Hakikat Kürsüsü: Vaizin Vasıfları ve Zamanın İlmî İmtihanı

Hakikat Kürsüsü: Vaizin Vasıfları ve Zamanın İlmî İmtihanı

“Hasıl-ı kelâm: Büyük vaizlerimiz hem âlim-i muhakkik olmalı, tâ isbat ve ikna’ etsin. Hem hakîm-i müdakkik olmalı, tâ müvazene-i şeriatı bozmasın. Hem belîğ-i mukni’ olmalı, tâ mukteza-yı hal ve ilcaât-ı zamana mutabık söz söylesin ve mizan-ı şeriatla tartsın ve böyle olması da şarttır. ”
Âsâr-ı Bediiye

“Söz, ancak hakikat terazisinde tartıldığında değer kazanır.”

Her dönemin bir dili, bir derdi ve bir ilacı vardır. Vaaz, İslâm toplumlarında sadece bir hitabet değil; bir irşad, bir ıslah, bir tebliğ ve bir diriltme vesilesidir. Ancak bu mukaddes kürsü; hikmetsiz, ilimsiz, zamansız ve duyarsız sözlerle işgal edildiğinde faydadan çok zarar doğar.

Bediüzzaman Said Nursî’nin yukarıdaki cümlesi, ideal vaiz tipolojisini ortaya koyarken, aynı zamanda İslâmî davetin niçin kimi zaman tesirsiz kaldığını da hikmetlice açıklar. Bu yazıda, bu üç temel vasıf (âlim-i muhakkik, hakîm-i müdakkik, belîğ-i mukni’) üzerinden sahih bir vaaz anlayışı, tarihi ve ilmî boyutlarıyla ele alınacaktır.

  1. Âlim-i Muhakkik: Tahkik Ehli Bir Âlim

Vaaz, sadece kalbi değil, aklı da ikna etmeli. Bu, ancak “muhakkik” yani tahkike dayalı ilmi özümsemiş bir âlimle mümkündür.

Taklit değil, tahkik.

Bediüzzaman bu noktada “muhakkik âlim”i, yüzeysel bilgi taşıyan değil; delil ve burhanla hakikati ortaya koyan kişi olarak tanımlar.

Günümüzde, bilimsel şüphecilik çağında yaşıyoruz.

Sorular çoğaldı, akıl ön plana çıktı.

Genç nesil artık “öyle dedi diye” değil; “niçin öyle?” sorusunu soruyor.

Bu sebeple vaiz, çağın akıl diliyle konuşabilmeli; Kur’an ve Sünnet’teki derinlikli hakikatleri, güncel aklî yaklaşımlarla da desteklemelidir. Aksi halde vaaz, havada kalır; kalbe inmeden akılda takılır.

  1. Hakîm-i Müdakkik: Hikmet Sahibi, İnce Ölçülü Bir Denge Adamı

Şeriat, sadece emir ve yasaklar bütünü değil; bir mizan, bir denge sistemidir. Bu denge, ancak hikmetle korunur.

Hakîm-i müdakkik olan vaiz, meseleleri uçlara savurmadan; toplumun anlayış seviyesini, ihtiyaçlarını ve duyarlılıklarını dikkate alarak anlatan kişidir.

Ne ifrata, ne tefrite sapar.

Ne korkutmayı abartır, ne ümit vererek rehavete sebep olur.

Ne kuru şekilcilikle boğar, ne de ruhsuz modernleşmeyle sular.

Denge, şeriatın ruhudur. Her meselede aşırılıktan sakınmak; hükmü, hikmetle, zamanı ve zemini gözeterek söylemek gerekir. Aksi halde ya taassup doğar ya da laubalilik.

  1. Belîğ-i Mukni’: Halin Diline Vâkıf, Kalbe Dokunan Bir Hitabet Üstadı

Güzel söz söylemek başka, etkili konuşmak başkadır. “Belîğ-i mukni’” olmak, hem belagat sahibi (yani düzgün, açık, edebî konuşmak), hem de ikna edici olmak demektir.

Ancak bunun da bir şartı var: “Mukteza-yı hâl ve ilcaât-ı zaman” yani içinde bulunulan halin gerekleri ve zamanın ihtiyaçları gözetilerek konuşmak.

