Ezeliyetin Akla Sığmayan Reddi ve Aklı Aşan Kabulü

Ezeliyetin Akla Sığmayan Reddi ve Aklı Aşan Kabulü

“Feya acaba! Vâcib-ül vücûd’un lâzime-i zaruriye-i beyyinesi olan ezeliyetini zihinlerine sığıştıramayan, nasıl oluyor da, her bir cihette ezeliyete münafî olan maddenin ezeliyetini zihinlerine sığıştırabilirler? Hem dest-i tasarruf-u kudrete karşı mukavemet edemeyen koca kâinat, nasıl oldu da küçücük ve nazik zerratların (öyle dehşetli salabet bulmuş ki) kudret-i ezeliyenin yed-i i’damına karşı dayanıyor. Hem nasıl oluyor ki, kudret-i ezeliyenin hassası olan ibda’ ve îcadı, hiç bir münasebet-i makule olmadan en âciz ve en bîçare esbaba isnad ediliyor? ”
Âsâr-ı Bediiye

İnsan aklı, hakikate ulaşma yolunda en parlak bir kandil, fakat aynı zamanda en büyük bir imtihan vesilesidir. Doğru kullanıldığında marifete, yanlış kullanıldığında inkâra götürür. Bediüzzaman Said Nursî’nin şu derin ifadesi, aklın bu kritik eşiğinde nasıl bir çelişkiyle karşı karşıya kaldığını gözler önüne serer:

> “Vâcib-ül vücûd’un lâzime-i zaruriye-i beyyinesi olan ezeliyetini zihinlerine sığıştıramayanlar, nasıl oluyor da, her bir cihette ezeliyete münafî olan maddenin ezeliyetini zihinlerine sığıştırabilirler?”

Yani bazıları, Allah’ın ezelî olduğunu kavrayamadıklarını söyleyip bunu inkâr ederken, aynı zihinle ve aynı mantıkla maddeyi ezelî kabul etmektedirler. Bu ise aklî değil, tam anlamıyla çelişkili ve izahı mümkün olmayan bir tavırdır. Çünkü ezeliyet, başlangıcı olmayan bir var oluşu ifade eder. Allah için bu mümkün ve zorunlu bir sıfattır. Ama madde için hem ilmen, hem mantıken hem de fıtraten imkânsızdır.

Madde, başıboş ve şuursuz bir varlıktır. Kendinde ilim, irade, kudret gibi yaratıcı sıfatlar bulunmaz. Sürekli değişir, dönüşür, başlar ve biter. O halde, sürekli başkalaşan, bir halden diğer hale geçen, zamanla kayıtlı olan bir varlık nasıl ezelî olabilir? Bu apaçık bir akıl tutulmasıdır.

Devamında Bediüzzaman, şu soruyu yöneltiyor:

> “Dest-i tasarruf-u kudrete karşı mukavemet edemeyen koca kâinat, nasıl oldu da küçücük ve nazik zerratların (öyle dehşetli salabet bulmuş ki) kudret-i ezeliyenin yed-i i’damına karşı dayanıyor?”

Kâinatın tamamı Allah’ın kudretine teslim olmuştur. Güneşler, galaksiler, dev yıldızlar; hepsi bir emre itaatle döner, doğar ve batar. Hiçbirisi kendi iradesiyle hareket etmez. Ancak iş madde ve atomlara gelince, sanki onlar ilahlaşmış gibi gösterilmek istenir. Sözde, bu şuursuz zerreler, sonsuz kudretin yerine geçirilip, yaratılış onlara isnad edilir. Bu, hem akıl dışı hem de kalp yaralayıcı bir kör inançtır.

Son olarak Bediüzzaman sorar:

> “Nasıl oluyor ki, kudret-i ezeliyenin hassası olan ibda’ ve icadı, hiçbir münasebet-i makule olmadan en âciz ve en biçare esbaba isnad ediliyor?”

İbda, yani yoktan yaratmak, yalnızca Allah’a mahsus bir sıfattır. Bu, hiçbir maddî sebep olmadan bir şeyi meydana getirmektir. Bir ressam resim yapmak için fırça ve boya ister. Bir marangoz için tahta gerekir. Fakat Allah için hiçbir sebebe ihtiyaç yoktur. O, “Ol” der, olur. (كُنْ فَيَكُونُ)

Ama modern materyalist akım, yaratmayı, sebeplere bağlıyor. Hâlbuki o sebeplerin kendisi de yaratılmıştır. Bir ağacın dalı, meyveyi yapamaz; çünkü ne iradesi vardır ne de bilgisi. Aynı şekilde, cansız sebeplerin sanatlı neticeler doğurması, ancak onların ilâhî kudrete perde yapılması ile mümkündür.

İşte bu sebeple, maddenin ezeliyetine inanmak, hem aklî hem ilmî hem de fıtrî olarak imkânsızdır. Gerçek ezelî olan yalnızca Vâcibü’l-Vücûd olan Allah’tır. Maddeyi ilah yerine koyan düşünce, aslında kendi aklını inkâr etmiş, ruhunu susturmuş, vicdanını körleştirmiş olur.

Özet:
Bu yazı, Bediüzzaman Said Nursî’nin ezeliyet meselesi üzerinden yönelttiği derin sorulara dayanarak, Allah’ın ezelîliğini reddedip maddenin ezelîliğini kabul eden anlayışın çelişkili ve akıl dışı olduğunu göstermektedir. Zamanla kayıtlı, sürekli değişen ve iradesiz olan maddenin ezelî kabul edilmesi imkânsızdır. Oysa kâinatın her zerresi, kudret-i ezeliyeye teslim olmuştur. İbda ve icat gibi sıfatlar yalnızca Allah’a mahsustur. Bu nedenle gerçek ezeliyetin sahibi yalnızca Allah’tır; sebepler ve madde değil.

 




Bir Şeyi Yaratan, Her Şeyi Yaratandır

Bir Şeyi Yaratan, Her Şeyi Yaratandır

“Her şey her şeyle bağlıdır. Bir şey her şeysiz yapılmaz. Bir şeyi halkeden her şeyi halketmiştir. Öyle ise, bir şeyi yapan Vâhid-i Ehad, Ferd-i Samed olmak zarurîdir.
Şu ehl-i dalâletin gösterdikleri esbab-ı tabiiye, hem müteaddid, hem birbirinden haberi yok; hem kör, iki elinde iki kör olan tesadüf-ü a’mâ ve ittifakıyet-i avrânın eline vermiştir. 

قُلِ اللّٰهُ ثُمَّ ذَرْهُمْ فٖى خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ”
Âsâr-ı Bediiye

Evren öylesine muazzam, öylesine girift bir ağ ile örülmüştür ki; içinde tek bir zerre bile diğerinden bağımsız hareket etmez. Kainattaki bu kusursuz ahenk, düzen ve bütünlük, kendiliğinden olamayacak kadar mükemmeldir. Bediüzzaman Said Nursî’nin şu cümlesi, bu hakikati veciz şekilde ifade eder:

> “Her şey her şeyle bağlıdır. Bir şey her şeysiz yapılmaz. Bir şeyi halk eden her şeyi halk etmiştir.”

Bu cümle, yalnızca aklî bir çıkarım değil; aynı zamanda derin bir tevhid delilidir. Çünkü evrendeki her şey, hem kendi içinde hem de diğer varlıklarla bağlantılıdır. Bir yaprağın fotosentez yapabilmesi için sadece güneş değil; hava, su, toprak ve hatta atmosferin dengesi gerekir. O halde bir yaprağı yaratmak, sadece onu değil; bütün sistemi birden yaratmayı gerektirir.

Bu gerçek, evrende “tek bir yaratıcı” fikrini zarurî kılar. Çünkü bir şeyin yaratımı, doğrudan veya dolaylı olarak her şeyi ilgilendiriyorsa, onu yaratanın her şeye hükmeden bir Ferd-i Samed olması gerekir. Yani her şeyden müstağni, ama her şey kendisine muhtaç olan bir Zât…

Buna karşılık ehl-i dalâlet ne yapar? Varlığın mükemmel yaratılışını, kör sebeplere, şuursuz tabiata ve başıboş tesadüflere havale eder. Oysa bu mantık, bir ressamın fırçasız resim yaptığına, bir mimarın hiç taş koymadan saray inşa ettiğine inanmak kadar akıl dışıdır.

Bediüzzaman bu durumu şöyle tasvir eder:

> “Ehl-i dalâletin gösterdikleri esbab-ı tabiiye, hem müteaddid (çok sayıda), hem birbirinden habersiz; hem kör, iki elinde iki kör olan tesadüf-ü âmâ ve ittifakıyet-i avrânın eline vermiştir.”

Bu ne demektir? Sebepler çoktur ama şuursuzdur. Kördürler, yani neyi niçin yaptıklarını bilmezler. Birbirleriyle irtibatları yoktur. Böyle sebeplere, bilinçli bir eser atfetmek mantıken mümkün değildir.

Kur’ân bu tür inkârcı tavırları şu ayetle reddeder:
“قُلِ اللّٰهُ ثُمَّ ذَرْهُمْ فٖى خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ”
“De ki: Allah’tır (her şeyi yapan), sonra bırak onları, dalgınlıkları içinde oyalanıp dursunlar.” (En‘âm, 91)

Bu ayetle Rabbimiz, hakikatin Allah’tan başka bir açıklaması olmadığını bildirir. Gerçek Yaratan ancak Allah’tır. Onu inkâr edenler ise oyalanmakta, akıllarını kandırmakta ve hakikatin dışına düşmektedirler.

Bu noktada insanın görevi, her şeyde Allah’ın birliğini görmek, her yaratılışta bir kudret elini fark etmek ve her hikmette bir Rahmet-i İlahiye’yi sezebilmektir. Çünkü kainatta rastgele hiçbir şey yoktur. Bir sineğin kanadı dahi hesapsız yaratılmamıştır. Bu da gösterir ki bir atomu halk eden Zat, güneşi de, galaksileri de aynı kolaylıkla halk eder.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin “Her şey her şeyle bağlıdır. Bir şey her şeysiz yapılmaz.” hakikati üzerinden, kainattaki birlik ve bütünlük sisteminin yalnızca bir tek yaratıcı tarafından var edilebileceği isbat edilmiştir. Kör, şuursuz, birbirinden habersiz sebeplerin böyle hikmetli, düzenli ve maksatlı bir sistemi oluşturamayacağı vurgulanmış; Kur’an’ın “De ki: Allah’tır” emriyle bu hakikat pekiştirilmiştir. Tevhid inancı, yalnızca bir iman ilkesi değil; aynı zamanda aklî ve mantıkî bir zorunluluktur.

