Zamanın Cihadı: Kalemle, Sabırla ve Sadakatle

Zamanın Cihadı: Kalemle, Sabırla ve Sadakatle

“Asıl mesele bu zamanın cihad-ı manevîsidir. Manevî tahribatına karşı set çekmektir. Bununla dâhilî asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir.
Ve cihad-ı maneviyenin en büyük şartı da vazife-i İlahiyeye karışmamaktır ki “Bizim vazifemiz hizmettir, netice Cenab-ı Hakk’a aittir; biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz.”
Emirdağ Lâhikası 2

Her çağın bir cihadı vardır. Bir dönemde el, bir dönemde söz, bir dönemde fikir ve bir dönemde sabır öne çıkar. Ancak çağımızda en büyük yıkım, maddî değil; manevî tahribat üzerinedir. Kalpler kırık, inançlar sarsılmış, değerler aşınmıştır. İşte bu sebeple, Bediüzzaman Said Nursî’nin şu sözü büyük bir hakikati haykırır:

> “Asıl mesele bu zamanın cihad-ı manevîsidir. Manevî tahribatına karşı set çekmektir.”

Yani bugünün en büyük mücadelesi; imanı kurtarmak, ahlâkı korumak ve kalpleri onarmaktır. Savaş meydanlarında değil, fikir cephelerinde, nefsin tuzaklarında, inançsızlık dalgalarında verilir bu cihad.

Manevî Tahribata Karşı Set Kurmak

Tahribat, sadece bina yıkmak değildir. İnançları sarsmak, değerleri çökertmek, ahlâkı yıkmak da bir tahribattır. Ve bu yıkım, top mermisinden daha sessiz ama daha öldürücüdür. Çünkü:

Fizikî yıkım yeniden yapılır.

Ama kalbî ve ahlakî çöküntü nesilleri perişan eder.

Bu yüzden manevî tahribata karşı yapılacak mücadele de özel, sabırlı ve stratejik olmalıdır. Bir kale nasıl dış surlarla korunuyorsa, iman kaleleri de sabır, sadakat, ilim ve ihlâs ile tahkim edilmelidir.

Cihad-ı Manevî: Silahla Değil, Kalemle

Bediüzzaman bu çağda cihadın mahiyetini şöyle tarif eder:

> “Bu zamanın cihadı manevîdir.”

Yani kılıçla değil, kalemle; silahla değil, hakikatle; çatışmayla değil, şefkatle ve sabırla yapılır. Bu da iki önemli sonucu doğurur:

  1. Asayişe zarar vermez.
    Çünkü cihad-ı manevî, kavga değil, tebliğdir. Darbeyle değil, kalplere dokunmakla olur.
  2. Neticeyi Allah’a bırakır.
    Bu hizmette temel kural şudur: “Bizim vazifemiz hizmettir, netice Cenab-ı Hakk’a aittir.”

Bu, bir tevekkül değil, aynı zamanda tavır ve disiplin meselesidir. Yani mü’min hizmette çalışır, neticede ısrar etmez. Çünkü sonucu istemek vazife-i ilahiyedir. Kul ise sadece üzerine düşeni yapmakla sorumludur.

Vazife Bilinci: Hizmet Bizden, Netice Allah’tan

İman hizmetinde olanlar için en büyük imtihanlardan biri acelecilik ve netice odaklılıktır. İnsan hemen görmek, başarmak, kazanmak ister. Ama bu hizmette başarı, “yayılan tesir” ile ölçülür; görünür başarılarla değil.

Bediüzzaman’ın şu düsturu bu hizmetin ruhunu özetler:

> “Biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz. Netice Cenab-ı Hakk’a aittir.”

Bu ifade aynı zamanda ihlasın ölçüsüdür. Eğer neticeye değil de Allah rızasına odaklanılırsa, işte o zaman ihlas korunmuş olur. Çünkü samimiyet, hizmeti sonuçla değil, niyetle tartar.

Dâhilî Asayişe Yardım: Düşmanlık Değil, İkna

Bugün iç huzurun en büyük düşmanı, fitne, kin, öfke ve kutuplaşmadır. Cihad-ı manevî yapan bir mü’min, bu düşmanlık ateşini körüklemez; bilakis söndürür. Çünkü:

Mü’min, kavga değil ıslah için vardır.

Tebliğ, tartışmayla değil, hikmetle olur.

Dâhilî asayişe yardım, susarak değil; sabırla, şefkatle konuşarak olur.

İşte bu anlayışla hareket eden bir kişi, toplumun dengesini bozan değil, denge sağlayan bir unsur hâline gelir.

Özet

Bu zamanın en büyük cihadı, manevî tahribata karşı ilim, sabır ve ahlakla yapılan mücadeledir. Bu cihad, silahla değil; kalemle, çatışmayla değil; şefkat ve hikmetle yapılır. İman hizmetinde asıl olan, netice değil; ihlasla hizmettir. Çünkü neticeyi yaratmak Allah’ın işidir; kulun görevi sadece çalışmak ve doğru yolda kalmaktır. Bu cihad, aynı zamanda toplumun iç huzuruna zarar vermez, bilakis onu korur. Gerçek mü’min, fitne değil barış, ayrılık değil vahdet üretir.

 




Zamanın Cihadı: Kalemle, Sabırla ve Sadakatle

Zamanın Cihadı: Kalemle, Sabırla ve Sadakatle

“Asıl mesele bu zamanın cihad-ı manevîsidir. Manevî tahribatına karşı set çekmektir. Bununla dâhilî asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir.
Ve cihad-ı maneviyenin en büyük şartı da vazife-i İlahiyeye karışmamaktır ki “Bizim vazifemiz hizmettir, netice Cenab-ı Hakk’a aittir; biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz.”
Emirdağ Lâhikası 2

Her çağın bir cihadı vardır. Bir dönemde el, bir dönemde söz, bir dönemde fikir ve bir dönemde sabır öne çıkar. Ancak çağımızda en büyük yıkım, maddî değil; manevî tahribat üzerinedir. Kalpler kırık, inançlar sarsılmış, değerler aşınmıştır. İşte bu sebeple, Bediüzzaman Said Nursî’nin şu sözü büyük bir hakikati haykırır:

> “Asıl mesele bu zamanın cihad-ı manevîsidir. Manevî tahribatına karşı set çekmektir.”

Yani bugünün en büyük mücadelesi; imanı kurtarmak, ahlâkı korumak ve kalpleri onarmaktır. Savaş meydanlarında değil, fikir cephelerinde, nefsin tuzaklarında, inançsızlık dalgalarında verilir bu cihad.

Manevî Tahribata Karşı Set Kurmak

Tahribat, sadece bina yıkmak değildir. İnançları sarsmak, değerleri çökertmek, ahlâkı yıkmak da bir tahribattır. Ve bu yıkım, top mermisinden daha sessiz ama daha öldürücüdür. Çünkü:

Fizikî yıkım yeniden yapılır.

Ama kalbî ve ahlakî çöküntü nesilleri perişan eder.

Bu yüzden manevî tahribata karşı yapılacak mücadele de özel, sabırlı ve stratejik olmalıdır. Bir kale nasıl dış surlarla korunuyorsa, iman kaleleri de sabır, sadakat, ilim ve ihlâs ile tahkim edilmelidir.

Cihad-ı Manevî: Silahla Değil, Kalemle

Bediüzzaman bu çağda cihadın mahiyetini şöyle tarif eder:

> “Bu zamanın cihadı manevîdir.”

Yani kılıçla değil, kalemle; silahla değil, hakikatle; çatışmayla değil, şefkatle ve sabırla yapılır. Bu da iki önemli sonucu doğurur:

  1. Asayişe zarar vermez.
    Çünkü cihad-ı manevî, kavga değil, tebliğdir. Darbeyle değil, kalplere dokunmakla olur.
  2. Neticeyi Allah’a bırakır.
    Bu hizmette temel kural şudur: “Bizim vazifemiz hizmettir, netice Cenab-ı Hakk’a aittir.”

Bu, bir tevekkül değil, aynı zamanda tavır ve disiplin meselesidir. Yani mü’min hizmette çalışır, neticede ısrar etmez. Çünkü sonucu istemek vazife-i ilahiyedir. Kul ise sadece üzerine düşeni yapmakla sorumludur.

Vazife Bilinci: Hizmet Bizden, Netice Allah’tan

İman hizmetinde olanlar için en büyük imtihanlardan biri acelecilik ve netice odaklılıktır. İnsan hemen görmek, başarmak, kazanmak ister. Ama bu hizmette başarı, “yayılan tesir” ile ölçülür; görünür başarılarla değil.

Bediüzzaman’ın şu düsturu bu hizmetin ruhunu özetler:

> “Biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz. Netice Cenab-ı Hakk’a aittir.”

Bu ifade aynı zamanda ihlasın ölçüsüdür. Eğer neticeye değil de Allah rızasına odaklanılırsa, işte o zaman ihlas korunmuş olur. Çünkü samimiyet, hizmeti sonuçla değil, niyetle tartar.

Dâhilî Asayişe Yardım: Düşmanlık Değil, İkna

Bugün iç huzurun en büyük düşmanı, fitne, kin, öfke ve kutuplaşmadır. Cihad-ı manevî yapan bir mü’min, bu düşmanlık ateşini körüklemez; bilakis söndürür. Çünkü:

Mü’min, kavga değil ıslah için vardır.

Tebliğ, tartışmayla değil, hikmetle olur.

Dâhilî asayişe yardım, susarak değil; sabırla, şefkatle konuşarak olur.

İşte bu anlayışla hareket eden bir kişi, toplumun dengesini bozan değil, denge sağlayan bir unsur hâline gelir.

Özet

Bu zamanın en büyük cihadı, manevî tahribata karşı ilim, sabır ve ahlakla yapılan mücadeledir. Bu cihad, silahla değil; kalemle, çatışmayla değil; şefkat ve hikmetle yapılır. İman hizmetinde asıl olan, netice değil; ihlasla hizmettir. Çünkü neticeyi yaratmak Allah’ın işidir; kulun görevi sadece çalışmak ve doğru yolda kalmaktır. Bu cihad, aynı zamanda toplumun iç huzuruna zarar vermez, bilakis onu korur. Gerçek mü’min, fitne değil barış, ayrılık değil vahdet üretir.

 




Irk Üzerinden Değil, İman Üzerinden Birlik: Siyasete Kur’ânî Bir Bakış

Irk Üzerinden Değil, İman Üzerinden Birlik: Siyasete Kur’ânî Bir Bakış

“Milletçilere gelince:

   Eğer bu partide sırf İslâmiyet esas olsa Demokrat Partiye yardım ettiği gibi muhalif ve muarız olmayarak iktidara gelmesine çalışmaz. Eğer bu partide ırkçılık ve Türkçülük fikri esas ise birden hakiki Türk olmayan bu vatandaki ekseriyetin ancak onda üçü Türk’tür, kalan kısmı da başka milletlerle karışmıştır. O zaman Hürriyet’in başında olduğu gibi bu asil ve masum Türk milleti aleyhine bir milliyetçilik tarafgirliği meydana gelecek, o vakit hakiki Türkleri ecnebiler boyunduruğu altına girmeye mecbur edecek. Veya Türkleşmiş sair unsurdan olan ve bu vatanda mevcud ırkçılık ve unsurculuk damarıyla bir ecnebiye istinad ile masum Türk milletini tahakkümleri altına alacaklar. Bu durum ise dehşetli, tehlikeli olduğundan Kur’an ve vatan ve millet hesabına, dindar ve dine hürmetkâr Demokrat Partinin iktidarda kalmasını temin etmeleri için ders veriyorum, dedi.”
Emirdağ Lâhikası 2

İslamiyet’in temel prensibi olan “tevhid” sadece Allah’ın birliğini değil, insanların kardeşliğini, ümmetin vahdetini, ırkların eşitliğini de içine alır. Ancak insanlık tarihi göstermiştir ki, bu birlik ya adaletle korunmuş ya da ırkçılıkla parçalanmıştır.