Bugünün insanı:

Sosyal medya bombardımanında zihin yorgunu,

Kalabalıklar içinde yalnız,

Bilgiye boğulmuş ama hikmete susamış…

İşte böyle bir zamanda konuşan kişi, yalnız bilgi aktaran değil; dert duyan, hal bilen, gönle inebilen biri olmalı. Yoksa vaaz; kulaklardan girer, yüreğe ulaşmadan kaybolur.

Sonuç: Hakikatin Sesi, Sadece Bilgiyle Değil Hikmetle Yükselir

Vaaz kürsüsü bir emanettir. O emaneti taşıyan kişi, hem ilimle, hem hikmetle, hem edebiyatla, hem ruhla donanmış olmalıdır. Vaiz, sadece bir anlatıcı değil; bir rehber, bir hâdî, bir hakkı temsil edicidir.

Tahkiksiz âlim, taklidi yayar.

Hikmetsiz konuşan, dengeyi bozar.

Belagatsiz vaiz, kalplere ulaşamaz.

Ümmetin yeniden dirilişi, bu vasıfları taşıyan ilim, hikmet ve tebliğ ehli şahsiyetlerle mümkündür. Hakikati hakkıyla temsil eden, onu çağın idrakine sunan bu öncüler, ümmetin yarınını inşa edecek hakikat mimarlarıdır.

Özet:

Bu makalede Bediüzzaman Said Nursî’nin ortaya koyduğu ideal vaiz tipi üç temel vasıfla (âlim-i muhakkik, hakîm-i müdakkik, belîğ-i mukni’) ele alınmıştır. Vaaz yalnızca dini bilgi değil; ilim, hikmet ve edebî derinlik taşımalıdır. Vaiz, hem aklı hem kalbi ikna etmeli; hem dengeyi gözetmeli hem de halin ve zamanın diline hitap etmelidir. Bu esaslara sarılan bir tebliğ anlayışı, hem bireyleri hem toplumları ıslah edecek kudrete sahiptir.

 




Her Ebu Cehil Bir Gün Biter, Her İkrime Yeni Bir Diriliştir

📌 KÖŞE YAZISI – Mehmet Özçelik

Her Ebu Cehil Bir Gün Biter, Her İkrime Yeni Bir Diriliştir

Zulmün Sonu, Hidayetin Başlangıcıdır

Tarih bize gösteriyor ki, her karanlık figür bir gün tarihin çöplüğüne düşer. Her Ebu Cehil’in devri biter. Fakat Allah, her devirde yeni bir İkrime çıkarır. Çünkü hakikatin nuru söndürülemez; o, bir gönülde sönse bile bir başkasında yeniden yanar.

Ebu Cehil…

İslam’a karşı en katı, en kibirli direnişin adı. Zekiydi, liderdi, ama kalbi karanlığa mühürlüydü. Ve o, Bedir’de öldü. Sadece bir adam değil, bir zihniyet öldü o gün. İslam düşmanlığının sembol ismi sessizce toprağa gömülürken, hakikat bir adım daha yükseldi.

Ve sonra…
O’nun oğlu İkrime, aynı karanlık gelenekten gelse de, bir gün kalbindeki perdeyi araladı. Mekke’nin fethi sonrası Peygamber’in huzuruna geldi. Affedildi. İman etti. Ve nihayet İslam uğruna canını verdi. Şehit oldu.

Kur’an, toplumları saptıran önderler için şöyle buyurur:

> “Onları cehenneme çağıran liderler yaptık. Kıyamet günü yardım da görmeyeceklerdir.”
(Kasas, 28/41)

Ve ardından müjde gelir:

> “Ey kendilerine zulmetmiş kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin.”
(Zümer, 39/53)

Ebu Cehil gibi olanlar elbet kaybedecek.
Ama İkrime gibi olanlar –ve İkrime olmaya niyet edenler– her zaman yol bulacak.

Bugün de çağımızın Ebu Cehil’leri var.
Zulümle, ihanetle, fitneyle milletin kalbine hançer saplayanlar…
Kimileri manen bitmiş durumda: Abdullah Öcalan gibi…
Kimileri de maddeten artık yok: Fethullah Gülen gibi…

Ama asıl mesele bu değil.

Asıl mesele şu:
📢 Sen İkrime olabilecek misin?
📢 Ya da hiç değilse, İkrime niyetlilerden biri olabilecek misin?

