Türkiye: İslam Âleminin Kilidi ve Kalbi

Türkiye: İslam Âleminin Kilidi ve Kalbi

Büyük davaların omuzlarına yüklendiği milletler vardır. Coğrafyalar vardır ki, yalnızca toprak değildir; birer kaderdir, birer mânâdır. Türkiye böyle bir ülkedir. Tarihin en keskin kavşaklarında ümmetin ruhunu taşımış; ümmetin dertlerini sırtlanmış; sancak taşımaktan, mihver olmaktan geri durmamıştır. Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle: “Âlem-i İslâm kapısının kilidi Türkiye’dir.” Bu yalnız bir mecaz değil, aynı zamanda bir hakikat-i tarihî, bir hakikat-i kaderiyedir.

İslam Âleminin Kilidi: Türkiye

Said Özdemir’in Hicaz’a hicret arzusuna karşılık Bediüzzaman’ın cevabı bu hakikati net bir biçimde ortaya koyar:

> “Ben orada olsam buraya gelirdim.”
“Buradan gitmek harpten kaçmak gibidir.”

Bu cevap, zannedildiği gibi sadece coğrafî bir tercihin değil, derin bir stratejik, aklî ve kaderî tespitin ifadesidir. Zira Bediüzzaman’a göre Türkiye, İslam âleminin giriş kapısıdır. Bu kapı açıldığında yalnız Türkiye değil, bütün bir İslam âlemi ferah bulacak; tıkanmış damarlar açılacak; zihinler ve kalpler yeniden dirilecektir.

Kur’an’a Hizmette Merkezî Bir Ülke

Üstad, “Mekke’de olsam da buraya gelirdim” diyerek bir şeyi daha gösterir: Mesele, coğrafya değil; ihtiyaçtır, görevdir, vazifedir. Bugün bile bazı çevrelerde hâkim olan, “şartlar ağır, buradan kurtulmak gerek” düşüncesine karşılık, Kur’anî hizmetin merkezi olarak Türkiye’yi seçmiş ve her türlü meşakkate rağmen burada kalmayı tercih etmiştir.

Bu tercih, yalnız bir inanç değil; aynı zamanda bir stratejik öngörüdür. Çünkü Türkiye’nin siyasî, kültürel ve ilmî yapısı, İslam âleminin diğer bölgeleriyle mukayese edildiğinde daha merkezî, daha belirleyici ve daha ilham verici bir pozisyondadır.

Tiflis’teki Medrese Rüyası: Zulmetin Ortasında Üç Nur

Üstadın Tiflis’te bir Rus polisle yaptığı konuşma, bu geniş vizyonun tarihî örneğidir:

> “Şu perde-i müstebidâne yırtılacak, takallüs edecek, ben de gelip burada medresemi yapacağım.”

Bu sözler bir kehanet değil, Kur’an’dan alınan dersle konuşan bir münevverin inancıdır. Her zulüm dönemi bir kış gibidir; her kışın ardından bir bahar gelir. Bu imanla bakıldığında, Türkiye’de doğacak bir ışık, yalnız Anadolu’yu değil; Asya’yı, Afrika’yı, Balkanları, Kafkasları ve tüm İslam beldelerini aydınlatacak bir “nur halkası”na dönüşebilir.

İslam Âlemi Tahsilden Dönüyor

Bediüzzaman’ın tesbitiyle:

> “İslam parça parça olmuş? Tahsile gitmişler…”

Bu söz, dağılmışlığı bir zaaf olarak değil, geçici bir istasyon olarak okur. Mısır, Hindistan, Türkistan… her biri başka bir mektepteydi. Fakat bu bir “hazırlık” dönemidir. Mezun olduktan sonra, yeniden bir birlik, yeniden bir diriliş başlayacaktır.

Bu vizyonla bakıldığında, bugün İslam dünyasındaki karışıklıklar, dağınıklıklar ve acılar bir dağılma değil, bir inşa öncesi arayış dönemidir. Ve bu dirilişin kilidi Türkiye’dir.

Bilimsel ve Sosyolojik Yaklaşım: Türkiye’nin Rolü

Tarihî tecrübe göstermiştir ki, bir toplumun yeniden dirilişi için üç temel dinamik gerekir:

  1. Manevî önderlik,
  2. Merkezî konum,
  3. Eğitim ve ilim öncülüğü.

Bu üç unsur da Türkiye’de tarihsel olarak mevcuttur. Osmanlı’nın son döneminden bugüne, Türkiye hem siyasi hem fikrî hem de ilmî akımların doğuş ve yayılma merkezi olmuştur. Bu pozisyon, bugün de devam etmektedir. Medya, teknoloji, üniversiteler, sivil toplum ve dini hareketler açısından Türkiye, İslam dünyasına hâlâ örnek ve ilham kaynağıdır.