Bediüzzaman Said Nursî, bu tehlikeyi çağının siyasî gelişmeleri içinde çok net görmüş ve şöyle ikaz etmiştir:

> “Eğer bu partide ırkçılık ve Türkçülük fikri esas ise… bu asil ve masum Türk milleti aleyhine bir milliyetçilik tarafgirliği meydana gelecek…”

Bu cümle, ırkçılığın sadece diğer milletleri değil, o ırkın kendisini de tehdit ettiğini ortaya koyan çarpıcı bir tesbittir.

Irkçılık: En Tehlikeli İçten Yıkım

Irkçılık bir milleti yüceltmek adına ortaya çıkar ama sonunda o milleti parçalar. Çünkü:

Irkı yücelten anlayış, başka unsurları dışlar.

Dışlanan unsurlar ise birleşip karşı cephe oluşturur.

Ve sonuçta iç çatışma, bölünme ve dış müdahaleye açık hale gelme başlar.

Bediüzzaman’ın uyardığı gibi, Türkiye’nin yapısı çok etnisiteli ve çok katmanlıdır. Yüzde 30 civarında “hakiki Türk”, geri kalanı Kürt, Arap, Çerkez, Laz, Boşnak gibi çeşitli unsurlardan oluşur. Irkçılık yapıldığında bu unsurların dışlanması, “bizden değilsiniz” denmesi, sadece adaleti değil, millî güvenliği de tehdit eder.

Bu anlayış; ya ecnebi destekli tahakküme,
ya da Türk milletinin kendi vatanında azınlık gibi muamele görmesine yol açabilir.

Kur’ân’ın Milliyetçilik Ölçüsü: İslâm Kardeşliği

Kur’ân’da ırkçılığın temelini oluşturacak hiçbir unsur yoktur. Bilakis, üstünlük ırkta değil, takvada aranır:

> “Şüphesiz Allah katında en üstün olanınız, takvaca en ileride olanınızdır.” (Hucurât, 13)

Peygamber Efendimiz de (s.a.v) Veda Hutbesi’nde şöyle der:

> “Arap’ın Acem’e, Acem’in Arap’a; beyazın siyaha, siyahın beyaza üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvadadır.”

Bediüzzaman da bu hakikati esas alarak, siyasî birlik için ırk temelinin değil, İslâm kardeşliğinin esas alınması gerektiğini belirtir. Çünkü:

Irkçılık ayrıştırır, İslâmiyet birleştirir.

Irkçılık menfaatle bağ kurar, İslâmiyet maneviyatla.

Irkçılık nefret üretir, İslâmiyet muhabbet.

Milliyetçiler İçin İki Yol: İslâmiyet mi, Irkçılık mı?

Bediüzzaman’ın işaret ettiği gibi, milliyetçi çizgide olanlar iki tercih arasında kalır:

  1. Eğer İslâmiyet’i esas alırlarsa, bu vatanın ve milletin selameti için Demokrat Partiye (ve dindar siyasetçilere) destek verirler. Çünkü ortak zemin dindir, kardeşliktir.
  2. Eğer ırkçılığı esas alırlarsa, millet içinde ayrışma çıkar ve bu durum hem Türk milletine hem de İslâm’ın hâkimiyetine büyük zarar verir. Çünkü o zaman herkes, etnik kimliğine göre saf tutmaya başlar ve devlet içten içe çözülmeye başlar.

Demokratlara Düşen Sorumluluk: Dayanak Noktası Kur’ân Olsun

Bediüzzaman bu noktada dine hürmetkâr Demokratlara da seslenir:

> “Ders veriyorum; Kur’an, vatan ve millet hesabına, dindar Demokratların iktidarda kalmasını temin edin.”

Çünkü adalet, hak, hürriyet ve milletin birliği gibi değerler Kur’ân’a dayanırsa kalıcı olur. Yoksa geçici menfaatlerin rüzgârında kaybolur gider. Ve dün mazlumu olanlar, yarın başka bir zulmün aracısı hâline gelebilir.

Özet

Bediüzzaman, siyasette milliyetçilik anlayışının ırk temelli değil, İslâm kardeşliği temelli olması gerektiğini anlatır. Irkçılık, sadece gayrımüslim unsurları değil, bizzat Türk milletini de tehlikeye atar. Çünkü millet homojen değil, çok unsurludur. Bu unsurları birleştirecek tek yol ise İslâm’dır. Bu sebeple, milliyetçi çizgide olanlar İslâmiyet’i esas almalı; dindar siyasetçiler de Kur’an hakikatlerini siyasetin temel dayanağı yapmalıdır. Aksi hâlde milletin bütünlüğü ve vatanın selameti zarar görür.

 




Siyasetin Kıblesi: Irkçılık mı, İslâmiyet mi?

Siyasetin Kıblesi: Irkçılık mı, İslâmiyet mi?

“Bu vatanda şimdilik dört parti var: Biri Halk Partisi, biri Demokrat, biri Millet, diğeri İttihad-ı İslâm’dır.

Zararları ve tehlikeleriyle beraber, bu zevk hatırı için her millet cüz’î küllî bu fikre iştiyak gösteriyorlar.

   Şimdiki terbiye-i İslâmiyenin zafiyetiyle ve terbiye-i medeniyenin galebesiyle ekseriyet kazanarak başa geçerse, ekseriyet teşkil etmeyen ve ancak yüzde otuzu hakiki Türk olan ve yüzde yetmişi başka unsurlardan olanlar hem hakiki Türklerin hem hâkimiyet-i İslâmiyenin aleyhine cephe almaya mecbur olacaklar.

   Çünkü İslâmiyet’in bir kanun-u esasîsi olan bu âyet-i kerîme

وَ لَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى

dır. Yani birisinin günahıyla başkası muaheze ve mes’ul olmaz. Halbuki ırkçılık damarıyla, bir adamın cinayetiyle masum bir kardeşini belki de akrabasını belki de aşiretinin efradını öldürmekte kendini haklı zanneder. O vakit hakiki adalet yapılmadığı gibi şiddetli bir zulüm de yol bulur. Çünkü “Bir masumun hakkı, yüz caniye feda edilmez.” diye İslâmiyet’in bir kanun-u esasîsidir. Bu ise çok ehemmiyetli bir mesele-i vataniyedir ve hâkimiyet-i İslâmiyeye büyük bir tehlikedir.

   Madem hakikat budur, ey dindar ve dine hürmetkâr Demokratlar! Siz bu iki partinin gayet kuvvetli ve zevkli ve cazibedar nokta-i istinadlarına mukabil, daha ziyade maddî ve manevî cazibedar nokta-i istinad olan hakaik-i İslâmiyeyi nokta-i istinad yapmaya mecbursunuz. Yoksa sizin yapmadığınız eskiden beri cinayetleri, nasıl eski partiye yüklüyorlarsa size de yükleyip; Halkçılar ırkçılığı elde edip tam sizi mağlup etmeye bir ihtimal-i kavî ile hissettim ve İslâmiyet namına telaş ediyorum.”
Emirdağ Lâhikası 2

Tarih boyunca milletler ya hakkı esas alarak yükselmiş, ya da bâtılı ölçü alarak çöküşe gitmiştir. Bugün de aynı imtihan sürmektedir. Siyasetin yönü ya adalete döner ya da tarafgirliğe. Ya milletin bütün fertlerini kucaklar ya da bir kısmını yüceltip diğerini ezer. İşte bu noktada Bediüzzaman Said Nursî’nin şu tesbiti, hem hikmetli hem de zamanlar üstü bir uyarıdır:

> “Bu vatanda şimdilik dört parti var: Biri Halk Partisi, biri Demokrat, biri Millet, diğeri İttihad-ı İslâm’dır…”

Bu ifade, siyasî partiler ötesinde bir zihniyet tercihini gündeme getirir. Aslında bu dört parti, günümüz siyasî partilerinden çok, dört dünya görüşünü temsil eder:

  1. Halkçılık: Batıcı modernleşmeyi esas alan, seküler bir yönetim anlayışı.
  2. Demokratlık: Halk iradesini ve bireysel özgürlükleri gözeten yaklaşım.
  3. Milliyetçilik: Irk ve etnisiteyi merkeze alan millî esaslı siyaset.
  4. İttihad-ı İslâm: Din, ahlak, ümmet şuuru ve Kur’ân esaslarına dayalı bir birlik fikri.

Bediüzzaman’ın uyarısı açık: Eğer siyasetin kıblesi İslam değil de ırk olursa, hem adalet zedelenir hem de birlik dağılır.

İslâm’ın Esas Kanunu: “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez.”

Kur’an’ın apaçık hükmüdür:

> “Ve lâ teziru vâziretun vizra uhrâ”
(Hiçbir günahkâr, bir başkasının günahını yüklenmez.) (En’âm, 164)

Bu ayet, sadece ahiret sorumluluğunu değil, dünya adalet sisteminin temelini de tarif eder. Adalet, bireyseldir. Suç kişiseldir. Kimse başkasının kabahatiyle yargılanamaz.

Ama ırkçılık duygusu, bu ilkeyi ayaklar altına alır. Irkçılığın mantığı şudur:

“Falanca bizim kavimdendi, suçluysa tüm kabilesi suçludur.”

“Bu etnik grup sorunlu, o hâlde hepsi şüphelidir.”

Bu ise adalet değil; açık bir zulümdür. Çünkü bir kişinin suçu, masum akrabalarına veya mensubu olduğu millete yüklenemez. İslam buna müsaade etmez.

Irkçılık: Hem Türk’e Hem İslâm’a Zarar

Bediüzzaman, milletin büyük çoğunluğunun Türk olmadığını ama herkesin Müslüman olduğunu hatırlatır. Eğer siyaset ırk merkezli bir yönelime girerse, hem hakiki Türkler hem de hâkimiyet-i İslâmiye zarar görecektir. Çünkü birlik unsuru olan din, birliğin temeli olmaktan çıkıp, bölücü etnik duyguların gerisine itilmiş olur.

Oysa tarihte milletleri bir araya getiren şey kavim değil, din bağıdır. Osmanlı bu bağla ayakta kaldı. Selçuklu bu bağla genişledi. Bugün de aynı ruh yeniden dirilmeden, gerçek bir millet olmak mümkün değildir.

Demokratlar: Dine Dayanın, Aksi Takdirde Mağlubiyet Kaçınılmazdır

Bediüzzaman, Demokrat Parti’ye seslenirken sadece bir partiye değil, aynı zamanda bütün dine saygılı siyasetçilere çağrıda bulunur:

> “Siz bu iki partinin (Halkçı-ırkçı çizgilerin) cazibedar noktalarına karşı, İslâmiyet’in hakikatlerini istinad noktası yapmaya mecbursunuz.”

Çünkü halkın gönlünde cazibe merkezleri vardır:

Bazısı milliyetçiliği cazip bulur.

Bazısı seküler özgürlükleri.

Ama dindar halkın gönlündeki en güçlü cazibe merkezi, İslamiyet’in hakikatleridir.

Bunlara dayanmayan bir siyasi hareket, halkın teveccühünü kalıcı olarak kazanamaz. Ve geçmişin yükü gibi başkalarının suçları da bugünün dindar siyasetçilerine yüklenebilir.

Siyasetin Rehberi: Hakaik-i İslâmiye Olmalıdır

Çünkü:

İslam, adaleti esas alır.

Irkçılık, öfkeyi ve ayrışmayı besler.

İslam, birliği ve kardeşliği sağlar.

Irkçılık, masumları suçlu sayarak zulme kapı açar.

O hâlde hakiki kurtuluş, İslam kardeşliğinde ve Kur’ân’ın esaslarında aranmalıdır.