 




Bir Şeyi Yaratan, Her Şeyi Yaratandır

Bir Şeyi Yaratan, Her Şeyi Yaratandır

“Her şey her şeyle bağlıdır. Bir şey her şeysiz yapılmaz. Bir şeyi halkeden her şeyi halketmiştir. Öyle ise, bir şeyi yapan Vâhid-i Ehad, Ferd-i Samed olmak zarurîdir.
Şu ehl-i dalâletin gösterdikleri esbab-ı tabiiye, hem müteaddid, hem birbirinden haberi yok; hem kör, iki elinde iki kör olan tesadüf-ü a’mâ ve ittifakıyet-i avrânın eline vermiştir. 

قُلِ اللّٰهُ ثُمَّ ذَرْهُمْ فٖى خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ”
Âsâr-ı Bediiye

Evren öylesine muazzam, öylesine girift bir ağ ile örülmüştür ki; içinde tek bir zerre bile diğerinden bağımsız hareket etmez. Kainattaki bu kusursuz ahenk, düzen ve bütünlük, kendiliğinden olamayacak kadar mükemmeldir. Bediüzzaman Said Nursî’nin şu cümlesi, bu hakikati veciz şekilde ifade eder:

> “Her şey her şeyle bağlıdır. Bir şey her şeysiz yapılmaz. Bir şeyi halk eden her şeyi halk etmiştir.”

Bu cümle, yalnızca aklî bir çıkarım değil; aynı zamanda derin bir tevhid delilidir. Çünkü evrendeki her şey, hem kendi içinde hem de diğer varlıklarla bağlantılıdır. Bir yaprağın fotosentez yapabilmesi için sadece güneş değil; hava, su, toprak ve hatta atmosferin dengesi gerekir. O halde bir yaprağı yaratmak, sadece onu değil; bütün sistemi birden yaratmayı gerektirir.

Bu gerçek, evrende “tek bir yaratıcı” fikrini zarurî kılar. Çünkü bir şeyin yaratımı, doğrudan veya dolaylı olarak her şeyi ilgilendiriyorsa, onu yaratanın her şeye hükmeden bir Ferd-i Samed olması gerekir. Yani her şeyden müstağni, ama her şey kendisine muhtaç olan bir Zât…

Buna karşılık ehl-i dalâlet ne yapar? Varlığın mükemmel yaratılışını, kör sebeplere, şuursuz tabiata ve başıboş tesadüflere havale eder. Oysa bu mantık, bir ressamın fırçasız resim yaptığına, bir mimarın hiç taş koymadan saray inşa ettiğine inanmak kadar akıl dışıdır.

Bediüzzaman bu durumu şöyle tasvir eder:

> “Ehl-i dalâletin gösterdikleri esbab-ı tabiiye, hem müteaddid (çok sayıda), hem birbirinden habersiz; hem kör, iki elinde iki kör olan tesadüf-ü âmâ ve ittifakıyet-i avrânın eline vermiştir.”

Bu ne demektir? Sebepler çoktur ama şuursuzdur. Kördürler, yani neyi niçin yaptıklarını bilmezler. Birbirleriyle irtibatları yoktur. Böyle sebeplere, bilinçli bir eser atfetmek mantıken mümkün değildir.

Kur’ân bu tür inkârcı tavırları şu ayetle reddeder:
“قُلِ اللّٰهُ ثُمَّ ذَرْهُمْ فٖى خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ”
“De ki: Allah’tır (her şeyi yapan), sonra bırak onları, dalgınlıkları içinde oyalanıp dursunlar.” (En‘âm, 91)

Bu ayetle Rabbimiz, hakikatin Allah’tan başka bir açıklaması olmadığını bildirir. Gerçek Yaratan ancak Allah’tır. Onu inkâr edenler ise oyalanmakta, akıllarını kandırmakta ve hakikatin dışına düşmektedirler.

Bu noktada insanın görevi, her şeyde Allah’ın birliğini görmek, her yaratılışta bir kudret elini fark etmek ve her hikmette bir Rahmet-i İlahiye’yi sezebilmektir. Çünkü kainatta rastgele hiçbir şey yoktur. Bir sineğin kanadı dahi hesapsız yaratılmamıştır. Bu da gösterir ki bir atomu halk eden Zat, güneşi de, galaksileri de aynı kolaylıkla halk eder.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin “Her şey her şeyle bağlıdır. Bir şey her şeysiz yapılmaz.” hakikati üzerinden, kainattaki birlik ve bütünlük sisteminin yalnızca bir tek yaratıcı tarafından var edilebileceği isbat edilmiştir. Kör, şuursuz, birbirinden habersiz sebeplerin böyle hikmetli, düzenli ve maksatlı bir sistemi oluşturamayacağı vurgulanmış; Kur’an’ın “De ki: Allah’tır” emriyle bu hakikat pekiştirilmiştir. Tevhid inancı, yalnızca bir iman ilkesi değil; aynı zamanda aklî ve mantıkî bir zorunluluktur.

 




Kainatın Ayineleri ve İnsanın Sorumluluğu: Müddessir Suresi Işığında Bir Tefekkür

Kainatın Ayineleri ve İnsanın Sorumluluğu: Müddessir Suresi Işığında Bir Tefekkür

İnsanlık tarihi, varoluşun sırlarını çözme çabasıyla doludur. Semavi kitaplar ve hikmetli sözler, bu kadim arayışta bizlere yol gösteren işaretler olmuştur.
Müddessir Suresi’nin 42-47. ayetleri ve Risale-i Nur Külliyatı’ndan gelen derin tefekkürler, hayatın anlamı, insanın sorumluluğu ve ölüm ötesi yaşam gerçeği üzerine düşündürücü bir panorama sunar.

Cehennem Sualinin Dört Cevabı: İnsani Kusurların İfadesi
Müddessir Suresi’nde, cehenneme atılanlara yöneltilen “Sizi şu yakıcı ateşe sokan nedir?” sorusu ve gelen dört cevap, insanlığın evrensel zaaflarını ve ahirete yönelik sorumluluklarını çarpıcı bir şekilde gözler önüne serer.
İlk cevap: “Biz namaz kılanlardan değildik.” Namaz, yalnızca bedensel bir ibadet değil, aynı zamanda yaratıcıyla kurulan derin bir bağ, düzenli bir şükür ve kulluk bilincinin ifadesidir. Namazdan uzaklaşmak, kişinin ruhsal bağlarını koparması, kulluk şuurunu yitirmesi ve hayatın yüce gayesinden sapması anlamına gelir. Tarih boyunca nice medeniyetler, dini ve manevi değerlerden uzaklaştıkça çürümüş, toplumsal bağları zayıflamış ve nihayetinde yıkıma uğramıştır.

İkinci cevap: “Yoksulu doyurmuyorduk.” Bu cevap, sosyal adaletin ve dayanışmanın önemini ifade eder. Mal ve mülk sevgisi, insanı bencilliğe sürüklediğinde, toplumdaki uçurumlar derinleşir. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Medine’de kurduğu toplum modeli, zenginin malında fakirin hakkı olduğu ilkesi üzerine inşa edilmiş, açlığın ve yoksulluğun giderilmesi için infak ve zekât mekanizmaları tesis edilmiştir. Tarihte fakiri, yetimi ve yoksulu göz ardı eden nice kavimler, servet birikimlerinin getirdiği ahlaki çöküşle yüzleşmek zorunda kalmışlardır.

Üçüncü cevap: “(Günaha) dalanlarla birlikte biz de dalıyorduk.” Bu, çevrenin ve arkadaş ortamının insan üzerindeki etkisine dikkat çeker. Kötülüğe ve günaha meyletmek, bazen bireysel bir tercih olmanın ötesinde, içinde bulunulan toplumsal ortamın bir sonucudur. Toplumun genel ahlaki seviyesi düştüğünde, bireylerin de bu çürümeye ayak uydurması kolaylaşır. Tarihi olaylar, kötü arkadaşlıkların veya ahlaksız toplumsal akımların, bireyleri nasıl felakete sürüklediğine dair sayısız ibretlik örnekle doludur. Lût kavminin helakı, bu tür bir toplumsal yozlaşmanın neticesiydi.

Dördüncü cevap: “Ceza gününü de asılsız sayıyorduk.” Bu, inancın temeli olan ahiret inkarıdır. Ceza gününe inanmamak, insanı sınırsız bir hazcılığa ve sorumsuzluğa iter. Eğer bir hesap günü yoksa, yapılan iyiliklerin veya kötülüklerin bir karşılığı olmayacaksa, ahlaki değerlerin hiçbir anlamı kalmaz. Firavun’dan Nemrut’a, nice zorba hükümdar, ahireti inkar ederek zulüm ve isyan bataklığına saplanmış, ancak sonunda tarihin ibret sayfalarına kaydedilmişlerdir.
Ve son olarak: “Sonunda bize ölüm geldi çattı.” Bu hüzünlü ve çarpıcı ifade, tüm inkar ve gafletin nihai sonunu işaret eder. Ölüm, hiç şüphesiz varlığımızın en kesin gerçeğidir. Ne mal ne mevki ne de dünyevi zevkler, ölümün pençesinden kurtarabilir. O an geldiğinde, dünyada biriktirilenler değil, ahirete hazırlık için yapılanlar önem kazanır.

Kainatın Sanatında Yaratıcının İmzası: Böceklerden Kelebeklere Hikmetler

Risale-i Nur Külliyatı, kainatı bir “kitab-ı kebir” olarak okuma ve her zerresinde yaratıcının varlığını, kudretini ve sanatını görme üzerine kurulu bir tefekkür metodolojisi sunar. Görsellerde yer alan yaldızlı ve yıldızlı böceklerin, kelebeklerin muazzam güzellikleri ve kompleks yapıları, bu ilahi sanatın çarpıcı örnekleridir.
Bir böceğin kanadındaki desenler, bir kelebeğin metamorfozu, her bir canlının yaratılışındaki ince detaylar, tesadüfü reddeden bir intizamı ve ilahi bir iradeyi haykırır. “Öyle mu’cizane bir maharet ve dikkat ve harika bir sanat, bir ittikân…” ifadeleri, bu mükemmelliğin ancak nihayetsiz bir ilim ve kudret sahibi tarafından yaratılabileceğini anlatır. Çeşit çeşit şekiller, makineler, sistemler; hepsi bir Alîm-i Zülcelâl’in (Kudret ve Celal Sahibi Olan Her şeyi Bilen) varlığına şehadet eder.
Bu göz alıcı güzellikler, değişen ve tazelenen kainat, adeta bir ayna gibi, o güzelin Cemalini (Güzelliğini) tasvir ve tarif eder. Yani her şey, bir Yaratıcının varlığını, bir Yaratıcının güzelliğini ilan eder. Bu güzellikler, insanı sadece hayranlığa değil, aynı zamanda düşünmeye ve ibret almaya sevk etmelidir.

