GAZZE: DÜNYANIN GÖZÜ ÖNÜNDE TÜKENEN BİR VİCDAN HARİTASI

GAZZE: DÜNYANIN GÖZÜ ÖNÜNDE TÜKENEN BİR VİCDAN HARİTASI

Giriş: Göz Göre Göre Bir İnsanlık Çöküşü

Gazze… Artık sadece bir coğrafi bölgenin adı değil; vicdanın sınandığı, insanlığın çırılçıplak teşhir olduğu bir kıyamet eşiği. Bu kadim topraklar, tarihin en uzun işgallerinden birine sahne olurken, şimdi göz göre göre açlığa, susuzluğa, hastalığa ve ölüme terk ediliyor. Kapılar kapalı, göklerden yardım inmiyor, yeryüzünde ise merhamet sus pus. Öyle bir suskunluk ki, bombalardan daha ağır. Öyle bir tıkanmışlık ki, Gazze artık sadece Filistinlilerin değil, bütün insanlığın mezarlığına dönüşüyor.

  1. Şeytanın Çocukları: Vahşetin Sınırlarını Zorlayanlar

Kur’ân’da Firavun’un zulmü, Nemrut’un kibri, Ebu Cehil’in inkârı bize anlatılır. Ancak bu çağda yeni bir isim çıktı karşımıza: İsrail. Sadece bir devlet değil; vicdansızlıkta birleşmiş bir zihniyetin kod adı. Zulümle büyüyen bu yapı, artık insanlık dışı eylemleriyle “insan” kavramını zorluyor.

Bir zamanlar çocukları diri diri toprağa gömen cahiliye toplumu vardı. Bugünse çocukları diri diri bombalayan modern barbarlar var. Üstelik bunu “güvenlik” adı altında meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Hâlbuki her atılan bombayla sadece binalar değil, insanlık da çöküyor.

  1. Sessiz Çığlıklar: Suyun ve Gıdanın Bile Yasak Olduğu Topraklar

DSÖ’nün verileri açık: Temmuz ayında açlıktan 63 kişi öldü. Su bulmak artık bir mucize, temiz içme suyu ise hayal. Ve bu rakamlar sadece istatistik değil; her biri, bir annenin evlatsız kalışı, bir çocuğun gözlerinin kapanışı, bir babanın eli kolu bağlı çaresizliğidir.

Gazze’de su da öldürüyor. Çünkü su aramak, kurşunla burun buruna gelmek demek. Açlık ise sessizce bedenleri kemiren bir silah. İnsanlar sadece bombalarla değil, ambargolarla da öldürülüyor.

  1. İsrail İtirafları ve Suskun Dünyanın Suçu

Bizzat bazı İsrailli vekiller bile yapılanların soykırım olduğunu dile getiriyor. Ama bu sesler anında susturuluyor. Gerçekleri söyleyenler ya baskıya uğruyor ya da dışlanıyor. Peki ya dünya? En çok konuşması gerekenler en sessiz olanlar. En güçlü olması gereken kurumlar en zayıf halkaya dönüşmüş durumda.

Bir ABD’li eski özel kuvvet subayının, “Böyle barbarlık görmedim,” demesi, Batı’nın kendi kurduğu yapının ifşasıdır. Bu beyanlar, artık bu işin sadece siyasi değil, ahlaki bir çöküş olduğunu da gözler önüne seriyor.

  1. Tarih Tekerrür Ediyor Ama Ders Alınmıyor

Geçmişte Kudüs işgal edildiğinde Haçlılar meydanlarda kan akıttı. Bugün aynı zulüm, daha sofistike araçlarla yapılıyor. Ama öz aynı: Mazluma zulmetmek.

Tarihte Emevîlerin yaptığı ırkçılık, Abbasîlerin yaptığı baskı, Moğolların yaktığı kitaplar, Endülüs’te Müslümanların kıyımı ve bugün Gazze… İnsanlık, adeta hatalarla dolu bir kaseti tekrar tekrar oynatıyor.

  1. Bilim Susturulmuş, Akıl Tutsak Edilmiş

Bu kadar ölümün, yıkımın ortasında bilimsel akıl ne yapıyor? Sessiz. Çünkü bilim bugün insanlık için değil, menfaat için çalışıyor. Yıkım makineleri üretirken susuzluk çeken çocuklara bir damla su göndermiyor. Bilim, “insan”a hizmet etmedikçe, şeytanın emrine girer. Bugün Gazze’de bilim değil, zulmün teknolojisi çalışıyor.

  1. Vicdan Tükenirse İnsanlık da Tükenir

İsrail, sadece toprak işgal etmiyor; hafızayı, umudu, inancı da işgal ediyor. Ama en büyük yıkım, dünya insanının vicdanında yaşanıyor. Artık insanlar ölü çocuk fotoğraflarına alıştı. Artık “63 kişi açlıktan öldü” denilince kimsenin yüzü bile kızarmıyor.

Vicdanın sustuğu yerde, akıl işe yaramaz. İnsanın insanla olan bağı kesilince, geriye sadece bir tür kalır: Yamyamlaştırılmış insanlar.

Sonuç: Gazze Yalnız Değil, Biz Kaybediyoruz

Sanılıyor ki Gazze kaybediyor. Hayır! Asıl biz kaybediyoruz. Sessizliğimizle, duyarsızlığımızla, iki yüzlülüğümüzle. Gazze’nin açlığı bizim ruhumuzun açlığıdır. Oradaki susuzluk, bizim vicdanımızın kurumasıdır. Her bomba sadece Filistinlilerin evine değil, insanlığın haysiyetine düşüyor.

Yarının tarihi bugün yazılıyor. Ve bir gün şu cümle yazılacak:

> “Gazze yandı… Ama onunla birlikte insanlık da yanmıştı. Ve o yangına kimse bir damla gözyaşı bile dökmedi.”

Özet

Bu makale, Gazze’de süregelen insanlık dramını çok yönlü olarak ele alıyor. İsrail’in zulmü yalnızca bir siyasi çatışma değil, ahlaki, insani ve ilmi bir çöküştür. Açlık, susuzluk ve hastalıkla kıvranan insanların dramı, vicdanların tükenişini de göstermektedir. Tarihî örneklerle desteklenen yazıda bilimsel suskunluk, siyasi ikiyüzlülük ve bireysel duyarsızlık da eleştirilmektedir. Sonuç olarak Gazze’nin değil, insanlığın kaybettiği anlatılmaktadır. Bu yazı, sadece bir çağrı değil; aynı zamanda bir yüzleşmedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