Özet

Said Nursî, siyasette asıl istinat noktasının ırkçılık veya tarafgirlik değil, İslam hakikatleri olması gerektiğini anlatır. Kur’an’ın “Hiçbir günahkâr, başkasının günahını yüklenmez” prensibi, hem hukuk hem de siyaset için temel olmalıdır. Irkçılık, adaleti bozar, kardeşliği parçalar. İslam ise herkesi birleştirir, adaleti tesis eder. Bu nedenle dindar siyasetçilerin, halkın teveccühünü kalıcı kılmak istiyorlarsa, dayanaklarını Kur’an’dan ve İslamî ilkelerden almaları zorunludur.

 




SOKAK ÇOCUKLARI VE SOKAĞIN ÇOCUKLARI

SOKAK ÇOCUKLARI VE SOKAĞIN ÇOCUKLARI

Dün dağa çıkıp da dağdan inenler, bugün dağdan inip bağdakilerini kovmaktan bahsediyorlar.
Sokak çocukları, sokağın çocukları, evin ve memleketin gerçek sahiplerini sokakla tehdit ediyorlar.
Terbiye bu ya.
Hayatı sokakta kazanıp sokakta sürdüren sokak kültürlü sokak çocukları; devlete ve devlet kademelerine sokaktan yükseleceklerini sanıyorlar.
Sokak terbiyesiyle yetişen de ancak bu kadar olur.
Soylu ve terbiye almış aileler çocuklarını pek sokağa salmaz,sokaktan alırlar.
Kurt köpek kapmasın diye.
Sokakta başı boş dolaşmasın diye.
Uyusturucusu var, berduşu var, nolur nolmaz diye.
Hatta ev terbiyesinde yetiştirdiğimiz Yumoş adlı kedimizi bile dışarıya çıkarırken yanında bulunuyoruz, ipini tutarak.
Nolur nolmaz, ipsiz sapsıza gelmesin diye.
İpini koparan ona saldırmasın diye.
Ne de olsa ev terbiyesi görmüş.
Bu aziz millet geçmişten beri ata terbiyesiyle yetişmiştir.
Sokakta yetişen başı boşlara kolay kolay pabuç bırakmaz.
Hadi hayırlısı.

*******

Sokağın Çocukları ve Evlat Terbiyesi: Bir Milletin İmtihanı

Giriş

Toplumların yükselişi, bireylerinin aldığı terbiyeyle başlar. Terbiye, sadece bilgiyle değil, ahlâkla, örfle, görgüyle, edep ve adapla yoğrulmuş bir inşa sürecidir. Bu inşa, ya aile ocağında şekillenir ya da hayatın çetin çarşısında, sokağın rastgeleliğinde. Fakat şurası kesindir ki: Her medeniyet, evin içinden doğar, sokaktan değil.

Tarihten Hikmetler

Tarihin derinliklerinde nice milletler, hanedanlar ve toplumlar görürüz ki çöküşlerinin sebebi sadece savaşlar ya da kıtlıklar değildir. Asıl çöküş, ahlâkın çözülmesiyle, terbiyenin yerini hoyratlık almasıyla başlar.

Osmanlı, son demlerinde bile Enderun Mektebi’nde padişah çocuklarını bile sokaktan uzak, edeple ve dikkatle yetiştirirken; Fransız İhtilali’nin arkasında sokağın öfkesi, sarayı basan ayak takımının terbiye yoksunluğu vardı.

İbn Haldun’un dediği gibi: “Devletler de insanlar gibidir; doğar, büyür, olgunlaşır ve çöker. Eğer bir devletin çocukları sokakta, ipsiz ve başıboş yetişiyorsa, o millet yaşlılığını yaşıyordur.”

Sokaktan Devlete: Tersine Yükselişin Tehlikesi

Bugün bazı çevrelerde, dağdan inip ovayı işgal etmek, sokaktan çıkıp devleti yönetmek bir marifet gibi sunuluyor. Oysa devlet yönetimi; terbiye, sadakat, vakar ve hikmet ister. O değerleri sokakta değil, köklerini ailede ve gelenekte bulan bir medeniyet kültüründe bulabiliriz.

Sokakta yetişmiş bir çocuk, yalnızca fizikî olarak başıboş değildir; düşünce dünyası da çoğu zaman disiplinsizdir. Sınır tanımayan, saygı bilmeyen, hak hukuk tanımayan bu zihin yapısı; adalet değil, öfke üretir.

Bugün sokaktan gelenlerin devleti tehdit etmesi, sadece fiziksel bir kalkışma değil; bir zihniyetin, köklü terbiyeye karşı başkaldırısıdır. Bu, milletin asaletine, aile yapısına, çocuk terbiyesine açılan bir savaştır.

Aile: Terbiyenin Kalesi

Türk-İslam geleneğinde çocuk terbiyesi, her şeyin önüne konmuştur. “Beşik sallayan el dünyayı sallar” sözüyle annelik ve terbiye eş anlamlı hâle getirilmiş; çocukların geleceği sadece bireysel değil, millî bir dava olarak görülmüştür.

Anne babalar, çocuklarını sokağın tesadüflerine bırakmazdı. Hele hele geçmişte “Sokakta başıboş gezen çocuk ya it olur ya dilenci” denilerek uyarılan bir milletin evladı, bugün “sokağı kutsallaştıran” bir sapkın akla asla pabuç bırakmaz.

Kürt çocuklarını sokaktan almak, “köpek kapmasın” söylemiyle değil, onlara sahip çıkmakla mümkündür. Çünkü çocuk sokaktaysa, o toplumda adalet eksik, aile zayıf, eğitim çökmüş demektir. Terbiye; dışlayarak değil, sahip çıkarak verilir. Ama asla sokak diliyle değil, medeniyet diliyle…

İpin Ucundakiler: Yumoş’un Temsili

Makalenin başında geçen “Yumoş” metaforu, aslında aile terbiyesinin bir temsili. Kendi köpeğine bile sokakta başıboş dolaşmasın diye ip takan bir aile, çocuğunu nasıl sokağa salabilir? Bugün ipini koparanlar yalnız hayvanlar değil, değerlerini koparan insanlardır. Sözde özgürlük arayışıyla bağlarını, terbiyesini, ailesini, milletini, Rabbini yitiren bir insan tipi…

İşte bu yüzden sokakta ipini koparan her “terbiyesiz”, sadece kendi değil, milletin huzurunu da tehdit eder.

Sonuç ve Değerlendirme

Toplumları çürüten şey; düşmanlar değil, içerden gelen başıboşluktur. Terbiye, bir medeniyetin ruhudur. Bu ruhu sokakta değil, evde yaşatabiliriz. Devletin asli sahibi, sokağın çocukları değil; terbiyeyle yoğrulmuş, aileden beslenen, örf ve imanla büyümüş nesillerdir.

Milletin geleceği, hangi parti veya hangi kadro değil; hangi ahlâk ve hangi terbiye ile yetiştirilen evlatlara emanet edildiğiyle ölçülür.

Makale Özeti

Bu makale, sokağın kültürü ile aile terbiyesi arasındaki derin farkı ele alarak, bir milletin ahlaki ve sosyal yapısının çocuk terbiyesiyle ne kadar yakından ilgili olduğunu anlatır. Tarihî örneklerle desteklenen yazı, sokakta başıboş kalan çocukların değil, aile terbiyesiyle yetişen evlatların milletin umudu olduğunu savunur. “Sokaktan devlete terfi” gibi ters akımların tehlikesine dikkat çeker ve geleceğimizin, köklü değerler ve ev terbiyesiyle inşa edileceğini hatırlatır.

 




MASKELERİN DÜŞTÜĞÜ ASIR: BİR MİLLETİN İMTİHANI

MASKELERİN DÜŞTÜĞÜ ASIR: BİR MİLLETİN İMTİHANI

Tarih, milletlerin hem şahsiyet kazandığı hem de şahsiyetini kaybettiği dönemeçlerle doludur. Türkiye, özellikle son yüz yılda bu iki sınavı da aynı bünyede yaşadı. Hilafet gibi küresel bir idarenin merkezinden, Batı’nın yön verdiği bir taşraya dönüşen bu millet, uzun yıllar kimliksizlik girdabında debelendi.

Erdoğan’ın varlığı, sadece bir siyasi figür değil, aynı zamanda bir turnusol kâğıdı, bir mizaç ölçer, bir karakter terazisi oldu. Onunla beraber her şey ve herkes olduğu gibi görünmeye, maskeler düşmeye başladı. Görünmeyen görünür oldu. Gizlenen açığa çıktı. Münafıklık geleneğinin üzerine çektiği perdenin altındaki derin çürüme artık saklanamaz hale geldi.

Dış Bağlantılı Zihinler

Türkiye’nin en büyük zaaflarından biri; içerdeki iradesizliğin dışarıdaki güçlerle yaptığı ittifaktır. İngiltere, ABD, Fransa, İsrail, Çin ve Rusya gibi ülkelerin Türkiye üzerindeki etkisi sadece silahla değil, akılla, fikirle ve algıyla olmaktadır. Asıl tehlike, bu ülkelerle organik bağ kurmuş, onlarla düşünen ve onların planlarını içerde uygulayan yerli taşeron akıllardır. Bu güdümlü zihinler, kendi halkının lehine değil, efendilerinin lehine konuşur, yazar ve hareket eder.

Bu yapılar, kendi içlerinde projeleri olmayan, millete dair bir vizyon sunamayan, fakat tek bir projeleri olan kitlelerdir: Erdoğan karşıtlığı. Çünkü Erdoğan, onların iç yüzünü ortaya çıkaran bir projektör oldu. Onun varlığı, onların yok oluşu anlamına gelir. Onun duruşu, onların eğriliklerini izhar eder.

Nankörlük ve Unutuş

Ne gariptir ki, Erdoğan sayesinde medyada, siyasette, bürokraside belli mevkilere gelmiş bazı şahıslar, en büyük saldırıyı yine ona yapmaktadır. Bu, sadece nankörlük değil, aynı zamanda tarih ve ahlak önünde ağır bir vebaldir. Bu kişiler, kendilerine verilen fırsatları kişisel ikballer uğruna harcarken, millete ve tarihe karşı olan borçlarını unuttular. Tıpkı Yusuf’u kuyuya atan kardeşleri gibi; hased, nankörlük ve korku onları ihanete sürükledi.

Kim Kimdir Ortaya Çıktı

Bu arada Türkiye’de bir “karakter devrimi” yaşandı. Kimin milletle beraber, kimin millete karşı olduğu anlaşılır hale geldi. Medyada, siyasette, sanatta ve ilimde; kim samimi, kim sahte olduğu netleşti. Bu süreç aslında sancılı bir arınma sürecidir. Çünkü içteki kir açığa çıkmadan temizlik başlamaz. Bugün yaşanan krizler, çatışmalar ve ifşaatlar; bir milletin yeniden kendi hakikatine dönme sancılarıdır.

Millet Benliğini Yeniden Buldu

En büyük kazanım ise budur: Millet benliğine, özüne, tarihine ve inancına yeniden dönmeye başladı. Toplumsal hafıza, Batı’nın sunduğu sahte kimliklerden sıyrılıp kendi asli değerlerine yöneldi. Bunda Erdoğan’ın liderliğinin büyük bir payı vardır. Çünkü o, sadece yollar ve köprüler yapmadı; zihinsel ve kültürel bir yeniden doğuşa vesile oldu.

Özet:

Bu makale, Türkiye’nin son yüz yıldaki kimlik mücadelesine odaklanarak, Sayın Erdoğan’ın bu süreçte oynadığı belirleyici rolü ele almaktadır. Özellikle dış bağlantılı zihinlerin, Erdoğan düşmanlığını bir araç olarak kullanarak Türkiye’nin bağımsızlık yürüyüşünü engelleme çabası analiz edilmektedir.
Tıpkı yüz yıl önce merhum Abdülhamid’e yapıldığı gibi.
Erdoğan’ın liderliğiyle beraber maskeler düşmüş, kimin kim olduğu belirginleşmiş, millet ise kaybettiği benliğine yeniden kavuşmuştur. En önemli mesaj ise şudur: Asıl imtihan, içerideki düşmanla verilendir. Ve bu imtihanın neticesi, milletin asıl ve asil karakterini ortaya çıkaracaktır.

