🔹 Ümit: Zulüm kalıcı olamaz. Batıl ne kadar örgütlü olursa olsun, hakikat bir nur gibi karanlığı delmeye devam eder.

SONUÇ VE ÖZET

Lozan Antlaşması, sadece bir siyasi metin değil, dinin kamusal hayattan tasfiyesine dair bilinçli bir planın mihenk taşıdır. İsmet ve Mustafa Kemal arasında geçen “baş başa” seyahat, bu planın çekirdeğini oluşturmuş, sonrasında ise inkılaplar adı altında İslam’a karşı sistematik bir dönüşüm başlatılmıştır. Bu sürecin en tehlikeli tarafı ise, bunun “millet iradesi” adıyla sunulmuş olmasıdır. Bediüzzaman bu durumu görmüş, teşhis etmiş ve Risale-i Nur’la bu projeyi boşa çıkarmanın yollarını göstermiştir.

Makale Özeti:

Lozan, siyasi zafer görüntüsü altında dinî felaketin başlangıcı olmuştur.

İsmet İnönü ve Mustafa Kemal’in baş başa yaptığı seyahat, ideolojik bir mutabakatın sahnesidir.

Yeni rejimin ilkesi: İslam’ı bu milletin ruhundan koparmaktır.

Dine savaş dışardan değil, içerden ve “millet adına” yürütülmüştür.

Bediüzzaman, bu gidişata sessiz kalmamış, Risale-i Nur’la manevî direniş başlatmıştır.

Tarihî ibret: Hak, en sessiz zamanda bile konuşur; batıl ise en gür zamanda bile çöker.

 




Bismark’ın İtirafı: Kur’an ve Hz. Muhammed Karşısında Hürmetle Eğilen Akıl

Bismark’ın İtirafı: Kur’an ve Hz. Muhammed Karşısında Hürmetle Eğilen Akıl

“Bismark eserinde diyor ki:

    “Kur’an’ı her cihetle tetkik ettim, her kelimesinde büyük bir hikmet gördüm. Bunun misli ve beşeriyeti idare edecek hiçbir eser yoktur ve gelemez.” 

   Ve Peygamber’e hitaben der:

    “Yâ Muhammed! Sana muasır olamadığımdan çok müteessirim. Beşeriyet senin gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüş, ba’dema göremeyecektir. Binaenaleyh, senin huzurunda kemal-i hürmetle eğilirim.” Bismark
Emirdağ Lâhikası 1

Tarihin büyük figürleri bazen bir hakikati teslim ettiklerinde, o söz kendi dönemlerini aşar ve çağlara seslenir. Alman şansölyesi Otto von Bismark, sadece bir devlet adamı değil, aynı zamanda akıl ve tecrübenin temsilcisi bir siyasi dahiydi. O bile Kur’an karşısında sarsılmaz bir hayranlıkla susmuş, Hz. Muhammed’in (s.a.v) büyüklüğü karşısında hürmetle eğilmiştir.

Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası’nda bu itirafı şöyle aktarır:

> “Kur’an’ı her cihetle tetkik ettim, her kelimesinde büyük bir hikmet gördüm. Bunun misli ve beşeriyeti idare edecek hiçbir eser yoktur ve gelemez.”
“Yâ Muhammed! Sana muasır olamadığımdan çok müteessirim. Beşeriyet senin gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüş, ba’dema göremeyecektir. Binaenaleyh, senin huzurunda kemal-i hürmetle eğilirim.”

Bu sözler, düşünen bir aklın hakikati teslim edişidir.

Kur’an: Beşer Aklının Sınırlarını Aşan Kitap

Kur’an, yalnızca bir dinî metin değil; aynı zamanda insanı, toplumu ve kainatı tarif eden bir hikmet ve hidayet kitabıdır. Beşeriyetin karşılaştığı bütün ahlaki, sosyal, psikolojik ve siyasi buhranlara karşı çözüm önerileri sunan, asırlardır tazeliğini koruyan ilahî bir anayasadır.

Bismark gibi siyasi bir dehanın, Kur’an’ı bu yönüyle tahlil etmesi şaşırtıcı değildir. Zira Kur’an:

Bireyin iç dünyasını inşa eder (iman, sabır, tefekkür),

Aile düzenini tesis eder (nikah, hak, merhamet),

Toplumu ıslah eder (adalet, şura, ahlak),

Devletleri dengeler (hukuk, sorumluluk, yönetim ilkeleri),

Ve en önemlisi insanlığa yön tayin eder.

Kur’an, sadece Arap yarımadasına değil, bütün insanlığa hitap eder. Zaman ve mekân üstü bir kitaptır. Bismark’ın şu cümlesi, bir siyasetçinin sezgisel değil, ilmî ve tarihî gözlemle ulaştığı hükmü yansıtır:

> “Beşeriyeti idare edecek hiçbir eser yoktur ve gelemez.”

Hz. Muhammed: Eşsiz Bir Kudret, Emsalsiz Bir Rehber

Bismark’ın Peygamber Efendimize hitabı son derece dikkat çekicidir. O, asırlar sonra dahi Hz. Muhammed’in (s.a.v) şahsiyetine, iradesine ve insanlığı şekillendiren kudretine hayran kalmıştır. Onun şu sözleri, inkâr değil, geç kalmış bir teslimiyetin ifadesidir:

> “Sana muasır olamadığımdan çok müteessirim…”

Zira Hz. Muhammed (s.a.v), sadece bir lider değil; hakikatin kendisine hayat bulduğu bir elçidir. O, insanların gönlünü feth eden bir ahlâk, düşmanlarını hayran bırakan bir adalet, zamanını aşan bir hikmet sahibidir.

Onun getirdiği mesaj, Medine’yi çöl vahasından bir medeniyet merkezine çevirdiği gibi; 14 asır sonra bir Alman devlet adamının da kalbinde bir hayranlık kıvılcımı yakmıştır.

Akıl ve Kalbin Ortak Tanıklığı

Bismark’ın sözleri gösteriyor ki, aklî delil ve tarihî gözlem, insanı Kur’an’a ve Resûlullah’a götürebilir. Her akıl sahibi, ön yargılarından sıyrıldığında, Kur’an’ın ilahî kelam olduğunu ve Hz. Muhammed’in (s.a.v) hak bir peygamber olduğunu kavrayabilir. Zira hakikat, perde arkasında değil; açıkta, göz önündedir.

Ne var ki her gören görmez. Her anlayan kabul etmez. Ama Bismark gibi düşünen, arayan ve dürüst olanlar, gerçeğe mutlaka varır. İşte bu yüzden onun sözleri sadece bir itiraf değil; aynı zamanda şahitliktir.

Özet

Bismark’ın Kur’an ve Hz. Muhammed hakkındaki sözleri, düşünen bir aklın, teslim olan bir vicdanın itirafıdır. Kur’an, yalnızca dinî bir kitap değil; beşeriyeti idare edebilecek tek hakikat kaynağıdır. Hz. Muhammed (s.a.v) ise insanlık tarihinin gördüğü en büyük rehber ve mürşiddir. Bu ikili, aklî ve kalbî arayışların nihai durağıdır. Hakikati isteyen, bu iki nurun etrafında döner; gerçeği teslim eden, Bismark gibi eğilir.

 




Kalem-i Kaderle Yazılan Hayat: Tesadüf mü, Hikmet mi?

Kalem-i Kaderle Yazılan Hayat: Tesadüf mü, Hikmet mi?

“Hava ve su unsurlarının, hususan nutfelerin suyu ve hava unsuru, toprak unsurunun pek fevkinde daha ziyade hikmet ve irade ile ve kalem-i kader ve kudret ile yazıldıkları ve tesadüf ve kör kuvvetin ve sağır tabiatın ve camid ve hedefsiz esbabın karışması yüz derece muhal ve hiçbir cihetle mümkün olmadığı ve Hakîm-i Zülcelal’in kalem-i kader ve hikmetinin sahifesi olduğu ilmelyakîn ile kat’î bilindi.”
Emirdağ Lâhikası 1

İnsanoğlu, yaratılışındaki inceliği düşündüğünde iki yoldan birini seçmek zorunda kalır: Ya tüm bu muazzam düzeni tesadüf, tabiat ve kör kuvvetlerle açıklamaya çalışır; ya da arkasında sonsuz bir ilim, kudret ve hikmet sahibi olan bir Yaratıcıyı kabul eder. Bediüzzaman Said Nursî, bu ayrımı en net şekilde ortaya koyar ve der ki:

> “Hava ve su unsurlarının, hususan nutfelerin suyu ve hava unsuru, toprak unsurunun pek fevkinde daha ziyade hikmet ve irade ile… kalem-i kader ve kudret ile yazıldıkları… kat’î bilindi.”

Bu sözler bize bir gerçeği hatırlatır: Hayat, tesadüflerle değil, kaderin kalemiyle yazılır.

Hayatın İnşa Malzemesi: Su ve Hava mı, Kaba Toprak mı?

