Nefes Sayısınca Yol, Nübüvvet Kadar Delil: Marifetullah ve Risaletin Sınırsız Delilleri

Nefes Sayısınca Yol, Nübüvvet Kadar Delil: Marifetullah ve Risaletin Sınırsız Delilleri

“Evliyâullah demişler; 

اَلطُّرُقُ اِلَى اللّٰهِ بِعَدَدِ اَنْفَاسِ الْخَلَٓائِقِ

Yani: Mârifetullahın bürhanları nefesler kadar hadsizdir. 

   Mârifet-i Nebînin bürhanları dahi nüfûs-u mü’minîn kadar muhtelif şahsiyetler ile tezahür eder. Demek şu enfâs-ı halâik mikdarında ve bu nüfûs-u ehl-i imân adedinde layuadd bürhanların netice-i yegânesidir. 

   Evet muvaffak bir nazar, kainâtın her zerresinin her halinden vücûd-u Sânii, hem Peygamberin her bir hal, kal, fiilinden sıdk-ı nübüvvetin şuâını görür.  ”
Âsâr-ı Bediiye

İnsanın varlıkla olan ilişkisi bir bakış, bir hissediş ve bir idrak meselesidir.
Bu idrak; hakikati arayan kalbin nazarıyla birleşince, kâinatın her zerresi, her nefesi, her varlığı insanı bir hakikate götürür: Allah’ın varlığına ve birliğine.
İşte bu yüzden Evliyâullah şöyle der:

> “اَلطُّرُقُ اِلَى اللّٰهِ بِعَدَدِ اَنْفَاسِ الْخَلَٓائِقِ”
“Allah’a giden yollar, mahlûkatın nefesleri adedincedir.”

Bu cümle sadece mecaz değil, aynı zamanda derin bir metafizik gerçektir.
Her varlık, her nefes, her zerre; ya doğrudan ya da dolaylı olarak Allah’ı tanıttırır.
Çünkü O, hem yaratıcısıdır hem de her an onunla kaimdir.
Marifetullah, yani Allah’ı tanıma yolları, sadece birkaç kelamî delile sığmaz.
Her akıl, her vicdan, her ruh; kendi lisanıyla o yolda yürür.

Kâinat: Bir Kitap, Her Satırı Marifet

Bir mü’minin dikkatli ve tefekkür yüklü bakışı, kâinatın her bir zerresinde Allah’ın varlığına ve birliğine deliller bulur.
Çünkü her şey intizam içindedir, hikmetle yaratılmıştır, gayesiz değildir.

> “Muvaffak bir nazar, kâinatın her zerresinin her halinden vücûd-u Sânii görür.”

Bir çiçeğin açışı, bir çocuğun doğuşu, bir yıldızın hareketi, bir kalbin atışı…
Hepsi, O’nun kudretini, ilmini, iradesini ilan eder.

Risaletin Parıltısı: Her Mü’minin Ruhunda Ayrı Bir Şua

Tıpkı marifetullahın yolları gibi, nübüvvetin isbatı da tek bir delile dayanmaz.
Bediüzzaman, bu noktada çok ince ve derin bir hakikati şöyle ifade eder:

> “Mârifet-i Nebînin bürhanları dahi nüfûs-u mü’minîn kadar muhtelif şahsiyetler ile tezahür eder.”

Yani her mü’minin kalbinde, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) risaletine ait bir farklı delil parlar.
Kimisi onun ahlakında nübüvveti görür,
Kimisi getirdiği Kur’an’da,
Kimisi duasında,
Kimisi savaşta gösterdiği cesaret,
Barışta sergilediği tevazu,
Yetime merhameti, zalime adaletiyle…

Nübüvvet, sabit bir hakikattir; ama onun tecellîleri şahsiyetler kadar çoktur.

Her Nefes, Bir Delil; Her Kalp, Bir Ayna

Bu ifade; marifetin ve risaletin isbatını dar kalıplara hapsetmekten kurtarır.
Her bir nefes gibi, her bir insan da Allah’a ulaşmak için ayrı bir yol, ayrı bir pencere olabilir.
Ve bu yolların hepsi aynı menzile çıkar: “Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah.”

Her zerrenin, her insanın ve her olayın iç yüzünde Allah’a ve Resulüne işaret eden deliller gizlidir.
Yeter ki kalp uyanık, nazar hikmetli, akıl teveccüh sahibi olsun.
O zaman insan, her şeyde O’nu görecektir.
Çünkü Allah, kuluna “Ben size şah damarınızdan daha yakınım.” (Kâf, 16) buyurmuştur.
Ve Peygamber, bu yakınlığın en parlak aynasıdır.

SONUÇ VE ÖZET:

Evliyâullah’ın ifadesiyle, Allah’a giden yollar mahlûkatın nefesleri adedincedir. Her insan, her varlık, her olay O’na işaret eder. Aynı şekilde, Peygamber Efendimiz’in nübüvveti de her mü’minin şahsiyetinde farklı delillerle tezahür eder. Kimi ahlakıyla tanır onu, kimi duasında bulur izini, kimi Kur’an’da duyar sesini. Marifetullah da, risalet de sadece kelam kitaplarının isbatlarıyla sınırlı değildir. Tefekkür eden nazar, her şeyde O’na ait bir delil bulur.
Her nefes bir yol, her kalp bir aynadır. Yeter ki bakan göz, gören kalp olsun.

 




Kıyamet Aynasında İnsan: Her Canlıda Bir Son, İnsanda Sonsuzluk Arayışı

Kıyamet Aynasında İnsan: Her Canlıda Bir Son, İnsanda Sonsuzluk Arayışı

“Bir şahsın müddet-i ömründe başına geçen bir çok kıyamet çeşitleri geçmiştir. Beş altı senede bilittifak bütün zerratını değiştirmiş, belki bir senede iki defa tedricî bir kıyamet görmüş… Hem bazı envâ’-ı hayvanatta bazı vakitte bir kıyamet-i nev’iyye müşâhede ediyoruz. 

   İnsanın bir şahsı, başkasının nev’i hükmündedir. Zîrâ nur-u fikir, onun âmâline öyle bir vüs’at vermiş ki; ezmine-i selâseyi yutsa tok olmaz. 

Sair nevilerdeki ferdlerin mâhiyeti cüz’î, kıymeti şahsî, nazarı mahdut, kemâli mahsur, lezzet ve elemi ânîdir. Beşerin ise mâhiyeti ulvî, kıymeti gâlî, nazarı âmm, kemâli hadsiz, lezzeti, elemi kısmen dâimîdir. 

   Öyle ise, çok nev’ilerde olan birer çeşit kıyamet-i mükerrere-i neviyede, insan için bir kıyamet-i şahsiyye-i umumîyeye remz vardır.”
Âsâr-ı Bediiye

İnsanın hayatı, sadece doğumdan ölüme akan bir çizgi değildir. Her yıl, her an hatta her nefes, onun bedeninde ve ruhunda kıyametin küçük örnekleri yaşanır.
Bediüzzaman Said Nursî, bu hakikati veciz bir şekilde şöyle ifade eder:

> “Bir şahsın müddet-i ömründe başına geçen birçok kıyamet çeşitleri geçmiştir. Beş altı senede bilittifak bütün zerratını değiştirmiş…”

Yani bir insan, hayatı boyunca defalarca tedricî (aşamalı) bir kıyamet yaşar.
Bedenindeki hücreler değişir, organları yenilenir, gençlikten ihtiyarlığa geçer.
Her bir değişim bir son, ardından gelen ise yeni bir başlangıç gibidir.
Bu dönüşüm ve çözülüşler zinciri, bize büyük kıyametin küçük numunelerini gösterir.

Kıyamet, Sadece Son Değil; Sürekli Bir Süreçtir

“Bir senede iki defa tedricî bir kıyamet görmüş…”
İnsan, yılda birkaç kez vücudunu neredeyse tamamen yeniler.
Hücreleri ölür, yerine yenisi gelir. Saçları dökülür, yerine çıkar.
İşte bu bedensel dönüşüm, bir yıkım ve inşa dönüşüdür.

Kıyamet, sadece kâinatın sonunda yaşanacak büyük sarsıntı değildir.
Aslında o, her anın içinde saklıdır.
Bazen bir hastalıkla, bazen bir musibetle, bazen bir kayıpla insan kıyameti yaşar.
Ama hepsinde bir hikmet ve bir yeniden diriliş ümidi vardır.

Nev’î Kıyametler: Türlerin Sessiz Vedası

Bazı hayvan türleri bir anda yok olur.
Bazen bir afet, bazen bir iklim değişikliği bir türün tamamını siler.
İşte buna “kıyamet-i nev’iyye” denir.
Yani tür olarak yok oluş.
Her bir canlının kıyameti, kendi türünün tarihine yazılmış bir vedadır.
Ama bu da bize insan için bir remizdir.
Çünkü insan, sadece bir fert değil, aynı zamanda bir türün temsilcisidir.

> “İnsanın bir şahsı, başkasının nev’i hükmündedir.

Bu ifade, insanın sadece şahsî bir varlık olmadığını,
Aksine, bir âlem, bir nev, bir kelime-i kudret olduğunu anlatır.
Bir insanın hayatı, binlerce hissiyatı, hatırayı, hayali ve hedefi içinde taşır.
Dolayısıyla onun kıyameti, sıradan bir yok oluş değildir.

Beşerle Diğer Canlıların Ayrıldığı Yer

> “Sair nevilerdeki ferdlerin mâhiyeti cüz’î, kıymeti şahsî, nazarı mahdut, kemâli mahsur, lezzet ve elemi ânîdir. Beşerin ise mâhiyeti ulvî, kıymeti gâlî, nazarı âmm, kemâli hadsiz, lezzeti, elemi kısmen dâimîdir.”

Diğer canlılar sadece anlık zevkler ve ağrılarla yaşar.
Ama insan öyle değildir.
O, geçmişe üzülür, geleceğe endişe eder.
Bir hatıraya ağlar, bir hayale güler.
Bu yüzden onun acısı da sevinci de derin ve süreklidir.

Ve bu, onun ehemmiyetini ve sorumluluğunu gösterir.
Çünkü madem ki insanın mahiyeti ulvîdir;
Onun sonu da sıradan bir yok oluş değil, ebedî bir kapının açılışıdır.

