Duanın Aslı: İbadet mi Menfaat mi?

Duanın Aslı: İbadet mi Menfaat mi?

“Dua, bir nevi ibâdet olduğu için, hâlis olmak gerektir. Tâ ki kabul olunsun. İbâdetin semerâtı ise uhrevîdir. Dünyevî işler, o ibâdâtın evkât-ı mahsusalarıdır. Meselâ yağmursuzluk, yağmur namazının vaktidir. Namaz, yağmur yağması için vaz’ edilmemiştir. Umûr-u dünyeviye niyet edilse, o ibâdet olan dua hâlis olmadığı için kabule lâyık olmaz. ”
Nur’un İlk Kapısı

> “Dua, bir nevi ibadet olduğu için, hâlis olmak gerektir. Ta ki kabul olunsun.”
(Bediüzzaman Said Nursî – Nur’un İlk Kapısı)

Dua, kulun Rabbiyle doğrudan konuştuğu, içini açtığı ve hâlini arz ettiği en samimi bağdır. Lakin bu bağın kıymeti, sadece ne istendiğiyle değil, ne için ve nasıl istendiğiyle ölçülür. Bediüzzaman Hazretleri, duanın mahiyetini incelerken çok ince bir çizgiye dikkat çeker:
Dua, bir ibadettir; dilek aracı değil.

  1. Dua: Bir İbadetin Kalbidir

İbadet nedir?
Allah’a yöneliş, O’na boyun eğiş, O’nu Rab bilip kul olduğunu ilân etmektir. Dua da bu yönelişin özü, ruhu, kalbidir. Dua, sadece bir şey istemek değil, aslında Allah’ı tanımak, O’nun rahmetini ummak, acziyetini ve fakirliğini ifade etmektir.

O hâlde dua ne kadar ihlaslı, ne kadar uhrevî gaye taşıyan, ne kadar menfaatten arınmış ise; o kadar ibadet kıymeti taşır. Çünkü ibadet, karşılık için değil, rızâ için yapılır.

  1. Dünyevî Amaçlar İçin Yapılan Dua: Niyet Kayması

Ne var ki, insan çoğu zaman dua ederken şu niyette olur:
– “Bu hastalık geçsin de rahat edeyim.”
– “Bu işim olsun da huzur bulayım.”
– “Şu dert bitsin de mutluluğa kavuşayım.”

Elbette bunlar duanın kapsamına girer; Kur’an da birçok yerde dünyevî şeyler için dua örnekleri verir. Fakat mesele şuradadır:
Dua sırf dünya için, sadece menfaat niyetiyle yapılırsa; ibadet olmaktan çıkar, yalvarışa benzer ama arınmış dua olmaz.

Bediüzzaman’ın dediği gibi:

> “Umûr-u dünyeviyeye niyet edilse, o dua hâlis olmadığı için kabule lâyık olmaz.”

Yani, dua yalnızca sonucu hedeflerse, özü bozulur. Zira duanın amacı sonucu elde etmek değil, Allah’a yönelmektir.

  1. Yağmur Namazı Misâli: Sebep-Sonuç Değil, Zaman ve Vesile

> “Meselâ yağmursuzluk, yağmur namazının vaktidir. Namaz, yağmur yağması için vaz’ edilmemiştir.”

Bu ifade müthiş bir şuur kazandırır. Bazen zannedilir ki “namaz kıldım, dua ettim, neden sonuç olmadı?” Halbuki namaz, yağmuru getirmek için değil, rahmete sığınmak için, acziyetini itiraf için, tevekkülünü göstermek için kılınır.

Bu yüzden, musibetler bazen sadece duanın vaktidir. Geliş gayeleri, bizi ibadete, yakarışa, Allah’a döndürmeye yöneliktir. Netice, Allah’a aittir. Kulun vazifesi dua etmek, emretmek değil.

  1. Duanın Kabulü: Neticede Değil, Niyette Gizlidir

Birçok insan “dua ettim ama olmadı” diye düşünür. Oysa esas soru şudur:
“Duam ibadet niyetiyle miydi, yoksa menfaat niyetiyle mi?”

Kur’an’da geçen şu ayet, duanın hakikatini gösterir:

> “Duanız olmasa Rabbim size ne diye değer versin?” (Furkan, 77)

Yani dua bir ibadet olduğu için, biz duamızla değer kazanırız. Ama bu ibadet, dünyevî niyetlerle bulanırsa, o zaman dua olmaktan çıkar, pazarlığa benzer. Allah ise pazarlık kabul etmez; ihlas ister, teslimiyet ister.

  1. Gerçek Teselli: Dünya İçin Dua Et, Ahiret İçin Yönel

Bu demek değildir ki dünya için dua edilmez. Hayır, edilir. Fakat o dualar, ahirete bakan bir şuurla, kulluğun farkında olarak, “Ya Rabbi, bu senin hikmetinle olursa” diyerek yapılmalı. O zaman dua hem kabul edilir, hem kalbi terbiye eder.

Sonuç: Duanın Değeri, Sonuçta Değil, Yöneliştedir

Dua sadece bir dilek listesi değil; bir kulluk beyanıdır.
– Eğer sırf istenen şey için yapılıyorsa, o dua ibadet olmaz.
– Eğer Allah’a yönelmek, rızasını aramak, teslimiyet göstermek için yapılıyorsa, o dua hem ibadettir hem en yüksek huzurdur.

O hâlde dua ederken ne istediğimize değil, ne niyetle istediğimize bakmalıyız. Çünkü duanın kabulü, niyetin saflığıyla ilgilidir.

Makale Özeti:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “Nur’un İlk Kapısı”ndaki duaya dair ifadesi esas alınarak, duanın bir ibadet olduğu ve bu yönüyle hâlis bir niyet taşıması gerektiği anlatılmıştır. Dünyevî maksatlarla yapılan dualar, ibadet niyetinden uzaklaşırsa makbuliyeti zedelenir. Yağmur namazı örneğinde olduğu gibi, dünyevî olaylar dua için bir vesile olabilir; fakat dua, sonucu zorlamak için değil, Allah’a yönelmek içindir. Bu yönüyle dua, neticeye değil niyete göre değerlendirilir. Hakiki dua, kulluk şuuruyla yapılan duadır.

 




Duanın Aslı: İbadet mi Menfaat mi?

Duanın Aslı: İbadet mi Menfaat mi?

“Dua, bir nevi ibâdet olduğu için, hâlis olmak gerektir. Tâ ki kabul olunsun. İbâdetin semerâtı ise uhrevîdir. Dünyevî işler, o ibâdâtın evkât-ı mahsusalarıdır. Meselâ yağmursuzluk, yağmur namazının vaktidir. Namaz, yağmur yağması için vaz’ edilmemiştir. Umûr-u dünyeviye niyet edilse, o ibâdet olan dua hâlis olmadığı için kabule lâyık olmaz. ”
Nur’un İlk Kapısı

> “Dua, bir nevi ibadet olduğu için, hâlis olmak gerektir. Ta ki kabul olunsun.”
(Bediüzzaman Said Nursî – Nur’un İlk Kapısı)

Dua, kulun Rabbiyle doğrudan konuştuğu, içini açtığı ve hâlini arz ettiği en samimi bağdır. Lakin bu bağın kıymeti, sadece ne istendiğiyle değil, ne için ve nasıl istendiğiyle ölçülür. Bediüzzaman Hazretleri, duanın mahiyetini incelerken çok ince bir çizgiye dikkat çeker:
Dua, bir ibadettir; dilek aracı değil.

  1. Dua: Bir İbadetin Kalbidir

İbadet nedir?
Allah’a yöneliş, O’na boyun eğiş, O’nu Rab bilip kul olduğunu ilân etmektir. Dua da bu yönelişin özü, ruhu, kalbidir. Dua, sadece bir şey istemek değil, aslında Allah’ı tanımak, O’nun rahmetini ummak, acziyetini ve fakirliğini ifade etmektir.

O hâlde dua ne kadar ihlaslı, ne kadar uhrevî gaye taşıyan, ne kadar menfaatten arınmış ise; o kadar ibadet kıymeti taşır. Çünkü ibadet, karşılık için değil, rızâ için yapılır.

  1. Dünyevî Amaçlar İçin Yapılan Dua: Niyet Kayması

Ne var ki, insan çoğu zaman dua ederken şu niyette olur:
– “Bu hastalık geçsin de rahat edeyim.”
– “Bu işim olsun da huzur bulayım.”
– “Şu dert bitsin de mutluluğa kavuşayım.”

Elbette bunlar duanın kapsamına girer; Kur’an da birçok yerde dünyevî şeyler için dua örnekleri verir. Fakat mesele şuradadır:
Dua sırf dünya için, sadece menfaat niyetiyle yapılırsa; ibadet olmaktan çıkar, yalvarışa benzer ama arınmış dua olmaz.

Bediüzzaman’ın dediği gibi:

> “Umûr-u dünyeviyeye niyet edilse, o dua hâlis olmadığı için kabule lâyık olmaz.”

Yani, dua yalnızca sonucu hedeflerse, özü bozulur. Zira duanın amacı sonucu elde etmek değil, Allah’a yönelmektir.

  1. Yağmur Namazı Misâli: Sebep-Sonuç Değil, Zaman ve Vesile

> “Meselâ yağmursuzluk, yağmur namazının vaktidir. Namaz, yağmur yağması için vaz’ edilmemiştir.”

Bu ifade müthiş bir şuur kazandırır. Bazen zannedilir ki “namaz kıldım, dua ettim, neden sonuç olmadı?” Halbuki namaz, yağmuru getirmek için değil, rahmete sığınmak için, acziyetini itiraf için, tevekkülünü göstermek için kılınır.

Bu yüzden, musibetler bazen sadece duanın vaktidir. Geliş gayeleri, bizi ibadete, yakarışa, Allah’a döndürmeye yöneliktir. Netice, Allah’a aittir. Kulun vazifesi dua etmek, emretmek değil.

  1. Duanın Kabulü: Neticede Değil, Niyette Gizlidir

Birçok insan “dua ettim ama olmadı” diye düşünür. Oysa esas soru şudur:
“Duam ibadet niyetiyle miydi, yoksa menfaat niyetiyle mi?”

Kur’an’da geçen şu ayet, duanın hakikatini gösterir:

> “Duanız olmasa Rabbim size ne diye değer versin?” (Furkan, 77)

Yani dua bir ibadet olduğu için, biz duamızla değer kazanırız. Ama bu ibadet, dünyevî niyetlerle bulanırsa, o zaman dua olmaktan çıkar, pazarlığa benzer. Allah ise pazarlık kabul etmez; ihlas ister, teslimiyet ister.

  1. Gerçek Teselli: Dünya İçin Dua Et, Ahiret İçin Yönel

Bu demek değildir ki dünya için dua edilmez. Hayır, edilir. Fakat o dualar, ahirete bakan bir şuurla, kulluğun farkında olarak, “Ya Rabbi, bu senin hikmetinle olursa” diyerek yapılmalı. O zaman dua hem kabul edilir, hem kalbi terbiye eder.

Sonuç: Duanın Değeri, Sonuçta Değil, Yöneliştedir

Dua sadece bir dilek listesi değil; bir kulluk beyanıdır.
– Eğer sırf istenen şey için yapılıyorsa, o dua ibadet olmaz.
– Eğer Allah’a yönelmek, rızasını aramak, teslimiyet göstermek için yapılıyorsa, o dua hem ibadettir hem en yüksek huzurdur.