 




Zerreden Yıldıza: Tevhidin Açık Penceresi

Zerreden Yıldıza: Tevhidin Açık Penceresi

“Zerrelerden yıldızlara kadar her şeyde bir pencere-i tevhid var ve doğrudan doğruya Zat-ı Vâhid-i Ehad’i sıfâtıyla bildiren âyetleri yani delâletleri ve işaretleri var. ”
Emirdağ Lâhikası 2

Bediüzzaman Said Nursî’nin Tefekkür Dünyasında Bir Yolculuk

  1. Giriş: Görmek İçin Bakmak Yeter mi?

Göklerde yıldızlar, yerde çiçekler, içimizde zerreler… Hepsi gözümüzün önünde duruyor. Fakat hepsine bakan herkes aynı şeyi mi görüyor?

Bediüzzaman Said Nursî’nin tefekkür dünyasında, her şey bir pencere… Ama bu pencereler sadece gözle değil, kalple ve imanla açılıyor. Çünkü:

> “Zerrelerden yıldızlara kadar her şeyde bir pencere-i tevhid var ve doğrudan doğruya Zat-ı Vâhid-i Ehad’i sıfâtıyla bildiren âyetleri, delâletleri ve işaretleri var.”
(Emirdağ Lâhikası 2)

Yani, her varlık, yalnızca var olmakla bile Allah’ın birliğini ve varlığını gösteriyor.

  1. En Küçükten En Büyüğe: Her Şeyde Aynı İmza

Bir zerre düşünelim… Gözle görülmeyen, bir atom yahut bir hava parçası. O bile:

Yerini biliyor.

Emre itaat ediyor.

Karmaşa yerine düzen gösteriyor.

🔹 Peki bu düzenin faili kim?

Bediüzzaman’ın tevhid dersine göre:
Her zerre, Vâhid ve Ehad olan Allah’ın emri altındadır.

Aynı düzeni yıldızlarda da görürüz:

Güneş bir karış sapmaz.

Galaksiler çarpışmaz.

Her yörünge, İlahi takdirle işler.

🔹 Yani büyüğe de küçüğe de aynı kudret ve aynı irade hâkimdir.

  1. Pencere Ne Demek? Ne Gösterir?

Bediüzzaman burada çok orijinal bir kavram ortaya koyar: “Pencere-i Tevhid”.

Pencere:

Arkasındaki manzarayı gösterir.

Kendisi değil, işaret ettiği şey önemlidir.

Küçücük bir camdan bile sonsuz bir gökyüzü görünür.

İşte bu dünyada da her bir varlık, bir pencere gibidir.
Ama maddeye takılan gözler, sadece camı görür.
İman gözüyle bakanlar ise sonsuz kudreti temaşa eder.

  1. Kâinatta Sessiz Konuşan Âyetler

Kur’ân, lafzî ayetleriyle Allah’ı tanıtırken, kâinat da kevni ayetleriyle O’na işaret eder. Yani:

Gül, şefkatin ve güzelliğin ayetidir.

Arı, ilmin ve tedbirin ayetidir.

Güneş, kudretin ve azametin ayetidir.

Zerre ise ihata ve inceliğin ayetidir.

Her şey susar gibi durur ama aslında fısıldar:

> “Ben kendi kendime var olmadım.”
“Beni yapan, beni idare eden, beni vazifelendiren bir Rabbim var.”
“Ve O, tektir. Eşi benzeri yoktur.”

🔹 Tevhid, yalnızca kelime-i şehâdette değil, her şeyde okunabilir.

  1. Düşünceyi İmana Dönüştüren Bakış: Tefekkür

Bediüzzaman, sadece aklî izah yapmaz; imanı kuvvetlendiren tefekkür yolları sunar.

Bir insan bir çiçeğe bakıp geçebilir.

Ama o çiçekte:

Renk düzeni,

Kokudaki ölçü,

Zamanlama,

Ekosistemdeki yeri…

gibi unsurları gören bir mümin, orada yalnızca çiçeği değil, onun arkasındaki Sanatkârı da tanır.

🔹 Tefekkür, bu bakışı kazanmanın adıdır.

  1. Sonuç: Varlık Kitabını Okumak

Bir zerreden bir galaksiye kadar her şeyde Allah’ın birliğini gösteren deliller vardır.

Ama bu ayetler:

Ne harflerle yazılmıştır,

Ne de sesle okunur.

Onlar düzenle, hikmetle ve kudretle yazılmıştır.
Okuyan kazanır; bakıp geçense sadece dünyada kalır.

Bediüzzaman’ın sunduğu bu bakış, kâinatı bir iman atlasına çevirir.
Zerrelerle yıldızları aynı isim altında birleştirir:
Tevhid.

Makale Özeti

Her varlık bir pencere gibidir; tevhidi gösterir.

Zerreler de, yıldızlar da aynı kudretin eseridir.

Tefekkür, bu pencerelerden bakarak Allah’ı tanımayı sağlar.

Kur’an’ın kevnî ayetleri kâinattaki düzen ve hikmeti ortaya koyar.

İman gözüyle bakıldığında, her şey bir delil, bir işaret, bir ayet olur.

 




Zerreden Yıldıza: Tevhidin Açık Penceresi

Zerreden Yıldıza: Tevhidin Açık Penceresi

“Zerrelerden yıldızlara kadar her şeyde bir pencere-i tevhid var ve doğrudan doğruya Zat-ı Vâhid-i Ehad’i sıfâtıyla bildiren âyetleri yani delâletleri ve işaretleri var. ”
Emirdağ Lâhikası 2

Bediüzzaman Said Nursî’nin Tefekkür Dünyasında Bir Yolculuk

  1. Giriş: Görmek İçin Bakmak Yeter mi?

Göklerde yıldızlar, yerde çiçekler, içimizde zerreler… Hepsi gözümüzün önünde duruyor. Fakat hepsine bakan herkes aynı şeyi mi görüyor?

Bediüzzaman Said Nursî’nin tefekkür dünyasında, her şey bir pencere… Ama bu pencereler sadece gözle değil, kalple ve imanla açılıyor. Çünkü:

> “Zerrelerden yıldızlara kadar her şeyde bir pencere-i tevhid var ve doğrudan doğruya Zat-ı Vâhid-i Ehad’i sıfâtıyla bildiren âyetleri, delâletleri ve işaretleri var.”
(Emirdağ Lâhikası 2)

Yani, her varlık, yalnızca var olmakla bile Allah’ın birliğini ve varlığını gösteriyor.

  1. En Küçükten En Büyüğe: Her Şeyde Aynı İmza

Bir zerre düşünelim… Gözle görülmeyen, bir atom yahut bir hava parçası. O bile:

Yerini biliyor.

Emre itaat ediyor.

Karmaşa yerine düzen gösteriyor.

🔹 Peki bu düzenin faili kim?

Bediüzzaman’ın tevhid dersine göre:
Her zerre, Vâhid ve Ehad olan Allah’ın emri altındadır.

Aynı düzeni yıldızlarda da görürüz:

Güneş bir karış sapmaz.

Galaksiler çarpışmaz.

Her yörünge, İlahi takdirle işler.

🔹 Yani büyüğe de küçüğe de aynı kudret ve aynı irade hâkimdir.

  1. Pencere Ne Demek? Ne Gösterir?

Bediüzzaman burada çok orijinal bir kavram ortaya koyar: “Pencere-i Tevhid”.

Pencere:

Arkasındaki manzarayı gösterir.

Kendisi değil, işaret ettiği şey önemlidir.

Küçücük bir camdan bile sonsuz bir gökyüzü görünür.

İşte bu dünyada da her bir varlık, bir pencere gibidir.
Ama maddeye takılan gözler, sadece camı görür.
İman gözüyle bakanlar ise sonsuz kudreti temaşa eder.

  1. Kâinatta Sessiz Konuşan Âyetler

Kur’ân, lafzî ayetleriyle Allah’ı tanıtırken, kâinat da kevni ayetleriyle O’na işaret eder. Yani:

Gül, şefkatin ve güzelliğin ayetidir.

Arı, ilmin ve tedbirin ayetidir.

Güneş, kudretin ve azametin ayetidir.

Zerre ise ihata ve inceliğin ayetidir.

Her şey susar gibi durur ama aslında fısıldar:

> “Ben kendi kendime var olmadım.”
“Beni yapan, beni idare eden, beni vazifelendiren bir Rabbim var.”
“Ve O, tektir. Eşi benzeri yoktur.”

🔹 Tevhid, yalnızca kelime-i şehâdette değil, her şeyde okunabilir.

  1. Düşünceyi İmana Dönüştüren Bakış: Tefekkür

Bediüzzaman, sadece aklî izah yapmaz; imanı kuvvetlendiren tefekkür yolları sunar.

Bir insan bir çiçeğe bakıp geçebilir.

Ama o çiçekte:

Renk düzeni,

Kokudaki ölçü,

Zamanlama,

Ekosistemdeki yeri…

gibi unsurları gören bir mümin, orada yalnızca çiçeği değil, onun arkasındaki Sanatkârı da tanır.

🔹 Tefekkür, bu bakışı kazanmanın adıdır.

  1. Sonuç: Varlık Kitabını Okumak

Bir zerreden bir galaksiye kadar her şeyde Allah’ın birliğini gösteren deliller vardır.

Ama bu ayetler:

Ne harflerle yazılmıştır,

Ne de sesle okunur.

Onlar düzenle, hikmetle ve kudretle yazılmıştır.
Okuyan kazanır; bakıp geçense sadece dünyada kalır.

Bediüzzaman’ın sunduğu bu bakış, kâinatı bir iman atlasına çevirir.
Zerrelerle yıldızları aynı isim altında birleştirir:
Tevhid.

Makale Özeti

Her varlık bir pencere gibidir; tevhidi gösterir.

Zerreler de, yıldızlar da aynı kudretin eseridir.

Tefekkür, bu pencerelerden bakarak Allah’ı tanımayı sağlar.

Kur’an’ın kevnî ayetleri kâinattaki düzen ve hikmeti ortaya koyar.

İman gözüyle bakıldığında, her şey bir delil, bir işaret, bir ayet olur.

 




Mes’uliyetin Mahiyeti: Kimse Başkasının Günahını Taşımaz

Mes’uliyetin Mahiyeti: Kimse Başkasının Günahını Taşımaz

“Birisinin hatasıyla başkası mes’ul olamaz. Kardeşi de olsa aşireti ve taifesi de olsa partisi de olsa o cinayete şerik sayılmaz. Olsa olsa o cinayete bir nevi tarafgirlikle yalnız manevî günahkâr olup âhirette mes’ul olur, dünyada değil.”
Emirdağ Lâhikası 2

Kur’ân ve Risale-i Nur Perspektifinden Adalet ve Ferdî Sorumluluk

  1. Giriş: Adaletin Ruhunu Anlamak

İnsanlık tarihi boyunca nice toplumlar, soy, grup veya aidiyet üzerinden kolektif suçlar üretmiş, bireysel hataları kitlelere yüklemiştir. Ancak İslâm’ın adalet anlayışı, bu zulmü kökten reddeder.

Bediüzzaman Said Nursî de bu hususu şöyle ifade eder:

> “Birisinin hatasıyla başkası mes’ul olamaz. Kardeşi de olsa, aşireti de olsa, partisi de olsa o cinayete şerik sayılmaz.”