Toprak, cansızdır; su berraktır ama şuursuzdur; hava görünmez ama kuvvetlidir. Ve insanın bedeninin en temel yapı taşları, bu üç unsurla ilgilidir. Ancak dikkat edilirse topraktan gelen yapı, çoğunlukla şekil ve formun dış hatlarını oluşturur. Ama asıl hayat; hava ile gelen nefeste, suyla taşınan nutfede, yani görünmeyen, ince, zarif ama hayranlık verici detaylardadır.

Bu detaylarda, ne tesadüfe yer vardır, ne de şuursuz sebeplere. Çünkü:

Bir damla nutfenin bir insan haline gelmesi,

Solunan havanın ciğerde ölçülü bir dengeyle kana karışması,

Hücrelerin kendini tanıması, çoğalması, görev alması,

bunların hepsi bir irade, bir kudret ve bir hikmet ile olur. Kör kuvvetin, sağır tabiatın, şuursuz sebeplerin bu işle ilgisi yoktur. Çünkü bu tür varlıkların bilgisi yoktur, gayesi yoktur, kastı yoktur. Ama yaratılışta her şeyde gayet açık bir kasıt, düzen, hikmet ve amaç vardır. O halde, işleyen şey kör tesadüf değil, gören ve bilen bir kader kalemidir.

Kalem-i Kader: Her Şeyi Hikmetle Yazan Kudret Eli

Kur’an’ın bildirdiği üzere, hiçbir yaprak dahi izinsiz düşmez. (En’âm, 59) Bu, her şeyin bir kitap gibi yazıldığını, her şeyin bir sahifeye döküldüğünü ve hiçbir olayın gelişi güzel olmadığını gösterir. Kâinattaki her zerre, her molekül, her hücre ve özellikle hayatın başlangıcı olan nutfe, öyle ince bir hesapla yazılmıştır ki, bir harfi yanlış yazılsa insan oluşmaz.

Demek ki bu yaratılış bir ilmî planın, bir iradeli tercihin, bir hikmetli maksadın eseridir. Buna “kalem-i kader” denir. Bu kader, sadece yazmaz; aynı zamanda yürütür, biçimlendirir, neticeye ulaştırır. Ve bütün bu işleyiş, bir Hakîm-i Zülcelâl’in (sonsuz hikmet sahibi Allah’ın) mührünü taşır.

Tesadüf ve Tabiat: Mantıken İmkânsızdır

Düşünün: Bir kitap, tesadüfen harflerin dökülmesiyle yazılabilir mi? Bir saat, çarkların kendi kendine birleşmesiyle çalışabilir mi? Hayır. O hâlde göz, kalp, DNA, sinir sistemi gibi harika yapılar nasıl kendi kendine meydana gelsin?

Tesadüfün en küçük bir yapıyı açıklamada bile hiçbir tutarlı gücü yoktur. Bediüzzaman bunu şöyle açıklar:

> “Tesadüf ve camid esbabın karışması yüz derece muhaldir, mümkün değildir.”

Bu gerçek, ilmi bir bakışla da desteklenmiştir. Modern biyoloji ve genetik, insan vücudunun bilgi temelli bir sistemle çalıştığını ve bu sistemin düşünülmüş bir yazılım gibi olduğunu ortaya koymuştur. İşte bu yazılım, kaderin ilmî kalemiyle yazılmıştır.

Görmek İsteyen Göz İçin Her Şey Delildir

Kur’an ve kâinat birlikte okunmalıdır. Kur’an, bize yaratılışı açıklarken; kâinat, Kur’an’ın tarif ettiği kudreti her an gözümüzün önünde işler. Suya bak, havaya bak, nefese bak, bir damla nutfeye bak… Hepsi bağırıyor:

“Beni tesadüf yapmadı. Ben kudretle yazıldım. Ben kaderin ilminden çıktım.”

Özet

İnsanın yaratılışı, en küçük yapı taşından en karmaşık sistemlerine kadar sonsuz bir ilim, kudret ve hikmetle yazılmıştır. Özellikle su, hava ve nutfeler gibi temel unsurlar, bize kaderin kalemini ve Yaratıcının maksadını gösterir. Tesadüf, kör kuvvet ve şuursuz tabiat, bu düzeni açıklamaktan uzaktır. Gerçek açıklama, “kalem-i kader ve kudret” kavramında yatar. Bu yaratılış, rastgele değil, kasıtlı ve maksatlı bir sanat eseridir.

 




Karşılıklı Tahtlar Üzerinde: Cennette Sohbetin Hikmeti ve Hakikati

Karşılıklı Tahtlar Üzerinde: Cennette Sohbetin Hikmeti ve Hakikati
“عَلٰى سُرُرٍ مُّتَقَابِلِينَ” (Saffat, 44)

  1. Giriş: Sohbetin Ebedî Yüzü

Dünya hayatında insanı insan kılan, gönlü zenginleştiren ve ruhu besleyen en özel şeylerden biri sohbettir. Hakikatli bir dostla yapılan derin bir konuşma, ruhun sırtına konmuş yükleri indirir, insana “yaşıyorum” dedirtir. İşte Kur’ân, cennet tasvirlerinde bu insanî özelliği, ebedî bir nimet olarak karşımıza çıkarır:

> “Onlar orada karşılıklı tahtlar üzerinde otururlar.”
(Saffat, 44)

Bu ayet sadece fiziki bir oturuşu değil, kalplerin ve ruhların karşılıklı açıldığı, hasretin, sevincin, şükrün ve ilmin konuşulduğu bir manevî buluşma zeminini tarif eder.

  1. Cennetteki Tahtlar: Fiziki Mekânın Ruhî Dili

Kur’an’da geçen “سُرُر” kelimesi, süslenmiş, değerli taşlarla bezenmiş, yüksek ve rahat koltuk veya taht anlamına gelir. “مُتَقَابِلِينَ” ifadesi ise onların yüz yüze oturduklarını, yani birinin sırtının diğerine dönük olmadığını belirtir. Bu, sadece bir oturma düzeni değil, tamamıyla dikkat ve kalp yönelişini ifade eder. Bu düzen, cennetteki sohbetlerin:

Kesintisiz

Samimi

Derin

Hiçbir dünyevî perdeyle engellenmemiş olduğunu gösterir.

  1. Cennetteki Sohbetin Mahiyeti Nedir?

Cennet ehlinin sohbetinde ne konuşulur?

Tefsirlerde ve hadislerde geçen beyanlara göre:

Dünya hatıraları: Dünya imtihanları, sabırlar, ibadetlerin sonuçları…

Allah’ın lütfu ve rahmeti: “Biz bu nimete nasıl kavuştuk?”

Peygamberlerle, şehitlerle, sâlihlerle hasbihal: Farklı derecelerdeki müminlerin bir araya gelerek hakikatleri paylaşmaları.

Rabbani seyirler: Cennet nimetlerinin tefekkürü, Cenab-ı Hakk’ın zatını seyretme saadetinden önce ruhî hazırlıklar.

🔹 Delil:

> “Onlar orada boş ve günaha sokmayan sözlerle konuşurlar.”
(Tur, 23)

> “Orada bir kötülük ve günah söz işitmezler; sadece ‘Selâm, selâm!’ sözleri işitilir.”
(Vakıa, 25–26)

  1. Bu Sahnenin Önemi: Ebedî Bir Dostluğun Belgesi

Cennetteki karşılıklı sohbet, dostlukların ebedîleştiği, kalplerin tam bir huzur içinde birleştiği bir mahiyet taşır.
Dünyada sınırlı olan muhabbet, orada sonsuzlukla taçlanır.
Burada en sevdiklerimizle vakit geçirmeye doyamazken, orada bu buluşmalar hiç bitmeyecek şekilde planlanmıştır.

🔹 İmam Taberî, İbn Kesîr ve Fahruddîn Râzî gibi müfessirler, bu ayeti tefsir ederken şunlara dikkat çeker:

Bu yüz yüze oturuş, hasetsiz ve rekabetsiz bir yakınlıktır.

Orada ruhlar birbirine açıktır, gönüllerde hiçbir sıkıntı yoktur.

Cennetteki sohbet, kalbin en saf halinin diliyle yapılır.

  1. Seyirlerin Canlılığı ve Yaşanırlılığı

Cennet’teki bu ortam, sadece bir sözleşme değil, ruhen yaşanır bir hakikattir. Hadis-i şeriflerde cennet ehlinin birbirlerini ziyaret edeceği, hatta bazı müminlerin “daha yüksek derecelerdeki” yakınlarını görmek için Allah’tan izin isteyeceği belirtilir:

> “Cennette dereceler vardır. Sizden birinin derecesi diğerinden daha yüksek olabilir. Allah, onların bir araya gelmesini sağlar.”
(Tirmizî)

Bu, cennet nimetlerinin sosyal ve ruhsal tamamlayıcılığını gösterir.

  1. Hikmetli ve Düşündürücü Yön

Bu ayet, bize şu gerçeği hatırlatır:
Kimlerle oturuyorsan, ebediyette de onların yanındasın.

