Bir Dosyanın Kapanışı: Emeklilikten Ebediyete

Bir Dosyanın Kapanışı: Emeklilikten Ebediyete

 

Bugün itibariyle çok şükür 65 yaş dolayısıyla öğretmenlik mesleğinden emekli oldum.
Hamdolsun.
Memura bir evrak için gittiğimde tüm görev süresince bana ait olan klasörü gostererek;
Hocam, her şey tamam, şu dosyanızı da arşive kaldıracağız, başka iş kalmadı, dedi.
Bir an sonrasına gittim.
Artık okulla işim bitmiş, dosyam da kaldırılmıştı.
Bunu bir günde dünyadan gidince söyleyecekler.
Merhumun tüm resmi ve gayri resmi dosyaları kütükten düşülmüştür.
Öyle değil mi?

*********

Hayat uzun bir yolculuktur; ama bu yolculukta duraklar kadar dosyalar da vardır. Her insanın ömrü, tıpkı devlet dairelerinde tutulan klasörler gibi, kayıt altına alınır. Kimlik kartları, sicil belgeleri, disiplin kayıtları, başarı belgeleri, teşekkür yazıları, hatta unutulmuş birkaç evrak bile dosyanın içindedir. İşte insan, yıllar içinde çalıştığı kurumlarda kendisine ait bir iz bırakır; hem evraklarda hem gönüllerde.

Emekli olan bir öğretmenin devlet dairesinde karşılaştığı tablo, aslında hepimizin bir gün karşılaşacağı hakikatin küçük bir izdüşümüdür. Memurun “Dosyanızı da arşive kaldıracağız, işiniz bitti.” demesi; sıradan bir işlem değil, adeta varlığın idari olarak da tamamlandığını, o görevin kapandığını ilan eden bir cümledir. O dosya, bir dönemin bittiğini, artık başka bir kimlikle, başka bir statüyle yaşanacağını fısıldar.

Ama asıl derin ve düşündürücü olan şudur:

Bir gün bu dünyadan göç ettiğimizde de aynı şey olacak.

O gün yine birileri diyecek ki:

> “Merhumun tüm resmi ve gayri resmi dosyaları düşmüştür.”

Artık devlet kayıtlarında da, mahalle nüfusunda da, sosyal güvenlik sisteminde de aktif bir yerimiz kalmayacak. Ne işe gidilecek, ne maaş alınacak, ne sicil işlenecek. Dünya defteri kapanmış olacak. Ve bu kapanış, sadece bir klasörün rafa kaldırılması değil, tüm bir ömrün muhasebesi anlamına gelecek.

Dünyada Dosya Kapanır, Ahirette Açılır

Risale-i Nur’da geçen bir ifadede özetle şöyle denilir:
Bu dünya bir meydan-ı imtihandır. Burada işleyen yazılır, fakat karşılık verilip yargılama burada yapılmaz. Ahirette ise dosyalar açılır, herkesin hayat kitabı kendisine okunur.

Demek ki, dünyada resmi işlemler nasıl bir dosyada toplanıyorsa; manevi işlemlerimiz de Levh-i Mahfuz’da toplanıyor. Allah’ın katip melekleri, hiçbir detayı atlamadan yazıyor. Küçük büyük her amel, her söz, her niyet, o büyük dosyada kayıtlı.

Öğretmenlik hayatı boyunca nice öğrenciye bilgi, ahlak, yön ve ışık olan bir kişi; inşallah bu yönüyle manevi bir sermaye biriktirmiştir. Her doğru yönlendirme, her güzel söz, bir başka insanın kaderinde olumlu bir değişime sebep olmuşsa, bu da ahiret dosyasına yazılmıştır.

O yüzden emeklilik, bir son değil; bir tefekkür başlangıcıdır. Kendini dışarıya kapatmayan, topluma hâlâ örnek olmaya devam eden bir öğretmenin emekliliği, sadece görev tanımının değişmesidir. Artık tahtada değil, hayatın ortasında öğretmeye devam edecektir.

Ama o kapanan dosya, bir şeyi daha hatırlatır:

Bir gün asıl dosya kapanacak.

Ve o gün, arşivlere değil mahşer meydanına konulacağız. Bu sebeple, emekliliği bir zafer olarak görmekten ziyade, “şimdi ne yapmalıyım, daha ne kadar hazırlanmalıyım?” sorusuyla karşılamak gerekir.

Çünkü:

Devlet arşivine giden dosya belki bir daha hiç açılmaz.

Ama ahiretteki dosya, kişinin ebedi akıbetine yön verecek kadar önemlidir.

Şimdi ne yapmalı?

Emeklilik, sadece bir veda değil, aynı zamanda bir davettir. Yeni bir hayata, yeni bir hizmet biçimine, belki daha az meşguliyetle daha çok derinleşmeye çağırır. Kitaplar, tefekkür, ibadet ve özellikle de genç nesle manevi miras bırakma zamanı gelir çatar.

Çünkü ölüm, emekliliğin de emekliliğidir.

Sonuç:

Dünyadaki klasörler rafa kaldırılır, tozlanır, unutulur. Ama ebediyetin dosyaları canlıdır, titizlikle korunur ve günü geldiğinde açılmak üzere bekler.

Öyleyse, şimdi kapanan dosyanın ardından durup şunu sormalı:
Ben ebedî dosyam için neler biriktirdim?

Özet:

Bu makalede, bir öğretmenin emekliliği vesilesiyle yaşadığı “dosya kapatılma” süreci üzerinden hayatın geçiciliği ve ölüm sonrası sorumluluklar ele alınmıştır. Emekliliğin bir dinlenme değil, daha derin bir hazırlık dönemi olduğu anlatılmış; dünya dosyalarının kapanışı ile ahiret dosyalarının açılışı arasındaki bağlantı hikmetli bir bakışla işlenmiştir. Her kapanan klasör, bir açılışın habercisidir: Ya hesap günü ya da ebedî bir istirahat…

***********

Kur’ân-ı Kerîm, amel defterlerinin verilmesini çok çarpıcı ve ibretli şekilde anlatır. Bu anlatımlar, insanın dünya hayatındaki yaptıklarının kayıt altına alındığını ve ahirette bu kayıtların ortaya konulacağını bildirir. Özellikle sağdan ve soldan verilen defterler ile ilgili sahneler, insanın ebedî akıbetine dair derin bir uyarı taşır. İşte bu konuda Kur’an’daki bazı ibretli ayetler ve kısa izahlarıyla birlikte bir derleme:

  1. Sağdan Amel Defteri Verilenler: Sevinç ve Kurtuluş Sahnesi

📖 “Kitabı sağından verilen kimse der ki: ‘Alın, kitabımı okuyun!’”

(Hâkka Suresi, 19)

Bu ayette kurtuluşa eren müminin sevincine dikkat çekilir. O kişi, amel defterini utanmadan, sıkılmadan çevresindekilere gösterir. Çünkü içinde hayırla dolu bir ömür vardır.

📖 “Ben zaten hesabımla karşılaşacağımı biliyordum.”

(Hâkka, 20)

Bu ifade, dünyadayken hesap bilinciyle yaşamanın ve buna göre bir hayat sürmenin sonucudur. Mümin kişi, dünyada yaptığı hiçbir şeyin boşuna olmadığını bilerek yaşar.

📖 “Artık o, hoşnut edici bir hayat içindedir. Yüksek bir cennettedir.”

(Hâkka, 21-22)

Bu ödül, dünyada yaptığı sabır, takva ve ihlaslı amellerin karşılığıdır. Cennet, onun için bir mükâfat değil; adaletin tecellisidir.

  1. Soldan Amel Defteri Verilenler: Dehşet ve Pişmanlık Sahnesi

📖 “Kitabı sol tarafından verilen kimse ise şöyle der: ‘Keşke kitabım bana verilmeseydi!’”

(Hâkka, 25)

Bu sahne, pişmanlığın en derin halini yansıtır. Artık hiçbir şey geri çevrilemez, hiçbir mazeret geçerli değildir. O kişi, dünyadayken yaptığı kötülüklerin şimdi bir bir önüne konduğunu görür.

📖 “Hesabımın ne olduğunu bilmeseydim!”

(Hâkka, 26)

Hesap, artık iş işten geçtikten sonra anlaşılmıştır. Ne çare ki bu anlayış, faydasız bir pişmanlıktır.

📖 “Keşke ölüm her şeyi bitirseydi!”

(Hâkka, 27)

Bu ifade, kişinin ölümün bir son değil, bir başlangıç olduğunu fark ettiğinde içine düştüğü dehşeti gösterir. Keşke ölümle yok olsaydı da bu azapla karşılaşmasaydı demektedir. Fakat artık dönüş yoktur.

  1. “Kime Defter Nereden Verilecek?” – Bir Ölçü ve Adalet Meselesi

📖 “O gün insanlar amellerine göre bölük bölük Rablerinin huzuruna çıkarılır. Kim zerre kadar hayır işlerse onu görür; kim zerre kadar şer işlerse onu da görür.”

(Zilzâl, 6-8)

Bu ayetler, büyük-küçük her şeyin kayda geçtiğini ve adaletin eksiksiz işlediğini bildirir. Hiçbir amel boşa gitmez.

📖 “O gün biz onların ağızlarını mühürleriz. Eller bize konuşur, ayakları da kazandıklarına şahitlik eder.”

(Yâsîn, 65)

Sadece defterler değil, uzuvlar da şahitlik yapacaktır. İnsan artık kendi kendine bile savunma yapamayacaktır.

  1. Meleklerin Kayıt Tutması ve Defterin Hazırlanışı

📖 “Üzerinizde, yaptıklarınızı yazan değerli yazıcılar vardır. Onlar, yaptığınız her şeyi bilirler.”

(İnfitar, 10-12)

Her insanın yanında, amellerini kaydeden melekler vardır. Bu melekler hata yapmaz, unutmaz, yanlış yazmaz.

💡 Sonuç: Amel Defteri Yaşarken Yazılır, Ölünce Teslim Alınır

Kur’an’ın bu tablolarla verdiği mesaj nettir:

Hayat bir imtihandır.

Her söz ve davranış kayıt altındadır.

Defter ya sağdan verilir: Sevinç ve cennetle sonuçlanır.

Ya soldan verilir: Pişmanlık ve azapla sonuçlanır.

Kısa Özet:

Kur’an’da amel defterlerinin verilmesiyle ilgili sahneler, ahiret inancının en çarpıcı anlatımlarındandır. Sağdan defter verilenlerin sevinçle, soldan verilenlerin ise pişmanlıkla bu anı yaşadığı vurgulanır. Bu anlatımlar, hesap gününe hazırlık için sürekli bir muhasebe bilinci oluşturur:
Bugün yaşadığımız her şey yazılıyor. Yarın, o defteri ya gururla okuyacağız ya da “keşke verilmeseydi” diyeceğiz.

Rabbim utandırmasın…

 




Sesin Yolculuğu: Havanın Sırrı ve Radyoların Hikmeti

Sesin Yolculuğu: Havanın Sırrı ve Radyoların Hikmeti

“Hava unsurunun yüksek ve ehemmiyetli bir vazifesi

اِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ

âyetinin sırrıyla, güzel ve manidar ve imanî ve hakikatli kelimelerin kalem-i kaderin istinsahıyla ve izn-i İlahî ile intişar etmesiyle bütün küre-i havadaki melâike ve ruhanîlere işittirmek ve arş-ı a’zam tarafına sevk etmek için kudret-i İlahî kaleminin mütebeddil bir sahifesi olmaktır.