Bu söz sadece mantıki bir ilke değil, aynı zamanda Kur’ânî bir hakikatin tefsiridir. Çünkü:

> “Hiçbir günahkâr, bir başkasının günah yükünü yüklenmez.”
(En’âm, 164; İsrâ, 15; Fâtır, 18; Zümer, 7)

  1. Ferdî Mes’uliyet: İslâm Hukukunun Temeli

Kur’ân’a göre her insan:

Kendi fiilinden sorumludur.

Başkasının suçu ile sorguya çekilmez.

Günahın cezası, onu işleyene aittir.

🔹 “İnsan için ancak kendi çalıştığı vardır.” (Necm, 39)

Bu ayetle Kur’ân, ilahi adaletin ferdî olduğunu bildirir.

Aynı şekilde:

> “Hiçbir kimse bir başkasının yükünü taşımaz.” (Zümer, 7)

Bu, hem dünyevî hukukta adaleti hem de âhirette hesap gününü berraklaştırır.

  1. Bediüzzaman’ın Vurgusu: Manevî Tarafgirliğin Tehlikesi

Bediüzzaman meseleye bir adım daha derinlik katar. Der ki:

> “Olsa olsa o cinayete bir nevi tarafgirlikle yalnız manevî günahkâr olup âhirette mes’ul olur, dünyada değil.”

Yani:

Birinin yaptığı bir suça doğrudan karışmasak bile,

Onu savunur, alkışlar, mazur görür veya görmezden gelirsek,

Manevî mes’uliyet altına gireriz.

🔹 Bu da bize ahlâkî sorumluluk yükler. Dilsiz şeytan olmamayı, zalime meyletmemeyi emreder.

Kur’ân bu konuda uyarır:

> “Zulmedenlere meyletmeyin, yoksa ateş size de dokunur.” (Hûd, 113)

  1. Toplumda Suçun Yayılmasının Sebebi: Kolektif Körlük

Bazen toplumda kötülük sadece kötülerin işi değildir.
Sessiz kalanlar, taraf tutanlar, “bize zarar gelmesin” diye duranlar, pasif de olsa bu kötülüğün manevî ortakları olurlar.

Bediüzzaman bu konuda çok nettir:

> “Zulme rıza zulümdür.”
“Zalimler kadar, onlara sessiz kalanlar da sorumludur.”

Kur’ân, geçmiş kavimlerin helâk sebeplerini açıklarken şöyle der:

> “İçlerinden kötülüğü yasaklayanlar pek azdı.” (A’râf, 164)

Yani bir toplumda zulüm ve günah alenî hale gelmişse, sadece işleyen değil, sustukları için engel olmayanlar da sorumludur.

  1. Hakiki Kurtuluş: Tarafgirlik Değil Hakkaniyet

Bediüzzaman, iman ehline şöyle seslenir:

Kardeşlik duygusunu, hakikatin üstünde tutmayın.

Siyasi, ırkî, grupsal aidiyetleri, adaletin önüne geçirmeyin.

Çünkü:

Adalet ilahidir.

Hakkaniyet Allah’ın sıfatıdır.

Tarafgirlik ise körlüğe sebep olur.

Kur’ân buyurur:

> “Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletsizliğe itmesin. Adil olun, bu takvaya daha yakındır.” (Maide, 8)

🔹 İşte İslâm’da birey hem kendi amelinden sorumludur hem de doğru yerde durmakla yükümlüdür.

SONUÇ VE ÖZET

Bediüzzaman’ın ifadesiyle, bir insanın hatasıyla başkası dünyada cezalandırılamaz. Bu, Kur’ân’ın açık hükmüdür. Ancak manevî anlamda, haklıya haksızlık eden veya zalime meyleden kişi, ahirette sorumluluk taşır.

İslâm bireysel sorumluluk esasına dayanır.
Ancak toplumsal sorumluluk da vardır:
Sessiz kalmakla, zulmü alkışlamakla, hatayı savunmakla günaha ortak olunabilir.

🔹 Hak ve adalet, ancak nefsin, grubun ve hissiyatın önüne geçerse hayatın tamamında tecelli eder.

Makale Özeti

Kur’ân’a göre hiçbir insan, başkasının günahını yüklenmez.

Bediüzzaman bu prensibi açıklar: Suç ferdîdir, ceza da öyle olmalıdır.

Ancak zalime tarafgirlik, sessiz kalmak, manevî mes’uliyet doğurur.

Hakikî adalet, sadece suçu işleyene değil; onu meşrulaştıranlara da ahirette hesap sorar.

Tarafgirlik değil, hakkaniyet ölçüsüyle hareket eden kurtuluşa erer.

 




Kur’an’da Bin Kur’an: Her Ayette Sonsuz Hitap ve Derinlik

Kur’an’da Bin Kur’an: Her Ayette Sonsuz Hitap ve Derinlik

“Kur’an’a mahsus bu nükte yani cüz, küll gibi aynı maksadı göstermesi maksadıyla Kur’an müşahhas bir fert olduğu halde, çok efradı bulunan bir küllî gibi ilm-i mantıkça tarif edilir. Demek Kur’an’da, bin Kur’anlar var ki şahs-ı küllî olmuş. Hem öyle de lâzım gelir. Çünkü hadsiz ve gayet muhtelif taifelere ders olduğu için aynı derste hadsiz o taifeler adedince dersler bulunmak lâzım gelir. ”
Emirdağ Lâhikası 2

“Bir fert gibi görünse de, bir küllî gibi her çağ ve insana hitap eden bir kelamdır.”

  1. Giriş: Kur’an Tek, Hitapları Sınırsızdır

Kur’an-ı Kerim zahiren tek bir kitap, müşahhas bir metindir. Ancak Bediüzzaman Said Nursî’ye göre Kur’an, “bin Kur’an” gibidir; çünkü her ayeti:

Farklı zamanlara,

Farklı seviyelere,

Farklı kavimlere,

Farklı hâl ve ruhlara ayrı ayrı hitap eder.

Bu yönüyle Kur’an, mantıktaki küllî bir hakikat gibi davranır. Her birey ve zaman, aynı ayetten kendine özel bir anlam alır. Kur’an, kelimenin tam anlamıyla yaşayan bir kelamdır.

> “Kur’an’da, bin Kur’anlar var ki şahs-ı küllî olmuş.”

  1. Küllîlik Nedir? Kur’an’da Nasıl Tecelli Eder?

Küllî kavramı, tek bir ifade içinde çok sayıda ferdin, anlamın veya muhatabın kapsanması demektir. Kur’an’ın ayetleri de:

Herkese farklı ve taze bir anlam verir.

Zamana göre manası açılır.

Zihniyete göre derinleşir.

Bu yüzden aynı ayeti hem bir bedevî hem bir filozof okur; fakat her biri kendi istidadına göre ilahi hitap alır.

🔹 Misal:
“اِقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذ۪ي خَلَقَ” (Alak, 1)
– İlk muhatap: Peygamber Efendimiz’dir.
– Sonraki muhataplar: Tüm ümmettir.
– Fikrî muhatap: Her ilim adamı.
– Manevî muhatap: Her tefekkür sahibi.

  1. Misal Ayetler: Herkese Ayrı Ayrı Hitap Eden Ayetler
  2. “اِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا” – “Zorlukla beraber kolaylık vardır.” (İnşirah, 6)

Bir müminin sabrına hitap eder.

Bir milletin musibet zamanına ümit verir.

Bir öğrencinin çabasında moral olur.

Bir mücahidin cihadında manevi destek olur.

Ayet tek, anlamlar binlercedir. Herkes o ayeti sanki sadece kendisine nazil olmuş gibi hisseder.

  1. “وَعَلٰى اللّٰهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ” – “Müminler yalnız Allah’a tevekkül etsinler.” (Tevbe, 51)

İşsizlikle mücadele eden bir genç için sükûnettir.

Hastalıkla başa çıkan bir yaşlı için kuvvettir.

Bir devlet adamı için sorumluluğun ahlâkıdır.

Bir talebe için gayretin manevi temelidir.

Kur’an’ın bu cümlesi, her asırda her muhatap için yeni bir müjde, yeni bir öğretidir.

  1. “فَذَكِّرْ إِنَّمَا أَنْتَ مُذَكِّرٌ” – “Sen sadece bir hatırlatıcısın.” (Ğaşiye, 21)

Bir davetçiye misyonunu hatırlatır.

Bir vaize yön verir.

Bir öğretmene öğretme adabını bildirir.

Bir anne-babaya çocuğuna nasıl yaklaşacağını öğretir.

Kur’an, bu yönüyle kendi içinden sürekli doğan bir hakikat denizi gibidir.

  1. Kur’an Neden “Küllî Şahsiyet”tir?

Bediüzzaman’a göre Kur’an, sadece lafızlardan ibaret değildir. Onun arkasında:

Sonsuz bir hikmet,

İhatalı bir ilim,

Evrensel bir mesaj,

Ezelî bir kelam sıfatı vardır.

Bu yüzden:

Zamanlar değişse de hitap tazeliğini korur.

Zihinler çeşitlense de mana herkesin gönlüne iner.

İhtiyaçlar artsa da Kur’an hepsine cevap verir.

Kur’an bir kelam-ı ezelîdir; bu yüzden her ayette bin mana, her cümlede bin tecelli saklıdır.

  1. Kur’an Herkesle Konuşur: Bediüzzaman’ın Tarifiyle

Bediüzzaman der ki:

> “Kur’an öyle bir kitab-ı azîmdir ki… herkes kendi hâline göre ondan hisse alır.”

Bu, sadece anlaşılır olmasından değil; Kur’an’ın ruhunun, her insanın ruhuna hitap edebilmesindendir.

Herkesin gözyaşıyla ıslattığı ayet farklıdır.

Herkesin kurtuluş için sarıldığı cümle başkadır.

Ama herkes Kur’an’dan kendi nasibini alır.

Bu da Kur’an’ın hem fert hem küllî olma sırrıdır.

SONUÇ VE ÖZET

Kur’an, zahiren bir kitap, hakikatte ise küllî bir kelamdır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Kur’an’da bin Kur’an var”; çünkü her ayeti:

Zamana göre farklı manalar verir.

Her seviyedeki insana ayrı mesaj sunar.

Her hâl sahibine hitap eder.

Bu özelliğiyle Kur’an, her devirde canlı ve rehber olmuştur. Aynı ayetle bir müceddid tefekkür eder, bir çocuk teselli bulur. Bu da Kur’an’ın yalnız lafız değil, hayatın kendisi olduğunu gösterir.

Makale Özeti

Kur’an müşahhas bir metin olsa da, her seviyeye ve zamana hitap eden küllî bir kitaptır.

Her ayet, binlerce manayı içinde taşır.

Aynı ayet, farklı insanlar ve farklı zamanlar için ayrı ayrı dersler verir.

Bu özellik, Kur’an’ı her zaman canlı, taze ve şifa kaynağı kılar.

Bediüzzaman’a göre Kur’an, “şahs-ı küllî”dir; yani her fertte farklı bir şekilde tecelli eden bir vahiy hakikatidir.

 




Tarihin Rahminde İki Doğum: Osmanlı Avrupa’yı, Avrupa İslam’ı Doğuracak mı?

Tarihin Rahminde İki Doğum: Osmanlı Avrupa’yı, Avrupa İslam’ı Doğuracak mı?

“Hürriyet’in birinci senesinde İstanbul’da Camiü’l-Ezherin Reis-i Uleması olan Şeyh Bahît Hazretleri (rh) İstanbul’da Eski Said’e sordu:

مَا تَقُولُ فٖى حَقِّ هٰذِهِ الْحُرِّيَّةِ الْعُثْمَانِيَّةِ وَ الْمَدَنِيَّةِ الْاَوْرُوبَائِيَّةِ

   Said cevaben demiş:

اِنَّ الْعُثْمَانِيَّةَ حَامِلَةٌ بِدَوْلَةٍ اَوْرُوبَائِيَّةٍ فَسَتَلِدُ يَوْمًا مَا وَ الْاَوْرُوبَا حَامِلَةٌ بِالْاِسْلَامِيَّةِ فَسَتَلِدُ يَوْمًا مَا

   Yani Osmanlı hükûmetindeki hürriyete ne diyorsun ve Avrupa hakkında fikrin nedir?

