Allah Yoluna Engel Olanlar: Kendi Sapmakla Yetinmeyenler

Allah Yoluna Engel Olanlar: Kendi Sapmakla Yetinmeyenler


وَ يَصُدُّونَ عَنْ سَبٖيلِ اللّٰهِ

ile der ki: “O bedbahtların dalaleti, muhabbet-i hayattan ve temerrüdden neş’et ettiği için kendi halleri ile durmuyorlar, tecavüz ediyorlar. Bildikleri ve onun ile ecdadları bağlı olan dine adâvetkârane, menbalarını kurutmak ve esasatını bozmak ve kapılarını ve yollarını kapatmak istiyorlar.”
Sikke-i Tasdiki Gaybî

Kur’ân-ı Kerîm’in “وَيَصُدُّونَ عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ – Allah’ın yolundan alıkoyarlar” (En’âm, 6/26 gibi birçok ayette geçer).

Kur’ân-ı Hakîm, insanlık tarihinin en karanlık tipolojisini tanımlarken şöyle buyurur:

> وَيَصُدُّونَ عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ
“Ve Allah’ın yolundan alıkoyarlar.”
(En’âm, 6/26)

Bu ayet sadece inanmayanı değil, kendi inançsızlığı ile yetinmeyip başkalarını da inançtan çevirmeye çalışan, karanlığını yaymak isteyen azgın bir zihniyeti tarif eder.

Bediüzzaman Said Nursî bu ayeti şöyle yorumlar:

> “O bedbahtların dalaleti, muhabbet-i hayattan ve temerrüdden neş’et ettiği için kendi halleri ile durmuyorlar, tecavüz ediyorlar. Bildikleri ve onun ile ecdadları bağlı olan dine adâvetkârane, menbalarını kurutmak ve esasatını bozmak ve kapılarını ve yollarını kapatmak istiyorlar.”

Yani bu kimselerin inançsızlığı pasif değil, aktiftir. Kendi içinde kalmaz; yayılır, saldırır, yakar ve kapatır.

Sapkınlığın Temeli: Hayat Sevgisi ve Başkaldırının Putlaşması

Bediüzzaman’ın dikkat çektiği iki temel kaynak vardır:
“Muhabbet-i hayat” ve “temerrüd.”
Yani hayata düşkünlük ve Allah’a isyanın gururla birleşmesi…

Bu kimseler, dünya hayatına o kadar bağlıdır ki, ahiret fikrinden rahatsız olurlar. Ölümden korktukları için ölümsüzlük yalanlarına sarılırlar. Hesap gününden kaçtıkları için “hesap yok” yalanını üretirler. Ama bu yalanı sadece kendileri için istemezler; başkalarının da hakikatle buluşmasına mani olmak için yolları tıkar, kapıları kapatır, kaynakları kurutmak isterler.

Dine Düşmanlık: Salt Nefret Değil, Bilinçli Bir Savaş

Bu insanlar dine sadece kayıtsız değil, düşmandırlar. Bu düşmanlık ise yüzeysel bir hoşnutsuzluk değil; bilinçli, örgütlü ve kasıtlı bir yıkım faaliyetidir.

> “Menbalarını kurutmak, esasatını bozmak, kapılarını ve yollarını kapatmak…”

Bu ifadeler, İslâm’a yapılan sistemli saldırıların tarihsel derinliğine işaret eder. Kimi zaman eğitim yoluyla dinî bilgiler unutturulur, kimi zaman medya üzerinden dini değerler aşağılanır. Kimi zaman da hukuk ve siyaset yoluyla dinin topluma etkisi kırılmak istenir. Amaç, sadece İslâm’ı silmek değil; insanların ona ulaşabileceği yolları da kapatmaktır.

İman Yoluna Engel Koyanlar: Tarihin Kara Sayfaları

Firavun da bu zihniyetteydi. Sadece Musa’ya karşı çıkmadı; halkının Musa’ya ulaşmasını da engellemeye çalıştı. Ebu Cehil de öyleydi. Sadece inkâr etmedi; Kur’an’ı dinleyenleri taşladı, susturdu. Bugün de modern Ebu Cehiller, modern Firavunlar, medya, teknoloji, ideoloji ve ekonomik baskılar yoluyla iman yoluna barikat kurmaya devam ediyorlar.

Ama ne Firavun kazandı, ne Ebu Cehil, ne de modern takipçileri kazanacak. Çünkü her menbaın başında bir Hızır vardır, her kapalı kapının ardında bir Yusuf hazırlanır.

Sonuç: Hakkın Yolunu Kimse Kapatamaz

Tarihte defalarca denendi: Kur’an’ı susturmak istediler, daha çok yankılandı. Ezanı yasakladılar, daha gür söylendi. Risaleleri topladılar, daha çok çoğaldı. Çünkü hak yol, Allah’ın yoludur. Ve “Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Allah ise nurunu tamamlayacaktır.” (Saff, 61/8)

Mesele şudur: Biz bu hak yolun yolcuları mıyız, yoksa o yolu tıkayanlardan mı?

Özet:

Bu makalede, Kur’an’ın “Allah’ın yolundan alıkoyarlar” (وَيَصُدُّونَ عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ) ayeti ve Bediüzzaman’ın bu ayet üzerine yaptığı tahlil esas alınarak, bazı kimselerin kendi inkârıyla yetinmeyip başkalarının da iman yolunu kapatma çabası ele alındı. Bu inkâr, dünya hayatına aşırı bağlılık (muhabbet-i hayat) ve başkaldırının (temerrüd) birleşiminden doğar. Amaç, İslam’ın kaynaklarını kurutmak, esaslarını bozmak ve insanları dine ulaşmaktan alıkoymaktır. Fakat tarih göstermiştir ki, hak yol her zaman bir yolunu bulmuş, nurunu yaymaya devam etmiştir.

 




Batı’nın Gölgesinde Büyüyen Terör: PKK’nın İtiraflarla Çöken Maskesi

Batı’nın Gölgesinde Büyüyen Terör: PKK’nın İtiraflarla Çöken Maskesi

“Karanlık bir ideolojinin ardına saklanan silah, hakikate karşı asla kazanamaz.”
Zaman, terörün ve küresel çetelerin maskelerini bir bir düşürüyor. Kanla yazılmış bir geçmişin, gözyaşıyla sulanan toprağımızda artık hakikat gür bir sesle yükseliyor. Türkiye, 50 yılı aşkın süredir sadece bir terör örgütüyle değil; emperyalizmin taşeronlarıyla, küresel planlarla, ve ‘insan hakları’ kisvesi altına gizlenmiş kirli niyetlerle mücadele ediyor.

🔥 Duran Kalkan İtirafı: Terörün Arkasındaki Avrupalı Hayaletler

PKK’nın sözde yöneticilerinden Duran Kalkan’ın yıllar sonra yaptığı itiraflar, yıllardır milletçe hissettiğimiz ama diplomatik dille anlatılan gerçeği net bir şekilde göz önüne seriyor:

> “Avrupa ülkeleri bize defalarca ‘silah bırakmayın, savaşı sürdürün’ dayatmasında bulundu.”
“Ateşkesi engellediler. Barışa değil çatışmaya hizmet ettiler.”

Bu itiraf, sadece bir teröristin ağzından dökülen sözler değil; Avrupa’nın ikiyüzlülüğünü teşhir eden bir belgedir. Bir yanda demokrasi, barış ve insan hakları sözleri… Öte yanda Türkiye’ye karşı kullanılan silahlar, beslenen militanlar, açılan propaganda merkezleri…

🏴 Batı’nın ‘İnsan Hakları’ Maskesi: Terörün Meşrulaştırılması

Avrupa başkentlerinde PKK’ya ait yayın organları faaliyet gösterdi. Dernekler, kongreler, konserler ve mitingler organize edildi. Alman polisi, Fransız yetkililer, İngiliz diplomatlar yıllarca teröristleri himaye etti. Bu kirli ilişki ağı, tıpkı bir örümcek ağı gibi Türkiye’nin etrafına örülmek istendi.

Ancak unuttukları bir şey vardı:

> “Zulüm ile abat olanın akıbeti berbat olur.”

Kur’an buyurur:

> “Zalimlere eğilim göstermeyin, yoksa ateş size de dokunur.”
(Hud Suresi, 113)

> “Allah, bozgunculuğu sevmez.”
(Bakara, 205)

🇹🇷 Türkiye: 50 Yıllık Bir Direnişin Adı

1978’den bu yana PKK’nın açtığı yaralar, 15 binden fazla şehit, on binlerce yaralı, trilyonlarca liralık ekonomik zarar… Ama en önemlisi, milletin kalbine saplanmak istenen ayrılık hançeri.

Ne var ki Türk milleti teslim olmadı. Her şehit bir bayrak, her yetim bir vatan sevdalısı oldu. Ve bugün, bu milletin inancı ve kararlılığı sayesinde o örgüt dağılmanın eşiğine geldi.

Öcalan’ın “Silah bırakın” çağrısı; örgütü yöneten aklın artık başka planlar aradığını, saha hâkimiyetini yitirdiğini gösteriyor. Çünkü Türkiye artık tek başına değil; sahada da masada da güçlü.

🧩 Terör: Batı’nın Ortadoğu’da Kullandığı En Kirli Araç

PKK bir örgüt değil; bir projedir.
Tıpkı DEAŞ, FETÖ, YPG gibi… Hepsi aynı mutfaktan çıkmış, farklı tabaklarda servis edilmiştir.
Bugün Suriye’de, Irak’ta, Libya’da yaşananlar; “barış” diyen Batı’nın arka bahçesinde patlayan bombalardır.

Tarihte de aynı oyunlar oynandı:

Haçlı Seferleri, din kisvesiyle ticari ve stratejik hesapların yürütüldüğü bir vahşetti.

Şark Meselesi, Osmanlı’yı yıkmak için üretilmiş 200 yıllık bir Batı planıydı.

Bugünün terörü, geçmişin işgal ordularının farklı bir yüzüdür.

🧠 İbret Alanlara Mesaj: Silahlar Sussa da Oyun Bitmedi

PKK silah bıraksa da, onun ardındaki güçler hâlâ farklı isimlerle, farklı stratejilerle Türkiye’yi zayıflatma peşindedir. Bugün, terör örgütünün çökmesi kadar önemli olan, zihinsel ve diplomatik farkındalığın artmasıdır.

> “Ey iman edenler! Düşmanlarınıza karşı hazırlıklı olun. Gücünüzü artırın.”
(Enfal, 60)

Mücadele sadece dağda değil; masada, medyada, müfredatta ve zihinlerde verilmeye devam edecek.

🔍 Özet:

Duran Kalkan’ın itirafları, Avrupa’nın PKK üzerindeki yönlendirici, çatışma kışkırtıcısı rolünü gözler önüne serdi.