O hâlde dua ederken ne istediğimize değil, ne niyetle istediğimize bakmalıyız. Çünkü duanın kabulü, niyetin saflığıyla ilgilidir.

Makale Özeti:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “Nur’un İlk Kapısı”ndaki duaya dair ifadesi esas alınarak, duanın bir ibadet olduğu ve bu yönüyle hâlis bir niyet taşıması gerektiği anlatılmıştır. Dünyevî maksatlarla yapılan dualar, ibadet niyetinden uzaklaşırsa makbuliyeti zedelenir. Yağmur namazı örneğinde olduğu gibi, dünyevî olaylar dua için bir vesile olabilir; fakat dua, sonucu zorlamak için değil, Allah’a yönelmek içindir. Bu yönüyle dua, neticeye değil niyete göre değerlendirilir. Hakiki dua, kulluk şuuruyla yapılan duadır.

 




Frenkleşme Özentisi: Kimliğin Çöküşü ve Ruhun Boşluğu

Frenkleşme Özentisi: Kimliğin Çöküşü ve Ruhun Boşluğu

“Ey fasık ve sefih! Demek ki, “Ben de firenk gibi olacağım.” Dikkat et, sen firenk gibi olamazsın. Zira bir firenk, Peygamberimizi (A.S.M.) kabul etmezse de İsa (A.S.) ve Musa (A.S.) ve sâir enbiyaları bir derece kabul edebilir. Ruhunda, maâliyata medâr kendince bir esas kalabilir. Fakat sen, Peygamber-i Âhirzaman’ın (A.S.M.) derslerini terkettiğin dakikada, senin ruhunda nihâyetsiz bir tahribât, bir boşluk, bir karanlık peyda olacaktır ki; hiçbir kemâlât ve ahval-i âliyeye ve mes’udiyete yer kalmayacaktır. Meğer insaniyetini söndüresin.. ve zaman-ı hâl ile mukayyed sırf bir hayvan olasın.. ve hayvan gibi bir muvakkat müzahref lezzeti göresin. Halbuki insan, müstakbelin ehvâli ve mâzinin ahzânı ile giriftâr olmuştur. Bu ikisi, onu pek ciddî düşündürür, başını mütemâdiyen döğerler. İnsanı, bu havf ve hüzünden kurtarıcı tek bir medetkâr var. O da Kur’ân-ı Azîmüşşân’dır.”
Nur’un İlk Kapısı

> “Ey fâsık ve sefih! Demek ki, ‘Ben de firenk gibi olacağım.’ Dikkat et, sen firenk gibi olamazsın.”
(Said Nursî – Sözler, Nur’un İlk Kapısı)

Zaman zaman bazı insanlar, Batı’ya ait şekil ve hayat tarzını bir “medeniyet ölçüsü” zannedip, kendi inanç ve değerlerinden koparak “firenk gibi olmayı” meziyet sayar. Oysa Bediüzzaman Hazretleri, bu aldanışı derin bir bakışla teşhis eder:
Sen firenk gibi olamazsın.

Çünkü senin kimliğinde, ruhunda, tarihinin kodlarında Peygamber-i Âhirzaman’ın (A.S.M.) dersi vardır. Onu terk ettiğinde boşta kalmazsın; bilakis ruhun çöker, kalbin kararır, iç dünyan yıkılır.

  1. Frenk, Kökünden Kopmamış Olabilir

Bediüzzaman, Batılı (firenk) insanın fıtratını inkâr etmez. Ona göre Batılı biri, Peygamber Efendimiz’i tanımamış olabilir; ama ruhunda Hz. Musa (a.s.), Hz. İsa (a.s.) gibi peygamberlerin öğrettiklerinden kalma bir ahlâkî maya vardır. Yani bir dereceye kadar bir manevî zemin, bir vicdan kalıntısı, bir ulvî hedef taşıyabilir.

Fakat bir Müslüman genç, sırf hevesle, taklit uğruna bu manevî kodlarını inkâr ettiğinde, sadece bir “kültürel değişim” yaşamaz. Daha derin bir mesele baş gösterir:
Ruhî bir boşluk, kimliksel bir çöküş ve manevî bir tahribat…

  1. Peygamber (A.S.M.)’in Terk Edilmesinin Bedeli

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), sadece bir dini tebliğ etmemiştir. O, insanlığın hem aklına hem kalbine hitap eden, hem dünya hem ahiret için bir sistem kurmuş bir rahmet önderidir. O’nu terk etmek, yalnızca bir şahsı terk etmek değil; bir mana dünyasını, bir kurtuluş reçetesini, bir varoluş cevabını terk etmektir.

Bu terk, ruhu boşluk ve karanlığa mahkûm eder. Çünkü insanın yaratılışında derinlik vardır. O derinlik imanla dolmadıkça, başka şeylerle tatmin olmaz. Batı’ya özenerek kimliğini bırakan biri, o boşluğu lüksle, hevesle, zevkle doldurmaya çalışır. Fakat sonunda sadece inkârla sarhoş olmuş bir hayvana döner.

  1. Hayvanîleşen İnsan: Zamanla Kuşatılmış Bir Mahpus

Bediüzzaman bu noktada çok çarpıcı bir tespit yapar:

> “Meğer insaniyetini söndüresin… ve zaman-ı hâl ile mukayyed sırf bir hayvan olasın…”

Yani geçmişi unutan, geleceği düşünmeyen; sadece şimdiki lezzeti düşünen bir varlığa dönüşürsün. Tıpkı hayvanlar gibi… Onlar geçmişin acısını duymaz, geleceğin kaygısını taşımaz. Ama insan öyle değildir.
– Geçmişin hatıraları onu üzer.
– Geleceğin bilinmezliği onu korkutur.

İşte bu iki yük –hüzün ve havf– insanı mahveder. Bu azaptan onu ancak hakikî bir ilaç kurtarabilir.

  1. Kurtarıcı Reçete: Kur’an-ı Azîmüşşân

Bediüzzaman açıkça ifade eder:

> “İnsanı bu havf ve hüzünden kurtarıcı tek bir medetkâr var: Kur’ân-ı Azîmüşşân.”

Kur’an, insana geçmişin acılarını anlamlandırır, geleceğin korkusunu güvene çevirir. Ölüm, ayrılık, hüsran gibi her fâni sıkıntıyı, bâkî müjdelerle telafi eder.
Kur’an’sız bir hayat; şekli modern bile olsa, ruhen bir çöle dönüşür.

  1. Taklit Yerine Tahkik: Kendi Kimliğini Keşfet

Mesele Batı düşmanlığı değil; mesele hakikati hangi gözle gördüğün meselesidir. Bir mümin, başkasının gölgesi olmadan da medenî, hür, akıllı, şerefli bir hayat yaşayabilir. Yeter ki taklit etmesin; kendi değerlerini tahkik ederek yaşasın.

İşte o zaman ne geçmişin yükü altında ezilir, ne de gelecekten korkar. Çünkü kim olduğunu bilir, kiminle yürüdüğünü bilir, nereye gideceğini bilir.

Sonuç: Kime Özeniyorsun, Ne Uğruna Terk Ediyorsun?

Ey insan!
Kimliğini hangi özentiye kurban ediyorsun?
Peygamberini terk ederken ne kazanacağını zannediyorsun?
O’nsuz ne ahlâk kalır, ne mânâ, ne istikamet…

Frenk gibi olmak istemek, seni firenk de yapmaz; Müslüman da bırakmaz.
Ancak bir taklitçiye, bir kimliksizliğe, bir boşluğa dönüştürür.
Ve sonunda seni içten içe kemiren bir karanlıkta bırakır.

Çünkü bir insan kimliğini kaybetti mi, artık başka bir şey olamaz.
Sadece yokluk içinde varlık sancısı yaşayan bir gölgeye döner.

Makale Özeti:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin “Nur’un İlk Kapısı”ndaki bir pasaj esas alınarak, Batı özentisiyle inancından kopan Müslümanların yaşadığı kimlik buhranı ele alınmıştır. Bir Batılı’nın ruhunda hâlâ dinî temeller kalabilirken, Peygamber Efendimiz’i (s.a.v.) terk eden bir Müslüman, ruhî boşluğa düşer. Bu boşluk, insanı hayvanî bir yaşama indirir. Geçmişin acıları ve geleceğin korkuları içinde sıkışan insana çare sadece Kur’an’dır. Kurtuluş, taklit değil, tahkik yoluyla kendi kimliğini, değerlerini ve inancını yaşamakla mümkündür.

 




Frenkleşme Özentisi: Kimliğin Çöküşü ve Ruhun Boşluğu

Frenkleşme Özentisi: Kimliğin Çöküşü ve Ruhun Boşluğu

“Ey fasık ve sefih! Demek ki, “Ben de firenk gibi olacağım.” Dikkat et, sen firenk gibi olamazsın. Zira bir firenk, Peygamberimizi (A.S.M.) kabul etmezse de İsa (A.S.) ve Musa (A.S.) ve sâir enbiyaları bir derece kabul edebilir. Ruhunda, maâliyata medâr kendince bir esas kalabilir. Fakat sen, Peygamber-i Âhirzaman’ın (A.S.M.) derslerini terkettiğin dakikada, senin ruhunda nihâyetsiz bir tahribât, bir boşluk, bir karanlık peyda olacaktır ki; hiçbir kemâlât ve ahval-i âliyeye ve mes’udiyete yer kalmayacaktır. Meğer insaniyetini söndüresin.. ve zaman-ı hâl ile mukayyed sırf bir hayvan olasın.. ve hayvan gibi bir muvakkat müzahref lezzeti göresin. Halbuki insan, müstakbelin ehvâli ve mâzinin ahzânı ile giriftâr olmuştur. Bu ikisi, onu pek ciddî düşündürür, başını mütemâdiyen döğerler. İnsanı, bu havf ve hüzünden kurtarıcı tek bir medetkâr var. O da Kur’ân-ı Azîmüşşân’dır.”
Nur’un İlk Kapısı

> “Ey fâsık ve sefih! Demek ki, ‘Ben de firenk gibi olacağım.’ Dikkat et, sen firenk gibi olamazsın.”
(Said Nursî – Sözler, Nur’un İlk Kapısı)

Zaman zaman bazı insanlar, Batı’ya ait şekil ve hayat tarzını bir “medeniyet ölçüsü” zannedip, kendi inanç ve değerlerinden koparak “firenk gibi olmayı” meziyet sayar. Oysa Bediüzzaman Hazretleri, bu aldanışı derin bir bakışla teşhis eder:
Sen firenk gibi olamazsın.

Çünkü senin kimliğinde, ruhunda, tarihinin kodlarında Peygamber-i Âhirzaman’ın (A.S.M.) dersi vardır. Onu terk ettiğinde boşta kalmazsın; bilakis ruhun çöker, kalbin kararır, iç dünyan yıkılır.

  1. Frenk, Kökünden Kopmamış Olabilir

Bediüzzaman, Batılı (firenk) insanın fıtratını inkâr etmez. Ona göre Batılı biri, Peygamber Efendimiz’i tanımamış olabilir; ama ruhunda Hz. Musa (a.s.), Hz. İsa (a.s.) gibi peygamberlerin öğrettiklerinden kalma bir ahlâkî maya vardır. Yani bir dereceye kadar bir manevî zemin, bir vicdan kalıntısı, bir ulvî hedef taşıyabilir.

