Zerreden Güneşe: İnsan-ı Mükerremin Kozmik Yolculuğu

Zerreden Güneşe: İnsan-ı Mükerremin Kozmik Yolculuğu

“Cüz’-ü lâ-yetecezza zerresinden insana, insandan şems-üş şümusa, müteselsil mahrutî silsilenin vasatındaki cevher-i ferîdi, insan-ı mükerremdir.”
Âsâr-ı Bediiye

Giriş: Mahrutî Bir Kâinat, Merkezinde İnsan

Bediüzzaman Said Nursî’nin Âsâr-ı Bediiye adlı eserinde geçen şu cümle;
“Cüz’-ü lâ-yetecezza zerresinden insana, insandan şems ü şümusa, müteselsil mahrutî silsilenin vasatındaki cevher-i ferîdi, insan-ı mükerremdir.”
– sadece edebi değil, aynı zamanda bilimsel, felsefî ve kelâmî açıdan derin bir metafizik harita sunar.

Bu ifade, kâinatın en küçük parçası olan atom altı zerreden, galaksilere kadar uzanan bir varlık zincirinin ortasında “benzersiz bir cevher” olan insanın durduğunu bildirir. Yani insan, ne sadece biyolojik bir canlıdır, ne de sadece zihinsel bir varlıktır. O, madde ve mânânın, mikrokosmos ile makrokosmosun birleşim noktasıdır.

  1. Cüz’-ü Lâ-yetecezza: Varoluşun En Küçük Basamağı

“Cüz’-ü lâ-yetecezza”, bölünemez en küçük parçayı ifade eder. Klasik kelamcılar bu kavramla maddenin en küçük birimini anlatırken, modern bilimde buna atom altı parçacıklar (kuark, lepton vs.) tekabül eder.

Ancak burada mesele sadece fiziksel küçüklük değil, başlangıç noktasıdır.
Bediüzzaman bu ifadeyle, en küçük varlık birimiyle başlayan yaratılış zincirinin; şuursuz ve tesadüfî değil, bilinçli ve düzenli bir hiyerarşiyle yükseldiğine dikkat çeker. Yani atomdan insana, insandan güneşe kadar her şey bir maksada ve nizama bağlıdır.

  1. Mahrutî Silsile: Kâinatın Piramitvari Dizilimi

“Mahrutî silsile” tabiriyle, bir hiyerarşik düzen, yani sivri ucu aşağıda ve genişliği yukarıda olan bir koni (mahrut) biçiminde varlık yapısı tasvir edilir. Bu hiyerarşide:

Zerre, başlangıç noktasıdır; küçüktür ama taşıdığı kudretle büyüktür.

Nebâtat ve hayvanat, hayat mertebesinde üst basamaktır.

İnsan, akıl, şuur ve irade gibi yüksek hasletlerle bu piramidin ortasında yer alır.

Güneş ve yıldızlar, fiziki büyüklük olarak yukarıdadır, ama manevî kemal açısından insandan geridedir.

Bu silsilenin orta noktası olan “insan-ı mükerrem”, hem zerreden aşağı düşmeye hem güneşten yukarı çıkmaya potansiyel taşıyan tek varlıktır.

  1. Cevher-i Ferîd: Eşsiz Varlık Olarak İnsan

“Cevher-i ferîd” ifadesiyle Bediüzzaman, insana sadece “üstün” değil, benzersiz bir cevher olarak dikkat çeker. Bu, Kur’ân’daki “Ve le-kad kerremnâ benî Âdem” (İsra, 70) ayetinin bir tefsiri gibidir. Yani insan;

Vicdanıyla Rahman’a yönelir,

Aklıyla kâinatı okur,

İradesiyle tercihte bulunur,
ve bütün bunlarla diğer mahlûkatı geride bırakır.

İnsanı eşsiz kılan, sadece düşünmesi değil, anlamlandırması ve sorumluluk taşımasıdır. Varlıklar içinde yalnızca insana emanet yüklenmiştir (Ahzâb, 72).

  1. Bilimsel Yorum: Kozmik Dengede İnsanın Yeri

Modern bilim, insanın “kozmik ölçekte küçük ama etkide büyük” bir varlık olduğunu fark etmeye başlamıştır. Carl Sagan’ın dediği gibi, biz “kozmik toz”dan ibaret değiliz; çünkü evrenin farkında olan tek varlığız.

Evrenin yaşı, elementlerin oranı, Dünya’nın konumu, oksijen seviyesi, DNA yapısı… Tüm bu ince ayarlar, insan hayatının varlığı için milimetrik bir dengeye sahiptir. Bu da bize şunu gösterir:
İnsan, tesadüfün değil, maksatlı bir yaratışın eseridir.

  1. Tarihî ve İlmî Yorum: İnsanlık Medeniyetinin İstikameti

Tarihte insan, cevher-i ferîdliğini ne zaman hatırladıysa medeniyet yükselmiş; ne zaman unuttuysa çökmüştür.

Endülüs’te ilim ve hikmetle yükselen insan, ahlakî çürüme ile çökmüştür.

Osmanlı, “insan eşref-i mahlûkattır” anlayışıyla hukuk ve medeniyeti birleştirmiştir.

Modern çağda ise insanı sadece biyolojik bir tür olarak gören seküler anlayış, onu makineleştirmiş ve değerini zayıflatmıştır.