Dünyadaki sohbet halkaları, meclisler, dostluklar; ahiretteki tahtları şekillendirir.
Dünyada salihlerle oturan, sohbet ehli olan, orada da onlarla beraber olur.
Dünyada “hayır”la oturmaktan kaçınanlar, ebediyette muhatapsız kalır.

🔹 İbret:
Cennet’teki tahtlar, burada inşa edilir. Her dua, her dostane sohbet, her ilim meclisi, orada kurulacak olan manevî sarayların tuğlasıdır.

SONUÇ VE ÖZET

Kur’an’daki “عَلٰى سُرُرٍ مُّتَقَابِلِينَ” ayeti, cennetteki muhabbetin, sohbetin ve dostluğun ebedî suretini tasvir eder. Bu, sıradan bir oturuş değil, kalplerin yüz yüze geldiği, hasetsiz, şikâyetsiz, arızasız bir buluşmadır. Tefsirlerde bu halin ne kadar huzur dolu, yaşanır ve diri olduğu detaylandırılmıştır. Çünkü cennet, hem nimetin hem de dostluğun kemâl bulduğu yerdir.

Makale Özeti:

“عَلٰى سُرُرٍ مُّتَقَابِلِينَ” ayeti, cennetteki karşılıklı sohbeti ifade eder.

Cennette dostluk, yüz yüze ve samimi bir şekilde yaşanır.

Sohbetlerde dünya hatıraları, Allah’ın nimetleri ve Rabbani tefekkürler konuşulur.

Tefsirlerde bu manzara; huzur, yakınlık ve saf sevgiyle açıklanır.

Cennetteki tahtlar, dünyadaki dostluklarla şekillenir.

Her sohbet, her salih meclis, ahiret için birer taht hazırlığıdır.

 




Bir Ömürlük Film: Âlem-i Misal, Fotoğraf Makinesi ve Ebedî Seyir

Bir Ömürlük Film: Âlem-i Misal, Fotoğraf Makinesi ve Ebedî Seyir

“Gördüm ki âlem-i misal, nihayetsiz fotoğraflar ve her bir fotoğraf, hadsiz hâdisat-ı dünyeviyeyi aynı zamanda hiç karıştırmayarak alıyor. Binler dünya kadar büyük ve geniş bir sinema-i uhreviye ve fâniyatın fâni ve zâil hallerini ve vaziyetlerini ve geçici hayatlarının meyvelerini sermedî temaşagâhlarda ve cennette saadet-i ebediye ashablarına dünya maceralarını ve eski hatıralarını levhalarıyla gözlerine göstermek için pek büyük bir fotoğraf makinesi olarak bildim. ”
Emirdağ Lâhikası 1

Hayat, insana dışarıdan sıradan, içeriden karmaşık; dünya ise gelip geçici, ama içinde saklı anlamlarla yüklü bir imtihan salonudur. İnsanın yaptığı her iş, söylediği her söz, kalbinden geçen her niyet, bir yere kaydedilir. Ne unutulur, ne de yok olur. Fakat bu kayıt sadece maddî bir arşiv değil, aynı zamanda misal âleminde, yani manevî boyutta şekil kazanır, birer fotoğraf hâline gelir.

Bediüzzaman Said Nursî bu hakikati şu derin ifadeyle anlatır:

> “Gördüm ki âlem-i misal, nihayetsiz fotoğraflar ve her bir fotoğraf, hadsiz hâdisat-ı dünyeviyeyi aynı zamanda hiç karıştırmayarak alıyor… fâni ve zâil hallerini… saadet-i ebediye ashablarına… levhalarıyla gözlerine göstermek için pek büyük bir fotoğraf makinesi olarak bildim.”

Bu, sadece bir teşbih değil, aynı zamanda varlık düzenine dair bir hikmet penceresidir. Gelin birlikte bu pencereyi aralayalım.

Âlem-i Misal: Zamanın Ötesinde Bir Kayıt Alanı

İnsan, zamanın akışı içinde yaptığı eylemleri çoğu zaman unutur. Ama kader unutmuyor. Hafıza zayıflasa da, misal âlemi unutmuyor. Tüm ameller, davranışlar ve hatta kalpten geçen düşünceler; âlem-i misal adı verilen manevî kayıt sisteminde şekillenerek muhafaza altına alınıyor.

Bu kayıt, ne dijital bir bellek gibi mekanik, ne de sadece soyut bir düşünce gibi uçucudur. Bilakis hakiki, sabit ve ebedî âlemde seyredilecek gerçek manzaralar hâlinde oluşmaktadır. Her bir an, bir kare; her bir niyet, bir sahne; her bir davranış, bir perde olarak yansıyor.

Dünya: Bir Film Seti, Ahiret: Sonsuz Bir Sinema

Bediüzzaman’ın “sinema-i uhreviye” tabiri, hakikaten derin bir benzetmedir. Dünya hayatı bir film seti gibi; insanlar oyuncu, melekler kameraman, kader ise senaristtir. Bu film çekiliyor. Lakin film, dünyada gösterime girmiyor. Gösterim yeri ahirettir.

Cennet ehli, kendi hayat filmlerini seyredecek. Tıpkı çocukluk fotoğraflarına bakıp tebessüm etmek gibi, dünya hayatlarının inişli çıkışlı sahnelerini, sabırlarını, sevdiklerini, hüzünlerini, hizmetlerini; her şeyin derin anlamını orada temaşa edecekler.

Ve bu izleme sadece bir hatırlama değil, aynı zamanda ebedî lezzet ve saadetin bir parçası olacaktır. Çünkü cennette geçmişe ait her hatıra bile nimete dönüşür. Zahmet, rahmete inkılâp eder.

Fâni Hayat, Sermedî Seyrin Konusu Olur mu?

Dünya fânidir. Her şey geçer. Gençlik, sağlık, servet, makam… Hepsi geçer gider. Ama işin sırrı şuradadır: Geçen şeyin manası baki kalır.

Bir mü’minin Allah rızası için yaptığı en küçük iş, bir tebessüm, bir dua, bir sadaka; âlem-i misalde bir ışıklı kareye dönüşür. Bir inkârcının karanlıkta yaptığı gizli günah, orada bir karanlık leke olarak belirir. Ve her şey yerli yerinde, eksiksiz ve adil bir şekilde saklanır.

Yaşarken Bilin: Hayatınız Kayıtta!

Bu bakış açısı, insana hem bir umut hem de bir sorumluluk yükler. Umuttur, çünkü yaptığın hiçbir iyilik boşa gitmeyecek. Sorumluluktur, çünkü gizli hiçbir niyet saklı kalmayacak.

Her sözümüz bir satır, her adımımız bir kare, her tercihimizi belirleyen niyetimiz bir sahnedir. Ve biz bu filmin hem başrolüyüz hem seyircisi olacağız.

Özet

Hayat, âlem-i misalde manevî bir fotoğraf makinesiyle kaydedilir. Her insanın dünya macerası, ahirette “sinema-i uhreviye”de temaşa edilecek ebedî bir seyirlik hâline gelir. Bu kayıt sistemi, hem adaletin bir tezahürü hem de cennet ehline bir nimet vesilesidir. Fâni hayatın her hâli, âlem-i misalde şekil kazanır; geçici olan, ebediyet içinde manasını bulur. Bu yüzden insan, hayatının her anını kayıt altında olduğunu bilerek yaşamalı, manevî sorumluluğunu unutmamalıdır.

 




Kırılan Hayallerin Tek İlacı: Ebedî Hayat ve Kur’an Hakikatleri

Kırılan Hayallerin Tek İlacı: Ebedî Hayat ve Kur’an Hakikatleri

“Evet, dünyanın mahiyeti anlaşıldıktan sonra elbette hayat-ı ebediyeden başka beşeriyetin o inkisar-ı hayal yarasını tedavi edecek, Kur’an’dan başka yoktur. ”
Emirdağ Lâhikası 1

İnsanoğlu fıtraten büyük şeyler ister. Sonsuzluğu arzular, kalıcı olmak ister, tükenmeyeni arar. Ama ne var ki dünya bu istekleri karşılamaktan acizdir. Çünkü dünyanın kendisi fânidir, sınırlıdır ve geçicidir. İnsan kalbi ise sonsuza ayarlı bir makinedir. İşte bu noktada ortaya çıkan o derin çatışma, Bediüzzaman’ın ifadesiyle bir “inkisar-ı hayal” yani kırılan hayaller yarasıdır.

Dünyanın Mahiyeti: Bir Gölgeler Oyunu

İnsan, gençken dünyayı bir cennet gibi hayal eder. Mutluluk, şöhret, servet, makam… Hepsi gözünde büyür. Fakat zaman geçtikçe bu hayaller birer birer sönmeye başlar. Gençlik solar, dostlar dağılır, güç azalır, mal elden gider. En sonunda ölüm, her şeyi süpürür geçer.

İşte o zaman insan anlar ki bu dünya, hayal ettiği gibi değilmiş. Geçici bir han, fanî bir pazar, aldatıcı bir serapmış. Hayat ise sürekli elden kayan bir kum saati gibiymiş. Ne yaparsan yap, durduramıyorsun.