Fakat bir Müslüman genç, sırf hevesle, taklit uğruna bu manevî kodlarını inkâr ettiğinde, sadece bir “kültürel değişim” yaşamaz. Daha derin bir mesele baş gösterir:
Ruhî bir boşluk, kimliksel bir çöküş ve manevî bir tahribat…

  1. Peygamber (A.S.M.)’in Terk Edilmesinin Bedeli

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), sadece bir dini tebliğ etmemiştir. O, insanlığın hem aklına hem kalbine hitap eden, hem dünya hem ahiret için bir sistem kurmuş bir rahmet önderidir. O’nu terk etmek, yalnızca bir şahsı terk etmek değil; bir mana dünyasını, bir kurtuluş reçetesini, bir varoluş cevabını terk etmektir.

Bu terk, ruhu boşluk ve karanlığa mahkûm eder. Çünkü insanın yaratılışında derinlik vardır. O derinlik imanla dolmadıkça, başka şeylerle tatmin olmaz. Batı’ya özenerek kimliğini bırakan biri, o boşluğu lüksle, hevesle, zevkle doldurmaya çalışır. Fakat sonunda sadece inkârla sarhoş olmuş bir hayvana döner.

  1. Hayvanîleşen İnsan: Zamanla Kuşatılmış Bir Mahpus

Bediüzzaman bu noktada çok çarpıcı bir tespit yapar:

> “Meğer insaniyetini söndüresin… ve zaman-ı hâl ile mukayyed sırf bir hayvan olasın…”

Yani geçmişi unutan, geleceği düşünmeyen; sadece şimdiki lezzeti düşünen bir varlığa dönüşürsün. Tıpkı hayvanlar gibi… Onlar geçmişin acısını duymaz, geleceğin kaygısını taşımaz. Ama insan öyle değildir.
– Geçmişin hatıraları onu üzer.
– Geleceğin bilinmezliği onu korkutur.

İşte bu iki yük –hüzün ve havf– insanı mahveder. Bu azaptan onu ancak hakikî bir ilaç kurtarabilir.

  1. Kurtarıcı Reçete: Kur’an-ı Azîmüşşân

Bediüzzaman açıkça ifade eder:

> “İnsanı bu havf ve hüzünden kurtarıcı tek bir medetkâr var: Kur’ân-ı Azîmüşşân.”

Kur’an, insana geçmişin acılarını anlamlandırır, geleceğin korkusunu güvene çevirir. Ölüm, ayrılık, hüsran gibi her fâni sıkıntıyı, bâkî müjdelerle telafi eder.
Kur’an’sız bir hayat; şekli modern bile olsa, ruhen bir çöle dönüşür.

  1. Taklit Yerine Tahkik: Kendi Kimliğini Keşfet

Mesele Batı düşmanlığı değil; mesele hakikati hangi gözle gördüğün meselesidir. Bir mümin, başkasının gölgesi olmadan da medenî, hür, akıllı, şerefli bir hayat yaşayabilir. Yeter ki taklit etmesin; kendi değerlerini tahkik ederek yaşasın.

İşte o zaman ne geçmişin yükü altında ezilir, ne de gelecekten korkar. Çünkü kim olduğunu bilir, kiminle yürüdüğünü bilir, nereye gideceğini bilir.

Sonuç: Kime Özeniyorsun, Ne Uğruna Terk Ediyorsun?

Ey insan!
Kimliğini hangi özentiye kurban ediyorsun?
Peygamberini terk ederken ne kazanacağını zannediyorsun?
O’nsuz ne ahlâk kalır, ne mânâ, ne istikamet…

Frenk gibi olmak istemek, seni firenk de yapmaz; Müslüman da bırakmaz.
Ancak bir taklitçiye, bir kimliksizliğe, bir boşluğa dönüştürür.
Ve sonunda seni içten içe kemiren bir karanlıkta bırakır.

Çünkü bir insan kimliğini kaybetti mi, artık başka bir şey olamaz.
Sadece yokluk içinde varlık sancısı yaşayan bir gölgeye döner.

Makale Özeti:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin “Nur’un İlk Kapısı”ndaki bir pasaj esas alınarak, Batı özentisiyle inancından kopan Müslümanların yaşadığı kimlik buhranı ele alınmıştır. Bir Batılı’nın ruhunda hâlâ dinî temeller kalabilirken, Peygamber Efendimiz’i (s.a.v.) terk eden bir Müslüman, ruhî boşluğa düşer. Bu boşluk, insanı hayvanî bir yaşama indirir. Geçmişin acıları ve geleceğin korkuları içinde sıkışan insana çare sadece Kur’an’dır. Kurtuluş, taklit değil, tahkik yoluyla kendi kimliğini, değerlerini ve inancını yaşamakla mümkündür.

 




Zalim Kimdir? Zulüm Nerede Başlar?

Zalim Kimdir? Zulüm Nerede Başlar?

Zalim zalimdir, katil de katildir.
Hiç bir şey onların cürümlerini düşürmez.
İranlı mı İsrail mi gibi bir tercih olacak olsa, elbette İranlıyı tercih ederim.
Ancak şu soruyu sorup cevap da ararım.
Suçlunun kim olduğunu sorgular, hepsini aynı kefeye koymam.
Soru şu;
İsrail mi daha çok Müslümanı öldürmüş yoksa İran mı?
İranın sadece Suriye’de Kasım Süleyman’inin doğrudan ve dolaylı öldürdüğü Müslüman sayısı 1 milyona yakındır.
İsrail zaten bellidir.
İrana ne oluyor?
Zulmü de cürmü de büyüktür.

*********

“Zalim zalimdir, katil de katildir. Hiçbir ideoloji, mezhep, milliyet ya da strateji onların cürümlerini hafifletemez.”

Tarih, insanlığın adaletle imtihanıdır. Kimi zaman bir zalim diğerine tercih edilirken, unutulmaması gereken hakikat şudur: Zulüm, kimden gelirse gelsin zulümdür. İsrail’in Gazze’de işlediği cinayetler, çocukların kanıyla sulanan bir katliam tarihine dönüşmüş durumda. Ancak bu tabloda sadece Siyonizm’in zulmünü görmek, diğer zulümleri aklamaya çalışmak olur ki bu da adaletsizliktir.

Evet, “İsrail mi yoksa İran mı daha fazla Müslüman öldürdü?” diye bir soru sormak bile insana derin bir iç muhasebe yaptırmalı. Çünkü her iki tarafın da elinde, kendi siyasi menfaatleri uğruna harcanmış Müslüman kanları var. İsrail’in zulmü açıktır, sabıkası büyüktür. Ancak İran’ın özellikle Suriye’de izlediği mezhep temelli yayılmacı politika, arkasında milyonlara varan acı, göç, yıkım ve ölüm bırakmıştır. Kasım Süleymani’nin komutasındaki güçler, sadece İsrail’i değil, Suriye’deki sünni Müslüman halkı da hedef almıştır. Bu gerçek, göz ardı edilemeyecek kadar yakıcıdır.

Peki biz Müslümanlar bu manzaranın neresindeyiz?

Mesele, sadece “kim daha az öldürdü” demekle çözülecek kadar basit değildir. Bu, bir cinayet karşılaştırması değildir. Bu, ümmetin kanı üzerinden yürütülen kirli hesapların teşhisi meselesidir. Ne İsrail’in zulmü hafifletilebilir, ne İran’ın yaptığı görmezden gelinebilir. Üstelik İran’ın zulmü, çoğu zaman “dini söylemler” kisvesiyle yapıldığı için daha da tehlikelidir. Zira zahiren “İslami bir duruş” gibi sunulan bu siyaset, gerçekte mezhepçi ve yayılmacı bir anlayışın ürünü olmuştur.

Kur’an bize, “Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsizliğe sevk etmesin” (Maide, 8) diye tenbih ediyor. Adaletin mezhebi, kavmi, bayrağı, stratejik ortağı yoktur. Adalet, zalime karşı durmakla; mazlumun yanında olmakla mümkündür. Mazlumun kimliğini sormak, zalimin sicilini görmezden gelmek adaleti öldürür.

Bugün İsrail’e öfke duymak elbette yerindedir, vaciptir. Ama bu öfke, İran’ın zulümlerini aklamamalıdır. Zira her ikisi de aynı İblis’in farklı suretlerdeki yüzleridir. Biri siyonist kibirle, diğeri mezhepçi taassupla Müslüman kanı dökmektedir.

Tarihi örnekler gösteriyor ki, ümmet içindeki fitneler, dışarıdan gelen işgallerden daha çok tahribat yapmıştır. Endülüs’ün düşüşü, Abbâsîler’in yıkılışı, Osmanlı’nın çözülüşü hep içerideki ihanetlerle başlamıştır. Bugün de benzer bir oyun sahnede. Müslümanların bir kısmı İsrail’e bakıp öfkesini diri tutarken, bir kısmı İran’a meyledip mezhebi bir romantizme kapılıyor. Oysa hakikat ne tarafın ne de mezhebin tekelindedir.

Bugün bize düşen, ne İsrail’in ne İran’ın ne de başka bir devletin çıkarları için saf tutmaktır. Bize düşen, mazlumun safında yer almak; zalim kim olursa olsun onun karşısında durmaktır.

İbretle Bak, Adaletle Tart

Zulmün rengi yoktur. Dili, mezhebi, kıyafeti, bayrağı yoktur. Nerede bir mazlum varsa, biz orada olmalıyız. Ve nerede bir zalim varsa, ona karşı çıkmalıyız. İran’ın Suriye’de, Yemen’de, Irak’ta döktüğü kan da; İsrail’in Filistin’de akıttığı kan da aynıdır: Müslüman kanıdır. Can birdir, kıymeti birdir. Biri düşmanı öldürürken, öteki kardeşi öldürüyor diye onu masum sayamayız.

Unutma: Şeytanın sağdan yaklaşanı, soldan yaklaşanından daha tehlikelidir. Birisi düşman gibi gözükür; diğeri dost gibi. Ama ikisi de hakikatte aynı yıkımı getirir.

Özet:

Bu makale, İsrail ve İran gibi aktörlerin Müslüman coğrafyasındaki zulümlerini karşılaştırarak, adalet ve vicdan terazisiyle değerlendirme yapmaktadır. Her iki tarafın da farklı gerekçelerle aynı mazlum bedenler üzerinden iktidar kurmaya çalıştığına dikkat çekilir. Müslümanlar olarak zulme karşı ortak bir vicdan, her türlü mezhepçiliğin ötesinde bir adalet anlayışı geliştirmemiz gerektiği anlatılır. Zalim, kimden gelirse gelsin zalimdir; adalet ise herkese eşit uygulanmalıdır.

 




Fâniliğin İçindeki Cehennem ve Bâkîliğe Açılan Cennet

Fâniliğin İçindeki Cehennem ve Bâkîliğe Açılan Cennet

“Hayat-ı fâniyeyi esas maksat yapan, zâhiren cennet içinde olsa da, mânen cehennemdedir. Hayat-ı bâkiyeye müteveccih olan zât ise, saâdet-i dâreyne mazhardır.”
Nur’un İlk Kapısı

İnsanın iki hayatı vardır:
Birincisi geçici olan dünya hayatı,
İkincisi sonsuz olan ahiret hayatı.