Batı, yıllarca “barış” maskesiyle Türkiye’yi içeriden bölmek için terörü destekledi.

PKK’nın bilançosu 15 bin şehit, 30 bin yaralı ve 2 trilyon dolar zarardır.

Türkiye, direnci ve stratejisiyle terörü bitirme aşamasına gelmiş; Öcalan bile silah bırakmaya çağırmıştır.

Terör örgütleri bitse bile, onları besleyen kaynaklar halen aktiftir. Uyanık olmak, hazırlıklı olmak elzemdir.

Bu süreç, Türkiye için sadece bir zafer değil; aynı zamanda tarihin yeniden yazıldığı bir dönüm noktasıdır.

 




Zulmün Akıbeti: Cezasız Kalmayan Adaletsizlikler

Zulmün Akıbeti: Cezasız Kalmayan Adaletsizlikler

“Zulüm ile abad olanın akıbeti berbat olur” der eskiler. Bu söz, yalnızca bir atasözü değil, aynı zamanda tarihin ve ilahi adaletin değişmez yasalarından biridir. İnsanlık tarihi boyunca zulmeden nice zorba, sonunda kendi kurduğu düzenin altında kalmış; mazlumun ahı, zalimin sarayını sarsmıştır.

🔥 Zulüm Cezasız Kalmaz: İlahi Adaletin Gerçekliği

Kur’an’da zulüm kavramı çok net tanımlanır. Zulüm; haddi aşmak, başkasının hakkına girmek, Allah’ın koyduğu sınırları çiğnemektir. Rabbimiz şöyle buyurur:

> “Zalimler nasıl bir inkılaba uğrayacaklarını yakında bilecekler.”
(Şuara Suresi, 227)

> “Allah, zalimleri asla hidayete erdirmez.”
(Bakara, 258)

> “Biz onlara zulmetmedik. Lâkin onlar, kendilerine zulmettiler.”
(Hud Suresi, 101)

Bu ayetler, zulmün yalnızca bir günah değil, aynı zamanda kendi cezasını içinde taşıyan bir ilahi lanet olduğunu bildirir. Zalim, sadece başkasına değil; kendi vicdanına, ruhuna, geleceğine de zulmeder.

🧠 Çevik Bir Örneği: Darbeci Zihniyetin Çöküşü

28 Şubat postmodern darbesinin baş aktörlerinden Çevik Bir, bir zamanlar devletin en tepe kademelerinde idi. Yetkisini, milletin inancına ve iradesine karşı kullanmış; başörtülülere, dindarlara, irtica gerekçesiyle memleketin evlatlarına zulmetmişti.

Yıllar sonra bugün, mahkeme kararıyla akli melekelerini kaybettiği tesbit edilerek oğlu tarafından vasi tayin edildi. Fiziki ve zihinsel çöküş, sadece tıbbî bir sonuç değil, aynı zamanda manevî bir çöküşün ve adaletin tecellisinin bir sembolüdür.

Tarih boyunca birçok zalim, iktidar sarhoşluğuyla kendini ilâhlaştırmış, ama sonunda bir hastalık, bir düşüş veya bir zillet haliyle tarihin çöp sepetine atılmıştır.

🏛 Tarihten İbretler: Firavunlar Hep Aynı Sonla Biter

Nemrut, kendini ilah ilan etti. Sonunda bir sineğin burnundan girmesiyle can verdi.

Firavun, “Ben sizin en büyük rabbinizim” dedi. Denizde boğuldu ve cesedi ibret için korundu.

Ebu Cehil, iman nuruna karşı savaş açtı. Bedir’de bir genç sahabenin kılıcıyla yere serildi.

Zalimlerin sonu, sadece ölüm değildir; zillet içinde bir çöküştür.

🌍 Günümüzden Örnekler:

Kenan Evren: Darbenin mimarıydı. Yaşlılık günlerini yalnızlık ve mahkeme kararlarıyla geçirdi.

Esed, zulmüyle dünyayı titretti ama hem halkını hem kendini perişan etti.

Hitler, milyonları katletti ama sonunda kendi canına kıydı.

Zalim İsrail yöneticileri, Gazze’de mazlumlara kan kusturuyor; fakat dünya kamuoyu önünde birer vicdan suçlusu olarak tarih sahnesine yazılıyorlar.

Tüm bu örnekler, zulmün asla kazandırmadığını, yalnızca geçici bir güç hissi verdiğini ama sonunda mutlak bir çöküşle sonlandığını gösterir.

💔 Zulüm ve Akılsızlık: Manevî Körlük

Zulüm, sadece kalbi değil, aklı da köreltir. Çünkü kalpteki merhameti yok eden kişi, aklın denge terazisini de kırar. Allah, bazı zalimlere dünya hayatında da akli denge, sağlık, itibar gibi nimetlerini geri alarak adeta onların gözlerinin önünde birer ibret levhasına çevirir:

> “Allah dilediğini saptırır, dilediğini hidayete erdirir.”
(Nahl Suresi, 93)

🧭 İbret Alanlara Mesaj:

Zulümle yükselen her yapı yıkılmaya mahkûmdur. Bugün güçlü görünen zalimler, aslında yarının mahkûmlarıdır. Mazlumun duası ise sessiz ama yüce bir ordudur. Rabbimiz buyurur:

> “Zulmedenlere meyletmeyin, yoksa ateş size de dokunur.”
(Hud Suresi, 113)

🔍 Özet: Zulümle Yükselenler, Zilletle Yıkılır

Çevik Bir’in sağlık gerekçesiyle vasi altına alınması, sadece tıbbî değil ilahi adaletin bir yansımasıdır.

Kur’an, zulmün cezasız kalmayacağını ve Allah’ın zalimleri er ya da geç adaletle yakalayacağını bildirir.

Tarih boyunca Nemrut’tan Firavun’a, Hitler’den darbecilere kadar her zalim ya hastalıkla ya yalnızlıkla ya da toplumun lanetiyle sarsılmıştır.

Zulüm, sadece başkasına değil, kişinin kendi geleceğine ve akıbetine yapılan en büyük ihanettir.

 




Hakkı Eğriltmek: Kalbin Körlüğü, Aklın Gururu

Hakkı Eğriltmek: Kalbin Körlüğü, Aklın Gururu


وَ يَبْغُونَهَا عِوَجًا

ile der ki: “Onların dalaleti fenden, felsefeden geldiği için acib bir gurur ve garib bir firavunluk ve dehşetli bir enaniyet onlara verip nefislerini öyle şımartmış ki kâinatı idare eden İlahî kanunların şuâlarını ve insan âleminde o hakaikin düsturlarını süflî hevesatlarına ve müştehiyatlarına müsait görmediklerinden (hâşâ! hâşâ!) eğri, yanlış, noksan bulmak istiyorlar.”
Sikke-i Tasdiki Gaybî

Kur’ân-ı Kerîm’in “وَيَبْغُونَهَا عِوَجًا – Onlar onu eğri göstermek istiyorlar” (Kehf, 18/1)

Bu kısa ama derin ifade, yalnızca Kur’an’a değil, hakikatin bütün yönlerine karşı takınılan sinsi ve inatçı bir tavrın tarifidir. Zira hakikate bizzat saldırmaktan ziyade, onu “eğri”, “çarpık”, “eksik” göstermeye çalışmak; modern inkârın, felsefî gururun ve enaniyetin en belirgin vasfı hâline gelmiştir.

Fikirle Gelen Dalâlet: Nefsin İlmi Kullanması

Bediüzzaman Said Nursî, bu ayetin tefsirinde çok çarpıcı bir hakikate parmak basar:

> “Onların dalaleti fenden, felsefeden geldiği için; acib bir gurur, garib bir firavunluk ve dehşetli bir enaniyet onlara verilip nefislerini öyle şımartmış ki…”

Evet, modern inkârın kaynağı çoğu zaman cehalet değil, kibirdir. Fen ve felsefe gibi aslında hakikati aramak için var edilmiş ilim yolları, nefisle ve hevâ ile birleştiğinde “hakikati eğri gösterme” aracı hâline gelir. Bu durum, ilmin zifiri bir karanlığa dönüştüğü andır. Çünkü bilgi, eğer kalp ile birleşmezse, kibri besler; hakikati değil, şahsî çıkarı büyütür.

Tarih boyunca nice filozoflar, nice bilim adamları hakikati gördüğü hâlde, “nefsine hoş gelmediği için” onu inkâr etti. İlahî kanunlar onların süflî arzularına ters düştüğü için, bu kanunları yalanlamak için aklı, bilimi ve felsefeyi perde olarak kullandılar. Onların mücadelesi hakla değil, hakikatin kendilerine ayna tutmasıyladır.

Enaniyetin Firavunluğu: Eğri Görmek Değil, Eğrilik İstemek

Ayette geçen “يَبْغُونَهَا – onu isterler” ifadesi dikkat çekicidir. Burada sadece “öyle görüyorlar” değil, bilerek “öyle görmek istiyorlar” denilmektedir. Bu, bir algı meselesi değil; bir niyet, bir yöneliş bozukluğudur. Hakikatin doğru oluşunu istememek, onun kendilerini rahatsız edici boyutundan kaçmaktır.

Tıpkı firavun gibi… Musa Aleyhisselâm’ın hakikatini inkâr etmedi Firavun. Onu bildi, tanıdı ama kabul etmek istemedi. Çünkü onun varlığı ve hükmü, kendi tahtına tehdit idi. Bugün de modern firavunlar, Kur’an’ın hakikatlerini “eğri” göstermekle uğraşıyorlar. Sebebi, o hakikatlerin kendi hevâlarına, çıkarlarına, arzularına uymamasıdır.

Kur’an Eğri Değildir, Ama Göz Eğri Bakarsa…

Kur’an dümdüzdür, dosdoğrudur. Onun yolu “sırat-ı müstakîm”dir. Eğrilik, Kur’an’da değil, bakanda; kalpte değil, nefiste; sözde değil, niyettedir. Tıpkı eğri bir gözlük takanın, her şeyi eğri görmesi gibi… Eğer kişi kalbini, nefsin arzusuyla eğriltmişse, Kur’an ona düz bile görünmez. Ona düşen gözlüğünü düzeltmek, kalbini arındırmak, niyetini tashih etmektir.

Çünkü Kur’an bir nurdur. Nurun karşısında eğrilik yoktur, sadece perde vardır. Perdeyi kaldıran, hakikati bütün parlaklığıyla görecektir. Ama perdeyi baş tacı eden, ışığın bile zarar verdiğini iddia edecektir.