Ve işte burada insan, hayatının en derin sorusuyla baş başa kalır:
“Peki o zaman bunca içimdeki sonsuzluk arzusu, kalbimdeki ebedîlik isteği neden var? Bu hayal kırıklığını ne teselli eder?”

Kırılan Hayallerin İlacı: Ebedî Hayat

Bediüzzaman Said Nursî bu noktada hakikatin sırrını verir:

> “Dünyanın mahiyeti anlaşıldıktan sonra, elbette hayat-ı ebediyeden başka beşeriyetin o inkisar-ı hayal yarasını tedavi edecek, Kur’an’dan başka yoktur.”

Çünkü bu dünyada hiçbir şey insanın içindeki sonsuzluk boşluğunu dolduramaz. Ne bilim, ne sanat, ne felsefe, ne de dünya nimetleri… İnsan ancak ebedî bir hayat ümidiyle tatmin olur. Ve bu ümidi insana veren yalnız Kur’an’dır.

Kur’an der ki:
“Ahiret, elbette daha hayırlıdır ve bâkîdir.” (A’lâ, 17)

Ve yine Kur’an, insana hayatın sadece bu dünya ile sınırlı olmadığını, ölümle her şeyin bitmediğini, bilakis sonsuz bir hayata açıldığını bildirir. Cennet ile müjdeler, kabri aydınlatır, ölümü terhis eder.

Kur’an: Yaralı Kalbin Reçetesi

Modern çağda insan ne kadar ileri teknolojiye, bilgiye ve konfora ulaşsa da, iç dünyasında o “yarım kalmışlık” hissi gitmiyor. Çünkü maddiyat ruhu doyurmuyor. Kalpteki boşluk, ebediyet arzusudur. Bu boşluğu sadece Kur’an’ın sunduğu iman, ahiret ve Rabbini tanıma hakikati doldurabilir.

Kur’an, sadece bir kitap değil; yaralı insanlığın reçetesi, kırılmış kalplerin merhemi, bütün insanlığın ahiret yurdundaki gerçek saadetini haber veren ilahî bir mektuptur.

Ey İnsan! Hayal Kırıklığını Umuda Çevir

Eğer bu dünyada hayallerin kırıldıysa, umudun yıkıldıysa, bil ki senin ruhun aslında bu dünyaya değil, ebedî saadete ayarlıdır. Bu hayal kırıklığı bir davetiyedir. Seni dünyadan alıp ahirete çağıran bir ikazdır.

Hayal kırıklığını teselli eden bir şey arıyorsan, Kur’an’a yönel. Çünkü Kur’an seni boşluklardan sonsuzluğa, geçicilikten kalıcılığa, umutsuzluktan hakiki müjdeye götürür.

Özet

İnsan sonsuzluğu ister ama dünya fânidir. Bu yüzden dünya hayatı insanın içinde derin bir hayal kırıklığı bırakır. Bu “inkisar-ı hayal”i tedavi edecek tek hakikat ebedî hayattır. Ve o ebedî hayatın varlığını, anlamını, müjdesini en net şekilde veren yalnız Kur’an-ı Kerim’dir. Kur’an, yaralı insan ruhunun yegâne reçetesidir. O hâlde dünya geçicidir, ama Kur’an’ın sunduğu ebediyet gerçektir. Ona yönelen, hayal kırıklığını ümit nuruna çevirir.

 




Şişe ile Elmas: İlmin İki Yüzü ve Tercih Meselesi

Şişe ile Elmas: İlmin İki Yüzü ve Tercih Meselesi

“Evet, mekteplerde dünya maişeti ya rütbeleri için fenleri ders okumak, bu kısacık dünyevî hayatta derecesi, faydası bir ise ebedî hayatta Kur’an ve Kur’an’ın kudsî kelimelerini ve nurlu ve imanî manalarını öğrenmek, binler derece daha kıymetlidir. Onlar şişe hükmünde, bunlar elmas hükmündedir. ”
Emirdağ Lâhikası 1

İlim, insanlığın hem kalbine hem aklına ışık tutan en kıymetli hazinedir. Ancak bu hazine iki yönlüdür: Biri dünyevî fen ilimleriyle, biri de uhrevî Kur’anî ilimlerle ilgilidir. Her biri kıymetlidir; fakat birine sadece geçici dünya hayatı için yönelmek, diğerini ise ebediyet için terk etmek, insanı büyük bir zarara uğratır.

İlim Nedir, Ne İçindir?

İnsanoğlu ilmi sever. Bilmek ister, anlamak ister, keşfetmek ister. Fakat bu bilmenin niyeti ve gayesi, ilmin kıymetini doğrudan belirler. Eğer ilim, sadece makam, rütbe, şöhret veya geçim içinse, bu ilim bir şişe gibidir. İçinde kısa bir ışık vardır; kırılır, söner, kaybolur. Zira bu tür bir ilim, ölümle beraber hükmünü yitirir.

Ama ilim, Allah’ı tanımak, yaratılışın hikmetini kavramak, ahiret yolculuğuna hazırlanmak içinse; işte bu elmas kıymetinde bir ilimdir. Ne zaman, ne yerde, ne de ölüm karşısında değerini kaybetmez. Ebedî saadetin anahtarı olur.

Bediüzzaman Said Nursî’nin buyurduğu gibi:

> “Mekteplerde dünya maişeti ya rütbeleri için fenleri ders okumak… faydası bir ise; ebedî hayatta Kur’an’ın kudsî kelimelerini ve imanî manalarını öğrenmek, binler derece daha kıymetlidir.”

Dünya için Şişe, Ahiret için Elmas

Bugün milyonlarca genç, “iyi bir iş” için, “makam sahibi olmak” için yıllarca tahsil yapıyor. Okuyor, çabalıyor, sınavlara giriyor. Elbette bunda yanlış yok. Lâkin esas eksiklik, bu eğitimin ahiret perspektifinden koparılmasıdır.

Çünkü dünya bir gün bitecek. Makamlar sona erecek. Şöhret silinecek. Zenginlikler paylaşılacak. Ama kalpteki iman, zihindeki marifetullah bilgisi, ruhun tanıdığı Kur’anî hakikatler asla kaybolmayacak. Bilakis kabirde, mahşerde, sıratta ışık olacak.

Bir fizikçinin bilgiyle göğe baktığında sadece yıldız görmesiyle; bir mü’minin aynı göğe Kur’an’la bakıp Rabbin azametini, kudretini, rahmetini görmesi aynı şey değildir. Birincisi şişe, ikincisi elmas hükmündedir.

İlim Allah İçin Olursa Hakikat Olur

Kur’an-ı Kerim’de Rabbimiz buyurur:
“Allah’tan ancak, kulları içinde âlimler korkar.” (Fâtır, 28)
Bu ayet gösteriyor ki hakiki ilim, kişiyi Allah’a yaklaştırandır. İnsanı kibir değil, tevazuya götürendir. Hakkı bildikçe hakikate yönlendiren, hayatı anlamlandıran bir ilimdir bu. Bu ilim, hem dünya hem ahiret saadetini beraber getirir.

Gençlikte Elmas Arayışı

Gençliğin en verimli yıllarını sadece geçim uğruna şişelere koşarak geçiren insan, yaşlandığında elinde ışığı sönmüş cam kırıklarıyla kalabilir. Halbuki aynı gençlik yıllarında imanî dersler, Kur’an ilimleri, tefekkür ve marifetullah ile donanmış biri, kabre yürürken bile elinde elmas gibi ışıklar taşır. Bu ışık hem kendisini hem çevresini aydınlatır.

Özet

İlim, niyete göre şekil alır. Sadece dünyalık hedefler için tahsil edilen bilgi, geçici ve kırılgan bir şişe gibidir. Fakat Allah’ı tanımak, iman hakikatlerini öğrenmek, Kur’an’ın nurunu idrak etmek maksadıyla elde edilen ilim ise elmas kıymetindedir. İnsan, geçici dünya hayatı için şişelere değil, ebedî ahiret hayatı için elmaslara talip olmalıdır. Çünkü ilmin en yüksek mertebesi, insanı Rabbine götüren ilimdir.

 




Ölüm: Bir Son Değil, Sonsuzluğa Açılan Kapı

Ölüm: Bir Son Değil, Sonsuzluğa Açılan Kapı

“Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor. Ve madem siz de herkes gibi kabre koşuyorsunuz. Ve madem o kat’î ölüm ehl-i dalalet için idam-ı ebedîdir, yüz bin hamiyetçilik ve dünya-perestlik ve siyasetçilik onu tebdil edemez. Ve madem Kur’an, o idam-ı ebedîyi ehl-i iman için terhis tezkeresine çevirdiğini güneş gibi ispat eden Risale-i Nur elinize geçmiş.”
Emirdağ Lâhikası 1

Hayat, herkesin gözleri önünde sürüp giden bir imtihandır. İnsan, doğar, büyür, sevinir, üzülür, mücadele eder; sonra bir gün mutlak bir hakikat olan ölümle yüzleşir. Ne zenginlik, ne şöhret, ne de makam bu akıbeti değiştirebilir. Zira Kur’an’ın ifadesiyle:
“Her nefis ölümü tadacaktır.” (Âl-i İmrân, 185)

İşte bu kaçınılmaz gerçek karşısında insan iki farklı yoldan birini seçer. Birincisi, inkâr ve dalalet yoludur ki bu, ölümü bir yok oluş, bir karanlık, bir ebedî idam olarak gösterir. İkincisi ise, iman ve hidayet yoludur ki bu da ölümü bir terhis, bir ebedî saadete açılan kapı, bir kavuşma vesilesi olarak görür.

