Yeryüzü Bir Mescid, Efendimiz (s.a.v.) Bir İmamdır

Yeryüzü Bir Mescid, Efendimiz (s.a.v.) Bir İmamdır

“Evet, bak! Sath-ı Arz bir mescid, Mekke bir mihrab, Medine bir minber, Peygamberimiz (A.S.M.) bütün ehl-i îmâna imam, bütün insana hatip, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkeb bir halka-i zikrin serzâkiri. Bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya taravetdar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki; her bir dâvâsını, mu’cizatlarına istinat eden bütün enbiya ve kerâmetlerine itimad eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar.”
Nur’un İlk Kapısı

Bediüzzaman Said Nursî’nin bu kudsî tasviri, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) yeryüzündeki yerini, misyonunu ve ümmet içindeki merkezi konumunu derin ve ihtişamlı bir ifadeyle ortaya koymaktadır.

Dünyaya sadece bir varlık sahnesi olarak bakmak mı gerekir, yoksa bir mescid olarak mı?

Bediüzzaman Said Nursî, bakışı kökünden değiştiriyor:

> “Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrab, Medine bir minberdir.”

Yani dünya, rastgele dönen bir taş yığını değil; hikmetle döşenmiş, ilahi nizamla şekillenmiş bir secde yurdudur. Bu mescidin mihrabı, yani yöneliş noktası Mekke’dir. Çünkü orada Kâbe vardır. Ve minberi –yani sözün yükseldiği, hakikatin ses bulduğu kürsüsü– Medine’dir. Çünkü orada Efendimiz’in (s.a.v.) sesi yankılanır.

Bu bakış açısı, hayatın sıradanlığını kırar, onu mukaddes bir görev alanına dönüştürür. Çünkü böyle bir mescidin imamı da sıradan biri olamaz:

> “Peygamberimiz (A.S.M.), bütün ehl-i imâna imam, bütün insana hatip, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyiddir.”

🌍 O, Tüm İnsanlığa Rehberdir

Hz. Muhammed (s.a.v.), sadece 7. yüzyılda Arabistan’da yaşayanlara değil, kıyamete kadar gelecek bütün insanlığa hitap eden bir peygamberdir. Sesi, çağları aşar; sözü, zamanları delip geçer. Çünkü onun getirdiği mesaj, sadece bir topluluğa değil, insanlık hakikatine dairdir.

Bir hatip düşünün ki, cemaatinin hududu yok. Siyah, beyaz, doğulu, batılı, fakir, zengin… Herkes onu dinlemek zorunda. Çünkü onun sözü, yaratılışın manasını anlatır.

🌱 O, Nebîler Ağacının Meyvesidir

Bediüzzaman, Efendimiz’i (s.a.v.) “bütün enbiya ve evliyadan mürekkeb bir halka-i zikrin serzâkiri” olarak tarif eder. Yani o, geçmiş bütün peygamberlerin mesajını özetleyen, onların sesiyle konuşan bir zâttır. Onun davası yeni değil; binlerce yıl öncesine, Âdem’den İbrahim’e, Musa’dan İsa’ya kadar uzanan bir tevhid zincirinin son halkasıdır.

O, aynı zamanda bir şecere-i nuraniyenin en parlak meyvesidir.
Bu nur ağacının kökleri hayattar peygamberler, dalları evliyalar, yaprakları salihlerdir.
Ve o ağaç, Efendimiz ile kemalini bulmuştur. Çünkü:

> “Her bir dâvâsını mu’cizatlarına istinat eden bütün enbiya ve kerâmetlerine itimad eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar.”

Bu ne demektir?
Hz. Muhammed (s.a.v.) peygamberlik iddiasında yalnız değildir. Tüm peygamberler, onun getirdiği hakikati önceden müjdelemiştir. Tüm velîler de, onun izinde yürümüş, onun davasını kalplerde sürdürmüştür. Böyle bir imza zinciri, onun nübüvvetini sarsılmaz bir hakikat haline getirir.

🕋 Dünya Bir Mescidse, Hayat Bir Namazdır

Bu bakış, bize şunu öğretir:
Hayatın her ânı, aslında bir ibadettir.
Çalışmak, ilim öğrenmek, insanlara faydalı olmak — hepsi birer secdedir.
Çünkü dünya bir mesciddir, Efendimiz onun imamıdır ve bizler de o mescidin cemaatiyiz.

O hâlde, onun arkasında saf tutmak ne demektir?
– Onun ahlâkı ile ahlâklanmak.
– Onun davasını yaşamak.
– Onun sünnetini sürdürmek.
İşte gerçek kulluk budur.

ÖZET

Bediüzzaman Said Nursî, yeryüzünü bir mescid, Mekke’yi mihrab, Medine’yi minber olarak tasvir eder. Bu kutsal mescidin imamı ise Peygamber Efendimiz’dir (s.a.v.). O, bütün mü’minlere imam, insanlığa hatip, enbiyaya reis, evliyaya seyyiddir. O’nun peygamberliği, geçmiş tüm peygamberlerin ve velîlerin tasdikiyle sabittir. Dünya bir mescid olduğuna göre, hayat da bir namazdır; Efendimiz’in (s.a.v.) arkasında saf tutmak ise onun ahlâkı ile yaşamak demektir.

 




Küfür Bir Boşluktur: Hakikat, İsbat Üzerine Kurulur

 

Küfür Bir Boşluktur: Hakikat, İsbat Üzerine Kurulur

“Küffarın tarifi ise: Küffar, hayvanât-ı İlâhîden bir nevi habistirler ki; imaret-i dünyaya ve hem mü’minlere derecât-ı niam-ı İlâhiye’yi anlamağa bir vâhid-i kıyasî olmak için halkedilmişler ve imhal edilmişlerdir. Şu küffar denilen bu nevi hayvânâtın, hakkı inkâr edip nefyetmekte ittifakları kuvvetsizdir. Evet küfür, çendan isbat suretinde de olsa; nefiydir, inkârdır, cehildir, ademdir. Binler ehl-i nefiy ve inkârın iki ehl-i isbata karşı sözleri bâtıldır, sukut eder.”
Nur’un İlk Kapısı

Bediüzzaman Said Nursî’nin bu keskin ifadeleri, küfrün mahiyetini, aklî ve mantıkî zayıflığını, ve hakikatin ispata dayalı gücünü çok çarpıcı bir şekilde ortaya koyar.

İnsanlık, tarihi boyunca iki temel yol ayrımında yaşamıştır: İman ve küfür.
İman; nuru temsil eder, anlamı derinleştirir, varlığı değerlendirir.
Küfür ise; hakikati reddeder, cehaleti yüceltir, anlamı boşaltır.

Bediüzzaman Said Nursî, “Nur’un İlk Kapısı”nda küfrün sadece bir reddediş değil, aynı zamanda bir cehalet, adem ve yokluk olduğunu anlatır. O, küfrü bir varlık gibi değil, bir hiçlik ve inkâr zemini olarak tarif eder.

> “Küfür… çendan isbat suretinde de olsa; nefiydir, inkârdır, cehildir, ademdir.”

Yani kâfir, var olanı yok sayar.
Bir sarayın içinde bulunup, onu bir ustası olmadan hayal etmek isteyen birinin gafleti gibi…
Bir kitap okuyup da yazarı yoktur demek gibi…
Göz önünde binlerce delil varken, gözünü kapayıp “görmüyorum” demek gibi…

Küfür Neden Delilsizdir?

Çünkü küfür, isbat değil inkâr eder.
Ve inkâr, her zaman cehalet üzerine kurulur.
Bir şeyi yok saymak için sadece “bilmiyorum” demek yeterlidir. Ama bir şeyi var kabul etmek, ilim, basiret, delil ve dikkat ister.

Nursî, bu sebeple kâfirlerin hakikati inkârda ittifak etmelerinin bir kıymet taşımadığını söyler:

> “Binler ehl-i nefiy ve inkârın, iki ehl-i isbata karşı sözleri bâtıldır, sukut eder.”

Çünkü bir şeyi var etmek için delil yeterlidir. Ama yokluğunu isbat etmek neredeyse imkânsızdır.
Bin kişi “Bu eser sahipsizdir” dese, bir kişi çıkıp “Hayır, işte ustası budur” dese, o tek kişi haklıdır. Çünkü onun elinde isbat vardır. İşte bu yüzden hakikat, çoğunlukla değil; isbatla yaşar.

🐂 Küfür Neden “Nevi Habîs”tir?

Bediüzzaman küfrü sadece fikrî bir sapma değil, aynı zamanda bir ahlâkî düşüş olarak tanımlar. Küfür, Allah’a karşı isyanı barındırdığı gibi, yaratılmışlara karşı da saygısızlığı barındırır. Bu yüzden küfür ehli, Kur’an diliyle “hayvandan daha aşağı” bir hâle düşer.

> “Küffar, hayvanât-ı İlâhiyeden bir nevi habistirler.”

Bu ifade çok çarpıcıdır. Çünkü burada insan, sadece inançsız olmakla kalmaz, aynı zamanda manevî olarak deruni kirlenme yaşar. Aklı, vicdanı, kalbi işlemez hâle gelir. Gaye-i hilkatini (yaratılış amacını) inkâr eden bir varlık, şerefini kaybeder.

📏 Küfür Ne İşe Yarar?

Elbette Allah, küfrü mutlak bir felaket olarak yaratmamıştır. Nursî burada da dengeyi kurar:

> “İmaret-i dünyaya ve mü’minlere derecât-ı niam-ı İlahiye’yi anlamağa bir vâhid-i kıyasî olmak için halkedilmişler.”

Yani küfür, bir kıyas unsurudur. Karanlık olmadan ışık, sessizlik olmadan ses, acı olmadan tat anlaşılmaz. Kâfirin varlığı, mü’minin nimetini daha iyi kavramasını sağlar. Mü’min, küfrün boşluğunu gördükçe imanının kıymetini bilir. Cehennemin korkusuyla cennetin arzusu artar.

🔚 Sonuç: Küfür, Boşluk; İman, Varoluştur

Küfür; varlığa karşı isyan, hakikate karşı inkârdır.
İman ise; varlığa teslimiyet, hakikate yöneliştir.
Küfür binlerle ittifak etse de, isbat karşısında susar.
Hakikat, isbat üzerinedir; inkâr değil, delil konuşur.
Ve hakikat, her zaman az da olsa parlar; zira ışığın varlığı karanlığın çokluğunu ezer.

ÖZET

Bediüzzaman’a göre küfür, varlık değil, yokluk; bilgi değil, cehalet; isbat değil, inkârdır. Kâfirlerin çoğunluğu hakikatin ölçüsü değildir; çünkü bir kişinin isbatı, bin inkârdan daha kıymetlidir. Küfür, ahlâkî ve ruhî bir çöküştür. Ancak aynı zamanda mü’minler için bir kıyas ölçüsüdür. Hakiki iman, isbatla yaşar; küfür ise boşlukta yok olur.