O vakit Eski Said demiş: Osmanlı hükûmeti Avrupa ile hamiledir, Avrupa gibi bir hükûmeti doğuracak. Avrupa da İslâmiyet’e hamiledir, o da bir İslâm devleti doğuracak. Şeyh Bahît’e söylemiş.

   O allâme zat demiş: Ben de tasdik ediyorum. Beraberinde gelen hocalara dedi: Ben bununla münazara edip galebe edemem.

   Birinci tevellüdü gözümüzle gördük. Bir çeyrek asır Avrupa’dan daha dinden uzak.

   İkinci tevellüd de inşâallah yirmi otuz sene sonra çıkacak. Çok emarelerle hem şarkta hem garpta Avrupa içinde bir İslâm devleti çıkacak.”
Emirdağ Lâhikası 2

Bediüzzaman Said Nursî’nin Asırları Aşan Basireti Üzerine Bir Tefekkür

  1. Giriş: Bir Hakikatin Tarihi Hamileliği

1908 yılında “Hürriyet” ilan edilip Osmanlı’da Meşrutiyet rejimine geçildiğinde, bu gelişme sadece siyasi bir değişim değil, aynı zamanda medeniyetler arası bir dönüşümün başlangıcıydı. Bediüzzaman Said Nursî’ye Şeyh Bahît tarafından yöneltilen bir soru bu dönüşümün kalbine dokunur:

> “Osmanlı’daki hürriyete ve Avrupa medeniyetine nasıl bakıyorsun?”

Cevap sade ama derindir:

> “Osmanlı, Avrupa gibi bir devlete hamiledir, bir gün onu doğuracak.
Avrupa ise İslamiyet’e hamiledir, bir gün o da bir İslâm devleti doğuracaktır.”

Bu söz, bir tarihî analizden çok daha fazlasıdır; bir kehanet değil, hikmetli bir öngörü, dönemleri okuyan bir basiret örneğidir.

  1. Birinci Doğum: Osmanlı’dan Sekülerleşmiş Türkiye

Bediüzzaman’ın “birinci doğum” dediği, Osmanlı’dan çıkan modern cumhuriyet rejimidir. Gerçekten de:

Osmanlı, bir İslam devletiydi.

İçinde din, hukuk, siyaset, eğitim iç içeydi.

Ama 1908’den itibaren başlayan süreçte, Avrupaîleşme, yani sekülerleşme, hukukî ve kültürel bir dönüşüm olarak hayata geçti.

Ve neticede;

Hilafet kaldırıldı,

Şeriat kanunları ilga edildi,

Medrese sistemi kapatıldı,

Din kamusal hayattan dışlandı.

🔹 Bu, Said Nursî’nin ifadesiyle Osmanlı’nın Avrupa’yı doğurmasıdır.

Ancak bu doğum, sadece Türkiye değil; birçok İslam ülkesinde de aynı şekilde yaşandı. Modernleşme = Dinsizlik gibi anlaşıldı ve Batılılaşma taklit edildi.

  1. İkinci Doğum: Avrupa’dan İslamî Bir Medeniyetin Doğması

Bediüzzaman bu tesbitiyle asıl vurguyu geleceğe yapar:

> “Avrupa İslamiyet’e hamiledir, bir gün İslam devleti doğuracaktır.”

Bu ifade, Avrupa’nın:

Maddi olarak terakki etmiş,

Manevi olarak tükenmiş,

Fakat hakikati arayan insanlarla dolu bir zemin haline geldiğini gösterir.

Nitekim bugün:

Avrupa’da milyonlarca Müslüman yaşıyor.

İslâm felsefesi, tasavvufu, ahlakı, aile yapısı genç Avrupalılar arasında ilgi çekiyor.

Materyalizmin tatminsizliği, ruhî arayışı doğuruyor.

🔹 Bediüzzaman burada medeniyetlerin karşılıklı etkileşimini ve zıt kutupların dönüşümünü haber veriyor.

  1. Avrupa Neden İslamiyet’e Hamile?

Bediüzzaman’ın ifadesi, sosyolojik bir gerçeğe işaret eder. Avrupa:

Aklı ilahlaştırdı, ama kalbi tatmin edemedi.

Özgürlüğü kutsadı, ama aileyi dağıttı.

Refahı artırdı, ama manevî huzuru kaybetti.

İşte bu çöküntü, hakikat arayışını doğurdu. Ve İslâm:

Tevhid akîdesiyle,

Ahlakî ilkeleriyle,

İnsan-ruh ilişkisini kuran bütünlüğüyle,

bu boşluğa en tutarlı cevabı veriyor.

🔹 Yani İslam, sadece bir din değil; insanlığın fıtratına uygun bir hayat tarzı olarak doğuyor.

  1. Tersine Akış: İslam Batı’da Yükselirken Doğuda Zayıflıyor mu?

Ne gariptir ki:

Batı’da İslam’a ilgi artarken,

Doğu’da (İslam coğrafyasında) sekülerleşme hızla yayılıyor.

Bu da bize şunu gösteriyor:

> Gerçek tecelli, coğrafi değil, zihinsel ve kalbî dönüşümlerle olur.

İslamiyet’in yeniden zuhuru sadece bir siyasi rejim değişikliğiyle değil;

Yeni bir iman hamlesiyle,

Yeni bir tebliğ diliyle,

Yeni bir ahlakî dirilişle mümkün olur.

İşte Avrupa’daki bu doğum, böyle bir dirilişin işaretidir.

  1. İki Doğum Arasında Bir Davet: İnsanlığı Ortada Buluşturmak

Bediüzzaman’ın bu teşhisi, aslında bir medeniyetler çatışması değil, medeniyetler arasında hakikatin yolculuğu olduğunu gösteriyor.

🔹 Osmanlı’nın doğurduğu Avrupaî yapı, zahiren İslam’dan uzak, ama hakikatte bir arayışın sancısıdır.
🔹 Avrupa’nın doğuracağı İslamî medeniyet ise, batılıların değil, hakikati arayan insanların medeniyetidir.

Yani bu doğumlar, yeni bir hakikat medeniyetinin oluşum sancılarıdır.

SONUÇ VE ÖZET

Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle, tarih iki doğum sancısına sahne olmuştur:

İlki: Osmanlı’nın Avrupaî bir yapıya evrilmesi,

İkincisi: Avrupa’nın bir gün İslamiyet’in hakikatini doğuracak olmasıdır.

Bugün birinci doğumun sonuçlarını yaşıyoruz; ikinci doğumun ise ayak sesleri yükseliyor. Bu hakikat, medeniyetlerin dönüşünü, insanlığın arayışını ve İslam’ın evrensel cazibesini açıkça göstermektedir.

Makale Özeti:

Bediüzzaman, Osmanlı’nın Avrupa’yı; Avrupa’nın da İslam’ı doğuracağını haber vermiştir.

Türkiye, sekülerleşme süreciyle bu doğumun ilk safhasını gerçekleştirmiştir.

Avrupa ise bugün manevî arayış ve İslâmî değerlere yönelme ile ikinci doğuma gebedir.

Bu süreç, medeniyetler çatışması değil; hakikatin medeniyetler arası yolculuğu ve buluşmasıdır.

İslam, fıtrata uygun yapısıyla her çağda ve her coğrafyada yeniden doğmaya hazır bir hakikattir.

 




Bir Zerrede Cilve-i Tevhid: Havadaki Toz Parçasında Sonsuz Varlığın Delili

Bir Zerrede Cilve-i Tevhid: Havadaki Toz Parçasında Sonsuz Varlığın Delili

“Bu radyo makineciğinde ve manevî kelimat çiçeklerine saksılık eden bu kapçıktaki bir avuç havanın gösterdikleri mu’cizat-ı kudretten bu hakikat anlaşılıyor ki: Her bir zerre, Cenab-ı Hakk’ı zatıyla ve sıfâtıyla tarif eder ve ispat eder. 

   Bütün kâinatı teftiş eden hükemalar ve ulemalar büyük ve geniş delillerle, Zat-ı Vâcibü’l-vücud’un vücudunu ve vahdetini ispat etmek için bütün kâinatı nazara alırlar. Sonra marifetullahı tam elde ediyorlar. Halbuki nasıl güneş çıktığı vakit bir zerrecik cam, aynı deniz yüzü gibi güneşi gösteriyor ve o güneşe işaret ediyor. Öyle de bu bir avuç havadaki her bir zerre de mezkûr hakikate binaen aynen kâinat denizindeki cilve-i tevhidi, sıfât-ı kemaliyle kendilerinde gösteriyorlar.”
Emirdağ Lâhikası 2

  1. Giriş: Büyük Gerçekler Küçük Şeylerde Gizlidir

İnsan zihni, çoğu zaman “büyüklüğe” ve “çokluğa” yönelir. Varlığın sahibini anlamak için kâinatın tamamına, yıldızlara, galaksilere ve muazzam düzenlere bakma ihtiyacı duyar. Ancak Bediüzzaman Said Nursî, marifetullahın (Allah’ı tanımanın) sadece kâinatın bütününde değil, bir avuç hava zerresinde de gizli olduğunu gösterir.

Radyo cihazı ve onun taşıyıcısı olan hava, yalnızca fizikî bir araç değil; ilahi sıfatların aynası, tecelliyatın taşıyıcısıdır.

> “Her bir zerre, Cenab-ı Hakk’ı zatıyla ve sıfâtıyla tarif eder ve isbat eder.”

  1. Bir Avuç Hava, Sonsuz Bir Kudretin Aynasıdır

Radyo cihazının içinde sesleri taşıyan şey, yalnızca elektromanyetik dalgalar değil; her biri mucize olan hava zerreleridir.

Bu zerreler:

Ne dediklerini bilmezler, ama doğru kelimeyi taşırlar.

Şuurdan yoksundurlar, ama şivesiyle beraber sesi korurlar.

Kördürler, ama sesleri hedefe ulaştırırlar.

🔹 Bu fiilleri yapan onlar değil, onların üzerinde hükmeden İlahi Kudrettir.

İşte burada Bediüzzaman’ın eşsiz kıyası devreye girer:

> “Nasıl güneş çıktığında bir zerrecik cam bile güneşi gösterir,
Aynen öyle de bir hava zerresi dahi Allah’ın varlığını ve sıfatlarını gösterir.”

Bu kıyas, makrodan mikroya, büyükten küçüğe tevhidî bakışı yerleştirir.

  1. Zerrenin İlmi, Kudreti ve Hikmeti Nereden?

Fizikî olarak zerrelerin ilmi yoktur. Ancak bu zerreler:

Hangi sesin hangi şiveyle taşınacağını bilir gibi davranır,

Kimin sesini nereye ulaştıracağını hedefler,

Ve bunu milyarlarca kez bozmadan yapar.

Peki nasıl?

🔹 Cevap nettir: Bu fiillerin arkasında ilim, kudret ve irade sahibi bir Zat vardır.

Zerrelerdeki harika düzen, kendi kendine oluşamaz. Aksine her bir zerre:

Allah’ın ilmini,

Allah’ın kudretini,

Allah’ın iradesini göstermektedir.

Ve böylece marifetullah yalnız gökyüzünde değil, bir damla havada da okunur.

  1. Göz Gibi, Kulak Gibi: Havanın Kalbi de Tevhid Söyler

Bediüzzaman burada çağımızın insanına çok özel bir pencere açar:

> “Kâinatın tamamını araştıran felsefe ve bilim, sonunda Allah’ın varlığını isbat eder. Ama iman gözüyle bakan bir mü’min, bir zerreye bakarak da aynı neticeye ulaşır.”

Bu tefekkür, bilimle çatışmayan, bilakis onu tamamlayan bir bakış açısıdır.