BU MİLLETİN AYARLARIYLA OYNANDI

BU MİLLETİN AYARLARIYLA OYNANDI

Fetö bu milletin genetik ayarlarıyla oynadı.
Ayarları bozdu.
Bir virüs gibi.
El atmadığı ve attırmadığı alan kalmadı.
İnancıyla oynadı.
Ahlakıyla oynadı.
Ve hedefe ulaşmak için her gayri meşru yol, meşru ve mübah sayıldı .
“Amaca ulaşmak için her yol mübah” veya “Zafere giden her yol mubah” denildi.
Ekonomisiyle oynadı. Yumurta gibi milletin hassasiyetiyle fiyatlarını bile kasıtlı arttırarak enflasyonu yükseltti.
Milletin midesiyle oynandı.
Milletin gençleri çalındı.
Milletin yılları bitirildi.
Bir nesil mahvedildi.
Aynı milletin ve dinin evlatlarını birbirine düşman eyledi.
Ki bununla da kalınmayacak bu yara kanamaya ve irin üretmeye devam edecek.
Bir asırdır devam eden Atatürkçülüktü, sağcılık,
solculuk, alevi,Sünni, pkk derken yıllar sürecek bir de Fetö kavgası bu milletin ve gelecek nesillerin önüne açılmış oldu.
Tavsiyem odur ki; Fetö mensupları da tıpkı Pkk gibi silah bırakmalıdır.!?!
Kavgayı sürdürmemeliler.
2013 yılı FETÖ’nün bedduası münasebetiyle; biri esnaf, diğeri öğretmen olan iki kişi; bu durum ne olacak diye sorduklarında kendilerine açıkça şöyle demiştim,
Eğer yarın öbür gün Gülen sizin elinize silah verip diğer cemaatlerle ve bu milletle karşı karşıya getirirse şaşırmayın, demiştim.
Esnaf olan ve 15 Temmuzdan bir kaç ay önce dükkanını devredip Hollandaya kaçtı.
Ve hayretini dile getirip; olur mu yaa, demişti.
Ve fazlası oldu.
Diğer öğretmen görevden alınıp, 4 sene sonra göreve geri döndü.
Korkumu hep şöyle dile getirdim;
50 yıl sürecek Fetö- Millet kavgasının devam edecek olması.
Nitekim Bursada şimdiye kadar görülmemiş orman yangınını benzin dökerek yakan kişinin yakalanarak; askeriyeden atılmış bir Fetö mensubunun bunu yaptığına dair itiraf etmiş olması.

Ayette:”Rasûlüm! Doğrusu biz, ilâhî gerçekleri ortaya koyan bu kitabı sana, insanlar arasında Allah’ın gösterdiği şekilde hüküm verebilesin diye indirdik. Sakın, hâinlerin savunucusu olma!” Nisa.105.

“Haksızlık yaparak kendilerine hâinlik edenleri savunma! Şüphesiz Allah, hâinlikte ve günah işlemekte aşırı gidenleri hiç sevmez.”Nisa.107.

“Ey iman edenler! Allah’a ve Peygamber’e hâinlik etmeyin; yoksa bile bile size emânet edilen şeylere de hâinlik etmiş olursunuz.” Enfal.27.

“Eğer onlar sana hâinlik etmek isterlerse, bunda da şaşılacak bir şey yoktur. Çünkü onlar daha önce de Allah’a hâinlik etmeye kalkışmışlardı da, Allah da onlara karşı sana güç ve imkân vermişti. Çünkü Allah, hakkıyla bilen, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olandır.”Enfal.71.

“Şüphesiz, Allah mü’minleri dâimâ koruyup müdafaa edecektir. Çünkü Allah, hiçbir hâin ve nankörü sevmez.” Ha.38.

“Allah gözlerin hâince bakışlarını da, göğüslerin gizlediklerini de bilir.” Mümin.19.

**********

FETÖ: BU MİLLETİN HAFIZASINA SAPLANMIŞ SİSTEMATİK BİR VİRÜS

Giriş: İhanetin Biyolojisi ve Ruhî Tahribatı

Her milletin tarihinde travmalar vardır. Lakin bazı travmalar, milletin sadece geçmişini değil, geleceğini de zehirler. FETÖ denilen yapı, işte böyle bir travmadır. Bir virüs gibi bu milletin damarlarına sızmış, genetiğiyle oynamış, aklı, vicdanı, inancı, ahlakı ve aidiyet duygusunu hedef alarak her yönüyle bozucu bir “mutasyon projesi”ne dönüşmüştür. Tıpkı Kur’ân’ın tarif ettiği “hâinlerin dost görünerek içerden vurması” gibi…

  1. Genetik Ayarlarla Oynamak: Millet Mühendisliği

Her milletin kendine özel “manevî genleri” vardır: İnanç, ahlak, kültür, gelenek, aile yapısı, devlet-millet bağı… FETÖ bu genleri hedef aldı. “Din”i araçlaştırdı, “cemaat”i şirkete, “takvayı” ise istismara dönüştürdü. Samimi insanları kullanarak bir “siber virüs” gibi topluma yayılırken, arka planda bir başka toplumu, bir başka milleti ve bir başka aklı temsil etti.

Bu bir örgüt değildi sadece, bu bir “zihin işgali”ydi. Kur’ân’ın Enfal 27 ve 71. ayetlerinde ifade edilen “Allah’a ve Rasulü’ne hıyanet edenler” kategorisinde bir yapıydı. İçten içe çürütüyor, ama dışarıdan “güzel ahlak” maskesiyle parlıyordu.

  1. Ahlâkî Bozulma ve Gayri Meşrulaştırma Sanatı

“Amaca ulaşmak için her yol mubah” düşüncesiyle meşrulaştırılan her hile, ahlakı paramparça etti. Yalanlar “takiyye”, iftiralar “hikmet”, kumpaslar “cihad” adı altında ambalajlandı. Böylece Kur’ân ahlâkı yerle bir edildi. Peygamber ahlâkı olan “emanet, sadakat, adalet” yerini; iftira, sızma ve ihanet üçlüsüne bıraktı.

İslam tarihinde benzer fitne hareketleri çoktur. Haricîler, Batınîler, Haşhaşîler… Hepsi de din kisvesiyle ihanetin ustalığını sergilemiştir. FETÖ ise modern dünyada bunun bir dijital ve kurumsal versiyonudur.

  1. Ekonomik Sabotaj: Midenin Fethi

FETÖ’nün sadece akılları değil, mideleri de hedef aldığı açıktır. Gıda sektörüne, yumurtaya, temel tüketim maddelerine sızarak ekonomik manipülasyon yapacak bir altyapı oluşturdu. Enflasyonun bazı dönemlerde bilinçli artırılması, yumurta gibi temel besin maddelerinde oynanan fiyat oyunları, sadece ekonomiyle değil milletin psikolojisiyle de oynamak demektir.

Nitekim HAKMAR, TATBAK ve YUMTAT gibi firmaların FETÖ ile bağlantılı çıkması, yapının stratejik olarak halkın en zayıf karnına—midesine—bile sızdığını göstermektedir.

  1. Kaybedilen Nesiller ve Geleceğin Yarası

Bir nesil çalındı. En zeki öğrenciler, en temiz duygularla bu yapıya kaptırıldı. Eğitim kurumlarında sistematik beyin yıkama faaliyetleriyle bir “kopya nesli” yetiştirildi. Bu nesil, inançla ihaneti karıştırdı. Allah için değil, “abi” için yaşadı. Din değil, yapı kutsallaştırıldı.

Bugün birçok anne-baba, çocuğunun hâlâ FETÖ propagandasıyla aklının bulanmış olmasından dolayı derin bir vicdan azabı yaşamaktadır. Bu, sadece bir nesli değil, gelecek nesilleri de zehirleyebilecek derinlikte bir travmadır.

  1. Kavgalar Zinciri: Bitmeyen İmtihanlar

Atatürkçülük, sağcılık, solculuk, Alevîlik, Sünnîlik, PKK… Ve şimdi FETÖ. Bu ülke sürekli iç kavgalarla tüketiliyor. Her gelen fitne, milletin enerjisini emiyor. Her bölünme, birliğe indirilen darbe oluyor.