Bu iki hayat arasındaki ilişki, sadece zaman farkından ibaret değildir. Aynı zamanda hangi hayatı merkeze koyduğumuz, bu dünyadaki huzurumuzu, bakışımızı ve akıbetimizi şekillendirir.

  1. Fâniliği Esas Alanın dahili Cehennemi

İnsan eğer dünya hayatını tek hedef, yegâne amaç ve nihai maksat yaparsa, farkında olmadan içten içe bir azap yaşar. Neden?

Çünkü fânilik, tükenmek demektir.
Her sevdiği elinden gider.
Her sahip olduğu, bir gün yitip gider.
Zevkler yıpranır, gençlik solar, mallar dağılır, dostlar vefat eder.

Bu kaçınılmaz tükeniş içinde, dünya hayatını “cennet” gibi gören kimse, kaybettikçe yanar. Kalbi, her ayrılıkla bir yara alır. Ve bu yürek yangını, hakikatte bir manevî cehenneme dönüşür.

Bediüzzaman bu noktada mânen cehennemdedir derken, insanın iç dünyasında oluşan ızdırabı tarif eder. Gül bahçesinde de olsa, eğer ölüm fikri onu yakıyorsa, ruhu huzur bulmaz.

  1. Bâkî Hayatı Merkez Alanın İki Dünya Saadeti

Buna mukabil, bir insan eğer dünya hayatını bir vasıta, bir imtihan, bir misafirhane olarak görür ve asıl maksadı ahiret olarak belirlerse; hem bu dünyada huzur bulur hem de sonsuzluk âleminde kurtuluşa erer.

Çünkü o bilir ki:
– Kaybettikleri aslında ebediyete gidiyor.
– Sevdikleri, eğer Allah içinse, ayrılık değil buluşma vaktine ilerliyor.
– Mal, evlat, nimet… hepsi bir emanet; doğru kullanılırsa ebedî kazanca dönüşüyor.

İşte bu bakış, insana dünya cennetini de verir. Çünkü ölüm korkusunu yener, kayıp acısını hafifletir, fâniliğin içindeki güzellikleri ebedî mana ile taçlandırır.

> “Saâdet-i dâreyn” (iki dünyanın saadeti) ifadesi, hem dünya huzuru hem ahiret selâmeti demektir. Bu da ancak bâkî olana yönelmekle mümkündür.

  1. Cennet Görünümlü Cehennem: Modern Dünyanın Aldatmacası

Bugünün insanı, teknoloji, konfor, lüks ve tüketim ile zahiren bir cennet içinde yaşıyor gibi. Ama depresyonlar, yalnızlıklar, tatminsizlikler bu “cennet”in içindeki cehennem çığlıklarını işaret ediyor.

Çünkü kalbî huzur, sonsuzlukla bağlantılıdır. Ruh, fânilikte değil, bâkîlikte teselli bulur. Mal, makam, şöhret doyurmaz; çünkü ruhun asıl gıdası ebediyettir.

Bediüzzaman’ın bu sözü tam da bu çağın iç dünyasını teşhis eder:
– Bedenin cenneti kuruldu ama ruhun cehennemi büyüdü.
– Eşyalar çoğaldı, anlamlar kayboldu.
– Sahip olunanlar arttı, ama huzur azaldı.

Sebep?
Hayat-ı fâniye, yani geçici olan şeyler asıl maksat yapıldı.

  1. Gerçek Kurtuluş: Fâniliği Ebedîlik İçin Kullanmak

Fâniliği inkâr etmeye gerek yok. Çünkü bu dünya geçici. Ama geçici olanı, kalıcı bir maksat için kullanmak mümkündür. İşte hakiki akıl, hakiki tefekkür, hakiki dindarlık budur.

> – Mal varsa, Allah yolunda harcanmalı.
– Zaman varsa, ebedî kazanç için değerlendirilmeli.
– Sevgi varsa, Allah adına ve ebediyet ekseninde olmalı.

İşte bu hâl, fâniliği cennet kapısına çevirir. O zaman dünya, cehennemin değil; ahiret cennetinin koridoru hâline gelir.

Sonuç: Hayatın Yönü, Akıbetini Belirler

Yaşadığımız hayatın kendisi değil, ne için yaşadığımız önemlidir. Aynı ömür, birine cennet sebebi olurken, diğerine cehenneme dönüşebilir. Bediüzzaman’ın ifade ettiği o kritik fark budur:

> – Dünya hayatını esas maksat yapmak: görünürde cennet, özde cehennem.
– Ahiret için yaşamak: görünürde çileli bile olsa, özde huzurlu ve ebedî.

O hâlde seçim senindir:
Hayatı sen mi merkeze alırsın, yoksa ebediyeti mi?

Makale Özeti:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin “Nur’un İlk Kapısı”ndaki şu veciz cümlesi esas alınmıştır:

> “Hayat-ı fâniyeyi esas maksat yapan, zâhiren cennet içinde olsa da, mânen cehennemdedir. Hayat-ı bâkiyeye müteveccih olan zât ise, saâdet-i dâreyne mazhardır.”

Geçici dünya hayatını nihai gaye olarak görenler, görünüşte refah içinde olsalar bile iç dünyalarında bir boşluk ve huzursuzluk yaşarlar. Oysa ebedî hayatı merkezine alanlar, hem bu dünyada iç huzuru yaşar hem de ahiret saadetine ulaşır. Gerçek cennet, sadece dış koşullarla değil, insanın ebediyet bilinciyle şekillenir.

 




İki Ses Arasında: Hakikatin Sadâsı mı, Felsefenin Vesvesesi mi?

İki Ses Arasında: Hakikatin Sadâsı mı, Felsefenin Vesvesesi mi?

“Cenâb-ı Hak, sana verdiği kendi mülkünü, senden gâlî bir kıymetle satın alıyor. Yine senin için muhafaza ediyor.

   Ey beşer, bak! İki sadâ senin kulağına geliyor. Biri Kur’ân-ı Hakîm’in sadâ-yı semâvîsidir.

   Der ki: “Sat kârlısın.”

اِنَّ الدَّارَ اْلاٰخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ

   diyor. Diğeri, küffarın felsefe-i medeniyesinin vesvesesidir ki; “Sen kendine mâliksin” der.

   Seni

اِنْ هِىَ اِلاَّ حَيَاتُنَا الدُّنْيَا

   diyenlerden etmek ister. Bu münevver hüdâ ile, şu müzevver dehânın mabeynlerindeki farkı gör. Tâ kör olmayasın.

وَمَنْ كَانَ فٖى هٰذِهٖٓ اَعْمٰى فَهُوَ فِى اْلاٰخِرَةِ اَعْمٰى وَاَضَلُّ سَبٖيلاً ٭ اَللّٰهُمَّ اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقٖيمَ ٭ صِرَاطَ الَّذٖينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ ٭ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَ لاَ الضَّٓالّٖينَ اٰمٖينَ ”
Nur’un İlk Kapısı

İnsanoğlunun kulaklarına her zaman iki ses çarpar. Biri göklerden gelen ilâhî bir sadâdır; diğeri ise yerden yükselen aldatıcı bir vesvese. Bu iki çağrı, insanın hayat rotasını tayin eder. Ya Hakk’a yönelir, ya da nefsin karanlık sokaklarında kaybolur.

Bediüzzaman Said Nursî, “Nur’un İlk Kapısı”nda bu iki çağrıyı veciz şekilde karşı karşıya getirir. Biri Kur’an’ın semavî hitabıdır:

> “Sat, kârlısın!”
Diğeri ise inkârın ve felsefe-i maddiyenin sinsi telkinidir:
“Sen kendine mâliksin.”

İşte bu iki sesin çatışmasında insan, ya kendini bulur ya da kendini kaybeder.

  1. İlâhî Sadâ: “Sat, Kârlısın”

Kur’an-ı Kerim, insana bir tüccar gibi yaklaşır. Ona der ki:

> “Cenab-ı Hak, sana verdiği mülkü, senden kendi adına ama senin faydana satın almak istiyor.”

Yani can, mal, akıl, duygular… hepsi Allah’ın lütfu. Ama bu lütuflar zayi olmasın, ebedîleşsin diye Cenab-ı Hak onları sana satmak istiyor. Karşılığında ise sonsuz cennet, rızâ-i ilâhî, bakî hayat veriyor.

Bu sadâ, Tevbe Suresi’ndeki şu ayetle yankılanır:

> “اِنَّ اللّٰهَ اشْتَرٰى مِنَ الْمُؤْمِنٖينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ”
“Allah, müminlerden mallarını ve canlarını cennet karşılığında satın almıştır.”

Bu İlâhî teklif bir şereftir, bir rahmettir. Çünkü Allah senin sermayeni zayi olmaktan kurtarıyor. Hem sana geri bırakıyor, hem de değerini sonsuzlaştırıyor.

Kur’an, bu teklifin ehemmiyetini şu ifadeyle özetliyor:

> “اِنَّ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ”
“Ahiret yurdu, işte asıl hayat odur.” (Ankebut, 64)

Bu dünyadaki hayat, bir gölge; asıl hayat orada başlar. Bu yüzden Kur’an’ın sesi, sadece bir davet değil, aynı zamanda bir kurtuluştur.

  1. Sinsi Fısıltı: “Sen Kendine Mâliksin”

Öte yanda, modern felsefenin bâtıl bir anlayışı da kulağa fısıldar:

> “Sen kendine aitsin. Hayat senindir. Özgürlüğün var. Dilediğini yap.”

Bu anlayış, “hayat sadece dünyadan ibarettir” fikrini telkin eder:

> “اِنْ هِىَ اِلَّا حَيَاتُنَا الدُّنْيَا”
“Hayat, yalnızca bu dünya hayatıdır.” (Câsiye, 24)

Bu sözün altında aslında büyük bir gaflet yatar:
– Ölüm yokmuş gibi yaşamak,
– Hesap yokmuş gibi davranmak,
– Sahip olmadığın bir hayatı keyfine göre harcamak…

Ama hakikat şu ki: İnsan kendine değil, Allah’a aittir. Ne hayatına, ne ölümüne, ne kalbine ne de kaderine tam anlamıyla hükmedemez. O hâlde “mâlikim” demek, sadece bir vehimdir.

  1. Körlük ve Basiret Arasındaki Fark

Bu iki ses arasındaki farkı görememek, bir çeşit mânevî körlüktür. Kur’an bu körlüğe çok ağır bir uyarı ile seslenir:

> “وَمَنْ كَانَ فِى هٰذِهِ اَعْمٰى فَهُوَ فِى الْاٰخِرَةِ اَعْمٰى وَاَضَلُّ سَبٖيلاً”
“Kim bu dünyada körse, ahirette de kördür ve yolunu daha çok sapıtmıştır.” (İsrâ, 72)

Gözün körlüğü değil, kalbin ve basiretin körlüğüdür bu. Bu körlük, ahiret yurdunda mutlak bir pişmanlığa dönüşür.

O hâlde insan, kendisine fısıldanan her sese kulak vermemeli; gelen sesin kaynağını sorgulamalı:
Bu ses, gökten mi geliyor, yoksa nefsin karanlık odasından mı?

  1. Kurtuluş Duası: Doğru Yolun Sesi

Bu ikilemin ortasında, insanın en büyük ihtiyacı hidayettir. Ve bu hidayet için her gün Fâtiha’da dilimize gelen bir dua vardır:

> “اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقٖيمَ”
“Bizi dosdoğru yola ilet.”
O yol kimlerin yolu?
“صِرَاطَ الَّذٖينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ”
“Nimet verdiklerinin yolu.”
Kimlerin yolu değil?
“غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّٓالّٖينَ”
“Gazaba uğramışların ve sapmışların yolu değil.”