Tarihi ve İbretli Bir Perspektif
Tarih, bu iki perspektifi bir araya getirerek bize önemli dersler sunar. Geçmiş medeniyetler, bazen bilimde ve sanatta zirveye ulaşmış olsalar da, eğer manevi ve ahlaki değerlerden uzaklaşmışlarsa, içten içe çürümeye mahkum olmuşlardır. Roma İmparatorluğu’nun çöküşünde, ahlaki yozlaşma ve sosyal adaletsizlik önemli rol oynamıştır. Öte yandan, Endülüs İslam Medeniyeti gibi dönemlerde, ilim ve sanatın manevi değerlerle birleştiği, kainattaki hikmetlerin okunduğu ve insanın sorumluluk bilinciyle hareket ettiği bir yükseliş gözlemlenmiştir.

Sonuç: Sorumluluk ve Tefekkürün Kesişimi
Müddessir Suresi’nin ayetleri, insanın ölüm sonrası karşılaşacağı acı gerçekleri ve bu acıya neden olan temel ihmalleri dile getirirken; Risale-i Nur’dan gelen tefekkürler, bu kainatın sadece bir tesadüfler zinciri olmadığını, aksine her zerresinde bir Yaratıcının sanatının ve hikmetinin izlerini taşıdığını gösterir.
Bu iki bakış açısı birleştiğinde, insanlığa düşen görev daha net anlaşılır: Hayatı bir gaflet içinde geçirmemek, yaratılış gayesinin bilincinde olmak, sosyal sorumlulukları yerine getirmek, kötü alışkanlıklardan uzak durmak, ahiret inancını diri tutmak ve en önemlisi, kainat kitabını dikkatle okuyarak Yaratıcının varlığını ve sıfatlarını tefekkür etmek. Zira ölüm geldiğinde, tüm bu ibretlerin ve güzelliklerin farkında olmak veya olmamak arasındaki fark, ebedi hayatı şekillendirecektir.

Makale Özeti
Bu makale, Müddessir Suresi’nin 42-47. ayetleri ile Risale-i Nur Külliyatı’ndan alınan tefekkürleri birleştirerek, insanın varoluşsal sorumlulukları ve kainatın yaratılışındaki ilahi sanat üzerine derinlemesine bir bakış sunmaktadır. Makale, cehenneme gidenlere yöneltilen “Sizi ateşe sokan nedir?” sorusunun dört cevabını (namaz kılmamak, yoksulu doyurmamak, günaha dalanlarla olmak, ahireti inkar etmek) analiz ederek, bireysel ve toplumsal ahlaki zaaflara dikkat çeker. Bu zaafların tarihsel örneklerle pekiştirildiği makalede, ölümün kaçınılmazlığı anlatılır. Ardından, Risale-i Nur’un perspektifiyle, böceklerin ve kelebeklerin muazzam yaratılışlarındaki ince detayların, tesadüf eseri olmayıp, yüce bir Yaratıcının ilim ve kudretinin delilleri olduğu ifade edilir. Kainattaki güzelliklerin, Yaratıcının Cemalini yansıtan birer ayna olduğu tefekkürü sunulur. Sonuç olarak, makale, tarihi ibretler ve edebi bir dille, insanı gafletten uyanmaya, yaratılış gayesini anlamaya, sosyal sorumluluklarını yerine getirmeye ve kainatı bir ibret nazarıyla okuyarak Yaratıcı ile bağ kurmaya davet etmektedir.

 




Kâinat Kitabı ve Sessiz Ayetlerin Dili

Kâinat Kitabı ve Sessiz Ayetlerin Dili

“Kâinat kitabıdır. Evet şu kitabın bütün hurufu ve bütün noktaları, ifrâden ve terekküben Zât-ı Zülcelal’in vücûd ve vahdetini, elsine-i mahsusaları kıraat ile; 

وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا  يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

yi tilavet ediyorlar. Cemi-i zerrat-ı kâinat birer birer zât ve sıfat vesair vücuh ile, hadsiz imkânat mabeyninde mütereddid iken; birdenbire bir ciheti takib, muayyen bir sıfatla ittisaf, mahsus bir keyfiyetle tekeyyüf ederek hayretbahşâ hikemi intac ettiğinden; Sâniin vücûb-u vücûduna şehâdetle avâlim-i gaybiyenin enmuzeci olan latife-i Rabbâniye içinde ilân-ı Sâni’ eden misbah-ı imanı ışıklandırıyorlar.”
Âsâr-ı Bediiye

Kâinat… Gözümüzü açtığımız andan itibaren içine doğduğumuz bu muazzam düzen, sadece maddî bir âlem değil; aynı zamanda bir kelâm-ı İlâhîdir. Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle, “Kâinat bir kitaptır.” Bu kitap, sıradan bir eser değil; müellifi Zât-ı Zülcelâl olan bir mânâlar mecmuasıdır. Her harfi, her noktası, her zerresi, Allah’ın varlığını, birliğini ve sonsuz hikmetini dillendiren sessiz ayetlerdir.

Kur’ân’da buyurulduğu gibi:
“وَإِنْ مِنْ شَيْءٍ إِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ”
(Hiçbir şey yoktur ki, O’nu hamd ile tesbih etmesin.)
Bu ayet, kâinattaki her şeyin birer dil olduğunu, her bir varlığın kendi lisanıyla Allah’ı tesbih ettiğini ifade eder. Görünen o ki, biz çoğu zaman bu dili anlayamıyoruz, fakat onların konuşması hiç durmuyor.

Bediüzzaman bu hakikati daha da derinleştirerek, her bir zerreye dikkat çeker. Kâinattaki tüm zerreler, sayısız ihtimal arasında bir yolu seçmekte; gelişigüzel değil, belirli bir irade ve ilim dairesinde hareket etmektedir. Bir hücre bölünürken, bir yaprak şekillenirken, bir arı petek örerken, hepsi sonsuz yollar arasında tek bir yolu seçmekte ve hayranlık uyandıran neticeler doğurmaktadır. İşte bu şaşmaz tercihler zinciri, kör tesadüfün değil; sonsuz kudret ve hikmet sahibinin vücub-u vücûduna, yani zorunlu varlığına işaret eder.

Her parça, kendi başına ne bir ilim sahibidir ne de irade… Ancak hepsi birden ilâhî bir plânın parçaları olarak iş görür. Bu da gösteriyor ki, varlıkların her biri bir ayet, her bir oluş bir ilâhî fiil, her netice bir hikmet meyvesidir.

İşte burada insanın kalbinde yanan “misbah-ı iman”, yani iman kandili devreye girer. Kâinata bakan, ama yalnızca gözle değil, kalp ve akılla bakan bir insan, bu eşsiz düzende boşluk, anlamsızlık veya başıboşluk göremez. O, her şeyin arkasında bir irade, bir kudret, bir rahmet ve bir sanat görür. Bu da onu, kâinat kitabını okuyan bir mü’min kâra dönüştürür. O zaman kâinat, bir laboratuvar değil, bir mescid olur. Dağlar birer minare, yıldızlar birer kandil, çiçekler birer dua gibi görünmeye başlar.

Ne zaman ki insan bu dili unutur, bu kitabı kapatır, işte o zaman hayret yerini gaflete, marifet yerini inkâra, muhabbet yerini boşluğa bırakır. Oysa kâinat her zaman okumaya hazır bir Kur’an-ı Kebirdir; yeter ki göz değil, gönül gözü açılsın.

Özet:
Bu yazı, Bediüzzaman Said Nursî’nin “Kâinat bir kitaptır” ifadesi üzerinden kâinatın ilâhî bir metin gibi okunabileceği fikrini işler. Varlıkların gelişigüzel değil, hikmetle yaratıldığını; her bir zerrenin Allah’ın varlığına ve birliğine şahitlik ettiğini anlatır. Bu hikmetli bakış açısıyla, kainatın yalnızca fizikî bir âlem değil, aynı zamanda tevhid hakikatini anlatan sessiz bir ayetler mecmuası olduğu ifade edilir. İmanla bakıldığında, her şeyin bir tesbih, her oluşun bir şehadet olduğu anlaşılır.

 




Vicdan: Gayb ile Şehadet Arasında Bir Köprü

Vicdan: Gayb ile Şehadet Arasında Bir Köprü

“Âlem-i gayb ve şehâdetin nokta-i iltisakı ve berzahı ve iki âlemden birbirine gelen seyyârâtın mültekası, vicdan denilen fıtrat-ı zîşuurdur. Evet, fıtrat ve vicdan akla bir penceredir; tevhidin şuâ’ını neşrederler.”
Âsâr-ı Bediiye

İnsanın iç dünyası, çoğu zaman dış dünyanın sırlarına açılan bir kapı gibidir. Görünen âlemle görünmeyen âlem arasında bir pencere, bir kavşak noktası vardır ki, işte orası vicdandır. Bediüzzaman Said Nursî’nin veciz ifadesiyle:

> “Âlem-i gayb ve şehâdetin nokta-i iltisakı ve berzahı ve iki âlemden birbirine gelen seyyârâtın mültekası, vicdan denilen fıtrat-ı zîşuurdur.”

Bu ifadede, insanın yalnızca etten kemikten bir varlık olmadığı; ruh, kalp, akıl ve en mühimi vicdan gibi manevi cihazlarla donatıldığı derin bir hakikat olarak karşımıza çıkar. Vicdan, yalnızca bir ahlâk terazisi değil; aynı zamanda gayb âlemine uzanan bir duyu organı gibidir. O, yalnızca günahı sezmekte değil; aynı zamanda Hakk’ı hissetmekte, Allah’ı bulmakta ve tevhidi duymakta da etkin bir mihenk taşıdır.

Bediüzzaman, vicdanı “fıtrat-ı zîşuur” yani şuurlu bir yaratılış olarak tanımlar. Çünkü o, yalnızca hisseden değil; idrak eden, yön tayin eden bir pusula gibidir. İşte bu yüzden vicdan, akla açılan bir penceredir. Akıl tefekkürle yol alırken, vicdan ise tefekkürün rotasını tayin eden bir iç sestir.

Vicdan, âlem-i gaybdan gelen hakikatlerin ilk karşılandığı yer, yani bir ilham limanı gibidir. Aynı zamanda âlem-i şehadette yaşanan tecrübelerin derinliğe indirildiği ve hazmedildiği bir berzahtır. İnsan, vicdanıyla yalnız kalabildiği oranda hakikate yaklaşır. Zira vicdanın sesi, nefsin bağırışlarından, dünyanın gürültüsünden ve şeytanın vesveselerinden sıyrılmış sessiz bir hikmettir.