Hikmet Penceresinden Bakış

Hikmetle bakıldığında, Türkiye hem imtihanların en büyüğünü yaşamış hem de ümmete rehber olabilecek birikimi kazanmış bir millettir. Bu milletin yorgunluğu, aynı zamanda onun tecrübeye dönüşmüş sabrıdır. Küllerinden yeniden doğma kabiliyeti vardır. Çünkü bu millet, Kur’an’a hizmeti her şeyin önünde tutmuştur.

Sonuç ve Değerlendirme

Bediüzzaman’ın çizdiği bu büyük haritada, Türkiye merkez ülke; İslam âlemi ise bu merkeze açılacak kapılardır. Kilidi burada açmak, tüm ümmete hayat vermek demektir. Zira bu topraklarda bir diriliş başlarsa, o diriliş sadece Türkiye’yi değil, yeryüzündeki bütün mazlumları ayağa kaldıracaktır.

Bu yüzden Türkiye’de hizmet, Mekke’den, Medine’den bile daha öncelikli olabilir. Çünkü ihtiyaç, buradadır. Diriliş, buradan doğacaktır.

Makale Özeti

Türkiye, yalnız bir ülke değil, İslam âleminin stratejik, tarihî ve kaderî merkezidir. Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle “âlem-i İslâm kapısının kilidi” olan bu ülke, ümmetin yeniden dirilişinin başlangıç noktasıdır. Bugünkü dağınık hâl, geçici bir “tahsil dönemi”dir. Asıl hedef, yeniden birleşmek ve İslam’ın hakikat bayrağını yeniden yükseltmektir. Bu yolda Türkiye’nin manevî, ilmî ve tarihî rolü belirleyici olacaktır. Her zorluk bir baharı müjdeler. Ve bu bahar, Anadolu’dan yükselecektir.

 




15 Temmuz: Bir İhanet Gecesi ve Milli Direniş Destanı

15 Temmuz: Bir İhanet Gecesi ve Milli Direniş Destanı

Türkiye, 15 Temmuz 2016 gecesi, Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) tarafından düzenlenen alçakça bir darbe ve işgal girişimiyle karşı karşıya kaldı. Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde yuvalanan bu terörist yapılanma, milletin iradesine ve demokratik düzenine kastetti. Ancak, tankların ve silahların karşısına çıkan vatan evlatları, canları pahasına verdikleri mücadeleyle bir destan yazdı. Bu destan, Yeni Şafak’ın “15 Temmuz Darbe Girişimi Zaman Çizelgesi”nde de detaylıca aktarıldığı üzere, karanlık bir planın nasıl ifşa edildiğini ve milletin nasıl galip geldiğini gözler önüne seriyor.

İhanetin İlk Adımları ve Sızmalar
FETÖ’nün Türkiye’ye yönelik ihanet girişimleri 15 Temmuz ile sınırlı değildi. 2010’lu yılların başında başlayan organize saldırılar, devletin beynine sızma ve kaosu hedefleme amacı taşıyordu. Sabah gazetesinin haberine göre, örgütün ilk büyük hamlesi 7 Şubat 2012’deki MİT kumpası oldu. Dönemin MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve MİT yöneticileri ifadeye çağrıldı, hedefte bizzat Başbakan Erdoğan vardı. Bu kumpas, istihbarat görevlileri hakkındaki soruşturmaların izne bağlanması sistemi ve Başbakan’ın ameliyata geç girmesiyle bozularak önlendi. Erdoğan’ın yönlendirmesiyle Fidan ve MİT görevlileri, soruşturmaya direnerek savcıların çağrılarına hiçbir zaman cevap vermedi.

2013’te Gezi Parkı’nda başlatılan kalkışma ise sokağı hedef alan bir provaydı. Emniyetteki FETÖ’cülerin tahrikiyle başlayan olaylar, ekonomiye büyük maliyetler getirmiş ve 15 Temmuz ihanetinin bir provası niteliğini taşımıştır. Ardından 17-25 Aralık operasyonlarıyla yargı ve emniyet üzerinden hükümet doğrudan hedeflendi. Tüm bu provokasyonlar, aynı senaryonun farklı perdeleri olarak, FETÖ ve uluslararası uzantılarının karanlık emellerini ortaya koydu.

