Kudretin Sessiz İmtihanı: Gazze ve İnsanlığın Kırılma Noktası

Kudretin Sessiz İmtihanı: Gazze ve İnsanlığın Kırılma Noktası

Bir Kutunun Ardında Yıkılan Vicdan

Bugün, bir bebek mamasının ulaştırılamamasıyla can veren Yusuf Muhammed es-Safedi, sadece Gazze’nin değil, insanlığın da açlıktan öldüğünün ilanıdır. UNRWA’nın 6 bin tır yardımının kapıda bekletilmesi, sadece Gazze halkının değil, aynı zamanda uluslararası hukukun, vicdanın ve aklın da kuşatma altına alındığını gösteriyor.

Gazze; açlıkla, bombayla, susuzlukla yok edilmeye çalışılan bir halkın değil, susturulmuş, seyirci kalmış bir dünyanın vicdan tablosudur. İsrail’in zulmü artık sadece bir ulusu hedef almıyor; insanlık kavramının içini boşaltıyor.

  1. Tarih Tekerrür mü Ediyor, Yoksa Takrir mi?

Tarih, Firavunların, Nemrutların ve Ebu Cehillerin zulümleriyle doludur. Ancak bu tiranlar, daima zulümlerine meşruiyet sağlayacak bir “sessiz çoğunluğa” ihtiyaç duymuşlardır. Bugün bu sessiz çoğunluk, İsrail’in Gazze’de yürüttüğü soykırıma göz yuman devletler, suskun medya organları ve korkudan ya da çıkar kaygısıyla susan akademi dünyasıdır.

Almanya gibi İsrail’in arka bahçesi hâline gelen ülkeler bile artık bu vahşetin ağırlığını taşıyamıyor. Başbakan Friedrich Merz’in “kirli işleri bizim adımıza yapıyor” itirafı, aslında Batı’nın kendi günahlarının vekâleten işletildiğini kabul etmesidir. Bu cümle, modern çağın en büyük diplomatik öz eleştirilerinden biridir.

  1. Akıl, Ahlâk ve Bilim Nerede Duruyor?

Modern dünya, insan hakları, demokrasi ve özgürlük adına sözde değerler inşa etti. Peki bu değerler, açlıktan ölen çocuklara neden uğramıyor? Yapay zekâyla kanser çözümleri üreten bir dünya, neden bir kutu mamasını ulaştıramıyor?

Bu durum, bize şunu gösteriyor: Bilim ve teknoloji ahlâkî temele dayanmazsa zulmü büyütür. Gazze’de yıkım, sadece füzeyle değil, yalanla, manipülasyonla ve sessizlikle inşa edilmektedir.

III. Gazze: Bir Laboratuvar mı, Bir Mahşer mi?

Gazze’de yaşananlar birer istatistik değil; ilahî bir imtihanın sahnesidir. İnsanlık, burada sınanıyor. Vicdanlar, inançlar, akıllar ve ideolojiler Gazze’de tartılıyor.

Kur’an’da Hz. Nûh’un duası (Nûh Sûresi 26–28), çağlar üstü bir hakikati dile getirir: Zalim nesiller, kendileri gibi zalimleri doğurur. Onları yeryüzünde bırakmak, sadece zulmü çoğaltır. Bugün de Gazze’de İsrail’in yaptığı sadece mevcut halkı yok etmek değil; yeryüzüne yeni Firavunlar doğurmaktır.

  1. İbretlik Bir Sessizlik: Kimin Duvarı Daha Kalın?

Gazze halkı “Duvarlara mı konuşuyoruz?” diye haykırıyor. Bu, sadece çaresiz bir halkın değil, hakikatin sesini duyuramayan bir dünyanın da çığlığıdır. Belki de en kalın duvarlar, Beyaz Saray’ın, Avrupa Parlamentosu’nun veya Birleşmiş Milletler’in içindedir.