Ne gariptir ki, çağımızda insanın en çok susturmaya çalıştığı şey de yine vicdandır. Modernizm, insanı dışa yönlendirirken, iç sesi olan vicdanı bastırmaya çalışır. Eğlence, haz, hız ve tüketim üzerinden kurulu hayatlar, vicdanın fısıltısını duymaktan kaçar. Fakat her insan, en yalnız anında, en karanlık gecede, en beklenmedik anda vicdanının tok sesiyle baş başa kalır. İşte o an, ya bir uyanıştır ya da bir pişmanlık…

Bediüzzaman’ın “tevhidin şuâ’ını neşrederler” sözü ise vicdanın yalnızca ahlâkî değil, aynı zamanda itikadî bir merkez olduğunu da gösterir. Vicdan, Allah’a giden yolların en kısasıdır. Dışarıdan gelen delillerden evvel, içeride parlayan bir nurdur o. Bu nedenle her insan, vicdanını susturmadığı müddetçe, en büyük hakikati inkâr edemez: Allah’ın varlığı ve birliği.

Bediüzzaman’ın bu yaklaşımı bize şunu öğretiyor:
İman, yalnızca aklî bir faaliyet değildir; aynı zamanda vicdanî bir şahitliktir. Akıl delil arar, vicdan ise huzur. Akıl isbatla yetinir, vicdan ise teslimiyetle doyar. Vicdan, bir anlamda fıtratın secde eden dilidir.

Özet:
Bu yazı, Bediüzzaman Said Nursî’nin “vicdan” kavramı üzerine yaptığı derin bir tesbitten hareketle kaleme alınmıştır. Vicdanın, görünmeyen (gayb) ve görünen (şehadet) âlemler arasında bir köprü olduğu; hem akla açılan bir pencere hem de tevhidi hisseden bir merkez olduğu anlatılmıştır. Vicdan, yalnızca ahlâkın değil, imanın da asli bir parçasıdır. Çağımızın gürültüsü içinde susturulan vicdanın, aslında insanı Allah’a götüren en kısa ve en içten yol olduğu ifade edilmiştir.

 




Zamanın Tamircisi: Bediüzzaman Said Nursî ve Medeniyetin Kırılma Noktası

Zamanın Tamircisi: Bediüzzaman Said Nursî ve Medeniyetin Kırılma Noktası

“Şark vilayetlerindeki gayr-ı muntazam olan içtimaî ahvali tanzim etme niyet ve maksadıyla 1907 sonlarında geldiği İstanbul’da, Osmanlı Devletinin mütezelzil vaziyetini müşahede ettikten sonra, onun bekası için siyasetle alâkadar olmaya başlayan Bediüzzaman Hazretleri, o tarihten itibaren başlayan ve ard-arda vukua gelen büyük inkılâblar, umumî harbler, muahedeler, çöküşler ve yıkılışlar devrinin tamircisi ve yol göstericisi olan en mümtaz şahsiyetidir. Yüzyılda, belki binyılda bir meydana gelen bu büyük inkılâp ve hadiselere dair fikirlerini her vesileyle beyan etmiş ve farklı milletleri bünyesinde barındıran Osmanlı Devletine ilmî ve manevî reçeteler sunmuş, çıkış yolları göstermiş bir nurlu rehberdir.”
Âsâr-ı Bediiye

Tarih, yalnızca olayların kronolojisi değil; aynı zamanda şahsiyetlerin, fikirlerin ve hikmetin damgasını vurduğu bir sahnedir. Her dönemin karanlığında, o karanlığı yaran bir ışık zuhur eder. İşte Bediüzzaman Said Nursî, Osmanlı’nın çözülme sürecine girdiği, ümmetin dağılma tehlikesiyle yüzleştiği ve medeniyetin değer ekseninde kaymaya başladığı o kırılma çağında, bir tamirci olarak sahneye çıkmıştır.

1907 yılında, Şark vilayetlerinin dağınık, gayr-ı muntazam ve sahipsiz sosyal yapısını görüp İstanbul’a gelen Bediüzzaman Hazretleri, burada yalnızca mahallî bir ıslah değil, bütün bir ümmetin mukadderatına müdahil olacak çapta bir vazife hissine bürünür. İstanbul’un siyasi çalkantıları, Osmanlı’nın yıkılışa giden adımları ve Batı’dan gelen ideolojik fırtınalar karşısında, onun tercihi silah, isyan veya menfaat değil; ilim, fikir ve hikmettir.

O, siyasetle ilgilenmiş ama asla bir politikacı olmamıştır. Çünkü onun siyaset anlayışı, milletin selameti ve ümmetin bekasıyla sınırlıdır. Kendisinin de ifadesiyle, “Siyaseti dine âlet etmek değil; dini siyasete feda etmemek” temel şiarıdır. Bu yönüyle o, içtimâî tamiratı, ahlâkî restorasyonu ve ilmî direnişi esas alan bir manevî mütefekkirdir.

Bediüzzaman Hazretleri’nin çağını farklı kılan en önemli unsur, bir değil birçok büyük hadisenin aynı zaman diliminde zuhur etmesidir. Bir imparatorluk yıkılıyor, ümmet paramparça oluyor, hilâfet kaldırılıyor, din hayattan kovuluyor ve manevî direkler birer birer yıkılıyordu. Bu hengâmede o, sadece şikayet eden biri değil; çözüm üreten bir rehber olmuştur. Medreseleri yeniden kurmaya çalışmış, İttihad-ı İslâm fikrini savunmuş, Türk-Kürt-Arap kardeşliğine işaret etmiş, şeriatın doğru anlaşılmasını temin etmeye çalışmıştır.

Onun en önemli hizmeti, harplerle parçalanan fiziki coğrafyaların ötesinde, zihnî ve kalbî coğrafyaların tamiratıdır. Zihinler Batı’ya meyledip dinin ruhunu unuturken, o “iman kurtarmak” gibi görünmeyen ama aslında en temel meseleye yönelmiştir. Çünkü ona göre iman sağlam olmadan hiçbir inşa ayakta duramaz.

Bediüzzaman’ın öngörüleri, sadece kendi zamanına dair değildir. O, yüz yıl ötesini görebilen bir müstakbel okuyucusudur. Nitekim “Benimle değil, eserlerimle meşgul olunuz” derken, onun Risale-i Nur Külliyatı’nı bir çağ rehberi olarak bıraktığını da ilan etmiştir. Bu eserler, bir milletin değil, bütün insanlığın karanlıkta yönünü bulacağı birer hikmet pusulasıdır.

İşte bu yönüyle Bediüzzaman, yalnızca Osmanlı’nın son devrine değil, modern çağın bütün krizlerine dair manevî reçeteler sunmuş bir nurlu tamircidir. Her şeyin yıkıldığı bir dönemde o, inşa edenlerden olmayı tercih etmiş; hamaset değil, hikmet konuşmuş; yıkımı değil, ihyayı hedeflemiştir.

Özet:
Bu yazıda Bediüzzaman Said Nursî’nin, Osmanlı’nın çöküş sürecinden modern zamanlara kadar uzanan kritik tarihsel dönemlerde üstlendiği ıslah ve tamirat misyonu ele alınmıştır. 1907’deki İstanbul’a gelişiyle başlayan ilmî ve manevî mücadelesi, onun yalnızca bir fikir adamı değil, aynı zamanda bir çağ tamircisi olduğunu göstermektedir. Risale-i Nur Külliyatı vasıtasıyla sunduğu reçeteler, yalnızca geçmişi değil geleceği de aydınlatacak hikmetli bir yol haritası niteliğindedir.

 




Zamanın Tamircisi: Bediüzzaman Said Nursî ve Medeniyetin Kırılma Noktası

Zamanın Tamircisi: Bediüzzaman Said Nursî ve Medeniyetin Kırılma Noktası”

“Şark vilayetlerindeki gayr-ı muntazam olan içtimaî ahvali tanzim etme niyet ve maksadıyla 1907 sonlarında geldiği İstanbul’da, Osmanlı Devletinin mütezelzil vaziyetini müşahede ettikten sonra, onun bekası için siyasetle alâkadar olmaya başlayan Bediüzzaman Hazretleri, o tarihten itibaren başlayan ve ard-arda vukua gelen büyük inkılâblar, umumî harbler, muahedeler, çöküşler ve yıkılışlar devrinin tamircisi ve yol göstericisi olan en mümtaz şahsiyetidir. Yüzyılda, belki binyılda bir meydana gelen bu büyük inkılâp ve hadiselere dair fikirlerini her vesileyle beyan etmiş ve farklı milletleri bünyesinde barındıran Osmanlı Devletine ilmî ve manevî reçeteler sunmuş, çıkış yolları göstermiş bir nurlu rehberdir.”
Âsâr-ı Bediiye

Tarih, yalnızca olayların kronolojisi değil; aynı zamanda şahsiyetlerin, fikirlerin ve hikmetin damgasını vurduğu bir sahnedir. Her dönemin karanlığında, o karanlığı yaran bir ışık zuhur eder. İşte Bediüzzaman Said Nursî, Osmanlı’nın çözülme sürecine girdiği, ümmetin dağılma tehlikesiyle yüzleştiği ve medeniyetin değer ekseninde kaymaya başladığı o kırılma çağında, bir tamirci olarak sahneye çıkmıştır.

1907 yılında, Şark vilayetlerinin dağınık, gayr-ı muntazam ve sahipsiz sosyal yapısını görüp İstanbul’a gelen Bediüzzaman Hazretleri, burada yalnızca mahallî bir ıslah değil, bütün bir ümmetin mukadderatına müdahil olacak çapta bir vazife hissine bürünür. İstanbul’un siyasi çalkantıları, Osmanlı’nın yıkılışa giden adımları ve Batı’dan gelen ideolojik fırtınalar karşısında, onun tercihi silah, isyan veya menfaat değil; ilim, fikir ve hikmettir.

O, siyasetle ilgilenmiş ama asla bir politikacı olmamıştır. Çünkü onun siyaset anlayışı, milletin selameti ve ümmetin bekasıyla sınırlıdır. Kendisinin de ifadesiyle, “Siyaseti dine âlet etmek değil; dini siyasete feda etmemek” temel şiarıdır. Bu yönüyle o, içtimâî tamiratı, ahlâkî restorasyonu ve ilmî direnişi esas alan bir manevî mütefekkirdir.

Bediüzzaman Hazretleri’nin çağını farklı kılan en önemli unsur, bir değil birçok büyük hadisenin aynı zaman diliminde zuhur etmesidir. Bir imparatorluk yıkılıyor, ümmet paramparça oluyor, hilâfet kaldırılıyor, din hayattan kovuluyor ve manevî direkler birer birer yıkılıyordu. Bu hengâmede o, sadece şikayet eden biri değil; çözüm üreten bir rehber olmuştur. Medreseleri yeniden kurmaya çalışmış, İttihad-ı İslâm fikrini savunmuş, Türk-Kürt-Arap kardeşliğine işaret etmiş, şeriatın doğru anlaşılmasını temin etmeye çalışmıştır.