15 Temmuz: Hain Planın Deşifresi ve Direnişin Başlangıcı

15 Temmuz 2016 Cuma günü, saat 14:45’te Kara Havacılık Komutanlığı’nda pilot olarak görev yapan Binbaşı A.H. isimli bir şahıs, Ankara’daki MİT binasına gelerek “MİT’e helikopterle saldırı olacağı” yönünde ihbarda bulundu. İstihbarat görevlileri tarafından acil koduyla sorgulanan Binbaşı A.H., kendisine “Hakan Fidan’ı kaçırma görevi verildiğini” söyledi. Bu bilgiler anında MİT Müsteşarı Hakan Fidan ile paylaşıldı.
Saat 16:03’te, MİT’ten gelen saldırı ihbarı doğrultusunda detaylar kriptolu faksla Genelkurmay Başkanlığı’na iletildi. Genelkurmay Karargahı’nda, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Salih Zeki Çolak ve Genelkurmay 2’nci Başkanı Orgeneral Yaşar Güler’in katılımıyla durum değerlendirildi. Saat 16:30’da ise MİT Müsteşar Yardımcısı Genelkurmay Karargahı’na giderek 2’nci Başkan Yaşar Güler ile görüştü.
Bu görüşmelerin ardından, 15 Temmuz darbe girişimi soruşturması kapsamında şikayetçi olarak ifade veren Orgeneral Hulusi Akar, MİT’ten gelen ihbarın ardından uçakların ve helikopterlerin kalkmaması, tankların da birlik dışına çıkmaması emirlerini verdiğini belirtti.
Ancak hainler boş durmadı. Saat 15:22’de darbeciler ilk fiili hamleyi ele geçirdikleri TSK mesaj sistemi üzerinden yaptı. Genelkurmay’dan TSK mesaj sistemine giren FETÖ’cüler, kontrolünde olan birliklere “Harekat Yıldırım Planı” başlıklı 20 maddelik sıkıyönetim talimatı gönderdi. Tuğgeneral Mehmet Partigöç ve Kurmay Albay Cemil Turhan imzalı bu bildiriyle sıkıyönetim komutanlıkları, sıkıyönetim mahkemelerinde görevlendirilecek personel listeleri, Ankara ve İstanbul Asayiş ve Takviye Planı bulunuyordu. Saat 03.00 itibarıyla yönetime el konulacağı, sokağa çıkma yasağının ise 06.00’da başlayacağı belirtildi. Mehmet Partigöç, bu darbe planında cuntacılar tarafından “Genelkurmay Karargah Sorumlusu” olarak görevlendirildi.
Saat 18:15 sıralarında Genelkurmay Başkanlığı’ndaki toplantılar devam ederken, MİT Müsteşarı Hakan Fidan karargâh nizamiyesinden giriş yaptı. Saat 19:20’ye kadar süren toplantılara MİT Müsteşarı Hakan Fidan da katıldı. Bu toplantıda birliklere acil kodlu üç emrin geçilmesi kararlaştırıldı:
* Türk hava sahasında ikinci bir emre kadar hiçbir askeri hava aracı havalanmayacak.
* Havada bulunanlar derhal üslerine dönecek.
* Tank ve zırhlı araçlar başta olmak üzere tüm araçların hareketleri durdurulacak.

Milletin Direnişi ve Şehadet Destanı

Ancak, darbecilerin planı milletin ferasetine çarptı. 15 Temmuz gecesi, hain darbe girişimine karşı sokağa çıkanlardan biri de gazi Muhammed Musa Akkoç’tu. O gece yaşadıklarını şu sözlerle anlattı: “‘Yapmayın, hepimizin çoluğu çocuğu var’ dedim. O da dalga geçer bir ses tonu ile ‘Sen kelime-i şehadet getir’ dedi.” Kurşunun sol elmacık kemiğinden girdiğini ve boynunun sağ tarafından çıktığını aktaran Akkoç, 3 kez operasyon geçirdi. Bu hadise, gayrimüslim bir zihniyetin, Müslüman bir millete kendi inancını hatırlatma gafletini ve darbecilerin ne kadar alçaldığını göstermektedir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çağrısıyla meydanlara inen milyonlar, tankların önüne yatarak, kurşunlara göğüs gererek vatanı savundu. 99 yaşındaki Muzaffer Gülşen gibi şehit yakınları, 15 Temmuz’da iki oğlu ve damadını şehit vererek bu direnişin en acı tanıkları oldular.