Ölümden Korkmak mı, Ölümü Anlamak mı?

İnsan ölmekten değil, yok olmaktan korkar. Oysa Risale-i Nur’un işaret ettiği gibi ölüm, ehl-i dalalet için gerçekten bir idam-ı ebedî, bir yok oluş gibidir. Çünkü ahiret inancı olmayan bir insan için ölüm; tüm sevdiklerinden, hayattan ve varlıktan kopuştur. Bu kopuş öylesine dehşetlidir ki, insan bütün ömrü boyunca bunu unutmaya, bastırmaya, eğlence ve dünyevî meşguliyetlerle örtbas etmeye çalışır. Ne var ki, ölüm kapısını hiçbir zaman kapatamaz.

Ancak imanla bakan için ölüm, bir idam değil; bir tahliye, bir vazife bitimi, bir terhis tezkeresidir. Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası’nda bunu veciz bir şekilde ifade eder:
“Madem ölüm öldürülmüyor, kabir kapısı kapanmıyor… ve Kur’an, o idam-ı ebedîyi ehl-i iman için terhis tezkeresine çevirdiğini Risale-i Nur’la güneş gibi ispat ediyor…”

İşte bu cümle, insanlık için hakikatin özüdür: Ölümden kaçılmaz ama ölümle yüzleşmenin iki farklı yolu vardır.

Hizmetle Gelen Terhis

Bir asker, vatan hizmetini tamamladığında, komutanından bir terhis tezkeresi alır. Bu onun artık istirahate, ailesine ve gerçek yuvasına dönebileceğinin belgesidir. Aynı şekilde, dünyaya bir imtihan için gönderilen insan da kulluk görevini iman ve salih amel ile tamamladığında, ölüm ona bir terhis tezkeresi olur. Bu tezkereyle sonsuz rahmet diyarı olan cennete geçiş yapar.

Ne mutlu o kişiye ki dünyadayken bu gerçeği anlayarak yaşamış ve ölümü ehl-i dünya gibi inkârın dehşetli karanlığında değil, imanın nuruyla karşılamıştır.

Kur’an ve Risale-i Nur: Ölümün Mahiyetini Aydınlatan İki Işık

Kur’an, ölümün sadece bir geçiş olduğunu, ebedî hayatın mukaddimesi olduğunu beyan eder. Risale-i Nur ise bu hakikati çağımız insanının anlayacağı bir lisanla açıklar. Kur’an’dan aldığı ders ile Risale-i Nur diyor ki:
“Eğer iman varsa, ölüm ömürden daha hayırlıdır. Çünkü ölüm seni sevdiklerine ve Rabbine kavuşturur.”

Eğer iman yoksa, ölüm her şeyin sonudur. İşte o zaman insanı dünya ile avutan, siyasetle oyalayan, şöhretle kandıran hiçbir şey onu ölümün dehşetinden kurtaramaz.

Özet

Ölüm, iman nazarında bir yok oluş değil; ebedî hayata bir geçiştir. Kur’an ve Risale-i Nur, bu hakikati en açık şekilde ortaya koyar. Ehl-i dalalet için ölüm bir idam gibi görünse de, ehl-i iman için bir terhis tezkeresi, bir vuslat ve bir müjde hükmündedir. Hayatın en büyük hakikati olan ölümü, ancak imanla anlamlandırmak mümkündür. Ölümden korkmak yerine, onu tanımak ve ona hazırlanmak hakiki bir aklın ve kalbin gereğidir.

 




İslâm’sız Terbiye ile Terörleşen Zihin: Asrın En Büyük Tehlikesi ve Vazifemiz

İslâm’sız Terbiye ile Terörleşen Zihin: Asrın En Büyük Tehlikesi ve Vazifemiz

“Hem bir Müslüman, başka milletler gibi değil. Eğer dinini bıraksa anarşist olur, hiçbir kayıt altında kalamaz; istibdad-ı mutlaktan, rüşvet-i mutlakadan başka hiçbir terbiye ve tedbirle idare edilmez. Bu hakikatin çok hüccetleri, çok misalleri var. Kısa kesip sizin zekâvetinize havale ediyorum. Bu asrın Kur’an’a şiddet-i ihtiyacını hissetmekte İsveç, Norveç, Finlandiya’dan geri kalmamak size elzemdir. Belki onlara ve onlar gibilere rehber olmak vazifenizdir.

Siz, şimdiye kadar gelen inkılab kusurlarını üç dört adamlara verip şimdiye kadar umumî harp ve sair inkılabların icbarıyla yapılan tahribatları –hususan an’ane-i diniye hakkında– tamire çalışsanız hem size istikbalde çok büyük bir şeref ve âhirette büyük kusuratlarınıza keffaret olup hem vatan ve millet hakkında menfaatli hizmet ederek milliyet-perver, hamiyet-perver namına müstahak olursunuz. ”
Emirdağ Lâhikası 1

Giriş: Müslüman Milletler Anarşiye Düşerse

Bediüzzaman, Batı toplumlarıyla Müslüman milletler arasındaki en derin farkı şöyle özetler:

> “Bir Müslüman, başka milletler gibi değildir. Dinini bıraksa anarşist olur.”

Çünkü İslâm, Müslüman bireyin yalnız ibadetini değil, düşüncesini, ahlâkını, davranışlarını, hatta en mahrem kararlarını dahi kuşatan bir bütün olarak, bir terbiye sistemidir.

Batılı insan için din, vicdanî bir alandır; toplumsal hayatın belirleyicisi değildir. Ama Müslüman için din; hayatın anlamı, toplumun temeli, ferdin iç disiplini ve kalbin direğidir.

  1. İslâm’sız Bir Müslüman Toplum: Rüşvetle Yönetilen Anarşiler

Bediüzzaman açıkça uyarır:

> “Eğer dinini bıraksa anarşist olur; hiçbir kayıt altında kalamaz.”

Bu cümle, laikleşme adına yapılan bütün yanlışları ifşa eden bir tesbittir. Çünkü:

İslâm’dan koparılmış bir Müslüman toplum, ahlâkî olarak başıboş kalır.

Kanunla değil, çıkarla hareket eder.

Hakka değil, hesaba göre yaşar.

Vicdan değil, menfaat ölçü olur.

Bu da neticede şu iki bataklığı doğurur:

  1. İstibdad-ı Mutlak: Dine sırtını dönmüş kitleleri ancak zorbalıkla yönetme arzusu.
  2. Rüşvet-i Mutlaka: Her şeyi parayla satın alma mantığı, devletin ve ahlâkın çöküşü.
  3. Batı’dan Geride Kalmayalım, Onlara Rehber Olalım

Üstad, dikkat çeken bir kıyasla şunları söyler:

> “Bu asrın Kur’an’a şiddetli ihtiyacını hissetmekte İsveç, Norveç, Finlandiya’dan geri kalmamalısınız.”

Bu cümleyle iki önemli mesaj verilir:

Birincisi: Batılı toplumlar bile manevî boşlukları fark edip, Kur’an’ın mesajına yöneliyor.

İkincisi: Müslümanlar, bu uyanışa rehber olacak yerde geride kalmamalı; Kur’an’ı yalnız öğrenen değil, yaşayıp gösteren toplum olmalı.

Yani Kur’an’ın yaşandığı topraklar, artık hafız yetiştirmekle beraber, şuur ve örneklikle de Kur’an’a hizmet etmeli.

  1. Geçmişin Kusurunu Tamir Etmek, Geleceği Kurtarır

Üstad, geçmişteki inkılapların dine verdiği tahribata dikkat çeker ve diyor ki:

> “Şimdiye kadar gelen inkılap kusurlarını üç dört adamın şahsına verip, tahribatı tamire çalışsanız…”

Bu ifadeyle, geçmişle kavga etmek yerine, tarihin hatalarını düzeltme sorumluluğu önümüze konuluyor. Yani:

Sadece şikâyet değil, ıslah etmek,

Yalnızca eleştiri değil, inşa etmek gerekiyor.

Zira bir milletin geleceği, geçmişiyle hesaplaşmasında değil, onu anlayıp onarmasında saklıdır.

  1. Bu Yolun Sonu Hem Dünya Hem Âhiret Şerefi

Bu tamir vazifesini yüklenenler hakkında Bediüzzaman şöyle der:

> “İstikbalde büyük bir şeref, ahirette kusurlarına keffaret olur.”