Özet:

Bu makalede, Kehf Sûresi’ndeki “ve yebğûnehâ ivacen” (Onu eğri göstermek isterler) ayeti esas alınarak, modern dönemde hakikate karşı yapılan bilinçli tahrif ve inkâr çabası ele alındı. Bediüzzaman’ın tahliline göre, fen ve felsefenin doğru kullanılmaması hâlinde, nefis bu yolları enaniyeti beslemek ve ilahî hakikatleri “eğri göstermek” için kullanır. Eğrilik Kur’an’da değil, onu görmek istemeyen niyettedir. Hakikate düşmanlık çoğu zaman bilgiyle değil, kibirle ilgilidir. Kur’an ise her dönemde hakikatin düz ve berrak yolunu göstermeye devam etmektedir.

 




Buğday Bitmedi, Ambar Delik: Türkiye’nin Ekonomik Gerçeği

Buğday Bitmedi, Ambar Delik: Türkiye’nin Ekonomik Gerçeği

Bir milletin geleceğini sadece tarlalarındaki mahsul değil, vicdanlarındaki ahlâk belirler. Çünkü toprak, her yıl Allah’ın izniyle sabırla yeniden ürün verir; ama kalplerdeki çürüme başladığında, en verimli toprak bile doyuramaz. Bugün Türkiye’de yaşanan ekonomik sıkıntılar, yalnızca üretimle, yalnızca ihracatla veya dövizle açıklanamaz. Asıl mesele, o kutsal ambarlarımızın içindeki “farelerin çokluğu”dur.
“Mevzu; buğdayın kıtlığı değil, ambardaki farelerin çokluğudur.”
Yani mesele, yokluk değil; israf, hırsızlık ve yolsuzluktur.

Zengin Bir Ülke, Fakirleştirilmiş Halk

Türkiye, doğal kaynaklarıyla, genç nüfusuyla, stratejik konumuyla aslında zengin bir ülkedir. Ancak yıllardır yaşadığımız krizlerin temelinde, bu kaynakların adaletle değil, açgözlülükle yönetilmesi yatmaktadır. İhaleler adrese teslim edilirken, kamu kaynakları bir avuç çıkar grubuna peşkeş çekilirken, halkın alın teri çalınmaktadır.

Bankaların, halkın değil, belirli çevrelerin arka bahçesi hâline getirildiği dönemleri gördük. Darbe dönemlerinde devletin hazinesi, “istikrar” bahanesiyle boşaltıldı. Bir gecede milyarlar uçup giderken, sabahında vatandaş daha ağır vergilere uyanmak zorunda kaldı. Çünkü sistem hep aynıydı: Altta ezilen halk, yukarıda semiren bir azınlık.

Ambarın Delikleri: Hırsızlık, Yolsuzluk, Liyakatsizlik

Ekonomik sıkıntılarla mücadelede sadece üretimi artırmak yetmez. Eğer ambarınız delikse, ne kadar çok buğday koyarsanız koyun, sonunda yine aç kalırsınız. Türkiye’nin ambarı da yıllardır delik:

Hırsızlıkla,

Rüşvetle,

Kayırmacılıkla,

İsrafla,

Liyakatsizlikle…

Devlet malı deniz sayıldı, “benim adamım” zihniyetiyle çark döndürüldü. Halka sabır, kemer sıkma, fedakârlık çağrısı yapılırken; lüks araçlar, şatafatlı makamlar, milyarlık ihaleler sessiz sedasız yükseldi. Ambarın içindeki “fareler” her geçen gün çoğaldı.

Gerçek Güç, Ahlâk ile Yönetilen Zenginliktedir

Bir ülkeyi büyüten şey sadece fabrikalar, barajlar veya yollar değildir. Asıl kalkınma; adaletli bir vergi sistemi, şeffaf bir yönetim ve halka hesap veren bir idareyle olur. Çünkü “bütün yolların yapıldığı bir ülke”de, ahlâk ve liyakat bozulmuşsa, o yollar hırsızlığa daha hızlı ulaşmak içindir.

Hz. Ömer (ra) adaletiyle hatırlanır; çünkü çaldırmadı, israf ettirmedi. Bir dirhemin hesabını verdi. O yüzden Medine’de aç kalmadı kimse. Çünkü adalet varsa bolluk gelir, israf varsa kıtlık başlar. O yüzden bu milletin kurtuluşu, ahlâkı yönetim anlayışına yeniden taşımakla mümkündür.

Bugün “Buğday” Var Ama “Bereket” Yok

Türkiye hâlâ üretiyor, hâlâ çalışıyor. Ama gelin görün ki, adaletli dağıtım gerçekleşmemektedir. Çünkü sofraya konmadan çalınıyor, vergi olarak alınıp başka yerlere akıyor. Milletin alın teri, başka hesaplara hizmet ediyor.

Bu yüzden mesele gelir değil, giderin yönü ve niyeti…
Mesele fakirlik değil, adaletsizlik…
Mesele buğday değil, ambarın güvenliği…

SONUÇ VE ÖZET:

Türkiye’nin bugünkü ekonomik sıkıntısı, kaynakların azlığından değil, kaynakların adil paylaşılmamasından kaynaklanmaktadır. Problem buğdayın azlığında değil, ambardaki farelerin çokluğundadır. İsraf, yolsuzluk, hırsızlık ve liyakatsizlik; bu milletin alın terini kemiren asıl tehlikelerdir. Çözüm; ahlâklı yönetim, şeffaf denetim ve adaletli bölüşümdedir. Eğer biz bu ambardaki delikleri kapatmazsak, her yeni hasat yine kaybolur gider. Çünkü “buğdaydan önce, ambarı korumak gerekir.”

 




Kudüs’ten Akkuyu’ya: Planlı Bir Kaosun Anatomisi

Kudüs’ten Akkuyu’ya: Planlı Bir Kaosun Anatomisi

Tarihin en kadim ihtilaflarından biri olan Kudüs davası, bugün yeniden insanlığın vicdanını sarsmakta, zalimin maskesi artık yüzünden düşmektedir. İsrail, şimdiye dek sinsice yürüttüğü stratejisini açıktan açığa dillendirmeye başlamıştır. Ne bir diplomasi inceliği ne de bir uluslararası denge kaygısı kalmıştır. Çünkü kibir, haddini aşınca hakikati göremez olur.

Geçmişte darbelerle, terör örgütleriyle, medya manipülasyonlarıyla Türkiye’yi zayıflatmak isteyen İsrail, artık doğrudan hedef gösteriyor. Akkuyu Nükleer Santrali’ni “bölgesel tehdit” olarak ilan ederek, Türkiye’yi İranlaştırmak istiyor. Bu sözler sadece bir medya söylemi değildir. Bu, derin ve tarihî bir kin ve korkunun itirafıdır. Çünkü İsrail, güçlü bir Türkiye’nin tarihî misyonunu kuşanmasından ürkmektedir.

Oyun büyük, hedef sadece Gazze değil, sadece Mescid-i Aksâ değil. Hedef; İslâm coğrafyasının ruhudur, hilâlin yeniden yükselmesidir.

Kudüs: Üç Dinli Bir Kıyametin Eşiğinde

Mescid-i Aksâ’nın altında kazılan tüneller, sadece bir yapının yıkımı için değil, dünya barışının da altına dinamit koymaktır. Evanjelik inançlarla hareket eden ABD’li siyasetçiler, üçüncü bir Yahudi tapınağı inşasını “Mesih’in gelişini hızlandıracak adım” olarak görüyor. Bu inançla, insanlığı büyük bir savaşın eşiğine sürüklüyorlar. Oysa Kudüs; barışın, merhametin ve vahyin kalbidir. Ona savaş layık görülemez. O beldeye saldıran, sadece taş duvarları değil; Peygamberlerin mirasını hedef alır.

İsrail’in yaptığı şey, sadece askeri bir işgal değil, kutsal olan her şeyi çiğnemek ve yerine zalim bir krallık kurma arzusudur. Bu, tarihî kinlerini yeniden diriltmenin, “vaad edilmiş topraklar” efsanesiyle tüm bir bölgeyi kana bulamanın bahanesidir.

Derin Korkunun Adı: Türkiye

Bugün İsrail basını “Türkiye yeni İran’dır” diyorsa, bu aslında Türkiye’nin bölgesel güç olmasından, hatta daha da ötesi, mazlumların umudu olmasından duyulan korkunun bir dışavurumudur. Akkuyu gibi stratejik projeler sadece ekonomik değil, jeopolitik anlamda da Türkiye’nin elini güçlendirmekte. Enerjide bağımsızlaşan, savunmada millîleşen bir Türkiye, İsrail’in bölgedeki hesaplarını bozmaktadır.

Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler’in açıklamaları bu açıdan oldukça manidardır. “3. Dünya Savaşı her an çıkabilir” sözü bir kehanet değil, gözlemlenen somut gelişmelerin tabii bir sonucudur. Ve bu savaş, manevî değerleri ayakta kalan milletlerle, tüm insânî erdemleri tahrip eden emperyal akıllar arasında olacaktır.

ABD: İlâhî Adaletin İnişi

ABD, İsrail’i besleyen can damarıdır. Fakat ilâhî adalet, hiçbir zulmü cezasız bırakmaz. Kasırgalarla, sellerle, yangınlarla Amerika kıtası adeta zelzeleler gibi sarsılıyor. Bu sadece meteorolojik bir tesadüf değildir. Zulümle yükselen her güç, çöküşünü tabiatın diliyle yaşar.

New York’ta bir sinagogun altındaki kanlı döşekler, gizli kazılar ve tüneller; sadece bir polis vakası değil, tarihten beri Yahudilere atfedilen ve zaman zaman antisemitizm olarak değerlendirilen “çocuk kurban etme” sözlerinin yeniden hortlatılmasıdır. Bu tür olaylar, karanlık bir zihniyetin, masumiyet üzerinden bina edilmiş bir şeytanî sistemin çöküş alametleridir.

Masonluk ve Siyasetin Şifreleri

ABD’deki başkanların çoğunun mason olması bir tesadüf değildir. Biden’ın da bu zincirin bir halkası olması, küresel bir aklın dünya yönetimini ele geçirme çabasının simgesidir. Bu yapı, sadece bir düşünce kulübü değil, karar alıcıları şekillendiren derin bir örgütlenmedir.

Ve bu yapı, Türkiye’nin önünü kesmek, manevî değerlerini çökertmek için içeride ve dışarıda her yola başvurmaktadır. Ama ne yaparlarsa yapsınlar, milletin ruhunu esir alamazlar. Çünkü bu milletin kalbinde iman var, dilinde dua, alnında secde var.

Sonuç: Zalim Planlar ve İlâhî Hesap

Tarih, zalimlerin planlarıyla değil, Allah’ın takdiriyle yazılır. Firavunlar plan yapar, ama Musa gelir. Nemrutlar kibirlenir, ama İbrahim ateşi serinletir. Bugün İsrail’in ve destekçilerinin yaptığı, sadece kendi sonlarını hızlandırmaktır.

Ve bilinsin ki, Kudüs sahipsiz değildir. Akkuyu yalnız değildir. Türkiye, sadece bir ülke değil, bir dirilişin, bir medeniyetin adıdır. Ve bu medeniyetin özünde zulme karşı durmak, mazluma sahip çıkmak vardır.