Büyük Kıyamete Açılan Kapı: Şahsî Kıyametler

> “İnsan için bir kıyamet-i şahsiyye-i umumîyeye remz vardır.”

Yani her insanın yaşadığı şahsî kıyametler,
Büyük kıyametin bir işareti, küçük bir habercisidir.
Bir bedenin çürümesi, bir kalbin susması, bir gözün kapanması…
Hepsi, külli kıyametin ayak seslerini hatırlatır.

İşte bu yüzden insan, kıyamet fikrini unutmaz.
Çünkü o kıyameti hem yaşar, hem bekler, hem içinde taşır.

SONUÇ VE ÖZET:

Her insan, hayatı boyunca birçok kıyameti bizzat yaşar.
Bu kıyametler, hem bedensel hem ruhî hem de nev’î olarak zuhur eder.
Bediüzzaman’ın ifadesiyle, insanın bu hâlleri; büyük kıyametin küçük remizleridir.
İnsanın yaratılışı sıradan bir canlı gibi değil, ulvî bir gaye için olduğundan, onun kıyameti de sıradan bir son değil, ebedî bir başlangıçtır.
Çünkü insan, bir ferd değil, bir âlem hükmündedir.
Ve her kıyamet, hakikatte bir yeniden doğuşun habercisidir.

 




İnsanın Yolculuğu: Nutfeden Kudrete, Cesetten Hikmete

İnsanın Yolculuğu: Nutfeden Kudrete, Cesetten Hikmete

“Bak, vücûd-u insan tavırdan tavıra geçtikçe acib, muntazam inkılabatı geçiriyor. Nutfeden alakaya, alakadan mudgaya, mudgadan azm ve lahme, azm ve lahmeden halk-ı cedide intikal, gâyet dakîk desâtîre tâbidir. Her bir tavrın öyle kavânin-i mahsusa, ve öyle nizâmât-ı muayyene ve öyle harekât-ı muttaridesi vardır ki; cam gibi altında kasd, irade, ihtiyar, hikmetin cilvelerini gösterir. İşte vücûd itibariyle böyle her sene libasını değiştiren o vücûdun bekası, inhilâlin yerini dolduran bir terkibe muhtaçtır. ”
Âsâr-ı Bediiye

İnsan; görünüşte et ve kemikten ibaret bir varlık gibi zannedilir. Oysa onun serüveni, yaratılışın en derin sırlarını, kaderin en ince işçiliklerini ve İlâhî iradenin kudretli tecellilerini içinde barındırır.
Toprağın kokusundan gelen nutfe, bir hilkat mucizesine dönüşene kadar; adım adım işlenen bu yolculuk, bir planın değil, bir kasdın, bir iradenin ve bir hikmetin eseridir.

Bediüzzaman’ın bu derin pasajında dikkat çektiği gibi:

> “Vücûd-u insan tavırdan tavıra geçtikçe acib, muntazam inkılabatı geçiriyor. Nutfeden alakaya, alakadan mudgaya, mudgadan azm ve lahme…”

Bu ifadeler, modern embriyolojinin dahi ancak son yüzyılda keşfettiği oluşum aşamalarını asırlar öncesinden Kur’ân-î bir hakikat olarak dillendirmektedir.

Hilkatin Basamakları: Her Tavır Bir Kudret Tablousu

İnsanın yaratılış aşamaları, birbiriyle bağlantılı ve kusursuz bir sıralama içindedir.
Her aşama; bir yıkım değil, bir inşa, bir yok oluş değil, bir terakkidir.

Nutfeden başlayan bu yolculukta bir damla su,

Alakaya geçerken asılıp tutunur,

Mudga hâlinde şekil almaya başlar,

Kemik (azm) oluşur,

Ve ardından bu kemikler, et (lahm) ile sarılır.

Nihayetinde ise, “halk-ı cedid” yani yepyeni bir yaratılış zuhur eder.

Her bir adım, hem zamanlama hem de yapı bakımından öyle dakik kurallara ve öyle değişmez yasalara tabidir ki; tesadüfün zerre kadar yeri olamaz.

Cam Altında Kasdın Cilvesi

> “Her bir tavrın öyle kavânin-i mahsusa, öyle nizâmât-ı muayyene ve harekât-ı muttaridesi vardır ki; cam gibi altında kasd, irade, ihtiyar, hikmetin cilvelerini gösterir.”

Cam gibi şeffaf olan bu yaratılış serüveni; içinde hiçbir kapalılık, karmaşa ya da keyfiyet barındırmaz. Tersine, her adımıyla bir kasdın, bir iradenin ve bir hikmetin yansımasını gösterir.
Bir çiçeğin açışı, bir yıldızın hareketi, bir kalbin atışı… Hepsi aynı İlâhî planın farklı tezahürleridir.

Her Sene Libasını Değiştiren Vücut

İnsan vücudu sadece anne rahminde değil, hayat boyunca da bir değişim içindedir.
Her yıl bedenimizin büyük bir kısmı yenilenir.
Saçımız dökülür, hücrelerimiz değişir, kanımız yenilenir.
Sanki her yıl, bir terkip bozulur ve yeni bir terkip kurulur.

> “Vücûdun bekası, inhilâlin yerini dolduran bir terkibe muhtaçtır.”

Yani insanın devamı ve bekası; sürekli bir yenilenmeye, dirilişe ve taze bir yaratılışa bağlıdır.
Bu, bize bir şeyi daha hatırlatır:
Dünya hayatı geçicidir ama ruhî hayat bir terkip ister, bir baki yurt arar.

SONUÇ VE ÖZET:

İnsanın yaratılış süreci; nutfeden ete, etten yeni bir cana doğru uzanan muhteşem bir yolculuktur. Bu yolculuk, en ince detaylara göre ayarlanmış, hikmetli bir planın eseridir. Her aşamada İlâhî kudretin ve iradenin izleri cam gibi berrak bir şekilde gözükür. Bu muazzam düzen, insanın hem bedeninin hem de ruhunun gelişigüzel olmadığını, bir gayeye ve ebedî bir hayata hazırlandığını isbat eder.
İnsan bir tesadüf değil, bir tevcihtir. O, inkılaplar içinde terakkiyle yoğrulmuş bir İlâhî sanat eseridir.

 




İnsanın Cevheri: Ebedin Eşiğinde, Sorumluluğun Zirvesinde

İnsanın Cevheri: Ebedin Eşiğinde, Sorumluluğun Zirvesinde

“İnsanın cevheri büyüktür. Ebede namzettir. Mahiyeti âliyedir. Cinayeti dahi azîmdir. intizamı da mühimdir. Sair kâinata benzemez. İntizamsız olamaz. Mühmel kalamaz. Abes olamaz. Fena-yı mutlak ile mahkûm olamaz. Adem-i sırfa kaçamaz. Cehennem ağzını, Cennet dahi âğuş-u nazindârânesini açıp bekliyorlar.”
Âsâr-ı Bediiye

İnsan… Topraktan yaratılan, ama semaya yükselmeye layık kılınan bir varlık. Hem en aciz, hem en şerefli… Hem günahkâr, hem de mağfirete en çok muhtaç…
İnsanın cevheri büyüktür. Çünkü o, sadece toprak ve sudan ibaret değildir. O, içinde taşıdığı sırlarla ebediyete adaydır. Kalbinde sonsuzluk iştiyakı, vicdanında adalet hissi, ruhunda ahiret yurduna ait bir özlem vardır. Ve bu, sıradan bir varlık olamayacağını gösterir.

Bediüzzaman’ın veciz ifadeleriyle:

> “İnsanın cevheri büyüktür. Ebede namzettir. Mahiyeti âliyedir. Cinayeti dahi azîmdir.”

Yani insan sadece yaşamak için yaratılmamıştır. Onun yaratılış gayesi yüce, mesuliyeti ağır, mahiyeti latif ve ulvîdir. Çünkü insan sıradan bir taş, hayvan veya yıldız değildir. O, Allah’ın isimlerine ayna olan bir mahlûktur.

İntizam ve Hikmet: İnsan Gelişigüzel Olamaz

“İntizamı da mühimdir. Sair kâinata benzemez. İntizamsız olamaz. Mühmel kalamaz.”

Kâinatta hiçbir şey başıboş değildir. Bir yaprak bile kaderle düşerken, insan gibi hikmetle donatılmış bir varlık asla gelişigüzel bırakılamaz. Bu kadar derin mahiyet, bu kadar hassas vicdan, bu kadar güçlü akıl ve irade… Tüm bunlar, insanın hayatının bir imtihan, varlığının bir maksat üzere olduğunu isbat eder.

Eğer insanın hayatı, sadece yeme-içme ve üreme gibi hayvani yönlerle sınırlı olsaydı, ona akıl verilmez, kalp verilmezdi. Oysa kalbiyle ağlar, vicdanıyla utanır, aklıyla tevbe eder. Bu da gösterir ki insanın yaratılışı; “abes” değil, “hikmet” içindir.

Sonuçtan Kaçış Yok: Ya Cennet, Ya Cehennem

“Fena-yı mutlak ile mahkûm olamaz. Adem-i sırfa kaçamaz.”
İnsan, yokluğa mahkûm değildir. Çünkü onun iç dünyasında ebed isteği, sonsuzluk arzusu vardır. Bu da gösteriyor ki, onun yaratılışı fânî bir âleme değil, bâkî bir yurda hazırlıktır. Bu dünya bir tarladır, ebed ise hasat yeridir.

Ve şimdi, iki kapı insanı bekliyor:

> “Cehennem ağzını, Cennet dahi âğuş-u nazindârânesini açıp bekliyorlar.”

Bu ifade, hem ilahi adaletin hem de ilahi rahmetin büyüklüğünü gözler önüne seriyor. Çünkü insan, yaptığı her tercihle ya o ateşin kapısını aralıyor ya da rahmetin koynuna koşuyor. Ne yaparsa onunla yüzleşecektir.

Bu da bize şu hakikati gösterir: İnsan mesuliyet sahibidir. Onun yaratılışı ulvîdir, sonu da ya azîm bir mükâfat ya da şiddetli bir ceza olacaktır.