   Madem havanın kudsî vazifesinin, hikmet-i hilkatinin en mühimmi budur. Ve rûy-i zemini radyolar vasıtasıyla bir tek menzil hükmüne getirip nev-i beşere pek büyük bir nimet-i İlahiye olmaktır. Elbette ve elbette beşer bu pek büyük nimete karşı, bir umumî şükür olarak o radyoları her şeyden evvel kelimat-ı tayyibe olan kelâmullahın, başta Kur’an-ı Hakîm ve hakikatleri ve imanın ve güzel ahlâkların dersleri ve beşerin lüzumlu ve zarurî menfaatlerine dair kelimatları olmalı ki o nimete şükür olsun. Yoksa nimet böyle şükür görmezse beşere zararlı düşer. ”
Emirdağ Lâhikası 2

“Güzel söz, semaya yükselir; kalplere rahmet, göklere şükür olur.”
Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulur:
“İyi söz O’na yükselir, salih amel onu yükseltir.” (Fâtır, 10)
Bu ayet, yalnızca dilde söylenen bir hayrı değil; kainattaki ilahî bir akışı, gökler ve yer arasındaki manevî bir trafik hattını haber veriyor. İşte Risale-i Nur’da geçen bu yüksek hakikat, havanın sır perdelerini aralayarak insanın dilinden çıkan kelimelerin nasıl semaya yükseldiğini, melekût âleminde nasıl yankılandığını gözler önüne seriyor.

Hava: Kudret-i İlâhiyenin Konuşan Sayfası

Modern bilim havayı, sesin yayılma ortamı; iletişimin taşıyıcısı olarak tarif eder. Fakat bu tarif eksiktir. Hava, yalnızca moleküllerin titreştiği bir alan değil; ilahi kudretin tecelli ettiği, manevî yazıların yazıldığı bir levha gibidir.

Risale-i Nur bu sahifeyi şöyle tarif eder:

> “Havanın kudsî vazifesinin, hikmet-i hilkatinin en mühimmi; güzel ve manidar kelimelerin istinsahı, yayılması ve melekût âlemine ulaştırılmasıdır.”

Yani insanın söylediği güzel sözler, imanî kelimeler, dualar, zikirler, havanın zerrelerinden geçerek meleklerin kulaklarına, hatta arş-ı a’zama kadar ulaşır.

Bu yönüyle hava, bir tür mânevî postacı, bir kudret mürekkebi, rahmetli bir telgraf teli gibidir.

Radyolar ve Modern İletişimin Manevî Mesuliyeti

Bugün insanlık havayı çok daha farklı bir şekilde kullanıyor. Radyo dalgaları, Wi-Fi sinyalleri, cep telefonu konuşmaları, yayınlar, reklamlar… Hepsi havayı mesken tutmuş durumda.

Bediüzzaman bu noktada çok çarpıcı bir uyarıda bulunur:

> “Beşer bu pek büyük nimete karşı umumî bir şükür olarak o radyoları evvela Kur’ân’ın, imanın, ahlâkın ve insanlığın faydasına kullanmalı. Yoksa nimet böyle şükür görmezse, beşere zararlı düşer.”

Bugün radyolar, televizyonlar, internet; eğer Kur’an’ın nûruna hizmet etmiyor, bilakis heva ve hevesi kamçılıyorsa, o zaman o nimet değil, bir vebale dönüşür.

Tıpkı ekmeği israf etmek gibi, tıpkı suyu kirletmek gibi, havayı da boş ve kirli sözlerle meşgul etmek, bir çeşit nimeti inkâr sayılır. Oysa hava, Kur’an’ı taşımak için, duayı ulaştırmak için yaratılmıştır.

Hikmetle Kullanılan Teknoloji: Nimetin Şükrü

Bugün elimizde mikrofon var, yayın var, internet var. Peki neyi yayıyoruz?

İman mı?

Kur’an mı?

Ahlâk mı?

Yoksa eğlence, boş söz, gıybet ve heva mı?

Müminin vazifesi; bu ilahî nimeti asıl gayesi üzere kullanmaktır. Eğer bir yayın, bir ses, bir kelime insanın kalbine Allah’ı hatırlatıyorsa, o ses bir sadaka olur, bir şükür olur. Fakat boş ve anlamsız içerikler, havayı kirleten manevî birer günah bulutu olabilir.

ÖZET:

Risale-i Nur’un işaret ettiği gibi, hava yalnız fiziksel bir unsur değil, ilahî kelimelerin semaya taşındığı kudsî bir sahifedir. Havanın en büyük hikmeti, güzel sözlerin, imanî hakikatlerin melekler ve ruhanîlere ulaştırılmasıdır. Modern zamanlarda bu nimet, radyolar ve iletişim araçlarıyla daha da genişlemiştir. Ancak bu nimet, Kur’an ve hakikatlerin yayılması için kullanılmazsa, insanlığa zarar verir. Müminin görevi, bu sesi, bu havayı, bu teknolojiyi şükür ve tebliğ aracı hâline getirmektir.

 




İki Yol Arasında Değil, Bir Yoldayız: Bu Topraklarda Ya İman Ya Hiçlik Var

İki Yol Arasında Değil, Bir Yoldayız: Bu Topraklarda Ya İman Ya Hiçlik Var

“Küfür ile iman ortası yoktur. Bu memlekette İslâmiyet’e karşı komünist mücadelesi ortası olamaz. Sağ ve sol, ortası üç meslek icab ettirir. Eğer İngiliz, Fransız deseler hakları var. Sağ İslâmiyet, sol komünistlik, ortası da Nasraniyet diyebilirler. Fakat bu vatanda küfr-ü mutlaka karşı iman ve İslâmiyet’ten başka bir din, bir mezhep olamaz. Olsa dini bırakıp komünistliğe girmektir. Çünkü hakiki bir Müslüman hiçbir zaman Yahudi ve Nasrani olamıyor. Olsa olsa dinsiz olup tam anarşist olur.”Emirdağ Lâhikası 2

“İmanla küfür ortasında bir çizgi yoktur; o çizgi, ya karanlığa ya da aydınlığa çıkar.”

Medeniyetlerin kaderinde inanç esaslı ayrışmalar belirleyicidir. Tıpkı gece ile gündüz gibi, imanla küfür arasında da kesin ve belirgin bir sınır vardır. Bu sınır, bazı toplumlarda görece flu olabilir; ancak bazı milletler vardır ki, ya İslâmiyet’le yaşar ya da tamamen ruhsuz bir anarşiye sürüklenir. İşte o milletlerden biri de Türk milletidir.

Orta Yolcuların Yanılgısı

Modern Türkiye’de bir asırdır “ılımlı laiklik”, “ortada bir ideoloji”, “ne sağcıyım ne solcu” gibi kavramlarla milletin önüne bir “üçüncü yol” konmaya çalışılıyor. Bu üçüncü yol, ne yazık ki ne İslâm’ı yaşatan bir yoldur ne de açıkça küfrü ilan eden dürüst bir sapmadır. Tam aksine, bir buhranın, kimliksizliğin, fikrî çürümenin adıdır.

Bediüzzaman Said Nursî bu meseleyi şöyle ortaya koyar:

> “Bu memlekette İslâmiyet’e karşı komünist mücadelesi ortası olamaz.”

Neden?

Çünkü bu milletin fıtratında, tarihinde, ruhunda tevhid ve İslâm hakikati derinlemesine kök salmıştır. Bu millet Hıristiyan olamaz, Yahudi hiç olamaz. Dini bıraksa, boşluğa düşer ve anarşist olur. Çünkü bu topraklarda küfür, organize bir sistem değil; bir çöküştür.

İngiliz’in Ortası, Türk’te Boşluk

İngiliz, Katoliklikle Protestanlık arasında bir yol bulur. Fransız laikliği, Hristiyanlık zemininde bir denge kurabilir. Ama Türkiye’de böyle bir zemin yoktur. Burada “orta yol” denilen şey, aslında İslâm’dan uzaklaştıran ince ve sinsi bir kayma hattıdır.

Sağ, İslâmiyet’tir.
Sol, komünistliktir.
Ortası, bu millet için yok hükmündedir.

Çünkü ortada durmak, doğrularla yanlışları meczetmek anlamına gelir. Hak ile batıl bir araya gelirse, hak zedelenir; batıl güçlenir. Bu sebeple, Bediüzzaman’ın tesbiti çok nettir:

> “Küfür ile iman ortası yoktur.”

İslâmiyet’ten Sapan, Hiçliğe Düşer

Tarihte Müslüman olup da sonra başka bir dine geçen milletlerin çoğu yok olmuş ya da kimliksizleşmiştir. Çünkü İslâm, insanın tüm yönlerini kapsayan bir dindir: Akıl, kalp, ruh ve beden hep birlikte yönelir. Bu bütünlük bozulursa, insan yarım kalmaz; tamamen dağılır.

Ve işte Türkiye’nin bugün yaşadığı kimlik buhranı, tam da bu noktada baş göstermektedir. Ne tam Batılı olabildik, ne de İslâm’a tam sarıldık. Bu arada kalanlar, zamanla ya anlamsız bir sekülerliğe ya da yıkıcı bir inançsızlığa sürüklendi. Uyuşturucu, intihar, aile dağılması, kimlik kaybı gibi problemler; hep bu inançsız aralığın neticesidir.

Çözüm: Tam Bir İman, Saf Bir İstikamet

Bu milletin selâmeti, İslâm’a tam yönelmek ile mümkündür. Ortada durmak; ne Batı’ya yaranır ne de İslâm’a sadakat getirir. Sağlam bir duruş için, inancını netleştirmek gerekir.

Ya iman, ya inkâr.

Ya Kur’an, ya boşluk.

Ya ubudiyet, ya serkeşlik.

Çünkü imanla küfür ortası bir köprü değil, bir uçurumdur.

ÖZET:

Emirdağ Lâhikası’nda belirtildiği üzere, Türkiye gibi İslâmî temeller üzerine kurulu bir millet için imanla küfür arasında bir “orta yol” yoktur. Sağ İslâm’dır, sol komünistliktir; ortası ise bu millet için yok hükmündedir. Çünkü bir Türk, Hristiyan ya da Yahudi olamaz; dini bırakırsa ancak anarşist ve kimliksiz olur. Bu sebeple “ortayolculuk” bir çözüm değil, tehlikeli bir yok oluşun adıdır. Kurtuluş, sadece tam bir imanla, istikametli bir hayatla mümkündür.

 




İffetin Bedeli ve İzzetin Tercihi: Kadın, Maişet ve Ubudiyet Dengesi

İffetin Bedeli ve İzzetin Tercihi: Kadın, Maişet ve Ubudiyet Dengesi

“Fıtraten kadın, zaafı için maişet noktasında bir yardımcıya muhtaçtır. O ihtiyaç için şimdiki terbiye-i İslâmiyeden ders almayan; serseriliğe, tahakküme alışanlardan o küçük bir iaşesi hatırı için tahakkümler altına girip riyakârane kocasının rızasını tahsil etmek yolunda hayat-ı dünyeviye ve uhreviyesinin medarı olan ubudiyetini ve ahlâkını bozmak bedeline, köy kadınları gibi kendi nafakasını kendi çalışmasıyla kazanmak, on defa daha kolaydır. Rezzak-ı Hakiki çocukların rızkını süt ile verdiği gibi onların da rızkını o Hâlık-ı Rahîm veriyor. O rızık hatırı için namazsız ve ahlâkını kaybetmiş bir zevci aramak, riyakârane çalışıp tahakkümü altına girmek elbette Nur talebesinin kârı değil. ”
Emirdağ Lâhikası 2

“Kadının şerefi, iffeti; izzeti ise kulluk bilincidir.”
Zaman değiştikçe değerler de değişiyor; ama hakikat değişmiyor. Kadın, insanlığın yarısıdır, anneliğin sığınağıdır, merhametin remzidir. Lakin modern zaman, kadını ya bir tüketim nesnesine ya da sadece ekonomik bir varlığa indirmiştir. Oysa kadının hakikî kıymeti, fıtratının ve ubudiyetinin korunmasıyla mümkündür.