FETÖ, bu zincire yeni bir halka ekledi. Üstelik öyle bir yara açtı ki, bu yara nesiller boyu kanayacak gibi. Aynı aileden bireyler birbirine düşman oldu. Tıpkı sahabe arasında Cemel ve Sıffin’de yaşandığı gibi, bir kavga başladı. Ama bu kez kavga, dış güçlerin istihbarat destekli planlarıyla daha organize, daha derin, daha sinsi…

  1. Çözüm Ne? Silahı Bırakmak ve Tövbe Etmek

Bugün hâlâ FETÖ’yü savunan, onun adına mücadele eden kişiler bilmelidir ki, artık bu hareketin “cemaat” değil, “cebirî bir yapı” olduğu ortaya çıkmıştır. Her ne şekilde olursa olsun, kavga değil, helalleşme ve tövbe zamanıdır.

FETÖ’nün gerçek yüzünü görenlerin, tıpkı PKK’dan ayrılanlar gibi bu yapıya karşı mesafe koymaları gerekir. Aksi takdirde milletle olan kavga, sadece bireylerin değil, ülkenin bütünlüğünü tehdit eden bir iç savaşa dönüşebilir.

Kur’ânî Uyarılar: Hainlik Karşısında Tarafsız Kalma!

“Sakın, hâinlerin savunucusu olma!” (Nisâ, 105)

“Allah, hâin ve günahkârları sevmez.” (Nisâ, 107)

“Allah, gözlerin hain bakışını da, kalplerin gizlediklerini de bilir.” (Mü’min, 19)

Bu ayetler, sadece bireysel değil, toplumsal bir tavrı da emreder: Hainin yanında değil, mazlumun ve adaletin yanında yer almak.

Sonuç: FETÖ Bir İmtihandır – Ama Sonsuz Değildir

FETÖ bir yapıdan fazlasıdır; bir sınavdır, bir tahribattır, bir ibrettir. Ancak her yara şifa bulur. Bu millet, tarih boyunca Selçuklu’yu çökerten Batınîler’i, Osmanlı’yı içerden çürüten devşirme isyanlarını ve Cumhuriyet döneminde millî iradeye karşı darbeleri nasıl atlattıysa, FETÖ’yü de atlatacaktır.

Yeter ki hainlere karşı gaflet gösterilmesin, mağdurların feryadı duyulsun ve adalet terazisi teraziliğini yitirmesin.

Özet

Bu makale, FETÖ’nün milletin inancına, ahlakına, ekonomisine ve geleceğine yönelik çok katmanlı tahribatını derinlemesine ele alıyor. Yapının dini değerleri istismar ederek adeta bir “hainler ordusu” oluşturduğu, ekonomik manipülasyonla halkı açlığa ve sıkıntıya ittiği, özellikle genç kuşakları hedef alarak bir zihin işgali gerçekleştirdiği anlatılıyor. Kur’ân ayetleri ışığında ihanetin mahiyeti, tarihî örneklerle desteklenerek açıklanıyor.
Sonuçta bu yapının durdurulması, ancak samimi bir tövbe ve milletle barışma süreciyle mümkün olabileceği belirtiliyor. FETÖ, sadece bir cemaat değil, bir fitne dönemidir ve bu fitneden ders alınmazsa, milletin geleceği de tehlikededir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Hayatın Pusulası ve Kalbin Ebedi Yolculuğu: Necisin, Nereden Geliyorsun, Nereye Gidiyorsun?

Hayatın Pusulası ve Kalbin Ebedi Yolculuğu: Necisin, Nereden Geliyorsun, Nereye Gidiyorsun?

İnsanoğlu varoluşundan beri en temel sorularla boğuşmuştur: “Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?”
Bu sorular, bir varoluş ve bir arayışın, hakikate susamış bir kalbin feryadıdır. Modern çağın baş döndürücü hızı ve bilgi bombardımanı arasında kaybolan ruhlar için bu sorular, bir pusula gibi yol göstericidir. Necip Fazıl Kısakürek’in “Suyu ateşle buhar ederler, ateşi su ile duman ederler, toprağın üstünde kuduranları toprağın altında adam ederler!” sözü, hayatın ve ölümün döngüsünde insana biçilen nihai kaderi ve ibretlik dönüşümü keskin bir dille ifade eder.
Bu söz, aslında tüm insani kibir ve dünya hırsının, toprak altındaki eşitlik ve hiçlik karşısında nasıl anlamını yitirdiğini gözler önüne serer.

Tarih boyunca nice krallar, nice imparatorluklar kurulmuş, şehirler inşa edilmiş, sanat eserleri oluşturulmuştur. Ancak zamanın acımasız dişlileri arasında hepsi birer anıya dönüşmüş, geride sadece ders alınacak ibretler bırakmıştır.
Bugünün kudretli yöneticileri, dünün ihtişamlı fatihleri de aynı toprağın altında sükûn bulmuştur. Bu, insanlığa sürekli hatırlatılan bir gerçektir: Dünya bir durak, bir sınav yeridir. Baki olan, buradaki davranışlarımız ve ahiret için attığımız adımlardır.

Üstad Bediüzzaman Said Nursi, bu varoluşlu arayışa ve hayatın gayesine net bir cevap verir: “Ey insan! Şu kâinattan maksad-ı a’lâ; tezahür-ü rububiyete karşı, ubudiyet-i külliye-i insaniyedir…” ve ekler: “Bütün kâinatın en büyük gayesi ubûdiyet-i insaniyedir.” Bu sözler, insanın yaratılışındaki en yüce amacı, yani Allah’a kul olma şuurunu anlatır.
Kâinat, Rabb’in kudretini ve sanatını sergileyen bir kitaptır ve insan da bu kitabın en seçkin muhatabı, bu ihtişamlı tezahür karşısında tam bir teslimiyetle kulluk vazifesini yerine getirmelidir.

Hayat, Yaratıcımız tarafından bize ihsan edilen yirmi dört saatlik bir sermayedir. Her gün yeniden bahşedilen bu kıymetli zaman, sadece bu fani dünyada değil, ebedi hayatımız için de azık toplamak üzere verilmiştir.

Bediüzzaman Said Nursi’nin de dediği gibi: “Her gün yirmi dört Saat sermaye-i Hayatı Hâlık’ımız Bize ihsan ediyor. Tâ ki iki hayatımıza Lâzım şeyler o Sermaye ile alınsın.”
Bu sermayeyi nasıl değerlendirdiğimiz, ebedi akıbetimizi belirleyecektir. Dünyanın gelip geçici heveslerine kapılmak yerine, kalbimizi ebediyete açmak, onun fani dünyaya razı olmadığını idrak etmek gerekir. Kalbimiz, tıpkı Mesnevi-i Nuriye’de geçtiği gibi, “ebedü’l-âbâda müteveccih açılmış bir penceredir.”

İnsan, bu kâinatta küçük bir âlem, adeta “fihriste-i camia”dır. Kalbi ise binler âlemin manevi haritası hükmündedir. Bu geniş perspektifi idrak edebilen bir kalp, kendini ebedi olana yöneltir. Arayışını ve özlemini dünya hevesleri değil, ebedi huzur doldurur.

Peki, bu ebedi hayat yolculuğunda düşmemek, sönmemek için ne yapmalıyız? Mesnevi-i Nuriye’den gelen ses, yol gösterir: “Ey devamı isteyen nefis! Daimî olan bir Zât’ın zikrine devam eyle ki, devam bulasın. Ondan nur al ki sönmeyesin. Onun cevherine sadef ve zarf ol ki kıymetli olasın. Onun nesîm-i zikrine beden ol ki, hayatdar olasın. Esma-i İlâhiyeden birisinin hayt-ı şuâıyla temessük et ki, adem deryasına düşmeyesin.” Bu veciz ifadeler, sürekli bir zikir halinde olmanın, Allah’ın nurundan istifade etmenin, O’nun isim ve sıfatlarına tutunarak manevi bir direniş sergilemenin önemini anlatır. Aksi takdirde, varlık deryasında kaybolma tehlikesiyle karşı karşıya kalırız.