  1. Kaderin Sırrı: Sessizlik, Zulmü Değil, Sonu Hazırlar

Tarih, zalimlerin saltanatının sonsuz olmadığını defalarca gösterdi. Ancak bu defa farklı olan şey, zulmün kameralar önünde, canlı yayınla yapılmasıdır. Belki bu, ahir zamanın alâmetidir. Belki bu, dünyanın kıyamete en yakın aynasıdır.

Ama Allah’ın vaadi haktır: “Zalimler için asla kurtuluş yoktur.” (Kasas, 37)

Sonuç: Zamanın Şahitliği ve Duanın Gücü

Zaman, hem zalimi hem mazlumu yazar. Ancak Allah’ın defterine, yalnızca niyet ve dua geçer. Bugün bizler, Yusuf es-Safedi bebek için ağlamıyorsak, kendimiz için ağlamalıyız. Zira vicdanını kaybetmiş bir toplumun geleceği, bombadan daha tehlikelidir.

Ey Rabbimiz! Hz. Nûh’un duasıyla dua ediyoruz: Zalimlerin kökünü kurut! Onlara mühlet verme. Onlar senin kullarını yoldan çıkarıyorlar. Bizi ve tüm mazlumları bağışla. Gazze’yi sabırla, bizi dirayetle donat. Âmin.

Özet:

İsrail’in Gazze’ye yönelik zulmü, sadece bir savaş değil, insanlığın utancıdır.

Almanya bile bu zulme destek vermekten yorulmuş, diplomatik çağrılar yapmıştır.

Bilim ve teknoloji ahlâk temelli olmadığında zulme aracılık eder.

Gazze halkı açlıktan ölürken dünya sessiz ve etkisiz kalmakta.

Kur’an’da Hz. Nûh’un duası, zalimlerin kökünün kazınması için bir kıyam çağrısıdır.

İnsanlığın vicdanı ve duası hâlâ Gazze’den sorumludur.

Sonuç: Zulüm devam edebilir; ama ebedi değildir. Zulmün sonu, kaderin hakemliğinde yazılır.

********

“Nûh dedi ki: “Rabbim! Yeryüzünde dolaşan bir tek kâfir bile bırakma!
Bırakacak olursan, onlar senin kullarını yoldan çıkarırlar ve ancak kendileri gibi ahlâksız, günahkâr ve azılı kâfir nesiller yetiştirirler.
Rabbim! Beni, anne-babamı, mü’min olarak evime girenleri, bütün mü’min erkeklerle mü’min kadınları bağışla! Zâlimlerin ise ancak helâkini artır! Köklerini kurut!” Nuh Sûresi 26-28. Ayet.

Allahım aynı bedduayı İsrail ve destekçileri için de uygula.

www.tesbitler.com

 




İnsanın Yolculuğu: Hakikat, Şükür ve İman Ekseni

İnsanın Yolculuğu: Hakikat, Şükür ve İman Ekseni

Kâinatın engin sahnesinde, insan denilen mucizevi varlık, varoluş gayesini arayan bir yolcudur. Bedîüzzaman Said Nursî’nin veciz ifadeleriyle derinleşen bu yolculukta, hakikatin elmasları ile dünya heveslerinin cam kırıkları arasındaki tercih, insanın kaderini belirler. Nefsin ve şeytanın fısıltılarına kulak verenler “esfel-i safilîn”e düşerken, Hak ve Kur’an’ın sesine uyanlar “a’lâ-yı illiyyîn”e yükselir ve kâinatın güzel bir takvimi haline gelirler.
Bu, sadece bir iman meselesi değil, aynı zamanda varoluşun en temel bilimsel ve felsefi sorgulamalarını da içinde barındıran bir hakikattir.