Fıtratın Fısıltısı: Kadın Zayıftır Ama Zillet İçin Değil

Risale-i Nur’da geçen “fıtraten kadın zaafı için maişet noktasında bir yardımcıya muhtaçtır” ifadesi, kadının ekonomik değil, fıtrî bir hakikate işaret eder. Zira kadın yaratılış itibarıyla daha ince, daha şefkatli, daha kırılgandır. Bu zafiyet, horluk değil; bir hikmettir.

Kadın, aile hayatında erkeğin desteğine, onun muhafazasına ve rızasına muhtaçtır. Ama bu ihtiyaç, tahakküm altına girmek, izzetini kaybetmek, riyaya sapmak pahasına değil; izzetli bir beraberlik içinde bir araya gelmek içindir.

Terbiye-i İslâmiye Olmadan Gelen Tehlike

Eğer erkek, İslâm terbiyesi almamışsa; dinden, ahlâktan, merhametten uzaksa; kadının bu fıtrî ihtiyacını bir sömürü aracı hâline getirir. İşte burada kadın, bir tercih noktasına gelir:

> “Ubudiyetini ve ahlâkını bozmak pahasına, riyakârane bir erkeğin tahakkümüne mi girecek? Yoksa köy kadınları gibi kendi nafakasını izzetle mi kazanacak?”

İşte bu sorunun cevabı, her çağın kadınına yapılmış bir şahsiyet ve izzet çağrısıdır.

İffet mi? İaşe mi?

Modern çağ, kadına “özgürlük” diye sömürü zincirini uzatıyor. Onu ya reklam panolarında bir yüz, ya da patron masasının karşısında bir maaş nesnesi yapıyor. Bu tabloda, kadın ya süslenmek ve beğenilmek için yaşıyor, ya da ekonomik kaygılarla hayatta kalmaya çalışıyor. Oysa:

> “Rezzak-ı Hakiki, çocuklara rızıklarını sütle verdiği gibi, kadınlara da rızıklarını kendi rahmetiyle verir.”

Bu kudsî cümle, kadına verilmiş bir teminat gibidir. Yani sen Allah’ın kulusun. Rızkın Allah’tandır. Ahlâkını kaybetmek, namazsız bir zevcin gözüne girmek için riyaya girmene gerek yoktur.

Mümin Kadının Tavrı: İzzetli İktisat ve Ubudiyetle Direniş

Nur Talebesi olan bir kadın veya iman şuuru taşıyan bir hanımefendi; geçim için şerefini zedelemez. Kocasının helal kazanmasına destek olur; ama onun zulmüne, ahlâksızlığına, ibadetsizliğine razı olmaz. Bu çağrıda bir kadın hareketi değil, bir izzet ve ibadet hareketi gizlidir.

Bu çağın kadınları, evet üretmeli, çalışmalı, kendini geliştirmelidir. Ama bunu yaparken:

Ahlâkını yitirmemeli,

Kendisini meta gibi sunmamalı,

Erkek egemenliğine değil, Allah’ın rızasına göre bir hayat kurmalıdır.

ÖZET:

Kadın, maişet konusunda fıtraten bir yardımcıya muhtaçtır. Ancak bu ihtiyaç, zillet ve riyakârlık pahasına olmamalıdır. İslâmî terbiye almamış erkeklerin tahakkümü altına girmektense, kendi rızkını helal ve izzetli bir şekilde kazanmak daha evladır. Çünkü asıl maksat, kadının hem dünya hem ahiret saadetini sağlayacak ubudiyetini ve ahlâkını korumasıdır. Kadına rızkı veren Allah’tır; onun izzetini zedeleyerek çalışmasına asla muhtaç değildir. Mümin kadın, bu bilinçle yaşar ve izzeti, iffeti ve ubudiyeti pahasına hiçbir şeye tâviz vermez.

 




Nimet mi, Nıkmet mi? Radyonun Dili, Kalbin Yönü

Nimet mi, Nıkmet mi? Radyonun Dili, Kalbin Yönü

“Evet beşer, hakikate muhtaç olduğu gibi bazı keyifli hevesata da ihtiyacı var. Fakat bu keyifli hevesat, beşte birisi olmalı. Yoksa havanın sırr-ı hikmetine münafî olur. Hem beşerin tembelliğine ve sefahetine ve lüzumlu vazifelerinin noksan bırakılmasına sebebiyet verip beşere büyük bir nimet iken büyük bir nıkmet olur. Beşere lâzım olan sa’ye şevki kırar.

   Şimdi gözümün önündeki makinecik ve radyo kabı, Kur’an’ı dinlemek için odama getirilmişti. Baktım, on hissede bir hisse kelimat-ı tayyibeye veriliyor. Bunu da bir hata-yı beşerî olarak anladım. İnşâallah beşer bu hatasını tamir edecek. Ve bütün zemin yüzünü bir meclis-i münevver, bir menzil-i âlî ve bir mekteb-i imanî hükmüne geçirmeye vesile olan bu radyo nimetine bir şükür olarak beşerin hayat-ı ebediyesine sarf edilecek kelimat-ı tayyibe, beşte dördü olacak.”
Emirdağ Lâhikası 2

“Hakikat, ruhun gıdası; heves ise nefse tatlı bir oyundur. Mesele, hangisini çoğalttığınla ilgilidir.”

İnsan fıtratı, hem hakikate hem de keyfe, yani ciddiyete olduğu kadar dinlenmeye ve eğlenceye de muhtaçtır. Ancak bu muhtaçlık, ölçüsüz hâle geldiğinde, insanı beslemez; çürütür. İşte Risale-i Nur’un bu veciz tesbiti, zamanımızda teknolojinin, özellikle medya araçlarının kullanımına dair muazzam bir ölçü sunmaktadır.

Radyo: İman İçin Mi, Heves İçin Mi?

Bediüzzaman’ın gözüne takılan bir manzara vardır:
Kur’an dinlemek için odasına getirilen bir radyo…
Ancak ne garip ki o radyoda, on hisseden sadece biri imanî kelimelere ayrılmıştır. Geri kalan dokuz hisse, boş sözlere, eğlenceye, hevesata tahsis edilmiştir.

Bu tabloyu sadece o günkü radyo için değil, bugün elimizdeki televizyon, internet, sosyal medya, dijital platformlar için de düşünelim:
Acaba biz de hakikate bir, hevesata dokuz pay mı veriyoruz?

Heves, Ölçüsüz Olunca Ne Olur?

İnsanın elbette dinlenmeye, keyiflenmeye ihtiyacı vardır. Fakat Risale-i Nur burada açıkça uyarır:

> “Bu keyifli hevesat, beşte birisi olmalı. Fazlası, tembelliğe, sefahete, vazifenin terkine ve şükürsüzlüğe yol açar.”

Bu cümle, çağımıza tutulmuş bir aynadır. Bugün televizyonlar, YouTube, diziler, müzik uygulamaları, TikTok videoları hep bu “heves”in çokluğunu satıyor. Neticede ne oluyor?

Zihinler yoruluyor,

Kalpler kararıyor,

Ruhlar boşalıyor,

Asıl hayat unutuluyor.

Teknoloji nimet iken nıkmete, yani lanete dönüşüyor. Çünkü amacından saptırılmış oluyor.

Radyo: Bir Meclis-i Nûr, Bir Mekteb-i İman Olabilir

İşte burada Bediüzzaman’ın hayali devreye giriyor:

> “İnşâallah beşer bu hatasını tamir edecek.”

Ve ardından büyük bir temennide bulunuyor:
Radyo, bütün yeryüzünü bir meclis-i münevver, bir menzil-i âlî, bir mekteb-i imanî yapsın!
Yani:

Her ev, bir dershane;

Her kulak, bir hakikat havuzu;

Her ses, bir tefekkür çağrısı olsun!

Bu mümkün mü? Elbette mümkün. Eğer niyet hakikatse, teknoloji secde eder. Eğer hedef ebediyetse, dijital âletler Kur’an’a hizmet eder. Mesele; cihaza değil, niyete bağlıdır.

Bugünün Radyo Kabı: Akıllı Telefonlar ve Ekranlar

Bugün artık “radyo kabı” yerini cep telefonlarına, tablet ekranlarına, sosyal medya platformlarına bıraktı. Ama mesele değişmedi. Hâlâ aynı soru ortada:

> Bu cihazlar, hakikate mi çalışıyor yoksa hevesata mı?

Ve cevabı da biz veriyoruz. Çünkü bu cihazları biz yönlendiriyoruz.

ÖZET:

İnsan hem hakikate hem hevesata muhtaçtır; ancak bu ihtiyaç oranlı olmalıdır. Risale-i Nur’da belirtildiği gibi, eğlence ve keyif unsurları hayatın beşte birini geçmemelidir. Aksi takdirde teknolojik nimetler insanı tembelliğe, gaflete ve nankörlüğe sürükleyerek nıkmete dönüşür. Radyonun, ekranların ve medya araçlarının temel vazifesi, Kur’an, iman ve ahlâk gibi “kelimat-ı tayyibe”yi yaymak olmalıdır. Eğer bu sağlanırsa, yeryüzü bir meclis-i nur ve mekteb-i iman hâline gelir. Asıl mesele, elimizdeki nimeti hangi niyetle ve hangi muhtevayla kullandığımızdır.

 




Zerrelerdeki Zekâ: Kör Tesadüf mü, Kudret-i İlâhiye mi?

Zerrelerdeki Zekâ: Kör Tesadüf mü, Kudret-i İlâhiye mi?

“Demek bu bir avuçtaki hava zerreleri, yalnız ve yalnız bütün kâinatı ihata eden bir ilim ve iradenin, sem’ ve basarın sahibi bir zatın ve hiçbir şey ona ağır gelmeyen ve en büyük şey, en küçük şey gibi kudretine kolay gelen bir Kadîr-i Mutlak’ın kudreti ve iradesi ve ilmiyle bu mu’cizat-ı kudrete mazhar oluyorlar.

   Yoksa temevvücat-ı havaiyede mevcudiyeti tevehhüm edilen serseri tesadüfün ve kör kuvvetin ve sağır tabiatın icadına yer vermek; her bir zerreyi, bütün zemin yüzündeki küre-i havaiyede bulunan her şeyi görür, bilir ve yapar hâkim-i mutlak etmektir. Bu ise yüz bin derece akıldan uzak, muhal muhaller içinde bir hurafedir. Ehl-i dalalet gelsinler, mezhepleri ne kadar akıldan uzak ve hurafe olduklarını görsünler.”
Emirdağ Lâhikası 2

“Küçüğe bak, büyüğü gör. Zerreyi oku, Allah’a ulaş.”

Her şeyin hızla küçüldüğü bir çağdayız. Nano teknolojiler, atom altı parçacıklar, kuantum dalgalanmalar… Bilim, maddeyi bölüyor, parçalıyor, detaylandırıyor. Lakin bu küçültme işlemi bizi hakikate götürüyor mu? Zerreye kadar inen insanlık, zerredeki kudreti görebiliyor mu?

Bediüzzaman Said Nursî, bu sorunun tam merkezine şu cevabı yerleştiriyor:

> “Bu bir avuç hava zerresi, ancak kâinatı kuşatan bir ilim ve iradeyle hareket ediyor.”

Bir Avuç Hava Zerresi Ne Yapar ki?

Bugün bir cep telefonuyla dünyanın öbür ucuyla konuşabiliyoruz. Radyo dalgalarıyla ses, görüntü, hatta veri gönderiyoruz. Bu dalgaların taşıyıcısı hava zerreleri. Yani varlığı görülmeyen, sesi bile olmayan mikroskobik zerrecikler…

Ama bu zerreler:

Sesimizi taşıyor,

İnce tınıları ayırıyor,

Saniyede yüz binlerce frekansı yönetiyor,

Karmaşık sinyalleri sıraya koyuyor,

Radyo, televizyon, internet gibi sistemleri mümkün kılıyor.

Peki soralım:
Bu kadar akıllı faaliyetleri bu şuursuz zerreler kendi başına mı yapıyor?