Bugün hâlâ tövbe kapısı açık.
Bugün hâlâ hak ile bâtılın safları ayrılmış değilken tercih yapılabilir.

Bu çağrımız, sadece bir dönüşe değil, bir dirilişe davettir.
Geçmişin karanlığını bırakıp, tertemiz bir istikbal için yürümek isteyenleredir bu çağrı.

🕌 İkrime gibi tövbe et.
🕋 İkrime gibi imanla yürü.
⚔️ İkrime gibi sebatla şehadeti göğüsle.

Çünkü:

> “Hak geldi, bâtıl yok oldu. Zaten bâtıl yok olmaya mahkûmdur.”
(İsrâ, 17/81)

Ne mutlu İkrime olanlara…
Daha da ne mutlu, İkrime niyetli olanlara…

🖊 Mehmet Özçelik
📍 www.tesbitler.com

 




Toplumların İmtihanı ve İslâm Medeniyetinin Yeniden İnşası.

Toplumların İmtihanı ve İslâm Medeniyetinin Yeniden İnşası.

İnsanlık tarihi, yükselişler ve düşüşlerle dolu bir ibret sahnesidir. Bu sahnenin perdesi aralandığında, toplumların kaderini belirleyen ilahi yasaların işlediği görülür. Kur’an-ı Kerim, bizlere bu yasaları açıkça beyan ederek, geçmişin acı tecrübelerinden ders çıkarmamızı ve geleceği şekillendirmemizi öğütler. Bir toplumun kendini değiştirmedikçe Allah’ın da onların durumunu değiştirmeyeceği (Rad Sûresi, 11. Ayet) hakikati, bireysel ve toplumsal sorumluluğun temelini oluşturur. Bu, pasif bir bekleyiş yerine, aktif bir gayret ve sürekli bir öz-dönüşüm çağrısıdır. Zira değişim, önce gönüllerde başlamalı, sonra amellere yansımalıdır.

Tarih şahit olmuştur ki, Allah’ın zikrinden yüz çeviren, yani ilahi hakikatlerden, adaletten ve ahlaki değerlerden uzaklaşan toplumlar, dar bir geçimle (Taha Sûresi, 124. Ayet) imtihan edilmişlerdir. Bu darlık sadece ekonomik bir sıkışıklık değil, aynı zamanda manevi bir boşluk, kültürel bir yozlaşma ve sosyal bir çöküştür.

Hz. Ali (r.a.)’nin “Dünya hüznün yeridir, gariplerin sıkıntısı bitmez” sözü, bu çetin imtihanın ve dünya hayatının fani yönünün bir yansımasıdır. Zira hakiki huzur ve genişlik, ancak ilahi rızaya uygun bir yaşamla elde edilebilir.
Ancak, umutsuzluk girdabına düşmek yerine, ilahi lütfun müjdesi de daima mevcuttur: “Bir toplum hakkıyla iman edip salih amel işlerse yeryüzü iktidarı onların olacaktır.” (Nur Sûresi, 55. Ayet)
Bu ayet, İslâm medeniyetinin altın çağlarını müjdeleyen ve Müslümanlara cihanşümul bir sorumluluk yükleyen temel bir prensiptir. İslâm Hakikati’nin nuruyla bu topraklarda iman ziyafetinin, hakiki medeniyetin fen ve sanat çiçeklerini açtıracağı, vatanın maddi ve manevi saadetlerle gül ve gülistana dönüşeceği inancı (Tarihçe-i Hayat 158), geçmişte olduğu gibi gelecekte de bize yol göstermelidir.

Bu, sadece altı yüz sene değil, Abbasiler zamanından beri bin senedir Kur’an-ı Hakim’in bayraktarlığını yapan bu vatanın evlatlarına düşen büyük bir görevdir. Zira Kur’an, sadece okunan bir metin değil, aynı zamanda hayatın her alanına yön veren bir rehberdir.