Onun en önemli hizmeti, harplerle parçalanan fiziki coğrafyaların ötesinde, zihnî ve kalbî coğrafyaların tamiratıdır. Zihinler Batı’ya meyledip dinin ruhunu unuturken, o “iman kurtarmak” gibi görünmeyen ama aslında en temel meseleye yönelmiştir. Çünkü ona göre iman sağlam olmadan hiçbir inşa ayakta duramaz.

Bediüzzaman’ın öngörüleri, sadece kendi zamanına dair değildir. O, yüz yıl ötesini görebilen bir müstakbel okuyucusudur. Nitekim “Benimle değil, eserlerimle meşgul olunuz” derken, onun Risale-i Nur Külliyatı’nı bir çağ rehberi olarak bıraktığını da ilan etmiştir. Bu eserler, bir milletin değil, bütün insanlığın karanlıkta yönünü bulacağı birer hikmet pusulasıdır.

İşte bu yönüyle Bediüzzaman, yalnızca Osmanlı’nın son devrine değil, modern çağın bütün krizlerine dair manevî reçeteler sunmuş bir nurlu tamircidir. Her şeyin yıkıldığı bir dönemde o, inşa edenlerden olmayı tercih etmiş; hamaset değil, hikmet konuşmuş; yıkımı değil, ihyayı hedeflemiştir.

Özet:
Bu yazıda Bediüzzaman Said Nursî’nin, Osmanlı’nın çöküş sürecinden modern zamanlara kadar uzanan kritik tarihsel dönemlerde üstlendiği ıslah ve tamirat misyonu ele alınmıştır. 1907’deki İstanbul’a gelişiyle başlayan ilmî ve manevî mücadelesi, onun yalnızca bir fikir adamı değil, aynı zamanda bir çağ tamircisi olduğunu göstermektedir. Risale-i Nur Külliyatı vasıtasıyla sunduğu reçeteler, yalnızca geçmişi değil geleceği de aydınlatacak hikmetli bir yol haritası niteliğindedir.

 




Siyasetin Zehri, Kalbin Huzuru ve Ruhun Sığınağı

Siyasetin Zehri, Kalbin Huzuru ve Ruhun Sığınağı

“Evet bu zamandaki siyaset, kalpleri ifsad edip asabî ruhları azap içinde bırakır. Selâmet-i kalp ve istirahat-i ruh isteyen adam, siyaseti bırakmalı. Evet, şimdi küre-i arzda herkes ya kalben ya ruhen ya aklen ya bedenen gelen musibetten hissedarlıktan azap çekiyor, perişandır.”
Sikke-i Tasdiki Gaybî

Zamanın siyaseti ile kalplerin ve ruhların ifsadı.

Zamanın çehresi değiştikçe, insanın sığınağı da değişmek zorunda kalır. Eskiden siyaset bir hizmet vesilesi, adaletin temsilcisi, halkın sesi olarak görülebilirdi. Fakat zaman öyle bir hâl aldı ki; siyaset artık kalpleri karartan, ruhları yoran ve zihinleri kirleten bir bataklığa dönüştü.

Bediüzzaman Said Nursî’nin şu sözleri, zamanın ruhunu adeta özetlemektedir:

> “Evet bu zamandaki siyaset, kalpleri ifsad edip asabî ruhları azap içinde bırakır. Selâmet-i kalp ve istirahat-i ruh isteyen adam, siyaseti bırakmalı.”

Bu söz, bir kaçış değil, bir kurtuluş reçetesidir.

  1. Kalpleri İfsad Eden Siyaset: Hakkı Değil Taraftarlığı Kutsayan Düzen

Zamanımızda siyaset, çoğu zaman hak ile bâtılı ayırmak için değil; taraf olmak, kavga etmek ve menfaat devşirmek için yapılıyor. Haklıyı değil, kendi yandaşını desteklemek; adaleti değil, kendi cephesini savunmak esas alınıyor.

Bu hâl ise insanın vicdanını dumura uğratıyor. Tarafgirlik körlüğü, kalbi ifsad ediyor. Hakkı kabul etmeyi değil; karşıyı susturmayı öğretiyor. Böylece siyaset, bir fikir mücadelesi olmaktan çıkıp, bir benlik savaşına dönüşüyor.

  1. Asabî Ruhlar, Perişan Kalpler

Siyasetle meşgul olanların çoğunda ortak bir ruh hâli vardır:

Sürekli gerginlik,

Sürekli öfke,

Herkesten şüphe,

Her olaydan korku,

Ve neticede ruhî yorgunluk…

Bediüzzaman Hazretleri işte bu hâle dikkat çeker:

> “Asabî ruhları azap içinde bırakır.”

Siyasî mücadelelerin içinde uzun süre kalan insanlar, zamanla yumuşaklığını, sabrını, insafını, hatta merhametini kaybeder. Her şeyi bir cephe savaşı gibi görmeye başlar. Kalbi kararır, ruhu daralır, huzuru kaçar.

  1. Musibetten Herkes Hissedardır

Bediüzzaman şöyle der:

> “Evet, şimdi küre-i arzda herkes ya kalben ya ruhen ya aklen ya bedenen gelen musibetten hissedarlıktan azap çekiyor, perişandır.”

Bu söz, çağımızın global krizlerini anlatır:

Kimisi açlıkla,

Kimisi savaşla,

Kimisi fikir karmaşasıyla,

Kimisi sosyal depresyonla boğuşmaktadır.

Zihinler bilgiyle değil; bilgi kirliliğiyle dolmuştur. Kalpler merhametle değil; tarafgir kinle sertleşmiştir. Ruhlar tefekkürle değil; televizyon ve sosyal medya çığırtkanlığıyla yorulmuştur. Bu hâl, bir ümmetin değil; bir insanlığın küresel perişanlığıdır.

  1. Çözüm: Kalbî Selâmet, Ruhî İstirahat

İşte böyle bir ortamda hakiki huzur, siyasetten değil; iman, ibadet, tefekkür, dua, marifetullah gibi kalp ve ruhun asli gıdalarından gelir.

Siyasetle uğraşmak değil; insanları hakka davet etmek, iyiliği yaymak, kalplere Allah sevgisi ekmek, ruhlara ahiret endişesi koymak gerekir. Çünkü:

Siyaset geçicidir, hakikat kalıcıdır.

İktidar değişir, iman bâkîdir.

Dünya biter, ama kalpte ekilen tohumlar ebediyete açılır.

Özet:

Bu makalede, siyasetin kalpleri ifsad eden, ruhları yoran etkisi ele alındı. Bediüzzaman’ın “Siyaset asabî ruhları azap içinde bırakır” sözü çerçevesinde, çağımızın ruhî hastalıklarına dikkat çekildi. Siyasî tarafgirlik, insanları kin ve körlük içinde bırakırken; iman, dua, tefekkür ve marifet gibi değerler kalbin selâmetini ve ruhun istirahatini sağlar. Gerçek kurtuluş, fânî çekişmelerde değil; ebedî hakikatlerde saklıdır.

 




İmanın Mertebeleri: Çekirdekten Ağaca, Gölgeden Güneşe

İmanın Mertebeleri: Çekirdekten Ağaca, Gölgeden Güneşe

“İman, yalnız icmalî ve taklidî bir tasdike münhasır değil. Bir çekirdekten tâ büyük hurma ağacına kadar ve eldeki âyinede görünen misalî güneşten tâ deniz yüzündeki aksine tâ güneşe kadar mertebeleri ve inkişafları olduğu gibi; imanın o derece kesretli hakikatleri var ki bin bir esma-i İlahiye ve sair erkân-ı imaniyenin kâinat hakikatleriyle alâkadar çok hakikatleri var ki: “Bütün ilimlerin ve marifetlerin ve kemalât-ı insaniyenin en büyüğü imandır ve iman-ı tahkikîden gelen tafsilli ve bürhanlı marifet-i kudsiyedir.” diye ehl-i hakikat ittifak etmişler. ”
Sikke-i Tasdiki Gaybî

Sikke-i Tasdik-i Gaybî’de yer alan “imanın dereceleri” ve “tahkikî imanla gelen marifet-i kudsiyenin üstünlüğü” konusunu esas alan hikmetli, ibretli, mantıklı ve düşündürücü bir makale yer almaktadır.

İman, sadece kuru bir tasdik, sadece dil ile “inandım” demek değildir. O, canlıdır. Gelişir, serpilir, derinleşir. Bir çekirdeğin, toprağa düşüp bir hurma ağacı olmasına benzer. Bazen bir ayinedeki yansıma gibidir; yüzeyde görünür ama derinliği yoktur. Bazen de denizin yüzeyinden geçip gerçek güneşe ulaşan bir nur gibi, hakiki kaynağa bağlanır.

Bediüzzaman Said Nursî, bu derin hakikati şöyle ifade eder:

> “İman, yalnız icmalî ve taklidî bir tasdike münhasır değil… Bir çekirdekten tâ büyük hurma ağacına kadar ve eldeki âyinede görünen misalî güneşten tâ deniz yüzündeki aksine tâ güneşe kadar mertebeleri ve inkişafları vardır.”

Bu ifade bize şunu söyler: İman statik değil, dinamik bir süreçtir. Her Müslüman imanla başlar ama herkesin imanı aynı seviyede değildir. Kimi, sadece annesinden babasından duyduğu kadarıyla inanır. Kimi ise o imanı araştırır, delillere yaslar, akıl ve kalbiyle sindirir. İşte tahkikî iman, bu gelişmenin adıdır.

  1. Taklidî İman: Emanet Üzerine Kurulu İnanç

Taklidî iman, başkasından görüp inanmak demektir. Çoğu insan bu imanla hayatına başlar. Bu kötü değildir, fakat kırılgandır. Sorgulamalar karşısında sarsılabilir. Dinsizlik propagandaları, modern şüphecilik ve materyalist yaklaşımlar bu tür imanı kolayca zedeler. Çünkü kendi malı değildir; emanettir.

  1. Tahkikî İman: Delille Derinleşmiş, Kalpte Kök Salmış İnanç

Tahkikî iman ise delillere, akla, kalbe ve tefekküre dayanan bir inançtır. Sadece “Allah vardır” demekle kalmaz; neden vardır, nasıl vardır, varlığı her şeyi nasıl kuşatır gibi soruların cevaplarıyla desteklenir.

Bu iman kalpte kök saldığı gibi, insanın ruhuna, sırlarına, latifelerine de sirayet eder. Bediüzzaman’ın ifadesiyle bu iman:

> “Bütün ilimlerin ve marifetlerin ve kemalât-ı insaniyenin en büyüğüdür.”