Eğer öyle diyorsak, o zaman her bir hava zerresine:

Sonsuz bir ilim,

Mutlak bir irade,

Her şeyi gören bir basiret,

Her sesi ayıran bir kulak isnad etmemiz gerekir.

Bu ise aklın ve mantığın binlerce kat ötesinde batıl bir hurafedir.

Kör Tabiat mı, Kudret-i Mutlak mı?

Modern materyalist felsefe, tabiatı bir “yasa üreticisi” gibi takdim eder. Oysa tabiat, sadece yaratılan şeylerin tekrarlayan düzenidir. Kendi başına ne iradesi vardır, ne ilmi, ne kudreti…

Eğer biz hava zerrelerini tabiatın veya tesadüfün ürünü saysak, şu soruların cevabını nasıl veririz?

Hangi tesadüf, bir sesi alıp kilometrelerce uzağa aynı tınıyla taşır?

Hangi kör kuvvet, milyarlarca frekansı karıştırmadan organize eder?

Hangi sağır tabiat, milyonlarca radyoyu karıştırmadan yayınlatır?

Bediüzzaman bu meseleyi şöyle özetler:

> “Yoksa temevvücat-ı havaiyede tesadüfe yer vermek; her bir zerreyi, her şeyi bilen ve gören bir mutlak hâkim kabul etmektir. Bu ise akıldan yüz bin derece uzaktır.”

Zerrelerdeki Nizam, Allah’ın İlmine Delildir

Hava zerresi gibi küçücük bir şeyde görülen bu düzen, Allah’ın varlığına en güçlü delildir. Çünkü:

Bir zerre kendi başına bu işleri yapamaz.

Ama o zerre, bir emirle, bir kanunla, bir nizamla işliyorsa…

O zaman o düzenin arkasında bir İlâhî irade, bir sınırsız kudret var demektir.

Bu kudret, bütün zerreleri tek bir merkezden idare eden Allah’tır.

ÖZET:

Bir avuç hava zerresi, ses, görüntü ve iletişimi mümkün kılan olağanüstü fonksiyonlara sahiptir. Bu faaliyetler, onların kendi başlarına, tesadüfen veya tabiatla gerçekleşmesi mümkün değildir. Her bir zerrede görülen bu yüksek nizam ve hikmet, ancak kâinatı kuşatan bir ilim, irade ve kudretin eseri olabilir. Tesadüf ve kör kuvvet anlayışı, her bir zerreye ilâhlık vermek kadar saçmadır. Bu yüzden her zerre, Allah’ın birliğine ve büyüklüğüne açık birer şahit gibidir.

 




Kendi Âlemini Taşıyan İnsan: Her Hayat Bir Kâinattır

Kendi Âlemini Taşıyan İnsan: Her Hayat Bir Kâinattır

“Evet, herkesin bu âlemde birer âlemi var, birer kâinatı var. Âdeta zîşuurlar adedince birbiri içinde hadsiz kâinatlar, âlemler var. Herkesin hususi âleminin ve kâinatının ve dünyasının direği kendi hayatıdır. Nasıl herkesin elinde bir âyinesi bulunsa ve bir büyük saraya mukabil tutsa herkes bir nevi saraya, âyinesi içinde sahip olur. Öyle de herkesin hususi bir dünyası var.”
Emirdağ Lâhikası 2

“İnsan âlemde değil, âlem insanda gizlidir.”
Bir dünya var dışımızda; yıldızlar, dağlar, insanlar, şehirler…
Ama bir dünya daha var içimizde; düşünceler, duygular, hatıralar, acılar, sevinçler…
Ve işte bu ikinci dünya, her bir insanın kendine mahsus âlemidir.
Bediüzzaman’ın veciz ifadesiyle:

> “Herkesin bu âlemde birer âlemi var, birer kâinatı var.”

Âlem-i Şuur: Her Kalpte Bir Kâinat

Bir insan, aynı mekânda bulunsa bile diğerinden farklı bir âlem yaşar. Birinin gözünde bahar olan, diğerinin kalbinde kıştır. Birinin sevinci, diğerinin acısı olabilir. Çünkü her zîşuurun, yani şuur sahibi varlığın kendine ait bir “iç âlemi” vardır.

> “Nasıl herkesin elinde bir aynası olsa ve o aynayla bir saraya baksa, herkesin aynasında farklı bir saray görünür;
aynı şekilde, her insanın kalp ve akıl aynası da bu dünyaya farklı mânâlar yükler.”

İşte bu yüzden aynı dünyada farklı hayatlar, aynı evde farklı ruh hâlleri, aynı olayda farklı tepkiler görülür.

Hayat: Âlemin Direği

> “Herkesin hususi âleminin ve dünyasının direği, kendi hayatıdır.”

Hayat giderse, âlem söner.
Hayat, şahsî bir güneştir; o ışığını çekince iç âlem kararır.
Bu bakış açısı, insanı iki yönden sorumlu kılar:

  1. Kendi hayatını anlamlandırmak: Çünkü kendi âlemini ancak sen inşa edebilirsin.
  2. Başkalarının âlemlerine saygı göstermek: Çünkü herkesin dünyası kendine hastır..

Bunun farkına varmak, insanın hem şuurunu hem de şefkatini derinleştirir.

Hususi Âlemler Arasında Yaşamak

Toplum, bir araya gelmiş yüzlerce binlerce “hususi âlem”den ibarettir. Her bireyin geçmişi, hatıraları, acısı, duası, pişmanlığı, ümidi farklıdır. Herkes kendi kâinatının merkezinde yaşar.

Ve işte buradan çıkan büyük ders şudur:
Hiç kimsenin kalbi, yüzeyden anlaşılmaz.
Hiç kimsenin âlemi, tek pencereden görülmez.
Bu yüzden insanları yargılamak yerine anlamaya çalışmak, en derin şefkatin kapısını açar.

İmanın Aydınlattığı Âlem

Bu hususi âlem, imanla nurlanır, küfürle kararır.
Bir müminin iç âlemi; cennet tomurcukları gibi ümit, teslimiyet, dua, tevekkül ve sabırla bezenir.
Bir gafilin iç âlemi ise; karanlık bir boşluk, anlamsızlık ve korkuyla dolar.

Dolayısıyla, asıl fethedilmesi gereken kâinat, dışarıdaki yıldızlar değil; içimizdeki âlemdir.
Ve bu fetih, kalp ve ruh terbiyesiyle, iman ve marifetle mümkündür.

ÖZET:

Her insanın kendine ait bir iç dünyası, bir hususi kâinatı vardır. Bu âlem, onun hayatıyla ayakta durur; hayatı sönerse, âlemi de söner. Her bireyin kalp ve akıl aynası farklı olduğu için dünyayı anlayışı da farklıdır. Bu farkındalık, insanı hem daha anlayışlı hem de daha bilinçli yapar. İman ise bu hususi âlemleri nurlandıran en büyük güneştir. İnsan, kendi iç âlemini ıslah ederek hakikî huzura kavuşabilir. Çünkü en büyük âlem, insanın içindedir.

 




Zulümden Doğan Adalet: Kaderin Sessiz Fakat Kesin Konuşması

Zulümden Doğan Adalet: Kaderin Sessiz Fakat Kesin Konuşması

“Konuşan Yalnız Hakikattir 

   Risale-i Nur’da ispat edilmiştir ki: Bazen zulüm içinde adalet tecelli eder. Yani insan bir sebeple bir haksızlığa bir zulme maruz kalır, başına bir felaket gelir, hapse de mahkûm olur, zindana da atılır. Bu sebep haksız olur, bu hüküm bir zulüm olur. Fakat bu vakıa adaletin tecellisine bir vesile olur. Kader-i İlahî başka bir sebepten dolayı cezaya mahkûmiyete istihkak kesbetmiş olan o kimseyi bu defa bir zalim eliyle cezaya çarptırır, felakete düşürür. Bu, adalet-i İlahînin bir nevi tecellisidir.”
Emirdağ Lâhikası 2

“Hâkim zalim olabilir, fakat kader asla haksızlık etmez.”

İnsan hayatı; görünen ile görünmeyen, zahir ile batın, adalet ile zulüm arasında hassas bir terazide akar. Bazen yaşadığımız hadiseler, özellikle de haksızlığa uğradığımızı düşündüğümüz olaylar, içimizi yakar; “Bu neden başıma geldi?” diye sorarız. İşte bu noktada Bediüzzaman Said Nursî’nin verdiği cevap, hem gönülleri teskin eder hem akılları uyandırır:

> “Bazen zulüm içinde adalet tecelli eder.”

Bu ne demektir?

Zulüm Görünümlü Bir İkram: Kaderin Sır Dili

Dışarıdan bakıldığında bir insan haksızlığa uğramış gibi görünür:

Haksız yere hapse atılır,

Suçsuz olduğu hâlde itham edilir,

Bir iftiranın kurbanı olur,

Bir musibetin içine düşer.

Ancak bu zahirî zulmün arkasında, ilâhî kaderin adalet terazisi çalışmaktadır.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle:

> “Bu sebep haksız olur, bu hüküm bir zulüm olur. Fakat bu vakıa adaletin tecellisine vesile olur.”

Yani:
Kâinatta hiçbir hadise tesadüf değil; her şey bir ilim, hikmet ve adalet çerçevesinde cereyan etmektedir. Belki bu kişi, önceki bir kusurunun ya da gizli bir günahının cezâsını, başka bir sebep üzerinden çekmektedir. İnsan bilmez ama kader bilir. İnsan unutur ama kader kaydeder.

Zalim, İrade Eder; Kader İstihdam Eder

Burada çok hassas bir ayrım vardır:
Zalim yaptığı zulümden sorumludur. Çünkü kötü niyetle, haksız yere zarar verir.
Ama Allah o zulmü adaletinin bir tecelli vesilesi yapabilir. Yani zulüm yapanın suçu baki kalmakla beraber, mağdur olan kişi, kendi geçmişinden gelen bir hakikî cezanın takdirine maruz kalmış olabilir.

Bu açıdan bakıldığında:

Hz. Yusuf’un kardeşleri onu kuyuya attı: Zulümdü.

Ama bu olay, onun Mısır’ın hazinelerine yükselmesine vesile oldu: Bir kaderdi.

Aynı zamanda o kardeşler, Hz. Yusuf’a işledikleri fiil sebebiyle ilâhî adaletle yüzleştiler.

Kader, hem Yusuf’u terbiye etti hem kardeşlerine hakikati gösterdi. İşte bu, zulüm içinde tecelli eden adaletin ta kendisidir.

Kaderi Suçlamak, Hikmeti İnkâr Etmektir

Kader, insanın özgür iradesini iptal etmez. Ancak kader, bütün zamanları kuşatan bir ilâhî hesap ve düzenle her şeyi yerli yerine koyar. Zulüm gibi görünen bazı olaylar, eğer iç yüzüne vakıf olunursa, aslında terbiye, temizlik, ilâhî ikaz, arınma veya kefaret olarak tecelli etmiş olabilir.

Bu yüzden:

Kaderi sorgulamak değil,

Kendi hayatımızda neyi düzeltmemiz gerektiğine bakmak gerekir.

“Konuşan Yalnız Hakikattir”

Bediüzzaman, bütün bu manaları özetle şu cümlede toplar:

> “Konuşan yalnız hakikattir.”

Yani insanlar konuşur, hüküm verir, yargılar; ama nihayetinde asıl konuşan, hakikatın kendisidir. O da kaderde gizlidir. Kimi zaman zulüm maskesiyle gelir, ama perdeyi araladığında karşına ilâhî bir terbiye ve adalet çıkar.