ÖZET:

İsrail, artık sinsilik perdesini kaldırmış, Türkiye’yi doğrudan hedef alan açıklamalarla savaş psikolojisine girmiştir. Kudüs’teki tapınak planı, sadece bir inşaat değil, büyük bir savaşın fitilidir. ABD’nin İsrail’le olan ittifakı da, hem ahlâkî hem coğrafî olarak çöküş sinyalleri vermektedir. Masonik yapılanmalar, siyaseti şekillendirirken Türkiye’yi hedef tahtasına koymuşlardır. Ancak hakikatin, adaletin ve imanın gücü, bu kirli hesapları bozacak kudrettedir. Çünkü tarih boyunca Firavunlara karşı Musa’lar, Nemrutlara karşı İbrahim’ler gönderilmiştir. Ve Türkiye bu misyonun son halkasıdır.

 




Kudüs’ten Akkuyu’ya: Planlı Bir Kaosun Anatomisi

Kudüs’ten Akkuyu’ya: Planlı Bir Kaosun Anatomisi

Tarihin en kadim ihtilaflarından biri olan Kudüs davası, bugün yeniden insanlığın vicdanını sarsmakta, zalimin maskesi artık yüzünden düşmektedir. İsrail, şimdiye dek sinsice yürüttüğü stratejisini açıktan açığa dillendirmeye başlamıştır. Ne bir diplomasi inceliği ne de bir uluslararası denge kaygısı kalmıştır. Çünkü kibir, haddini aşınca hakikati göremez olur.

Geçmişte darbelerle, terör örgütleriyle, medya manipülasyonlarıyla Türkiye’yi zayıflatmak isteyen İsrail, artık doğrudan hedef gösteriyor. Akkuyu Nükleer Santrali’ni “bölgesel tehdit” olarak ilan ederek, Türkiye’yi İranlaştırmak istiyor. Bu sözler sadece bir medya söylemi değildir. Bu, derin ve tarihî bir kin ve korkunun itirafıdır. Çünkü İsrail, güçlü bir Türkiye’nin tarihî misyonunu kuşanmasından ürkmektedir.

Oyun büyük, hedef sadece Gazze değil, sadece Mescid-i Aksâ değil. Hedef; İslâm coğrafyasının ruhudur, hilâlin yeniden yükselmesidir.

Kudüs: Üç Dinli Bir Kıyametin Eşiğinde

Mescid-i Aksâ’nın altında kazılan tüneller, sadece bir yapının yıkımı için değil, dünya barışının da altına dinamit koymaktır. Evanjelik inançlarla hareket eden ABD’li siyasetçiler, üçüncü bir Yahudi tapınağı inşasını “Mesih’in gelişini hızlandıracak adım” olarak görüyor. Bu inançla, insanlığı büyük bir savaşın eşiğine sürüklüyorlar. Oysa Kudüs; barışın, merhametin ve vahyin kalbidir. Ona savaş layık görülemez. O beldeye saldıran, sadece taş duvarları değil; Peygamberlerin mirasını hedef alır.

İsrail’in yaptığı şey, sadece askeri bir işgal değil, kutsal olan her şeyi çiğnemek ve yerine zalim bir krallık kurma arzusudur. Bu, tarihî kinlerini yeniden diriltmenin, “vaad edilmiş topraklar” efsanesiyle tüm bir bölgeyi kana bulamanın bahanesidir.

Derin Korkunun Adı: Türkiye

Bugün İsrail basını “Türkiye yeni İran’dır” diyorsa, bu aslında Türkiye’nin bölgesel güç olmasından, hatta daha da ötesi, mazlumların umudu olmasından duyulan korkunun bir dışavurumudur. Akkuyu gibi stratejik projeler sadece ekonomik değil, jeopolitik anlamda da Türkiye’nin elini güçlendirmekte. Enerjide bağımsızlaşan, savunmada millîleşen bir Türkiye, İsrail’in bölgedeki hesaplarını bozmaktadır.

Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler’in açıklamaları bu açıdan oldukça manidardır. “3. Dünya Savaşı her an çıkabilir” sözü bir kehanet değil, gözlemlenen somut gelişmelerin tabii bir sonucudur. Ve bu savaş, manevî değerleri ayakta kalan milletlerle, tüm insânî erdemleri tahrip eden emperyal akıllar arasında olacaktır.

ABD: İlâhî Adaletin İnişi

ABD, İsrail’i besleyen can damarıdır. Fakat ilâhî adalet, hiçbir zulmü cezasız bırakmaz. Kasırgalarla, sellerle, yangınlarla Amerika kıtası adeta zelzeleler gibi sarsılıyor. Bu sadece meteorolojik bir tesadüf değildir. Zulümle yükselen her güç, çöküşünü tabiatın diliyle yaşar.

New York’ta bir sinagogun altındaki kanlı döşekler, gizli kazılar ve tüneller; sadece bir polis vakası değil, tarihten beri Yahudilere atfedilen ve zaman zaman antisemitizm olarak değerlendirilen “çocuk kurban etme” sözlerinin yeniden hortlatılmasıdır. Bu tür olaylar, karanlık bir zihniyetin, masumiyet üzerinden bina edilmiş bir şeytanî sistemin çöküş alametleridir.

Masonluk ve Siyasetin Şifreleri

ABD’deki başkanların çoğunun mason olması bir tesadüf değildir. Biden’ın da bu zincirin bir halkası olması, küresel bir aklın dünya yönetimini ele geçirme çabasının simgesidir. Bu yapı, sadece bir düşünce kulübü değil, karar alıcıları şekillendiren derin bir örgütlenmedir.

Ve bu yapı, Türkiye’nin önünü kesmek, manevî değerlerini çökertmek için içeride ve dışarıda her yola başvurmaktadır. Ama ne yaparlarsa yapsınlar, milletin ruhunu esir alamazlar. Çünkü bu milletin kalbinde iman var, dilinde dua, alnında secde var.

Sonuç: Zalim Planlar ve İlâhî Hesap

Tarih, zalimlerin planlarıyla değil, Allah’ın takdiriyle yazılır. Firavunlar plan yapar, ama Musa gelir. Nemrutlar kibirlenir, ama İbrahim ateşi serinletir. Bugün İsrail’in ve destekçilerinin yaptığı, sadece kendi sonlarını hızlandırmaktır.

Ve bilinsin ki, Kudüs sahipsiz değildir. Akkuyu yalnız değildir. Türkiye, sadece bir ülke değil, bir dirilişin, bir medeniyetin adıdır. Ve bu medeniyetin özünde zulme karşı durmak, mazluma sahip çıkmak vardır.

ÖZET:

İsrail, artık sinsilik perdesini kaldırmış, Türkiye’yi doğrudan hedef alan açıklamalarla savaş psikolojisine girmiştir. Kudüs’teki tapınak planı, sadece bir inşaat değil, büyük bir savaşın fitilidir. ABD’nin İsrail’le olan ittifakı da, hem ahlâkî hem coğrafî olarak çöküş sinyalleri vermektedir. Masonik yapılanmalar, siyaseti şekillendirirken Türkiye’yi hedef tahtasına koymuşlardır. Ancak hakikatin, adaletin ve imanın gücü, bu kirli hesapları bozacak kudrettedir. Çünkü tarih boyunca Firavunlara karşı Musa’lar, Nemrutlara karşı İbrahim’ler gönderilmiştir. Ve Türkiye bu misyonun son halkasıdır.

 




Şeffaflıkta Kaybolan, Kesafette Tecelli Eden Hakikat

Şeffaflıkta Kaybolan, Kesafette Tecelli Eden Hakikat

Bir hakikat vardır ki gözlerden gizlenmiş ama gönüllere açık bırakılmıştır: Şeffaflık, bazen görünmeyenin perdesidir; kesafet ise görünmeyeni görünür kılan bir aynadır. Hava ve su gibi latif varlıklar, Güneş’in yedi rengini yansıtmazken, toprak gibi kesif bir cevher Rahmân’ın arşı olur; çiçeklerde, yapraklarda, meyvelerde Rabbânî isimlerin nakışlarını rengârenk gösterir. Çünkü toprak, ilâhî tecellîye en mütevazı olan yerdir. Ve insan, yaratılış itibariyle topraktan gelen bu kesifliğin hikmetli temsilcisidir.

Toprağın Hikmeti, İnsanın Sırrı

Toprak, ayak altında ezilir ama her şeyi o büyütür. İnsan da belki kusurlarıyla, zaaflarıyla bir “toprak” gibidir; fakat Rahman’ın isimlerine mazhar olabilecek yegâne varlık da yine insandır. Melekler nurludur, ama toprağın kalbinde yeşeren bir menekşe gibi, insanın kalbinde Rahman’ın sevgisi boy verir.

Su, hava ve ışık yalnızca taşıyıcıdır; ama toprak, dönüştürücüdür. İlâhî rahmet, toprakta şekillenir. Aynı şekilde ruhânî hakikatler, insanda anlam kazanır. Çünkü toprak gibi olan insan; aşkı, sabrı, şükrü, hamdı, secdeyi taşır. Kalbiyle Allah’ın arşı olur; zira arş, sadece gökte değil, secdede boynunu büken kalpte de kurulur.

Kaderin Yaprağı, Hayatın Kitabı

Kur’an, En’am suresinde apaçık bir hakikati haykırır: “O’nun bilgisi dışında bir yaprak bile düşmez.” O hâlde bizler ve işlerimiz, kaderin ince ve titiz terazisinden hariç kalabilir miyiz? Bir yaprak bile zamanını şaşırmadan düşerken, hayatımıza değen her olayın boşlukta savrulan bir tesadüf olduğunu sanmak ne büyük bir yanılgıdır!

Hayatın her ânı, “apaçık bir kitapta” yazılmıştır. Şûrâ Sûresi’nde “göklerin ve yerin anahtarları O’nundur” buyurulur. Ve o kitap, yalnızca sayfalarla değil; kalplerle, kaderle, dualarla okunur. Çünkü O, karanlık denizlerin dibinde bile bir taneyi bilir.

Yakınlığın Sonsuzluğu: Bizden Daha Yakın Olan

Rabbimiz bize, şah damarımızdan daha yakındır. Biz bazen kendimize bile yabancı oluruz; nefsimizi tanımayız, içimizdeki yangını adlandıramayız. Ama O, her hâlimizi bilir. Kalbimize düşen bir sevinç O’ndandır, boğazımıza düğümlenen hüzün de O’nun ilmindedir. Kulun Rabbine en yakın olduğu yer secdedir; çünkü secde, toprağa en çok yaklaştığımız yerdir ve toprak, Rahman’ın yansıma mekânıdır.