Bu dua, her gün iki sesi birbirinden ayırmak için yapılan bir yakarıştır. Ve bu dua, hakikatin sesini bulmak isteyen her kulun rehberidir.

Sonuç: Hangi Sese Kulak Veriyorsun?

Ey insan! Kulaklarında iki ses var:

Biri seni kurtuluşa, ebediyete, cennete çağırıyor.

Diğeri seni kendine, nefsine, geçiciliğe hapsediyor.

Kur’an sat diyor; kâr edeceksin. Felsefe tut diyor; ama kaybedeceksin.
Kur’an seni Allah’a götürüyor. Felsefe seni yalancı bir sahiplik duygusuna mahkûm ediyor.

O hâlde karar senin.
Müminin kulağı vahyi dinler. Gafilin kulağı ise hevesin fısıltısına açıktır.

Makale Özeti:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “Nur’un İlk Kapısı”ndaki bir pasaj üzerinden, Kur’an’ın ilâhî çağrısıyla, felsefe-i maddiyenin aldatıcı telkinleri karşılaştırılmıştır. Kur’an insanı Allah’a kul olmaya ve sermayesini kârla satmaya davet ederken, nefis ve maddeci felsefe insanı yalancı bir sahiplik vehmiyle kandırır. Bu iki ses arasında tercih yapan insan ya ebedî hayatı kazanır ya da karanlık bir körlüğe düşer. Kurtuluş, “sırat-ı müstakim”e yönelmek ve hakikatin sesine kulak vermekle mümkündür.

 




Allah’ın Mükâfatlandıran Alımı: Beş Kâr ve Beş Zarar Üzerine Düşünce

Allah’ın Mükâfatlandıran Alımı: Beş Kâr ve Beş Zarar Üzerine Düşünce


اِنَّ اللّٰهَ اشْتَرٰى مِنَ الْمُؤْمِنٖينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ

   Ey insan! Nedendir ki şu azîm ticarete girmiyorsun? Rabb-ı Kerîm, senin yanında emâneten koyduğu mülkünü senden satın almak istiyor. Tâ ki zâyi olmaktan muhafaza etsin. Hem bin derece kıymeti yükselsin. Hem bedeline büyük bir fiyat veriyor. Hem istifâden için senin elinde bırakıyor. Hem külfet-i idaresini kendisi deruhte ediyor. İşte sana beş mertebe kâr içinde kâr! Halbuki ey gafil! Ona satmadığından, emânette hıyânet ettin. Hem bütün bütün kıymetten düşürttün. Hem bilâfaide senin elinde zayi olacak. Hem o yüksek fiyat elinden gidecek. Hem senin zimmetinde, günahı ile tekâlif-i idaresi ve âlâmı ile zahmet-i muhafazası kalacak. İşte beş müthiş derecede hasaret içinde hasaret!”
Nur’un İlk Kapısı

Kur’ân’ın şu muazzam ayeti insanı durup derin bir muhasebeye çağırır:

> “اِنَّ اللّٰهَ اشْتَرٰى مِنَ الْمُؤْمِنٖينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ”
“Şüphesiz Allah, müminlerden mallarını ve canlarını, karşılığında cennet vermek üzere satın almıştır.” (Tevbe Suresi, 111)

Bu ayet, Cenab-ı Hakk’ın insanla yaptığı en kazançlı ve en şerefli alışverişi beyan eder. Zira Allah insanın kendisine ait olmayan, zaten O’na ait olan nefsi ve malı, ona ebedî bir cennet karşılığında “satın almak” istiyor. Ve bu alışveriş, eşi benzeri olmayan bir mükâfatı da beraberinde getiriyor: Cennet, ebediyet, rıza-i İlahi.

  1. Neden Bu Ticaretle İlgilenmiyoruz?

Bugün insanlar, geçici menfaatler, gelip geçen kârlar için canhıraş bir şekilde çabalıyor. En küçük bir ekonomik kazancı bile elde etmek için saatlerini, günlerini veriyor. Fakat Allah’ın ebedî bir saadet karşılığı sunduğu bu “manevî alışverişe” çoğu insan bigâne kalıyor.

Neden?

Çünkü bu dünya gözüyle bakıldığında can, mal, mülk sanki bizimmiş gibi görünür. Oysa hakikat şu ki, sahip olduğumuz her şey emanet. Allah’tan gelen ve yine Allah’a dönecek olan bir emanet. Ve işte Rabbimiz, bu emanetleri yine bize, ama kıymetini misliyle artırarak geri satmak istiyor.

  1. Beş Kat Kâr: Allah’a Satmanın Hikmeti

Bediüzzaman’ın ifadesiyle, bu ticaretin içinde beş büyük kazanç vardır:

Zayi olmaktan muhafaza edilir: İnsanın canı ve malı fani olduğu için zayi olmaya mahkûmdur. Allah’a satıldığında ise bâki bir kıymet kazanır.

Kıymeti bin derece yükselir: Dünya için harcanan bir ömür, sonunda kabirde tükenir. Fakat Allah için harcanan ömür, ebedî mükâfatlar doğurur.

Büyük bir fiyat verilir: Karşılık, sadece cennet değil; rıza-i İlahi, dostluk ve sonsuz saadettir.

Senin elinde bırakılır: Allah onu hemen almaz. Sen o can ve malı, hayatın boyunca kullanırsın. Sadece niyet ve yön değişir.

İdaresinin külfeti Allah’a aittir: Teslim olan kalbe Allah yardım eder, yönetimini üstlenir, yükü hafifletir.

Bu beş kazanç, yalnızca bir inanan için değil, her akıl sahibi için mantıklı ve kıymetlidir. Çünkü akıl, geçiciye değil, kalıcıya yatırım yapmayı gerektirir.

  1. Beş Kat Zarar: Satmayanın Hasareti

Peki bu büyük ticarete girmezsek ne olur?

Emanette hıyânet etmiş oluruz: Allah’ın verdiği canı O’na karşı kullanmak, bir nankörlük ve ihanettir.

Kıymetten düşer: Allah için çalışmayan bir ömür, tüketilmiş bir sermaye olur.

Zayi olur: Ölümle her şey biter, ardında hiçbir iz bırakmadan kaybolur.

Yüksek fiyat kaybolur: Cennet ve sonsuzluk nimeti kaybedilir.

Zimmette kalır: Hem günah yükü, hem de mal ve canın zahmeti omuzda kalır. Ahirette bu hesap sorulur.

Bu beş zarar, sadece uhrevî değil; dünyevî bir huzursuzluğu da beraberinde getirir. Çünkü insan, manevî sermayesini yanlış yerde harcadığında, içten içe tükenmeye mahkûmdur.

  1. Bu Alışverişte Sırrı Anlamak

Bir alışverişin sırrı, karşılıklı rıza ve güven üzerinedir. Allah bize güveniyor, bizden canımızı ve malımızı istiyor. Biz de O’na güvenip teslim olmalıyız. Çünkü bu ticarette zarar ihtimali yoktur. Zaten her şey O’nundur. Biz sadece emanetçiyiz.

İşte bu nedenle Allah’a teslimiyet, esarete değil, hürriyete; yüklenmeye değil, hafiflemeye; faniye değil, bakîye yönelmedir. Ve bu teslimiyetle kişi sadece Allah’a satar, karşılığında sonsuzluğu alır.

Sonuç: En Büyük Yatırım Ebediyete Olandır

İnsan bu dünyada tüccardır. Herkesin bir sermayesi var: Canı ve malı. Bu sermaye ya ebedîye yatırılır ya da faniye harcanır. Akıllı tüccar, az bir şey verip sonsuz kâr alandır.

O hâlde, ey insan!
Mal senin değil, can senin değil, ömür senin değil…
Ama tercih senin.
Sat ve kazan, tut ve kaybet.

Makale Özeti:

Bu makalede, Tevbe Suresi 111. ayetinin ışığında insanın can ve malını Allah’a satmasının hikmeti, faydası ve derin anlamı üzerinde durulmuştur. Bediüzzaman’ın “Nur’un İlk Kapısı”ndaki açıklamalar doğrultusunda, Allah’a satılan bir can ve malın beş büyük kazanç sağladığı, satılmadığında ise beş büyük zarar doğurduğu ortaya konmuştur. Makale, hem akla hem kalbe hitap ederek, insanı bu İlâhî alışverişe girmeye teşvik etmekte ve en büyük yatırımın ebediyete yapılan yatırım olduğunu anlatmaktadır.

 




Gözün İki Yolu: Şehvetin Hizmetkârı mı, Şehâdetin Nuru mu?

Gözün İki Yolu: Şehvetin Hizmetkârı mı, Şehâdetin Nuru mu?

“Meselâ, göz, Allah hesabına isti’mâl edilse; şu kitâb-ı kebir-i kâinatın bir mütâlâacısı ve şu müzeyyen mevcûdâtın bir seyircisi ve şu masnuâtın çiçeklerinin bir arısı olarak ibret ve mârifet ve muhabbet şehdinden yâni balından nur-u şehâdeti kalbe akıtıyor. Eğer nefis hesabına isti’mâl edilse; zâil, fâni bâzı mehasini seyretmekle, heves ve şehvetin âdi bir hizmetkârı olur.”
Nur’un İlk Kapısı

İnsana verilen her uzuv, bir emanet; her hissiyat, bir fırsattır. Özellikle göz gibi keskin, derin ve yönlendirici bir nimet, insan hayatında ya hidayetin anahtarı olur ya da hevesin pençesi hâline gelir. Bediüzzaman Said Nursî, “Nur’un İlk Kapısı”nda gözün nasıl kullanılacağına dair öyle bir mîzan sunar ki, bu mîzan insana hem bir ölçü verir, hem de bir uyanış kapısı aralar:

> “Göz, Allah hesabına kullanılırsa; kâinat kitabının bir okuyucusu, mahlûkatın bir seyircisi, san’at eserlerinin bir arısı olur. Bu göz, ibret, marifet ve muhabbet balından kalbe şehadet nuru akıtır.”

> “Ama nefis hesabına kullanılırsa; fanî, gelip geçici güzelliklere takılıp kalan, heves ve şehvetin düşük hizmetkârı hâline gelir.”

Bu ifadeler, gözün iki ayrı yolda nasıl iki ayrı akıbet doğuracağını gözler önüne seriyor.

  1. Göz, Bir Kitap Okuyucusu Olarak

Göz, kâinat denilen muazzam bir kitabı okuyan bir mütalaacı olabilir. Her varlık bir harf, her mahlûk bir kelime, her olay bir cümle gibidir. Gökyüzündeki yıldızlar Allah’ın kudretini; çiçeklerdeki incelik Allah’ın san’atını; bir annenin şefkati Allah’ın rahmetini gösterir. İşte göz, bu ilâhî yazıları okuyup kalbe iman, hayrete akıl, şükre secde sevki yapar.

Böyle bir göz bakarken sadece bakmaz; ibret alır, marifet kazanır, muhabbet duyar. O zaman da baktığı her şey “şehadet” olur: “Bu kâinatın bir sahibi, bir sanatkârı var” der. Göz, basirete dönüşür; sıradan bir uzuv olmaktan çıkar, kalbe pencere olur.