Son olarak, hayatın en kaçınılmaz gerçeği olan ölüm karşısında insan acizdir. Risale-i Nur’un o düşündürücü sorusuyla yüzleşiriz: “Ölümü öldürüp kabir kapısını kapatabilir misin?” Hayır, ölüm kaçınılmazdır. Bu soru, fani dünyadaki güçsüzlüğümüzü ve ebediyete olan ihtiyacımızı bir kez daha hatırlatır. Ölüm, yok oluş değil, bir kapıdır; ebedi hayata açılan bir geçittir. Önemli olan, bu kapıdan nasıl geçeceğimiz, bu yolculuğa ne kadar hazırlıklı olduğumuzdur.

Özet:
Bu makale, Necip Fazıl Kısakürek ve Bediüzzaman Said Nursi’nin hikmetli sözleri ışığında insanın varoluşlu soruları, hayatın amacı, zamanın kıymeti ve ölüm gerçeği üzerine derinlemesine bir bakış sunmaktadır. Dünya hayatının geçiciliği, kibir ve hırsların anlamsızlığı anlatılarak, asıl gayenin Allah’a kulluk olduğu ifade edilmiştir. İnsanın kâinattaki yerinin ve kalbinin ebediyete olan yönelişinin önemi belirtilmiş, aynı zamanda zikir ve ibadetle manevi olarak güçlenmenin gerekliliği üzerinde durulmuştur.
Makale, ölümü öldüremeyeceğimiz gerçeğiyle yüzleşerek, ahiret için hazırlıklı olmanın önemine dikkat çekmektedir. Temelde, insanın bu fani dünyada bir yolcu olduğu ve nihai menzile ulaşmak için manevi bir pusulaya ve doğru bir istikamete ihtiyacı olduğu mesajı verilmiştir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Kur’an’ın Işığında İnsan ve Kâinat: Hikmet, İmtihan ve Dönüşüm

Kur’an’ın Işığında İnsan ve Kâinat: Hikmet, İmtihan ve Dönüşüm

Hayat, görünürde basit bir başlangıçtan, varoluşun en derin sırlarına uzanan, hikmetlerle dolu bir yolculuktur.
Kur’an-ı Kerim, Mürselat Suresi’nde (77:20-28) insanın yaratılışını ve yeryüzünün mükemmel düzenini hatırlatarak, bu başlangıcın arkasındaki eşsiz kudreti gözler önüne serer:
“Sizin yaratılış sürecinizi basit ve zayıf bir sıvıdan başlatmadık mı? Biz o sıvıyı (rahim gibi) sağlam bir karar mahallinde korumaya aldık; tabii ki önceden belirlenmiş bir süreye kadar… Bütün bunları Biz takdir ettik; ve ne muhteşemdir Bizim takdirimiz! O gün vay haline (bu) hakikati yalanlayanların! Değil mi ki yeryüzünü, çekim gücü olan bir toplanma alanı yaptık; diriler ve ölüler için. Ve orada başı yüce heybetli dağlar var ettik; ve size billur gibi suları sebil ettik. O gün vay haline (bu) hakikati yalanlayanların!”
Bu ayetler, yaratılışın mucizevi seyrini, yeryüzünün dirilere ve ölümlülere bir yurt oluşunu, dağların ve suyun insan yaşamındaki vazgeçilmez yerini anlatarak, bu hakikatleri inkâr edenleri şiddetle uyarmaktadır.

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin ifade ettiği gibi, “Kur’an’ın edebiyyle edeblenmeyen, zamanın sillesiyle te’dib olunacağı muhakkaktır.”
Bu söz, Kur’an’ın sadece bir ibadet kitabı değil, aynı zamanda hayatın rehberi ve terbiye edicisi olduğunu açıkça ortaya koyar. Kim Kur’an’ın ahlakıyla ahlaklanmaz, onun prensiplerine göre yaşamazsa, hayatın acı gerçekleri ve zamanın tokadı ile terbiye olunmaya mahkûmdur.
Kur’an, insanı hem maddi hem de manevi yönden kemale erdirecek en yüce edebi ve ahlaki kuralları barındırır.

Kâinatın işleyişi ve her şeyin bir yaratıcıya tabi oluşu da Risale-i Nur’da sıklıkla işlenen bir konudur. “Şu saray-ı acibin ustasına yani şu garib âlemin sahibine her şey musahhardır. Her şey onun hesabına çalışır. Her şey ona bir emirber nefer hükmündedir. Her şey onun kuvvetiyle döner. Her şey onun emriyle hareket eder. Her şey onun hikmetiyle tanzim olur. Her şey onun keremiyle muavenet eder. Her şey onun merhametiyle başkasının imdadına koşar, yani koşturulur.” (Sözler-284)
Bu edebi anlatım, kâinattaki her şeyin Allah’ın kudreti, emri, hikmeti, keremi ve merhameti dâhilinde hareket ettiğini, hiçbir şeyin başıboş olmadığını gözler önüne serer. Bu derin idrak, insana tevhid bilincini kazandırır ve her varlıkta ilahi bir sanatın ve düzenin olduğunu gösterir.

Hayatın en büyük hakikatlerinden biri de ölümdür. Risale-i Nur, ölümü bir yok oluş değil, bir başlangıç olarak niteler:
“İnsan-ı mü’mine nur-u iman ile gösterir ki: Mevt, i’dam değil; tebdil-i mekândır. Kabir ise, zulümatlı bir kuyu ağzı değil; nuraniyetli âlemlerin kapısıdır. Dünya ise, bütün şaşaasıyla âhirete nisbeten bir zindan hükmündedir. Elbette zindan-ı dünyadan bostan-ı cinana çıkmak ve müz’iç dağdağa-i hayat-ı cismaniyeden âlem-i rahata ve meydan-ı tayaran-ı ervaha geçmek ve mahlukatın sıkıntılı gürültüsünden sıyrılıp huzur-u Rahman’a gitmek; bin can ile arzu edilir bir seyahattır, belki bir saadettir.” (Sözler)
Bu bakış açısı, ölüm korkusunu ortadan kaldırarak onu, ebedi bir saadete açılan bir kapı olarak gösterir. Kabir, karanlık bir çukur değil, nurani âlemlere giden bir geçittir. Dünya, gelip geçici bir zindan iken, ahiret gerçek ve ebedi huzur diyarıdır.

Bu derin hakikatlerin idrakiyle beraber, insanın Yaratıcısıyla olan bağı da büyük önem taşır.
Mü’min Suresi (40/60) ve Furkan Suresi (25/77) duaların ehemmiyetini anlatır: “Rabbiniz şöyle buyurdu: Bana dua edin, kabul edeyim. Çünkü bana ibadeti bırakıp büyüklük taslayanlar aşağılanarak cehenneme gireceklerdir.” ve “De ki: “Duanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin!”
Yusuf Suresi’nde Hz. Yakup (a.s.)’ın söylediği “…Ben tasa ve üzüntümü ancak Allah’a arz ederim…” (Yusuf Suresi 86) sözü, Allah’a tam bir tevekkül ve teslimiyetin en güzel örneğidir. İnsan, karşılaştığı her türlü sıkıntıda, her türlü tasada sığınacağı yegane kapının Allah’ın kapısı olduğunu bilmelidir. Çünkü Allah, “işte O, duyular ve akılla idrak edilemeyeni de edileni de bilmektedir, izzeti sınırsız, rahmeti boldur.” (Secde Suresi 32/6).