Hakikatin Elmasları ve Dünya Heveslerinin Cam Kırıkları

***********

Bedîüzzaman, vicdanını dünyaya satan, hakikat elmaslarını pis, muzır şişe parçalarına mübadele edenleri “insan suretindeki yılanlar” olarak nitelendirir. Bu ifadeler, basit bir ahlaki eleştirinin ötesinde, insan fıtratının en derin çelişkisine işaret eder. Modern bilim ve teknoloji, insana sayısız imkân sunarken, aynı zamanda maddeye ve geçici lezzetlere olan düşkünlüğü körükleyebilir.
Sanal gerçeklik dünyaları, hızlı tüketim kültürü ve anlık hazlar peşinde koşma eğilimi, “hakikat elmasları” olan manevi değerleri göz ardı etmeye itebilir. Oysa gerçek bilimsel çalışmalar, kâinatın işleyişindeki mükemmeliyeti ve her zerresindeki ilahi sanatı keşfederken, insanı acizliğinden ve cehaletinden arındırarak daha yüce hakikatlere kapı aralar. Risale-i Nur, bu noktada bir tefsir ve rehber olarak devreye girer; kâinat kitabının ayetlerini okuyarak, maddenin ötesindeki manevi âlemleri, Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellilerini gözler önüne serer. Bu, sadece kalbe hitap eden bir talim değil, aynı zamanda aklı da ikna eden bir programdır.

*********

Şükür: Manevi Lezzetlerin Anahtarı
“Hevesli akılsız çocuklar gibi, muvakkat, ehemmiyetsiz lezzetlerin peşinde koşma!” uyarısı, modern insanın en büyük handikaplarından birini dile getirir. Fani zevkler, ardında manevi elemler ve teessüfler bırakırken, sıkıntılar ve elemler bilakis manevi lezzetler ve uhrevi sevaplar verir. Bu paradoks, şükür kavramıyla çözülür. Yenilen lezzetli bir nimetin şükür vasıtasıyla bir nur ve uhrevi bir meyve-i Cennet olması, şükrün sadece bir ibadet değil, aynı zamanda varoluşu dönüştüren bir anahtar olduğunu gösterir.

Nankörlüğün mizanı hırs ve israf, hürmetsizlik ve haram helal demeyip rastgele yemek iken, şükür, bereketi ve huzuru beraberinde getirir. Teknoloji çağında, her şeye kolayca ulaşabilme yanılması, şükür duygusunu köreltebilir. Ancak, bir programın algoritması bile bir amaca hizmet ederken, kâinatın her zerresi bir hikmetle yaratılmış ve sayısız nimetle donatılmıştır. Bilimsel bir keşif dahi, o keşfin altında yatan ilahi yasalara ve düzenlemelere karşı bir hayranlık ve şükür hissiyatı uyandırmalıdır.

***********

İnsanın Yükümlülüğü ve Yaratıcısıyla İlişkisi
İnsan, sema, arz ve cibalin kaldırmasından çekindikleri “emanet-i kübra”yı omuzlanan, iki acayip yolun (hayır ve şer) önünde duran, geniş bir ubudiyetle mükellef bir varlıktır. Kâinatın sultanının ism-i a’zamına mazhar, bütün esmasına bir cami’ ayine ve hitabat-ı Sübhaniyesine en anlayışlı muhataptır. Bu yüce makam, insana büyük bir sorumluluk yükler. Allah’ın rahmetinin cemalini, şefkatinin güzelliğini ve rububiyetinin kemalini göstermek için bu kâinatın bir ziyafetgâh, bir teşhirgâh ve bir seyrangâh olarak yaratıldığı gerçeği karşısında, insanın vazifesi şükür ve hamd etmektir. Akıl, her şeyin arkasındaki Sanî-i Rahîm ve Kerîm’i görmezden gelemez.

************

“Ey insan! Aklını başına al. Hiç mümkün müdür ki; bütün enva’-ı mahlukatı sana müteveccihen muavenet ellerini uzattıran ve senin hacetlerine ‘Lebbeyk!’ dedirten Zât-ı Zülcelâl; seni bilmesin, tanımasın, görmesin?” Bu çarpıcı soru, imanın sadece hissi bir durum değil, aynı zamanda akli bir zorunluluk olduğunu anlatır. Kâinatın sürekli olarak canlılarla doldurulup boşaltılması, kendini tanıttırmak ve ibadet ve tesbihat ettirmek içindir. Allah, bu dünyayı zîşuurlarla şenlendirirken, semavatı ve yıldızları boş ve hâlî bırakmaz, onlara münasip ahali yaratır. Saltanat-ı rububiyetini en büyük memleketinde hademesiz, haşmetsiz, memursuz, elçisiz, yaversiz, nazırsız, seyircisiz, âbidsiz, raiyetsiz bırakması düşünülemez. Her mevcut, kendine mahsus bir dille Hâlık’ının vahdaniyetine ve Sanî’inin rububiyetine dair manevi sözlerini ifade eder.