SONUÇ VE ÖZET:

İnsan sıradan bir varlık değildir. Mahiyeti yüce, yaratılışı hikmetli, sorumluluğu büyüktür. Onun gelişigüzel yaşaması mümkün değildir. Çünkü içindeki istidatlar ebed için yaratılmıştır. İnsan abesle iştigal etmez; fıtratı da abeslikten uzaktır. Dolayısıyla ne mutlak yokluğa mahkûmdur ne de hesapsızlığa bırakılmıştır. Onun önünde iki kapı vardır: Cennet ve Cehennem. Hayatıyla, tercihiyle ve ahlakıyla bu kapılardan birine doğru yürür. İnsan; ebedin eşiğindedir ve bu eşiğin şuurunda olmalıdır.

 




Kudretin Gölgesinde Haşr: Zor Değil, Zorunludur

Kudretin Gölgesinde Haşr: Zor Değil, Zorunludur

“Fâil muktedirdir. Kudrette noksan yoktur. A’zam ve asgar ona nisbeten birdirler. Evet bir Kadîr ki; âlem bütün güneşleri, yıldızları, avâlimi, zerratı, cevahiri, gayr-ı mütenahî lisanlar ile azametine, kudretine şehâdet eder. Hiçbir vehim ve vesvesenin hakkı var mıdır ki, haşr-i cismanîyi O kudretten istib’âd etsin? ”
Âsâr-ı Bediiye

İnsanoğlunun en büyük endişelerinden biridir ölüm. Çünkü onun arkasında büyük bir sır, sonsuzluk kapısı ve mahiyetini tam bilemediği bir dönüşüm vardır. Fakat bu dönüşüm, yani haşr-i cismanî – bedenin yeniden diriltilmesi – Allah’ın kudretini bilen için ne bir hayaldir ne de bir imkânsızlık.

Bediüzzaman Said Nursî’nin bu derin ifadesiyle:
“Fâil muktedirdir. Kudrette noksan yoktur. A’zam ve asgar ona nisbeten birdir.”

Yani Allah, her şeyi yapmaya muktedirdir. O’nun kudretinde büyükle küçük, dağla zerre, yıldızla atom fark etmez. O, kudretinde kusurdan münezzehtir. Bir insanı yeniden yaratmak, bir baharı yaratmak kadar kolaydır O’nun için. Çünkü kudreti sonsuz, fiilleri mükemmeldir.

Kâinatın Lisanı: Her Şey Şahitlik Ediyor

“Âlem bütün güneşleri, yıldızları, âlemleri, zerreleri, cevherleri, gayr-ı mütenahî lisanlar ile azametine, kudretine şehadet eder.”

Gözümüzü semaya çevirdiğimizde, her yıldız birer şehadet parıltısıdır. Yeryüzüne baktığımızda, her tohum bir kudret haritası gibidir. Denizler, dağlar, kuşlar, çiçekler ve kalbimizde çarpan her nabız; hepsi Allah’ın kudretine sessiz bir dille işaret eder. Kâinat, bir kitap gibi, her satırıyla O’nun kudretini ilan eder.

Böylesine azametli bir kudretin, ölen bir bedeni tekrar diriltmesi neden zor görülsün ki? Her ilkbahar, milyonlarca nebatın dirilişi değil midir? Her gece uyuyan ruhun sabah uyanması, bir haşr provası değil midir? Her atomda işleyen mükemmel düzen, Allah’ın kudretini haykırmıyor mu?

Haşr-i Cismanî: Kudretin Kaçınılmaz Bir Tecellisi

Bazı vesveseli kalpler haşr-i cismanîyi akla uzak görür. “Dağılmış bir beden nasıl toplanacak?” der. Oysa aynı kalp, bir mikroçipin milyarlarca bilgiyle dolu olduğunu kabul eder de, Allah’ın kudretine dar bir bakışla yaklaşır. Oysa:

Bir ağaçtan binlerce meyve çıkaran,

Her meyveye ayrı tat, renk ve şekil veren,

Her DNA’ya hayat programı yazan bir Kudret için, toprağa karışmış bir bedenin parçalarını bulmak, toplamak ve diriltmek; bir zerreyi yerli yerine koymak kadar kolaydır.

Bu yüzden:
“Hiçbir vehim ve vesvesenin hakkı var mıdır ki, haşr-i cismanîyi O kudretten istib’âd etsin?”
Yani bu kadar delile rağmen, vesvese ve şüpheye yer var mı?

Hayır. Çünkü kudret ezelîdir, mutlak hâkimdir. O, yoktan var eder. O’nu anlamak için yaratılışa bakmak yeterlidir. Her sabah, uyanan dünya; her bahar, dirilen toprak; her çocuk, varlık sahnesine çıkan yepyeni bir mucize…

İman ve Haşir: Kudretin Yolunu Açan Anahtar

Haşre iman, insanı hem dünyada huzura, hem ahirette kurtuluşa götürür. Eğer haşir olmazsa, adalet eksik kalır, rahmet yarım olur. Ama haşir varsa – ki vardır – o zaman mazlumlar için bir müjde, zalimler için bir hesap günü vardır. Ve bu da, Allah’ın kudretinin bir gereğidir. Çünkü kudretin mutlaklığı, ahireti zarurî kılar.

SONUÇ VE ÖZET:

Allah’ın kudreti, sonsuzdur; eksiksiz, basittir ve büyüklük-küçüklük farkı gözetmez. Kâinatın her parçası, O’nun kudretine şahitlik eder. Yıldızların yaratılışı ile bir insanın diriltilmesi arasında fark yoktur. Haşr-i cismanî, yani bedenlerin yeniden diriltilmesi, bu mutlak kudretin kaçınılmaz bir sonucudur. Şüphe ve vesvese bu hakikat karşısında boşa düşer. Çünkü kudret sahibinin kudretiyle haşir mümkündür, gereklidir ve olacaktır. Her şeyin yeniden yazıldığı günde, her şey yeniden yaratılacaktır.

 




Sınırsız Kudretin Sade Tecellisi: Ne Cüz’ü Zorlar Ne Küll’ü Zorlanır

Sınırsız Kudretin Sade Tecellisi: Ne Cüz’ü Zorlar Ne Küll’ü Zorlanır

“Evet Kudret, hem basit, hem nâmütenahî, hem zâtî… Mahall-i taalluk-u kudret, hem vasıtasız, hem lekesiz, hem isyansızdır. Büyük küçüğe tekebbürü yok, cemaat ferde rüchânı yok. Küll cüz’e nisbeten kudrete karşı fazla nazlanması olamaz. ”
Âsâr-ı Bediiye

İnsan kudreti sınırlıdır. Elini uzatabildiği yere kadar ulaşır, aklı anladığı kadarıyla hükmeder, gücü bir yere kadar yeter. Ama İlâhî kudret öyle değildir. O ne sınıra, ne zamana, ne mekâna bağlıdır. Basittir, sâfîdir, sonsuzdur. Ve işte bu yüzden, en küçüğü yaratmakla en büyüğü yaratmak arasında O’nun kudreti için hiçbir fark yoktur.

“Kudret hem basit, hem nâmütenahî, hem zâtî…”
Basittir, yani içinde mertebeler, karmaşıklıklar, sınıflamalar yoktur.
Nâmütenahîdir, yani sonsuzdur; ne sayı ile ne hacim ile çevrilemez.
Zâtîdir, yani başka bir varlığa veya sebebe muhtaç değildir; doğrudan Allah’ın zatından kaynaklanır.

Kudretin Lekesizliği ve Vasıtasız Tecellisi

İnsan bir işi yaparken aracıya ihtiyaç duyar. Bir şeyi almak için elini uzatır, bir duvarı boyamak için fırça kullanır. Ama Allah’ın kudreti, vasıtasız işler.
Ne melek aracılığına mecburdur, ne doğa kanunlarına.
O diler ve “Ol” der. Her şey olur.
İşte bu yüzden kudretin tecelli ettiği yer lekesizdir. Orada gölge yoktur, şaibe yoktur, isyan yoktur. Çünkü O’nun emir ve kudreti karşısında direnç olmaz. Her şey kayıtsız şartsız boyun eğer.

Küçük-Büyük Ayrımı Yoktur: Hepsi Eşit Tecelliye Mahsustur

Biz insanlar için bir dağı kaldırmak bir taştan daha zordur. Ama Kudret-i İlahiye için bir dağı yaratmakla bir kar tanesini yaratmak arasında zerre kadar fark yoktur. Çünkü:
“Büyük küçüğe tekebbürü yok, cemaat ferde rüchânı yok.”
Yani bir galaksinin yaratılması, bir zerreye tercih edilmez. Allah nazarında büyük, küçük, çok, az gibi nisbî ölçüler yoktur. O her şeyi bir anda, bir emirle, aynı kolaylıkta yaratır.

Bu bakış açısı, hem insanın Rabbine olan güvenini artırır hem de insanın kendisini küçümsememesi gerektiğini öğretir. Çünkü Rabbimiz nazarında, bir fert de kıymetlidir, bir yaprak da, bir zerre de. Kudretin tecellisi her varlıkta tamdır. Eksik değildir. Gölge düşmemiştir.

İsyan Edemeyen Bir Tablo: Kudrete Karşı Boyun Eğmiş Kâinat

Kudretin mahalli yani yaratılan şeyler, isyan etmez.
Güneş her sabah doğar, yıldızlar yörüngesinde döner, ağaç vaktinde meyve verir.
Hiçbiri “Ben bu emri yerine getirmem” demez.
Çünkü her biri Allah’ın kudretine “kulluk eden” bir varlıktır. Bu, zoraki bir itaat değil; yaratılıştan gelen fıtrî bir secdedir.
Kâinatın her zerresi Allah’a itaat hâlindedir.
Ve bu, bize bir mesajdır:
Ey insan! Koca galaksiler bile O’nun emrine secde ederken, sen mi başkaldıracaksın?

SONUÇ VE ÖZET:

İlâhî kudret; basit, lekesiz, vasıtasız ve mutlak bir kudrettir. Allah için büyükle küçük, çokla az arasında fark yoktur. Her şeyi aynı kolaylıkla yaratır. Kudretin tecelli ettiği her yerde tam bir itaat ve kusursuz bir denge vardır. Zerreler, dağlar, galaksiler; hepsi aynı emirle boyun eğer. Kudretin bu şaşmaz iradesi, bize hem Allah’a güvenmeyi hem de yaratılış gayemizi unutmamayı öğretir. Çünkü kudret, ne cüz’ü ihmal eder ne küll’e zorluk duyar. O’nun kudretinde her şey yerli yerindedir.