Çünkü gerçek anlamda tahkikî iman sahibi olan bir kişi, kâinata başka bakar. Her şeyde Allah’ın isimlerini, sanatını, iradesini, hikmetini, adaletini ve rahmetini görür. Bu kişi için iman, sadece ahiret bileti değil; hayatın merkezidir, kainatın anlamıdır.

  1. Marifet-i Kudsiyeye Giden Yol: İlimle Yoğrulmuş Bir Kalp

Tahkikî iman, sahibini marifetullaha ulaştırır. Allah’ı sadece “var” bilmek değil; tanımak, sevmek, O’na yönelmek demektir. Bu ise ancak tefekkürle, ilimle, kalp ile mümkündür.

Bir insan fen bilimlerinde ilerleyebilir, teknik bilgiye sahip olabilir. Fakat Allah’ı tanımamışsa, ilmi kuru ve yetersiz kalır. Çünkü bütün hakikatlerin ve ilimlerin zirvesi, Allah’ı tanımaktır.

İmanın Mertebeleri: Gölgeden Güneşe

İlmel-yakîn: Bilgiyle imandır. Uzakta dumanı görüp ateşi var kabul etmektir.

Aynel-yakîn: Gözle görmeye benzer. Ateşi doğrudan gözle görmektir.

Hakkal-yakîn: Ateşe elini sokup sıcaklığını hissetmektir. Yani doğrudan yaşamaktır.

Tahkikî iman, kişiyi hakkal-yakîne götürür. Artık o iman, ne teori ne fikir ne de bir gelenek olur. Hakikatin ta kendisi hâline gelir.

Özet:

Bu makalede, imanın çekirdekten ağaca, yansıdan güneşe uzanan çok katmanlı yapısı ele alındı. Taklidî imanla başlayan süreç, tahkikî imanla derinleşir ve sahibini marifetullah denizine taşır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle bütün ilimlerin ve insanî kemâlatın zirvesi iman-ı tahkikîden gelen marifet-i kudsiyedir. Bu nedenle imanı yalnızca kalıplaşmış bir inanç değil, sürekli gelişen bir hakikat olarak görmek ve beslemek gerekir.

 




Şahıslar Değil, Şahsiyetler

Şahıslar Değil, Şahsiyetler

“Bu zaman, şahs-ı manevî zamanı olduğu için böyle büyük ve bâki hakikatler, fâni ve âciz ve sukut edebilir şahsiyetlere bina edilmez! ”
Sikke-i Tasdiki Gaybî

Zamanın Ruhunu Okumak ve Hakikati Korumak

Zaman değiştikçe tebliğ usulleri de değişir. Eskiden bir âlim, bir sultan, bir mürşid tek başına bir toplumu etkileyebilirken; günümüzde meseleler karmaşıklaşmış, insanlar bireyselleşmiş ve bilgi daha da dağılmıştır. Böyle bir zamanda hakikatin yükünü bir şahsa yüklemek, onu fânilikle lekedar etme riskini de beraberinde getirir. İşte bu noktada Bediüzzaman Hazretleri şu hikmetli cümleyi kurar:

> “Bu zaman, şahs-ı manevî zamanı olduğu için böyle büyük ve bâki hakikatler, fâni ve âciz ve sukut edebilir şahsiyetlere bina edilmez!”
(Sikke-i Tasdik-i Gaybî)

Bu cümle, çağın ruhunu ve imani-manevi hizmetlerin nasıl korunması gerektiğini çok net bir şekilde özetlemektedir.

Şahıslar Fânidir, Hakikat Bâkîdir

Tarih boyunca birçok hakikat, taşıyıcısı olan şahısların zaafları sebebiyle zedelenmiş, hatta unutulmuştur. Bir zat ne kadar samimi ve büyük olursa olsun, neticede insandır: Hastalanır, sürçebilir, vefat eder, hatta yanlış anlaşılabilir. Eğer bütün bir dava onun şahsiyetine bağlanmışsa, o gider gitmez hizmet dağılır.

Oysa hakikat, şahıs üstü bir meseledir. İman, Kur’an, marifetullah, ubudiyet gibi ebedî değerler; faniliğin gölgesine terk edilemeyecek kadar büyüktür. İşte bunun içindir ki Bediüzzaman, Risale-i Nur hizmetinin şahsa değil, şahs-ı manevîye dayandığını vurgular.

Şahs-ı Manevî Nedir?

Şahs-ı manevî, bir davayı omuzlayan, aynı maksada yönelmiş bir cemaat ruhudur, bir heyet şuûrudur. Bu, bir kişinin değil; bir topluluğun müşterek aklı, iradesi ve sadakatidir. Bu yapı, zamanın şartlarına göre esner ama bozulmaz. Bir ferdin yokluğu onu sarsmaz.

Risale-i Nur hizmetinde “ben” değil, “biz” dili hâkimdir. Bu nedenle Risale-i Nur’un birçok yerinde Bediüzzaman özetle şöyle der:

> Ben değil, Kur’an konuşuyor.
Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi ders veriyor.

Böylece hizmetin yükü bir kişinin omuzuna değil, ihlaslı bir cemaate dağıtılmış olur.

Bu Devrin Riski: Şahıs Şahsiyetçiliği

Günümüzün en büyük tehlikelerinden biri de şahıs merkezli hareketlerdir. Liderin etrafında şekillenen, onun sözüyle hareket eden ama hakikate değil şahsa bağlı gruplar, er ya da geç büyük yıkımlarla karşılaşır.

Tarih, bunu defalarca göstermiştir. Lider düştüğünde, hareket sarsılmış; fikirler değil, fanatizm kalmıştır. Oysa Kur’an’ın kıssaları, hep şahıslar değil; ilkeler, değerler ve hikmetler merkezlidir.

Bediüzzaman, bu tehlikeyi erken sezmiş ve bu çağda “mehdiyet” gibi yüksek hizmetlerin bile şahs-ı manevî eliyle yapılacağını söylemiştir. Çünkü artık hakikatler cemaat şuûruyla, istişare ile, müşterek tefekkürle korunabilir.

Şahs-ı Manevîye Dayalı Hizmetin Bereketi

Bir kişi hata yapar, şahs-ı manevî düzeltir.

Bir kişi zayıflar, cemaat destekler.

Bir fert inkâr edilir, fikir ayakta kalır.

Bir fert hapsedilir, eser konuşur.

Bir kişi ölür, dava yaşamaya devam eder.

Böylece hakikat bâkî kalır, şahıslar ise nezaketle sahneden çekilir. Bu da tebliğde devamlılık, sağlamlık ve sarsılmazlık sağlar.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “Bu zaman şahs-ı manevî zamanı olduğu için büyük hakikatler fânî şahsiyetlere bina edilmez” sözü çerçevesinde, çağın tebliğ ve hizmet anlayışı ele alındı. Artık bireysel karizma değil, cemaat şuûru ve istişareyle yürütülen şahs-ı manevî yapılar etkili ve kalıcıdır. Şahs-ı manevî, bir kişiye değil; hakikate ve ortak bir ruha dayanır. Bu da hizmetin fânilikten korunmasını, davanın sarsılmadan devam etmesini sağlar.

 




Asırların Yenileyicileri: Müceddidlerin Gölgesinde Dirilen Ümmet

Asırların Yenileyicileri: Müceddidlerin Gölgesinde Dirilen Ümmet

“Ashab-ı Kütüb-ü Sitte’den İmam-ı Hâkim Müstedrek’inde ve Ebu Davud Kitab-ı Sünen’inde, Beyhakî Şuab-ı İman’da tahric buyurdukları:

اِنَّ اللّٰهَ يَبْعَثُ لِهٰذِهِ الْاُمَّةِ عَلٰى رَاْسِ كُلِّ مِاَةِ سَنَةٍ مَنْ يُجَدِّدُ لَهَا دٖينَهَا

yani “Her yüz senede Cenab-ı Hak bir müceddid-i din gönderiyor.” hadîs-i şerifine mazhar ve mâsadak ve muzhir-i tam olan Mevlana eş-şehîr kutbü’l-ârifîn, gavsü’l-vâsılîn, vâris-i Muhammedî, kâmilü’t-tarîkatü’l-aliyyeti ve’l-müceddidiyeti Hâlid-i Zülcenaheyn kuddise sırruhu ilh.”
Sikke-i Tasdiki Gaybî

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

> “اِنَّ اللّٰهَ يَبْعَثُ لِهٰذِهِ الْاُمَّةِ عَلٰى رَاْسِ كُلِّ مِائَةِ سَنَةٍ مَنْ يُجَدِّدُ لَهَا دِينَهَا”
“Allah bu ümmete, her yüz yılın başında dinini yenileyecek (müceddid) birini gönderir.”
(Ebu Davud, Melahim, 1; Hâkim, Müstedrek, 4/522; Beyhakî, Şuabü’l-İman)

Bu kutlu beyan, ümmet-i Muhammed’in tarih boyunca yıkılmadan ayakta kalmasının hikmetini gösterir. Zira zaman geçtikçe dini anlayışta zayıflama, bid’at ve hurafelerin karışması, gaflet ve dünyevîleşmenin artması kaçınılmazdır. Fakat Allah Teâlâ, ümmetin çöküşünü değil; yenilenerek dirilişini murad etmiştir. İşte müceddidler, bu dirilişin adıdır.

Müceddid Kimdir? Ne Yapar?

Müceddid; zamanın hastalıklarını teşhis eder, dine bulaşan kiri temizler, akaidi yeniden berraklaştırır, bid’atları reddeder, sünneti ihya eder. Yenilik yapmaz; aslî safiyeti yeniden ortaya çıkarır. Dini değiştirmez; dini hatırlatır. Tahrifi değil, tecdidi esas alır.

Müceddid, aynı zamanda hem alimdir hem mürşittir. Hem akla hitap eder hem kalbe. Hem fertleri ıslah eder hem toplumu. Mücadele eder, çile çeker, zindanlara girer, iftiralara uğrar ama geriye daima nurlu bir iz bırakır.

Tarihte Müceddid Olarak Zikredilen Bazı Zatlar ve Hizmetleri

  1. Hz. Ömer b. Abdülaziz (H. 1. asır sonu – 2. asır başı)

Emevî halifesi olarak adaletiyle tanındı. İsrafa ve zulme karşı çıktı, sünnet-i seniyyeyi ihya etti. “Beşinci raşid halife” olarak anıldı.

  1. İmam Şâfiî (H. 150-204)

Fıkıh usûlünü sistemleştirdi. Hem hadis hem kıyas ehli arasında denge kurdu. Fıkıh ilminin temellerini attı. Sünnetin korunmasına büyük hizmet etti.