Sonuç:
İnsanın yolculuğu, dünya lezzetlerinin geçici cazibesi ile hakikatin kalıcı elmasları arasındaki seçime dayanır. Risale-i Nur, bu yolculukta ışık tutarak, şükrün anahtarını, imanın akli temelini ve insanın kâinattaki yüce makamını hatırlatır. Bilim ve teknolojinin sunduğu imkanlar, bu derin hakikatleri daha iyi anlamamıza ve Yaratıcı ile olan bağımızı güçlendirmemize vesile olabilir. Önemli olan, aklı, kalbi ve ruhu birleştirerek, geçici olanın değil, ebedi olanın peşinden gitmek ve her anımızı şükürle, hamd ile doldurmaktır.

Makale Özeti:
Bu makale, Bedîüzzaman Said Nursî’nin Risale-i Nur’daki sözleri ışığında, insanın varoluşsal ilgili yolculuğunu ve hakikat arayışını ele almaktadır.
Makale, insanın geçici dünya hevesleri ile ebedi hakikat elmasları arasındaki tercihine odaklanarak, vicdanını dünyaya satanların düştüğü durumu ve Hak yolunda ilerleyenlerin kazanımlarını anlatır.
Şükür kavramının manevi lezzetlerin ve uhrevi sevapların anahtarı olduğu belirtilirken, nankörlüğün olumsuz sonuçlarına dikkat çekilir.
Ayrıca, insanın kâinattaki özel konumu, Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellileri karşısındaki sorumluluğu ve Yaratıcı ile olan ilişkisi üzerinde durulur. Makale, bilim ve teknolojinin bu hakikatleri anlama yolunda bir araç olabileceğini ima ederek, insanın aklını, kalbini ve ruhunu birleştirerek hakikate ulaşması gerektiğini anlatır.
Sonuç olarak, insanın şükür, hamd ve iman ekseninde bir yaşam sürerek ebedi mutluluğa erişebileceği mesajı verilir.

 




MÜNAFIKLIK ÇAĞI: NİFAKIN KÜRESEL YÜZÜ VE MASKELİ DÜNYA

MÜNAFIKLIK ÇAĞI: NİFAKIN KÜRESEL YÜZÜ VE MASKELİ DÜNYA

İnsanlık tarihi boyunca hak-batıl mücadelesinin en sinsi cephesi olan nifak, çağımızda küresel bir kimlik, hatta bir yaşam tarzı hâline gelmiştir. Artık bir hakikati yalanla, bir zulmü adaletle, bir işgali yardım maskesiyle süsleyen sistematik bir münafıklık dönemi yaşıyoruz. Gerek Doğu, gerek Batı; gerek Müslüman, gerek gayrimüslim; gerek devletler, gerek fertler bazında, en çok rağbet gören yüz, “maskeli yüz”dür.

  1. Tarihin Aynasında Nifak: Medine’den Moderniteye

Nifakın ilk kurumsallaştığı dönem, Medine’de Müslümanların güç kazandığı döneme rastlar. Bedir sonrası, düşmanlık açık yüzle değil, içten içe ihanetle yapılmaya başlandı. Abdullah bin Übey bin Selûl ve benzerleri, İslam toplumunun içinde, Müslüman görünüp İslam’a ihanet ederek en büyük tahribatı yaptılar.