Yani:

Dine hizmet etmek, bu çağda en büyük izzet ve itibardır.

Manevî çöküşü durdurmak, sadece bir vazife değil; bir kurtuluş vesilesidir.

Bu milletin, vatanın, dinin selameti için uğraşanlara; tarihin ve ahiretin huzurunda mükâfat vardır.

Bu da bizlere, hayatın kısa ve geçici olduğu şu dünyada kalıcı bir iz bırakma imkânı sunar.

ÖZET:

Bir Müslüman, dininden uzaklaştığında, Batı’daki gibi değil, ahlâken çökmüş ve anarşist hale gelir.

Bu durum, ancak rüşvet ve istibdatla yönetilebilir bir topluma dönüşür.

Kur’an’a olan ihtiyaç bugün İsveç’te bile hissediliyorken, Müslümanlar geride kalmamalı; aksine rehber olmalıdır.

Geçmişteki tahribatı onarmak, geleceğe umut, ahirete keffaret olur.

Dinî değerleri tamir etmek, sadece ilim adamlarının değil, her ferde düşen bir haysiyet görevidir.

 




Zulüm Devam Ediyor, Ümmet Susuyor: Gazze’den Yükselen Son Çağrı

Zulüm Devam Ediyor, Ümmet Susuyor: Gazze’den Yükselen Son Çağrı

İnsanlık tarihinin en uzun ve en acımasız kuşatmalarından biri, hâlen Gazze’de devam ediyor. Bir avuç insan, dünyanın gözü önünde, karadan, havadan ve denizden kuşatılarak kıyıma uğruyor. Bombaların altında can veren çocuklar, yıkılmış evlerin molozları altından çıkarılan bebekler, çadırlar içinde hayata tutunmaya çalışan yaşlılar… Ve en kötüsü: Bütün bunlar olurken, İslam âlemi hâlâ sadece kınıyor.

Gazze’den gelen son çağrı, artık sabrın değil, suskunluğun sınandığını gösteriyor. “Kınama paradoksu” denilen o tuhaf hâl, İslam ülkelerinin diplomatik söylemlerde sıkışıp kaldığını anlatıyor. Artık Gazzeliler söz değil, adım bekliyor. Sadece dua değil, somut destek istiyor. Sadece başsağlığı değil, gerçek bir sahiplenme arıyor.

  1. İnsanlığın İmtihanı: Gazze

Gazze, bugün bir coğrafya olmanın ötesinde, bir ilahi imtihan vesikası hâline gelmiştir. Orada atılan her bomba, sadece bir çocuğun bedenini değil, aynı zamanda ümmetin vicdanını da parçalamaktadır. Her mazlum gözyaşı, “Neredesiniz ey kardeşlerimiz?” diye sormaktadır.

🔹 İbret: Zulme karşı sessiz kalanlar, zalimin suç ortağı olmaktan kurtulamaz.

  1. Kınama Değil, Kıyam Zamanı

İslam ülkeleri bugüne kadar genellikle kınama mesajları yayımladı. Toplantılar düzenlendi, kameralar önünde sert konuşmalar yapıldı. Fakat sahada hiçbir şey değişmedi. Çünkü:

İsrail, sadece söylemlerle değil, eylemlerle sınırlandırılabilir.

Diplomasi, ahlak ve adalet üzerine kurulu değilse, zalimi cesaretlendirir.

Ümmet, pasif kalarak değil, birleşerek ve direnerek onurunu koruyabilir.

🔹 Hikmet: Mü’min, bir delikten iki defa ısırılmaz. Aynı hataları tekrar etmek, gaflettir.

  1. Maneviyatın Kudreti: Kassam’ın Cevabı

İzzeddin el-Kassam Tugayları’nın bir askeri değiliz belki ama onların ruhunda taşıdığı inancı anlayabiliriz. Ellerinde en ileri teknolojiler yoktu ama kalplerinde Allah’a tam bir teslimiyet vardı. Kur’an’la moral bulan, sabah namazından sonra cepheye yürüyen o gençler, sadece düşmanla değil, ümmetin umutsuzluğuyla da savaşıyorlar.

🔹 Düşündürücü Gerçek: En büyük güç, imanla harmanlanmış adanmışlıktır.

  1. Sessiz Kıyametin Tanıkları: Babalar ve Çocuklar

Ahmed Katayif’in hikâyesi, sadece bir dram değil; bütün babalara, bütün ümmete bir ayna… Çocuklarına yiyecek ararken vurulmak, sadece fiziki bir katliam değildir; aynı zamanda insanlığın iflasıdır. Bu tablo karşısında hâlâ lüks masalarda mükellef sofralarına oturanlar, hâlâ Filistin’in adını dillerine almaktan imtina edenler, bu dramın manevi failleridir.

🔹 İbret: Bir ekmek uğruna vurulan babalar, ümmetin izzeti uğruna can veren neferlerdir.

  1. Batıdan Yükselen Sesler: İsveç’teki Vicdan

Stockholm sokaklarında toplanan yüzlerce kişi, “Filistin için adalet” diye haykırdı. Bu, Batı’nın tamamıyla duyarsız olmadığını, vicdanlı bireylerin hâlâ yaşadığını gösteriyor. O hâlde soralım: Milyonlarca Müslüman’ın yaşadığı şehirlerde niçin bu kadar sükût hâkim?

🔹 Ders: Vicdan, din farkı gözetmez. Lakin inanan, inancının gereğini yapmazsa vebali ağır olur.

  1. İslam Ülkelerine Çağrı: Direnişin Hesabı Mahşerde Sorulur

Gazzeliler bu çağrıyı son kez yapıyor olabilir. Çünkü kuşatma altında kalan bir millet, artık hayatta kalma değil, şerefli ölme çizgisine dayanmış durumda. Eğer İslam ülkeleri bugün de harekete geçmezse; sadece Gazze değil, ümmetin haysiyeti de yerle bir olacak.

🔹 Hakikat: Mazlumun bedduası, top mermisinden daha tesirlidir. Hele ki mazlum çocuksa, dua arşa ulaşır.

SONUÇ VE ÖZET

Gazze, bugün İslam dünyasının aynasıdır. Orada dökülen her kan, bizim damarlarımızdan akmaktadır. Kınamalar, artık samimiyet testinden geçememektedir. Müslüman ülkelerin liderleri, sadece kameralar önünde değil, kalplerinde de kıyam etmelidir. Mücahitler silahla, babalar sabırla, çocuklar gözyaşıyla direnirken; bizler neyle direniyoruz?

Unutulmamalıdır ki:

> “Zulme rıza, zulüm kadar günahtır. Susmak da bir tercihtir. Ve her tercih bir imtihandır.”

Makale Özeti:

Gazze’den İslam dünyasına yapılan son çağrı, harekete geçme çağrısıdır.

Kınama mesajları, artık etkisiz ve samimiyetsizdir.

Kassam Tugayları’nın mücadelesi, maneviyatla beslenen bir direniştir.

Gazze’de vurulan her çocuk, ümmetin ortak vebalidir.

Batı’da vicdanlar konuşurken, İslam ülkeleri susmaktadır.

Gazze, ümmetin hem aynası hem de mahşerdeki şahitleridir.

En büyük ihtiyaç: somut dayanışma, kalıcı birlik, samimi kıyam.

 




İslâm’ın Kalbini Hedef Alan Plan: Merkezden Koparma ve Uhuvveti Tersine Çevirme

İslâm’ın Kalbini Hedef Alan Plan: Merkezden Koparma ve Uhuvveti Tersine Çevirme

“İkinci cereyan: Âlem-i İslâm’daki müstemlekatlarını kendilerine ısındırmak ve tam bağlamak için bu vatandaki kuvvetli merkeziyet-i İslâmiyeyi dinsizlikle ittiham etmekle bozmak ve âlem-i İslâm’ın irtibatını manen kesmek ve uhuvvetlerini bu millete adâvete çevirmek gibi bir planla şimdiye kadar bir derece muvaffak da olmuş. Eğer bu cereyanın aklı başında olsa bu dehşetli planı değiştirip hariçteki âlem-i İslâm’ı okşadığı gibi, bu merkezdeki İslâmiyet dinini okşasa hem o da çok istifade eder hem azîm fütuhatını bir derece muhafaza eder hem bu vatan ve millet dehşetli beladan kurtulur.”
Emirdağ Lâhikası 1

Giriş: İttihad-ı İslâm’ın Kalbi Neresi?

Tarihin şahit olduğu en büyük inkılâplardan biri, Kur’an’ın bayrağını omuzlayan bir milletin merkezde konumlanmasıdır. Bu merkez, sadece coğrafi değil, manevî ve siyasî bir merkezdir. Hilafet, İslâmî ilimlerin beşiği, cihadın karargâhı ve ümmetin güvenli limanı olan bu yer: Anadolu’dur, Osmanlı’dır, Türk milletidir.