Ancak tüm bu hikmetlere rağmen, insan bazen neyin hayır neyin şer olduğunu bilemez.
“Sizin için şer görünende hayır, hayır görünende şer vardır. Siz bilemezsiniz Allah bilir.” (Bakara – 216) ayeti, ilahi takdire olan teslimiyetin ve her durumda Allah’a güvenmenin önemini gösterir. Bir olayın zahiri kötü görünse de, ardında nice hayırlar barındırabilir.
Hayatın son durağı olan kabirde dahi, Allah’ın rahmetine olan ümit kesilmez.
“İşte kabrime girdim, kefenime sarıldım. Teşyi’ciler beni bırakıp gittiler. Ve bilmüşahede gördüm ki; Senden başka melce’ ve mence’ yok. Günahların çirkin yüzünden ve masiyetin vahşi şeklinden ve o mekânın darlığından bütün kuvvetimle nida edip diyorum: El-Aman, el-Aman! Yâ Rahman! Yâ Hannan! Yâ Mennan! Yâ Deyyan! Beni çirkin günahlarımın arkadaşlıklarından kurtar, yerimi genişlettir. İlahî! Senin rahmetin melceimdir…”
Bu derin dua ve yakarış, kabrin darlığında bile Allah’ın rahmetine sığınmanın ve O’ndan af dilemenin kapısının açık olduğunu gösterir.

Sonuç olarak, kâinatın varlığı, insanın yaratılışı, ölümün hakikati ve Kur’an’ın yol göstericiliği, Allah’ın eşsiz kudretini ve merhametini bize anlatan delillerdir.
Muhammed (a.s.m)’ın risaletinin ve Kur’an’ın kâinattan gitmesi durumunda, her şeyin kaosa sürükleneceği “Lem’alar”da açıkça belirtildiği gibi, bu iki ilahi nur, varoluşun anlamını ve düzenini sağlamaktadır. İnsana düşen, bu hakikatleri idrak etmek, Kur’an’ın edebiyyle edeblenmek, Allah’a yönelmek, dua etmek, nimetlere şükretmek ve her halükarda O’na güvenmektir. Zira hakiki saadet, bu dünya zindanından ahiret bostanına geçişi iman nuruyla aydınlatmakta gizlidir.

Özet:
Bu makale, insanın yaratılışından ahiret yolculuğuna kadar hayatın temel hakikatlerini, Kur’an ve Risale-i Nur perspektifinden ele almaktadır. Başlangıçta insanın basit bir sıvıdan yaratılış mucizesi ve yeryüzünün mükemmel düzeni anlatılırken, Kur’an’ın terbiyeci rolü ve ona uymamanın sonuçları üzerinde durulmuştur. Kâinatın her zerresinin Allah’ın emrinde olduğu ve ölümün bir yok oluş değil, ebedi bir saadete açılan kapı olduğu anlatılmıştır. Duanın Allah katındaki değeri, her türlü sıkıntıda O’na sığınmanın önemi ve hayır-şer dengesindeki ilahi hikmet de makalede yer almıştır.
Son olarak, kabirdeki rahmet ümidi ve Kur’an ile Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) kâinat düzenindeki merkezi rolü belirtilerek, imanın ve salih amellerin hakiki saadetin anahtarı olduğu anlatılmıştır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Varoluşun Gayesi ve Adaletin Sancısı: İnsanlık Yolculuğunda Bir Tefekkür

Varoluşun Gayesi ve Adaletin Sancısı: İnsanlık Yolculuğunda Bir Tefekkür

İnsanoğlu, bu dünyaya Varoluşun Gayesi ve Adaletin Sancısı: İnsanlık Yolculuğunda Bir Tefekkür

İnsanoğlu, bu dünyaya boşuna gönderilmemiştir. Varoluşunun derin bir hikmeti ve yüce bir gayesi vardır. Kur’an Tefsiri Risale-i Nur Külliyatı’ndan alınan
“İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi; Hâlık-ı Kâinat’ı tanımak ve ona iman edip ibadet etmektir. Ve o insanın vazife-i fıtratı ve farîza-i zimmeti, marifetullah ve iman-ı billahtır ve iz’an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir.” ifadeleri, bu temel gerçeği çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. İnsan, kâinatın Yaratıcısı’nı tanımak, O’na iman etmek ve ibadetle kulluk vazifesini yerine getirmek üzere yaratılmıştır. Bu, sadece bir görev değil, aynı zamanda insanın fıtratına, yani yaratılışına uygun olan en yüce gayedir. Marifetullah, yani Allah’ı bilmek; iman-ı billah, yani Allah’a gerçek bir imanla inanmak; iz’an ve yakîn ile O’nun varlığını ve birliğini tasdik etmek, insanın temel sorumluluğudur.
Şems-i Tebrizi’nin hikmetli sözü de bu varoluşsal arayışı destekler niteliktedir:
“Bazen arkasına dönüp bakması gerekir insanın; nereden geldiğini unutmaması için.” Bu söz, insanın sadece geleceğe değil, aynı zamanda köklerine, yaratılış amacına ve geçmişine de bakması gerektiğini hatırlatır. Nereden geldiğini unutan, nereye gideceğini de şaşırır. Bu öz geçmiş ve gelecek muhasebesi, insanı gafletten uyandırır ve hakiki istikamete yönlendirir.
Ancak insanlık tarihi, sadece bu yüce gayenin peşinde koşmakla değil, aynı zamanda adaletsizliklerin ve zulümlerin acısıyla da doludur.

Gazze’deki insanlık dramını hatırlatan “GAZZEYE BİZ ÖLÜNCE Mİ GELECEKSİNİZ” feryadı, insanlığın vicdanına saplanan bir ok gibidir.

Bu feryat, Nisa Suresi 4/75’te zikredilen “Size ne oluyor ki Allah yolunda ve “Rabbimiz, halkı zalim olan şu şehirden bizi kurtar, bize katından bir koruyucu ver, bize katından bir yardımcı ver!” diyen zayıf erkek, kadın ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?” ayetini adeta yankılar. Bu ayet, inananlara, zulüm altında inleyen zayıf, çaresiz, kadın ve çocukların yanında durma, onlar için mücadele etme ve Allah yolunda savaşma sorumluluğunu yükler. Tarih boyunca bu çağrılara kulak tıkayanlar, insanlık vicdanında büyük yaralar açmışlardır. Gazze, bugün bu çağrının en acı tecellilerinden biridir.
Modern çağın karmaşası ve dalalet rüzgarları, insanı varoluş gayesinden uzaklaştırıp, hayatı anlamsız bir tesadüfler zinciri olarak görmeye itebilir.

Bediüzzaman Said Nursi, “Ey insan! İnsan isen, şu güzel işlere tesadüfü, tabiatı, abesiyeti, dalâleti karıştırma, çirkin etme, çirkin yapma, çirkin olma…” (Sözler 478) sözleriyle bu yanılgıya karşı sert bir uyarıda bulunur.

Kâinattaki her şey, bir düzen, bir gaye ve bir hikmetle yaratılmıştır. Bu muazzam işleri tesadüfe, tabiata veya abesiyete bağlamak, hem kâinatın güzelliğine hakaret, hem de insanın kendi varoluşuna karşı bir cehalettir.