 




CHP BELEDİYELERİNDEKİ YOLSUZLUK İDDİA VE GEREKÇELERİ

CHP BELEDİYELERİNDEKİ YOLSUZLUK İDDİA VE GEREKÇELERİ

Aşağıda, CHP’ye mensup eski ve mevcut belediye başkanları ile ilin yöneticilerinin “yolsuzluk, zimmet, rüşvet, ihale usulsüzlüğü, suç örgütü” gibi suçlamalarla tutuklanma veya görevden uzaklaştırılma süreçlerini, iddia olunan suçları ve mevcut hukuki durumu tarihsel ve belgeli bir bakış:

  1. Ekrem İmamoğlu (İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı)

Mart 2025’te “suç örgütü yönetme, yolsuzluk, rüşvet, ihaleye fesat” gibi ağır suçlamalarla tutuklanarak görevden alındı. İstanbul’daki birçok çalışan da soruşturma kapsamında gözaltına alındı  .

Dava savcılık iddialarına dayanıyor; CHP yönetimi tüm süreci “siyasi operasyon” olarak nitelendiriyor  .

  1. Zeydan Karalar (Adana BŞB Başkanı)

Temmuz 2025 başında “örgütlü suç ve rüşvet” suçlamalarıyla gözaltına alınıp tutuklama talebiyle mahkemeye sevk edildi.

Savcılık, Seyhan dönemi ihalelerinde haksız menfaat elde etmeye yönelik talepte bulunduğunu ve bunu temizlik müdürü aracılığıyla sağladığını iddia ediyor  .

  1. Abdurrahman Tutdere (Adıyaman Belediye Başkanı)

Aynı operasyon kapsamında “haksız menfaat talebi” ve “parayı başkan yardımcısına yönlendirme” iddialarıyla soruşturuldu. Tutuklama kararı çıkarıldı  .

– Adıyaman Belediye Başkanı Abdurrahman Tutdere’nin de belediyeyle iş yapan şirketlerden maddi menfaat talep ederek kişileri Belediye Başkan Yardımcısı Ceyhan Kayhan’a yönlendirdiği iddiaları neticesinde, Tutdere ve Kayhan için de gözaltı kararı alındı.[1]
– Yolsuzluktan dolayı Adıyaman Belediye Başkan Yardımcısının tutukluğu ve Başkanın ev hapsi kararı verildi.

Ve sonradan da görevden uzaklaştırıldı.

– İstanbul İzmir derken sıraya Adıyaman’da girdi.

*Sahipsiz ve gariban Adıyaman’ın kaderi bu demek ki!

Kırk yılda bir ders verim dedi, başına gelmeyen kalmadı.[2]

Beşer zulmeder, kader adalet eder. Vardır bunda da kaderi bir cihet.

 

  1. Muhittin Böcek (Antalya BŞB Başkanı)

Rüşvet soruşturması sonucu, İçişleri Bakanlığı kararıyla görevden uzaklaştırıldı  .

Tutuklama gerekçesi, belediyedeki rüşvet ve zimmet iddialarıdır.

  1. Tunç Soyer (Eski İzmir BŞB Başkanı)

Temmuz 2025’te, İzmir Büyükşehir Belediyesi iştiraki İZBETON üzerinden ihalelerde “ihaleye fesat ve nitelikli dolandırıcılık” suçlamasıyla tutuklama talebiyle mahkemeye sevk edildi.

Söylenen kamu zararı: 281 milyon TL; İZBETON zararları: 973 milyon TL; yersiz ödemeler 274 milyon TL; kooperatif zararı 41 milyon TL  .

  1. Şenol Aslanoğlu (CHP İzmir İl Başkanı)

Aynı soruşturmanın kapsamında, İZBETON’daki usulsüzlükler nedeniyle tutuklandı  .

  1. Diğer CHP’li Belediye Başkanları (Tutuklu/Görevden Uzaklaştırılanlar)

Kiliskenthaber verilerine göre görevden uzaklaştırılan isimlerden öne çıkanlar:

**Utku Caner Çaykara (Avcılar)**

**Rıza Akpolat (Beşiktaş)**

**Alaattin Köseler (Beykoz)**

**Mehmet Murat Çalık (Beylikdüzü)**

Hasan Akgün (Büyükçekmece) → rüşvet/taşınmaz tahsis iddiaları 

**Hakan Bahçetepe (Gaziosmanpaşa)**

**Oya Tekin (Seyhan)**

**Kadir Aydar (Ceyhan)**

Ahmet Özer (Esenyurt), Mustafa Sarıgül (Ovacık), Resul Emrah Şahan (Şişli) → terör soruşturmaları kapsamında görevden uzaklaştırıldılar ve bazılarına kayyum atandı  .

📌 Tarihsel ve Hukuki Perspektif

2025 Temmuz başı itibarıyla bu büyük operasyon, yerel seçimlerde CHP’nin elde ettiği başarının ardından hızlandı.

Soruşturmalar Anadolu Ajansı, İzmir Cumhuriyet Başsavcılığı gibi kurum belgelerine dayanıyor.

CHP cephesi, yapılanları “siyasi baskı” ve “yargı yoluyla sindirme” olarak tanımlıyor  .

🧭 Düşündürücü Değerlendirme

  1. Türkiye siyasetinde yargı ile siyaset iç içe geçmiş durumda.
  2. Kamu kaynaklarının kullanımı, özellikle büyükşehirlerin ihalelerinde şeffaflık tartışmalarının merkezine oturuyor.
  3. Tutuklamalar kamu vicdanına seslenirken; CHP tabanında “masumiyet karinesi” savunmaları öne çıkıyor.
  4. İddiaların yargı süreci ile netleşmesi bekleniyor. Mahkemeler ileriki günlerde kararlarını açıklayacak.

Özet Tablo

Başkan/Şahıs Belediye & Görev İddia Edilen Suçlar Durum (Temmuz ’25)

Ekrem İmamoğlu İstanbul BŞB Örgüt, rüşvet, ihaleye fesat Tutuklu, görevden uzak
Zeydan Karalar Adana BŞB Rüşvet, suistimal Gözaltı, mahkemeye sevk
Abdurrahman Tutdere Adıyaman BŞB Haksız menfaat talebi Gözaltı, mahkemeye sevk
Muhittin Böcek Antalya BŞB Rüşvet, zimmet Görevden uzaklaştırıldı
Tunç Soyer Eski İzmir BŞB İhaleye fesat, yolsuzluk, kamu zararı (milyon TL’ler) Tutuklama talebi ile sevk
Şenol Aslanoğlu CHP İzmir İl Başkanı Aynı İZBETON ihale soruşturması Tutuklandı
Diğerleri… CHP’li birçok ilçe/il başkanı & BŞB Rüşvet, ihale usulsüzlüğü, zimmet, terör (bazıları) Tutuklama veya görevden uzaklaştırma

* Ortada bir güç zehirlenmesi var.
Yolsuzlukları perdelemek için, siyasi bir yaptırım olduğu ifade ediliyor.

Acaba bu şaibeli bir zihniyetin bir gereği midir?
Ayinesi iştir kişinin, misali midir?
Zaten öncesi böyleydi mi?

Ancak birisinin dile getirdiği şu hastalıklı zihniyetin bir tezahürüdür bu;

“Açık açık söyleyeyim CHP hırsızlık yolsuzluk her pisliği yapsa da biz müslümanları istemiyoruz onun için seçiyoruz”

**Trabzon’un CHP’li Ortahisar Belediye Başkanı Ahmet Kaya, dikkat çeken bir tartışmanın merkezine oturdu.

Kaya, 17 Mayıs tarihinde katıldığı TBMM Bayındırlık, İmar, Ulaştırma ve Turizm Komisyonu toplantısında, dikkat çeken bir öneri ortaya attı.

“TRABZON’DA İÇKİ İÇMEYE YER YOK”

Turizmin bir bütün olduğunu belirten Başkan Kaya, eğlence başlığının da bu bütünün bir parçası olduğunu söyledi.

Trabzon’da içki içmek için herhangi bir alan olmadığına işaret eden Kaya, “İçki içmek isteyen turistler Trabzon’da bu imkanı bulamadıkları için Batum’a gidiyorlar. Bu konuda cesur adımlar atmak zorundayız. Yoksa turizmden hak ettiğimiz payı alamayız” değerlendirmesinde bulundu.[3]

NOT: *🔰..CHP KALAYSIZ BAKIR KABA BENZER, İÇİNE GİREN HER

ŞEYİ ZEHİRLER..!
🔰..Merhum Ali Ulvi Kurucu hatıralarında, merhum dedesi, büyük âlim Hacı Veyis Efendi’nin CHP’nin hakkında şöyle buyurduğunu naklediyor;
🔰..Oğlum, bu fırka, bu teşekkül, kalaysız bir bakır kaba benzer, içine ne dahil olursa zehir olur. İsterse hacı, hoca olsun.
Oğlum bu fırka ehlullahtan, Allah dostlarından beddua almıştır. Bu yüzden öyle bir hale gelmiş ki, kalaysız kaba benzer, içine gireni zehirler.

 

[1] https://m.haber7.com/guncel/haber/3544419-aziz-ihsan-aktas-itiraf-etti-adana-ve-adiyaman-belediye-baskanlari-gozaltina-alindi

https://www.haber7.com/guncel/haber/3544419-adiyaman-belediye-baskani-gozaltina-alindi

[2] https://tesbitler.com/2024/04/06/adiyaman-ders-verdi-simdi-ders-alma-zamani/

https://tesbitler.com/2025/06/01/adiyamandan-bir-ders-daha-gazze-yardiminin-faiziyle-geri-istenmesi-uzerine/

[3] https://video.haber7.com/video-galeri/322946-chpli-belediye-baskaninin-turizmi-canlandirma-yontemi-sasirtti-trabzonda-icki-icmeye-yer-yok

 




Çoğunluk Her Zaman Haklı Değildir: Sayı ile Değil, Kıymet ile Ölç!

Çoğunluk Her Zaman Haklı Değildir: Sayı ile Değil, Kıymet ile Ölç!

“Ey birâder! Küffar ve ehl-i dalâletin kesret-i adediyle beraber bâzı hakâik-i îmâniyenin inkârlarında ittifakları seni sarsmasın. Çünkü kıymet, kesrette değildir. Zira insan, insan olmadığı vakit, şeytan bir hayvan olur. Ecnebîler gibi ihtirasât-ı hayvaniyede terakki ettikçe, hayvaniyeti şiddetlenir; daha ziyâde hayvan olur. Hayvânâtın kemmiyetçe kesreti ve insanın hayvânâta nisbeten kılleti mâlum. Halbuki hayvânât, insan için halkolunmuştur. ”
Nur’un İlk Kapısı

Bediüzzaman Said Nursî’nin “Nur’un İlk Kapısı”ndan alıntıladığınız bu parça, iman hakikatlerinin az sayıda kişi tarafından savunulmasının bir zayıflık değil, bir kıymet meselesi olduğunu izah ederken; çoğunluğun inkâr üzere birleşmesinin ise bir delil sayılamayacağını veciz şekilde ortaya koymaktadır.