Bediüzzaman, bu merkezin ehemmiyetine işaret ederken şunu da açıkça dile getirir: Bu merkez hedef alınmıştır. Hedefin sebebi açıktır: “Âlem-i İslâm’ın irtibatını kesmek, uhuvveti adâvete çevirmek, İslâm’ın merkeziyetini kırmak.”

  1. Dış Güçlerin En Sinsi Planı: Merkezdeki İslâmiyeti Dinsizlikle İtham Etmek

Bediüzzaman bu cereyanı çok açık ifade eder:

> “Bu vatandaki merkeziyet-i İslâmiyeyi dinsizlikle ittiham etmekle bozmak…”

Yani bu topraklarda yükselen İslâmî şuur, dış güçler tarafından:

Aşağılama ve karalama yoluyla bastırılmak istenmiş,

“İslâmî duyarlılık = irtica” ya da “İslâm = geri kalmışlık” şeklinde algı operasyonları yapılmış,

İslâm’ın kalbi olan bu merkez, âlem-i İslâm’a kötü tanıtılmıştır.

Bu, sadece bir iç politika değil; küresel bir stratejidir.

  1. Uhuvvetten Adavete: Kardeşlik Yerine Kırgınlık

Planın bir diğer ayağı şudur:

> “Âlem-i İslâm’ın uhuvvetini bu millete adâvete çevirmek.”

Bu, 19. ve 20. yüzyıl boyunca şu yollarla yapılmıştır:

Osmanlı’nın ümmete liderlik etmesinden rahatsız olan Batılılar, Arap dünyasını tahrik etmiştir.

İngilizlerin “böl ve yönet” politikasıyla Arap milliyetçiliği körüklenmiş, Osmanlı düşmanlığı inşa edilmiştir.

Bir yanda bu topraklar “irtica yuvası” olarak gösterilmiş, diğer yanda hilafete sahip çıkan millete “sömürgeci” yaftası vurulmuştur.

Sonuç:

Kalpler ayrılmış, zihinler bulandırılmış,

Âlem-i İslâm’ın kardeşlik bağı yerine şüphe, soğukluk ve hatta kin yerleşmiştir.

  1. Bu Planın Gerçek Gayesi: İslâm’ı Merkezsiz Bırakmak

Asıl hedef İslâm birliğinin kökünü kazımak, ümmeti başsız ve dağınık bırakmaktır.

Merkezdeki İslâmiyet zayıflarsa;

Hilafet hayali unutturulur,

Dinî ilimlerin üretim merkezi susar,

Siyasi birlik hayali dağılır.

Yani kaleyi içten çökertme planıdır bu. Silahlarla değil, algılarla ve ithamlarla yapılan bir fetih harekâtıdır.

  1. Bediüzzaman’dan Çözüm: Dışın Yaptığını İçeride Tekrarlama!

Üstad Hazretleri bu noktada hem içeridekileri uyarır, hem dışarıya seslenir:

> “Eğer bu cereyanın aklı başında olsa… bu merkezdeki İslâmiyet dinini okşasa hem o da istifade eder, hem fütuhatını muhafaza eder, hem millet beladan kurtulur.”

Yani:

Dış güçler İslâm’ı düşman gibi görmekten vazgeçmeli,

Türkiye içindeki unsurlar da Batı’yı taklit ederek İslâm’a cephe almamalı,

İslâm’ı bastırarak değil, yaşatarak huzur sağlanabilir.

Çünkü bu milletin kimliği, tarihi ve geleceği İslâm’la iç içedir. İslâm’sız bir milliyetçilik, köksüz bir çınardır.

  1. Günümüzde Bu Plan Devam Ediyor mu?

Evet, hâlâ aynı taktikler uygulanmaktadır:

İslâmî duyarlılığa sahip kurumlar ya marjinalleştiriliyor ya da sahte örneklerle yozlaştırılıyor.

Dindar görünüm altında yapılan yanlışlar, merkezin tümüne fatura edilmeye çalışılıyor.

Arap dünyasında hâlâ Türk karşıtlığı algılar üzerinden diri tutulmaya çalışılıyor.

Bu planlara karşı:

Hem bu milletin fertleri imanla bilinçlenmeli,

Hem de kardeş coğrafyalarla bağlar Kur’an ortak paydasında yeniden kurulmalıdır.

ÖZET:

Batılı güçler, İslâm âlemini parçalamak için Türkiye merkezli İslâmiyet’e saldırmıştır.

Plan; bu merkezi dinsizlikle itham etmek, ümmeti merkeze düşman etmektir.

Bu taktiklerle uhuvvet zedelenmiş, birlik zayıflatılmıştır.

Bu plana karşı yapılması gereken; Kur’an’a sarılmak, kardeşliği ihya etmek ve İslâm’ın merkezî değerini yeniden canlandırmaktır.

Üstad Bediüzzaman’ın gösterdiği çözüm: Dıştan gelen cereyanlara karşı imanla, ilimle, uhuvvetle set çekmek; içeride Batı’yı değil Kur’an’ı ölçü almak.

 




Başlıksız Bir Liderlik Serüveni: Erdoğan’ın Siyasi Yolculuğu ve Hikmetli Dersler

Başlıksız Bir Liderlik Serüveni: Erdoğan’ın Siyasi Yolculuğu ve Hikmetli Dersler

Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi serüveni, sadece bir şahsın yükseliş hikâyesi değil; aynı zamanda bir milletin yön arayışının, kimlik mücadelesinin ve kaderle buluşmasının modern bir izdüşümüdür. Belediye başkanlığından cumhurbaşkanlığına, oradan da dünya siyasetinde “oyun kurucu” bir figüre dönüşen bu yolculuk; kararlılığın, stratejinin, tevekkülün ve halk iradesine yaslanmanın harmanlandığı eşsiz bir örnektir.

  1. İlk Adım: Belediyecilikte Manevi Temelli Bir Hizmet Anlayışı

1994’te İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olarak sahneye çıkan Erdoğan, siyasi kariyerinin temelini “hizmet belediyeciliği” üzerine inşa etti. Altyapı, ulaşım, su ve çevre sorunlarının çözümüne odaklanan bu dönem; sadece teknik değil, aynı zamanda ahlâkî bir devrim olarak da okunabilir. Çünkü Erdoğan, yönetime “emanet” gözüyle bakan bir anlayışı temsil ediyordu.

🔹 Sır neydi? Samimiyet, liyakatli kadrolar ve milletin duasını alacak işler yapmak.

  1. Zorluklarla Yoğrulan Bir Liderlik

Erdoğan’ın 1998’de şiir okuduğu için hapse girmesi, siyasetin görünmeyen duvarlarına çarpmasıydı. Fakat bu engel, onun halk nezdindeki meşruiyetini arttırdı. Hapis bir bitiş değil, bir doğuştu. 2001’de kurduğu AK Parti ile artık sadece bir şehir değil, bir ülke vizyonuna talipti.

🔹 Manevî etken neydi? Sabır, kaderin adım adım ördüğü bir liderlik yolu.

  1. Başarıyı Getiren Faktörler

İstikrarlı Vizyon: “Ülke yönetimi projeyle olur” diyerek popülizmden uzak durdu.

Kadro Disiplini: Davası olan insanlar etrafında toplandı. Bürokrasiyle değil, gönüllerle yürüdü.

Kriz Yönetimi: Gezi Olayları, 17-25 Aralık, 15 Temmuz gibi krizlerde dağılmak yerine toparladı.

Milletle Kurulan Organik İlişki: Üslubu halk dilindeydi. Dertle konuştu, dertle dertlendi.

  1. Attığı Önemli Adımlar ve Yatırımlar

Sağlıkta Dönüşüm: Şehir hastaneleri, erişilebilir sağlık.

Ulaştırma: Marmaray, Avrasya Tüneli, Yavuz Sultan Selim Köprüsü gibi mega projeler.

Savunma Sanayi: İHA-SİHA teknolojilerinde yerlilik hamlesi.

Eğitim ve İhracat: Okullaşma oranlarında artış, ihracatın 250 milyar dolara dayanması.

  1. Yapamadıkları, Sebepler ve Maniler

Toplumsal Uyum: Bazı kesimlerle köprü kurmakta zorluklar yaşandı.
Veya o kesim değişime ayak uyduramadı.

Ekonomik Dengesizlikler: Kur-faiz-enflasyon denkleminde zaman zaman kırılganlıklar oluştu.

Kadro Erozyonu: Yıllar içinde dava ruhu zayıflayan kadrolar, halkla araya mesafe koydu.

Adalet Algısı: Yargı bağımsızlığı, liyakat gibi alanlarda eleştiriler arttı.

🔹 Bütün bunların ortak sebebi: İktidar süresi uzadıkça, iç muhasebe zayıfladı; “ne için çıktık, nereye gidiyoruz?” sorusu geride kaldı.

  1. Milletin Beklentisi, Liderin Umudu

Millet, Erdoğan’dan adaletli, merhametli, kuşatıcı bir liderlik bekledi; “bizden biri”nin yönettiği duygusu hep diri kaldı. Erdoğan da milletten sadakat, destek, sabır ve dua istedi. Bu karşılıklı bağ, diğer tüm siyasi liderliklerden farklı olarak, siyasi değil gönül bağlarıyla kuruldu.