Bugün ise modern çağın Abdullah bin Übeyleri sadece dinî yapılar içinde değil; siyasal, diplomatik, sosyal ve ekonomik sahalarda da kol gezmektedir. Artık yalanlar, medyatik kılıflarla; işgaller, insan hakları maskesiyle; çıkarlar ise insaniyet perdesiyle gizleniyor. Nifak, teknolojik hale bürünerek dijital platformlarda bile algoritmalarla hükmediyor.

  1. Nifakın Anatomisi: Akıl ve Bilimle Okunan Bir Yüz

Nifak sadece dini değil, ahlaki, sosyolojik ve psikolojik bir vakadır. Psikolojide buna “ikiyüzlülük sendromu”, sosyolojide “çifte standartlı birey” veya “rol çatışması” denilir. Bir kişi ya da toplum, farklı ortamlarda farklı yüzler takınıyorsa bu bir kimlik bozulmasıdır.

Bilimsel olarak, münafıklığın ardında korku, çıkar ve statü kaygısı vardır. Münafık, hakikatten korkar ama hakkı da kullanır. Tıpkı laboratuvar ortamında görünmez ama öldürücü gazlar gibi, münafık da ortamı zehirler ama yüzünde gülümseme vardır.

  1. Küresel Münafıklık: Bir Medeniyetin Maskesi

Bugün insan hakları söylemleriyle dünyayı kana bulayan ülkeler, nifakın diplomatik modelidir. Bir yandan demokrasi ihraç ettiklerini söylerler, öte yandan milyonları açlığa ve savaşa mahkûm ederler. “Teröre karşı savaş” bahanesiyle mazlum ülkeleri işgal eder, sonra barış elçisi pozuna bürünürler.

Birleşmiş Milletler, NATO, uluslararası yardım kuruluşları… Hepsi bir yönüyle “nifakın sistematik yüzleri”dir. Yardım ulaştırmak için bile menfaat isterler, destek verirken sadakat değil, itaat beklerler. İsrail’in Gazze’de yaptığı soykırım karşısında sessiz kalan Batı, işte tam da bu maskeli yüzün en bariz halidir.

  1. İslam Dünyasında Nifak: Bir İç Çöküş

İslam dünyası, düşmandan değil, dost görünen nifak odaklarından yara alıyor. Müslüman ülkelerin bir kısmı işgalcilerle işbirliği yapıyor; diğer kısmı ise zulme karşı sessiz kalıyor. Mazlumların çığlıkları karşısında dudaklarını kıpırdatmayan liderler, ümmetin kalbine saplanmış nifak hançeridir.

Kur’an, münafıkları en çok anlatan ve en çok uyaran kitaptır. Münafıkun Suresi, Tevbe Suresi, Nisa Suresi gibi onlarca ayette Allah, münafıkların iç yüzünü deşifre eder. Bu yüz, bugün ekranlarda, kürsülerde, diplomasi masalarında hâlâ konuşmaktadır.

  1. Aklî ve Mantıkî Bir Değerlendirme

Bugün dürüstlük değil, imaj satıyor. Gerçek değil, algı yönlendiriyor. Samimiyet değil, strateji kazandırıyor. Bu da gösteriyor ki çağımız gerçeklikten çok, imaj çağının nifakını yaşıyor. İnsanlar “doğru” olmak yerine “doğru görünmek” istiyor.

Bu ise ahlakı öldüren, merhameti pasifize eden, vicdanı susturan ve insanlığı robotlaştıran bir zihinsel çöküştür. Münafıklık, sadece bir inanç sapması değil, bir akıl felcidir. Zira iki yüzlü insan, kendi içindeki çelişkinin farkında bile değildir.

  1. Çözüm: Maskeleri Düşürmek

Çare, öncelikle bireysel dürüstlükle başlar. Her Müslüman Kur’an’daki şu ayeti kendine sormalıdır:

> “Ey iman edenler! Niçin yapmadığınız şeyi söylüyorsunuz?”
(Saf, 2)

Toplumsal düzelme ise ancak doğruluğu ödüllendiren, yalanı teşhir eden bir bilinçle mümkündür. Kur’an, münafıklarla dostluğu yasaklarken, Peygamberimiz onları ifşa etmemiş ama tanımış ve tanıtmıştır. Bugün de bu ferasete ihtiyaç var.