 




“KÜN” Emrine İtaat: Kemâlin Çağrısı ve Kâinatın Secdesi

“KÜN” Emrine İtaat: Kemâlin Çağrısı ve Kâinatın Secdesi

“Her şeyin bir nokta-i kemâli var. Ve o noktaya bir meyli var. Muzaaf meyil ihtiyaçtır. Muzaaf ihtiyaç iştiyaktır. Muzaaf iştiyak incizabdır. Bunlar emr-i tekvinînin mahiyyât tarafından birer habb ve nüve-i imtisalidir. Mahiyat-ı mümkinatın mutlak kemâli, mutlak vücûddur. Hususî kemâli, isti’dadatını bilfiile çıkaran ona mahsus vücûddur. Bütün kâinatın 

كُنْ

emrine itaâtı, bir nefer hükmünde olan bir zerrenin itaâtı gibidir. İrade-i Ezeliye’den gelen 

كُنْ

emr-i ezelîsine mümkinin itaât ve imtisalinde, yine iradenin tecellîsi olan meyil ve ihtiyaç ve şevk ve incizab birden mümtezic, mündemiçtirler. İşte itaât sırrı.”
Âsâr-ı Bediiye

Her şey bir noktaya doğru akar. Her varlık, kendi özünde taşıdığı kemâl tohumunu bir gün meyveye dönüştürmek ister. Topraktaki çekirdek, göğe uzanan bir ağaç olmayı arzular. Su, bulutlara yükselecek buharı taşır içinde. İnsan, fıtratında gizli bir nur gibi bekleyen hakikatle buluşma arzusuyla yanar.

Bediüzzaman’ın derin ifadesiyle:
“Her şeyin bir nokta-i kemâli var. Ve o noktaya bir meyli var. Muzaaf meyil ihtiyaçtır. Muzaaf ihtiyaç iştiyaktır. Muzaaf iştiyak incizabdır.”

Bu cümle, varlıkların hem yaratılış sırrını hem de Allah’ın “Kün = Ol!” emrine nasıl bir yönelişle cevap verdiğini gösterir. Zira her şeyin içindeki meyil, ihtiyaç, şevk ve cazibe; İlâhî bir iradenin yankısıdır. Bu sadece bir eğilim değil; emr-i tekvinîye karşı bir secdedir, bir teslimiyet ve bir kulluktur.

Mümkinatın Kalbinde Saklı Kemâl

Varlık, Allah’tan gelen bir emirle var olur. Mümkin (yani yokluğu da varlığı da mümkün olan şey), o “Kün” emrine secde edercesine boyun eğer. Çünkü onun içinde ezelî bir çağrıya cevaz verecek bir çekim, bir şevk yaratılmıştır.
Her varlık kemâlini ister. Çünkü o kemâl, yaratıldığı anda ruhuna konulmuş bir “hedef kodu” gibidir.

Bir tohumun içindeki meyil, ağaç olana kadar susmaz. Bu meyil zamanla bir ihtiyaç hâline gelir. O ihtiyaç, ruhun yanışıyla iştiyaka döner. İştiyak, artık onu bulunduğu yerde durduramaz; incizab, yani cazibe başlar. Varlık, kendini çekene doğru akar. İşte bu, kâinat çapında bir itaat sırrıdır.

Kün Emrine İtaat: Bir Zerrenin Secdesi

“Bütün kâinatın ‘Kün’ emrine itaati, bir nefer hükmünde olan bir zerrenin itaati gibidir.”
Bu ne demek?
Güneş, sistemler, galaksiler… Kainatın dev cisimleri nasıl İlâhî nizama boyun eğiyorsa; bir atom da, bir hücre de aynı itaatle hareket eder. Zira hepsinin içinde, “irade-i ezeliye”den gelen emre yönelten bir çekim vardır.

Bu çekim, sadece fizikî değil; aynı zamanda manevîdir. Gök cisimleri de, hücreler de, insanlar da emre muhataptır. İnsanda bu yöneliş, bir arayışa dönüşür: Hakkı bulma, hakikati yaşama ve kemâle erme arayışı…

İtaat Sırrı: Hürriyetteki En Yüksek Teslimiyet

İnsanın iradesi vardır. Bu yönüyle diğer varlıklardan ayrılır. Ama o da aynı meyil, aynı ihtiyaç ve aynı şevkle yaratılmıştır. Eğer bu ruhî yöneliş, nefsin tesiriyle sapmazsa, insan da “Kün” emrine, yani Allah’ın iradesine, rızasına uygun bir hâl alır.

İşte gerçek itaat budur. Zoraki değil, içten gelen, meyil ile başlayan, iştiyakla olgunlaşan ve incizab ile Allah’a yönelen bir teslimiyet…

Varlıklar bu teslimiyeti sessizce yaşar. Ağaç büyürken Allah’a haykırmaz, ama dallarıyla secde eder. Su akarken konuşmaz, ama yolu Allah’ın çizdiği yerdedir. İnsan da eğer içindeki kemâl tohumunu yeşertirse, onun da hayatı bir secdeye dönüşür.

SONUÇ VE ÖZET:

Her şeyin içinde bir kemâl noktası vardır ve bu noktaya ulaşma arzusu, İlâhî iradeye bir cevaptır. Bu arzunun yoğunlaşması, ihtiyaç, iştiyak ve sonunda incizaba dönüşür. Tüm varlıklar, Allah’ın “Kün” emrine meyil, ihtiyaç ve cazibe ile cevap verir. Bir zerreden galaksilere kadar her şey İlâhî düzene itaat içindedir. İnsan da kendi içindeki bu kemâl tohumunu anlayıp iradesini Allah’ın rızasına yönelttiğinde, varlığının gayesine ulaşır. Gerçek itaat, hür iradenin Allah’a duyduğu şevkle yapılan secdedir.

 




İçten Vurulan Millet: Hayim Naum Planı ve İslâmiyet’e Tuzak Kurulmuş Bir Asır

İçten Vurulan Millet: Hayim Naum Planı ve İslâmiyet’e Tuzak Kurulmuş Bir Asır

“Hayim Naum o sırada Ankara’ya kadar da uzanarak planın muvaffakiyeti için gereken en mühim ve merkezî şahıs nezdinde –yani Mustafa Kemal yanında– emin bulunduğu tesirinin derecesini ölçmek istemiştir. Öyle ki bu tesir, ma’hud mevzuda Hayim Naum’dan daha heveskâr ve gayretli bir İslâmiyet düşmanına tesadüf etmekle muradına ermiş ve artık Türk’ü içinden vurmanın planını gerçekleştirmek için her unsur tamamlanmıştır.

   İşte bu ehemmiyetli vesika, tam tamına Risale-i Nur tercümanının kırk küsur sene evvel hadîs-i şerifin ihbarına dair beyan ettiği hâdiseyi tasdik ettiği gibi ve şeriat-ı Ahmediyeye ihanet eden o dehşetli şahsın mühim bir kuvveti Yahudi olduğu, Yahudi olan Lord Gürzon ile Hayim Naum o ihbarın hakikatini gösterdiklerini ve yirmi beş seneden beri Nurcuların imhasına keyfî kanunlarla dehşetli zulümlerin hikmetini tam gösteriyor. ”
Emirdağ Lâhikası 2

“Bir milleti yıkmak istiyorsan, dış kalelerini değil, iç kalplerini hedef al.”
Tarih, yalnızca cephelerde değil; kalplerde, fikirlerde ve inkılaplarda kazanılır. Osmanlı’nın zahiren yıkılışı, aslında İslâmiyet’in hedef alınmasının son adımıydı. Asıl savaş, bir milletin ruhunu, inancını ve mukaddesatıyla bağını koparmaktı. Bu savaşın adı ise: İçten vurmak.

Hayim Naum ve Sinsi Planın Taşları

Tarihe adı az geçmiş ama etkisi çok büyük bir isimdir Hayim Naum. Osmanlı’nın son başhahamıydı. Ancak onun derdi ne dinî liderlikti, ne de halkının maslahatları. O, bir akılcı istihbarat figürü, bir proje adamıydı. Görevi şuydu:

> “Türkleri dıştan değil, içten yıkmak. Zorla değil, inkılapla.”

Ve bu görevi öyle bir zaman ve zeminle buluşturdu ki; plan, adeta İslâmiyet’e karşı bir ‘zihnî hilâfet kaldırma’ operasyonuna dönüştü. Zira onun etki alanı sadece diplomatlar ve dış güçler değil, Ankara’nın merkezindeki karar vericiler idi.

Ma’hud Mevzu: Hadisin Haber Verdiği Tehlike

Risale-i Nur’un Emirdağ Lâhikası’nda işaret ettiği gibi, bu plan hadis-i şeriflerin de haber verdiği bir felâketin yansımasıdır: Müslümanların kendi içinden çıkacak birtakım şahısların eliyle dine zarar verecekleri uyarısı. Bu uyarı, yalnız bir zamanın değil, tarihin birçok devresinde karşılık bulmuş bir gerçekliktir.

Hayim Naum, bu planı icra ederken karşısında beklenmedik bir heves ve şiddetle destek bulan bir isimle buluşur: Mustafa Kemal. Ve bu birleşme, “Türk’ü içinden vurmanın planını gerçekleştirmek için her unsurun tamamlandığı” an olarak kaydedilir.

Yahudi Lord Curzon, Hayim Naum ve Şeriata Darbe

İngilizlerin Lozan’daki murahhası Lord Curzon da bir Yahudiydi. Hayim Naum ile tam bir koordinasyon içinde çalıştılar. Batı, bu iki figürle şunu başardı:

Hilafeti kaldırdı,

Medreseleri kapattı,

Şeriatın kamusal varlığını yok etti,

Kur’an öğrenimini suç saydı,

İslâmiyet’in toplumu yönlendirme gücünü bitirdi.

Bunlar doğrudan bir askeri müdahale ile olmadı. İçten, “reform” ve “çağdaşlaşma” süsüyle yapıldı.

Nur Talebelerine Zulmün Asıl Sebebi: Bu Sinsi Planı Deşifre Etmeleri

Emirdağ Lâhikası’nda geçen şu tesbit, bu planın neden Risale-i Nur hareketine karşı büyük bir zulümle yürütüldüğünü açıklar:

> “Nurcuların imhasına keyfî kanunlarla dehşetli zulümlerin hikmeti budur.”