  1. Sırrın Özeti: Üç Temel Dinamik
  2. Tevekkül – Her zorluğu “imtihan” olarak görmek, inancı merkezde tutmak.
  3. Teşkilat – İş bilen, dertli, sadık kadrolarla çalışmak.
  4. Tevazu – “Millete hizmetkâr olmak” duygusunu asla yitirmemek.

SONUÇ VE ÖZET

Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi serüveni, Türkiye’nin son 30 yıllık değişim hikâyesinin de bir aynasıdır. Hizmet odaklı başlayan yolculuk, küresel meselelerde söz sahibi bir liderliğe dönüşmüştür. Bu süreçte samimiyet, milletle kurulan gönül bağı, ve tevekkül en belirleyici unsurlar olmuştur.

Fakat her büyük yürüyüş gibi, bu yolculuk da eleştiriye açık, eksikleriyle yüzleşmeye muhtaçtır. Asıl mesele; başlarken yürekten atılan o adımı, varılan yerde muhafaza edebilmektir.

Makale Özeti:

Erdoğan’ın yükselişi, hizmet odaklı bir anlayışla başladı.

Kadrolar, vizyon, maneviyat ve kriz yönetimi başarının anahtarı oldu.

Sağlık, ulaşım ve savunmada önemli yatırımlar yapıldı.

Eleştirilen yönler: adalet, liyakat, ekonomik istikrar ve toplumla diyalog.

Millet-lider bağı, gönül temelli bir güvene dayandı.

En temel istek: adalet, huzur ve refahın eşit paylaşımı.

Sırrı: tevekkül, teşkilat ve tevazu.

 




İki Dehşetli Cereyana Karşı Tek Kale: Kur’an’la Yoğrulmuş Millet

İki Dehşetli Cereyana Karşı Tek Kale: Kur’an’la Yoğrulmuş Millet

“Evet, hariçte iki dehşetli cereyana karşı bu kahraman millet, Kur’an kuvvetiyle dayanabilir. Yoksa küfr-ü mutlakı, istibdad-ı mutlakı, sefahet-i mutlakı ve ehl-i namusun servetini serserilere ibahe etmesini âlet ederek dehşetli bir kuvvetle gelen bir cereyanı durduracak ancak İslâmiyet hakikatiyle mezcolmuş, ittihat etmiş ve bütün mazideki şerefini İslâmiyet’te bulmuş bu millet dayanabilir. Bu milletin hamiyet-perverleri ve milliyet-perverleri, her şeyden evvel bu mümtezic, müttehid milliyetin can damarı hükmünde olan hakaik-i Kur’aniyeyi terbiye-i medeniye yerine esas tutmak ve düstur-u hareket yapmakla o cereyanı durdurur inşâallah.”
Emirdağ Lâhikası 1

Giriş: Dışarıdan Gelen İki Fırtına ve İçerde Sarsılan Kale

Bediüzzaman’ın “hariçte iki dehşetli cereyan” diye işaret ettiği kuvvetler, sadece belli bir dönemin siyasi baskı mekanizmaları değil, aynı zamanda kıyamete kadar sürecek fikrî ve ahlâkî tahribat odaklarıdır. Bu iki cereyan:

  1. Küfr-ü Mutlak (Mutlak İnkârcılık)
  2. İstibdad-ı Mutlak (Mutlak Zorbalık)

Bu iki cereyanın bugünkü izdüşümleri; ateizmin ideolojik hâliyle yayılması, sekülerliğin bir din gibi dayatılması, otoriterleşen sistemlerin maneviyatı yok sayması ve insanın insan üzerindeki tahakkümünün “medeniyet” kisvesiyle sunulmasıdır.

Bediüzzaman’a göre bu iki cereyana karşı durabilecek tek unsur:
“Kur’ân hakikatleriyle yoğrulmuş ve İslâmiyet’le mezcolmuş bir millet şuurudur.”

  1. Küfr-ü Mutlak: İnancı Yok Sayan Küresel Dalga

“Küfr-ü mutlak” sadece Allah’ı inkâr değil; ahireti, nübüvveti, maneviyatı ve değerleri de inkâr eden kapsayıcı bir inkâr sistemidir. Bu cereyan, dinin sadece reddini değil, hayatın dışına itilmesini hedefler. Özellikle 20. yüzyılın başlarında Sovyet materyalizmiyle başlayan bu cereyan bugün:

Küresel seküler ideolojiler,

Bilimci dogmatizm,

Dinsiz eğitim politikaları ve

Ahlâkî relativizm (her şeyin meşru kabul edilmesi) ile sürmektedir.

Bu cereyan, inancı “kişisel alan”a hapseder, toplumu dinden arındırılmış bir sistemle yönetmeyi amaçlar. Dinî sembolleri, değerleri ve kurumları aşağılamayı özgürlük zanneder.

  1. İstibdad-ı Mutlak: Hakkı Susturan Siyasi Tek Seslilik

“İstibdad-ı mutlak” ise halkın hür iradesini bastıran, fikir hürriyetini yok eden, düşünceyi ve inancı kontrol altına almaya çalışan baskıcı rejimlerdir.

Bu baskı yalnızca yönetimlerin zorbalığıyla değil, medya tekeli, eğitimde tek tipçilik, farklı fikirlerin bastırılması ve bireyin sürüleştirilmesiyle gerçekleşir.

Bugün bu istibdat, görünüşte modern ama özde despot sistemlerle devam eder:

Algı operasyonlarıyla halkın iradesine ipotek konur,

Seçimler var ama tercih özgürlüğü yoktur,

Medya çok ama hakikat susturulmuştur.

  1. Bu Fırtınalara Karşı Direnebilecek Güç: Kur’an’la Mezcolmuş Şuur

Bediüzzaman’a göre bu iki büyük dalgaya karşı duracak olan, ne kuru milliyetçilik, ne yalnızca siyaset, ne de akademik bilgi yığınlarıdır. Direnebilecek olan sadece:

> “İslâmiyet hakikatiyle mezcolmuş, ittihat etmiş ve bütün mazideki şerefini İslâmiyet’te bulmuş bir millet şuurudur.”

Yani millet;

Geçmişteki şanını imanî ve ahlâkî duruşuyla kazanmıştır.

Geleceğini de aynı zeminde inşa etmelidir.

Milliyet, Kur’an’dan bağımsız bir gurura dönüşürse dağılır.

Ama Kur’an ile birleşirse bir diriliş ruhuna dönüşür.

  1. Eğitim ve Terbiye Meseleleri: Medeniyet mi, Hakaik-i Kur’âniye mi?

Bediüzzaman açıkça uyarır:

> “Terbiye-i medeniye yerine hakaik-i Kur’âniye esas tutulmalıdır.”

Buradaki “medeniyet”ten kasıt, sadece Batı’yı taklit eden, Allah’ı unutan, insanı ilahlaştıran seküler eğitimdir. Bu eğitim sistemi;

Allah’tan bahsetmez,

Hayatın amacını unutmuş nesiller üretir,

İdeal değil, hedefsiz insan yetiştirir.

Bunun yerine “Kur’an terbiyesi” esas alınmalıdır. Bu terbiye;

Hem aklı hem kalbi doyurur,

Hem dünya hem ahiret için hazırlar,

Hem de ferdin iç dünyasını inşa eder.

  1. Günümüz Yorumu: Anarşi, Sefahat ve Servet Tahribatı

Bediüzzaman’ın ifadesiyle, bu cereyanlar sadece fikirle değil, sefahatle (eğlence bağımlılığı), servetin ahlâksızca dağıtılmasıyla, ehl-i namusun zayıflatılmasıyla desteklenir. Bugün bunu net görüyoruz:

Aile yapısı zayıflatılmış,

Gençlik ahlâksızlığa meyilli hâle getirilmiş,

Hak eden değil, serseriye çalışan sistem oluşmuş.

Bu düzenin devamı, ancak milletin Kur’an’a sarılmasıyla engellenebilir. Aksi takdirde ahlâkî ve siyasî çöküş kaçınılmaz olur.

ÖZET:

Bediüzzaman’ın “iki dehşetli cereyan” dediği tehlikeler: küfr-ü mutlak ve istibdad-ı mutlaktır.

Bu cereyanlar, iman ve hürriyet düşmanıdır. Sekülerlik, dinsizlik ve baskıcı yönetimler hâlinde tezahür eder.

Bu iki cereyana karşı, İslâmiyet’le yoğrulmuş bir millî şuur, yani Kur’an’a bağlılıkla hareket eden bir millet direnir.

Eğitimin temeline “Kur’an hakikatleri” konmalı, terbiye-i medeniye değil, “hakikî marifet” esas alınmalıdır.

Sefahat, servet adaletsizliği ve ahlâk çöküşü ile gelen bu dalgaya karşı, Kur’an ve iman tek kurtuluş yoludur.