Modern bilimsel zihnin materyalistliği yerine, teknolojiyi ve fiziği Allah’ın sanatı olarak okumayı teklif eder.

Bir mikrofon, bir hoparlör, bir avuç hava, marifetullah dersi verebilir. Yeter ki, bakışın perdeleri açılsın.

  1. Tefekkürün Ufkunda Yeni Bir Yol: Zerrenin Şehadeti

Bediüzzaman bu pasajda, bize bir düşünce sırrı sunar:

Güneş ne kadar parlaksa,

Onu gösteren cam da o kadar aydınlık olur.

Aynı şekilde:

Allah’ın varlığı ne kadar ezelî ve ebedî ise,

Onu gösteren zerreler de o kadar sarih bir şehadet taşır.

Zerre küçük olabilir, ama gösterdiği hakikat büyüktür.
İnsan da küçüktür, ama taşıdığı iman cevheri sonsuzdur.

SONUÇ VE ÖZET

Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “bir avuç hava”, sadece seslerin taşıyıcısı değil; Allah’ın varlığının ve birliğinin canlı delilidir. Her bir zerre, tıpkı bir cam parçasının güneşi yansıtması gibi, Allah’ın ilmini, kudretini ve iradesini yansıtır.

Kâinatın bütününe bakarak Allah’ı tanımak elbette mümkündür. Ama bir zerreye bakarak da aynı hakikate ulaşmak, imanın ne kadar ince ve zarif bir bakış olduğunu gösterir.

Bu yüzden, marifetullah yolu, sadece teleskopla değil, tefekkürle açılır.

Makale Özeti:

Her hava zerresi, Allah’ın zat ve sıfatlarını tecelli ettiren bir aynadır.

Tefekkür nazarıyla bakıldığında küçük şeylerde büyük hakikatler okunur.

Bediüzzaman’a göre radyo gibi bir cihaz bile, tevhidi isbat eden kevnî bir ayettir.

Güneş camda görüldüğü gibi, ilahî kudret de bir zerrede okunabilir.

Zerre, küçüklüğüne rağmen sonsuz bir hakikatin şahitliğini yapar.

 




Bir Avuç Hava”da Tecelli Eden Kudret: Radyodan İman Dersleri

Bir Avuç Hava”da Tecelli Eden Kudret: Radyodan İman Dersleri

“Kelimelerin envaının kabı ve mahfazası olan yanımdaki bu radyo makineciğindeki bir avuç hava, kat’iyen gösteriyor ki şimdi elimizde baktığımız radyo istasyon cetveli namındaki listede yazılı iki yüze yakın merkezden bir saatten bir seneye kadar uzak ve muhtelif mesafelerden aynı dakikada bir tek kelime-i Kur’aniye, mesela ‎ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ‎  kelâmı tam hurufatıyla ve şivesiyle ve söyleyenin mahsus sadâsının tarzıyla, bu makinedeki bir avuç havanın zerreleriyle hiç tagayyür etmeden kulağımıza gelmek için ve muhtelif kelimat-ı Kur’aniyeyi ayrı ayrı sadâ ile çeşit çeşit şive ile keza hiç tagayyür etmeden ve bozulmadan bizim kulağımıza getirmek için o bir avuç havanın her bir zerresinde öyle hadsiz bir kuvvet ve ihatalı bir irade ve bütün rûy-i zemindeki merkezlerde o Kur’an’ı okuyan hâfızların ayrı ayrı şivelerini bilecek ihatalı bir ilim ve onları bütün görecek ve işitecek muhit bir göz ve her şeyi bir anda işitebilir bir kulak olmazsa elbette bu mu’cize-i kudret vücuda gelmeyecek. ”
Emirdağ Lâhikası 2

  1. Görünenin Ardındaki Görünmeyen Kudret

Zamanın insanı çoğu zaman gördüğü şeyin arkasındaki hikmeti göremez. Radyoda yankılanan sesler, Kur’an tilavetleri, ezgiler ve haberler… Bunlar sıradan gibi görünse de, Bediüzzaman’a göre, bu seslerin bozulmadan, birbirine karışmadan bir avuç hava zerresinde taşınması, ilahi kudretin mucizevî bir tecellisidir.

Bu noktada Bediüzzaman, Emirdağ Lâhikası’nda şu soruları zihinlere bırakır:

Aynı anda yüzlerce sesi, sadâsıyla ve şivesiyle kim ayırır?

Her sesi bozulmadan kilometrelerce öteye kim ulaştırır?

Havanın her bir zerresine bu taşıma görevini kim verir?

Cevap açık ve nettir: Allah. Çünkü bu işlemler sonsuz bir ilim, irade ve kudret ister. Hava zerresi ise bilinçsiz bir varlıktır. O zaman bu işin arkasında muhit bir kudret vardır.

  1. Radyonun Gösterdiği Kudret Haritası

Bediüzzaman, bir avuç hava zerresinin, dünyanın dört bir yanından gelen Kur’an tilavetlerini aynı anda taşıyabilmesini “mu’cize-i kudret” olarak nitelendirir. Bu, sadece fizikî bir olay değil, aynı zamanda tevhidi ispatlayan bir kevnî ayettir.

> “…bir tek kelime-i Kur’aniye, mesela اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ kelâmı, tam hurufatıyla, şivesiyle, söyleyenin sadâsının tarzıyla…”
“…bir avuç hava zerresiyle hiç tagayyür etmeden kulağımıza gelir.”

Bu ifadede anlatılanlar, sıradan bir fizik yasası değil, ilahi düzenin zerrelere kadar işlemiş mükemmelliğidir.

  1. Bir Avuç Hava ve Sonsuz Kudret

Bediüzzaman’ın anlatımına göre, havadaki zerrelerin her biri adeta şuurlu bir görevli gibi çalışmaktadır:

Her biri farklı merkezden gelen sesi tanır.

Onu bozmadan, karıştırmadan iletir.

Aynı anda binlerce farklı sesi taşıyabilir.

Peki bu nasıl olur?

İlimsiz olmaz. İradesiz işlemez. Kudretsiz vücuda gelmez.

Demek ki:

🔹 Havanın her bir zerresinde ihatalı bir ilim (her şeyi bilen),
🔹 muhit bir kudret (her şeyi kuşatan güç),
🔹 şuurlu bir irade (hedefe yönelik bilinçli tasarım) vardır.

Ve bu sıfatlar yalnız Allah’a aittir.

  1. Radyo: Ateizmin Değil, Tevhidin Delili

Bugün birçok insan bilimi Allah’tan uzaklaştırıcı bir araç gibi görür. Oysa Bediüzzaman’a göre gerçek bilim, marifetullahın yoludur.

Radyo: Kulaklara hitap eden bir Kur’an dersi gibidir.

Televizyon: Gözlere gösterilen kevnî ayetleri okutan bir ekrandır.

İnternet: Eşzamanlı irade ve kudretin binlerce örneğini gösteren bir ağdır.

Bunlar tevhidi inkâr değil, isbat eder. Yeter ki hikmet nazarıyla bakılsın.

  1. Tefekkürün İnşası: Bilimle İmanın Buluşma Noktası

Kur’an’ın “De ki: “Göklerde ve yerde olanlara bir bakın!” Ancak o apaçık ayetler ve uyarılar iman etmeyecek bir halka yarar sağlamaz.

قُلِ انْظُرُوا مَاذَا فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ وَمَا تُغْنِي الْاٰيَاتُ وَالنُّذُرُ عَنْ قَوْمٍ لَا يُؤْمِنُونَ
Kulinzuru maza fis semavati vel ard, ve ma tugnil ayatu ven nuzuru an kavmin la yu’minun.” emriyle Bediüzzaman, gözümüzü göklere, kulağımızı cihazlara, aklımızı ise hakikate yönlendirir.

Radyo gibi cihazlar, bir ilahî simülasyon gibi çalışır:

Şekil vardır, ama ruh Allah’tandır.

Ses vardır, ama hareket ettiren ilim Allah’a aittir.

Görünmeyen şeyler taşınır, ama düzen içinde.

🔹 Bu tefekkür, camide başlar, laboratuvarda kemale erer.

SONUÇ: Radyonun Gösterdiği Hakikat

Bir avuç hava zerresi… İçinde milyarlarca kelime, şive, sadâ… Hiçbiri karışmadan, eksilmeden, sapmadan ulaşır kulağa. Bu, Allah’ın varlığına ve birliğine şahitlik eden sessiz bir âyettir.

Radyo bir ayet değil belki, ama kevni ayetleri gösteren bir penceredir. Bediüzzaman’ın nazarıyla bakıldığında, teknoloji tefekküre, fizik imanî delile dönüşür.

Ve işte tam burada iman bir kez daha der ki:
“Her şey O’nu gösteriyor.”

Makale Özeti:

Radyoda işleyen düzen, Allah’ın kudretini ve ilmini isbat eden bir tefekkür alanıdır.

Hava zerrelerinin milyonlarca sesi, sadâsıyla ve şivesiyle karıştırmadan taşıması, tesadüfle açıklanamaz.

Bediüzzaman, teknolojiyi inkâr aracı değil, iman tefekkürü olarak görür.

Radyonun arkasında, her şeyi kuşatan bir kudret, ihatalı bir ilim ve mutlak bir irade vardır.

Radyo, modern çağda tevhidi anlamanın ve anlatmanın bir delilidir.

 




Kadınlığın Fıtratına Aykırı Dayatmalar: Modern Terbiye ile Zedelenen Şefkat Hakikati

Kadınlığın Fıtratına Aykırı Dayatmalar: Modern Terbiye ile Zedelenen Şefkat Hakikati

“Kadınlığın fıtratında çocuk okşamak ve sevmek meyelanı var. Ve bir evladının dünyada ona hizmeti ve âhirette de şefaati ve validesi öldükten sonra ona hasenatı ile yardımı, o meyl-i fıtrîyi kuvvetlendirip evlendirmeye sevk etmiş. Halbuki şimdi terbiye-i İslâmiye yerine terbiye-i medeniye ile on taneden bir iki hakiki evlat, kendi validesinin şefkatine mukabil fedakârane hizmet ve dindarane dualarıyla ve hasenatlarıyla validesinin defter-i a’maline haseneler yazdırmak ve âhirette salih ise validesine şefaat etmek ihtimaline mukabil, ondan sekizi o haleti göstermediğinden bu fıtrî meyil ve nefsanî şevk ile o bîçare zaîfeler böyle ağır bir hayata kat’î mecbur olmadan girmemek gerektir.”
Emirdağ Lâhikası 2

  1. Giriş: Fıtratla Zıtlaşmak, Hayatla Zıtlaşmaktır

Kadın, fıtraten şefkattir. Anne olmak onun yaratılışının merkezinde yer alır. Şefkat, yalnızca bir duygu değil, bir varoluş hikmetidir.
Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası’ndaki bu pasajda kadının yaratılış hikmetine ve bu hikmetin günümüzde nasıl tahrip edildiğine dikkat çeker:

> “Kadınlığın fıtratında çocuk okşamak ve sevmek meyelanı var.”

Bu meyil, kadını evliliğe sevk eder. Çünkü bir çocukla gelen hizmet, dua, şefaat ve ebedî bağ, kadının ruhunu dolduran bir manevi sermayedir.
Ancak terbiye-i İslâmiye’nin yerini “terbiye-i medeniye” aldığında, bu fıtrat bozulur. Kadın, kendi özüne yabancılaştırılır. Modern dünyanın teklif ettiği terbiye, kadının ne yaratılışına ne de mutluluğuna hizmet eder.

  1. Terbiye-i Medeniye: Fıtratı Tersine Çevirmek

Bugün “özgürlük” adına sunulan modern eğitim ve yaşam tarzı, aslında kadını taşıyamayacağı bir yükün altına sokmaktadır.

Annelik küçümsenmekte,

Ev kadınlığı “atıl bir hayat” olarak görülmekte,

Kadının değerini dış dünyadaki başarılara bağlayan bir sistem inşa edilmektedir.