Zaman zaman insanın zihnini bulandıran, kalbini sarsan bir soru olur:
“Acaba bu kadar inkârcı, bu kadar inanmayan topluluklar yanılıyor olabilir mi?”
Hele ki iman edenler azınlıkta kalmışsa, bu soru bazen fırtınaya dönüşür. İşte Bediüzzaman, tam da bu tereddüt anında, sarsılmaz bir ilkeyi hatırlatır:

> “Kıymet, kesrette (çoklukta) değildir.”

Çünkü çok olmak haklı olmak demek değildir.
Sayı, değer üretmez.
Kalabalık, hakikatin ölçüsü olamaz.

🔎 Çoğunluk Ne Zaman Aldatır?

Tarihin her döneminde hakikat sahipleri azınlıkta kalmıştır.
Hz. Nuh’un (a.s) gemisinde kaç kişi vardı?
Hz. İbrahim (a.s), tek başına bir ümmet değil miydi?
Peygamber Efendimiz (s.a.v) Mekke’de yıllarca yalnız kalmadı mı?

Çünkü hakikat, rüzgâra kapılan yapraklar gibi çoğunlukla değil, kökü derinde sağlam ağaçlar gibi direnişle yaşar. Kalabalık, hakikatin değil, modanın ve menfaatin peşindedir. Bugün de materyalizmin, sekülerizmin, hedonizmin yani hazzın kalabalıkları vardır. Ama bu, onların haklı olduğunu göstermez. Çünkü:

> “İnsan, insan olmadığı vakit, şeytan bir hayvan olur.”

Yani insan eğer aklını, kalbini ve vicdanını terk ederse; sıradan bir canlıya, hatta hayvandan daha aşağı bir varlık hâline gelir. Çünkü hayvan haddini bilir, fıtratına itiraz etmez. Ama insan, Allah’ı inkâr edip kendi hevâsını ilah edindiğinde, nefsin kölesi olur. Ve bu kölelik “medeniyet” kılıfıyla sunulsa bile, aslında bir bozulma, bir hayvanileşme sürecidir.

Avrupa’nın bir kısmında görülen bu manzara buna işaret eder. İnsan, ihtirasât-ı hayvaniyede (yani şehvet, menfaat, güç hırsı) ilerledikçe, aslında insanlıktan uzaklaşır. Teknoloji ile terakki ederken, vicdanla irtibatını koparır. Akıl ilerler, ama ruh geriler. Sonunda ortada güçlü ama sorumsuz, bilgili ama merhametsiz, donanımlı ama anlamdan yoksun bir insan tipi çıkar.

⚖️ Değer Sayıda Değil, Vazifededir

Hayvanların sayıca çok olması, onların insanlardan daha değerli olduğu anlamına gelmez. Bediüzzaman bunu açıkça şöyle ifade eder:

> “Hayvânâtın kemmiyetçe kesreti ve insanın hayvânâta nisbeten kılleti mâlum. Halbuki hayvânât, insan için halkolunmuştur.”

Yani milyarlarca karınca, bir insanın değeriyle ölçülemez. Çünkü onlar hizmet için yaratılmıştır, insan ise hikmet için. Onlar emre itaat eder, insan ise emaneti yüklenmiştir. Sayı değil, sorumluluk kıymet verir.

🧭 Sonuç: Hakikat, Sürüde Değil, Şuurlu Azınlıktadır

İman, sayıya göre değil; sadakate göre ölçülür.
Hakikat, alkışın peşinden koşmaz; izzetin izini sürer.
Kalabalıklar doğruyu aramayabilir, ama hakikat her zaman doğru olanla beraberdir.
Bu yüzden Bediüzzaman’ın sesi, kalabalığın suskunluğundan daha kıymetlidir.

Bugün senin elindeki iman, belki milyarların inkârına karşı bir tek kandildir. Ama unutma, karanlığı yırtan güneş değil, bazen bir tek mum olur.

ÖZET

Bediüzzaman Said Nursî’ye göre çoğunluğun inkâr üzerinde birleşmesi hakikati sarsmaz; çünkü kıymet çoklukta değil, değerde ve vazifededir. İnsan, insanlığını kaybedince sıradan bir hayvana, hatta şeytana dönüşebilir. Avrupa’daki gibi ihtiraslarda ilerleyen insan tipi, maneviyatı terk ettikçe daha da hayvanileşir. Hayvanların çokluğu, insanın azlığından daha kıymetli değildir; çünkü insan onlara üstün kılınmıştır. Gerçek hakikat arayıcıları genellikle azınlıktadır ve iman bu azınlığın en kıymetli sermayesidir.

 




Cazibe Altında Çöküş: Avrupa’nın Kör Dehası

Cazibe Altında Çöküş: Avrupa’nın Kör Dehası

“Ey Avrupa! Senin, bir gözü kör dehan ile ruh-u beşere hediye ettiğin şu cehennemî hâleti sen de anladın. Sen, şu müthiş derde bir derman aradın. Bu derde şifa ve ilâç olan Hüda-i Kur’ân’dan gözünü yumdun. Muvakkaten elemi hissetmemek için câzibedar lehviyatı, parlak ve okşayıcı hevesatı ilâç olarak buldun. Ve bunlarla beşerin hissini iptal ettin. Senin bulduğun bu derman, senin başını yesin ve yiyecek!..”
Nur’un İlk Kapısı

Ey Avrupa!
Senin üzerine doğan güneş, bir asırdır hem dünyayı hem de ruhları yakıyor. Akıl, bilim, özgürlük ve ilerleme gibi kavramların arkasına saklanarak insanlığa kurtuluş vadettin. Fakat senin bu “deha”nın bir gözü kördü… Yani maddeyi gördü, ama mânâyı göremedi. Makineyi anladı, ama kalbi anlayamadı. Göğe yükseldi, ama yere sağlam basamadı. İnsanı ilahlaştırdı ama insanı da tanıyamadı.

Senin kurduğun medeniyet, cehennemî bir hâleti insanlığa hediye etti. Evet, bombalarıyla şehirleri yaktın, ama daha beteri, fikirlerinle ruhları çoraklaştırdın. Kendi ahlâkını, kendi menfaatini, kendi arzunu bir yasa gibi tüm insanlığa dayattın. Böylece adalet değil, çıkar düzeni; huzur değil, haz ve hız toplumu inşa ettin.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle sen bu gidişin bir “dert” olduğunu fark ettin. Yani içten içe çöküşünü hissettin. Bunu iki dünya savaşıyla, milyonların ölüm fermanıyla, aile yapısının çürümesiyle, maneviyatın boşalmasıyla gördün. Kalbinde bir sancı hissettin ama yanlış bir eczaneye gittin. Çünkü Kur’ân eczanesine gözünü kapattın. İlâhî reçeteye başvuracağına, geçici uyuşturuculara sarıldın. Lehviyatla, hevesatla, hissiyatı iptal ettin. Evet, sadece aklı ve bedeni besledin ama ruhu aç bıraktın.

Ve şimdi senin bu “bulduğun derman”, seni de yiyor!
Aile çöktü, toplum bölündü, birey yalnızlaştı. Hürriyet, ahlâksızlığa dönüştü. Bilim, kibir üretmeye başladı. Teknoloji ilerledikçe, kalp geriye gitti. Eğlence büyüdükçe, vicdan küçüldü. Artık Avrupa’nın ruhu, sadece binalarında değil, fikirlerinde de çöküşte…

Sen bu yoldan dönmedikçe, iç huzur değil, sadece dış parıltı bulursun. Dışında ışık var ama içinde karanlık var. Çünkü ışık, kaynağını kaybettiğinde göz kamaştırmaz; göz kör eder.
İşte o yüzden diyor Bediüzzaman:

> “Senin bulduğun bu derman, senin başını yiyecek.”

Çünkü dinsiz ilerleme, felâkettir.
Vicdansız bilim, yıkımdır.
Maneviyatsız medeniyet, intihardır.

Eğer insanı sadece akıldan ibaret sayarsan; kalbi yok edersin.
Sadece dünyaya ait kılarsan; ahiretini karartırsın.
Sadece özgür bırakırsan; hevasına esir edersin.

Bugün Avrupa’nın gidişi, aslında tüm insanlık için bir uyarıdır.
“Kör deha”nın alternatifi, “münevver iman”dır.
Kur’ân’ın gösterdiği nur yoludur.

ÖZET

Bediüzzaman Said Nursî, Avrupa medeniyetini “bir gözü kör deha” olarak nitelendirir. Bu medeniyet, insanlığa geçici zevkler, eğlenceler ve hazlar sunmuş; ama ruhî ve ahlâkî çöküşe sebep olmuştur. Avrupa, bu durumun bir problem olduğunu hissetmiş ama çözüm olarak Kur’an’ın eczanesine yönelmek yerine heves ve lehviyatla hisleri uyuşturmuştur. Bu sahte ilaçlar, sonuçta Avrupa’nın kendisini de yiyen bir hastalığa dönüşmüştür. Hakiki kurtuluş, ancak maneviyatla, Kur’ân’ın ilacıyla mümkündür.

 




Ferdî İlginin Sırrı: Her Varlığa Mahsus Bir Tecelli

Ferdî İlginin Sırrı: Her Varlığa Mahsus Bir Tecelli

Toplu değil, ferdî bir ilgi vardır.
Allah tabiri caizse fabrikasyon şeklinde varlıklarla olan; yaratmadan şekillendirmeye, suretten biçimlendirmeye kadar ferden ferda ayrı ayrı ilgilenmektedir.
Bir ressamın her bir resimle ayrı bir şekil,boya ve özellik vermesi gibi.
Ondandır ki Allah, her bir varlıktan ona özel haberdar olup,ilgilenmekte, isteklerini duyup ihtiyaçlarını gidermektedir.
Her bir varliktaki tecellisi de farklı olarak yansıtmaktadır.
Herkese ve her şeye olan tecellisi ona özeldir.
Ondandır ki varlıklardaki farklılıklar, tecellinin ve ilginin farklılığından ileri gelmektedir.

********

Modern çağın mekanik düşünce yapısı, çoğu zaman kâinattaki varlıkları bir “seri üretim” anlayışıyla açıklamaya çalışır. Ancak Kur’ânî bir nazarla bakıldığında, Cenâb-ı Hakk’ın varlıklarla ilişkisi bir fabrika düzeninde değil, sanatkârâne, şefkatkârâne ve ferdî bir ilgilenme şeklindedir. Allah, tabiri caizse, fabrikasyon değil, sanat atölyesi düzeninde her bir varlıkla ferden ferda ilgilenmektedir. Bu ilgi, her şeyin yaratılışında, şekillendirilmesinde, suretinde ve hayat tarzında kendini apaçık gösterir.