İnsanın acziyetinde, Allah’ın kudreti parıldar. Hatırlamadığımız o dokuz ay on günlük rahmetle dolu serüven; ne annenin sancısı ne de bizim hatıramızla anlatılabilir. Ama o karanlık mekânda bile bizi merhametle yoğuran, şekil veren, hayat nefesi üfleyen bir Kudret vardı. Mevlânâ’nın dediği gibi:
“Sen bir damla idin, Rahmet denizine düştün.”
Ve de dönüştürür.

İmâm-ı Rabbânî Mektûbât’ında buyurur ki:
“İnsan, ne zaman kendi hiçliğini idrak ederse, o zaman Rabbini en yakından hisseder.”

Bilen, Gören ve Unutmayan

Beni benden daha iyi bilen bir Rabbim var. Ne kadar unutsam da O unutmaz. Ne kadar yanlış yapsam da, affı ve mağfiretiyle beni sarar. Gördüğümü zannettiğim nice şeyin ardında, O’nun görmesi ve bilmesiyle yazılan kader vardır.

Her gözyaşımın şahitliğini yapan bir Kudret var. Her secdede içimde doğan huzurun sahibidir O. Kalabalıklarda kaybolduğumda bile bana yön veren bir Rehber. Bizi bizden daha iyi gören ve duyan bir Hâlıkımız var.

SONUÇ VE ÖZET:

Toprak gibi kesif olan varlıklar, şeffaflardan daha fazla tecellîye mazhar olur. Bu yüzden insan, melekten daha aşağı bir maddeyle yaratılmış olsa da, Allah’ın isimlerine daha zengin bir ayna olur. Her bir yaprak kaderle düşerken, bizlerin hayatında da hiçbir şey tesadüf değildir. Allah bize şah damarımızdan daha yakındır. O, bizi bizden iyi bilir, görür, duyar ve unutmaz. Unuttuğumuz geçmişimizi bile rahmetle yazmıştır. Ve kul, ne zaman toprak gibi alçalsa, o zaman Arş’a en yakın hâline gelir. İşte secde bu yüzden en yüksek makamdır. Çünkü secde, insanın toprakla Rahmân’a kavuştuğu andır.

 




ÖLÜMÜN YÜZÜNE MERDÂNE GÜL

ÖLÜMÜN YÜZÜNE MERDÂNE GÜL

 

National Geographic bu görüntüyü 2013’ün en iyi fotoğraflarından biri olarak seçti. Bu fotoğrafı çeken doğa fotoğrafçısı deklanşöre bastığı o anda gözyaşlarına boğulur. 

Hayvanın cesareti ve kişiliğinin gücüne hayran kaldığını söyler.

Bu anı hayatı boyunca saygıyla hatırlayacaktır…

( Eğer kaçınılmaz olarak ölecekseniz, neden korku ve dehşet içinde olasınız ? Bir kahraman olarak ölmek yakışır her zaman. )

Fotoğraftaki hikâye şöyle der:

Bu iki leopar anne Ceylana küçük çocukları ile oynarken saldırır.

Ve Ceylan kaçma şansı olduğu, mesafenin ve hayatını kurtarmanın kendi lehine olduğunu bildiği halde leoparlara teslim olmaya karar verir.

Neden ??

Çocuklarına kaçma şansı vermek için…

Çünkü önce o kaçarsa henüz hızlı koşamayan bebeklerinin kaçması için fazla zaman olmazdı. Onlara zaman tanımak için tek çare kendini feda etmekti.

Resim, yavrularının avlanmadan huzur içinde kaçtığından emin olmak için kararlı bir şekilde bakarken, boğazı leoparın ağzında olan annenin son anıdır.

Onurlu olmak budur. Hayat denen kısacık öykünün  başı kadar sonuda aynı ölçüde saygı duyulacak bir biçimde olmalıdır. Ve doğumda gülümseyip sevgiyle bakanlar ölümdede aynı hayranlık ve saygıyla bakabilmelidir..

Alıntıdır.

 

************

 

(Konu üzerine bir makale)

 

Makale: “Korkma, Ölüm Değil; Vuslattır!”

 

Hayatın en çarpıcı sahnelerinden biri, tabiatın sessiz ama hikmetli konuşmasıdır. Yukarıdaki resimde, üç çita tarafından kuşatılmış bir ceylanın yüzündeki sakinlik ve teslimiyet hali, göreni derin bir düşünceye davet eder. Ceylan, kendisini bekleyen kaçınılmaz sona karşı başını eğmemiştir. Gözlerinde korkudan çok, bir kabulleniş, bir tevekkül, hatta belki de bir huzur okunur. Bu tablo bize, ölümün korkulacak değil, anlaşılması gereken bir hakikat olduğunu hatırlatıyor.

 

Bediüzzaman Said Nursî’nin şu cümlesi ise bu tabloyu adeta açıklayan bir pusuladır:

“Ey nefis! Başta Habîbullah, bütün ahbabın kabrin öbür tarafındadırlar. Burada kalan bir iki tane ise, onlar da gidiyorlar. Ölümden ürküp, kabirden korkup, başını çevirme; merdâne kabre bak, dinle ne talep eder. Erkekçesine ölümün yüzüne gül; bak, ne ister.”

 

Ölüm, ne sadece bir son, ne de bir yok oluştur. Bilakis o, bu dünyada misafir olan insanın asıl yurduna, ebedî yurduna dönüş biletidir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle; “kabir, ehl-i iman için bir âlem-i rahmete açılan kapıdır.” Bu sebeple ölüm, eğer iman varsa, bir korku değil, bir vuslat anıdır.

 

Resimdeki ceylan, sanki bunu idrak etmişçesine dimdik durmakta, teslimiyet içinde beklemektedir. Oysa biz insanlar, ölüme dair her işareti sanki hayatı yok sayan bir bela gibi karşılar; ondan kaçar, onu konuşmaktan bile çekiniriz. Halbuki ölüm, hakikatin en berrak aynasıdır. Çünkü ölüm, hayatın faniliğini gösterirken, ebedî hayatın değerini de öğretir.

 

İnsan, nefsinin aldatıcı oyunlarına aldanıp da dünyayı bir yurt, ömrünü ise sonsuz sanmasın. Her doğan, ölmek üzere doğar; her nefes, biraz daha sona yaklaşır. Öyleyse korkarak değil, anlayarak, iman ederek ve hazırlık yaparak ölümle yüzleşmek gerekir. Çünkü ölüm, yokluk değil; diriliştir. Tene değil, ruha açılan bir kapıdır.

 

Tarihte nice salih insanlar, ölümle karşılaştıklarında ceylan gibi dimdik durmuşlardır. Çünkü onlar, ölümün arkasında Rahmet-i İlahi’yi, Sevgili’yi, dostlarını ve asıl yurtlarını görmüşlerdir. Bu sebepledir ki, ölüm onlara bir azap değil, bir müjde olmuştur. “Ölüm gelmeden ölünüz” emrini duyan kul, ölmeden önce nefsini terbiye eder, arzularını ezer ve hakikati aramaya koyulur.

 

Resimdeki sahne bize şunu fısıldıyor: Korkma! Teslimiyet bir zaaf değil, yüksek bir iman halidir. Zira ölüm, düşman değil; Hakk’a dostluğun kapısıdır. Öyleyse başını çevirme, merdâne bak. Ölüm, eğer imanla karşılanırsa, en karanlık geceyi en nurlu sabaha çevirebilir.

 

Özet:

 

Bu yazıda, üç çita tarafından çevrelenmiş bir ceylanın sakin ve teslimiyet içindeki hali üzerinden ölümün hakikati ele alınmıştır. Bediüzzaman Said Nursî’nin veciz ifadesiyle ölümden kaçmak yerine onunla yüzleşmek, ölümün arkasındaki rahmet, vuslat ve ebediyet gerçeğini görmek gerektiği anlatılmıştır. Ceylanın hali, biz insanlara imanla teslim olmanın ve ölümden korkmak yerine ona hazırlıklı olmanın hikmetli bir örneği olarak sunulmuştur.

 




Ölümle Bitmeyen Söz: Bülbülün Kemiğinden Açan Gül

Ölümle Bitmeyen Söz: Bülbülün Kemiğinden Açan Gül

“Şeyh Sa’dî-i Şirazî’nin “Bostan”ından :

نِگَرْ تَا گُلِسْتَانِ مَعْنَا شُگُفْتْ بَرُو هٖيچْ بُلْبُلْ چُنٖينْ خُوشْ نَگُفْتْ

عَجَبْ گَرْ بِمٖيرَدْ چُنٖينْ بُلْبُلٖى كِه اَزْ اُسْتُخٰوانَشْ نَرُويَدْ گُلٖى

   Meali: Yani “Gel, bak, güller bağı şeklinde hakikat gülleri açılmış. Böyle hakikat bahçesinde hiçbir bülbül, böyle şirin, hoş nağme etmemiştir. Nasıl oluyor ki böyle bir bülbül öldükten sonra onun kemiklerinden güller açılmasın.”
Sikke-i Tasdiki Gaybî

Şeyh Sa’dî-i Şirazî’nin bu derin mânâlı beyti ve Bediüzzaman Said Nursî’nin Sikke-i Tasdik-i Gaybî eserinde yer alışı, hem hakikatin ebediliğine hem de hak sözün ölümsüzlüğüne işaret eden son derece veciz bir örnektir.

Tarihte öyle kelimeler, öyle sözler vardır ki, sahibinin sesi kesilse de yankısı çağları aşar. Zaman onu susturamaz, ölüm onu silemez. Çünkü o sözler, hakikatin özünden süzülmüştür. Şeyh Sa’dî’nin “Bostan”ında geçen şu beyit, bu kudsî gerçeği zarif ve derin bir benzetmeyle dile getirir:

> “Gel bak, mana gül bahçesi açılmış; böyle bir bülbül şimdiye dek hiç bu kadar güzel söylememiştir. Hayret değil mi ki, böyle bir bülbül öldükten sonra, onun kemiklerinden bile gül bitmesin?”

Bu beytin, Bediüzzaman tarafından Sikke-i Tasdik-i Gaybî’de zikredilmesi boşuna değildir. Risale-i Nur’un, Kur’an’dan beslenen bir marifet ve hakikatler gülistanı olduğunu; onun müellifinin sesi susturulsa da eserlerinin hâlâ gönüllerde gül açtırdığını ifade eder. Evet, bu eserler öyle derindir ki, bülbül gibi feryatlarla insanlığa hakikati terennüm eder. Ve bu ses, toprağa düşse de, kemikleri çürüse de, arkasından yine güller fışkırır.

Hakikatin Mezarı Yoktur

Sa’dî’nin bülbülü, sadece bir şairin ilhamı değildir; o, hakikatin dile gelişidir. Bediüzzaman’ın tabiriyle, bu bülbül “Kur’an’dan gelen nefhayı” taşır. Böyle bir nefesin kaynağı semavîdir; onun ölmesi yokluk değil, yeni bir doğuşun kapısıdır. Çünkü hak söz ölmeyecektir.