İman hakikatleri, bu tesadüf ve abesiyet perdesini yırtar, insanı dalaletten kurtarır ve her şeyin arkasındaki yüce Kudreti görmesini sağlar.

Kur’an’ın nurani caddesi, işte tam da burada devreye girer. “Kur’an’ın cadde-i nuraniyesi ise bütün ehl-i dalaletin çektiği yaraları, hakaik-i imaniye ile tedavi eder.” (Sözler)
Bu ifade, Kur’an’ın sadece bir hidayet rehberi değil, aynı zamanda ruhsal ve manevi yaraların şifa kaynağı olduğunu gösterir. Dalaletin, yani sapkınlığın ve doğru yoldan uzaklaşmanın sebep olduğu tüm acıları, kederleri, boşlukları ve anlamsızlıkları, iman hakikatleri ile tedavi eden yegane yoldur Kur’an.

İnsanlık, tarih boyunca nice buhranlar geçirmiş, nice bunalımlar yaşamıştır. Her dönemde, Kur’an’ın sunduğu iman hakikatleri, karanlıkları aydınlatan, yaraları saran ve gönüllere huzur veren bir ışık olmuştur.

Sonuç olarak, insanın dünyaya gönderiliş gayesi, kâinatın yüce Yaratıcısı’nı tanımak, O’na iman edip ibadet etmektir. Bu temel hakikati unutan insan, hem kendi varoluş boşluğunda kaybolur hem de çevresindeki adaletsizliklere karşı duyarsızlaşır. Kur’an’ın nurani yolu ve iman hakikatleri, bu dalalet yaralarını sarar, insanı köküne ve gayesine döndürür. Gazze’deki feryatların vicdanları uyandırdığı, zulmün ve haksızlığın karşısında durma sorumluluğunun idrak edildiği bir çağda, insanlığın asıl kurtuluşu, varoluşun gayesine dönmek ve Kur’an’ın rehberliğinde adaleti tesis etmekle mümkündür.

Özet:
Bu makale, insanın dünyaya gönderiliş amacını, yani Allah’ı tanıma, iman etme ve ibadet etme gayesini Risale-i Nur perspektifinden ele almıştır.

Şems-i Tebrizi’nin “nereden geldiğini unutmama” sözüyle insanın köklerine dönme ihtiyacı anlatılmıştır.

Ardından, Gazze’deki insanlık dramı üzerinden zalimlere karşı durma ve zayıfları koruma sorumluluğu Kur’an ayetleriyle ilişkilendirilmiştir.
Kâinattaki düzenin tesadüfe bağlanmaması gerektiği ve iman hakikatlerinin dalaletin yaralarını tedavi edici özelliği açıklanmıştır.

Makale, insanın gerçek kurtuluşunun varoluş gayesini idrak etmek ve Kur’an’ın rehberliğinde adaleti sağlamakla mümkün olduğu sonucuna varmıştır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

boşuna gönderilmemiştir. Varoluşunun derin bir hikmeti ve yüce bir gayesi vardır. Kur’an Tefsiri Risale-i Nur Külliyatı’ndan alınan
“İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi; Hâlık-ı Kâinat’ı tanımak ve ona iman edip ibadet etmektir. Ve o insanın vazife-i fıtratı ve farîza-i zimmeti, marifetullah ve iman-ı billahtır ve iz’an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir.” ifadeleri, bu temel gerçeği çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. İnsan, kâinatın Yaratıcısı’nı tanımak, O’na iman etmek ve ibadetle kulluk vazifesini yerine getirmek üzere yaratılmıştır. Bu, sadece bir görev değil, aynı zamanda insanın fıtratına, yani yaratılışına uygun olan en yüce gayedir. Marifetullah, yani Allah’ı bilmek; iman-ı billah, yani Allah’a gerçek bir imanla inanmak; iz’an ve yakîn ile O’nun varlığını ve birliğini tasdik etmek, insanın temel sorumluluğudur.
Şems-i Tebrizi’nin hikmetli sözü de bu varoluşsal arayışı destekler niteliktedir:
“Bazen arkasına dönüp bakması gerekir insanın; nereden geldiğini unutmaması için.” Bu söz, insanın sadece geleceğe değil, aynı zamanda köklerine, yaratılış amacına ve geçmişine de bakması gerektiğini hatırlatır. Nereden geldiğini unutan, nereye gideceğini de şaşırır. Bu öz geçmiş ve gelecek muhasebesi, insanı gafletten uyandırır ve hakiki istikamete yönlendirir.
Ancak insanlık tarihi, sadece bu yüce gayenin peşinde koşmakla değil, aynı zamanda adaletsizliklerin ve zulümlerin acısıyla da doludur.

Gazze’deki insanlık dramını hatırlatan “GAZZEYE BİZ ÖLÜNCE Mİ GELECEKSİNİZ” feryadı, insanlığın vicdanına saplanan bir ok gibidir.

Bu feryat, Nisa Suresi 4/75’te zikredilen “Size ne oluyor ki Allah yolunda ve “Rabbimiz, halkı zalim olan şu şehirden bizi kurtar, bize katından bir koruyucu ver, bize katından bir yardımcı ver!” diyen zayıf erkek, kadın ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?” ayetini adeta yankılar. Bu ayet, inananlara, zulüm altında inleyen zayıf, çaresiz, kadın ve çocukların yanında durma, onlar için mücadele etme ve Allah yolunda savaşma sorumluluğunu yükler. Tarih boyunca bu çağrılara kulak tıkayanlar, insanlık vicdanında büyük yaralar açmışlardır. Gazze, bugün bu çağrının en acı tecellilerinden biridir.
Modern çağın karmaşası ve dalalet rüzgarları, insanı varoluş gayesinden uzaklaştırıp, hayatı anlamsız bir tesadüfler zinciri olarak görmeye itebilir.

Bediüzzaman Said Nursi, “Ey insan! İnsan isen, şu güzel işlere tesadüfü, tabiatı, abesiyeti, dalâleti karıştırma, çirkin etme, çirkin yapma, çirkin olma…” (Sözler 478) sözleriyle bu yanılgıya karşı sert bir uyarıda bulunur.

Kâinattaki her şey, bir düzen, bir gaye ve bir hikmetle yaratılmıştır. Bu muazzam işleri tesadüfe, tabiata veya abesiyete bağlamak, hem kâinatın güzelliğine hakaret, hem de insanın kendi varoluşuna karşı bir cehalettir.

İman hakikatleri, bu tesadüf ve abesiyet perdesini yırtar, insanı dalaletten kurtarır ve her şeyin arkasındaki yüce Kudreti görmesini sağlar.

Kur’an’ın nurani caddesi, işte tam da burada devreye girer. “Kur’an’ın cadde-i nuraniyesi ise bütün ehl-i dalaletin çektiği yaraları, hakaik-i imaniye ile tedavi eder.” (Sözler)
Bu ifade, Kur’an’ın sadece bir hidayet rehberi değil, aynı zamanda ruhsal ve manevi yaraların şifa kaynağı olduğunu gösterir. Dalaletin, yani sapkınlığın ve doğru yoldan uzaklaşmanın sebep olduğu tüm acıları, kederleri, boşlukları ve anlamsızlıkları, iman hakikatleri ile tedavi eden yegane yoldur Kur’an.

İnsanlık, tarih boyunca nice buhranlar geçirmiş, nice bunalımlar yaşamıştır. Her dönemde, Kur’an’ın sunduğu iman hakikatleri, karanlıkları aydınlatan, yaraları saran ve gönüllere huzur veren bir ışık olmuştur.