Çünkü Risale-i Nur, bu içten yıkımın maskesini düşürüyordu. İslâmiyet’in inkılapla değil, kalple, imanla yaşatılacağını anlatıyordu. Bu yüzden, ne yazık ki o dönemde dine sadakat gösterenler “irtica” damgasıyla yaftalandı, zindanlara atıldı, susturulmak istendi.

Bugün Biz Neredeyiz?

Bugün hâlâ o planın kalıntıları içimizde sürüyor:

Laiklik, dinin kamusal alandaki etkisini hâlâ tehdit olarak görüyor.

Dindar nesiller, ötekileştirme ile hâlâ karşı karşıya.

İslâm, modernleşmenin önündeki “engel” gibi gösterilmeye çalışılıyor.

Ama aynı zamanda:

Gençler artık uyanıyor.

Risale-i Nur gibi iman hakikatleri yeniden okunuyor.

İslâm, ilimle ve basîretle savunuluyor.

O planı bozacak imanlı bir diriliş kapımızda.

ÖZET:

Hayim Naum, Osmanlı’nın son döneminde Türk milletini İslâm’dan koparmayı hedefleyen içten bir planın mimarıdır. Bu plan, Lord Curzon gibi dış aktörlerle ve içeride destek bulan “heveskâr İslâm düşmanlarıyla” hayata geçirildi. Risale-i Nur bu sinsi projenin mahiyetini deşifre ettiği için büyük zulümlere maruz kaldı. Bugün hâlâ bu zihinsel yıkımın etkileri sürse de, İslâmî uyanış ve imanlı diriliş bu gidişata dur diyebilecek güçtedir. Esas vazifemiz, bu planı tanımak, ifşa etmek ve Kur’an ve iman hakikatleriyle cevap vermektir.

 




Ruhsuz Zafer: Satveti Yitiren Bir Milletin Hikâyesi

Ruhsuz Zafer: Satveti Yitiren Bir Milletin Hikâyesi

“Lozan Muahedesi’nden sonra, İngiltere Avam Kamarasında “Türklerin istiklalini ne için tanıdınız?” diye yükselen itirazlara, Lord Gürzon’un verdiği cevap:

   “İşte asıl bundan sonraki Türkler bir daha eski satvet ve şevketlerine kavuşamayacaklardır. Zira biz onları maneviyat ve ruh cephelerinden öldürmüş bulunuyoruz.” Yani Mustafa Kemal ve İsmet’in verdikleri karar, Türk milletini İslâmiyet ve din cihetinden öldürmek kararıdır.

   Artık bunun üzerine her şey apaçık anlaşılıyor, değil mi? ”
Emirdağ Lâhikası 2

“Bir milletin kalbini sökerseniz, onu bir daha diriltemezsiniz.”
Tarih, sadece savaşların, antlaşmaların ya da liderlerin hikâyesi değildir. Tarih, aynı zamanda milletlerin kalbine inen darbelerdir. O kalp İslam’dır; ruhu ise Kur’an’dır. Kalbin atışını durdurduğunuzda, o milletin ne zaferi zaferdir, ne de barışı barış…

Lozan ve İngiliz’in Asıl Hesabı

Lozan Muahedesi, sadece toprakla değil, inançla imzalanan bir metindi. Masada görünen; hudutlardı, borçlardı, kapitülasyonlardı… Fakat görünmeyen ama asıl önemli olan; milletin ruhu, maneviyatı ve İslâm’la olan bağıydı. İşte bu görünmeyen planı, İngiltere Avam Kamarasında Lord Curzon şöyle itiraf etti:

> “İşte asıl bundan sonraki Türkler bir daha eski satvet ve şevketlerine kavuşamayacaklardır. Zira biz onları maneviyat ve ruh cephelerinden öldürmüş bulunuyoruz.”

Bu söz, bir düşmanın zafer narası değil; bir milletin ruhî cenazesinin ilânıdır. Dışarıdan yıkamadıkları bu milletin içini boşaltarak, kendi eliyle ruhundan uzaklaştırmayı başardıklarını itiraf ediyorlardı.

Zafer mi, Zafiyet mi?

Lozan’dan sonra her şey değişti. Birçoklarına göre bir “zafer” kazanılmıştı. Ama bu zaferin bedeli, hilafetin kaldırılması, medreselerin kapatılması, Kur’an’ın yasaklanması, ezanın susturulması, camilerin kapanması ve nesillerin dinsizleştirilmesi oldu.

Zafer, yalnız mermiyle kazanılmaz. Gerçek zafer, ruhla ve imanla kazanılır. Maddeten kaybedip manen diri kalan bir millet, vakti geldiğinde yeniden ayağa kalkabilir. Fakat manen çöken bir millet, yeryüzünün en güçlü devleti dahi olsa, içten içe çürümeye mahkûmdur.

Gürzon’un Sözleri ve Bugünün Manzarası

Bugün etrafımıza baktığımızda, bu sözlerin ne kadar gerçekleştiğini görmek acı ama ibret vericidir:

Gençler arasında inançsızlık ve manevî boşluk had safhada.

Aile kurumu sarsılıyor, evlilikler azalıyor, boşanmalar artıyor.

İslamî ilimlere ilgi azalmış, yerine popüler kültür ikame edilmiştir.

Tarihiyle, kimliğiyle ve ruhuyla barışık olmayan nesiller büyüyor.

İşte bu tablo, bir milletin ruhundan uzaklaştırılmasının neticesidir. Gürzon’un dediği gibi: “Onları maneviyat ve ruh cephelerinden öldürdük.”

Ama Her Mevsimin Bir Baharı Vardır

Evet, bu millet derin bir gaflet ve uzaklaşma yaşadı. Ama hâlâ Kur’an bu topraklarda okunuyor. Hâlâ ezan semayı deliyor. Hâlâ gençler camilere koşuyor. Hâlâ birileri bu milletin ruhunu yeniden uyandırmak için mücadele veriyor.

Çünkü bu milletin mayası İslam’dır. Hamuru Kur’an’dır. Batı’nın ruhsuzlaştırma projesi, imanlı gönüller oldukça başarıya ulaşamayacaktır. Asıl vazife şimdi bize düşüyor:

Geçmişin ihanetini bilmek ve unutmamak…

Lozan’ın görünmeyen maddelerini çocuklarımıza öğretmek…

“Zafer” sanılan o antlaşmanın aslında zihnî bir esaret olduğunu anlatmak…

Ve yeniden imanla dirilmek, Kur’an’la şahlanmak, sünnetle yürümek…

ÖZET:

Lozan Muahedesi sonrası İngiliz Lord Curzon’un “Türkleri maneviyat ve ruh cephelerinden öldürdük” sözleri, sadece bir diplomatik başarıdan değil, derin bir inançsızlaştırma planından haber verir. Türkiye’nin istiklâli tanınırken, ruhunun sökülmesi hedeflenmiştir. Hilafet, medrese ve İslamî hayatın tasfiyesi bu planın parçasıdır. Ancak milletimizin mayasında bulunan iman sayesinde bu çöküş tam bir yıkıma dönüşmemiştir. Bugün bize düşen, bu ihanetin farkında olmak ve yeniden iman, ilim ve şuurla dirilişe yönelmektir.

 




Ceset Dağılır, Ruh Dağılmaz: Mevtin Gölgesinde Bir Hakikat

Ceset Dağılır, Ruh Dağılmaz: Mevtin Gölgesinde Bir Hakikat

“Gayet kat’î bir hads ile sabittir ki; cesed ruhla kaimdir. Ruh, binefsihi kaim ve hâkim olduğundan; cesed istediği gibi dağılsın, toplansın istiklâliyetine sebep vermez. Belki cesed, hanesi ve yuvasıdır. Libası ise bir derece sabit ve letafetçe ona münasib bir gılaf-ı latîfi var. Öyle ise mevtte bütün bütün çıplak olmaz.”
Âsâr-ı Bediiye

Hayat, bir sabah meltemi gibi başlar; tazedir, serin ve hafiftir. Ama o meltemin içinde gizli bir akşam vardır. İnsan ne kadar yaşarsa yaşasın, bir gün ölümle yüzleşecektir. Fakat bu yüzleşme, bir yok oluş değil, bir hakikate uyanıştır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle:
“Ceset ruhla kaimdir. Ruh binefsihi kaim ve hâkim olduğundan, cesed istediği gibi dağılsın, istiklâliyetine sebep vermez.”

Yani hakikatte asıl olan ruhtur. Ceset ise onun hanesi, yuvası ve geçici libasıdır. Bu anlayışla bakıldığında ölüm; son değil, bir elbise değişimidir. Ruh, bu dünya sahnesinde giydiği ceset gömleğini çıkarır ve ebedî âleme lâyık bir suretle yola devam eder.

Ceset: Bir Gömlek, Bir Misafirhane

İnsanın bedeni, yaratılış itibariyle topraktan gelmiştir. Geçicidir, kırılgandır, zamanla yıpranır. Ama bu zayıflığı içinde muazzam bir sırrı barındırır: Ruhun yuvası olmak.
Ruh ise ilahî bir nefhadır; sonsuzluktan iz taşır. Ceset ne kadar güzel, güçlü, genç olursa olsun, onsuz bir anlamı yoktur. O yüzden ölüm, cesedi dağıtsa da ruhun istiklâliyetine dokunamaz. Çünkü ruh, cesede değil; ceset ruha bağlıdır.

Bunu bir kuşun kafesinden uçması gibi düşünebiliriz. Kafes dağılsa, parçalanıp yok olsa bile, kuş hâlâ uçar. Çünkü asıl olan uçma kabiliyeti, yani ruhtur. Ceset ise o ruhun geçici bir kıyafetidir. Bediüzzaman bu hakikati veciz bir şekilde şöyle ifade eder:
“Mevtte, bütün bütün çıplak kalmaz. Cesedin letafetçe ona münasip bir gılaf-ı latîfi vardır.”
Demek ki ölüm, sadece maddî bedenin toprağa verilmesidir; ruh çıplak kalmaz, onun da mahiyetine uygun bir giysisi, bir nuranî libası vardır.

Ölüm: Yok Oluş Değil, Varlığın Bir Başka Merhalesi

Modern akıl ölümden korkar çünkü onu yoklukla eşleştirir. Hâlbuki İslamî düşüncede ölüm, bir geçiştir; bir perde değişimidir. Ruh, dünyadaki kabuğundan çıkarak berzah âlemine, sonra da ebedî saadet yurduna doğru bir yolculuğa başlar.