Tarihte nice hakikat bülbülleri susturulmak istendi. Nice peygamberler, veliler, âlimler zindanlara atıldı, susturuldu, hatta şehid edildi. Ama onların feryatlarından çağlar boyu güller açtı. Çünkü “Allah nurunu tamamlayacaktır, kâfirler hoş görmese de.” (Saff, 61/8)

Bülbülün Kemiğinden Gül Biter mi?

Bu soru, zahiren bir çelişkiyi barındırıyor: Ölmüş, kemikleri toprak olmuş bir canlının nasıl olur da ardından gül biter?

Lakin hakikat planında bu mümkündür. Çünkü hak bir söz, sahibinin ömründen çok daha uzun yaşar. Gönüllerde yeşerir, akıllarda çiçek açar. Risale-i Nur gibi eserlerin hâlâ canlı olması, onun sahibinin “kemiğinden açan güller” değil de nedir?

Bugün, Bediüzzaman’ın vefatından onlarca yıl geçmiş olmasına rağmen; onun eserlerinden ilham alarak binlerce gönül, iman, hikmet, sadakat ve şefkat gülleri yetiştiriyor. Onun kelimeleri hâlâ şifadır, hâlâ gıdadır. Onun suskunluğu, konuşkanların sesini bastıran bir yankıdır.

Bir Bülbül Gibi Söyleyebilmek

Bizlere düşen, bu bülbülce nağmeleri anlayabilmek ve mümkünse kendi çapımızda biz de bülbülleşebilmektir. Her bir Müslüman, yaşadığı çağda Kur’an’ın sesi, İslam’ın nağmesi, insanlığın feryadı olmalıdır. Eğer biz de mana gül bahçelerinde öyle sözler söylersek, ardından “bizim kemiklerimizden de güller bitebilir.” İşte o zaman ölümler bile tesirini kaybeder.

Özet:

Bu makalede, Şeyh Sa’dî-i Şirazî’nin “bülbülün ölse de kemiklerinden gül bitmesi” benzetmesiyle dile getirdiği hakikat sözü ölümsüzlüğü teması ele alındı. Risale-i Nur gibi hakikate dayanan eserlerin zamanla solmadığı, hatta müelliflerinin vefatından sonra bile gönüllerde gül açtırmaya devam ettiği ifade edildi. Bu tür sözler, sadece şiir değil; aynı zamanda çağları aşan bir davetin, diriliğin ve imanî nefhânın sembolüdür. Hakikat ölmez; hak bir söz, zamanın üstündedir.

 




Ölümle Bitmeyen Söz: Bülbülün Kemiğinden Açan Gül

Ölümle Bitmeyen Söz: Bülbülün Kemiğinden Açan Gül

“Şeyh Sa’dî-i Şirazî’nin “Bostan”ından :

نِگَرْ تَا گُلِسْتَانِ مَعْنَا شُگُفْتْ بَرُو هٖيچْ بُلْبُلْ چُنٖينْ خُوشْ نَگُفْتْ

عَجَبْ گَرْ بِمٖيرَدْ چُنٖينْ بُلْبُلٖى كِه اَزْ اُسْتُخٰوانَشْ نَرُويَدْ گُلٖى

   Meali: Yani “Gel, bak, güller bağı şeklinde hakikat gülleri açılmış. Böyle hakikat bahçesinde hiçbir bülbül, böyle şirin, hoş nağme etmemiştir. Nasıl oluyor ki böyle bir bülbül öldükten sonra onun kemiklerinden güller açılmasın.”
Sikke-i Tasdiki Gaybî

Şeyh Sa’dî-i Şirazî’nin bu derin mânâlı beyti ve Bediüzzaman Said Nursî’nin Sikke-i Tasdik-i Gaybî eserinde yer alışı, hem hakikatin ebediliğine hem de hak sözün ölümsüzlüğüne işaret eden son derece veciz bir örnektir.

Tarihte öyle kelimeler, öyle sözler vardır ki, sahibinin sesi kesilse de yankısı çağları aşar. Zaman onu susturamaz, ölüm onu silemez. Çünkü o sözler, hakikatin özünden süzülmüştür. Şeyh Sa’dî’nin “Bostan”ında geçen şu beyit, bu kudsî gerçeği zarif ve derin bir benzetmeyle dile getirir:

> “Gel bak, mana gül bahçesi açılmış; böyle bir bülbül şimdiye dek hiç bu kadar güzel söylememiştir. Hayret değil mi ki, böyle bir bülbül öldükten sonra, onun kemiklerinden bile gül bitmesin?”

Bu beytin, Bediüzzaman tarafından Sikke-i Tasdik-i Gaybî’de zikredilmesi boşuna değildir. Risale-i Nur’un, Kur’an’dan beslenen bir marifet ve hakikatler gülistanı olduğunu; onun müellifinin sesi susturulsa da eserlerinin hâlâ gönüllerde gül açtırdığını ifade eder. Evet, bu eserler öyle derindir ki, bülbül gibi feryatlarla insanlığa hakikati terennüm eder. Ve bu ses, toprağa düşse de, kemikleri çürüse de, arkasından yine güller fışkırır.

Hakikatin Mezarı Yoktur

Sa’dî’nin bülbülü, sadece bir şairin ilhamı değildir; o, hakikatin dile gelişidir. Bediüzzaman’ın tabiriyle, bu bülbül “Kur’an’dan gelen nefhayı” taşır. Böyle bir nefesin kaynağı semavîdir; onun ölmesi yokluk değil, yeni bir doğuşun kapısıdır. Çünkü hak söz ölmeyecektir.

Tarihte nice hakikat bülbülleri susturulmak istendi. Nice peygamberler, veliler, âlimler zindanlara atıldı, susturuldu, hatta şehid edildi. Ama onların feryatlarından çağlar boyu güller açtı. Çünkü “Allah nurunu tamamlayacaktır, kâfirler hoş görmese de.” (Saff, 61/8)

Bülbülün Kemiğinden Gül Biter mi?

Bu soru, zahiren bir çelişkiyi barındırıyor: Ölmüş, kemikleri toprak olmuş bir canlının nasıl olur da ardından gül biter?

Lakin hakikat planında bu mümkündür. Çünkü hak bir söz, sahibinin ömründen çok daha uzun yaşar. Gönüllerde yeşerir, akıllarda çiçek açar. Risale-i Nur gibi eserlerin hâlâ canlı olması, onun sahibinin “kemiğinden açan güller” değil de nedir?

Bugün, Bediüzzaman’ın vefatından onlarca yıl geçmiş olmasına rağmen; onun eserlerinden ilham alarak binlerce gönül, iman, hikmet, sadakat ve şefkat gülleri yetiştiriyor. Onun kelimeleri hâlâ şifadır, hâlâ gıdadır. Onun suskunluğu, konuşkanların sesini bastıran bir yankıdır.

Bir Bülbül Gibi Söyleyebilmek

Bizlere düşen, bu bülbülce nağmeleri anlayabilmek ve mümkünse kendi çapımızda biz de bülbülleşebilmektir. Her bir Müslüman, yaşadığı çağda Kur’an’ın sesi, İslam’ın nağmesi, insanlığın feryadı olmalıdır. Eğer biz de mana gül bahçelerinde öyle sözler söylersek, ardından “bizim kemiklerimizden de güller bitebilir.” İşte o zaman ölümler bile tesirini kaybeder.

Özet:

Bu makalede, Şeyh Sa’dî-i Şirazî’nin “bülbülün ölse de kemiklerinden gül bitmesi” benzetmesiyle dile getirdiği hakikat sözü ölümsüzlüğü teması ele alındı. Risale-i Nur gibi hakikate dayanan eserlerin zamanla solmadığı, hatta müelliflerinin vefatından sonra bile gönüllerde gül açtırmaya devam ettiği ifade edildi. Bu tür sözler, sadece şiir değil; aynı zamanda çağları aşan bir davetin, diriliğin ve imanî nefhânın sembolüdür. Hakikat ölmez; hak bir söz, zamanın üstündedir.

 




Tekrarın Ardındaki Hikmet: Kur’ân’da Bir Mucize Lemi’ası

Tekrarın Ardındaki Hikmet: Kur’ân’da Bir Mucize Lemi’ası

“Tekraratındaki lem’a-i i’caza bak ki; Kur’ân kitâb-ı zikir, kitâb-ı dua, kitâb-ı dâvet olduğundan içinde tekrar müstahsendir, belki elzemdir, belki eblağdır. Zira zikrin şe’ni, tekrar ile tenvirdir. Duanın şe’ni, terdad ile takrirdir. Emir ve dâvetin şe’ni, tekrar ile te’kiddir. Hem herkes, her vakit bütün Kur’ân’ı okumağa muktedir olamaz veya muvaffak olmaz. Fakat bir sureye galiben muktedir olur. Onun için mühim makâsıd-ı Kur’âniye, ekser uzun surelerde dercedilerek herbir sure, birer küçük Kur’ân hükmüne geçmiş. Demek, hiç kimseyi mahrum etmemek için Kıssa-i Musa (A.S.) gibi bâzı maksatlar tekrar edilmiş.”
Nur’un İlk Kapısı

Bediüzzaman Said Nursî’nin bu pasajı, Kur’ân’daki tekrarların hikmetini ve i’cazını (mucizevî yönünü) büyük bir derinlikle izah eder.

Kur’ân, sözlerin en yücesidir.
Her harfi bir nur, her ayeti bir kevnî delil gibidir.
Ancak bazen bir zihin, Kur’ân’daki tekrarları görünce, yüzeysel bir anlayışla sorar:
“Niçin aynı kıssa tekrar edilir? Aynı ifadeler neden defalarca geçer?”

İşte bu noktada, zahirin ötesine geçen hikmetli bir bakış devreye girer.
Bediüzzaman, bu soruya sadece cevap vermez; meseleyi i’cazın (mucize oluşun) bir penceresi olarak takdim eder:

> “Kur’ân, kitâb-ı zikir, kitâb-ı dua, kitâb-ı dâvettir. Bundan dolayı içinde tekrar müstahsendir, belki elzemdir, belki de eblağdır.”

🕊️ Zikirde Tekrar: Nûrla Yoğrulmuş Bir Aydınlık

Kur’ân bir zikirdir.
Zikir ise tekrar ile kuvvet bulur.
İnsan, unutan bir varlıktır. Unutmanın ilacı ise tekrardır.

Nasıl ki bir lamba, sürekli yanarak etrafı aydınlatır;
Aynen öyle de, Kur’ân’ın tekrarlanan ayetleri de ruhu tenvir eder, kalbi nurlandırır.
Tekrar, kalpte yer eder, hafızada kökleşir, ruhta yankılanır.