Sonuç olarak, insanın dünyaya gönderiliş gayesi, kâinatın yüce Yaratıcısı’nı tanımak, O’na iman edip ibadet etmektir. Bu temel hakikati unutan insan, hem kendi varoluş boşluğunda kaybolur hem de çevresindeki adaletsizliklere karşı duyarsızlaşır. Kur’an’ın nurani yolu ve iman hakikatleri, bu dalalet yaralarını sarar, insanı köküne ve gayesine döndürür. Gazze’deki feryatların vicdanları uyandırdığı, zulmün ve haksızlığın karşısında durma sorumluluğunun idrak edildiği bir çağda, insanlığın asıl kurtuluşu, varoluşun gayesine dönmek ve Kur’an’ın rehberliğinde adaleti tesis etmekle mümkündür.

Özet:
Bu makale, insanın dünyaya gönderiliş amacını, yani Allah’ı tanıma, iman etme ve ibadet etme gayesini Risale-i Nur perspektifinden ele almıştır.

Şems-i Tebrizi’nin “nereden geldiğini unutmama” sözüyle insanın köklerine dönme ihtiyacı anlatılmıştır.

Ardından, Gazze’deki insanlık dramı üzerinden zalimlere karşı durma ve zayıfları koruma sorumluluğu Kur’an ayetleriyle ilişkilendirilmiştir.
Kâinattaki düzenin tesadüfe bağlanmaması gerektiği ve iman hakikatlerinin dalaletin yaralarını tedavi edici özelliği açıklanmıştır.

Makale, insanın gerçek kurtuluşunun varoluş gayesini idrak etmek ve Kur’an’ın rehberliğinde adaleti sağlamakla mümkün olduğu sonucuna varmıştır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Varoluşun Gayesi ve Adaletin Sancısı: İnsanlık Yolculuğunda Bir Tefekkür

Varoluşun Gayesi ve Adaletin Sancısı: İnsanlık Yolculuğunda Bir Tefekkür

İnsanoğlu, bu dünyaya Varoluşun Gayesi ve Adaletin Sancısı: İnsanlık Yolculuğunda Bir Tefekkür

İnsanoğlu, bu dünyaya boşuna gönderilmemiştir. Varoluşunun derin bir hikmeti ve yüce bir gayesi vardır. Kur’an Tefsiri Risale-i Nur Külliyatı’ndan alınan
“İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi; Hâlık-ı Kâinat’ı tanımak ve ona iman edip ibadet etmektir. Ve o insanın vazife-i fıtratı ve farîza-i zimmeti, marifetullah ve iman-ı billahtır ve iz’an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir.” ifadeleri, bu temel gerçeği çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. İnsan, kâinatın Yaratıcısı’nı tanımak, O’na iman etmek ve ibadetle kulluk vazifesini yerine getirmek üzere yaratılmıştır. Bu, sadece bir görev değil, aynı zamanda insanın fıtratına, yani yaratılışına uygun olan en yüce gayedir. Marifetullah, yani Allah’ı bilmek; iman-ı billah, yani Allah’a gerçek bir imanla inanmak; iz’an ve yakîn ile O’nun varlığını ve birliğini tasdik etmek, insanın temel sorumluluğudur.
Şems-i Tebrizi’nin hikmetli sözü de bu varoluşsal arayışı destekler niteliktedir:
“Bazen arkasına dönüp bakması gerekir insanın; nereden geldiğini unutmaması için.” Bu söz, insanın sadece geleceğe değil, aynı zamanda köklerine, yaratılış amacına ve geçmişine de bakması gerektiğini hatırlatır. Nereden geldiğini unutan, nereye gideceğini de şaşırır. Bu öz geçmiş ve gelecek muhasebesi, insanı gafletten uyandırır ve hakiki istikamete yönlendirir.
Ancak insanlık tarihi, sadece bu yüce gayenin peşinde koşmakla değil, aynı zamanda adaletsizliklerin ve zulümlerin acısıyla da doludur.

Gazze’deki insanlık dramını hatırlatan “GAZZEYE BİZ ÖLÜNCE Mİ GELECEKSİNİZ” feryadı, insanlığın vicdanına saplanan bir ok gibidir.

Bu feryat, Nisa Suresi 4/75’te zikredilen “Size ne oluyor ki Allah yolunda ve “Rabbimiz, halkı zalim olan şu şehirden bizi kurtar, bize katından bir koruyucu ver, bize katından bir yardımcı ver!” diyen zayıf erkek, kadın ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?” ayetini adeta yankılar. Bu ayet, inananlara, zulüm altında inleyen zayıf, çaresiz, kadın ve çocukların yanında durma, onlar için mücadele etme ve Allah yolunda savaşma sorumluluğunu yükler. Tarih boyunca bu çağrılara kulak tıkayanlar, insanlık vicdanında büyük yaralar açmışlardır. Gazze, bugün bu çağrının en acı tecellilerinden biridir.
Modern çağın karmaşası ve dalalet rüzgarları, insanı varoluş gayesinden uzaklaştırıp, hayatı anlamsız bir tesadüfler zinciri olarak görmeye itebilir.

Bediüzzaman Said Nursi, “Ey insan! İnsan isen, şu güzel işlere tesadüfü, tabiatı, abesiyeti, dalâleti karıştırma, çirkin etme, çirkin yapma, çirkin olma…” (Sözler 478) sözleriyle bu yanılgıya karşı sert bir uyarıda bulunur.

Kâinattaki her şey, bir düzen, bir gaye ve bir hikmetle yaratılmıştır. Bu muazzam işleri tesadüfe, tabiata veya abesiyete bağlamak, hem kâinatın güzelliğine hakaret, hem de insanın kendi varoluşuna karşı bir cehalettir.

İman hakikatleri, bu tesadüf ve abesiyet perdesini yırtar, insanı dalaletten kurtarır ve her şeyin arkasındaki yüce Kudreti görmesini sağlar.

Kur’an’ın nurani caddesi, işte tam da burada devreye girer. “Kur’an’ın cadde-i nuraniyesi ise bütün ehl-i dalaletin çektiği yaraları, hakaik-i imaniye ile tedavi eder.” (Sözler)
Bu ifade, Kur’an’ın sadece bir hidayet rehberi değil, aynı zamanda ruhsal ve manevi yaraların şifa kaynağı olduğunu gösterir. Dalaletin, yani sapkınlığın ve doğru yoldan uzaklaşmanın sebep olduğu tüm acıları, kederleri, boşlukları ve anlamsızlıkları, iman hakikatleri ile tedavi eden yegane yoldur Kur’an.

İnsanlık, tarih boyunca nice buhranlar geçirmiş, nice bunalımlar yaşamıştır. Her dönemde, Kur’an’ın sunduğu iman hakikatleri, karanlıkları aydınlatan, yaraları saran ve gönüllere huzur veren bir ışık olmuştur.

Sonuç olarak, insanın dünyaya gönderiliş gayesi, kâinatın yüce Yaratıcısı’nı tanımak, O’na iman edip ibadet etmektir. Bu temel hakikati unutan insan, hem kendi varoluş boşluğunda kaybolur hem de çevresindeki adaletsizliklere karşı duyarsızlaşır. Kur’an’ın nurani yolu ve iman hakikatleri, bu dalalet yaralarını sarar, insanı köküne ve gayesine döndürür. Gazze’deki feryatların vicdanları uyandırdığı, zulmün ve haksızlığın karşısında durma sorumluluğunun idrak edildiği bir çağda, insanlığın asıl kurtuluşu, varoluşun gayesine dönmek ve Kur’an’ın rehberliğinde adaleti tesis etmekle mümkündür.