  1. Göz, Bir Arı Gibi

Arı, çiçekten çiçeğe gezer; ama her çiçekten bal almaz. En saf özleri seçer. Göz de eğer Allah hesabına kullanılırsa, varlıkların en derin anlamlarını seçer, onların arkasındaki Esma-i İlahiye’yi seyreder. Kalbe “bal gibi” iman ve muhabbet akıtır. Böyle bir göz, varlıkları zevk için değil, ibret ve hikmet için seyreder. Çiçekleri sadece güzellik için değil, o güzelliği vereni tanımak için inceler.

  1. Göz, Nefis Hesabına Kullanılırsa

Gözün Allah için kullanılmadığı her an, onun nefsin emrine girmesi demektir. İşte o zaman göz, artık bir hikmet arayıcısı değil, bir heves avcısı olur. Güzel manzaralar, suretler, ziynetler onun için geçici zevklerin tuzağına dönüşür. Fanî şeylere tutkun olan bir göz, hem gerçek güzelliği göremez hem de kalbi karartır.

Bu durumda göz, aslî gayesinden sapar; Allah’ı göstermesi gereken bir pencereyken, gaflet perdesine dönüşür. Ne ibret verir, ne marifet kazandırır. Sadece şehveti tahrik eden, boş hayallerin hizmetkârı olur.

  1. Gözün Hesabı ve Sorumluluğu

Her nimet gibi göz de hesap sorulacak bir emanet. Nerelere baktın? Ne için baktın? Baktığın şey seni Allah’a mı yaklaştırdı, nefsine mi hizmet ettirdi?

Cenab-ı Hak, Kur’ân’da şöyle ikaz eder:

> “Gözler günah işlemekten dolayı sorumludur.”
(İsra, 36; Nur, 30-31)

Bu sorumluluk, gözün başıboş olmadığını gösterir. Allah için bakmak da bir ibadettir. Haramdan çevirmek de bir cihattır. Göz, Allah’ın isimlerinin bir tecelligâhıdır; basiretsiz bakış ise bu tecellilere perde çeker.

  1. Gözün Terbiyesi: Muhabbetin Yönü

Aslında mesele sadece “bakmak” değil, “kime ve neye muhabbet duyduğumuzdur.” Kalpte Allah sevgisi varsa göz O’na götüren güzellikleri arar. Kalpte nefsanî heves varsa göz de o hevesi tahrik eden şeylere yönelir. Gözün yönü, kalbin kıblesini gösterir.

Sonuç: Gözünü Nereye Koyduğuna Dikkat Et!

Her gün yüzlerce, binlerce şeye bakıyoruz. Bu bakışlar boş değil. Ya kalbimize nur akıtıyor ya da zehir. Ya hakikate götürüyor ya da heva yolunda köreltiyor. Göz, ya cennetin anahtarı olur ya da gafletin vesilesi.

O hâlde şu soruyu kendimize sormalıyız:

> “Ben gözümü Allah hesabına mı kullanıyorum, yoksa hevesimin kölesi mi oldum?”

Bu sorunun cevabı, hem bu dünyadaki huzurumuzu hem de ebedî akıbetimizi belirler.

Makale Özeti:

Bu makalede, göz nimetinin Allah hesabına ya da nefis hesabına kullanılmasının doğurduğu iki ayrı yol ve iki farklı sonuç ele alınmıştır. Göz, kâinat kitabını mütala eden, mahlûkatı seyreden, ibret ve marifet arayan bir araç olduğunda, kalbe şehadet nuru akıtır. Aksi hâlde, göz fanî güzelliklerin peşinde hevesin hizmetkârı olur, kalbi karartır ve nefsi besler. Bu sebeple göz, Allah’ın marifetine giden bir vasıta olarak kullanılmalı, aksi durumda nefsin tuzağına dönüşebileceği unutulmamalıdır.

 




Kelimelerin Dil ve Mana İncelemesi

Kelimelerin Dil ve Mana İncelemesi

Ayet:

وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِۜ
(Âl-i İmrân Suresi, 134. Ayetin bir bölümü)

  1. الكاظمين – el-Kâzımîn

Kökü: ك-ظ-م (kazame)

Sözlük Anlamı: Yutmak, bastırmak, içine atmak, tutmak.

Terim Anlamı: Öfkesini yutan, öfkesine hâkim olan kimse.

Yorumu: Kâzım, bir duyguyu dışa vurmadan bastıran kimsedir. Kur’an bu vasfı, özellikle “gayz” (öfke, kin) ile ilişkilendirir. Bu bastırma, zulmü sineye çekmek değil, tepkide ölçüyü koruyarak, nefsin ve şeytanın taşkın arzularına set çekmektir.

  1. الغيظ – el-Ğayz

Kökü: غ-ي-ظ (ğayza)

Sözlük Anlamı: Yoğun öfke, içe işleyen kızgınlık, kaynayan öfke.

Terim Anlamı: Bir haksızlık karşısında hissedilen fakat genelde ifade edilmeyen deruni öfke hali.

Yorumu: “Ğayz”, tepkisel değil, derin bir kızgınlık hâlidir. Kinle karıştırılmamalıdır. Kin süreklilik arz ederken, gayz anlık bir tepkinin sonucudur.

  1. العافين – el-Âfîn

Kökü: ع-ف-و (afve)

Sözlük Anlamı: Bağışlayan, affeden, cezalandırmaktan vazgeçen.

Terim Anlamı: Hakkı olduğu hâlde cezalandırmayan, bağışlayan kimse.

Yorumu: Af, zulme rıza göstermek değildir. İzzetli bir merhametle karşılık vermek, intikam yerine irfanla hareket etmektir. Af, kulun kendi nefsine değil, Allah’a güvenerek yücelmesidir.

🕊️ MAKALE: “Öfkeyi Yutmak: İnsanlık Sanatıdır”

Öfke…
İnsanın kalbine düşen bir kıvılcımdır. Eğer bu kıvılcım kontrol edilmezse, önce dili yakar, ardından elleri tutuşturur ve nihayetinde ilişkileri, aileleri, toplumları kül eder. Tam da bu yüzden, Kur’an, öfke anında sabrı, adaleti ve affı emreder. Bu yönüyle “وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ” ayeti, bir öfke terbiyesi ve ahlak manifestosudur.

“Kâzım” olmak, yalnızca öfkesini içine atan biri değil, onu hikmete çeviren kişidir. Çünkü öfkeyi yutmak pasiflik değil, aktif bir nefis mücadelesidir. Nefis, her zaman “vur” der, ama iman “dur” der. Bir insan, öfkesine hâkim olduğunda, yalnızca bir anı kurtarmaz, geleceğini de kurtarır. Belki bir kelimeyle bir yuva yıkılacakken, sabırla o yuvayı cennete çevirir.

“Ğayz”, insanın en tehlikeli duygularından biridir. Zira adalet kisvesiyle zulme meylettirir. Hakkı ararken haddi aşmaya sürükler. Böylece hakkını korumaya çalışırken, hakkı çiğnemiş olur. Bu yüzden Kur’an, “gayz”ı değil, “kazm”ı över. Çünkü öfke bir ateşse, onu yutmak bir serinliktir; öfke bir fırtınaysa, onu bastırmak bir limandır.

“Af” ise bu terbiyenin zirvesidir. Hakkı olduğu hâlde affeden insan, aslında kendi nefsini azad eder. Kırgınlıklarını Allah’a havale eder, kalbini kinle değil rahmetle yıkar. Kimi zaman en büyük cezalandırma, affetmektir. Çünkü af, güçsüzlerin değil; kalbi büyüklerin işidir.

Düşünün…
Hz. Yusuf, kardeşleri tarafından kuyuya atılmıştı. Yıllar sonra onları affetti ve sadece affetmekle kalmadı, bağrına bastı. Neden? Çünkü öfkesini bastırmış, affı seçmişti. Sonunda o kazandı; hem kalpleri hem cenneti.

Bugün toplumlar kinle, bireyler hınçla yoğrulmuş durumda. En küçük meselede bile “hesabını soracağım” diyen bir zihin hâkim. Oysa Kur’an bize diyor ki:
“Bağışlayın ki Allah da sizi bağışlasın.”

Bu ayet, bir çağrıdır.
İnsanlara değil önce kendimize:
– Öfkeni yut!
– Kinini sil!
– Affet ki af olunasın!

✍️ Makale Özeti

Kur’an’ın “وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ” ayetinde geçen “kâzımîn” (öfkesini yutanlar), “ğayz” (şiddetli öfke) ve “âfîn” (insanları affedenler) kelimeleri, insana nefsini kontrol etmeyi, öfkesini hikmete çevirmeyi ve bağışlayıcı olmayı öğütler. Öfkeye hâkim olmak pasiflik değil, aktif bir nefis terbiyesidir. Af ise, güçlü bir ruhun, ilahi rızayı esas alarak insanlara merhametle yaklaşmasıdır. Bu vasıflar, bireyi kemale, toplumu huzura ulaştırır.

 




Ertelemenin Gölgesindeki Hayatlar: Yarın Diye Diye Tükenen Umutlar

Ertelemenin Gölgesindeki Hayatlar: Yarın Diye Diye Tükenen Umutlar

Hayat, nefes alıp verdiğimiz her an, bize sunulan eşsiz bir armağan. Ancak bu armağanın kıymetini ne kadar biliyor, onu ne kadar verimli kullanıyoruz? Bir yanda “Yarın Yaparım Diyenler Helak Oldu!” başlığı altında sergilenen mezar taşları ve her birinin üzerinde biriken “yarın” bahaneleri, diğer yanda ise merhametsizliğin getireceği kaçınılmaz kayıplara işaret eden kısa ve özlü bir cümle. Bu iki mesaj, insanlığın ortak zaaflarından ikisini, ertelemeyi ve merhametsizliği, derinlemesine sorgulamamıza yol açıyor.
Bir mezar taşında “Sonra kılarım”, “Evlenince örtünürüm”, “Daha erken”, “Okul bitsin sonra”, “Emekli olduktan sonra”, “Zamanı hele var”, “Hazır değilim”, “Daha gencim”, “Başlarız bir gün” gibi erteleme cümleleri yazıyor. Bu sahnede yürüyen bir adamın silueti, belki de bu mezar taşlarındaki yazıları okuyarak kendi ertelemeleriyle yüzleşen bir bireyi temsil ediyor.
Ve bir Hadis-i Şerifte: “Cehennem halkının en fazla çığlıkları güzel işlerini, tövbelerini tehir etmekten, ertelemekten, yarıncılıktan kaynaklanır.”
Bu hadis, ertelemenin sadece dünyevi kayıplara değil, ahiret yurdunda da derin pişmanlıklara yol açacağını açıkça ifade ediyor.
Ertelemek, modern çağın en yaygın hastalıklarından biridir. Yapılması gerekenleri sürekli olarak yarına, bir sonraki zamana bırakmak, sanki zaman denen bu kısıtlı sermayenin sonsuz olduğunu varsaymak gibidir. Yarınlar, çoğunlukla hiç gelmeyen, gelse bile dünün heyecanını ve fırsatını taşımayan birer hayalden ibarettir. İbadetleri ertelemek, tövbeleri geciktirmek, sevdiklerimize iyi davranmayı sonraya bırakmak, ilim öğrenmeyi, iyi bir iş yapmayı, bir projeye başlamayı “bir gün”e hapsetmek… Tüm bunlar, zamanın kılıcı altında eriyip giden ömrümüzden çalınan değerli anlardır. Her “yarın yaparım” deyişimiz, aslında potansiyel bir fırsatın, bir iyiliğin, bir adımın tabutuna çakılan bir çividir. Vakti gelince pişmanlıklarla dolu bir mezarlıkta uyanmak istemiyorsak, şimdi ve burada harekete geçmeliyiz.