İnsan ruhu bu dünyada bedenle kayıtlıyken bile nice hayaller kurar, sevinçler yaşar, acılar çeker. Yani ruh, beden olmadan da varlığını ve şuurunu sürdürür. Ölümle birlikte bu kayıtlar kalkar. Beden çürür, dağılır; ama ruh asla dağılmaz. O, yaratıldığı andan itibaren Allah’ın izniyle bâkîdir.

Hayatın Hikmeti, Mevtin Şuurundadır

Eğer insanın cesediyle birlikte ruhu da toprağa karışacak olsaydı, hiçbir şeyin anlamı kalmazdı. Ne ibadet, ne ahlak, ne hak, ne hukuk… Ama insan, fıtraten ebed için yaratılmıştır. Ölümle yüzleştiğinde, içinde bir sonsuzluk arzusu canlanır. Çünkü ölüm, ebedî bir hayata açılan kapıdır.

Bir şairin dediği gibi:
“Ölüm bir hiçlik değil, bir varlık değişimidir.”
İnsan öldüğünde, sadece madde değişir; ruh yoluna devam eder.

SONUÇ VE ÖZET:

Ruh, varlığıyla bâkîdir; ceset ise geçici bir elbisedir. Ölüm, bu elbisenin çıkarılmasıdır ama ruh çıplak kalmaz; onun da latîf ve nuranî bir gılafı vardır. Ceset, ruhun yuvasıdır fakat ruh, cesede mahkûm değildir. Ölüm; yokluk değil, asıl varlığın başka bir boyutta devam etmesidir. Bu yüzden mevt, insan için bir bitiş değil, hakikate uyanış vesilesidir. İnsan cesetle sınırlı değil, ruhla kaimdir. Ceset dağılır; ama ruh dağılmaz.

 




Akıl, Varlık ve Sonsuzluk Arasında İnsan: Fani Dünyanın Ötesi

Akıl, Varlık ve Sonsuzluk Arasında İnsan: Fani Dünyanın Ötesi

İnsanın akıl ve fikir meydanı, gerçekten de tarifi imkânsız bir muamma.
Bazen “zerre içinde dönüyor, katre içerisinde yüzüyor, bir noktada hapsoluyor.” dedirten bir darlığa sahipken, bazen de “âlemi bir karpuz gibi eline alır ve kâinatı misafireten getirir, akıl odasında misafir eder.”
Mesnevi-i Nuriye’den süzülen bu hikmetli sözler, insanın varoluşsal çelişkisini ne de güzel resmediyor. Bu genişlik ve darlık arasında sıkışıp kalan ruhumuz, fani dünyanın aldatıcı cazibesiyle ebedi hakikatlerin çağrısı arasında gidip geliyor.

**********

“Kaç kere pay ettik dünya malını, herkese en çok bir mezar düşüyor,” sözü ile bu faniliğe tokat gibi bir cevap veriyor. Dünya malı, makam, mevki uğruna verilen onca mücadele, dökülen terler, yaşanan hırs ve kavgalar… Hepsinin nihai durağı aynı: bir avuç toprak.
Bu idrak, insanı dünyaya olan aşırı bağlılığından koparıp, asıl yurduna yönelmeye teşvik etmeli.

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin ifade ettiği gibi, “Dünya madem fanidir değmiyor alaka-i kalbe.” Kalbin dünya heveslerine bağlanması, fani bir gölgeye takılıp kalmaktan farksızdır.
Risale-i Nur’dan gelen bir başka hakikat ışığı, insanın öz eleştirisi ve Allah’a yönelişi üzerine odaklanıyor: “Nefsini ittiham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiaze eder. İstiaze eden, Şeytan’ın şerrinden kurtulur.”
Bu zincirleme süreç, manevi arınmanın ve kemalata ermenin yol haritasıdır. İnsanın kendi eksikliklerini görüp kabul etmesi, ilk adımdır. Ardından pişmanlık ve af dileme gelir. Ve bu af dileme, bizi şeytanın ve nefsin saptırıcı fısıltılarından Allah’ın korumasına sığınmaya götürür.

*********

Tarihi ve ibretli bir başka boyut ise, Ayasofya üzerinden Bediüzzaman Said Nursi’nin derin görüşlerinde tecelli ediyor. “Ayasofya, Hristiyanlığın, İslâmiyete devir ve tesliminin bir âbidesidir. Bunun için kilise iken cami olmuştur. Elbette tekrar camiye çevrilecektir.” Bu sözler, sadece bir yapının statüsüyle ilgili değil, medeniyetlerin dönüşümü, dinlerin ve inançların tarihi seyri, ve ilahi takdirin zaman içindeki tezahürü üzerine derin bir perspektif sunar. Ayasofya, bu açıdan, fani olanın ebedi olana teslimiyetinin, bir mabetten öte, bir sembolü haline gelmektedir.

Haksızlığa karşı sessiz kalmak, yine Risale-i Nur’dan Mektubat’ın vurguladığı gibi, “hakka karşı bir hürmetsizliktir.” Bu, sadece bireysel bir ahlak meselesi değil, aynı zamanda toplumsal bir sorumluluktur. Hakkın savunulması, adaletin tesis edilmesi, her müminin üzerine düşen bir vazifedir.

Zira “İki sultan bir cihâna sığmazken; On derviş bir kilimde uyurmuş” sözüyle Sa’di Şirazi, ihtiras ve bencilliğin yıkıcılığını, kanaat ve tevazunun ise birleştiriciliğini ne güzel anlatır. Dervişlerin daracık bir kilimde huzurla uyuyabilmesi, manevi zenginliğin maddi dünyanın sınırlamalarını nasıl aştığının bir isbatıdır.
.
Nasip meselesi ise Hazreti Mevlana’dan yankılanır: “Nasibinin Peşinde Bir Ömrü, Harcar da İnsan!
Nasibinden Başkasını, Nasip Etmez, YARADAN..!”
Bu, tevekkülün ve kader inancının en güzel ifadelerinden biridir. İnsan çalışır, çabalar; ancak neticede elde edeceği, Allah’ın kendisine takdir ettiğinden başkası değildir. Bu idrak, boşuna hırslara kapılmaktan, elde edemediklerimiz için hayıflanmaktan insanı kurtarır ve iç huzuru sağlar.

**********

Son olarak, Aliya İzzetbegoviç’in Batı medeniyeti üzerine olan tesbiti, “Bunu hiç unutma evlat.. Batı hiç bir zaman uygar olmamıştır ve bugünkü refahı devam edegelen sömürgeciliği döktüğü kan, akıttığı gözyaşı ve çektirdiği acılar üzerine kuruludur!!” cümlesiyle, maddi refahın manevi değerler ve ahlaki ilkeler pahasına nasıl inşa edildiğini gözler önüne seriyor. Bu, sadece bir tarih tesbiti değil, aynı zamanda günümüz dünyasının çarpıklıklarına ve insanlığın çektiği acılara dair derin bir eleştiridir.

Ve bu noktada, İmam Gazali’nin “Mümin dini uğruna malını, münafık ise malı uğruna dinini feda eder,” sözü, gerçek değerlerin ne olduğunu ve insanın hangi uğurda neyi feda etmesi gerektiğini net bir şekilde ortaya koyar.

Tüm bu hikmetli sözler, bizlere fani dünyanın gelip geçiciliğini, nefis muhasebesinin önemini, hak ve adalet mücadelesinin gerekliliğini, tevekkülün huzurunu ve gerçek medeniyetin ne anlama geldiğini hatırlatıyor.

Kuşların ve sineklerin dahi lisan-ı hal ile “Hasbünallahü ve ni’mel vekil” (Allah bize yeter, O ne güzel vekildir) dediği bir dünyada, insanın da bu fani perdenin ardındaki sonsuz hakikatlere yönelmesi elzemdir.

Özet:

Bu makale, derin manaları ele alarak, insanın akıl ve varoluş arasındaki çelişkisini, dünya malının geçiciliğini ve mezarın kaçınılmazlığını anlatmaktadır.

Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur külliyatından yapılan alıntılarla nefis muhasebesi, istiğfarın önemi ve şeytanın şerrinden korunma yolları açıklanmıştır.

Ayasofya’nın tarihi ve sembolik anlamı üzerinden medeniyetlerin dönüşümü ve ilahi takdirin tecellisi incelenmiştir.

Sa’di Şirazi’nin dervişlik ve ihtiras üzerine sözleri ile Mevlana’nın nasip ve tevekkül üzerine düşünceleri, manevi huzurun kaynakları olarak sunulmuştur.

Son olarak, Aliya İzzetbegoviç’in Batı eleştirisi ve İmam Gazali’nin mümin ile münafık arasındaki farka dair sözleri ile dünya düzeninin çarpıklıkları ve gerçek değerler üzerinde durulmuştur. Makale, tüm bu unsurları birleştirerek, insanın fani dünyanın ötesindeki sonsuz hakikatlere yönelmesi gerektiği sonucuna varmaktadır.

 




Zât-ı Zülcelâl: Eksiklikten Münezzeh, Maddeden Mücerret

Zât-ı Zülcelâl: Eksiklikten Münezzeh, Maddeden Mücerret

“Sâni’-i Zülcelâl cemi-i nekaisten münezzehtir. Zîrâ nevâkıs, mâhiyet-i maddiyâtın istidatsızlığından neş’et eder. Zât-ı Zülcelâl maddiyâttan mücerreddir, münezzehtir. Hem kâinatın mâhiyat-ı mümkinesinden neş’et eden evsaf ve levâzımatından mukaddestir. 

لَيْسَ كَمِثْلِهٖ شَيْءٌ جَلَّ جَلَالُهُ سُبْحَانَ مَنِ اخْتَفٰى لِشِدَّةِ ظُهُورِهٖ سُبْحَانَ مَنِ اسْتَتَرَ لِعَدَمِ ضِدِّهٖ سُبْحَانَ مَنِ احْتَجَبَ بِالْاَسْبَابِ لِعِزَّتِهٖ”
Âsâr-ı Bediiye

İnsan, sınırlı idrakiyle sonsuzu anlamaya çalışırken çoğu kez beşerî ölçülerle mutlak olanı kavramaya kalkar. Oysa Cenâb-ı Hak, bizim bildiğimiz ve tasavvur ettiğimiz hiçbir şeye benzemez. Bediüzzaman Said Nursî, bu derin hakikati şu sözlerle ifade eder:

> “Sâni’-i Zülcelâl cemi-i nekaisten münezzehtir. Zîrâ nevâkıs, mâhiyet-i maddiyâtın istidatsızlığından neş’et eder. Zât-ı Zülcelâl maddiyâttan mücerreddir, münezzehtir.”