ÖZET:

İnsan zaman zaman haksızlığa uğradığını düşünür; fakat Risale-i Nur’un izahına göre bazı zulümler, kaderin adaletine bir vesile olabilir. Bu, zulmeden kişinin suçunu ortadan kaldırmaz; ancak mazluma, daha önceki bir hatası veya günahı dolayısıyla kaderî bir karşılık verilir. Böylece adalet-i ilâhiye, zahirde bir zulüm perdesiyle görünse de aslında kendi hükmünü icra eder. Kader suçlu değildir; bilakis hikmetli ve adildir. O hâlde insan, başına gelen her hadisede hikmeti aramalı, hatasını sorgulamalı ve sabırla teslim olmalıdır.

 




Suyun Sessiz Hutbesi: Kâinatta Dolaşan Bir “Mübarekât” Lisanı

Suyun Sessiz Hutbesi: Kâinatta Dolaşan Bir “Mübarekât” Lisanı

“Herkesin hususi dünyasındaki gibi benim de hususi dünyamın ikinci unsuru olan su unsuru dahi küllî bir lisan olarak bütün zerratı ile hususan zîhayatların menşelerine ve yaşamalarına hizmetleri noktalarında trilyonlar, katrilyonlar adedince ‎ اَلْمُبَارَكَاتُ‎  kelime-i mübarekesini lisan-ı hal ile kâinatta neşrediyor.

   Çünkü suyun katrelerinin gördüğü vazifeler, hususan nutfelerin ve çekirdeklerin ve tohumların intibahında ve uyanıp vazife-i fıtriyelerine mazhar olmakta ve gayet acib ve güzel ve hârika o küçücük mahlukların ve yavruların büyük ve gayet intizamlı ve mükemmel vazifelere mazhariyetlerini bütün zîşuura tebrik ile bârekellah dediren ve hadsiz bârekellah, mâşâallah dedirmeye vesile olmaya lâyık olan o mübareklerin o vaziyetleri; o su unsurunun her bir zerresinin binler Eflatun kadar ilmi ve binler Hakîm-i Lokman kadar hikmeti ve iradesi bulunmak lâzımdır. Bu ise suyun zerratı adedince muhaldir.”
Emirdağ Lâhikası 2

İnsan, yaratılışın zirvesinde yer almasına rağmen, çoğu zaman en temel hakikatleri idrak etmekten uzaktır. Oysa su gibi sıradan görünen bir varlık, insanın hakikate ulaşmasında en büyük delil ve rehberlerden biridir. Bediüzzaman Said Nursî’nin “hususi dünyam” ifadesiyle işaret ettiği tefekkür aynasında su, sadece bir tabiat unsuru değil, aynı zamanda kudret-i İlahiye’nin tecellilerini taşıyan, kelime kelime bir Kur’an lisanı gibidir.

Suyun her damlası, her hareketi, her teması bir âyet gibidir. Nutfenin (meninin), çekirdeğin, tohumun uyanışı ve büyümesi; toprağın bağrındaki cansız kütlelerin canlanması; yeni bir hayatın filizlenmesi, hep suyun eliyle başlar. Ve bu hareketlerin arkasında, zerreden semaya uzanan büyük bir nizam, hesap ve hikmet vardır.

Suyun içinde akılsız, şuursuz atomlar, proteinler ve moleküller vardır. Fakat bu şuursuz unsurlar, şuurlu işler yapmakta, müthiş bir planla ve büyük bir isabetle görev yapmaktadır. Bu durumda ya her bir su damlasına binlerce Eflatun’un aklı, binlerce Lokman Hekim’in hikmeti verilmiştir – ki bu aklen, mantıken ve ilmî olarak imkânsızdır – ya da bütün bu işlerin arkasında bir Tek Hakîm, bir Tek Âlim ve bir Tek Müdebbir olan Allah vardır.

Mübarekât Lisanı: Su ile Okunan İlahi Kitap

Kur’ân’da suya dair geçen ayetler, onun yaratılış sırrını ve hayat için taşıdığı rahmeti gözler önüne serer.

> “Biz her canlı şeyi sudan yarattık.” (Enbiya, 30)

Bu ayet, suyun sadece biyolojik değil, aynı zamanda manevî ve kevnî bir hakikat taşıyıcısı olduğunu da gösterir. Bediüzzaman’ın işaret ettiği gibi, suyun damlaları, hayatın başlangıcına yaptığı hizmetlerle adeta lisan-ı hal ile

> “اَلْمُبَارَكَاتُ” (mübarek işler)
kelimesini fısıldar. Her damla, “Ben gönderilmiş bir rahmetim,” dercesine yaratılışın gürültüsüz destanını yazmaktadır.

Suyun tohuma dokunuşuyla başlayan uyanış, toprakta gizli kalan o mucizenin açığa çıkmasıyla devam eder. Bu sessiz inkılapta, ne mühendislik harikaları ne de laboratuvar hesapları vardır. Fakat sonuç, bir matematikçinin hayran olacağı kadar ölçülü, bir ressamın mest olacağı kadar güzeldir.

Bu noktada iman nazarı devreye girer. Göz, gördüğünü anlamlandırır, akıl hikmeti kavrar, kalp ise bu manzarayı “Bârekâllah” diyerek tefekkür eder. Su, artık sadece bir madde değil; bir mübarek elçi, bir rahmet postacısı, bir kudret aynası hâline gelir.

Tabiat mı, Tevhid mi?

Modern bilim, suyun özelliklerini keşfettikçe hayret etmeye devam ediyor. Suyun hafızası, yüzey gerilimi, çözücü gücü, sıcaklık taşıma kapasitesi, hücrelerle kurduğu ilişki gibi nice özelliği hâlâ tam anlamıyla açıklanabilmiş değildir. Fakat bu sırlar, tesadüfle izah edilemeyecek kadar mükemmel, kendi kendine oluşamayacak kadar sanatkâranedir.

İşte tam bu noktada, tevhid nazarı ilmî bilgiyle birleşince imanî bir keşif doğar:
Her bir su zerresi, kâinatın Rabbi tarafından vazifelendirilmiş bir neferdir. O vazifesini şaşırmaz, isyan etmez, tembellik etmez. Çünkü o, kendisini değil; kendisini Yaratan’ı temsil etmektedir.

Özet:

Bu makale, suyun yaratılışındaki hikmeti ve vazifelerini imanî bir bakışla değerlendirmektedir. Suyun her damlası, hayatın başlangıcına hizmet ederken, lisan-ı hâliyle “mübarekât” kelimesini âleme neşreder. Bu, tesadüfle açıklanamayacak kadar düzenli, hikmetli ve gayeli bir süreçtir. Her bir su zerresi, bir Eflatun kadar akıllı, bir Lokman kadar hikmetli değildir; ama o zerrelerin arkasında nihayetsiz ilim ve kudret sahibi Allah vardır. Su, böylece sadece bir hayat kaynağı değil, aynı zamanda tevhidin berrak aynası hâline gelir.

 




Temsilin Gücü: İslâm’ı Yaşamak, İslâm’ı Yaymaktır

Temsilin Gücü: İslâm’ı Yaşamak, İslâm’ı Yaymaktır

“Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tabileri elbette cemaatlerle İslâmiyet’e girecekler. Belki küre-i arzın bazı kıtaları ve devletleri de İslâmiyet’e dehalet edecekler.”
Emirdağ Lâhikası 2

Tarih boyunca hakikatler sözle anlatılmıştır; fakat hakikatlerin kalplerde yer etmesi ve gönülleri fethetmesi, en çok da onların yaşanmasıyla mümkün olmuştur. Çünkü söz, kulakla duyulur; fiil ise gözle görülür. Göz ise kalbin kapısıdır. İnsanı ikna eden sadece kelimeler değil, o kelimelerin hayata taşınmış halidir.

Bediüzzaman Said Nursî, “Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef’alimizle izhar etsek…” diyerek, İslâm’ın tebliğindeki en etkili yöntem olan temsilî tebliğe dikkat çeker. Bu cümle, sadece bir ahlak dersi değil, aynı zamanda İslam dünyasının bugünkü geri kalmışlığına da bir cevap mahiyetindedir. Çünkü İslam, ilahi bir nizamdır; fakat onu yaşayanlar bu nizama aykırı hareket ettiklerinde, din değil, dindar sorumludur.

İslam’ın Güzelliği, Müslümanın Hayatında Parlamalıdır

İslam’ın güzelliği; hoşgörüsünde, merhametinde, adaletinde ve hakkaniyetinde gizlidir. Ne var ki, bu güzellik sadece kitaplarda kalırsa, dünya bu nurdan habersiz yaşar. Günümüz dünyasında, milyonlarca insan İslam’ı sadece medyada gördüğü yalanlarla veya kötü örnek Müslümanların çirkin davranışlarıyla tanıyor. Oysa eğer bizler, İslâmî ahlâkı tam manasıyla yaşayıp, imanın izzetini, sabrını, doğruluğunu, tevazusunu hayatımıza sindirsek; sadece bireysel değil, toplumsal bir cazibe merkezi haline geliriz.

Zira kalplerin anahtarı dildir, ama kilidi güzel ahlâktır. Nice kişi bir tebessüm, bir sabır, bir doğruluk örneğiyle İslam’a meyleder. Ashab-ı Kiram’ın fetihleri sadece kılıçla değil, ahlâkla ve adaletle olmuştur. Endülüs, Semerkand, İstanbul gibi merkezlerde medeniyetin tesisi, en başta ahlâkın ve imanın kemâl ile yaşanmasıyla mümkün olmuştur.

Neden Temsil, Tebliğden Etkilidir?

Çünkü temsil, sessiz bir dildir. Herkesin anlayacağı bir lisandır. Dinlemek istemeyeni bile etkileyen bir hakikat gösterisidir. Bir Müslümanın emanete sahip çıkması, doğruluğu, komşusuna yardım etmesi, öfkesine hakim olması, merhameti, cömertliği; bin vaazdan daha etkili olabilir. Çünkü insanlar söze değil, davranışa bakar. Sözle anlatılan şey davranışla yalanlanıyorsa, dinleyici artık o söze değil, o davranışa inanır.

Tarihte nice gayrimüslim topluluklar, bir Müslümanın sadakati, merhameti, adaleti sayesinde İslam’a gönül vermiştir. Buna karşılık, İslamî ahlâktan uzak yaşayan toplumlar, kendi elleriyle dinden soğutucu örnekler üretmişlerdir. Bir kişi kötü bir Müslümanın davranışıyla bütün dine sırt dönerken; bir başkası güzel ahlâk sahibi bir Müslüman sayesinde iman nuruna kavuşabiliyor.

İman ve Ahlâk Medeniyetleri İnşa Eder

Bugün İslam dünyası, siyasi bağımsızlık iddiası taşısa da ahlaki ve kültürel bağımlılıkla sarsılıyor. Çünkü iman kemâle ermedikçe ahlâk da olgunlaşmıyor. Ahlâksız bir toplumda ise ne hak kalır, ne hukuk. Hürriyetler yozlaşır, zenginlik zulme döner, adalet şekle indirilir. İşte bu sebeple, iman ve ahlâk birlikte hareket ettiğinde bir medeniyet doğar. Ve bu medeniyetin mesajı sadece kitaplarla değil, hayatlarla yazılır.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle, biz “kemalât-ı ef’alimizle” bu dini izhar edersek; yani ahlâk ve imanla yoğrulmuş örnek bir hayat yaşarsak, İslam’ın cazibesi küre-i arzın bazı kıtalarına ve devletlerine kadar ulaşabilir. Yani gerçek fetih, kalplerin fethidir. O da ancak temsil ile mümkündür.

Sonuç: Söz Yetmiyor, Fiil Gerek

Bugün İslam’a olan ihtiyaç her zamankinden daha fazla. Ama bu ihtiyacı duyurmanın en etkili yolu vaaz kürsüleri değil, ahlâklı hayatlar, dürüst ticaretler, sabırlı aileler, merhametli kalpler, adil yönetimlerdir. Kısacası İslam’ı anlatmak değil, yaşamak en büyük tebliğdir.

Çünkü yaşanmış bir İslam, sadece bir inanç değil, bir kurtuluş rehberi haline gelir. Ve bu rehber, yolunu kaybetmiş milyonların önünü aydınlatabilir.