*********

“Merhametsiz olan herkes kaybedecek. Her gün bir şeyini, bir gün her şeyini…”

Bu cümle, yaşamın bir diğer temel ilkesini, merhameti ifade etmektedir.
Merhamet, sadece başkalarına karşı duyduğumuz şefkat değil, aynı zamanda kendimize, zamanımıza ve potansiyelimize karşı gösterdiğimiz bir nezakettir. Merhamet eksikliği, kişinin çevresiyle bağlarını zayıflatır, empati yeteneğini köreltir ve nihayetinde yalnızlığa sürükler. Merhametsiz bir kalp, dünyevi kazanımlarla dolsa bile, gerçek mutluluğu ve huzuru bulamaz. Kaybetmekten kasıt sadece maddi varlıklar değil, aynı zamanda iç huzur, sevgi, saygı, dostluk gibi paha biçilmez manevi değerlerdir. Merhametsizce ertelenen yardımlar, söylenmeyen güzel sözler, yapılmayan iyilikler, aslında kendi ruhumuzdan çaldığımız parçalardır.

Böylece Hayatın değeri, anı yaşamakta, yapılması gerekenleri ertelememekte ve kalbimizi merhametle doldurmaktadır. Her birimiz, kendi “yarın yaparım” mezar taşlarımızı inşa etmemek için bugün adım atmalıyız. Pişmanlıkların gölgesinde değil, eylemlerin ve merhametin aydınlığında bir ömür sürmek için, zamanın kıymetini bilmeli ve kalbimizi şefkatle beslemeliyiz. Zira hayat, ertelemeye gelmeyecek kadar kısa, merhametsizliğe tahammül edemeyecek kadar değerlidir.

Özet:

Bu makale, “Yarın Yaparım Diyenler Helak Oldu!” ve “Merhametsiz olan herkes kaybedecek.” mesajlarını ihtiva eden sözlerden hareketle, ertelemenin ve merhametsizliğin insan hayatındaki yıkıcı etkilerini ele almaktadır. İnsanların ibadetleri, tövbeleri ve genel olarak iyi işleri “yarın”a bırakarak hayatlarını nasıl pişmanlıklarla doldurduklarını bildirirken, Peygamberimizin (sav) bir hadisiyle bu durumun ahiretteki vahim sonuçlarına dikkat çekilmektedir.
Makale, ertelemenin zamanın kıymetini bilmemekten kaynaklandığını ve kaçırılan fırsatlara yol açtığını anlatır.

İkinci cümledeki “merhametsiz olan herkes kaybedecek” mesajı ise, merhametin sadece başkalarına değil, kişinin kendi iç huzuru ve manevi zenginliği için de ne kadar önemli olduğunu belirtir. Merhamet eksikliğinin yalnızlığa ve deruni boşluğa neden olduğu ifade edilir.
Sonuç olarak makale, zamanı iyi kullanmanın, ertelemekten kaçınmanın ve kalbi merhametle doldurmanın, pişmanlıklardan uzak, anlamlı bir hayat sürmek için elzem olduğunu belirtir.

 




“İnsani Yardım” Maskesi Altında Cani Planlar: Zalimler İçin Yaşasın Cehennem!

“İnsani Yardım” Maskesi Altında Cani Planlar: Zalimler İçin Yaşasın Cehennem!

Tarih boyunca zalimler daima mazlumların kanı üzerinden medeniyet kurma iddiasında bulundu. Ancak her yalanın bir ömrü, her zulmün bir vakti vardır. Bugün Gazze’de yaşananlar, tarihin gördüğü en alçakça planlardan biri olarak hafızalara kazınıyor. “İnsani yardım” adı altında kurulan sözde vakıflar, danışmanlık şirketlerinin hazırladığı “sürgün planları” ve “kamplarda yaşam” kurguları, bir soykırım senaryosunun diplomatik kılıfa bürünmüş hâlidir.

500 Bin Filistinliyi Sürgüne Hazırlayan Akıl

Boston Consulting Group (BCG) gibi büyük danışmanlık şirketlerinin, 500 bin insanı yerinden edecek planlar hazırlaması, sadece bir stratejik plan değil, bir insanlık suçudur. Bu şirketlerin “yardım” adı altında hazırladığı belgeler, Hitler döneminin toplama kamplarını aratmayacak cinsten projelerdir. Gazze Yardım Vakfı (GHF) ise yardım perdesi ardına gizlenmiş modern bir Siyonist tuzaktır.

Sözde “insani şehir” planı, aslında bir mezar şehirdir. İsrail Savunma Bakanı Katz’ın açık açık “Bu kamplara giren bir daha çıkamaz” sözleri, niyetin ne olduğunu çok net ortaya koyuyor. Bu, bir “etnik temizlik” değil, doğrudan “varlık silme” girişimidir.

Bebek Cesetleri ve Bombalanan Hastaneler: Sessizliğe İsyan

Gazze’de hastanelerin bombalanması, bebeklerin top mermileriyle parçalanması, sıradan bir savaşın değil, insanlığa karşı işlenen bir suçun izleridir. Şu ana kadar 57 bini aşkın şehit… Aralarında binlerce çocuk… Ve dünya, bunu hâlâ bir “çatışma” olarak tanımlıyor.

Her gün bir katliam, her gece bir ağıt yükseliyor Gazze’den. Fakat her defasında bu sesler “insani yardım” paketlerinin ambalajına sarılıyor, batı medyasının çarpıtmalarıyla boğuluyor.

Kızgın Boğalardan Kaçan İspanyollar, Filistin İçin Durdu

İspanya’daki San Fermin Festivali’nde 1 milyon kişinin hep bir ağızdan “Özgür Filistin” diye haykırması, dünyanın vicdanının hâlâ ölmediğini gösteriyor. Bu tür çıkışlar, küçük gibi görünse de, insanlık onurunun hâlâ bazı yüreklerde yaşadığının isbatıdır. Filistin için yükselen her ses, zulmün karanlığında bir kandildir.

Kurtarıcı Diye Gelen ABD ve Trump: Ateşe Benzin Dökenler

Dünyaya barış vadeden Trump’ın, Ukrayna’ya yeni silah sevkiyatı açıklaması, “barış” söylemlerinin içinin ne kadar boş olduğunu bir kez daha isbatladı. Trump ya da başka biri… ABD siyaseti, halklar üzerinden çıkar devşirme sistemine dönüşmüştür. Aynı anlayış şimdi İran’da da devreye girmiş görünüyor. Pezeşkiyan’a suikast girişimi ve nükleer tesislere yapılan saldırılar, bölgeyi yangın yerine çevirmeye yemin etmiş karanlık odakların işidir.

Kur’an’dan Ders: Zulmün Haritası Hep Aynıdır

Kur’ân, “Zalimler için hazırlanmış olan cehennem” (Furkan, 25/19) ayetiyle bu tür planların sonunu çok önceden haber vermiştir. İsrailoğullarının kendi içindeki zalimlerinin nasıl azaba uğradığını anlatan onlarca kıssa, bugünkü İsrail’in benzer akıbetine işaret eder. Bir milleti topyekûn mahkûm etmeyen Kur’ân; zalim olanı ayırır, mazlumu ayakta tutar.

Bu sebeple Müslümanların yapması gereken şey, sadece protesto değil, aktif bir şekilde şuurlu dayanışmadır. Gazze sadece bir coğrafya değil, imanın ve zulme karşı direnişin adıdır.

Özet:

Bu makalede, İsrail ve ABD destekli kuruluşların Gazze’de “insani yardım” adı altında yürüttüğü etnik temizlik ve toplama kampı planlarına dikkat çekilmiştir. İsrail’in saldırıları altında binlerce Filistinli hayatını kaybetmiş, hastaneler ve bebekler hedef alınmıştır. Buna rağmen dünya kamuoyunun sessizliği sürmektedir. Ancak İspanya’daki vicdani çıkış gibi bazı gelişmeler, insanlığın tamamen ölmediğini göstermektedir. Kur’ân perspektifiyle değerlendirildiğinde bu zulmün geçici, mazlumun ise kalıcı olduğu açıkça ortadadır.

 




Eğer Ölümü Öldürebilirsen, Konuş!

Eğer Ölümü Öldürebilirsen, Konuş!

“Ey gafil! Eğer ölümü öldürebilirsen; zevâli dahi dünyadan izâle edebilirsen; ve acz ve fakrı beşerden kaldırabilirsen; ve katıü’t-tarîklik yapmak için zîhayatın hususan insanın ebede giden yolunu seddedecek bir çare bulmuşsan; dinden istiğna ve dinin şeairini terketmeğe insanları dâvet edebilirsin. Yoksa ey sersem! Sus!.. Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın dediğini dinle.”
Nur’un İlk Kapısı

Her şeyi kontrol ettiğini zanneden insan,
bir musibetle, bir acizle, bir kayıpla
ya da bir ölüm haberiyle aniden durur.
Çünkü bütün dünyevî hikâyelerin sonunda
değişmeyen bir hakikat vardır:
Ölüm.

İşte bu yüzden Bediüzzaman Said Nursî, gaflet içinde dine burun kıvıran,
dünyayı ebedî zanneden insanlara dönerek şöyle seslenir:

> “Ey gafil! Eğer ölümü öldürebilirsen… zevâli dahi dünyadan izale edebilirsen… acz ve fakrı beşerden kaldırabilirsen…”

Yani:
Sen ölüm gibi kesin bir hakikati ortadan kaldırabiliyor musun?
İnsanlığın sonsuz arzularına, bu fâni dünyada cevap verebiliyor musun?
İnsanın aczini, fakrını, çaresizliğini ebedî bir güvene dönüştürebiliyor musun?

Hayır?
O zaman sus!
Çünkü konuşma hakkı, ancak hakikati bilenindir.

🌑 Ölüm: Fikrî Dürüstlüğün Testi

İnsanı dinden uzaklaştıran fikirler, genellikle ölüm gerçeğinden kaçar.
Felsefî sistemler, nefsî eğilimler, seküler talimler
hayatı sadece “şimdi” ile sınırlamak ister.
Çünkü “ölüm” geldiğinde bütün o süslü yalanlar çöker.

Ölüm, insanın kibir balonunu patlatır.
Ve insana şöyle der:
“Sen fâni bir yolcusun. Nereye gidiyorsun?”
Bu sorunun cevabını din verir.
Kur’ân verir.
Vahiy verir.

🪞 Acz ve Fakr: İnsan Olmanın İtirafı

> “Acz ve fakrı beşerden kaldırabilirsen…”

İnsan, ne kadar zengin olsa da bir hastalıkla yere yığılır.
Ne kadar güçlü olsa da bir afetle un ufak olur.
Ne kadar bilgili olsa da bir ölümle susar.

İşte bu yüzden din, insanı önce kendisiyle tanıştırır.
Sen acizsin.
Sen fakirsin.
Sen fânisin.
Ama işte tam bu noktada, din sana sonsuz bir kudretin, bir Rahmân’ın kapısını açar.
İnsan bu kapıdan içeri girdiğinde,
hiçbir acz onu ezemez, hiçbir fakr onu korkutamaz.