Bir Ressam Misali: Ferdî Tasarımın Tecellisi

Bir ressam düşünün ki her bir tuvale farklı renkler, farklı fırça darbeleri ve ona özel anlamlar yüklesin. Aynı ressamdan çıkan her tablo, aynı elin işçiliğini taşımasına rağmen birbirinden ayrıdır. İşte Allah’ın mahlûkatla olan ilişkisi de buna benzer; ancak farkı, insan aklının tahayyül bile edemeyeceği bir ihtimamla her bir varlığa hususî muamelede bulunmasıdır.
Tıpkı güneşin ışınlarının her bir çiçekte farklı renk ve güzelliklerdeki yansıması gibi.

Aynı hava ile binlerce canlıyı nefessiz bırakmayan, aynı toprakla yüz binlerce çeşit bitkiyi farklı farklı suretlerde halk eden Allah’ın kudreti, her bir mahlûkun suretinde, simasında, yaratılışında ve ruh dünyasında bambaşka tecellilerle görünmektedir. Bu farklılıklar, gelişi güzel bir rastlantının değil, bilinçli ve hikmetli bir ilginin neticesidir.

Toplu Değil, Ferdî Muamele

Kur’ân’ın beyanıyla, Allah “her şeyi en güzel surette yaratan”dır (es-Secde, 7). “Allah sizi annelerinizin karnında üç karanlık içinde yaratır” (ez-Zümer, 6) ayeti de bu ferdî ilgiye bir işarettir. Anne karnında yaratılan her bebek, aynı sistemde yaratılır; ama hiçbiri ötekine benzemez. Ne simaları, ne parmak izleri, ne kader çizgileri birbirine denk düşer. Bu, sadece şeklen değil, ruhen ve manen de böyledir. Her insanda Allah’ın isimlerinin farklı bir tecellisi vardır. Kimi insanda Rahîm ismi daha parlaktır, kimi insanda Hakîm ismi öne çıkar, kimi insanda Vedûd ismi bir başka parlar.

İsteklere ve İhtiyaçlara Cevap

Bu ferdî ilgi yalnızca yaratılışla sınırlı değildir. Cenâb-ı Hak, her bir kulunun halini bilir, duasını işitir, ihtiyacına cevap verir. Herkesin duasını kendi diliyle, kendi hâliyle dinleyen ve cevaplayan bir Rab, elbette her bir kuluna özel bir ilgiyle yöneliyor demektir.

İnsanların ve varlıkların farklı talepleri vardır. Bir çiçek su ister, bir kuş yuva, bir anne evlat, bir âşık vuslat, bir mazlum adalet. Ve hepsi, farklı hâllerde farklı taleplerle ellerini semaya kaldırır. İşte bu taleplerin her biri işitilir, değerlendirilir ve hikmete uygun olarak karşılık bulur. Bu ise ancak “her şeyi kuşatan bir ilim”, “her varlığa yönelen bir kudret” ve “her gönle dokunan bir rahmet” ile mümkündür.

Tecellideki Sonsuz Renk: Farklılıkların Hikmeti

Bir bakıma, varlıkların birbirinden farklı olması, Allah’ın isimlerinin sonsuz yansımalarının bir delilidir. Eğer herkes aynı olsaydı, yalnızca birkaç ismin tecellisiyle yetinilirdi. Oysa her farklılık, bir ismin ayrı bir yansımasıdır. Bir insan sabrı temsil ederken diğeri ilmi; biri merhameti taşırken öteki hikmeti temsil eder. Birinin hayatı başarılarla süslenmişken, diğerinin kaderi imtihanlarla doludur. Ama her biri, ilâhî bir sanatın özel bir yansımasıdır.

Sonuç Yerine: İsimlerin Aynasındaki İnsan

İnsan, kendisine özel muamele gören bir misafir gibidir. Her bir insan, Allah’ın farklı isimlerini yansıtan bir ayna hükmündedir. Ve bu ayna, ferdî olarak parlatılmıştır. Bu yönüyle hiçbir insan “boşuna yaratılmış” değildir. Herkes bir manayı taşımakta, her şey bir maksada hizmet etmektedir.

Allah’ın bu ferdî ilgisi, O’nun insanlara verdiği değerin de en büyük delilidir. Zira sıradan bir sanatkâr bile yaptığı sanata önem verirken, en büyük sanat olan insanın da, en büyük sanatkâr olan Allah katında önemsiz olması mümkün değildir.

Özet:

Allah’ın varlıklarla olan ilişkisi toplu değil, ferdîdir.

Her mahlûk, kendine mahsus bir ilgi ve tecelli ile yaratılmıştır.

Varlıklar arasındaki farklılıklar, bu özel tecellilerin yansımasıdır.

İnsanların dualarına cevap verilmesi, ferdî ilginin en açık delilidir.

Her varlık, Allah’ın isimlerinden bir kısmını farklı şekillerde yansıtır.

Bu ferdiyet, Allah’ın her şeyi kuşatan ilmi, kudreti ve rahmetiyle mümkündür.

 




Hayatın Sureti, Hakikati ve Kemâli: Aynadaki Sır

Hayatın Sureti, Hakikati ve Kemâli: Aynadaki Sır

“Hayatın sureti ise şudur: Hayatın bir kelime-i mektube ve hem mesmuadır. Esmâü’lHüsnâ’ya delâlet eder.

   Hakikat-ı hayatın da budur: Tecelli-i ehadiyete âyinelik etmektir.

   Hayatın saâdet ve kemâli ise; hayatın âyinesine temessül edene karşı, şuur ile muhabbet ve şevk ile ibâdet etmektir. ”
Nur’un İlk Kapısı

Hayat…
Dıştan bakıldığında bir nefes alış, bir kalp atışı, bir yürüyüş, bir zaman dilimidir. Lakin “hayatın sureti” ne baktığımızda gördüğümüz yalnızca bir görüntüdür. Tıpkı bir kelime gibi… Ama bu kelime “bir mektup” hükmündedir. Mektup ise gelişigüzel yazılmaz; mutlaka bir yazanı, bir göndereni ve bir anlamı vardır.

Risale-i Nur’un ifadesiyle hayat, sadece bir hareketlilik değil; “esmâ-i hüsnâya delâlet eden mesmu bir kelime”dir. Yani hayat dediğimiz şey, Allah’ın isimlerinin okunabilir, duyulabilir, görülebilir bir tecellisidir. Gözle görünen canlılık, kulakla işitilen bir emir gibidir. Merhametle beslenen yavru, Rezzâk isminin; büyüyen ağaçlar, Muhyî isminin; sanatlı bedenler Musavvir isminin tercümanıdır. Her şey ilahî isimlere açılan birer pencere gibidir.

Ama işin en önemli tarafı, hayatın hakikatidir. Suret bir kabuktur, hakikat ise özdür. Risale-i Nur bunu şu şekilde açıklar:
“Hakikat-ı hayat, tecelli-i ehadiyete âyinelik etmektir.”
Bu cümle, hayatın sıradan değil, şahsî bir ilahî tecelli olduğuna işaret eder. Her bir insanın hayatı, Allah’ın bir ismine değil, bizzat “Ehadiyet”ine, yani her şeyi doğrudan bilen, yöneten ve yaratan zatına bir aynadır. Senin gözyaşını Allah doğrudan bilir. Senin içindeki sevinci de, hüzün fırtınanı da doğrudan işitir. Çünkü senin hayatın, O’nun nazarında bizzat önemlidir. Toplu değil, ferdî bir ilgi vardır. İşte bu, varlığa sonsuz bir kıymet katar.

Bu durumda, hayat sadece yaşanacak bir şey değil; anlaşılacak, okunacak ve kıymet bilinecek bir emanet olur. Ama bu emaneti anlamlı kılan, son aşamada hayatın kemâlidir.

Peki hayat neyle kemale erer?
Ne makamla, ne mal ile, ne de şöhretle…
Risale-i Nur buna net cevap verir:
“Hayatın kemâli ve saâdeti; hayatın aynasına temessül edene karşı şuur ile muhabbet ve şevk ile ibadet etmektir.”

Yani hayat, O’na bir ayna olduysa; o aynadaki yansımanın kıymetini bilmek gerekir. Şuurla bakmak, yani gafletten uyanmak… Muhabbetle sevmek, yani korkudan değil, gönülden yaklaşmak… Ve şevkle ibadet etmek, yani görev değil, nimet bilinciyle kulluk yapmak… İşte o zaman hayat anlam bulur. Yoksa sadece nefes alıp veren bir varlık, şuurlu bir ayna olamaz.

Hayat, sana verilen bir isimdir. Ama sen o ismi nasıl okudun?
Hayat bir kelimedir ama sen onu hangi cümlede kullandın?
Hayat bir aynadır ama sen o aynada kimi seyrettin?

Hayatın değeri, yaşandığı sürede değil; kime şahitlik ettiğindedir. Eğer hayatın Allah’a şahitlik ediyorsa; o zaman bir ömür değil, bir ebediyet kazanırsın.

ÖZET

Hayat, Risale-i Nur’a göre sadece bir biyolojik varlık değil; Allah’ın isimlerini gösteren işaretli bir kelime, bir mektup ve bir aynadır. Bu hayatın hakikati, Allah’ın her şeyi doğrudan kuşatan “ehadiyet” tecellisine ayna olmaktır. Hayatın kemâli ise, bu aynadaki yansımanın farkına vararak şuurla düşünmek, sevgiyle bağlanmak ve ibadetle yaşamakla mümkündür. Gerçek anlamda yaşayan, yalnızca bu idrake varabilendir.

 




Ahirette Her Şey Faş Olacak: Hakikatin Gün Yüzüne Çıkışı

Ahirette Her Şey Faş Olacak: Hakikatin Gün Yüzüne Çıkışı

İnsanoğlu dünya hayatında zaman zaman tercihler yapar. Bazı şeyleri ısrarla ister, bazılarından şiddetle kaçar. Ancak bu tercihler her zaman isabetli olmaz. Bazen ısrarla istediği bir şey, başına bela olur; bazen de kaçtığı bir durum, kendisi için büyük bir rahmete dönüşürdü. Dünya perdesi bu hakikatleri gizler. Lakin bir gün perde kalkacak, her şey bütün çıplaklığıyla ortaya çıkacaktır. O gün, “yevme tübles serâir” – “sırların ortaya saçılacağı gündür.” (Târık Suresi, 9)

Hakikatlerin Faş Olduğu Gün: Kıyamet ve Sonrası

Kur’ân, bu hakikati birçok ayette beyan eder:

> “O gün insanlar, amellerinin kendilerine gösterilmesi için bölük bölük kabirlerinden çıkarlar.”
(Zilzal, 6)

> “O gün, ne mal fayda verir ne de evlat. Ancak Allah’a temiz bir kalple gelenler müstesna.”
(Şuarâ, 88-89)

O gün insan, geçmişte yaptığı, yapmadığı, düşündüğü, gizlediği her şeyle yüzleşecektir. O günün en çarpıcı yönlerinden biri de, dünya hayatında tercihlerimize yüklediğimiz yanlış anlamların, ahiretteki gerçek değerlerinin ortaya çıkmasıdır. Belki de ısrarla elde etmek için dua ettiğimiz, çabaladığımız birçok şey, “keşke olmasaydı” dedirtecek. Yahut uzak durduğumuz, hoşlanmadığımız kimi musibetler, nimet maskesiyle karşımıza çıkacak ve biz, “keşke olsaydı” diyeceğiz.