Özet:

Bu makale, Bediüzzaman’ın “ahlâk-ı İslâmiye ve hakaik-i imaniye” vurgusundan hareketle, İslam’ın tebliğde en etkili yolunun onu yaşamak olduğunu işler. Temsilin, sözden çok daha etkileyici olduğu anlatılır; çünkü insanlar davranışlara daha çok inanır. Müslümanlar eğer iman ve ahlâkı kemâliyle yaşarlarsa, İslam dünya çapında hak ettiği saygı ve kabulü görecektir. En büyük fetih, kalplerin fethidir ve bu da ancak güzel ahlâkla mümkündür.

 




Kâinatın Lisanı: Her Şeyde O’nu Gösteren Bir Âyet Var

Kâinatın Lisanı: Her Şeyde O’nu Gösteren Bir Âyet Var

“Evet Cenab-ı Hak, bu kâinatı insana lâzım ve lâyık her şeyi içinde halk etmiş bir misafirhanedir. Ziyafetler nevinde bazı zaman ve asırlarda gizli kalmış nimetlerini dua-yı fiilî olan telahuk-u efkârdan ileri gelen taharriyat neticesinde ellerine ihsan eder. Buna karşı şükür etmek lâzım gelirken, bir küfran-ı nimet nevinden âdi, âciz bir insanın icadı, hüneri nazarıyla bakıp sonra o küllî bir şuur ve ilim ve irade ve rahmet ve ihsanın neticesi olan o hârikaları unutturup yalnız ince bir perdesini gösterip; şuursuz tesadüfe, tabiata ve camid maddelere havale edip ahsen-i takvimde olan insaniyetin mahiyetine zıt bir cehl-i mutlak kapısını açmaktır. Öyle ise

وَ فٖى كُلِّ شَىْءٍ لَهُ اٰيَةٌ

تَدُلُّ عَلٰى اَنَّهُ وَاحِدٌ

düsturuyla, mahlukata mana-yı harfiyle bakmak elzemdir ki insan, insan olsun. ”
Emirdağ Lâhikası 2

İnsan bu dünyaya bir misafir olarak gönderilmiştir. Bu misafirhanede gözüne, kulağına, kalbine, aklına hitap eden sayısız ikram ve ihtimamla karşılanır. Güneş onun için doğar, toprak onun için meyve verir, rüzgar onun için eser, su onun için akar. Hatta zamanın derinliklerine gizlenmiş nice nimet ve keşifler de onun aklî dualarının neticesi olarak yeryüzüne çıkar. Lâkin bütün bu ikramlara karşı, insandan beklenen en doğal karşılık; minnet, şükür ve Yaratan’ı tanımaktır.

Ne var ki insan, çoğu zaman bu misafirhanenin sahibini unutmakta, ikramları başkasına isnat etmekte ve kendini ev sahibi zannetmektedir. Oysa her nimet, arkasında sonsuz bir ilim, irade ve rahmeti gösteren birer işarettir. Bu işaretleri göz ardı etmek, varlığı anlamlandıran ruhu kaybetmektir. İşte bu yüzden Bediüzzaman Hazretleri “mahlukata mana-yı harfiyle bakmak elzemdir ki insan, insan olsun” der.

Misafirhane-i İlahiye: Nimetlerin Şuurla Serildiği Bir Sofra

Kâinat başıboş, sahipsiz, gelişi güzel bir mekân değildir. Bilakis her şeyin bir düzenle yaratıldığı, her canlının ihtiyacına göre rızkının gönderildiği, mevsimlerin bir takvim gibi işlediği muazzam bir sistemdir. Bu sistemin işleyişi, bilinçsiz sebeplere değil, bilinçli bir Kudret’e dayanır.

İnsanoğlunun icat dediği şeyler, aslında var olan hakikatlerin fark edilmesidir. Uçak, kuşun sırrının keşfiyle; elektrik, tabiatta saklı enerjinin ortaya çıkarılmasıyla; ilaçlar, bitkilerdeki şifa özelliklerinin anlaşılmasıyla mümkündür. Yani insan, icat etmiyor; sadece keşfediyor. Keşfettiğini ise kendine mal ediyor. Halbuki bu nimetlerin tamamı Allah’ın isimlerinin yeryüzündeki yansımalarıdır.

Küfran-ı Nimet: Nimetin Kaynağını Unutmak

Nimete ulaşıp da onu, sanki kendi aklıyla ve hüneriyle elde etmiş gibi davranmak, hakikatte bir nankörlüktür. Tıpkı misafir olup da ev sahibini yok saymak gibi bir densizliktir. Bugün bilim ve teknoloji ilerledikçe, kâinat daha çok anlaşılır hâle gelmiş; fakat bu anlaşılma, çoğu zaman şükre değil, kibir ve gaflete sebep olmuştur.

İnsan, kendi acziyetini fark ettikçe Allah’a yönelir. Ama aklına güvenip de kendi keşfini yüceltirse, o zaman kâinatı bir harf gibi okuyacağına, bağımsız bir kelime gibi okur. Ve böylece her şeyin arkasındaki kudreti değil, sadece görünürdeki sebebi görür. Bu ise insaniyetin mahiyetine, yani “ahsen-i takvim” olan yaratılış gayesine zıttır. Çünkü insan; gören, düşünen, anlayan ve Yaratan’ı tanıyacak bir istidatla yaratılmıştır.

Mana-yı Harfiyle Bakmak: Eşyanın Allah’a Bakan Yüzünü Görmek

Risale-i Nur’da sıkça geçen “mana-yı harfiyle bakmak” kavramı, kâinattaki her şeyin Allah’ın varlığına ve birliğine işaret eden birer harf, birer ayet gibi görülmesidir. Tıpkı yazılmış bir kitapta kelimelere bakarak yazarını anlamak gibi, yaratılmış bu kâinatta da varlıklara bakarak Yaratan’ı tanımak gerekir.

Bir çiçek sadece estetik bir varlık değildir; aynı zamanda Rezzak, Latîf, Cemîl ve Hakîm isimlerinin bir tecellisidir. Bir yağmur damlası sadece fizikî bir olay değil; rahmetin, inayetin ve düzenin bir habercisidir. Bu bakış açısı kazandırıldığında, her şey Allah’a açılan bir pencere hâline gelir. O vakit insan, “Her şeyde O’nu gösteren bir ayet var” hakikatini hayatının merkezine yerleştirir.

Sonuç: Gafletten Şükre, Tesadüften Tevhîde

Bu kâinat, başıboş ve gayesiz değil; bilakis insana hizmet için kurulmuş muhteşem bir sofra, bir dershane ve bir aynadır. İnsana düşen; bu nimetleri Yaratan’ı tanımak için vesile kılmak, hikmeti görmek, şükretmek ve mana-yı harfiyle bakmaktır. Tesadüf, tabiat ve sebepler; sadece perdedir. O perdelerin arkasındaki sonsuz kudreti, hikmeti ve rahmeti görmedikçe, insan sadece bakar ama göremez; duyar ama işitemez.

İnsanı insan yapan, aklıyla birlikte kalbini ve ruhunu da işletmesidir. Ve o zaman kâinat kitabı, onun için suskun bir madde yığını değil; konuşan bir vahiy sayfasına dönüşür.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın ifade ettiği gibi kâinatın bir misafirhane olduğu ve her şeyin içinde Allah’ın nimetlerinin gizli olduğu anlatılmıştır. İnsan bu nimetleri keşfettikçe şükretmeli, icadı kendine değil, ihsan edene nisbet etmelidir. Aksi takdirde küfran-ı nimet ve gaflet kapısı açılır. Çözüm ise, mahlukata “mana-yı harfiyle” bakmak, yani her varlıkta Allah’a işaret eden anlamları görmektir. Bu bakış açısı, insanı insan yapar ve kâinatı bir tefekkür kitabına çevirir.

 




Perdenin Ardındaki Mucize: Ülfetin Gölgesinde Kayıp Hakikatler

Perdenin Ardındaki Mucize: Ülfetin Gölgesinde Kayıp Hakikatler

“Ülfet ve âdet ve yeknesaklık perdeleri altında çok hârika hakikatler gizleniyor gördüm. Bilhassa ehl-i gaflet ve ehl-i tabiat ve felsefenin dinsiz kısmı, bu âdetullah kanunlarının perdesi altında çok mu’cizat-ı kudret-i İlahiyeyi görmeyip; dağ gibi bir hakikati, zerre gibi bir âdi esbaba isnad eder, yükletir. Kadîr-i Mutlak’ın, her şeydeki marifet yolunu seddeder. Ondaki nimetleri kör olup görmeyerek şükür ve hamd kapısını kapıyorlar. ”
Emirdağ Lâhikası 2

İnsan gözü, sürekli gördüğüne alışır; kulak, sürekli duyduğunu duymamaya başlar. Kalp ise alışkanlığın perdesiyle örtülen hakikatleri hissedemez hâle gelir. İşte bu hal, ülfet denilen büyük bir tehlikedir. Ülfet, yani aşinalık ve alışkanlık, en parlak hakikatleri sıradanlaştırır, en büyük mucizeleri görünmez kılar.

Her gün doğan güneş, yağan yağmur, açan çiçek, doğan çocuk… Bunlar, sıradan birer olay gibi görünür. Ama hakikatte her biri, kudret-i ilâhiyenin parlayan mucizeleridir. Ne var ki bu olağan tekrarlar, insanın kalbinde “bu hep oluyor zaten” düşüncesiyle örtülür ve Allah’ın kudreti gözlerden gizlenir. Bediüzzaman Said Nursî, bu büyük gaflete dikkat çekerek, “ülfet ve âdet perdelerinin altında gizlenen hakikatler”i nazarlara sunar.

Kanun-u Âdetullah: Mucizelerin Sistemli Gelişi

Kâinatta her şey belli bir ölçü, düzen ve kanunla işler. Bu düzene “adetullah” veya “sünnetullah” denir. Yağmurun yağması, çiçeğin açması, hücrenin bölünmesi gibi olaylar, ilâhî kanunlara göre işler. Fakat bu sistemlilik, gafletle bakıldığında her şeyin kendi kendine olduğu zannını doğurur. Hâlbuki bu sistemin varlığı, kudretin inkârı değil, bilakis delilidir. Çünkü sistem, ancak ilim, irade ve kudret sahibi bir failin varlığıyla anlam kazanır.

Fakat ehl-i gaflet, bu kanunların arkasındaki fail-i hakikiyi görmez. Onlar için doğa bir “yapan”, tabiat bir “yaratıcı”, sebepler bir “fail” hâline gelir. Oysa bu, dağ gibi bir hakikatin, zerre gibi sebeplere yükletilmesi demektir. Ve bu bir cehalet değil, cehl-i mürekkep, yani bilinçli bir körlüktür.

Gafletin En Büyük Perdesi: Alışkanlık

Her gün güneşin doğması, sabahın olması, uykunun gelmesi, rızkın ulaşması… Bunların her biri aslında her an yeniden yaratılan bir mucizedir. Fakat tekrar eden her şey, zihin için sıradanlaşır. Bu sıradanlık, insanı şükürden uzaklaştırır, hayreti söndürür ve yaratılışın ardındaki sanatkârı unutturur.

Bir çocuğun doğumu ne büyük bir mucizedir. Ama bu olay her gün tekrar ettiği için artık insanlar, onun kudret boyutunu düşünmez. Oysa insanın yaratılışı, sayısız hücrenin, sistemin, ruhun, aklın, kalbin bir araya getirilmesiyle mümkündür. Bu öyle ince ve hikmetli bir iştir ki, en ileri teknoloji bile bunu taklitten acizdir. Ancak gaflet perdesiyle bakan, bu mucizeyi bir damla suya, tesadüfe veya kör tabiata verir. Bu ise hakikate değil, cehalete kapı açmaktır.