Özet:
Bu makale, insanın dünyaya gönderiliş amacını, yani Allah’ı tanıma, iman etme ve ibadet etme gayesini Risale-i Nur perspektifinden ele almıştır.

Şems-i Tebrizi’nin “nereden geldiğini unutmama” sözüyle insanın köklerine dönme ihtiyacı anlatılmıştır.

Ardından, Gazze’deki insanlık dramı üzerinden zalimlere karşı durma ve zayıfları koruma sorumluluğu Kur’an ayetleriyle ilişkilendirilmiştir.
Kâinattaki düzenin tesadüfe bağlanmaması gerektiği ve iman hakikatlerinin dalaletin yaralarını tedavi edici özelliği açıklanmıştır.

Makale, insanın gerçek kurtuluşunun varoluş gayesini idrak etmek ve Kur’an’ın rehberliğinde adaleti sağlamakla mümkün olduğu sonucuna varmıştır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

boşuna gönderilmemiştir. Varoluşunun derin bir hikmeti ve yüce bir gayesi vardır. Kur’an Tefsiri Risale-i Nur Külliyatı’ndan alınan
“İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi; Hâlık-ı Kâinat’ı tanımak ve ona iman edip ibadet etmektir. Ve o insanın vazife-i fıtratı ve farîza-i zimmeti, marifetullah ve iman-ı billahtır ve iz’an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir.” ifadeleri, bu temel gerçeği çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. İnsan, kâinatın Yaratıcısı’nı tanımak, O’na iman etmek ve ibadetle kulluk vazifesini yerine getirmek üzere yaratılmıştır. Bu, sadece bir görev değil, aynı zamanda insanın fıtratına, yani yaratılışına uygun olan en yüce gayedir. Marifetullah, yani Allah’ı bilmek; iman-ı billah, yani Allah’a gerçek bir imanla inanmak; iz’an ve yakîn ile O’nun varlığını ve birliğini tasdik etmek, insanın temel sorumluluğudur.
Şems-i Tebrizi’nin hikmetli sözü de bu varoluşsal arayışı destekler niteliktedir:
“Bazen arkasına dönüp bakması gerekir insanın; nereden geldiğini unutmaması için.” Bu söz, insanın sadece geleceğe değil, aynı zamanda köklerine, yaratılış amacına ve geçmişine de bakması gerektiğini hatırlatır. Nereden geldiğini unutan, nereye gideceğini de şaşırır. Bu öz geçmiş ve gelecek muhasebesi, insanı gafletten uyandırır ve hakiki istikamete yönlendirir.
Ancak insanlık tarihi, sadece bu yüce gayenin peşinde koşmakla değil, aynı zamanda adaletsizliklerin ve zulümlerin acısıyla da doludur.

Gazze’deki insanlık dramını hatırlatan “GAZZEYE BİZ ÖLÜNCE Mİ GELECEKSİNİZ” feryadı, insanlığın vicdanına saplanan bir ok gibidir.

Bu feryat, Nisa Suresi 4/75’te zikredilen “Size ne oluyor ki Allah yolunda ve “Rabbimiz, halkı zalim olan şu şehirden bizi kurtar, bize katından bir koruyucu ver, bize katından bir yardımcı ver!” diyen zayıf erkek, kadın ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?” ayetini adeta yankılar. Bu ayet, inananlara, zulüm altında inleyen zayıf, çaresiz, kadın ve çocukların yanında durma, onlar için mücadele etme ve Allah yolunda savaşma sorumluluğunu yükler. Tarih boyunca bu çağrılara kulak tıkayanlar, insanlık vicdanında büyük yaralar açmışlardır. Gazze, bugün bu çağrının en acı tecellilerinden biridir.
Modern çağın karmaşası ve dalalet rüzgarları, insanı varoluş gayesinden uzaklaştırıp, hayatı anlamsız bir tesadüfler zinciri olarak görmeye itebilir.

Bediüzzaman Said Nursi, “Ey insan! İnsan isen, şu güzel işlere tesadüfü, tabiatı, abesiyeti, dalâleti karıştırma, çirkin etme, çirkin yapma, çirkin olma…” (Sözler 478) sözleriyle bu yanılgıya karşı sert bir uyarıda bulunur.

Kâinattaki her şey, bir düzen, bir gaye ve bir hikmetle yaratılmıştır. Bu muazzam işleri tesadüfe, tabiata veya abesiyete bağlamak, hem kâinatın güzelliğine hakaret, hem de insanın kendi varoluşuna karşı bir cehalettir.

İman hakikatleri, bu tesadüf ve abesiyet perdesini yırtar, insanı dalaletten kurtarır ve her şeyin arkasındaki yüce Kudreti görmesini sağlar.

Kur’an’ın nurani caddesi, işte tam da burada devreye girer. “Kur’an’ın cadde-i nuraniyesi ise bütün ehl-i dalaletin çektiği yaraları, hakaik-i imaniye ile tedavi eder.” (Sözler)
Bu ifade, Kur’an’ın sadece bir hidayet rehberi değil, aynı zamanda ruhsal ve manevi yaraların şifa kaynağı olduğunu gösterir. Dalaletin, yani sapkınlığın ve doğru yoldan uzaklaşmanın sebep olduğu tüm acıları, kederleri, boşlukları ve anlamsızlıkları, iman hakikatleri ile tedavi eden yegane yoldur Kur’an.

İnsanlık, tarih boyunca nice buhranlar geçirmiş, nice bunalımlar yaşamıştır. Her dönemde, Kur’an’ın sunduğu iman hakikatleri, karanlıkları aydınlatan, yaraları saran ve gönüllere huzur veren bir ışık olmuştur.

Sonuç olarak, insanın dünyaya gönderiliş gayesi, kâinatın yüce Yaratıcısı’nı tanımak, O’na iman edip ibadet etmektir. Bu temel hakikati unutan insan, hem kendi varoluş boşluğunda kaybolur hem de çevresindeki adaletsizliklere karşı duyarsızlaşır. Kur’an’ın nurani yolu ve iman hakikatleri, bu dalalet yaralarını sarar, insanı köküne ve gayesine döndürür. Gazze’deki feryatların vicdanları uyandırdığı, zulmün ve haksızlığın karşısında durma sorumluluğunun idrak edildiği bir çağda, insanlığın asıl kurtuluşu, varoluşun gayesine dönmek ve Kur’an’ın rehberliğinde adaleti tesis etmekle mümkündür.

Özet:
Bu makale, insanın dünyaya gönderiliş amacını, yani Allah’ı tanıma, iman etme ve ibadet etme gayesini Risale-i Nur perspektifinden ele almıştır.

Şems-i Tebrizi’nin “nereden geldiğini unutmama” sözüyle insanın köklerine dönme ihtiyacı anlatılmıştır.

Ardından, Gazze’deki insanlık dramı üzerinden zalimlere karşı durma ve zayıfları koruma sorumluluğu Kur’an ayetleriyle ilişkilendirilmiştir.
Kâinattaki düzenin tesadüfe bağlanmaması gerektiği ve iman hakikatlerinin dalaletin yaralarını tedavi edici özelliği açıklanmıştır.

Makale, insanın gerçek kurtuluşunun varoluş gayesini idrak etmek ve Kur’an’ın rehberliğinde adaleti sağlamakla mümkün olduğu sonucuna varmıştır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com