Oysa bu yaklaşım, kadınları ne mutlu etmiş ne huzura kavuşturmuştur. Aksine:

Aileler dağılmış,

Nesiller sahipsiz kalmış,

Kadın hem çalışmış, hem annelik yapmaya çalışmış, sonunda iki rolü de hakkıyla yapamayıp yıpranmıştır.

🔹 Hikmet: Kadına en ağır ceza, onu fıtratına yabancılaştırmaktır.

  1. Evlatla Kurulan Ebedî Bağ

Bediüzzaman burada çok dikkat çekici bir hakikate işaret eder:

> “Bir evladının dünyada hizmeti ve ahirette şefaati…”

Yani evlat sadece bu dünyada anneye muhtaç değil; anne de evladın duasına, hizmetine ve sadakatine muhtaçtır. Gerçek bir terbiye ile yetişen bir evlat, annesine:

Hayatta fedakârane hizmet eder,

Vefat ettiğinde onun için dua eder,

Salihse kıyamette şefaatçi olur.

Ancak bu da terbiye ile mümkündür. Bediüzzaman diyor ki:

> “Terbiye-i İslamiye yerine terbiye-i medeniye geçince, on çocuktan sadece biri ya da ikisi annesine karşı bu sadakati gösteriyor.”

🔹 Düşündürücü Gerçek: Modern eğitim, evladı annesine değil, dünyaya bağlamaktadır.

  1. Kadınlık Mektebine Dönüş: Çözüm Fıtrattadır

Kadınların bu ağır hayata “kat’î mecbur olmadan” girmemesi gerektiğini ifade eden Bediüzzaman, aslında bir tercihe değil, bir hayat tarzı önerisine çağırır:

Kadın, annelikte yücelir.

Evlat, dini terbiye ile hayırlı olur.

Aile, fıtrata uygun olursa cennet huzuru verir.

Şefkat, ancak merhamet temelli bir toplumda değer görür.

Bediüzzaman’ın çizdiği model, kadını sosyal hayattan koparan bir kapalılığı değil; fıtratına uygun bir alan sunan, onu asli vazifesinde aziz kılan bir modeli ifade eder.

🔹 İbret: Toplum, kadınla yükselir; kadın ise evlatla ebedîleşir.

  1. Toplumsal Yıkımın Sessiz Sebebi: Fıtrat Bozulması

Kadının çocuk sevgisi fıtridir, evlat sevgisi yaratılışına kodlanmıştır. Fakat bu meyil, günümüzde nefsânî şevklerle, dış etkilerle ve kültürel dayatmalarla istismar ediliyor.

Kadın evlenmeye mecbur bırakılmadan,

Çocuk sahibi olmanın ne büyük bir ebedî yatırım olduğunu fark ederek,

Ahirete ve salih evlatlara inanarak adım atmalıdır.

Aksi hâlde:

Dünya zorlaşır,

Ahiret unutulur,

Nesiller bağsız, sevgisiz, duasız kalır.

🔹 Son Söz: Bir milletin geleceği, annelerin dizinin dibinde şekillenir. Eğer o dizler sahipsizse, gelecek de sahipsizdir.

SONUÇ VE ÖZET

Kadınlığın fıtratında çocuk sevgisi, şefkat, merhamet ve annelik vardır. Bediüzzaman’a göre bu meyil, İslamî terbiye ile yücelir ve ebedîleşir. Ancak günümüzde “terbiye-i medeniye” kadını fıtratından koparıp maddî yüklerin altına sokmuş, evlatları ise annelerine yabancılaştırmıştır. Bu kırılma, sadece bireysel bir mutsuzluk değil; toplumun genelinde bir çöküşe sebep olmuştur. Çözüm ise, yeniden fıtrata dönmek ve Kur’anî terbiyeyi esas almaktır.

Makale Özeti:

Kadının fıtratında annelik ve çocuk sevgisi vardır.

Bu sevgi, evlatla kurulan dünyevî ve uhrevî bağlarla derinleşir.

Modern terbiyenin dayattığı hayat tarzı, bu bağları zayıflatır.

Terbiye-i İslamiye, hem kadını hem evladı ebedî bir bağla birbirine bağlar.

Fıtrata uygun yaşam, hem dünyevî huzur hem ahiret saadeti getirir.

Kadın, kendini modernliğe feda etmeden önce fıtratını hatırlamalıdır.

 




İstiklalin Bedeli mi, Tuzaklı Bir Pazarlık mı?

İstiklalin Bedeli mi, Tuzaklı Bir Pazarlık mı?
Hayim Naum Planı ve Din Üzerine Kurgulanan Gizli Anlaşma
Bediüzzaman Said Nursî’nin Emirdağ Lâhikası’ndan ilhamla

“Gizli Anlaşmanın Entrikası 

   Türklere dinlerini ve din temsilciliğini feda ettirmek şartıyla, sun’î istiklal işinde gizli anlaşmanın müessiri, tek kelime ile Yahudiliktir. Buna memur-u müşahhas kimse de şimdi Mısır Hahambaşısı bulunan Hayim Naum’dur. Bu Hayim Naum, bu korkunç teşebbüse evvela Amerika’da Türkler lehinde bir seri konferans vermek ve emperyalizma şeflerine, Türk’ün maddesini serbest bırakmaları, buna mukabil ruhunu, tâ içinden ve kendi öz adamlarına yıktırmaları fikrini telkin etmek suretiyle başlamıştır. Yani masonluk hasebiyle Kur’an’ın ahkâmını kaldırmak, milleti dinsiz yapmak.

   Hayim Naum müthiş planının zeminini Amerika’da hazırladıktan sonra İngiltere’ye geçmiş ve hâlis Yahudi olan Lord Gürzon ile temas ederek şu teklifte bulunmuştur:

   “Siz Türkiye’nin mülkî tamamiyetini kabul ediniz. Onlara ben İslâmiyet’i ve İslâmî temsilciliklerini ayaklar altında çiğnetmeyi taahhüd ediyorum.” ”
Emirdağ Lâhikası 2

  1. Giriş: Kazanılan Toprak mı, Kaybedilen Ruh mu?

Tarih sadece savaşların değil, aynı zamanda satır aralarına gizlenmiş anlaşmaların da tarihidir. Görünen zaferlerin ardında bazen gizli bir hezimet, bağımsızlık görüntüsünün ardında ruhen esaret saklıdır. Emirdağ Lâhikası’nda yer alan Hayim Naum Planı, tam da böyle bir perde arkasını gözler önüne serer:

> “Siz onlara toprak verin; ben dinlerini ellerinden alırım.”

Bu, sadece politik bir entrika değil; bir milleti içinden çökertmeye yönelik ince ayarlı bir işgal modelidir.

  1. Hayim Naum: Bir Rol, Bir Plan, Bir Tuzak

Mısır Hahambaşısı Hayim Naum, diplomasi perdesi arkasında bir ideolojik saldırının mümessili olarak tanıtılır. Bediüzzaman’a göre onun yaptığı şey basit bir siyasi lobi faaliyeti değil; milleti içinden vuracak bir imha programıdır:

Dinî temsilciliği yok etme,

Kur’an’ın ahkâmını ilga etme,

İslamiyet’i şeklen değil, ruhen silme,

Bu yıkımı da öz adamlarla, yani içeriden yürütme.

🔹 Düşündürücü Gerçek: En tehlikeli savaş, düşmanın dışarıdan değil, içeriden konuşlandırıldığı savaştır.

  1. “Mülkî Tamamiyet”in Bedeli: Manevî Çözülme

Hayim Naum’un İngiltere’de Lord Curzon’a yaptığı teklif, adeta bir şeytanî mukaveledir:

> “Siz Türkiye’nin toprak bütünlüğünü kabul edin, ben onların dinini ayaklar altına alırım.”

Bu söz, modern tarihte eşine az rastlanır bir “ideolojik rehin alma”dır. Yani:

Türkiye haritadan silinmesin,

Ama ruhen boşaltılsın.

Devlet ayakta kalsın,

Ama milletin manevî kimliği çürüsün.

🔹 İbret: Maddî bütünlük, manevî çürümenin önüne geçemediğinde aslında kazanılmış bir şey kalmaz.

  1. Masonluk ve Dinsizlik Projesi: İçerden Yıkım Mekanizması

Hayim Naum’un planında en dikkat çeken yön, “milleti kendi öz adamlarıyla yıktırma” vurgusudur. Bu, dıştan değil içten bir çözülmeyi gösterir.
Bediüzzaman burada masonluğu sadece bir dernek değil, Kur’an’a karşı sistematik bir mücadelenin aracı olarak tanımlar.
Bu mücadele:

Kur’an’ın hükümlerini “çağ dışı” gösterme,

İslam’ı yalnızca özel alanlara hapsetme,

Dini, modern devlet yapısına tehdit gibi sunma,

Laiklik kisvesiyle dini kurumlardan ve eğitimden arındırma…

🔹 Hikmet: Hakikat sadece dış düşmanlarla değil, iç saptırmalarla da yıpratılır.

  1. Lozan ve Sonrası: Planın Siyasi Kılıfı

Lozan Antlaşması’nın sadece diplomatik bir metin olmadığı, bu tür “arka plan anlaşmaları”yla desteklendiği fikri, Bediüzzaman’ın yaklaşımında güçlü bir şekilde yer alır.
Zahiren bağımsızlık, batı dünyası nezdinde tanınma, ama batında:

Halifeliğin kaldırılması,

Şeriatın yasadan çıkarılması,

Medreselerin kapatılması,

Ezânın susturulması…

Bu, bir milletin “mülkî istiklali” kazanırken, “ruhanî istiklali”nden vazgeçmesidir.

🔹 Ders: Ruhunu satan bir milletin toprağı kalmış olsa bile, geleceği ipoteklidir.

  1. Bediüzzaman’ın Tavrı: Zihinsel Direniş ve Kur’an’a Sarılmak

Bediüzzaman Said Nursî bu gidişata karşı sadece fikirle değil, iman hakikatlerini ders vermekle mukabele etmiştir. Onun “masonluğa karşı silahsız ama sarsıcı” cevabı Risale-i Nur’dur. Çünkü biliyordu ki:

> “Bu zamanda maddî kuvvetle değil, manevî kuvvetle mücadele edilir.”
“Bu zamanda en büyük silah: Kur’an’daki imanî hakikatlerdir.”

🔹 Ümit: Kalplere iman, akıllara nur, topluma huzur ancak Kur’an’la gelir.

SONUÇ VE ÖZET

Hayim Naum Planı, Türkiye’nin maddî bağımsızlığı karşılığında manevî değerlerinden vazgeçmesini isteyen bir entrikadır. Kur’an’ın ahkâmını kaldırmak, İslam’ı toplum dışına itmek ve milletin öz evlatlarıyla bu dönüşümü gerçekleştirmek; bu planın temel taşlarıdır.
Bediüzzaman bu tarihi süreci açıkça teşhir etmiş, milletin asıl zaferinin toprak kazanmak değil, imanını muhafaza etmek olduğunu anlatmıştır. Bugün de aynı planlar başka kılıflarla devam etmektedir. Tek çare yine aynıdır: Kur’an’a sımsıkı sarılmak.

Makale Özeti:

Hayim Naum Planı, Türkiye’ye “istiklal” verirken İslam’dan koparma tuzağıdır.

Lord Curzon’la yapılan gizli anlaşma, dinin içten tasfiye edilmesi şartına dayalıdır.

Masonluk, bu projede din karşıtı bir aygıt olarak kullanılmıştır.

Lozan sonrası dinî kurumlar hedef alınmış, İslam kamusal hayattan çıkarılmak istenmiştir.

Bediüzzaman bu tehdide Kur’an’ın hakikatleriyle karşı koymuştur.

Çözüm, hâlâ Kur’an’a ve imanî dirilişe yönelmekten geçmektedir.