“Keşke”lerin Günü

Kur’ân’da “keşke” diyecek insanların pişmanlıkları sıkça anlatılır:

> “Keşke falanı dost edinmeseydim.”
(Furkan, 28)

> “Keşke dünya hayatım için bir şeyler yapmış olsaydım.”
(Fecr, 24)

> “Keşke toprak olsaydım.”
(Nebe’, 40)

Bu ayetler, ahirette yaşanacak pişmanlıkların ne kadar yakıcı olacağını gösterir. Çünkü orada artık dönüş yoktur. Sır perdesi kalkmış, her şey hakikatiyle ortaya dökülmüştür.

Gerçek Maliyetler: Gizli Bedellerin Açığa Çıkışı

Dünyada insan, bazı şeyleri ucuz zanneder. Günahlar, gafletler, ihmaller… Hafif gelir, küçümsenir. Fakat her şeyin gerçek maliyeti ahirette tartılacaktır. Zira:

> “O gün insanlar amellerinin karşılığını eksiksiz alacaklar. Kim zerre kadar hayır işlerse onu görecek, kim de zerre kadar şer işlerse onu görecektir.”
(Zilzal, 7-8)

İşte bu noktada, kişi dünya hayatında yaptığı her şeyin maddi-manevî bedelini net bir şekilde görecektir. Hem zahmetle kazandığı dünya menfaatlerinin ne kadar boş olduğunu, hem de küçük gördüğü salih amellerin ne denli büyük nimetlere vesile olduğunu kavrayacaktır.

İbret ve Hikmet Boyutu

Bu gerçeği fark eden insan, hayatını daha basiretli, daha temkinli, daha muhasebeli yaşar. Ahirette ifşa olacak bu gerçeklerin bilgisi, şu dünyada bir ahlak, takva ve bilinç kaynağıdır.

Bir gün her şey açığa çıkacaksa:

Gönlümüzde gizlediğimiz kötü niyetleri niçin temizlemeyelim?

Dilimizin perde arkasındaki hakaretlerini niçin düzeltmeyelim?

Hayatta önem verdiğimiz şeyleri niçin yeniden gözden geçirmeyelim?

Çünkü “Bugün nefsin mazereti yok” denilen o günde, herkes sadece kendi yaptıklarından sorguya çekilecek. (Bkz: Mürselât, 36)

Sonuç ve Özet:

Ahiret, her şeyin açığa çıkacağı, hakikatin üstündeki perdelerin kalkacağı bir büyük mahkemedir. İnsan bu dünyada neyi istedi, neye karşı çıktı, neyi umursamadıysa; bunların hepsinin gerçek yüzünü görecek. Dünya hayatında “iyi” zannettiğimiz şeylerin “şer”, “kötü” zannettiğimiz şeylerin ise “hayır” olduğu ortaya çıkabilir. Gerçek bedeller, gerçek değerler, hasretler, pişmanlıklar ve sevinçler ortaya dökülecek. Bu bilgi, bugünü daha anlamlı, daha sorumlu ve daha hikmetli yaşamak için büyük bir uyarıdır.

Kısa Özet:

Ahirette sırlar faş olacak, hakikat tüm çıplaklığıyla ortaya çıkacaktır. İnsanın dünya hayatında ısrarla isteyip pişman olacağı şeylerle, kaçıp da keşke olsaydı diyeceği nice olayın gerçeği anlaşılacaktır. Kur’an, bu büyük yüzleşme gününü “sırların açılacağı gün” olarak tarif eder. Bu hakikat, bugünkü tercihlerimizi gözden geçirmemiz ve sorumluluk bilinciyle yaşamamız için bir uyarıdır.

 




Zamanın Kıymeti ve Mâlâyânînin Aldatıcı Tuzakları

Zamanın Kıymeti ve Mâlâyânînin Aldatıcı Tuzakları

Zaman, insana verilmiş en kıymetli sermayedir. Hayat dediğimiz şey, aslında bu zamanın toplamıdır. Her saniyesi geri alınamayan, her dakikası bir daha gelmeyen bu ilahi emanet, ya cenneti kazandırır ya da boşuna heba edilirse hüsrana sürükler.

Ne var ki çoğu insan, sanki binlerce yıl yaşayacakmış gibi, en lüzumsuz malumatlarla ömrünü tüketiyor. Günübirlik meraklar, geçici eğlenceler, faydasız bilgiler ve içi boş gündemlerle saatler, günler, aylar geçip gidiyor. İnsan ise bu gaflet içinde, en mühim işlerini, yani Allah’ı tanımayı, ahirete hazırlığı, kulluk vazifesini ve kalp safiyetini ihmal ediyor.

Risale-i Nur’da geçen şu cümle bu hakikati ne güzel özetliyor:

> “En elzemini bırakıp, güya binler sene ömrün var gibi en lüzumsuz malûmat ile vakit geçiriyorsun.”

Bu cümle, bir ikaz feneri gibi parlıyor önümüzde. Çünkü insanın en mühim işi, kendini bilmek, Rabbini tanımak ve bu kısa dünya yolculuğunu ebedi saadet yurduna hazırlamak iken, çoğu kişi bu esaslı vazifeyi bırakıp, sosyal medyada saatler harcıyor, magazin haberlerini ezberliyor, oyunlarda ömrünü eritiyor, boş tartışmalarda zaman tüketiyor.

Mâlâyânî ile iştigal, yani kişinin kendine, kalbine, hayat gayesine faydası olmayan şeylerle meşgul olması, sadece vaktini değil, aynı zamanda kalbini de karartır. Zira her an bir kıyametin provasını yaşarken, oyun havasında yaşamak ne büyük bir gaflettir.

Zaman, insanın mayasıdır. Onu nasıl yoğurursa öyle bir hayat çıkar ortaya. Peygamber Efendimiz (sav) de bu hakikati şöyle vurgular:

> “İki nimet vardır ki insanların çoğu onların kıymetini bilmez: Sıhhat ve boş vakit.” (Buhârî)

Demek ki, boş vakit kıymet bilinmeyen bir hazine gibi elimizden kayıyor. Mâlâyânî ise bu hazinenin en büyük hırsızıdır. Kalbi uyuşturan, ruhu körelten, aklı meşgul eden her lüzumsuz iş, aslında bize verilmiş ömür sermayesini tüketiyor.

Her gün ölüme bir adım daha yaklaşırken, neye bakıyor, neyi okuyor, neyle oyalanıyoruz?

Bu soruyu kendimize sormalı, cevabını vicdan terazisinde tartmalıyız.

Makalenin Özeti

Bu makalede, insanın ömrünü lüzumsuz, faydasız, mâlâyânî şeylerle geçirerek en önemli vazifesini ihmal etmesinin tehlikesi ele alındı. Risale-i Nur’un veciz ifadesiyle, insan sanki hiç ölmeyecekmiş gibi davranıp, Allah’ı tanımak ve ebedi saadet için hazırlanmak gibi en mühim görevini bırakıyor. Zaman en büyük nimettir; mâlâyânî ise bu nimetin en büyük israfıdır. Akıllı insan, en faydalı işe yönelir: Rabbini tanımaya ve ebedi hayatına hazırlık yapmaya…

 




En Ziyade Hayret Edilecek Şey: İnkârın Maskaralığı

En Ziyade Hayret Edilecek Şey: İnkârın Maskaralığı

İnsanoğlu, gördüğü en küçük sanat eserine hayranlık duyar. Bir çocuğun yaptığı taşlardan kelebek bile “Kim yaptı?” sorusunu akla getirirken, canlı bir kelebeğin göz alıcı kanatlarına bakıp da “Bu tesadüfen olmuş” diyebilen bir akıl, ne kadar sağlıklı bir akıldır?

Evet, bu dünyada en ziyade hayret edilecek bir şey varsa, o da inkârdır. Çünkü sanat, ustasını; düzen, düzenleyicisini; hikmet, hikmet sahibini gösterir. Lakin inkâr, bu apaçık hakikati görmezden gelmekte ısrar eder. Hayvanları dahi güldürecek derecede maskaralık ihtiva eder.

Bir ressamın yaptığı tabloya bakıp, “Bu tablo kendi kendine olmuş” demek, ne kadar akıldan uzaksa; uçan, yaşayan, çoğalan, duyguları olan bir kelebeğe bakıp da onun Allah’ın eseri olmadığını söylemek, çok daha büyük bir cehalettir.

Risale-i Nur’da şöyle denilir:

> “Çünkü kâinatın mevcudatındaki hadsiz intizam ve hikmetleriyle, vücut ve vahdetine şahitler bulunduğu halde; O’nu görmemek, bilmemek, ne derece körlük ve cehalet olduğunu, en kör cahil de anlar.”

Bu ifade, sadece bir felsefi tesbit değil, aynı zamanda derin bir imanî hakikatin beyanıdır. Zira Allah’ın varlığına ve birliğine delalet eden binlerce âyet, hem kâinatta hem de Kur’ân’da açıkça dururken, bunları yok saymak, aklı inkâr etmektir.

Göz, görmek için yaratılmıştır. Kulak, işitmek için. Kalp, sevmek ve anlamak için. Akıl da, Hakk’ı bulmak ve tanımak içindir. Bu kadar nimetle donatılan bir insanın, hâlâ “Ben tesadüfen varım” demesi; sadece yaratılışa değil, kendisine de bir hakarettir.

Bugün bir taş heykel görsek, ustasını sorarız. Oysa heykel konuşmaz, çoğalmaz, güzelleşmez. Ama bir kelebeğe bakıldığında, o hem canlıdır, hem güzeldir, hem de hayranlık uyandırır. Ve o, her hâliyle “Ben bir Yapan’ın sanatıyım” diye haykırır.

İnkâr, sadece Allah’ı değil, aynı zamanda aklı, vicdanı ve fıtratı da inkâr etmektir. Çünkü insan, fıtraten bir Yaratıcıya muhtaç olarak yaratılmıştır. O’nu inkâr ettiğinde, ruhu boşlukta kalır. Her şey manasız, amaçsız ve değersiz görünür. Böylece sadece Allah’ı değil, hayatı da inkâr etmiş olur.

Makalenin Özeti

Bu makalede, inkârın ne kadar akıl dışı ve şaşılacak bir durum olduğu anlatılmaktadır. Sanat eseri sanatkârını nasıl gösteriyorsa, kâinattaki her varlık da Allah’ın varlık ve birliğini ilan eder. Buna rağmen hâlâ Allah’ı inkâr eden bir anlayış, sadece kör bir cahillikle izah edilebilir. İnkâr, hakikatin değil, cehaletin ve gururun bir tezahürüdür. Kelebek kadar güzelliğe sahip bir yaratılış, kendi kendine olamayacağı gibi, inkâr etmek de hayret verici bir körlüktür.