Tabiata İman: Marifet Yolunun Kapanması

Ülfetle bakan bir göz, nimeti görse bile nimetin vericisini göremez. O yüzden şükür kapısı kapanır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle bu, marifet yolunun seddi, yani Allah’ı tanıma yollarının tıkanmasıdır. Çünkü nimetin sahibi bilinmezse, ona teşekkür de edilmez. Bu da insanı nankörlüğe, gaflete ve nihayet inkâra götürür.

Bu yüzden her Müslümanın, âdetlerin ardındaki iradeyi, sebeplerin gerisindeki kudreti ve tabiatın ötesindeki rahmeti fark etmesi gerekir. Çünkü bu fark ediş, sadece bir bilgi değil, bir kulluk şuurudur.

Mana-yı Harfi: Perdeleri Yırtan Bakış

Bediüzzaman’ın sunduğu çözüm ise nettir: mana-yı harfiyle bakmak. Yani her şeyin Allah’a bakan yönüyle değerlendirilmesi. Bir elmayı yerken sadece tadını almak değil, onu veren Rezzak’ı hatırlamak. Yağmuru izlerken sadece fizikî süreci değil, rahmetin inişini fark etmek. Bu nazar, alışkanlığı hayrete; gafleti şükre; sebepleri ise tevhide dönüştürür.

Sonuç: Gören Gözler, Şükreden Kalpler

Bu âlemde her şey, tekrar eder gibi görünse de her an yeniden yaratılmaktadır. Bu tekrar, bir tekdüzelik değil; bir tazelenme, bir tesbih, bir zikirdir. Bunu görebilmek, insanın gözündeki perdeyi kaldırmasıyla mümkündür. Bu perde ise çoğu zaman alışkanlık, gaflet ve sebeplere esir olmaktır. Gerçek iman; perdeyi yırtmak, perde arkasındaki kudreti görmektir.

Ve işte o zaman, insan hakikaten “insan” olur.

Özet:

Bu makalede Bediüzzaman’ın dikkat çektiği “ülfet ve âdet”in, insanı hakikatten uzaklaştıran büyük bir perde olduğu işlenmiştir. Kâinattaki sistemli işleyiş, gafletle bakıldığında sıradan görünmekte ve mucizeler göz ardı edilmektedir. İnsan, bu alışkanlıklar yüzünden Allah’ın kudretini, nimetlerini ve sanatını fark edememekte; tabiat ve sebepler putlaştırılmaktadır. Bu da şükür kapısını kapatmakta ve marifet yolunu tıkamaktadır. Çözüm ise, “mana-yı harfi”yle yani her şeyin Allah’a bakan yüzüyle bakmak, her nimeti O’ndan bilip şükretmektir.

 




Havanın Duası: Sessiz Zikir, Sonsuz Salavat

Havanın Duası: Sessiz Zikir, Sonsuz Salavat

“Herkesin hususi dünyasındaki hava unsuru dahi bir hüve kadar her bir avuç havadaki her bir zerre, mazhar oldukları santrallık, âhize ve nâkilelik vazifeleri içinde bütün duaları ve salavatları ve ricaları ve ibadetleri ifade eden ‎ اَلصَّلَوَاتُ لِلّٰهِ‎  cümlesini lisan-ı halleriyle dedikleri için; hava unsuru küllî bir lisan olarak o hadsiz kelimatlarını katrilyonlar belki kentrilyonlar adedince söyleyerek Sâni’lerine, Hâlık’larına takdim ettiklerinden onların namlarına o küllî mana ile Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm Cenab-ı Hakk’a ‎ اَلصَّلَوَاتُ لِلّٰهِ‎  diye takdim etmiştir. Yani “Bütün dualar ve ihtiyaçtan gelen ricalar ve nimetten çıkan şükürler ve ibadetler ve namazlar, Hâlık-ı külli şey’e mahsustur.”
Emirdağ Lâhikası 2

İnsan, çoğu zaman kendini merkezde zanneder. Oysa bu kâinat bir zikirdir, bir duadır, bir ibadettir. Her zerre, her unsur, hatta görünmez bir unsur olan hava dahi, kendine mahsus diliyle Rabbini zikretmekte; O’na yönelmekte ve kulluğunu sunmaktadır. İşte bu tefekkürle bakıldığında, “hava” artık sadece nefes alınan bir gaz değil, mahlukatın dualarını taşıyan, ibadetleri Allah’a takdim eden mübarek bir vasıtaya dönüşür.

Bediüzzaman Said Nursî, bu mana âlemini açarken; havadaki her zerreyi birer nâkile (nakledici), birer âhize (alıcı), birer santral olarak tasvir eder. Yani hava, yalnızca fizikî bir madde değil; aynı zamanda bütün mahlukatın seslerini, dualarını ve ibadetlerini Allah’a taşıyan bir büyük elçidir. Bu, hem fizikî hakikate, hem de imanî derinliğe dayanan hayret verici bir bakıştır.

Havanın Sessiz Zikri: Her Zerre Bir Tesbih

Havayı düşündüğümüzde genellikle sadece solunum, rüzgâr, basınç gibi fiziksel unsurlar akla gelir. Oysa her bir hava zerresi, ses dalgalarını taşıyan, duaları ulaştıran bir görevlidir. İnsan konuşur, dua eder, salavat getirir; hava ise bu sözleri taşıyarak onların ulaştırılmasına vesile olur.

Bu taşıma işlevi sadece fiziksel değil, manevî bir anlam da taşır. Çünkü her bir zerre, bu görevleriyle adeta “Bütün salavatlar Allah’a mahsustur” anlamındaki ‎**”اَلصَّلَوَاتُ لِلّٰهِ”** cümlesini hal diliyle söylemiş olur. Bu muazzam tefekkür, kâinattaki her unsurun ibadetle yoğrulduğunu, hiçbir şeyin başıboş olmadığını gösterir. Zerrelerin zikri varsa, taşların tesbihi, yaprakların secdesi, dağların tahmidi de vardır.

Küllî Lisan: Havanın Evrensel Dili

Küllî bakış, parçaların ötesine geçip bütünü kavramayı sağlar. Hava da bu küllî bakışla değerlendirildiğinde, sadece insanlara değil, bütün canlılara hizmet eden bir varlık olarak görülür. Havadaki her zerre, aynı anda binlerce sesi taşıyabilir. Bu ise onun, görünüşte basit ama hakikatte muazzam bir vazifeyle görevlendirildiğini gösterir.

İşte bu nedenle Resûl-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, “Es-Salavatü Lillah” derken, sadece kendi ibadetini değil; mahlukatın, unsurların ve özellikle havanın taşıdığı tüm duaları, zikirleri, tesbihleri ve ibadetleri toplayarak Allah’a arz etmektedir. Çünkü o, yaratılmışların en şümullüsü ve temsilcisidir.

Maddeyi Mana ile Okumak: Havanın Hikmeti

Modern bilim havanın moleküler yapısını, yoğunluğunu ve hareketini anlatabilir. Ama onun Allah’a giden dua yollarını taşıması, zerrelerin zikirde ortaklığı gibi manevî yönleri sadece vahiy ve iman penceresinden görülebilir. Bediüzzaman’ın yaptığı da tam budur: Fizikî unsurları imanî hakikatlerle harmanlayarak, “maddenin manasını” ortaya koymak.

Bu bakış açısı, insana yeni bir göz, yeni bir kulak, yeni bir kalp kazandırır. Artık hiçbir şey basit değildir. Artık nefes bile ibadetle doludur. Çünkü hava, bizim her sözümüzde şahit, her duamızda aracıdır.

Kâinatın Müezzini: Her Şey Onu Anlatıyor

Kur’ân der ki:
“Ve in min şey’in illâ yüsebbihu bihamdihî.”
“Hiçbir şey yoktur ki, Allah’ı hamd ile tesbih etmesin.” (İsrâ, 44)

İşte hava unsuru da bu tesbihin en yaygın ve en kapsamlı temsilcisidir. Hava; çocuğun ağlayışını, kuşun cıvıltısını, âlimin duasını, müezzinin ezanını taşır. Ve tüm bunlar, ortak bir mana içinde Allah’a yönelir: “Es-Salavatü Lillah.” Yani: “Tüm salavatlar, tüm dualar, tüm zikirler, tüm teşekkürler Allah’a aittir.”

Sonuç: Havanın Sessiz Şahitliği ve İnsanın Görevi

İnsanın en büyük vazifesi ibadettir. Fakat bu ibadet yalnız başına yapılmaz. Hava, su, toprak, ateş gibi unsurlar da bu ibadetin hizmetindedir. Özellikle hava, her an şahit, her an nakilci, her an duacı bir varlıktır.

O hâlde insana düşen vazife; bu sessiz şahitliğin farkında olarak yaşamak, her nefesi bir şükür, her sözü bir dua, her salavatı bir bağlanış olarak görmektir. Ve her “Es-Salavatü Lillah” dediğinde, kendini sadece bir fert değil; kâinatın büyük duasına iştirak eden bir varlık olarak hissetmektir.

Özet:

Bu makale, havanın fizikî yapısının ötesinde manevî bir görev taşıdığını; her zerresinin dua, salavat ve ibadet taşıyıcısı olarak çalıştığını anlatmaktadır. Havadaki her zerre, adeta lisan-ı halleriyle “Es-Salavatü Lillah” (Tüm salavatlar Allah’a aittir) demektedir. Bu bakış, kâinatın her unsurunu ibadet içinde değerlendiren Kur’anî bir tefekkürdür. İnsana düşen görev ise; bu manevî dili fark etmek, her nefesi şükürle, her sözü bilinçle sarf etmek ve kâinatın duasına bilinçli olarak katılmaktır.

 




Toprağın Secdesi: Sessiz Bir Teslimiyetin Yüce Hitabı

Toprağın Secdesi: Sessiz Bir Teslimiyetin Yüce Hitabı

“Unsurlardan toprak unsuru bir dil olarak bütün zîhayatların her biri bir kelime-i zîhayat olup ‎ اَلتَّحِيَّاتُ‎  derler. Çünkü her bir avuç toprak ekser nebatata saksılık edebilir ve menşe olabilir bir vaziyettedir. O halde her bir avuç toprakta, ya bütün beşerin meydana getirdikleri bütün fabrikaların adedince manevî küçücük mikyasta fabrikalar –her bir avuç toprakta– bulunacak. Bu ise hadsiz derecede imkânsız. Veyahut bir Kadîr-i Mutlak’ın hadsiz kudreti, nihayetsiz ilmi ve iradesiyle olacak.
Demek toprak unsuru, bütün eczası ile ve zerratı ile bu mazhariyet için hadsiz ‎ اَلتَّحِيَّاتُ لِلّٰهِ‎  der. Yani ezelden ebede kadar bütün zîhayatların hayat hediyeleri Zat-ı Vâcibü’l-vücud’a hastır.”
Emirdağ Lâhikası 2

İnsan göğe bakarak hayrete düşer, denizlere bakarak kudreti hisseder, yıldızları temaşa ederken sonsuzluğu sezer. Fakat çoğu zaman ayaklarının altındaki toprağı unutur. Oysa toprak, kâinat kitabının en derin, en sessiz fakat en çok konuşan sayfalarından biridir. Görünüşte pasif, cansız, sessiz gibi görünse de hakikatte toprak; hayatın beşiği, rahmetin taşıyıcısı, Halık’ın sessiz bir hatibidir.

Bediüzzaman Said Nursî’nin bakışıyla toprak unsuru, sadece bir madde değil; kâinatın en hikmetli dili, en vefalı hizmetkârı ve en çok ibadet eden unsurudur. Çünkü o, her canlının doğuşuna zemin olur, her nimetin köküdür ve her fani varlığın dönüş yeridir. Ve işte bu büyük vazifesiyle o, lisan-ı hâl ile:
“اَلتَّحِيَّاتُ لِلّٰهِ”
“Tüm tahiyyeler (hayat hediyeleri, hürmetler ve selamlar) Allah’a aittir.” der.