  1. İmam Gazâlî (H. 450-505)

Felsefî şüphecilik karşısında akaidi savundu. Tasavvuf ile zahiri ilimleri birleştirdi. “İhyâ-u Ulûmiddîn” ile kalpleri ihya etti.

  1. Abdulkadir Geylânî (H. 470-561)

Tasavvufun hakiki mecrasını korudu. Ehl-i sünnet akaidini her alanda savundu. Kalpleri tevhide ve ihlâsa döndürdü.

  1. Mevlânâ Celaleddin Rûmî (H. 604-672)

Aşk ve irfan diliyle hakikati şiirle anlattı. İnsanlara merhameti, hoşgörüyü ve tevhidi hikmetli şekilde öğretti.

  1. İmam Rabbânî Ahmed Sirhindî (H. 971-1034)

Hindistan’daki bid’atları reddetti. Tasavvufu şeriatla bütünleştirdi. İslamî dirilişi başlattı. “Müceddid-i elf-i sânî” (ikinci bin yılın müceddidi) unvanını aldı.

  1. Mevlana Hâlid-i Bağdadî (H. 1193-1242)

Nakşî tarikatını ihya etti. İrfanla akaidi birleştirdi. Hindistan’dan Osmanlı topraklarına kadar geniş bir tesir alanı oluşturdu. Tecdid-i dinî hem kalben hem fikren gerçekleştirdi.

  1. Bediüzzaman Said Nursî (H. 1293-1379 / M. 1876-1960)
  2. yüzyılın en büyük tecdid hareketini başlattı. Risale-i Nur Külliyatı ile Kur’an hakikatlerini akla ve kalbe hitap eden bir tarzla anlattı. Materyalizme, pozitivizme, ilhad fikrine karşı iman-ı tahkikîyi esas aldı. Din ile bilimi uzlaştırdı; imanı kurtaran bir manevi cihad yürüttü.

Bu Asrın Derdi ve İlaçları

Her asrın müceddidi, çağın hastalığını teşhis eder. Bu çağın en büyük hastalığı: şüphecilik, inkâr, ahlâkî dejenerasyon ve dünyevîleşmedir.
Bu çağda tecdit, sadece medresede değil; sokakta, okulda, sosyal medyada, akıl ve kalpte yapılmalıdır. Bu nedenle Said Nursî’nin yaklaşımı, imanı kurtarmayı esas alır. Çünkü iman varsa her şey var; yoksa hiçbir şeyin anlamı kalmaz.

Özet:

Bu makalede, “Her yüz yılda bir ümmetin dinini yenileyen bir müceddid gelir” hadisi çerçevesinde, İslam tarihindeki müceddidler ve tecdid hizmetleri ele alındı. Müceddidler, bid’at ve sapmalara karşı dini asli çizgisine çeken ve ümmeti uyanışa çağıran Allah dostlarıdır. Hz. Ömer b. Abdülaziz’den Bediüzzaman Said Nursî’ye kadar gelen bu silsile, ümmetin canlı kalmasını sağlamıştır. Her çağın mücadelesi farklı, ama hakikatin sahibi aynıdır: Allah ve O’nun dinidir. Tecdid hareketi, hâlâ devam etmektedir ve yeni müceddidler kıyamete kadar gelecektir.

 




Asırların Yenileyicileri: Müceddidlerin Gölgesinde Dirilen Ümmet

Asırların Yenileyicileri: Müceddidlerin Gölgesinde Dirilen Ümmet

“Ashab-ı Kütüb-ü Sitte’den İmam-ı Hâkim Müstedrek’inde ve Ebu Davud Kitab-ı Sünen’inde, Beyhakî Şuab-ı İman’da tahric buyurdukları:

اِنَّ اللّٰهَ يَبْعَثُ لِهٰذِهِ الْاُمَّةِ عَلٰى رَاْسِ كُلِّ مِاَةِ سَنَةٍ مَنْ يُجَدِّدُ لَهَا دٖينَهَا

yani “Her yüz senede Cenab-ı Hak bir müceddid-i din gönderiyor.” hadîs-i şerifine mazhar ve mâsadak ve muzhir-i tam olan Mevlana eş-şehîr kutbü’l-ârifîn, gavsü’l-vâsılîn, vâris-i Muhammedî, kâmilü’t-tarîkatü’l-aliyyeti ve’l-müceddidiyeti Hâlid-i Zülcenaheyn kuddise sırruhu ilh.”
Sikke-i Tasdiki Gaybî

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

> “اِنَّ اللّٰهَ يَبْعَثُ لِهٰذِهِ الْاُمَّةِ عَلٰى رَاْسِ كُلِّ مِائَةِ سَنَةٍ مَنْ يُجَدِّدُ لَهَا دِينَهَا”
“Allah bu ümmete, her yüz yılın başında dinini yenileyecek (müceddid) birini gönderir.”
(Ebu Davud, Melahim, 1; Hâkim, Müstedrek, 4/522; Beyhakî, Şuabü’l-İman)

Bu kutlu beyan, ümmet-i Muhammed’in tarih boyunca yıkılmadan ayakta kalmasının hikmetini gösterir. Zira zaman geçtikçe dini anlayışta zayıflama, bid’at ve hurafelerin karışması, gaflet ve dünyevîleşmenin artması kaçınılmazdır. Fakat Allah Teâlâ, ümmetin çöküşünü değil; yenilenerek dirilişini murad etmiştir. İşte müceddidler, bu dirilişin adıdır.

Müceddid Kimdir? Ne Yapar?

Müceddid; zamanın hastalıklarını teşhis eder, dine bulaşan kiri temizler, akaidi yeniden berraklaştırır, bid’atları reddeder, sünneti ihya eder. Yenilik yapmaz; aslî safiyeti yeniden ortaya çıkarır. Dini değiştirmez; dini hatırlatır. Tahrifi değil, tecdidi esas alır.

Müceddid, aynı zamanda hem alimdir hem mürşittir. Hem akla hitap eder hem kalbe. Hem fertleri ıslah eder hem toplumu. Mücadele eder, çile çeker, zindanlara girer, iftiralara uğrar ama geriye daima nurlu bir iz bırakır.

Tarihte Müceddid Olarak Zikredilen Bazı Zatlar ve Hizmetleri

  1. Hz. Ömer b. Abdülaziz (H. 1. asır sonu – 2. asır başı)

Emevî halifesi olarak adaletiyle tanındı. İsrafa ve zulme karşı çıktı, sünnet-i seniyyeyi ihya etti. “Beşinci raşid halife” olarak anıldı.

  1. İmam Şâfiî (H. 150-204)

Fıkıh usûlünü sistemleştirdi. Hem hadis hem kıyas ehli arasında denge kurdu. Fıkıh ilminin temellerini attı. Sünnetin korunmasına büyük hizmet etti.

  1. İmam Gazâlî (H. 450-505)

Felsefî şüphecilik karşısında akaidi savundu. Tasavvuf ile zahiri ilimleri birleştirdi. “İhyâ-u Ulûmiddîn” ile kalpleri ihya etti.

  1. Abdulkadir Geylânî (H. 470-561)

Tasavvufun hakiki mecrasını korudu. Ehl-i sünnet akaidini her alanda savundu. Kalpleri tevhide ve ihlâsa döndürdü.

  1. Mevlânâ Celaleddin Rûmî (H. 604-672)

Aşk ve irfan diliyle hakikati şiirle anlattı. İnsanlara merhameti, hoşgörüyü ve tevhidi hikmetli şekilde öğretti.

  1. İmam Rabbânî Ahmed Sirhindî (H. 971-1034)

Hindistan’daki bid’atları reddetti. Tasavvufu şeriatla bütünleştirdi. İslamî dirilişi başlattı. “Müceddid-i elf-i sânî” (ikinci bin yılın müceddidi) unvanını aldı.

  1. Mevlana Hâlid-i Bağdadî (H. 1193-1242)

Nakşî tarikatını ihya etti. İrfanla akaidi birleştirdi. Hindistan’dan Osmanlı topraklarına kadar geniş bir tesir alanı oluşturdu. Tecdid-i dinî hem kalben hem fikren gerçekleştirdi.

  1. Bediüzzaman Said Nursî (H. 1293-1379 / M. 1876-1960)
  2. yüzyılın en büyük tecdid hareketini başlattı. Risale-i Nur Külliyatı ile Kur’an hakikatlerini akla ve kalbe hitap eden bir tarzla anlattı. Materyalizme, pozitivizme, ilhad fikrine karşı iman-ı tahkikîyi esas aldı. Din ile bilimi uzlaştırdı; imanı kurtaran bir manevi cihad yürüttü.

Bu Asrın Derdi ve İlaçları

Her asrın müceddidi, çağın hastalığını teşhis eder. Bu çağın en büyük hastalığı: şüphecilik, inkâr, ahlâkî dejenerasyon ve dünyevîleşmedir.
Bu çağda tecdit, sadece medresede değil; sokakta, okulda, sosyal medyada, akıl ve kalpte yapılmalıdır. Bu nedenle Said Nursî’nin yaklaşımı, imanı kurtarmayı esas alır. Çünkü iman varsa her şey var; yoksa hiçbir şeyin anlamı kalmaz.

Özet:

Bu makalede, “Her yüz yılda bir ümmetin dinini yenileyen bir müceddid gelir” hadisi çerçevesinde, İslam tarihindeki müceddidler ve tecdid hizmetleri ele alındı. Müceddidler, bid’at ve sapmalara karşı dini asli çizgisine çeken ve ümmeti uyanışa çağıran Allah dostlarıdır. Hz. Ömer b. Abdülaziz’den Bediüzzaman Said Nursî’ye kadar gelen bu silsile, ümmetin canlı kalmasını sağlamıştır. Her çağın mücadelesi farklı, ama hakikatin sahibi aynıdır: Allah ve O’nun dinidir. Tecdid hareketi, hâlâ devam etmektedir ve yeni müceddidler kıyamete kadar gelecektir.

 




Sarsılmaz Bir Sığınak: Tahkikî İmanın Şeytana Kapalı Kaleleri

Sarsılmaz Bir Sığınak: Tahkikî İmanın Şeytana Kapalı Kaleleri

“İman-ı tahkikî ilmelyakînden hakkalyakîne yakınlaştıkça daha selbedilmeyeceğine ehl-i keşif ve tahkik hükmetmişler. Demişler ki: Sekerat vaktinde şeytan vesvesesiyle ancak akla şüpheler verip tereddüde düşürebilir. Bu nevi iman-ı tahkikî ise yalnız akılda durmuyor. Belki hem kalbe hem ruha hem sırra hem öyle letaife sirayet ediyor, kökleşiyor ki şeytanın eli o yerlere yetişemiyor; öylelerin imanı zevalden mahfuz kalıyor.”
Sikke-i Tasdiki Gaybî

Bediüzzaman Said Nursî’nin Sikke-i Tasdik-i Gaybî eserinde yer alan tahkikî imanın gücünü ve şeytanın vesvesesine karşı koruyuculuğunu konu alan derin ve düşündürücü bir makale yer almaktadır.