Sonuç: Millet Direndi, Devlet Temizlendi

15 Temmuz darbe ve işgal girişimine katılan, maddi ve manevi destekte bulunan, hala gönül ve fikir bağı olanlar, tıpkı PKK’nın yaptığı gibi, silahlarını bırakıp yakmalıdırlar.

Bu ve benzeri ihanetlere katılıp destek veren hainlere büyük cezalar verilmeli ve bir daha bu tür ihanetlere kalkışma imkan ve fırsatı verilmemelidir.

Milletin eşsiz direnişi sayesinde darbe girişimi püskürtülmüş, devletin bağımsızlığı korunmuştur. 15 Temmuz, Türkiye’nin birlik ve beraberlik ruhunu, milli ve manevi ruh ve iradenin gücünü tüm dünyaya göstermiştir.

 




15 Temmuz: Kapanmayan Hesap, Açılan Kilit

15 Temmuz: Kapanmayan Hesap, Açılan Kilit

15 Temmuz NATO ve İsrail ortak darbe ve işgal girisimi faaliyetidir.
Türkiye’de 1960 yılından beri yapılan darbeler, NATO Gladio faaliyetiydi.
15 Temmuz ise; NATO İsrail ortak işgal faaliyetidir.
Amaç;Irak ve Suriye’den daha korkunç ve dehşetli bir iç savaş ve de sürgün.
Akabinde; doğuda kurulacak İsrail güdümlü ve kontrollü sosyalist bir Kürt devleti.
15 Temmuzda ikinci bir Çanakkale yaşandı.
Büyük Ortadoğu projesinin ve yüz yıllık planın en büyük ayağı idi.
Başarılı olsaydi; önce yıllarca sürecek bir iç savaş.
Sonra, iç Anadolu’dan öteye küçültülmüş ve hareket alanı kısıtlı, Ortadoğu ve İslam ülkelerinden koparılmış, batıdan kopuk ve irtibatı olmayan bir küçük devlet olacaktı.
En büyük hedef ise; 50 yıl süren Pkk mücadelesinden daha büyük, yüz yıl sürecek bir savaş ortamı hazırlanacaktı.
KİLİT kapanacaktı.
15 Temmuzdaki başarı kilidi açtı.
28 Şubat 1997 yılında yapılan darbe bir prova, temel atma ve ön hazırlıktı.
15 Temmuz 2016 ise gerçek gücü ve imkanları devreye koyup kullanma zamanı idi.
Allah fırsat vermedi.
Millet geçit vermedi.
Şehitlerin, masum ve mazlumların ve de bin yıllık ordudaki ruh ve dualar sed oldu.

*****

Bir milleti tarih sahnesinden silmenin yolları vardır. Bazen bu, topla-tüfekle yapılır. Bazen de eğitimle, ideolojiyle, sinsi planlarla… Ancak asıl yıkım, içeriden gelen ihanettir. İşte 15 Temmuz 2016, görünürde bir “askeri kalkışma”, gerçekte ise NATO-İsrail eksenli bir işgal ve iç savaş planının devreye sokulduğu bir kırılma anıydı. Bu plan, sadece Türkiye’yi değil, İslam dünyasını esir alma teşebbüsüydü. Ama kaderin cilvesi, milletin iradesi ve şehitlerin kanı bu tuzağı boşa çıkardı.

Darbeler Zinciri: NATO’nun Gladio Operasyonları

1952’de NATO’ya girişle birlikte Türkiye, yalnızca bir savunma paktına değil, aynı zamanda bir vesayet zincirine bağlandı. 1960, 1971, 1980 ve 1997 darbeleri, bu zincirin halkalarıydı. Her biri Türkiye’yi yöneten seçilmiş kadroları devre dışı bırakmak, millet iradesini bastırmak, Batı’nın belirlediği rotaya zorla sokmak için planlandı.

1960 Darbesi, Türkiye’deki milli kalkınma hareketini durdurdu.

1971 ve 1980, sağ-sol çatışmaları üzerinden sosyal ve siyasal kırılmalarla zemini hazırlandı.

28 Şubat 1997, “irtica” kılıfıyla dini değerlere savaş açtı, ama bu aslında İsrail güdümünde yürütülen bir ‘dini tasfiye operasyonu’ idi.