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin belirttiği gibi, cismani ihtiyaçlar gibi manevi hacetler de çeşitlidir ve insan her nefeste bunlara muhtaçtır; cismin havaya, ruhun “hü” zikrine duyduğu gibi. Tekrar eden ayetler, işte bu ihtiyaçlara işaret ederek bizi uyandırır, teşvik eder, iştiyak ve iştahımızı tahrik eder. (Sözler 266.sh – Risale-i Nur)

Bu, Kur’an’ın canlılığını ve zamandan mekana hükmeden evrenselliğini gösterir.
Ne yazık ki, günümüzde “bilimsel görünen siyasal manipülasyonlar” ve “4+4+4 anketi” gibi örneklerde görüldüğü üzere, hakikatin üzeri örtülmeye çalışılmakta, bilimsel temellerden uzak, iktidara hizmet eden algı yönetimleri oluşturulmaktadır. Temsiliyetten yoksun, çarpık verilerle bilimsel maske takan bu tür “sipariş” çalışmalar, zorunlu eğitimin kısaltılması gibi geri adımlara zemin hazırlamaktadır. Bu durum, ilahi yasaları göz ardı etmenin ve hakiki bilimi yozlaştırmanın acı bir sonucudur. Toplumların dirilişi için, hakikate dönüş, bilimsel dürüstlük ve Kur’an’ın aydınlattığı yolda ilerlemek elzemdir.

Özet:
Bu makale, Kur’an-ı Kerim’in belirlediği üç siyasi yasayı temel alarak toplumların kaderini incelemektedir. Birinci yasa, toplumun kendi durumunu değiştirmedikçe Allah’ın da değiştirmeyeceğini anlatirken, ikinci yasa ilahi zikirden yüz çevirenlerin dar bir geçimle imtihan edileceğini belirtir.
Üçüncü yasa ise, iman eden ve salih amel işleyen toplumların yeryüzü iktidarına sahip olacağını müjdelemektedir.
Makale, Hazreti Ali’nin sözleriyle dünya hayatının zorluklarına değinirken, İslâm medeniyetinin yeniden inşası ve Kur’an’ın evrensel rehberliği üzerinde durmaktadır.
Son olarak, güncel siyasi manipülasyonların ve sözde bilimsel yaklaşımların tehlikelerine dikkat çekilerek, hakikate dönüş ve bilimsel dürüstlüğün önemi anlatılmıştır.

 




Dört Yara, Bir Çöküş: İslâm Dünyasının Neden Geri Kaldığına Dair Derin Bir Teşhis “Taklitten Kurtul, Tahkike Sarıl!”

Dört Yara, Bir Çöküş: İslâm Dünyasının Neden Geri Kaldığına Dair Derin Bir Teşhis
“Taklitten Kurtul, Tahkike Sarıl!”

“Kat’iyyen hükmediyorum: Şimdiye kadar noksaniyatimiz ve tedenniyâtımız ve sû’-i ahvalimiz dört sebebden gelmiş: 

   1- Şeriat-ı garranın adem-i müraat-ı ahkâmından.. 

   2- Bazı müdahinlerin keyfemayeşâ sû’-i tefsirinden.. 

   3- Zahirperest âlim-i cahil, veyahut cahil-i âlimin taassubat-ı nâbemahallinden.. 

   4- Sû’-i tali’ cihetiyle, sû’-i intihab tarîkıyla müşkil-üt tahsil, Avrupa mehasinini terk ederek, çocuk gibi heva ve hevese muvafık zünub ve mesavî-i medeniyeti tutî gibi takliddir ki, bu netice-i seyyie zuhûr ediyor. Memurîn hakkıyla vazifesini îfa etse, memur olmayan ilcaât-ı zamana muvafık sa’yetse, sefahete vakit bulmayacaktır. ”
Âsâr-ı Bediiye

Tarihin akışı içinde milletlerin yükselişi kadar, düşüşleri de birer ibrettir. Her medeniyetin çöküşü, ardında derin ihmaller ve büyük sapmalar bırakır. Bediüzzaman Said Nursî’nin yukarıdaki cümleleri, İslâm ümmetinin yaşadığı içtimâî, siyasî ve ilmî gerilemenin yalnız dış etkenlere değil, esasen içteki dört büyük yanlışa dayandığını açık bir vecizlikle beyan eder.

Bu makale, bu dört sebebi tarihî ve aktüel örneklerle ele alacak; hem hikmetli hem ilmi hem de ibretli bir değerlendirme sunacaktır.

  1. Şeriat-ı Garrâ’nın Ahkâmına Uymamak

İslâm şeriatı, sadece ibadetler değil; siyaset, iktisat, hukuk ve ahlâk gibi tüm hayat alanlarına dair mükemmel bir düzen sunar. Ancak bu düzenin hayattan çekilmesi, hakikatin değil; Müslümanların gafletinin bir eseridir.