 




Topraktan Dirilmek ve Ebed Yolculuğu: Unutulan Gerçek

Topraktan Dirilmek ve Ebed Yolculuğu: Unutulan Gerçek

İnsan, zaman zaman kendini unutuyor. Geldiği yeri, yaratıldığı aslı, gideceği menzili görmezden geliyor. Kalabalıklar içinde kaybolmuş, teknolojinin cazibesine tutulmuş, dünyaya kök salmış bir haldeyken bir ayet gelir ve içindeki sesi dürter:

“İnsan, ‘Öldüğümde gerçekten diri olarak topraktan çıkarılacak mıyım?’ der.”
“İnsan, daha önce hiçbir şey değilken kendisini yarattığımızı düşünmez mi?”
(Meryem, 66–67)

Bu ayet, inkârın temelindeki gafleti yüzümüze çarpar. Soru sormak insanın fıtratındadır; lakin bu soruyu hakikatten kaçmak için soruyorsa, işte o zaman gafletin çukuruna düşer. Ölümden sonraki diriliş fikri, insanı sarsar. Çünkü eğer gerçekten diriltileceksek, yaptıklarımızdan hesaba çekileceğiz demektir. İşte bu korku, bazılarını inkâra, bazılarını da gaflete sürükler.

Ama Kur’an hatırlatır:
“Sen yoktun, hiçbir şey değildin. Seni biz yarattık.”

Hiçlikten varlığa çıkaran kudret, elbette ölümden sonra tekrar diriltmeye de kadirdir. Bunu kabul etmek, sadece bir inanç meselesi değil; aynı zamanda bir akıl ve vicdan meselesidir.

Misafirhane Dünyada Yolcu Olmak

Bediüzzaman Said Nursî, Sözler eserinde der ki:
“İnsan ebed için halkedilmiştir ve ebede gidecektir. Bu dünya ona bir misafirhanedir ve ahiretine bir intizar salonudur.”
(Sözler, 88)

Bu hakikat, hayatın anlamını temelden değiştirir. Bu dünya, ne kalınacak bir yurt ne de sonsuza dek sürecek bir huzur yeridir. Burada başımıza gelen her musibet, tattığımız her lezzet ve yaşadığımız her an, geçici bir yolculuğun fragmanıdır. Esas yurt, bu misafirhanenin ötesindedir. Asıl hayat, öldükten sonra başlayacaktır.

Ama modern insan bu gerçeği unutur. Ölümsüz gibi yaşar, hesapsızca harcar, ahireti göz ardı eder. Ölümü konuşmak istemez. Kabri hatırlamak istemez. Hâlbuki ölüm, en büyük nasihatçidir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurur:
“Lezzetleri tahrip eden ölümü çokça anınız.” (Tirmizî, Zühd, 4)

Hikmetli Bir Sonuç: Nereye Gidiyoruz?

Ey insan!
Bir zamanlar yoktun. Sonra var edildin.
Bir gün öleceksin. Ama toprakta çürüyüp gitmeyeceksin.
Yaratıldığın gibi tekrar diriltileceksin.
Bugün yoldasın; yarın varış yeri.

Bunu düşündüğünde ne kibir kalır ne gaflet…
Dünyaya değil, ebediyete göre yaşarsın.
Kalbini süslersin, amelini hazır edersin.
Çünkü biliyorsun ki: “Her canlı ölümü tadacaktır.” (Ankebut, 57)
Ve her insan, hesaba çekilecektir.

Özet:

Bu makalede Meryem Suresi 66–67. ayetlerinden yola çıkarak insanın yaratılışı, ölüm sonrası dirilişi ve ahirete olan yolculuğu üzerinde durulmuştur. Dünya hayatının bir misafirhane, ölümün ise sonsuz hayata geçiş kapısı olduğu anlatılmıştır. Unutulan gerçeklere dikkat çekilerek, insanın ebed için yaratıldığı hatırlatılmış; Kur’an’ın ve hikmetin ışığında derin bir tefekkür daveti yapılmıştır.

 




Hayatın Mahiyeti: Bir Fihriste, Bir Fezleke ve Bir Anahtar

Hayatın Mahiyeti: Bir Fihriste, Bir Fezleke ve Bir Anahtar

“Hem senin gaye-i hayatın bunlar olduğu gibi, mâhiyet-i hayatın da şunlardır:

   1- Âsâr-ı esmâ-i İlâhiye’nin garâibinin fihristesi,

   2- Şuûn ve sıfât-ı İlâhiye’nin fehmine bir mikyas,

   3A- ̂fâkî âlemlere bir mîzan,

   4- Âlem-i kebirin bir enmûzeci,

Nur’un İlk Kapısı
5- Kâinatın bir haritası,

   6- Şu kitâb-ı kebirin bir fezlekesi,

   7- Defâin ve künuz-u mahfiyeyi açacak anahtarların mahzenidir. İşte mâhiyet-i hayatın budur. ”
Nur’un İlk Kapısı

> “Hem senin gaye-i hayatın bunlar olduğu gibi, mâhiyet-i hayatın da şunlardır…”
(Said Nursî – Nur’un İlk Kapısı)

İnsan, hayatı çoğu zaman dış yüzüyle değerlendirir: doğmak, yaşamak, çalışmak, çoğalmak, yaşlanmak ve ölmek. Fakat bu yüzeysel bakış, hayatın içindeki hakikî mânâyı, ilâhî hedefi ve derin gayeyi perdelemektedir.

Bediüzzaman Said Nursî, hayatın yalnızca bir ömür değil, ilâhî sırlarla dolu bir hakikat deposu olduğunu anlatır. Ona göre hayat, sadece bir zaman dilimi değil; esmâ-i ilâhiyeye, sıfât-ı Rabbâniyeye ve kâinatın sırlarına açılan yedi yönlü bir aynadır.

  1. Hayat: Esmâ-i İlâhiye’nin Fihristesi

Her insan, Allah’ın isimlerinin tecellilerini taşıyan bir fihristedir.
– Göz: Basîr ismine,
– Kalp: Vedûd ismine,
– Akıl: Hakîm ismine,
– Merhamet: Rahmân ismine,
birer pencere gibidir.

İnsan, bu yönüyle Allah’ın yüzlerce isminin küçük bir örneği, özetidir.
Hayat bu tecellileri anlamak ve yansıtmak için vardır.

  1. Hayat: Sıfât ve Şuûn-u İlâhiye’yi Anlama Mikyasıdır

Allah’ın kudreti, ilmi, iradesi sonsuzdur. İnsan ise bu sıfatlardan cüz’î örneklere sahiptir.
Bu örnekler, Allah’ın sıfatlarını anlamak için bir “ölçü aleti” gibidir.

Tıpkı mikroskobun küçük şeyleri büyüterek gösterdiği gibi, insanın küçük çaplı iradesi, Cenâb-ı Hakk’ın irade sıfatına işaret eder.
Yani insanın hayatı, İlâhî sıfatlara ulaşmak için bir kıyas vasıtasıdır.

  1. Hayat: Âfâkî Âleme Mîzandır

İnsanın iç dünyası, dış âlemin bir aynasıdır.
Kendindeki düzeni, kâinattaki nizama uygular.
– Kalbin atışı ile güneşin doğuşu,
– Damarların akışı ile nehirlerin çağlayışı arasında
bir mizan, bir denklik, bir yapı benzerliği vardır.

Bu yönüyle insan, büyük kâinatı anlama noktasında mîzan ve mihenk taşıdır.
Hayat, evreni anlamaya açılan bir laboratuvardır.

  1. Hayat: Âlem-i Kebîrin Numûnesidir

İnsan, büyük âlemin küçük bir modeli, bir enmûzecidir.
İnsanın gözünde ışık, kulağında ses, beyninde plan, kalbinde muhabbet vardır. Bunlar kâinatta da vardır:
– Güneş: Göz,
– Rüzgâr: Nefes,
– Dünya: Vücut gibidir.

Bu benzerlik, “insan-ı kâmil”in kâinatla olan derin bağını gösterir.
İnsanın hayatı, varlığın anlam haritasıdır.

  1. Hayat: Kâinatın Haritasıdır

Koca kâinatı gezmek mümkün değil; ama insanın kalbinde, aklında, ruhunda kâinatın bir haritası vardır.
– Sevgiyle yıldızlara çıkar,
– Merhametle mahlûkata iner,
– Akılla melekût âlemlerine uzanır.

Bu yönüyle insan hayatı, dış dünyanın deruni bir özetidir.
Hayat, “kâinatın içine katlanmış şeklidir.”

  1. Hayat: Kitâb-ı Kebîrin Bir Fezlekesidir

Kâinat bir kitap, insan ise onun özetidir.
Kâinatta dağlar, denizler, rüzgârlar, hayvanlar, mevsimler varsa; insanın da ruhunda bunlara tekabül eden hisler, haller ve yönelimler vardır.

Hayat, bu büyük kitabın kısa ve özlü bir özeti, bir fezlekesidir.
Bu yüzden hayat, okuyarak değil; yaşayarak yazılan bir kitaptır.

  1. Hayat: Gizli Hazinelerin Anahtarıdır

Hayat, yalnızca mevcut olanı görmekle kalmaz; görünmeyen sırları açar.
İnsan, marifetle, tefekkürle, şükürle defînelerin kilitlerini açan bir anahtar gibidir.
Ruhundaki iman, aklındaki tefekkür, kalbindeki muhabbet; bu defineleri ortaya çıkarır.

İşte bu yüzden hayat, sadece bir geçiş değil; ilâhî sırların keşif yolculuğudur.

Sonuç: Hayat, İlâhî Esmânın Aynasıdır; Tefekkür, O Aynaya Bakmaktır

Bediüzzaman Hazretleri’nin bu ifadeleriyle öğrendiğimiz en büyük hakikat şudur:
Hayat, manevî mânâsıyla bakıldığında, Allah’ın isimlerini gösteren ve Onun zatına götüren bir yoldur.

Hayatın bu hakikatini fark etmeyen insan, o kıymetli aynayı çamura bulayıp, elindeki hazineleri yok pahasına satar.
Ama bu hakikati gören insan ise; kendi iç dünyasında kâinatı keşfeder, Rabbi’ni tanır ve kulluğunun mânâsını idrak eder.

Makale Özeti:

Bu makalede, Nur’un İlk Kapısı’nda geçen “hayatın mâhiyeti”ne dair yedi temel husus Bediüzzaman’ın beyanıyla açıklanmıştır. İnsan hayatı, Allah’ın isimlerinin bir fihristesi, sıfatlarının ölçüleceği bir mikyas, âlemin bir modeli ve kâinatın bir özeti olarak sunulmuştur. Hayat sadece yaşanmak için değil, tefekkür, marifet ve kulluk yoluyla Allah’ı tanımak için verilmiştir. Bu bakışla hayat, sadece bir imtihan değil; bir keşif, bir ibadet ve bir hakikat yolculuğudur.