MAKALE ÖZETİ

Bu makale, 20. ve 21. yüzyılın en yaygın hastalığı olan münafıklığı, tarihî, ahlâkî, ilmî ve aklî yönleriyle ele almaktadır. Tarihte Medine’de başlayan nifak hareketinin bugün nasıl küreselleştiği ve Batı’nın diplomatik nifak maskeleriyle nasıl hareket ettiği örneklerle açıklanmıştır. İslam dünyasında ise içten gelen ihanetin ümmeti nasıl zayıflattığına dikkat çekilmiştir. Münafıklığın bilimsel boyutu analiz edilmiş, psikolojik ve sosyolojik açılımlar sunulmuştur. Sonuç olarak, bireysel ve toplumsal olarak dürüstlükle bu hastalıktan arınmanın yolları vurgulanmıştır.

 




Unutulan Miras ve Vicdanın Sesi: Nereye Akıyor Tarihimiz?

Unutulan Miras ve Vicdanın Sesi: Nereye Akıyor Tarihimiz?

İnsanlık tarihi, sürekli bir arayışın, sorgulamanın ve bazen de hüsranla sonuçlanan kabullenişlerin öyküsüdür. Kimi zaman büyük yanılgılarla yoğrulmuş, kimi zaman da hakikatin pırıltılarıyla aydınlanmıştır bu yolculuk.

“Biz, Yunan sanıyorduk amma denize dökülen bin yıllık Alfabe’miz, Hilâfetimiz, Kur’ân’ımız, Sünnetimiz, Ezanımız, Medrese’miz, Töremiz, Adaletimiz, Tarihimiz imiş, geç anladık!” derken, aslında derin bir tarihi muhasebenin, bir öz eleştirinin kapılarını aralamaktadır.
Bu cümle, sadece harflerin değil, bir medeniyetin, bir inancın, bir yaşam biçiminin topyekûn reddinin ve bunun geç anlaşılan sonuçlarının acı bir itirafıdır.
Bin yıllık bir mirasın, kendi ellerimizle ya da gafletimizle nasıl denize döküldüğünü idrak etmek, tarihin en ibretli sayfalarından birini çevirmektir.
Bu yanılgı, bizi sadece geçmişle yüzleştirmekle kalmaz, aynı zamanda bugüne ve geleceğe dair soruları da beraberinde getirir. Toplum olarak neyi kaybettiğimizi ne zaman anladık? Ve daha önemlisi, anladıktan sonra bu kaybı telafi etmek adına neler yapabildik?

**********

Bedîüzzaman Said Nursî’nin, “Dünya madem fânidir değmiyor alaka-i kalbe” düsturu, bu dünyevi yanılgıların, gelip geçici heveslerin ve yanlış yönlendirilmiş algıların aslında kalbimizi ne kadar meşgul ettiğini ve bizi gerçek değerlerden uzaklaştırdığını hatırlatır. Fani olana bel bağlamak, ebedi olanı yitirme riskini taşır.

**********

Diğer yandan, bir çocuğun Filistin bayrağı önünde, yağmur altında sessiz çığlık attığı durum, vicdanımızın çağrısına kulak vermemiz gerektiğini haykırır: “Öyle sessiz çığlıklar var ki Duymak için vicdan gerek.”

*********

Hazreti Ali, dünyanın dört bir yanında yaşanan zulümlere, haksızlıklara ve acılara karşı duyarsızlığımızı eleştirir. Sessiz çığlıklar, yüksek sesle atılanlardan daha derine işler; çünkü onlar, çoğunlukla göz ardı edilen, üzeri örtülen ve görmezden gelinen acılardır. Bu çığlıkları duyabilmek için, sadece kulaklar değil, vicdanın da açık olması elzemdir. Zira vicdan, insanı insan yapan ve ona sorumluluklarını hatırlatan en temel fıtrattır.