Yani eksiklik (naks) bir şeye aitse, bu onun maddeye bağımlılığından veya yaratılmış olmasından kaynaklanır. Çünkü madde sınırlıdır, değişkendir, çürümeye ve bozulmaya müsaittir. Her maddî varlık, istidatları sınırlı olduğu için eksikliklere, ihtiyaçlara ve zıtlara maruz kalır. Ancak Allah Teâlâ maddeden mücerret (soyut) ve nekaisten münezzeh (her türlü eksiklikten uzak) olduğu için, eksiklik O’na isnat edilemez.

Bu kudsî hakikati te’yid eden âyet:

> لَيْسَ كَمِثْلِهٖ شَيْءٌ
“O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.” (Şûrâ, 11)

Yani Allah Teâlâ’nın zatı, sıfatları, fiilleri ve şuunatı, hiçbir mahlûkunkiyle kıyaslanamaz. O’nun zıddı yoktur, çünkü her şey O’na muhtaç, O ise hiçbir şeye muhtaç değildir. O’nun benzeri yoktur, çünkü her şey O’nun yarattığı ve kudretiyle varlıkta tuttuğu birer gölgedir. O, kendisiyle değil; eserleriyle tanınır. Zâtına dair ilim ise “taabbüdî”, yani teslimiyet gerektiren bir bilgidir.

Bediüzzaman, bu hakikati veciz bir Arapça ifadeyle şöyle dile getirir:

> سُبْحَانَ مَنِ اخْتَفٰى لِشِدَّةِ ظُهُورِهٖ
“O Zât ki, şiddet-i zuhurundan gizlendi.”

Bu ifade, güneşe doğrudan bakamamak gibi bir durumu anlatır. Allah Teâlâ’nın varlığı ve kudreti o kadar aşikârdır ki, bakan gözler onu görmekte zorlanır. Çünkü O, her şeyde hazır ve nazırdır; ama zâtı gözle görülmez. Tıpkı ışığın her şeyi gösterip kendisini göstermemesi gibi…

> سُبْحَانَ مَنِ اسْتَتَرَ لِعَدَمِ ضِدِّهٖ
“O Zât ki, zıddı olmadığı için gizlidir.”

Zıddı olmayan bir varlığı idrak etmek zordur. Çünkü insan aklı çoğu zaman zıtlıklar yoluyla anlamaya çalışır: Siyahın kıymetini beyazla, acının manasını tatlıyla idrak eder. Fakat Allah Teâlâ’nın zıddı yoktur ki, O’nu kıyasla anlayalım. O, eşi ve benzeri olmayan Mutlak Varlıktır.

> سُبْحَانَ مَنِ احْتَجَبَ بِالْاَسْبَابِ لِعِزَّتِهٖ
“O Zât ki, izzetinden dolayı sebepler arkasına gizlenmiştir.”

Cenâb-ı Hak, kudret ve azametinin yüceliği gereği sebepler perdesi arkasında iş görür. Çünkü doğrudan kudretiyle tecelli etseydi, insanoğlu bunu kaldıramaz, yanar ve erirdi. Bu sebeple O, sebepleri birer perde, birer vesile olarak kullanır. Fakat her perde arkasında işleyen kudret, yine Allah’ın kudretidir. Sebepler asıl değil, vesiledir; yaratıcı değil, perdedir.

Bu derin tefekkür, bizi hem imanın tahkikine götürür hem de marifetullah yolunda seyr-i sülûka çıkarır. Çünkü Zât-ı Zülcelâl’in bu muazzam vasıfları karşısında, insan yalnızca huşû, teslimiyet ve hayret içinde eğilir. Her şeye benzeyen değil; hiçbir şeye benzemeyen bir Allah’a iman etmek, insanın kalbine hakiki tevhidi yerleştirir.

Özet:
Bu makalede, Bediüzzaman’ın “Zât-ı Zülcelâl cemi-i nekaisten münezzehtir” ifadesi ekseninde, Allah’ın eksikliklerden uzak, maddeden mücerret, zıt ve benzeri olmayan bir Zât olduğu anlatılmıştır. Eksiklik maddî varlıklara aittir; çünkü onlar sınırlı, değişken ve fânidir. Oysa Allah Teâlâ ezelî ve ebedîdir, hiçbir şeye benzemez. Allah’ın sebepler arkasına gizlenmesi izzetinden, görünmemesi ise şiddet-i zuhurundandır. Bu bakış, kulun tevhid ve marifetullah yolculuğunda derinleşmesini sağlar.

 




Fıtrat Yalan Söylemez: Varlığın Sessiz Sadakati

Fıtrat Yalan Söylemez: Varlığın Sessiz Sadakati

“Fıtrat yalan söylemez. Meselâ, bir çekirdekdeki meyelan-ı nümuv der ki: “Sünbülleneceğim, meyve vereceğim.” Doğru söyler. Meselâ, yumurtada bir meyelan-ı hayat var, der: “Piliç olacağım.” Biiznillah olur. Doğru söyler. Meselâ bir avuç su, incimad ile meyelan-ı inbisatı der: “Fazla yer tutacağım.” Metin demir onu yalan çıkaramaz. Sözünün doğruluğu demiri parçalar. İşte şu meyelanlar, irade-i İlahiyeden gelen evamir-i tekviniyenin tecellîleridir, cilveleridir.  ”
Âsâr-ı Bediiye

Kâinat, sessiz bir zikir meclisi gibidir. Konuşmaz, ama konuşturur. Konuşmaz, ama anlatır. İçinde barındırdığı her şey, bir anlam taşır. Bediüzzaman Said Nursî’nin “Fıtrat yalan söylemez” vecizesi, bu anlamın merkezindedir. Çünkü fıtrat, yani varlıkların yaratılışında bulunan yöneliş ve istidatlar, doğrudan İlâhî iradenin bir tercümanıdır.

Bir çekirdeği ele alalım… İçinde ağaç olma arzusu vardır. Henüz bir tohumken, toprak altında sessizce der ki:
“Sünbülleneceğim, meyve vereceğim.”
Ve gerçekten de uygun şartlar sağlandığında, bu sözünü gerçekleştirir. Bu, ne sadece biyolojik bir süreçtir, ne de tesadüfi bir dönüşüm. Bu, Allah’ın kudret elinden çıkan bir fermanın hayata geçmesidir. Çünkü meyelan, yani o yönelme, Allah’ın iradesinden gelen emr-i tekvinînin bir tecellisidir.

Bir yumurta… İçindeki hayat kıpırtısı, tıpkı bir emanet gibi saklanır kabuğunun ardında. O kıpırtı adeta şöyle der:
“Piliç olacağım!”
Ve zamanı gelince, o sessiz vaat gerçeğe dönüşür. Ne yumurta bunu kendisi planlamıştır, ne de anne tavuk bu süreci idare etmiştir. Her şey, İlâhî planın harfiyen yerine gelmesinden ibarettir.

Bediüzzaman bu örnekleri verirken, sıradan hadiselerin arkasında işleyen ilâhî iradeyi, kudretin sessiz cilvelerini ve hikmetin ince işçiliğini nazara verir. En dikkat çekici örnek ise sudur:

> “Bir avuç su, incimad ile meyelan-ı inbisatı der: ‘Fazla yer tutacağım.’ Metin demir onu yalan çıkaramaz. Sözünün doğruluğu demiri parçalar.”

Su donarken genleşir ve buz olur. Bu sırada demir bile çatlayabilir. Çünkü suyun fıtratında genleşmek vardır. Ona bu özelliği veren, ne suyun kendisidir ne de dış etkiler; bu, fıtrata yazılmış bir emirdir. Ve fıtrat yalan söylemez. İşte burada maddî dünyada bile gözle görülebilen bu sadakat, aslında metafizik bir hakikatin izdüşümüdür:

“Allah neyi takdir etmişse, o olur.”

Bu fıtrî yönelişler (meyelanlar), aynı zamanda bize şunu da söyler:
Her varlık, bir vazifeyle yaratılmıştır. Bir yönelişi, bir kabiliyeti, bir istikameti vardır. Ve bu, bir rastlantı değil, ilâhî yazılımdır. Dolayısıyla, insan da bu evrensel yasaya dahildir. İnsanın da içinde yanan bir yöneliş vardır: Sonsuzluk, anlam, adalet, güzellik ve merhamet arayışı. Tıpkı çekirdeğin ağaç olma arzusu gibi, insanın da Allah’a yönelme arzusu fıtratına kodlanmıştır.

Fakat insan, irade sahibi olduğu için bu meyelana karşı gelebilir. İşte o zaman fıtratla savaş başlar. İnsan kendi içindeki bu doğruyu inkâr ettiğinde, huzursuzluk başlar. Ruh bozulur, kalp karışır, akıl şaşar. Çünkü fıtrata karşı gelmek, hakikate karşı gelmektir. Ve sonunda insan, kendi içindeki doğru sesi susturmuş olur.

Bediüzzaman’ın da ifade ettiği gibi, meyelanlar, Allah’ın iradesinden gelen tekvini emirlerdir. Yani nasıl ki Allah “Ol!” derse her şey olur, fıtrata da öyle “Yönel!” denilmiş, her varlık da itaat etmiştir.
Bu yüzden fıtrat yalan söylemez. O doğruyu söyler. Hem de kelimesiz, sessiz ama çok daha etkili bir dille…

Özet:
Bu makale, Bediüzzaman Said Nursî’nin “Fıtrat yalan söylemez” sözünden hareketle, varlıkların içlerindeki doğal yönelişin (meyelan) İlâhî iradenin bir yansıması olduğunu ele alır. Çekirdekten ağaca, yumurtadan piliçe, sudan buza kadar her şey fıtratına uygun hareket eder ve bu sadakat İlâhî emre itaatin bir tezahürüdür. İnsan da fıtratına uygun yaşadığı sürece huzur bulur; aksi hâlde iç çatışma yaşar. Fıtrat, yaratılışın doğru ve şaşmaz dilidir. Ve bu dil, her varlığın Allah’a boyun eğdiğini sessizce haykırır.