 




Hayatın Dokuz Hikmet Kapısı: İnsan Niçin Yaşar?

Hayatın Dokuz Hikmet Kapısı: İnsan Niçin Yaşar?

“Evet, senin hayatın ve hayatındaki cihazatın gayelerinin icmali “dokuz emir”dir: 

   Birincisi: Vücudunda dercolan mîzanlarla rahmetin hazinelerindeki müdehheratı tartmaktır.

   İkincisi: Fıtratındaki cihazatın anahtarlarıyla, esmâ-i kudsiyenin gizli definelerini açmaktır.

Üçüncüsü: Kardeşlerin olan diğer mevcûdâtın enzârında, esmâ-i İlâhiye’nin garip cilvelerinin nümûnelerini hayatınla teşhir ve izhar etmektir.

   Dördüncüsü: Hâl ve kâlin ile, dergâh-ı rubûbiyetinde ubûdiyeti ilân etmektir.

   Beşincisi: Bir padişahtan çeşit çeşit nişanlar almış ve o nişanlarını takıp, padişahının nazarında görünmek gibi; sen de, esmâsının cilvelerinin verdikleri murassaât ile süslenmiş olduğunu bilerek, Şahid-i Ezelî’nin nazar-ı şuhûd ve işhadına görünmektir.

   Altıncısı: Zevilhayatların tezâhürât-ı hayatları olan tahiyyatlarıyla ve tesbihâtları olan rumuzât-ı hayatlarıyla, Vâhibü’l-Hayat’a arz-ı ubûdiyetlerini fehmedip müşâhede ederek görüp göstermektir.

   Yedincisi: Hayatına verilen ilim ve kudret ve irâdet gibi sıfât ve hallerinden cüz’î nümûneleri mikyas ederek, Hâlıkın sıfât-ı mutlakasını ve şuûn-u mukaddesesini fehmetmektir. Meselâ: Nasıl ben, cüz’î ilim ve irâde ve iktidarımla bu evi böyle muntazam yaptım ise, bu kasr-ı âlemin bânisi de, kasr-ı âlemin büyüklüğü nisbetinde Kadîr ve Alîm ve Hakîm’dir.

   Sekizincisi: Şu mevcûdâtın herbirinin kendine mahsus bir lisan ile söylediği tevhid ve rubûbiyet-i Sânia dair kelimatını fehmetmektir.

   Dokuzuncusu: Acz ve fakr derecelerinin emsâliyle, kudret-i Sâni’in ve gına-yı İlâhiye’nin derecât-ı tecelliyatını anlamaktır. Nasıl ki açlığın dereceleri nisbetinde ve ihtiyacatın enva’ı miktarınca lezzet-i taamın enva’-ı derecâtı anlaşılıyor. Öyle de; gayr-ı mütenahî acz ve fakrın ile, Sâni’in gayr-ı mütenahî kudret ve gınasının derecâtını fehmetmektir.”
Nur’un İlk Kapısı

(Bediüzzaman’ın “Dokuz Emir”i Üzerine Derin Bir Tefekkür)

> “Evet, senin hayatın ve hayatındaki cihazatın gayelerinin icmali ‘dokuz emir’dir.”
(Said Nursî – Nur’un İlk Kapısı)

İnsan nedir? Niçin yaşar? Hayat neden kıymetlidir?
Bu sorulara verilecek cevap, insanın yaşama yönünü, hedefini ve kıymetini belirler. Günümüzde birçok insan, hayatı sadece bir biyolojik süreç, bir eğlence süresi veya bir tesadüf olarak görüp tüketiyor. Fakat Bediüzzaman Hazretleri, insanın hayatını sığlaştıran bu dar bakışın aksine, onu dokuz ana hedefle yüceltiyor:
Hayat, İlâhî bir vazife, manevî bir yolculuk ve marifet dolu bir ibadet sahnesidir.

  1. İlâhî Mizanları Tartmak: Ölçüyle Anlam Kurmak

İnsanın vücuduna yerleştirilen ölçüler –gözdeki oran, kalpteki ritim, sinirlerdeki ahenk– aslında Allah’ın kâinattaki rahmet hazinelerinden birer numunedir. İnsan bu mizanlarla hem kendi yaratılışındaki hikmeti tartar, hem de eşyadaki güzellikleri kıyaslayarak Allah’ın rahmetini temaşa eder.

  1. Esmâ-i Hüsnâ’nın Anahtarlarını Taşımak

İnsana verilen akıl, hayal, hafıza, sevgi gibi cihazlar; Allah’ın isimlerine açılan birer anahtardır.
– Merhamet duygusu: Rahmân ismine,
– Güzellik zevki: Cemîl ismine,
– Adalet arayışı: Adl ismine birer aynadır.
İnsan bu cihazları, Allah’ın isimlerini anlamak ve açmak için kullanırsa, gerçek insan olur.

  1. İlâhî Sanatı Temsil Etmek

İnsan sadece seyirci değil, bir temsilcidir. Kâinattaki sanatın bir nümunesi olarak yaratılmıştır. Hayatında, hâlinde, ahlâkında ve sözlerinde Allah’ın isimlerinin tecellilerini yansıtmak gibi yüksek bir görev taşır. Adeta ilâhî sergiyi taşıyan canlı bir vitrin gibidir.

  1. Ubûdiyet İlanı: Sessiz Bir Feryat

İnsanın hayatı ve haliyle “Ben kulum!” demesi gerekir.
– Sabırla, şükürle, tevekkülle, edeble…
Bu bir lisan-ı hâl ubûdiyetidir. Bu hâl, yalnız namazda değil; yürürken, yerken, susarken dahi yaşanabilir.

  1. İlâhî Nazarda Görünmek: Güzelliği Gösterene Yönelmek

İnsana takılan güzellikler –göz, akıl, söz, sanat– onun kendi malı değildir.
Nasıl ki nişan ve madalya, sahibini değil; onu takanı gösterirse, insan da kendisine verilen bu kıymetli süslerle Allah’a dönmeli, O’nun huzurunda yaşadığını bilmelidir.

  1. Başka Canlıların Zikirlerini İşitmek

Hayat sahibi her varlık Allah’ı tesbih eder. Kuşun ötüşü, yaprağın titreyişi, rüzgârın uğultusu… hepsi birer canlı tesbihtir.
İnsan bu zikirleri işitecek kulağa sahip olduğu için; bunları görmek, duymak ve idrak etmekle görevli bir şahit haline gelir.

  1. Sıfat-ı İlâhiyeyi Ölçmek: Mikroskop İnsanda

İnsan, kendisine verilen küçük çaplı ilim, kudret, irade gibi özelliklerle Allah’ın sonsuz ilim, kudret ve iradesini kıyasla anlayabilir.
Nasıl ki bir atomdan güneşe yol bulunur, insandaki cüz’î sıfatlardan da Hâlık’ın mutlak sıfatlarına geçiş sağlanır.

  1. Eşyadaki Tevhidi Okumak

Kâinattaki her varlık Allah’ın birliğini haykırır.
– Güneşin doğuşu,
– Arının bal yapması,
– Suyun buharlaşıp yağmur olması…
Hepsi Allah’ın kudretini gösteren birer tevhid cümlesidir. İnsan bunları anlamakla, okuyan bir muhatap haline gelir.

  1. Acz ve Fakr ile Kudreti Anlamak

İnsanın aczi, kudreti gösterir.
İhtiyacı, zenginliği işaret eder.
Tıpkı açlığın, yemeğin lezzetini artırması gibi; insan da sonsuz acz ve fakrıyla, Allah’ın kudret ve rahmetini daha derinden idrak eder.
İşte bu hâl, kulun Allah’a en çok yaklaştığı andır.

Sonuç: Hayat Sadece Yaşanmaz, Okunur – Okundukça Da Kulluğa Dönüşür

Bediüzzaman’ın “dokuz emri”, insanın hayatını sadece sürmek değil, anlamak ve yaşatmak gerektiğini öğretir.
Hayat, ibadetle taçlanır, marifetle derinleşir, tefekkürle yücelir.
Bu yönüyle insan, basit bir canlı değil, Allah’ın esmâsına ayna tutan bir hilafet makamıdır.

Makale Özeti:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin Nur’un İlk Kapısı adlı eserinde geçen ve hayatın dokuz gayesini özetleyen “dokuz emir” kavramsallaştırması derinlemesine ele alınmıştır. İnsan, sahip olduğu hayat ve cihazlarla sadece yaşamak için değil, Allah’ın isimlerini tanımak, yansıtmak ve anlamak için yaratılmıştır. Bu dokuz gayeyle insan hem Allah’a kulluğunu ilan eder, hem de mahlûkat içindeki şerefli yerini idrak eder. Hayat, bu bakışla sıradan bir süreç değil; tefekkür, ibadet ve marifetle örülü bir yolculuktur.

 




Zayıf Bir Gölge, Sonsuz Bir Aynaya Nasıl Dönüşür?

Zayıf Bir Gölge, Sonsuz Bir Aynaya Nasıl Dönüşür?

“İnsanda iki vecih var. İnsan, şu hayata nâzır birinci veçhiyle öyle bir mahluktur ki; ona ihtiyardan bir şa’re (yâni, saç gibi cüz’î), iktidardan bir zerre, hayattan bir şu’le, ömürden bir dakika, mevcudiyetten bir cüz’-ü cüz’î verilmiş ki; tabakât-ı kâinatta serilmiş hadsiz enva’dan, adetsiz efrattan küçük, nâzik, zaîf bir ferttir.

   Fakat ubûdiyete nâzır ikinci vechiyle, hususan acz ve fakr cihetinde, pek büyük bir vüs’atı var. Çünkü mâhiyet-i mâneviye-i insanîde nihâyetsiz azîm bir acz, hadsiz cesîm bir fakr mündericdir ki; bu cihetle, kudreti nihâyetsiz bir kadîrin, gınası nihâyetsiz gani bir zâtın hadsiz tecelliyatına câmi’ geniş bir âyine olmuştur.”
Nur’un İlk Kapısı

(İnsanın Acz, Fakr ve Ubûdiyetle Yükselişi)

> “İnsanda iki vecih var…”
(Said Nursî – Nur’un İlk Kapısı)

İnsan, dıştan bakıldığında küçük bir varlıktır. Ne bir dağ gibi heybeti, ne bir güneş gibi ışığı, ne de bir yıldız gibi kudreti vardır. Ama bu görünüşe aldanmak, insanın hakikatine karşı körleşmektir. Zira onun maddî küçüklüğü içinde manevî bir büyüklük, zayıflığı içinde sonsuz bir imkân, fakirliği içinde ilâhî bir ayna gizlidir.

  1. İnsanın Birinci Yönü: Kudretle Değil, Kısıtlılıkla Kuşatılmış

Bediüzzaman, insanı iki vecih (yön) ile tarif eder. Birinci yön, hayata ve mahlûkata bakan yüzüdür. Bu yüzle insan:

Cüz’î bir ihtiyara (iradeye),

Zerre kadar bir iktidara,

Şu’le kadar bir hayata,

Dakikalık bir ömre sahiptir.