Bunların her biri, 15 Temmuz’un zeminini hazırlayan adımlardı. 28 Şubat, sadece bir postmodern darbe değil, aynı zamanda “15 Temmuz’un provası”ydı.

15 Temmuz: Çanakkale’nin Çağdaş Sureti

15 Temmuz gecesi, tanklar köprülere çıkarıldı, savaş uçakları TBMM’yi bombaladı, helikopterler sivilleri taradı. Fakat bu bir “askeri kalkışma” değildi. Bu, Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) Türkiye ayağının fiili işgal denemesiydi.

Çünkü Türkiye, Suriye gibi paramparça edilmek isteniyordu. Tıpkı Irak gibi mezhep çatışmalarıyla iç savaş bataklığına sürüklenmek isteniyordu. Akabinde ise doğusunda, İsrail güdümlü bir “kukla Kürt devleti” kurulacak; Anadolu, iç savaşla zayıflatılmış, küçültülmüş, etkisizleştirilmiş bir yarım devlete dönüşecekti.

Bu plan başarılı olsaydı:

İstanbul boğazı NATO üslerine,

Doğu Anadolu PKK’ya,

Güneydoğu ise PYD’ye bırakılacaktı.

Ama olmadı. Çünkü millet, tankların önüne yüreğini koydu.

Stratejik Hedef: Türkiye’nin İslam Dünyası ile Bağını Koparmak

Asıl amaç, Türkiye’yi sadece coğrafi olarak değil, kültürel ve inanç bakımından da İslam dünyasından koparmaktı. Yeni nesillere, “Batı’ya bağımlı bir Türkiye normaldir” düşüncesi dayatılacaktı. Amaç; İslam birliğini akamete uğratmak, ümmetin umudu olan Anadolu’yu “sükut ettirmek” idi.

Bu bakımdan, 15 Temmuz, bir milletin imanını, hafızasını, tarihini ve kaderini yeniden kuşandığı bir diriliştir.

Bilimsel ve Mantıki Çerçeve: Neden İsrail-NATO Ortaklığı?

İsrail için Türkiye:

Filistin meselesinin merkez üssü,

Kudüs’ün koruyucusu olabilecek potansiyelde bir lider,

Mavi Marmara ile Batı’ya kafa tutabilen bir irade demekti.

NATO için ise:

Türkiye, stratejik üs ülkesi,

Ortadoğu’ya açılan kale kapısıydı.

Ancak Erdoğan liderliğindeki Türkiye, ne İsrail’e boyun eğdi ne NATO’ya sorgusuz bağlı kaldı. Bu ise, ABD-İsrail odaklı küresel şebekenin “tehdit” olarak kodladığı yeni bir Türkiye idi. 15 Temmuz, bu yüzden “son koz” olarak masaya sürüldü.

İbret ve Hikmet: Şehitlerin Kanıyla Açılan Kilit

Tıpkı Çanakkale’de “geldikleri gibi gitmişlerdi”, 15 Temmuz’da da “geldikleri gibi püskürtüldüler.”
Ama o gece sadece tanklar durdurulmadı, bir asırlık planlar da durduruldu.

15 Temmuz’un manası şudur:

Bu millet diriliş kodlarını unutmadı.

İman, vatan ve şehadet gibi kavramlar hâlâ canlı.

Bu topraklarda hâlâ “şuur nöbeti” tutanlar var.

Sonuç ve Dersler:

15 Temmuz bir son değil, bir başlangıçtır. Bu milletin,  “darbelerle değil, imanla terakki edeceği” artık tarihe kazındı. Türkiye, ümmetin kilidi konumundadır. O kilit açılmıştır.

Ama fitne uykudadır, uyanabilir. O hâlde nöbet devam etmeli; zihinsel, ahlaki ve manevi teyakkuz sürmelidir.

ÖZET:

15 Temmuz, sıradan bir darbe değil; NATO-İsrail destekli bir işgal ve iç savaş planıydı.

Amaç, Türkiye’yi Suriye ve Irak gibi parçalamak; sonrasında İsrail güdümlü bir kukla devlet kurmaktı.

Bu plan, BOP’un ve yüz yıllık Batı stratejilerinin merkezindeydi.

Milletin iman, şuur ve şehadet aşkı, bu tuzağı bozdu.

15 Temmuz, modern bir Çanakkale direnişidir.

O gece, sadece tanklar değil; yüz yıllık esaret zinciri de kırıldı.

Tarihten ders almak için bu ihaneti unutmamak ve genç nesillere doğru şekilde anlatmak gerekir.