**********

Kınamama ve tevbe mefhumu da bu vicdan muhasebesinin önemli bir parçasıdır.
“Kimseyi kınama! -Günahından Haberin olabilir ama Tövbesinden Haberin olmaz!” sözü, her ferdin kendi iç dünyasında yaşadığı dönüşümün, kendi hesaplaşmasının sadece kendisini ilgilendirdiğini anlatır.
Yargılamak yerine anlamaya çalışmak, günahı değil, günahkârı affetme erdemini göstermek, İslami ahlakın temel taşlarındandır.
“Cenab-ı Hakk’ın günahkârları affetmesi fazl, tazip etmesi adldır.” Bu ilahi adalet ve rahmet dengesi, bize de insanlarla ilişkilerimizde merhamet ve anlayışla yaklaşmamız gerektiğini öğretir.

***********

Risale-i Nur, bu açıdan bizlere önemli bir yol gösterir: “Bu sıkıntılı zamanda nefsim sabırsızlıkla beni taciz ederken bu fıkra, onu susturdu; şükrettirdi. Size de faydası olur diye leffen takdim edilen bu fıkra, başımın yanında asılı duruyor:
1- Ey nefsim! Yetmiş üç sene, yüzde doksan adamdan ziyade zevklerden hisseni almışsın. Daha hakkın kalmadı.
2- Sen, âni ve fâni zevklerin bekasini arıyorsun; onun için onun zevaliyle ağlamaya başlıyorsun. Kör hissiyatınla bu yanlışınin tam tokasını yersin. Bir dakika gülmeye bedel, on saat ağlıyorsun.
3- Senin başına gelen zulümler ve musibetlerin altında kaderin adaleti var. İnsanlar, senin yapmadığın bir işle sana zulüm ediyorlar. Fakat kader senin gizli hatalarına binaen, o musibet eliyle seni hem terbiye hem hatana keffaret ediyor.”
Bu satırlar, musibetlere karşı sabrı, fani zevklere aldanmamayı ve kaderin hikmetini anlamayı öğütler. Her zorluğun arkasında bir ders, her hatanın telafisi için bir fırsat olduğunu idrak etmek, ruhsal olgunluğun bir göstergesidir.

Sonuç olarak, iman, insanı insan, hatta sultan ederken; küfür, insanı aciz bir canavara dönüştürür. Asli vazifemiz iman ve duadır. Allah’ın rahmetinin genişliği ve adaleti, bizlere umut ve sorumluluk yükler. Geçmişteki yanılgılarımızdan ders çıkararak, vicdanımızın sesine kulak vererek, fani olanın peşinden koşmak yerine ebedi değerlere sarılarak ve musibetleri bir terbiye aracı olarak görerek hakikat yolunda ilerleyebiliriz.

**********

Unutulmamalıdır ki, “Dünyada rezâil bulundukça, faziletin ona karşı cihâd etmesi zarurîdir. Demek ki cihâd ebedîdir.”
Bu cihat, sadece dış düşmanlara karşı değil, nefsimizdeki ve toplumdaki her türlü kötülüğe karşı verilen bir mücadeledir.

Özet:
Makale, Türk milletinin geçmişte yaşadığı kültürel ve dini değerleri terk etme yanılgısını ele alarak, bu durumun acı sonuçlarını anlatmaktadır.
Said Nursî’nin “fani dünya” ve “kalp alakası” üzerine sözleriyle dünya heveslerinden uzaklaşmanın önemi ifade edilir.
Filistin’deki çocuk imgesinden hareketle, Hazreti Ali’nin sözleriyle vicdanın sessiz çığlıkları duyma gerekliliği üzerinde durulur. Kınama yerine anlayış ve tevbe kavramının İslam ahlakındaki yeri belirtilirken, İlahi adalet ve rahmet dengesi açıklanır.
Risale-i Nur’dan yapılan alıntılarla musibetlere karşı sabır, fani zevklerden sakınma ve kaderin hikmeti ele alınır.
Son olarak, imanın insanı yücelttiği, küfrün ise alçalttığı belirtilerek, asli görevin iman ve dua olduğu ve kötülüklerle mücadelenin (cihadın) daimi bir görev olduğu sonucuna varılır.
www.tesbitler.com