Bu yönüyle insan, kâinat içinde silinip gidecek kadar küçük ve zayıftır.
Bir sel onu alır götürür, bir mikrop hayatını söndürür.
Ne kudreti, ne hâkimiyeti vardır.

İşte bu yön, insanı faniliğiyle, zaafıyla, çaresizliğiyle yüzleştirir. Ama bu yüzleşme, aslında bir kapının anahtarıdır.

  1. İnsanın İkinci Yönü: Ubûdiyetle Sonsuza Açılan Ayna

İnsanın diğer yönü, ubûdiyete (kulluğa) bakan yönüdür. Bu yüzle insan:

Aczini bilir,

Fakrını fark eder,

Sonsuz kudret ve zenginlik sahibi bir Zât’a yönelir.

İşte bu yönüyle insan, küçüklüğüyle büyür, yokluğuyla varlığa ulaşır. Çünkü insandaki acz (güçsüzlük) ve fakr (muhtaçlık) öyle büyüktür ki, bu yönleriyle Cenâb-ı Hakk’ın kudretine ve rahmetine geniş bir ayna olur.

Bu ne demektir?
Bir mum kendi başına karanlığı aydınlatamaz, ama güneşi yansıtabilir.
İnsan da kendi başına bir hiçtir, ama ubûdiyetle İlâhî kudretin tecellîgâhı olabilir.

  1. Acz ve Fakr: Terakki Kapısıdır, Yıkım Değil

Modern dünya, “güçlü ol, yeterli ol, kendi kendine yet!” derken insanı yalnızlaştırır ve boşluğa düşürür. Bediüzzaman ise der ki:

> “İnsandaki acz ve fakr, Allah’a ulaştıran iki kanattır.”

Çünkü bu duygular sayesinde:

Kul Rabbini tanır,

Yardıma muhtaç olduğunu idrak eder,

Duaya, ibadete, teslimiyete yönelir.

Yani insanın yükselişi; güç gösterisiyle değil, kulluk idrakiyle olur.

  1. İnsanın Mânâsı: Bir Gölge Değil, Bir Ayna Olmaktır

Bediüzzaman’ın en harika temsillerinden biri şudur:

> İnsan, gölge değil, ayna gibidir.

Gölge karanlıktır ve kendine aittir. Ama ayna parlaktır; başkasını gösterir. İnsan da kendi zayıf varlığında ısrar ederse bir hiç olur. Ama Allah’ın isimlerini yansıtan bir ayna olursa, anlam kazanır.

Acziyle Kadîr olan Allah’a, fakrıyla Gani olan Allah’a yönelen insan; marifet, muhabbet ve huzur bulur. Ve bu yönüyle bütün kâinatın kıymetini aşan bir değer taşır.

  1. Netice: İnsan, Hiçlikteki Azametiyle Şereflidir

İnsan büyüklüğünü, büyüklük iddiasında değil;
kendi küçüklüğünü bilip, büyük Zât’a yönelmesinde bulur.

Çünkü:

İnsan kendine malik değil,

Hayatını idare edemez,

Ölümünü engelleyemez.

Ama bu eksiklikler onu zayıf yapmaz. Bilakis, ona en büyük kemâl yolu olan kulluğun kapısını açar.
İşte insan bu yüzden, aczini ve fakrını fark ettikçe Rabbiyle bütünleşir, anlam kazanır, ebediyete açılır.

Makale Özeti:

Bu makalede, insanın iki yönü —hayata bakan ve ubûdiyete bakan— Bediüzzaman’ın ifadesiyle ele alınmıştır. Hayata bakan yönüyle insan küçük, zayıf, fani ve çaresizdir. Fakat kulluğa bakan yönüyle, özellikle acz ve fakr cihetinden sonsuz kudret ve rahmete ayna olan bir varlıktır. İnsan, kendi zayıflığını idrak ederek Allah’a yöneldiğinde, en yüksek mânâya ulaşır. Gerçek terakki, kendine güvenmekte değil; Allah’a dayanmakta, O’na kul olmakta gizlidir.

 




Belânın Zamanı, Duanın Vaktidir

Belânın Zamanı, Duanın Vaktidir

“Zâlimlerin tasallutu ve beliyyelerin nüzulü zamanları, bâzı ed’iye-i mahsusanın evkâtıdır. Belki de o beliyyeler, o duaları söylettirmek içindir. Yoksa o dualar, sırf o beliyyelerin def’i için değildir. Belki bir nevi ubûdiyet olan o dualar, o beliyyelerin devamı müddetince devam ederler. Eğer duaların berekâtıyla beliyyeler def’ ve ref’ olunsalar “nurun alâ nur…” Şayet ref’ olunmazlarsa, denilemez ki: “Dua kabul olunmadı.” Belki “Duanın vakti bitmedi” denilir. ”
Nur’un İlk Kapısı

(Duanın Hikmeti ve Belâların Şifresi Üzerine Tefekkür)

> “Zâlimlerin tasallutu ve beliyyelerin nüzûlü zamanları, bazı ed’iye-i mahsusanın evkâtıdır. Belki de o beliyyeler, o duaları söylettirmek içindir…”
(Said Nursî – Nur’un İlk Kapısı)

İnsanın hayatında öyle zamanlar olur ki, her şey üst üste gelir; zulümler artar, musibetler yağmur gibi yağar. İşte o zamanlar, sadece sabır değil, aynı zamanda dua zamanıdır. Belki de o gelen belâlar, duaları bize hatırlatmak, kalbimizi Allah’a yöneltmek için gelir.

Bediüzzaman, bu derin hakikati bize gösterir:
Belâ, dua için gelir. Dua ise belânın kalkması için değil, Allah’a yönelmek içindir.

  1. Musibet, Dua Kapısının Anahtarıdır

Belâlar genellikle olumsuzluk olarak görülür. Fakat Kur’ânî ve tasavvufî bakış, belâyı bir uyarı, bir rahmet tokadı, bir tefekkür vesilesi olarak görür. Zira insan, çoğu zaman bollukta gaflete düşer, nimet içinde Allah’ı unutur.

Ama musibet geldiğinde:
– Kalp uyanır,
– Dil dua eder,
– Göz yaşarır,
– Ruh Allah’a yönelir.

İşte bu yönelişin vakti tam da belâların nüzûlü zamanıdır. Bediüzzaman bunu şöyle ifade eder:

> “Beliyyelerin nüzûlü zamanları, bâzı ed’iye-i mahsusanın evkâtıdır.”
Yani belâ zamanları, bazı özel duaların vaktidir. Yağmurun yağması için vakit nasıl önemliyse, musibetin gelmesi de dua için vakittir.

  1. Belâlar Dua Ettirmek İçindir

Bediüzzaman, meseleyi daha da derinleştirir:

> “Belki de o beliyyeler, o duaları söylettirmek içindir.”

Yani belâların asıl gayesi, duaların kendisidir. Belâ, Allah’a yönelişi netice veriyorsa, zaten maksadına ulaşmıştır.
Tıpkı Ramazan ayının oruç için bir zemin olması gibi; musibetler de dua için bir iklimdir. İnsan, ancak daraldığında en içli duaları eder.

Böylece dua, sadece bir istek değil, bir ubûdiyet, bir kulluk olur. Çünkü dua, insanın aczini ve fakrını ilan ettiği yerdir. Kulluğun zirvesi, işte bu içten yakarışta gizlidir.

  1. Dua, Belâyı Gidermek İçin Değil; Rabbe Yönelmek İçindir

Bu noktada çok hassas bir denge vardır. Bediüzzaman der ki:

> “Yoksa o dualar, sırf o beliyyelerin def’i için değildir.”

Yani dua, sadece belâyı defetmek için yapılırsa, duanın değeri düşer. Çünkü o zaman dua, bir araç olur. Oysa dua bir amaçtır: Allah’a yönelmek, O’nu razı etmeye çalışmak, kulluğun gereğini yerine getirmektir.

Eğer dua neticesinde belâ kalkarsa, bu nur üstüne nurdur. Ama kalkmazsa, dua yine de makbuldür. Zira o dua, kul ile Rabbi arasındaki bağı kuvvetlendirmiştir.

  1. Dua Kabul Olmadı mı, Yoksa Vakti Bitmedi mi?

İnsan acelecidir. Hemen sonucu görmek ister. “Dua ettim, neden olmadı?” der. Fakat Bediüzzaman, bu aceleci zanna karşı çok hikmetli bir cevap verir:

> “Duanın vakti bitmedi.”

Yani dua yapıldı ama henüz duasının mevsimi gelmedi.
– Belki sabırla daha çok olgunlaşman isteniyor.
– Belki dua daha derinleşecek.
– Belki o dua senin ahiretteki makamını yükseltecek.

Çünkü dua, sadece bir istek değil, aynı zamanda kulun Allah katındaki yükseliş aracıdır. Sonuç hemen görünmese de, duası kulun defterine ibadet olarak yazılır.

  1. Netice: Dua Devam Etmeli, Sonuca Takılmamalı

Eğer dua, bir ibadetse; sonucu Allah’a bırakmak gerekir. Çünkü Allah duayı sever, hele ki musibet zamanında yapılan içli dualar, en yüksek değer taşır.

Bu yüzden:
– Zulüm yayıldığında,
– Hastalıklar arttığında,
– Umutsuzluk çöktüğünde…
Dua, sadece çözüm değil, kurtuluş yoludur.

Ve biz dualarımızla sadece netice aramamalı; Allah’a yaklaşmayı, O’nun rızasını aramalıyız.

Sonuç: Dua, Kulluğun Şiarıdır; Belâlar da O Şiarı Hatırlatır

Zulüm ve belâ zamanları, aslında dua vaktidir. Bu zamanlar, Allah’ın kuluna “Gel!” dediği anlardır. Duanın kabulü, yalnızca sonuçla değil, yönelişle ve niyetle ölçülür.

> Eğer belâ kalkarsa, “nur üstüne nurdur.”
Kalkmazsa, “duanın vakti bitmedi” denilir.

O hâlde biz, sonucu Allah’a bırakıp, dualarımıza ibadet niyetiyle devam etmeliyiz. Çünkü dua etmek, bazen neticeden daha faziletli bir kulluktur.

Makale Özeti:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin “Nur’un İlk Kapısı”ndaki ifadelerden yola çıkarak, dua ile belâ arasındaki hikmetli ilişki incelenmiştir. Musibet zamanları, duanın vakti olup, o belâlar bazen doğrudan dua ettirmek için gönderilir. Dua, sadece belâyı kaldırmak için değil, Allah’a yönelmek için yapılmalıdır. Dua neticesinde belâ kalksa da kalkmasa da, dua makbuldür. Çünkü esas olan sonuç değil, kulluk şuurudur. Duanın kabulü gecikirse, bu “reddedildi” anlamına gelmez; sadece “duanın vakti henüz bitmedi” demektir.