Toprak: Hayatın Sessiz Fabrikası

Bir avuç toprağın içine bir tohum bırakırsınız. O tohum çatlar, yeşerir, dallanır, meyve verir. Bu süreç, her gün milyarlarca defa tekrarlanır. Her tohum, başka bir ağaç, başka bir çiçek, başka bir nimet olur. İşte bu sıradan gibi görünen muazzam olayda, akıl durduracak bir hakikat gizlidir: Toprak, her şeyi yetiştirebilecek potansiyele sahip bir platformdur.

Her avuç toprak, yüz binlerce farklı bitkiye uygun ortam sunabilir. Bu, öylesine akıllara durgunluk veren bir durumdur ki, eğer bunun arkasında sonsuz bir kudret, nihayetsiz bir ilim ve mutlak bir irade olmazsa, o zaman her avuç toprağın içinde milyonlarca farklı sistem ve fabrika olması gerekir. Bu ise maddeten ve aklen imkânsızdır. Demek ki o hârika yaratılış, toprağın değil, toprağa hükmeden Allah’ın eseridir.

Tahiyyat: Hayat Hediyeleri ve İlahi Selam

“اَلتَّحِيَّاتُ لِلّٰهِ” cümlesi, namazın en kıymetli anında, secdeden kalktıktan sonra okunur. Bu, bir selamlaşma değildir yalnızca; bir kabulleniş, bir teslimiyet, bir ilan-ı şükürdür. Hayatın tamamı Allah’tan geldiği gibi, hayat içindeki her hediye de yalnız O’nundur.

Toprak da bu tahiyyeyi hal diliyle sürekli tekrar eder. Çünkü her canlının vücudunu inşa eden temel unsur odur. Hayat orada başlar, oraya döner. Toprak doğurur, besler, taşır ve sonunda sarar. Bu yönüyle toprak, rahmetin evi, hayatın beşiği, tevhidin aynasıdır.

Ve bu hizmeti karşılıksız yapar. Ne övülmek ister, ne de alkış bekler. İşte bu sessiz ve tevekkül içindeki hizmetkârlık, onun Allah katındaki değerini artırır.

Zerreler Halinde Tahiyyat: Sessiz Bir Zikir Ordusu

Toprağın her zerresi, her kum tanesi, adeta Allah’a dönük bir yüzle çalışır. Her birinde, binlerce hayatın potansiyeli saklıdır. Ve her biri, bir emirle hayatı fışkırtabilir. Bu potansiyelin farkında olan her kalp, toprağa yalnızca madde gözüyle değil; bir “mucize merkezi” nazarıyla bakar.

O hâlde her zerre, adeta dili olmayan bir derviş gibi:
“اَلتَّحِيَّاتُ لِلّٰهِ”
“Bütün hayat hediyeleri Allah’a mahsustur.” diye sessizce zikreder.

Toprağa Dönüş: İnsanın Aslı ve İstikameti

İnsanın yaratılışında da toprak vardır, dönüşü de toprağadır.
“Sizi topraktan yarattık, yine ona döndüreceğiz.” (Tâhâ, 55)

Bu ilahi beyan, toprağın insanla olan bağını ebedî kılar. Aslı topraktır insanın. Ve ölünce toprağa döner. Bu gidiş, bir yok oluş değil; toprak gibi vazifeli olma imtihanının tamamlanmasıdır.

İnsan, hayatı boyunca toprağa benzerse; verimli, alçakgönüllü, sabırlı ve hizmetkâr olursa, toprak gibi bereketlenir ve toprak gibi ebediyet kapılarını aralar.

Sonuç: Sessizlikteki Haykırış

Toprak, görünüşte suskundur ama hakikatte en çok konuşan unsurdur. O, hem nimetin kaynağı hem de ibadetin taşıyıcısıdır. Her canlı onunla başlar, onunla yaşar ve ona döner. O hâlde, toprağın diliyle bakmak; hayatı anlamak, şükrü artırmak ve ibadeti derinleştirmek demektir.

“Her şey Allah’ındır. Hayat da O’ndan gelir, O’na döner.” demek; toprak gibi tevhid ehli olmaktır. Ve bu şuurla yaşamak, gerçek kulluktur.

Özet:

Bu makalede, toprak unsurunun yalnızca fizikî bir madde değil, hayatın kaynağı ve Allah’ın kudretine şahitlik eden bir unsur olduğu anlatılmıştır. Bir avuç toprak, sayısız canlıya menşe olur; bu ise ya imkânsız bir tesadüf ya da sonsuz kudretin eseridir. Toprak bu görevini, hal diliyle “اَلتَّحِيَّاتُ لِلّٰهِ” yani “Bütün hayat hediyeleri Allah’a aittir” diyerek yerine getirir. İnsan ise, toprak gibi şükredici, alçakgönüllü ve hizmetkâr oldukça gerçek manada kulluğunu yerine getirmiş olur.

 




Evde Başlayan Diriliş: Medrese-i Nuriye Olabilen Haneler

Evde Başlayan Diriliş: Medrese-i Nuriye Olabilen Haneler

“Her bir adam eğer hanesinde dört beş çoluk çocuğu bulunsa kendi hanesini bir küçük medrese-i Nuriyeye çevirsin. Eğer yoksa yalnız ise çok alâkadar komşularından üç dört zat birleşsin ve bu heyet bulundukları haneyi küçük bir medrese-i Nuriye ittihaz etsin. Hiç olmazsa işleri ve vazifeleri olmadığı vakitlerde, beş on dakika dahi olsa Risale-i Nur’u okumak veya dinlemek veya yazmak cihetiyle bir miktar meşgul olsalar hakiki talebe-i ulûmun sevaplarına ve şereflerine mazhar oldukları gibi İhlas Risalesi’nde yazılan beş nevi ibadete de mazhar olurlar. Hakiki ilim talebeleri gibi onların maişetlerini temin hususundaki âdi muameleleri de bir nevi ibadet hükmüne geçebilir diye kalbe ihtar edildi. Ben de kardeşlerime beyan ediyorum. ”
Emirdağ Lâhikası 2

Modern çağın getirdiği dağınıklık, yalnızlık ve dünyevileşme, insanın en mahrem alanı olan evini de sarsmış durumda. Aile mefhumu zayıflamış, manevî sohbetler susmuş, evler sadece dinlenme, eğlenme ve tüketme mekânlarına dönüşmüş. Oysa bir ev, yalnızca dört duvar arasında yaşanan fiziki bir birliktelik değil; aynı zamanda ruhların, kalplerin ve fikirlerin buluştuğu, ibadet ve ilmin mayalandığı mukaddes bir mekân olabilir.

Bediüzzaman Said Nursî, işte bu manevî inkıraz çağında bizlere çok sade ama derinlikli bir teklifte bulunur:
Evlerinizi birer “küçük medrese-i Nuriye”ye çevirin.

Bu teklif, sadece kitap okumak değil; bir evin ruhunu, yönünü ve bereketini değiştirmeye dönük bir tekliftir. Çünkü medrese, sadece bir ilim yuvası değil; aynı zamanda bir terbiye ocağı, bir uhuvvet merkezi ve bir maneviyat otağıdır. Ve bu manevî atmosfer, evlerin en çok ihtiyaç duyduğu şeydir.

Her Ev Bir Medrese Olabilir

Bediüzzaman’ın teklif ettiği model, sıradan bir insanın bile kolayca uygulayabileceği bir hayat tarzıdır. Eğer bir adam evinde dört beş çocuğuyla yaşıyorsa, bu aileyi bir medrese hâline getirebilir. Günde sadece 5-10 dakika Risale-i Nur okumak, yazmak ya da dinlemek; o haneyi sıradanlıktan çıkarır, onu bir tefekkür ve ibadet merkezine dönüştürür.

Yalnız olanlar için de çözüm sunulmuştur: Komşularla birleşip bir araya gelmek. Üç-dört samimi insanın haftada birkaç kez bir araya gelmesi, o haneyi de bir nur evine çevirir. Bu modelde ne büyük masraflar vardır, ne de ağır şartlar. Sadece niyet, samimiyet ve küçük bir çaba…

İhlasın Bereketi: Az Zaman, Büyük Sevap

Bediüzzaman burada önemli bir hakikate daha işaret eder: Bu küçük meşguliyetler, yani beş-on dakikalık ilim hizmeti; “beş nevi ibadet” sevabı kazandırır. Bunlar:

  1. İlim öğrenme ve öğretme ibadeti,
  2. Tefekkür ve zikrullah ibadeti,
  3. Kur’an hizmetine iştirak etme,
  4. İhlasla yapılan içtimai dayanışma,
  5. İslâmî kardeşliği yaşamak ve yaşatmak.

Bu yüzden bir kimse günde birkaç dakikasını ayırsa, ilim ve ibadet sevabı kazanır. Hatta öyle ki, bu niyet ve yöneliş sayesinde “maişetini temin için yaptığı dünyevî işler dahi” ibadet değerine ulaşır. Çünkü o, sadece ailesini değil, aynı zamanda bir hizmet ocağını yaşatmaktadır.

Aileyi Korumak, Dini Korumaktır

Evlerin medreseye dönüşmesi, sadece şahsî kemalât için değil; toplumsal dirilişin, dinî muhafazanın da anahtarıdır. Günümüzde aile bağlarının zayıflaması, gençlerin maneviyattan uzaklaşması, çocukların dini değerlerden habersiz büyümesi büyük bir tehdit hâline gelmiştir.

Buna karşı en güçlü ve etkili çare, evleri yeniden “ilim ve ibadet merkezleri” hâline getirmektir. Her gün birlikte Risale-i Nur’dan birkaç sayfa okumak, Allah ve ahiret üzerine kısa sohbetler yapmak, aile fertleri arasında derin bağlar kurar. Evin içine giren nurlu sohbet, kalpleri ısıtır, ruhları birbirine bağlar, evin içine manevi bir hava getirir.

Manevî Seferberlik: Ümmetin Diriliş Reçetesi

Bu teklif, aslında bir ferdî ve içtimai seferberlik çağrısıdır. Her ev, küçük ama mübarek bir kale olur. Her baba, küçük bir müderris; her anne, bir mürebbiyedir. Çocuklar bu havada büyürken, hem dünya hem ahiret için doğru bir zemin kazanır.

Bugün büyük camiler, devasa binalar, kalabalık toplantılar tek başına yeterli olmuyor. Kalıcı dönüşüm; gönüllerde, evlerde, hanelerde başlar. İşte bu yüzden Said Nursî’nin bu çağrısı, hâlâ geçerli, hâlâ hayatidir. Herkes kendi evinden başlasa, bu seferberlik dalga dalga ümmeti ihya eder.

Sonuç: Evin Ruhunu Diriltmek

Bir evde Risale-i Nur okunuyorsa, o ev artık sadece bir barınak değil; bir kalb, bir beyin, bir ruh taşır. O evde ilim konuşuluyorsa, o ev Allah’ın nazarına layık bir mekândır. Ve o evde çocuklar, anne babalarla birlikte maneviyatı teneffüs ediyorsa, o çocuklar dünyanın değil, ahiretin çocuklarıdır.

İşte bütün mesele bu:
Evi medrese yapmak. Hayatı ibadetle süslemek. Kalpleri Nur’la diriltmek.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın her evin küçük bir medrese-i Nuriyeye dönüşebileceği yönündeki çağrısı ele alınmıştır. Aile içinde veya komşularla oluşturulabilecek bu küçük ilim halkaları, beş nevi ibadet sevabını kazandırır. Böylece günlük hayatın sıradan işleri bile ibadet hükmü alır. Bu yaklaşım, evin ruhunu diriltir, aileyi korur, toplumsal maneviyatı besler. Herkes kendi evinden başlarsa, bu içten uyanış, ümmetin genel dirilişine vesile olur.