 




BİR YAHUDİ’NİN İTİRAFLARI

BİR YAHUDİ’NİN İTİRAFLARI

“M. Kemal bir Yahudi idi.
Onun etrafındakiler de Yahudi idi.
Cumhuriyetin ilanının hemen ardından Selanik’ten “Türk” diye Sabetaycı Yahudileri getirdik.
Yeni göçmüş olmalarına rağmen onları bir anda ülkenin en zenginleri, toprak zenginleri, iş verenleri, sanatkarları, ünlüleri yaptık.
Ankara’yı başkent ilan etmeye biz karar verdik.

Yahudi kardeşlerimize haber verip dağını taşını satın aldırdık.
Bir anda gayr-i menkul zengini oluverdik.
Türkler kurtuluş savaşı falan kazanmadı.
İngiltere’ye karşı durmadık.
İngiltere’de hakim Yahudiler ile anlaştık ve bu toprakların Yahudi Cenneti ayarında ilan edilecek yeni bir Cumhuriyet ile bize bırakılmasına karar verdik. Bu bir plandı.
İngilizler bu nedenle savaşmadan geri çekildi.

Bu süreçte pek çok sanal kahraman ürettik.
Ordunun adını bile Türk Silahlı Kuvvetleri koyduk.
Merkez bankasını çok uluslu ve çok ortaklı bir anonim şirket yaptık.
Bu süreçte Sabetayist Yahudilerden çok faydalandık.
Çok ince hesaplar yaptık.

Planlarımızı büyük bir gizlilik ve başarı içinde uyguladık.
Ne kadar hayatta kalmış Türk ve Müslüman fikir adamı ve beyin takımı varsa onları da sudan bahanelerle astırdık.
Olmadı sürgüne gönderdik.
İstiklal mahkemelerinin hakimlerinin de çoğunu Yahudi olanlardan oluşturduk.
Önce asıp sonra yargıladılar.
İnkılaplar çok önceden belirlediğimiz bir planın parçasıydı.

İngiliz ajanı Ali Suavi ve Ziya Gökalp ile inkılapların temelini oluşturduk.
Mustafa Kemal yıllar evvel hazırladığımız büyük oyunun nice uygulayıcılarından sadece biridir.
O, oyunun son perdesini büyük maharetle oynadı ve tabir caizse, taşı gediğine koydu.
Ondan önce çok kişi çabaladı, bu planı M. Kemal iyi oynadı.
Bütün başarının onun zaferiymiş gibi görülmesi sonraki süreçte sıkıntılara sebep olsa da bunları da aştık.

Muhalif Yahudileri İzmir Suikasti bahanesi ile astık.
1943’te Varlık vergisini çıkarılmasını da biz planladık.
Yahudilerin çoğunu ilan edilecek İsrail’e gönderdik.
İsraili ilk Türkiye tanıdı, bunu aslında Yahudi aklı yaptı.
Biz büyük işler başardık.

Atatürk’ün öldüğü gün tüm Türkiye’de olduğu gibi bizim evde de matem havası hakimdi.
Babamın ağladığına ilk kez o zaman şahit oldum.

Bir yahudi; Goyim’e (Yahudi olmayan diğer insanlar, yani hizmet hayvanları) merhamet etmeyeceği gibi kendisinden olmayana da asla tevazu, şükran, minnet ve mihnet gösteremez.!

Kendilerinden olmayanlara tevazu ve hoşgörü göstermek talim ve terbiyelerinde yoktur.!

Akp’nin ilk dönem milletvekili; Jack Kamhi Profilo yönetim kurulu başkanı bu yahudi iş adamının yeni çıkacak olan kitabından alıntı.!
(Analiz; Taha Akyol, gazeteci)
Eser Kaya
👇