🛑 Ebed Yolunu Kapatabilir misin?

> “Katıu’t-tarîklik yapmak için zîhayatın, hususan insanın ebede giden yolunu seddedecek bir çare bulmuşsan…”

En sarsıcı soru bu:
İnsanın içindeki ebed arzusunu susturabiliyor musun?

İnsan, sonsuzluk için yaratıldığını hisseder.
Geçici olan hiçbir şey ona yetmez.
Mutluluk dursa da, huzur sürse de,
eninde sonunda içinde bir “devam etsin” arzusu uyanır.

Bu arzuyu hiçbir felsefe tatmin edemez.
Çünkü bu arzu yaratılışın özüdür.
Ve bu arzunun tek karşılığı Cennet’tir.
Tek yolu ise vahiy ve imanla çizilmiştir.

📖 Sus ve Kur’ân’ı Dinle

Son satırda, Bediüzzaman net bir çağrıda bulunur:

> “Yoksa ey sersem! Sus! Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın dediğini dinle!”

Bu, kibirle konuşan akla bir sarsıcı uyarıdır.
“Her şeyi ben bilirim” diyen nefsin yüzüne vurulan bir tokattır.
Çünkü hakikat, insanın uydurduğu şey değil;
Allah’ın gönderdiği şeydir.

Susmak, teslimiyettir.
Kur’ân’ı dinlemek, gerçek konuşmaya kulak vermektir.

ÖZET

Bediüzzaman’a göre, dine burun kıvıran insan ancak şu dört şeyi başarabildiği zaman konuşabilir:
1. Ölümü öldürmek,
2. Dünyanın faniliğini ortadan kaldırmak,
3. İnsanın acz ve fakrını yok etmek,
4. Ebed yolunu kesmek.

Bunları yapamayan hiçbir fikir, dine alternatif olamaz. Bu yüzden insan, susmalı ve Kur’ân’ın rehberliğine kulak vermelidir. Çünkü ölüm, acz ve ebediyet arzusu, insanı ancak vahiy ve imanla tatmin eder.

 




İman Sarayı ve Kapalı Kapılar: Hakikatin Değerini Anlamak

İman Sarayı ve Kapalı Kapılar: Hakikatin Değerini Anlamak

“Bir saray var. O sarayın yüzer kapalı kapıları var. Bir tek kapının açılmasıyla, o saraya girilebilir. Öteki kapılar da açılır. Eğer bütün kapılar açık olsa, bir-iki tanesi kapalı olsa, o saraya girilemez diye söylenemez.

   İşte hakâik-i îmâniye o saraydır. Herbir delil, bir anahtardır, isbat ediyor, kapıyı açıyor. Bir tek kapının kapalı kalmasıyla o hakâik-i îmâniyeden vazgeçilmez ve inkâr edilmez. Şeytan ise, bâzı esbaba binaen, ya gaflet veya cehâlet vasıtasıyla kapalı kalmış bir kapıyı gösterir; isbat edici bütün delilleri nazardan iskât ediyor. “İşte bu saraya girilmez; belki bu saray değildir, içinde birşey yoktur.” der, kandırır.”
Nur’un İlk Kapısı

İnsanın kalbinde nice hakikatler bir saray gibi kurulmuştur. Bu saray, iman hakikatlerinin bütününü içinde barındırır. Her bir iman esası—Allah’a iman, ahirete iman, meleklere iman, kitaplara iman, kader ve kazaya iman gibi—o sarayın bir kapısıdır. Her kapı, ayrı bir pencereden o muhteşem sarayın içindeki manevî güzelliklere açılır. Her kapının kendine has bir anahtarı vardır; bu anahtarlar da delillerdir, burhanlardır, hüccetlerdir.

İşte bu saraya girmenin sırrı, bu delilleri görmek ve kalp gözünü onlarla açabilmektir. Sarayın bir kapısını açmak, aslında içeri girmeye ve o âlemin hakikatlerini temaşaya başlamak için yeterlidir. Diğer kapılar zamanla açılabilir; yeter ki saraya girecek niyeti taşıyan bir ruh, bir kalp olsun.

Fakat ne hazindir ki, şeytan ve nefsin işbirliği, gaflet ve cehaletin yardımıyla bu saraya girmek isteyenleri yanıltmak için sinsi bir hile kullanır: Açık olan birçok kapıyı görmezden gelip sadece kapalı kalan bir kapıyı gösterir. “Bak,” der, “bu kapı açılmıyor; demek ki bu saray boş, belki saray bile değil!” Halbuki hakikatin değeri, birkaç kapının hâlâ açılmamış olmasından dolayı eksilmez.

Burada en büyük aldanış, hakikatin tamamını sadece birkaç çözülmemiş meseleye indirip tümünü inkâr etmektir. Bu durum, içinde paha biçilmez hazineler olan bir saraya sadece bir kapısı kapalı diye hiç girmemek gibidir. Akıl ve kalp bu hileye karşı uyanık olmalıdır. Çünkü imanın hakikatleri öyle derin, öyle kuşatıcıdır ki, bazen bir tek burhan, insanın tüm benliğini sarsar ve hakikate götürür.

Düşünün ki; bir bina hakkında yüz kişiden doksan dokuzu “Bu bina sağlamdır, içinde oturulabilir” diyor. Bir kişi de “Bence bir kusur olabilir” diyor. Şimdi bu tek şüpheye dayanarak o sağlam yapıyı yıkmak, ne kadar mantıksızsa, yüzlerce iman deliline rağmen bir meseleyi anlayamayıp imanı terk etmek de o kadar yanlıştır.

İman sarayının tüm kapılarını açmaya ömrümüz yetmeyebilir. Ama içeri girmek için bir kapı yeterlidir. O bir kapı, bize içeridekileri gösterir. Göremediğimiz kapılar için ise sabırla, dua ile, ilimle çabalamak gerekir. Çünkü zamanla, açılmayan kapılar da açılacaktır. O halde insan, birkaç kapının henüz açılmadığı bahanesiyle o sarayı inkâr etmemelidir.

Zira hakikatin değeri, bizim onu ne kadar anladığımızla değil, onun hakikat oluşuyla sabittir. Gözümüz görmese de güneş vardır. Biz bilmesek de yerçekimi vardır. Öyle de, kalp bazen her şeyi idrak etmese bile iman hakikatleri vardır. Ve bir gün, kalp ve akıl o kapalı kapıların ardındaki manaları da idrak edecektir.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin “iman sarayı” temsili üzerinden şu gerçeğe dikkat çekilmiştir: İmanın tüm delilleri ve hakikatleri, bir sarayın farklı kapıları gibidir. Bir kapının açılması, içeri girmeye ve hakikati tanımaya yeterlidir. Ancak şeytan, bazı kapıların kapalı kalmasını öne sürerek bütün sarayı inkâr ettirir. Akıl ve kalp bu hileye aldanmamalıdır. Hakikati anlamakta zorlanmak, onun yokluğuna değil, bizim idrakimizin sınırlılığına işarettir. Sabır, ilim ve dua ile tüm kapılar zamanla açılabilir.

 




Hakiki Rehber: Kur’an ve Sünnet Mizanında Hayat

Hakiki Rehber: Kur’an ve Sünnet Mizanında Hayat

“İşte ey şeytanın desiselerine müptela olan bîçare insan! Hayat-ı diniyenin ve hayat-ı şahsiyenin ve hayat-ı içtimâiyenin selâmetini dilersen; ve sıhhat-i fikir ve istikamet-i nazar ve selâmet-i kalb istersen; muhkemât-ı Kur’âniye’nin mîzanlarıyla ve Sünnet-i Seniyye’nin terazileriyle a’mâl ve hâtıratını tart ve Kur’ân’ı ve Sünnet-i Seniyye’yi rehber yap ve

اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجٖيمِ

   de, Cenâb-ı Hakk’a iltica et!…”
Nur’un İlk Kapısı

Hayat, insana emanet edilmiş büyük bir sermaye ve imtihan vesilesidir. Bu hayat, yalnızca bireysel bir yürüyüş değil; aynı zamanda dinî, içtimaî, fikrî ve kalbî bir yolculuktur. Ve bu yolculukta insan, daima yönünü tayin edecek bir pusulaya, adımlarını dengeleyecek bir mizana, kararlarını isabetli kılacak bir ölçüye muhtaçtır. İşte o ölçülerin en doğrusu, Kur’ân-ı Hakîm’in muhkem mizanları ve Sünnet-i Seniyye’nin terazileridir.

Fakat şeytan, bu ilâhî ölçülerin yerine aldatıcı hayalleri, süslü fakat boş fikirleri, geçici arzuları koymak için gece gündüz çalışır. Kalbe vesvese fısıldar, akla şüphe tohumları eker, insanı gafletin ve hevânın girdabına çeker. İşte bu nedenle, insanın her an uyanık olması gerekir. Çünkü şeytan yalnızca dinî hayatı değil, şahsî huzuru, sosyal dengeyi ve fikir istikametini de ifsat eder.

Bediüzzaman Said Nursî bu gerçeği şöyle özetler: Eğer hayatının her sahasında selamet istiyorsan; şeytanın desiselerine kapılmamak, fikrinin sıhhatini korumak, kalbini selamette tutmak ve nazarını isabetli kılmak istiyorsan, yapacağın şey bellidir: Kur’ân’ı ve Sünnet-i Seniyye’yi rehber edinmek.

Bu rehberlik sadece şekli bir bağlılık değil, bütün niyetleri, fiilleri, düşünceleri onların terazisinde tartmaktır. Kur’ân ve sünnet, sadece ibadetleri değil; alışverişten aile hayatına, eğitimden siyasete kadar her şeyi ölçen ilahî mizanlardır. Onlar olmadan fikir karışır, kalp sapar, nefis azgınlaşır, toplum çözülür.

Bununla beraber insan, acizdir, nisyana meyyaldir. Bu yüzden hem daima tefekküre hem de Rabbine ilticaya muhtaçtır. İşte bu iltica, Bediüzzaman’ın da hatırlattığı şu kısa ama tesirli dua ile başlar:
“Eûzü billâhi mine’ş-şeytânirracîm.”

Bu dua, sadece şeytanı uzaklaştırmak değil, aynı zamanda bir idrakin, bir duruşun göstergesidir: “Ben kendi başıma, nefsimin ve şeytanın tuzaklarından kurtulamam; Rabbim, bana yardım et!” demektir. Bu bir teslimiyettir, aynı zamanda bir istikamet arayışıdır.

Kur’ân ve sünnetin ölçüsüyle yaşamak, sadece dinî bir vecibe değil; aynı zamanda aklî bir zorunluluktur. Çünkü şeytanın yolu hevâya kolay, hakikate uzak; Kur’ân’ın yolu ise sabır ve metanet ister ama neticesi selamettir.

Özet:

Bu makalede, şeytanın insan hayatını çeşitli yönlerden ifsat edebileceği; ancak Kur’ân’ın muhkem mizanları ve Sünnet-i Seniyye’nin terazileriyle bu tuzaklardan korunulabileceği anlatılmıştır. Bireysel, dinî ve toplumsal hayatta istikamet ve selamet ancak bu iki temel rehberle sağlanabilir. Şeytanın desiselerinden kurtulmak için en güçlü silahlardan biri de, bilinçli bir kalple edilen “Eûzü billâhi mine’ş-şeytânirracîm” duasıdır.