 




Duyuların Ötesinde: Gönlün Gayba Açılan Pencereleri

Duyuların Ötesinde: Gönlün Gayba Açılan Pencereleri

“Beşerin havass-ül hams-ı zahire ve bâtınadan başka, âlem-i gayba karşı açılan pek çok pencereleri var. Gayr-ı meş’ur pek çok hisleri var. Hiss-i sâmia, bâsıra, zaika olduğu gibi, bir hiss-i sâdise-i sadıka-i sâika var. Hem bir hiss-i sâbia-i bârika-i şaika var. O şevk ve sevk yalan söyleyemez, yanlış gidemez. ”
Âsâr-ı Bediiye

İnsan denilen varlık, yalnızca etten kemikten ibaret değildir. O, görünen bedeniyle maddî âleme bağlıyken; görünmeyen ruhu, kalbi ve hisleriyle âlem-i gayba, yani fizik ötesi âlemlere açılan bir yolcudur. Beş duyuyla sınırlı olmayan bu yolculuk, Bediüzzaman Said Nursî’nin şu hikmetli ifadeleriyle tarif edilir:

> “Beşerin havass-ül hams-ı zahire ve bâtınadan başka, âlem-i gayba karşı açılan pek çok pencereleri var. Gayr-ı meş’ur pek çok hisleri var.”

Beş duyu –görme, işitme, tatma, koklama, dokunma– insanın maddî dünyayla temasını sağlar. Fakat insan ruhunun haritası bunlarla sınırlı değildir. Kalbinin derinliklerinde, aklının kıvrımlarında, vicdanının dip akıntılarında, duyular ötesi başka hisler de vardır. Gayr-ı meş’ur, yani farkında olunmayan bu hisler; hakikate birer kapı, ilhama birer yol, Hakk’a birer işarettir.

Tıpkı gözle göremediğimiz ama varlığından emin olduğumuz hava gibi, bu hisler de görünmez ama gerçektir.
Nasıl ki kulakta “işitme”, gözde “görme” varsa; kalpte de “sezme”, “çekilme”, “cezbolunma”, “tanıma”, “yakîn” gibi manevî hisler vardır. İşte Bediüzzaman bu gizli duyuları “hiss-i sâdise-i sâdika-i sâika” ve “hiss-i sâbia-i bârika-i şaika” gibi tabirlerle anlatır.

Bu kelimelerin mânâları derindir:

Hiss-i sâdise-i sâdika-i sâika: Altıncı bir his gibi; doğru söyleyen, sevk eden bir hissiyattır.

Hiss-i sâbia-i bârika-i şaika: Yedinci bir his gibi; parlayan, çekici, cezbeli ve arzu uyandıran bir duyu.

Bu hisler, insana âdeta birer manevî pusula olur. Göz görmese de kalp hisseder, kulak duymasa da ruh işitir, akıl anlamasa da vicdan tanır. Özellikle tefekkürle, zikirle, kalbin saflaşmasıyla bu hisler keskinleşir. Tıpkı anteni düzgün ayarlanmış bir radyo gibi, gayb âleminden gelen ilhamları, manevî mesajları doğru frekanstan yakalar.

Bu hislerin en büyük özelliği şudur:

> “O şevk ve sevk yalan söyleyemez, yanlış gidemez.”

Çünkü bu sevk, nefsin değil, ruhun sevkidir. Arzunun değil, fıtratın çağrısıdır. Ve bu çağrı Allah’tandır. İşte bunun içindir ki bir anne, evladının başına bir şey geldiğini kalbinde hisseder. Bir dostun kalbi, uzaktaki bir dostun hüznünü fark eder. Bir mü’min, bir günahın içini kararttığını, bir duanın ruhunu aydınlattığını görür.

Bediüzzaman’ın bu ifadeleri, bize madde ötesi bir idrak alanı açar. Modern bilimin ölçemediği ama insanın ruhuyla tanıdığı bu hisler, imanın, marifetin ve hakikatin derin kanallarıdır. Ve bu hislerin en ileri noktası, insanı yakîn mertebesine, yani kalbî bir kesinliğe ulaştırır.

Bu yüzden insan, sadece gözleriyle değil; kalbiyle, vicdanıyla, ruhuyla da bakmalı. Ve kendisine verilen bu manevî hisleri susturmamalı, bastırmamalı, kirletmemelidir. Çünkü onlar, hakkı gösteren parmaklar, gaybı bildiren rehberler ve Cenab-ı Hakk’ın ilhamla gönderdiği seslerdir.

Özet:
Bu makale, Bediüzzaman Said Nursî’nin “gayb âlemine açılan hisler” üzerine kurduğu derin cümlelerden hareketle yazılmıştır. İnsan, yalnızca beş duyusuyla değil; kalbi, vicdanı ve ruhuyla da hakikati sezer. “Hiss-i sâdise” ve “hiss-i sâbia” gibi gayr-ı meş’ur manevî hisler, Allah’ın insan fıtratına yerleştirdiği hakikate açılan pencerelerdir. Bu hisler, doğru söyler ve yanlış götürmez. Onları duymak, insanı marifetullaha, yani Allah’ı kalple tanımaya yaklaştırır.

 




Mülk ve Melekût: Eşyanın İki Yüzü ve Kudretin Tecellisi

Mülk ve Melekût: Eşyanın İki Yüzü ve Kudretin Tecellisi

“Bir şeyde iki cihet var: Biri mülk, âyinenin mülevven vechi gibi. Ezdad ona vârid oluyor. Çirkin olur, şer olur, hakir olur, azîm olur… ilh. Esbab bu cihette vardır. İzhar-ı azamet ve izzet-i kudret öyle ister. 

   İkinci cihet: Melekûtiyet cihetidir. Âyinenin şeffâf vechi gibi. Şu cihet her şeyde güzeldir. Şu cihette esbabın tesiri yoktur. Vahdet öyle ister. Hattâ hayat ve ruh ve nur ve vücûd, iki vecihleri şeffâf ve güzel olduğundan mülken ve melekûten vasıtasız dest-i kudretten çıkıyorlar.  ”
Âsâr-ı Bediiye

İnsan, eşyaya bakarken genellikle zahire takılır; görünen yönüyle hüküm verir, görünmeyen derinliklerini çoğu zaman ihmal eder. Oysa Bediüzzaman Said Nursî, eşyanın iki farklı ciheti olduğunu hatırlatarak bizi daha derin bir bakışa davet eder:

> “Bir şeyde iki cihet var: Biri mülk, diğeri melekûtiyet cihetidir.”

Bu iki cihet, bir âyinenin (ayna) iki yüzüne benzetilir. Mülk ciheti, yani zahiri, mülevven (renkli) ve dağınık yüz gibidir. Burada zıtlıklar vardır: Çirkinlik ve güzellik, azamet ve hakirlik, hayat ve ölüm, yükseliş ve düşüş bir arada bulunur. Sebepler, zahiren bu alanda rol oynar. Fakat bu karışıklık, izzet-i kudretin, yani Allah’ın azamet ve yüceliğini sergilemesi için böyle düzenlenmiştir. Karanlıkla ışığın yan yana durması, güneşin daha parlak görünmesini sağlar. Aynı şekilde şer gibi görünen unsurlar da, hayrın ve hikmetin daha net anlaşılması için bu cihettedir.

Ancak işin bir de melekût ciheti vardır ki, burası âyinenin şeffaf yüzü gibidir. Tertemiz, parlak ve kusursuzdur. Orada çirkinlik yoktur. Her şey, Allah’ın isim ve sıfatlarını yansıtan birer güzel âyine gibidir. Orada sebeplerin tesiri yoktur, çünkü bu cihette vahdet, yani Allah’ın birliği hâkimdir. Her şey doğrudan dest-i kudret, yani Allah’ın kudret eliyle yaratılır. Bu yüzden hayat, nur, ruh ve varlık gibi latif hakikatler, doğrudan Allah’tan gelir ve her iki cihette de güzellik taşır.

Bunu şöyle anlayabiliriz:
Bir çiçeğe dışarıdan bakarsanız, solması, ezilmesi, kuruması size çirkin görünebilir. Bu mülk cihetidir. Fakat o çiçek, Allah’ın isimlerinden Cemil (güzel), Latîf (zarif), Rezzâk (rızık verici) gibi isimlerin bir tecellisidir. Yani çiçek, yokluğa giderken bile arkasında bir mânâ, bir güzellik, bir hizmet bırakır. İşte bu da melekût cihetidir.

Aynı şekilde insanın başına gelen musibetler, hastalıklar ve zahiren kötü görünen olaylar, mülk cihetinden bakıldığında sıkıntı verir. Fakat melekût cihetinden bakıldığında, bu olaylar imtihan, terakki, arınma ve ilâhî rahmetin tecellisi olabilir. Bu bakış açısı, insanı isyan yerine sabra, şikayet yerine şükre götürür.

İşte insan, olaylara ve eşyalara yalnızca mülk cihetinden değil; melekût penceresinden de bakmalıdır. Çünkü hakiki güzellik, görünürde değil; görünmeyende, derinlikte ve kaynağındadır. Bu da ancak imanla, tefekkürle ve marifetle mümkündür.

Bu bakış, insanı neye götürür?

Her şeyde Allah’ın elini görmeye.

Zahirde çirkin görünen şeylerde bile hikmet aramaya.

Sebeplerin ötesinde Müsebbibü’l-Esbab’a yönelmeye.

Fâni yüzlerin arkasındaki bâki mânâlara sarılmaya.

Bediüzzaman’ın bu derin izahı bize gösteriyor ki: Eşyanın hakikati iki yüzlüdür, ama her iki yüzünde de Allah’ın isimleri okunur. Zahirde sebepler işlese de, batında yalnız bir Kudret işler. Bu da bizi tevhid, teslimiyet ve tevekküle götürür.

Özet:
Bu yazı, Bediüzzaman’ın eşyanın iki ciheti olan “mülk” ve “melekût” ayrımı üzerine kurulmuştur. Mülk ciheti, olayların ve varlıkların zahir yönünü temsil ederken, melekût ciheti onların iç yüzünü, ilâhî anlamını ve kudretle olan bağını temsil eder. Zahiren çirkin veya şerli görünen şeylerin, melekût cihetinden bakıldığında güzel ve hikmetli olduğu anlaşılır. Gerçek tevhid anlayışı, bu iki ciheti birlikte okuyabilen bir bakış açısıyla mümkündür.