İnsanın hayat yolculuğunun en çetin anı, hiç şüphesiz ölüm anıdır. Bu anda hem ruh hem nefis hem de şeytan, var gücüyle son hamlelerini yapar. En sinsi tuzaklar, sekerat anında kurulmak istenir. Çünkü o an, ya bir ebedî kurtuluşun kapısıdır ya da ebedî bir pişmanlığın başlangıcı. İşte tam da bu noktada, kişinin sahip olduğu imanın kalitesi belirleyici olur. Zira her iman aynı kuvvette değildir. Ve her iman, şeytana karşı aynı mukavemeti gösteremez.

Bediüzzaman Said Nursî, bu hakikati şöyle açıklar:

> “Sekerat vaktinde şeytan vesvesesiyle ancak akla şüpheler verip tereddüde düşürebilir. Bu nevi iman-ı tahkikî ise yalnız akılda durmuyor. Belki hem kalbe, hem ruha, hem sırra, hem öyle letaife sirayet ediyor, kökleşiyor ki şeytanın eli o yerlere yetişemiyor.”

Bu ifade, sarsılmaz bir kalenin resmini çizer. Sıradan bir iman değil; tahkikî, kökleşmiş ve letaiflere sirayet etmiş bir iman, şeytanın erişemeyeceği bir emniyet kalesidir.

Zannî İman ve Tahkikî İman: Aradaki Fark Nedir?

Zannî iman, genellikle taklitten doğar. Kişi inanır ama neden inandığını derinlemesine bilmez. Bu iman, çoğu zaman kültürel bir mirastır. Faydalıdır, ama kırılgandır. Şüphelerle çatlayabilir, baskılarla sarsılabilir. Hele ölüm gibi bir korkunun yoğun hissedildiği anda şeytanın fısıltılarına açık hâle gelebilir.

Oysa tahkikî iman, aklî delillerle, kalbî yakinle, ruhî tecrübeyle ve marifet-i İlahiye ile elde edilen bir inançtır. Kökleri derindedir; sadece zihni değil, kalbi ve latîfeleri de besler. Bu sebeple akıl sarsılsa bile, kalp ayakta kalır. Göz şaşırsa bile, iç göz (basiret) yönünü şaşırmaz. İşte böyle bir iman, sekeratın fırtınasına karşı sağlam bir sığınaktır.

Şeytanın Stratejisi: Akla Fısıltı, Kalbe Hücum

Şeytan, doğrudan kalbe nüfuz edemez. Onun girdiği kapı, çoğu zaman akıldır. “Acaba?”, “Ya yoksa?”, “Peki ya bu?” gibi sorularla şüphe tohumları atar. Fakat iman yalnızca akılda kalmışsa, bu tohumlar filizlenebilir. Ama iman kalbe, ruha ve sırra yayılmışsa, orada şeytanın tesiri durur.

Tahkikî imanın sağladığı bu bütünsel bağışıklık, tıpkı bedenin her hücresine nüfuz etmiş bir antikor gibi; kalpte, ruhta ve sırda şeytana karşı direniş noktaları oluşturur. Artık o iman, aklı aşar; bir sezgi, bir huzur ve bir teslimiyet hâline gelir.

Ölüm Anında Kazanmak İçin Hayatta Kazanmak Gerekir

Unutulmamalıdır ki, ölüm anında gösterilecek imanî istikamet, hayattaki inanç derinliğiyle doğru orantılıdır. Sekeratta kurtuluş, bir mucize değil; bir hayat tarzının neticesidir. Tahkikî iman, öyle son anda elde edilecek bir şey değil; hayat boyu ilimle, tefekkürle, ibadetle, dua ve zikirle kazanılan bir mücevherdir.

Bu yüzden imanını tahkikî hâle getirmek, her müminin en acil ve en hayati vazifesidir. Çünkü son nefeste “imanla gitmek”, başıboş bir temenniyle değil; akıllı bir gayretle ve ihlâslı bir yolculukla mümkün olur.

Özet:

Bu makalede, tahkikî imanın mahiyeti ve şeytanın ölüm anındaki vesveselerine karşı sağladığı koruyuculuk ele alındı. Zannî iman sadece akılda kaldığı için şeytanın şüphe tohumlarına açık olurken; tahkikî iman kalbe, ruha ve sır gibi letaiflere yayıldığı için şeytanın eli o derinliklere erişemez. Bu da imanın sarsılmaz bir kale hâline gelmesini sağlar. Ölüm anındaki selâmet, dünya hayatında elde edilen bu köklü imanla mümkündür.

 




Tarihten Günümüze İlâhî Tokat: Fil Suresi’nin Asırlara Bakan Nidası

Tarihten Günümüze İlâhî Tokat: Fil Suresi’nin Asırlara Bakan Nidası

“Sure-i ‎ اَلَمْ تَرَ كَيْفَ‎  meşhur ve tarihî bir hâdise-i cüz’iyeyi beyan ile gelen ve her asırda efradı bulunan o gibi ve ona benzeyen hâdiseleri ihtar ve tabakat-ı işariyeden her bir tabakaya göre bir manayı ifade etmek, umum asırlarda umum nev-i beşerle konuşan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın belâgatının muktezası olmasından bu kudsî sure bu asrımıza da bakıyor, ders veriyor, fenaları tokatlıyor. Mana-yı işarî tabakasında, bu asrın en büyük hâdisesini haber vermekle beraber; dünyayı her cihetle dine tercih etmek ve dalalette gitmenin cezası olarak cifir ve hesab-ı ebced ile üç cümlesi, aynı hâdisenin zamanına tetabuk edip işaret ediyor. ”
Sikke-i Tasdiki Gaybî

Kur’ân-ı Kerîm’in belâgatı öyle bir hakikat lisanıdır ki, hem zamansız hem zamana tam denk düşen bir konuşmadır. Geçmişi anlatırken bugünü hatırlatır; geleceği bildirirken mazinin izlerini gösterir. Fil Suresi de bu yönüyle sadece tarihî bir olayı değil, her asırda tekrar eden bir hakikati dile getirir:

> أَلَمْ تَرَ كَيْفَ فَعَلَ رَبُّكَ بِأَصْحَابِ الْفِيلِ
“Rabbin fil sahiplerine ne yaptı, görmedin mi?” (Fil, 105/1)

Fil Suresi: Bir Olaydan Sonsuz Mesaja

Bu sure, zahirde Ebrehe’nin ordusunu anlatır. Lakin bu sadece bir tarih notu değildir. Çünkü Kur’an, sadece vak’aları anlatmaz, şekilleri değişmiş hakikatleri her çağda tekrar hatırlatır. Bediüzzaman Hazretleri’nin tabiriyle:

> “Her asırda efradı bulunan o gibi hâdiseleri ihtar eder.”

Yani bu sure, yalnızca Ebrehe’yi ve filleri değil, her çağın Ebrehelerini, her devrin tuğyan ordularını, Kâbe’ye yani dinin kalbine saldıran her sistemi haber verir ve uyarır.

Her Çağa Hitap: Surelerin Çok Katmanlı Lisanı

Kur’an’ın “tabakat-ı işariyesi”, yani işari manaları, onun çok katmanlı okunuşunu sağlar. Fil Suresi’nin işari anlamında, Allah’ın dinine savaş açanlara karşı uyguladığı ilâhî müdahaleler zinciri görülür.

Bediüzzaman, Sikke-i Tasdik-i Gaybî’de bu surenin bu asrımıza da baktığını şöyle açıklar:

> “Bu kudsî sure bu asrımıza da bakıyor, ders veriyor, fenaları tokatlıyor.”

Yani, bu çağda dinin temel direklerine saldıranlar, tıpkı Ebrehe gibi bir gurur ve kibirle dine meydan okuyanlar, doğrudan ya da dolaylı olarak tokat yemeye mahkûmdur.

Bu Asrın Ebreheleri Kimdir?

Sekülerleşmeyi dinin yerine ikame eden zihniyet,

Din ile bilim çatışıyor diyen oryantalist akımlar,

Modern medya ve kültürle genç nesilleri imandan uzaklaştıran sistemler,

Zulmü kanunlaştıran küresel düzenler,

Siyonist işgalin Kudüs ve çevresine karşı yürüttüğü saldırılar…

Bunların hepsi, bu çağın “fil sahipleri”dir.

Ve bu asrın Ebreheleri yalnız tank ve tüfekle değil; ideoloji, felsefe, medya ve ekonomik hegemonya ile dinin kalbine yürümek istemişlerdir. Ama Kur’ân’ın işaretiyle:

> “Tokatlarını yemeye başlamışlardır.”

Çöküş, sadece bombalarla değil; değerlerin çürümesiyle, ahlâkın erimesiyle, kendi içlerinden gelen çöküşle başlamıştır.

Geçmiş Asırların Büyük Hadiseleri

Nuh Tufanı: İlâhî sisteme topyekûn isyan eden bir toplumun yeryüzünden silinişi.

Lût Kavmi’nin helâki: Ahlâkî sapkınlıkların nasıl son bulduğunun ilâhî örneği.

Firavun’un boğuluşu: En büyük devletin dahi Allah’a karşı kibirle duramayacağının ibret verici belgesi.

Ebrehe’nin ordusunun yok oluşu: Kutsal değerlere yapılan saldırıların ilâhî tokatla nasıl geri püskürtüldüğünün sembolü.

  1. yüzyılın dünya savaşları: İnsanlık din dışı ideolojilerin neye sebep olduğunu görerek yıkımı tattı.

Bu olaylar, sadece tarih değildir; her birinin çağlar boyunca tekrar eden yönleri vardır. Bugün ahlâkî sapkınlıklar, kibirli liderlikler, din düşmanlığı ve küresel zorbalıklar yeniden sahnededir. Kur’an ise bu hâdiseleri bize sadece ibret olsun diye değil; görev ve sorumluluk bilinciyle değerlendirelim diye anlatır.

Özet:

Bu makalede, Fil Suresi’nin sadece tarihî bir olaydan ibaret olmadığını, her çağın zalimlerine, tuğyan edenlerine ve din düşmanlarına ilâhî tokatların nasıl indirildiğini haber verdiği işlendi. Bediüzzaman’ın işari tefsirine göre bu sure, bu asırda dine savaş açan sistem ve anlayışlara karşı da bir uyarıdır. Geçmişte olduğu gibi bu asırda da Allah’ın nurunu söndürmeye çalışanlar hüsrana uğrayacaktır. Kur’an, her zaman yaşayan bir hitaptır ve her çağın karanlıklarına karşı nurdur.