Osmanlı’nın son dönemlerinde dahi, İslâm’ın şer’î hükmü bir süs gibi görülmüş; kanunlar Batı’dan ithal edilmiş, kadıların yerini ecnebi müsteşarlar almıştır. Bugün İslâm dünyasında hukuk sistemlerinin büyük kısmı, Kur’an’dan değil, Paris’ten, Londra’dan ithal edilen modellerden alınmıştır.

Neticede adalet yerini keyfiliğe, merhamet yerini zorbalığa bırakmıştır.

  1. Müdahinlerin Keyfî ve Sapkın Tefsirleri

Her dönemin dalkavukları vardır. Bunlar, hakikati değil, yöneticilerin veya nefislerin hoşuna gidecek şekilde dini yorumlarlar.

“İslamiyet modernleşmeye engel değildir” gibi güzel görünen ama içi boşaltılmış ifadelerle, birçok asli hüküm ya tahrif edilmiş ya da devre dışı bırakılmıştır.

Kur’an’ın hakikatleri keyfî heveslere kurban edildiğinde, hakikate değil hevâya kul olunur. Nitekim bu tür tefsirler, hem ümmeti bölmüş hem de halkın İslâm’a güvenini sarsmıştır.

  1. Zâhirperest Âlim-i Câhil ve Câhil-i Âlimin Taassubu

Bu madde, ilim kisvesi altında cehaletin nasıl zarar verdiğini gösterir. Dış görünüşte âlim ama iç hakikatte cehaletle malul kimseler, ümmetin fikrî gelişimini durdurmuştur.

Bir kısmı lafzî ilme takılıp ruhu kaybetmiş, diğer kısmı ilmin ağırlığını taşımadan fetvaya kalkışmıştır. Böylece ilim; aydınlatmak yerine, karanlık üretmiştir.

Taassup, ilmi yerinden saptırır. Taklitçilik, hakikatin önüne perde çeker. Halbuki ilim, tahkik ister. Tartışmaya değil, tefekküre muhtaçtır.

  1. Avrupa’nın Sefahatini Taklit ve Sû’-i Tabiatla Sû’-i Seçim

Avrupa’nın medeniyet vitrini parlaktır. Ancak o vitrinin ardında sömürü, zulüm ve sefahat vardır.

Bediüzzaman, Batı’dan fen, teknik ve ilim alınabileceğini belirtir; fakat onların “günahkar medeniyetini” taklit etmeyi felaket olarak görür. Ne var ki, Müslümanların bir kısmı ilmini değil; sefahatini örnek almıştır. Tıpkı bir çocuğun parlayan şekerle kandırılması gibi, bir ümmet süslü günahlarla zehirlenmiştir.

Bu “tuti gibi taklit” neticesinde; ne ilimde ilerleme sağlanmış, ne ahlâkta bir yükseliş görülmüştür.

Çözüm: Aslına Dönmeyen, Aslı Gibi Olamaz

Bediüzzaman’ın dikkat çektiği bu dört sebep; bugün hâlâ İslâm dünyasının kanayan yaralarıdır. Ancak teşhis nettir. Bu hastalığın devası da İslâm’dadır.

– Şeriat yeniden hayatın merkezine alınmalı.
– İlim ehli, hakikat ehli olmalı.
– Dinî tefsir ve yorumlar hevâya değil, hakikate dayanmalı.
– Medeniyetin fen ve hikmet kısmı alınmalı, günah kısmı reddedilmelidir.

Bir millet ancak bu esaslarla şahsiyetini bulur ve medeniyetini kurar. Aksi takdirde başkasının gölgesinde yaşamaya mahkûm olur.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin ortaya koyduğu İslâm dünyasının gerileme sebepleri dört ana başlıkta incelenmiştir: Şeriatın terk edilmesi, dinî hükümlerin keyfî tefsiri, hakikatten uzak âlim tipi ve Batı’nın sefih yönünü taklit. Bu sebepler sadece bir tarihî tespit değil, aynı zamanda bugünümüzü şekillendiren dinamiklerdir. Kurtuluş, Kur’an ve Sünnet’e dönmek, ilmi tahkik ile yeniden diriltmek ve medeniyetimizi hakikatin temelleri üzerine inşa etmekle mümkündür.