👐 Dua ve Tekrar: Israrla Kapıyı Çalmak

Kur’ân aynı zamanda dua kitabıdır.
Dua ise ısrar ister, tekrar ister.

> “Duanın şe’ni, terdad ile takrirdir.”

Yani dua, çokça dilemekle güzelleşir.
Bir dilencinin kapıyı defalarca çalması gibi, bir kul da Rabbi’ne tekrar tekrar yönelir.
Kur’ân’daki duaların tekrar edilişi, bu yalvarışın bir tezahürüdür.
Kabulü hızlandıran değil, yakınlığı artıran bir yakarıştır.

📣 Dâvet ve Tekrar: Vurguyla Seslenmek

Kur’ân, aynı zamanda bir dâvet kitabıdır.
İnsanı hakka, hayra, ebedî kurtuluşa çağırır.
Ve çağrı ne kadar önemliyse, tekrar da o kadar zarurîdir.

> “Emir ve dâvetin şe’ni, tekrar ile te’kiddir.”

Yani tebliğ, tekrar ile kuvvet bulur.
Bir annenin çocuğuna sürekli “Dikkat et, düşeceksin” demesi gibi;
Kur’ân da kullarına rahmetle tekrar tekrar seslenir:
“Sakın! Uyan! Yönel! Kurtul!”

📜 Her Sure, Küçük Bir Kur’ân’dır

Bediüzzaman bir başka nükteye dikkat çeker:

> “Herkes her vakit bütün Kur’ân’ı okuyamaz. Ama bir sûreye muktedir olur. Onun için mühim makâsıd-ı Kur’âniye uzun sûrelerde tekrar edilmiştir.”

Yani tekrar, herkesin istifade etmesini sağlamaya yöneliktir.
Bir kişi sadece Yâsîn’i okuyabilir, bir diğeri sadece Bakara’yı.
Ama her biri, birer küçük Kur’ân hükmünde olduğu için, içinde tevhid, ahiret, nübüvvet, haşir, ibadet gibi temel esaslar mutlaka yer alır.

Kıssa-i Musa gibi bazı konular, bu yüzden defalarca anlatılır.
Çünkü her tekrar, farklı bir açı, yeni bir hikmet, başka bir ders barındırır.

🌊 Kur’ân’daki Tekrar: Usanç Değil Derinliktir

İnsan beyni, aynı hakikati farklı açılardan tekrar ederek daha iyi kavrar.
Kalp ise aynı hakikati farklı duygularla tekrar ederek daha çok sever.

Bu yüzden tekrar, yüzeysellik değil;
derinliktir, kemâldir, vurgudur, şefkattir.

Kur’ân’da tekrar eden ayetler, birer şefkatli ses, birer merhametli uyarı, birer imanî davet hükmündedir.

ÖZET

Kur’ân’daki tekrarlar, basit bir yineleme değil; hikmetli bir i’cazdır. Çünkü Kur’ân bir zikir, dua ve dâvet kitabıdır. Zikir, tekrar ile kalbi nurlandırır; dua, tekrar ile kabul için ısrar eder; dâvet, tekrar ile muhatabı uyandırır. Her insan her zaman Kur’ân’ın tamamını okuyamayacağı için, temel hakikatler her sûrede farklı şekillerde yer alır. Kıssa-i Musa gibi olayların tekrarı, yeni boyutlar, derin anlamlar ve evrensel mesajlar ihtiva eder. Bu tekrarlar, usanç değil; rahmettir, te’kiddir, tebliğdir.

 




Kâinatın Tercümesi, İnsanlığın Rehberi: Kur’ân-ı Kerîm

Kâinatın Tercümesi, İnsanlığın Rehberi: Kur’ân-ı Kerîm

“Rabbimizden gelen ve Rabbimizi bize tarif eden Kur’ân: Şu kitâb-ı kebir-i kâinatın tercüme-i ezeliyesi, şu sahâif-i Arz ve semâda müstetir künûz-u esmâ-i İlâhiye’nin keşşâfı, şu sutûr-u hâdisatın altında muzmer hakâikın miftahı, şu âlem-i şehâdet perdesi arkasındaki âlem-i gayb cihetinden gelen iltifatât-ı Rahmâniye ve hitabât-ı ezeliyenin hazinesi, şu avâlim-i mâneviye-i İslâmiyenin güneşi, temeli, hendesesi.. ve âlem-i uhreviyenin haritası.. zât ve sıfât ve esmâ ve şuûn-u İlâhiye’nin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, bürhan-ı kâtıı, tercüman-ı sâtıı; şu âlem-i insaniyetin mürebbîsi, hikmet-i hakikîsi, mürşidi, hâdîsi; insana hem bir kitâb-ı hikmet, hem bir kitâb-ı şeriât, hem bir kitâb-ı dua ve ubûdiyet, hem bir kitâb-ı emir ve dâvet, hem bir kitâb-ı zikir, hem bir kitâb-ı fikir gibi, insanın bütün hacât-ı mâneviyesine karşı birer kitap.. hem bütün muhtelif ehl-i mesalik ve meşarib olan evliyâ ve sıddıkînin, asfiyâ ve muhakkikînin herbirinin meşreblerine lâyık birer risale ibraz eden bir kütüphâne-i mukaddestir.”
Nur’un İlk Kapısı

Bediüzzaman Said Nursî’nin bu harikulade tasviri, Kur’ân’ın mahiyetini, çok yönlü faaliyetini ve hem kâinata hem insana yönelik vazifesini büyük bir derinlikle açıklar.

Kur’ân-ı Kerîm yalnızca bir kutsal kitap değildir.
O, kâinatın dili, vahyin tercümesi, insanın rehberi, hakikatin aynası, ebediyetin haritası ve rahmetin sesidir.

Bediüzzaman Said Nursî, Kur’ân’ı öyle bir genişlikte ve derinlikte tarif eder ki, onu sadece bir ibadet kitabı olmaktan çıkarır; kâinatın özeti ve hayatın manası haline getirir.

> “Kur’ân: Şu kitâb-ı kebir-i kâinatın tercüme-i ezeliyesidir.”

Yani Kur’ân, gökyüzüne yazılmış yıldızların, yere serilmiş nebatatın, yaratılmış her bir varlığın anlamını açıklayan ezelî bir rehberdir. Çünkü kâinat, bir kitap gibi yazılmıştır. Kur’ân ise o kitabın ilahî bir şerhidir. Gördüğümüz her şeyin arkasındaki maksadı, gayeyi, hikmeti Kur’ân açıklar.

🌌 Kur’ân: Kâinatta Gizlenmiş Hakikatlerin Anahtarıdır

Bediüzzaman şöyle der:

> “Şu sahâif-i arz ve semâda müstetir künûz-u esmâ-i İlâhiye’nin keşşâfı…”

Yani yeryüzü ve gökyüzünde gizlenmiş olan Allah’ın isimleri, sıfatları Kur’ân’la ortaya çıkar.
– Toprağın altında gizlenen rahmetin tohumu,
– Güneşin ışığında parlayan kudretin yansıması,
– Rüzgârın sessizliğinde akan hikmetin mesajı…
Bunların hepsi Kur’ân’la konuşur. Kur’ân, bu sessiz kâinatı konuşturur. Onunla yıldızlar şahitlik eder, dağlar zikreder, nehirler anlatır.

> “Şu sutûr-u hâdisâtın altında muzmer hakâikın miftahı…”

Yani hadiselerin satır aralarında gizlenmiş hakikatleri açan bir anahtar da Kur’ân’dır.
Depremler, savaşlar, doğumlar, ölümler…
Her biri bir anlam taşır. Ama bu anlamı Kur’ân açar, Kur’ân yorumlar. O yüzden Kur’ân’sız bir dünya, anlamsız bir karanlıktır.

🗺️ Kur’ân: Hem Dünya Hem Ahiret Haritasıdır

> “Âlem-i uhreviyenin haritası…”

Kur’ân bize sadece bu dünyayı değil, ahireti de gösterir. Ölüm sonrası ne olacağını, cennet ve cehennemin mahiyetini, hesap gününün dehşetini, ebedî saadetin tarifini Kur’ân verir. O olmadan ebedî bir hayatı akıl tam kavrayamaz.

Kur’ân aynı zamanda bir mürşittir, bir hâdîdir, bir mürabbîdir.
O, insanı olgunlaştırır, eğitir, yükseltir.
Hem bir zikir, hem bir fikir, hem bir şeriat, hem bir hikmet kitabıdır.
Yani:
– Kalbi tatmin eder,
– Aklı ikna eder,
– Nefsi terbiye eder,
– Ruhu doyurur.

📚 Kur’ân: Bir Kütüphane Gibi Her Meşrebe Hitap Eder

> “Evliyâ ve sıddıkînin, asfiyâ ve muhakkikînin herbirinin meşreblerine lâyık birer risale ibraz eden bir kütüphâne-i mukaddestir.”

Yani Kur’ân, her seviyedeki insana hitap eder.
Bir çocuk da ondan feyz alır, bir âlim de.
Bir derviş, onunla zikreder; bir düşünür, onunla tefekkür eder.
Fıkıhçısı hüküm çıkarır, mutasavvıfı sır çözer, mütefekkiri hikmet arar.
Kur’ân, tek bir kitap gibi görünür ama aslında mukaddes bir kütüphanedir.

📜 Sonuç: Kur’ân, Allah’tan Gelen Ezelî Mektuptur

Kur’ân;
– Ezelden gelen bir mektuptur.
– Rahmetin kelamıdır.
– Hikmetin özüdür.
– Varlığın anlamıdır.
– Kulluğun pusulasıdır.

Onu anlamak, kâinatı anlamaktır.
Onu okumak, kendini tanımaktır.
Onunla yaşamak, ebediyete hazırlanmaktır.

Kur’ân, sadece dinî bir metin değil,
hayatın bizzat kendisidir.

ÖZET

Kur’ân-ı Kerîm, sadece bir ibadet kitabı değil; kâinatın tercümesi, hayatın rehberi, insanlığın terbiyecisi, ahiretin haritasıdır. O, Allah’ın isimlerinin, sıfatlarının, rahmet ve hikmetinin diliyle yazılmış bir kütüphane gibidir. Her meşrebe hitap eder, her seviyede kalbi ve aklı doyurur. Kur’ân, kâinatın hikmetini açan anahtar, hadiselerin anlamını çözen pusula ve hem dünya hem ahiret için rehber bir mucizedir.

 




Bir Tek Duanın Semasında Açılan Cennet

Bir Tek Duanın Semasında Açılan Cennet

“Nev’-i insan ve ferîd-i kevn ü zaman Fahr-i Kâinât (A.S.M.) ne istiyor? Bak, saâdet-i ebediye istiyor, beka istiyor, likà istiyor, cennet istiyor… Bu meraya-yı mevcûdâtta cemâllerini gösteren bütün esmâ-i kudsiye-i İlâhiye ile beraber istiyor. Hattâ eğer rahmet, inayet, hikmet, adâlet gibi hesapsız o matlubun esbab-ı mûcibesi olmasa idi, şu Zâtın (A.S.M.) tek duası, baharımızın icadı kadar kudretine hafif gelen şu Cennet’in binasına sebebiyet verecekti. Nasıl ki onun risaleti, şu dâr-ı imtihanın açılmasına sebebiyet verdi.”
Nur’un İlk Kapısı

Bediüzzaman Said Nursî’nin bu derinlikli pasajı, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) dua ve talebinin ne kadar yüksek, kapsamlı ve kâinatı kuşatıcı olduğunu ortaya koyar. Aynı zamanda Cennet’in yaratılışının bile bir tek dua ile mümkün olabileceğini, bu Zâtın (s.a.v.) kıymetini ve misyonunu imanî ve hikmetli bir bakışla açıklar.

Bir duanın nelere kadir olabileceğini hiç düşündünüz mü?

Öyle bir dua ki, sadece ağızdan çıkan birkaç kelime değil…
O dua, bir ümmetin duasıdır.
O dua, insanlığın iç sesi, kâinatın tercümanıdır.
Ve o dua, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed’e (s.a.v.) aittir.

Bediüzzaman Said Nursî, “Nur’un İlk Kapısı”nda bu eşsiz Zâtın (s.a.v.) ne istediğini sorar:

> “Ne istiyor bu Fahr-i Kâinat (A.S.M.)?”

Ve cevap verir:

> “Saâdet-i ebediye istiyor, beka istiyor, likâ istiyor, Cennet istiyor…”

Yani o, sadece kendi adına değil, tüm mahlûkatın, tüm ruhların, tüm arzuların özeti olarak istiyor. O’nun duası, sadece dert anlatmak değil; hakikat istemektir. Çünkü onun istediği şeyler, yalnızca zevk veya menfaat değil, varlığın öz gayesidir.

🌿 O Dua, Kâinatın Kalbinden Yükseliyor

Bir insan cenneti ister, ama arzu derecesindedir. Bir evliya ister, ama niyaz derecesindedir.
Fakat Peygamber Efendimiz (s.a.v.) cenneti isterken, arkasında bütün esmâ-i hüsnâyı, rahmeti, hikmeti ve adaletiyle birlikte istiyor.

> “Bu merâyâ-yı mevcûdâtta cemâllerini gösteren bütün esmâ-i kudsiye-i İlâhiye ile beraber istiyor.”

Yani onun duası, Allah’ın bütün güzel isimlerini araya koyarak, hakikati hakkıyla isteyen bir arzudur. O’nun isteği sıradan bir arzu değil; rububiyetin kabul buyuracağı bir niyazdır.

🕊️ Cennet, O Duanın Bir Meyvesidir

Bediüzzaman, çok dikkat çekici bir cümle kurar:

> “Eğer rahmet, inayet, hikmet, adâlet gibi esbâb-ı mûcibe olmasa idi, şu Zâtın (A.S.M.) tek duası, baharımızın icadı kadar kudretine hafif gelen şu Cennet’in binasına sebebiyet verecekti.”

Yani Allah’ın kudreti için baharın icadı ne kadar kolay ve mümkünse, Efendimiz’in o niyazı da cennetin yaratılmasına yeterli bir sebeptir. Çünkü o, bu âlemin en nurlu meyvesi, yaratılışın merkezi, hilkatin sebebidir. Nitekim:

> “Nasıl ki onun risaleti, şu dâr-ı imtihanın açılmasına sebebiyet verdi.”

Yani dünya imtihan sahnesi olarak açılmışsa, bu onun risaleti içindir. O’nun gönderilmesiyle imtihan başlar; onun sözleriyle hak ile bâtıl ayrışır.

🌌 Hz. Muhammed (s.a.v.): Arzunun Temsilcisi, Duanın Sahibidir

O, bir kuldur ama sıradan değil…
O, bir nebi, bir rasuldür ama sadece haber getiren değil…
O, kâinatın duasını temsil eden, rahmetin tezahürü olan ve bekanın sesini insanlığa ulaştırandır.

Evet, eğer cennet varsa, onun duasıyla açılmıştır.
Eğer ebediyet özlemi gerçekse, onun duasıyla kabul edilmiştir.
Eğer beka umudu varsa, onun risaletiyle anlam kazanmıştır.

Ve onun duası, sadece dilde değil; hayatında, gözyaşında, secdesinde, ümmetine olan sevgisinde ete kemiğe bürünmüştür.
O dua, şimdi ümmetinin duasına dönüştü.

ÖZET

Bediüzzaman’a göre Fahr-i Kâinat Efendimiz (s.a.v.), cennet, ebedî saadet ve Allah’la buluşma gibi büyük hakikatleri, yalnızca kendi adına değil; tüm kâinat ve esmâ-i hüsnânın şehadetiyle istemektedir. Onun bir tek duası, cennetin yaratılmasına sebep olacak kadar kıymetlidir. Çünkü onun risaleti, bu dünyanın imtihan yurdu olmasına vesile olmuştur. Efendimiz (s.a.v.), arzunun özü, duanın sahibidir ve insanlığın beka arayışına en güçlü cevaptır.

 




Bir Tek Duanın Semasında Açılan Cennet

Bir Tek Duanın Semasında Açılan Cennet

“Nev’-i insan ve ferîd-i kevn ü zaman Fahr-i Kâinât (A.S.M.) ne istiyor? Bak, saâdet-i ebediye istiyor, beka istiyor, likà istiyor, cennet istiyor… Bu meraya-yı mevcûdâtta cemâllerini gösteren bütün esmâ-i kudsiye-i İlâhiye ile beraber istiyor. Hattâ eğer rahmet, inayet, hikmet, adâlet gibi hesapsız o matlubun esbab-ı mûcibesi olmasa idi, şu Zâtın (A.S.M.) tek duası, baharımızın icadı kadar kudretine hafif gelen şu Cennet’in binasına sebebiyet verecekti. Nasıl ki onun risaleti, şu dâr-ı imtihanın açılmasına sebebiyet verdi.”
Nur’un İlk Kapısı

Bediüzzaman Said Nursî’nin bu derinlikli pasajı, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) dua ve talebinin ne kadar yüksek, kapsamlı ve kâinatı kuşatıcı olduğunu ortaya koyar. Aynı zamanda Cennet’in yaratılışının bile bir tek dua ile mümkün olabileceğini, bu Zâtın (s.a.v.) kıymetini ve misyonunu imanî ve hikmetli bir bakışla açıklar.

Bir duanın nelere kadir olabileceğini hiç düşündünüz mü?

Öyle bir dua ki, sadece ağızdan çıkan birkaç kelime değil…
O dua, bir ümmetin duasıdır.
O dua, insanlığın iç sesi, kâinatın tercümanıdır.
Ve o dua, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed’e (s.a.v.) aittir.

Bediüzzaman Said Nursî, “Nur’un İlk Kapısı”nda bu eşsiz Zâtın (s.a.v.) ne istediğini sorar:

> “Ne istiyor bu Fahr-i Kâinat (A.S.M.)?”

Ve cevap verir:

> “Saâdet-i ebediye istiyor, beka istiyor, likâ istiyor, Cennet istiyor…”

Yani o, sadece kendi adına değil, tüm mahlûkatın, tüm ruhların, tüm arzuların özeti olarak istiyor. O’nun duası, sadece dert anlatmak değil; hakikat istemektir. Çünkü onun istediği şeyler, yalnızca zevk veya menfaat değil, varlığın öz gayesidir.

🌿 O Dua, Kâinatın Kalbinden Yükseliyor

Bir insan cenneti ister, ama arzu derecesindedir. Bir evliya ister, ama niyaz derecesindedir.
Fakat Peygamber Efendimiz (s.a.v.) cenneti isterken, arkasında bütün esmâ-i hüsnâyı, rahmeti, hikmeti ve adaletiyle birlikte istiyor.

> “Bu merâyâ-yı mevcûdâtta cemâllerini gösteren bütün esmâ-i kudsiye-i İlâhiye ile beraber istiyor.”

Yani onun duası, Allah’ın bütün güzel isimlerini araya koyarak, hakikati hakkıyla isteyen bir arzudur. O’nun isteği sıradan bir arzu değil; rububiyetin kabul buyuracağı bir niyazdır.

🕊️ Cennet, O Duanın Bir Meyvesidir

Bediüzzaman, çok dikkat çekici bir cümle kurar:

> “Eğer rahmet, inayet, hikmet, adâlet gibi esbâb-ı mûcibe olmasa idi, şu Zâtın (A.S.M.) tek duası, baharımızın icadı kadar kudretine hafif gelen şu Cennet’in binasına sebebiyet verecekti.”

Yani Allah’ın kudreti için baharın icadı ne kadar kolay ve mümkünse, Efendimiz’in o niyazı da cennetin yaratılmasına yeterli bir sebeptir. Çünkü o, bu âlemin en nurlu meyvesi, yaratılışın merkezi, hilkatin sebebidir. Nitekim:

> “Nasıl ki onun risaleti, şu dâr-ı imtihanın açılmasına sebebiyet verdi.”

Yani dünya imtihan sahnesi olarak açılmışsa, bu onun risaleti içindir. O’nun gönderilmesiyle imtihan başlar; onun sözleriyle hak ile bâtıl ayrışır.

🌌 Hz. Muhammed (s.a.v.): Arzunun Temsilcisi, Duanın Sahibidir

O, bir kuldur ama sıradan değil…
O, bir nebi, bir rasuldür ama sadece haber getiren değil…
O, kâinatın duasını temsil eden, rahmetin tezahürü olan ve bekanın sesini insanlığa ulaştırandır.

Evet, eğer cennet varsa, onun duasıyla açılmıştır.
Eğer ebediyet özlemi gerçekse, onun duasıyla kabul edilmiştir.
Eğer beka umudu varsa, onun risaletiyle anlam kazanmıştır.

Ve onun duası, sadece dilde değil; hayatında, gözyaşında, secdesinde, ümmetine olan sevgisinde ete kemiğe bürünmüştür.
O dua, şimdi ümmetinin duasına dönüştü.

ÖZET

Bediüzzaman’a göre Fahr-i Kâinat Efendimiz (s.a.v.), cennet, ebedî saadet ve Allah’la buluşma gibi büyük hakikatleri, yalnızca kendi adına değil; tüm kâinat ve esmâ-i hüsnânın şehadetiyle istemektedir. Onun bir tek duası, cennetin yaratılmasına sebep olacak kadar kıymetlidir. Çünkü onun risaleti, bu dünyanın imtihan yurdu olmasına vesile olmuştur. Efendimiz (s.a.v.), arzunun özü, duanın sahibidir ve insanlığın beka arayışına en güçlü cevaptır.