Halbuki insan, sadece düşünen değil; kıymet bilen, şükreden, arayan ve sorumlu olan bir varlıktır. İslam’ın insan telakkisi, bu bütüncül bakışı yeniden inşa eder.

Sonuç: İnsan, Kâinatın Hedefidir; Ama Sorumluluğuyla

İnsan, sıradan bir canlı değil; kâinatın hikmet merkezidir. Zerreden güneşe kadar uzanan bu varlık zincirinin maksadı, “insan” ile tezahür eder. Ama bu konum, bir imtiyaz değil; büyük bir mesuliyet demektir.

İnsan cevherdir; ama bu cevher, işlenmezse taşlaşır.
Cevher-i ferîd, anlamını bulduğu zaman “abd-i kâmil” olur; bulamazsa esfel-i sâfilîne düşer.

MAKALE ÖZETİ

Bu makalede Bediüzzaman Said Nursî’nin, insanın yaratılış hiyerarşisindeki yeriyle ilgili cümlesi çerçevesinde; zerreden güneşe uzanan kâinatta insanın “merkezî ve eşsiz” konumu anlatılmıştır. “Mahrutî silsile” benzetmesiyle kâinattaki düzenli yaratılış zinciri açıklanmış, insanın bu yapıdaki cevherliğine dikkat çekilmiştir. Bilimsel, tarihi ve ahlaki boyutlarla insanın üstünlüğü, sorumluluğu ve varoluş gayesi bütüncül bir yaklaşımla değerlendirilmiştir.

 




Vicdanın Sessizliği: Fasıkın İç Dünyası ve İslam’ın Adalet Telakkisi

Vicdanın Sessizliği: Fasıkın İç Dünyası ve İslam’ın Adalet Telakkisi

“Bizde biri fâsık olsa, galiben ahlâksız ve vicdansız olur. Zîrâ arzu-yu masiyet, vicdandaki imanın sadâsını susturmakla inkişaf edebilir. Demek vicdanını ve maneviyatını sarsmadan, istihfaf etmeden, tam ihtiyarıyla şerri işlemez. Onun için İslâmiyet; fâsıkı hain bilir, şehâdetini reddeder. Mürtedi zehir bilir, i’dam eder. Zimmîyi ve muahidi ibka eder. 

   İcra-yı adalet, din namına olmalı, tâ akıl ve kalb ve ruh müteessir olsunlar, imtisal etsinler. Yoksa, yalnız vehim müteessir olur. Yalnız hükûmetin cezasından korkar -eğer tahakkuk etse-. Nâsın itabından çekinir -eğer tebeyyün etse-.”
Âsâr-ı Bediiye

Giriş: Günahın Anatomisi ve İmanla Mücadele

Her günah, kalpte bir karartı bırakır. İnsanın vicdanıyla olan mücadelesi, imanının derecesiyle doğru orantılıdır. Bediüzzaman Said Nursî, Âsâr-ı Bediiye adlı eserinde bu meseleyi hem psikolojik hem ahlaki hem de toplumsal boyutlarıyla ele alır. “Bizde biri fâsık olsa, galiben ahlâksız ve vicdansız olur” ifadesi, sadece bir ahlak yargısı değil, insan fıtratına dair derin bir tesbittir.

Fasık, yani İslami sınırları bilinçli şekilde çiğneyen kişi, bunu ancak vicdanının sesini bastırarak başarabilir. Günah işlemek, imanlı bir kalpte susturulmuş bir çığlıktır. Zira iman, kalpteki nurdur; ama bu nur, günahlarla karartıldığında artık karanlıkta kalan vicdan, kötülüğü mazur görmeye başlar.

  1. Vicdanın Susturulması: Fasık Nasıl Olur?

Bediüzzaman’a göre bir müminin fısk yoluna girmesi; akıl, kalp ve ruh cephesinde gerçekleşen derin bir deformasyonla mümkündür. Masiyet arzusunun gelişebilmesi için vicdandaki iman sesinin bastırılması gerekir. Bu bastırma süreci, deruni bir mücadeleyle başlar; sonunda kişi, hem kendini kandırır hem de hakikati küçümseyerek ahlaken düşer.

🔹 Bu noktada psikolojik bir hakikat devreye girer:
İç çatışmayı dindirmek için dış meşrulaştırmaya başvurulur.
Kişi ya dini hafife alır, ya emirleri sorgular ya da kendine özel bir “mazeret dini” uydurur. Bu da onu, ahlaken zaafa ve ruhen çürümeye götürür.

  1. İslam’ın Fâsıka Bakışı: Neden Şehadeti Kabul Edilmez?

İslam’da adalet, sadece hukukî değil, aynı zamanda ahlakî bir hakikatin korunmasıdır. Bir fâsıkın şehadeti kabul edilmez; çünkü yalan söyleme ihtimali değil, vicdanının zayıflamış olması göz önüne alınır. Burada mesele sadece “doğruyu söyleyip söylememesi” değildir. Asıl mesele, vicdani sorumluluğu taşıyacak karakteri hâlâ muhafaza edip etmediğidir.

Mürtede (İslam’dan çıkan kişiye) zehir nazarıyla bakılması ise yine aynı mantıktan doğar. Dini terk etmek, sadece kişisel bir tercih değil, toplumsal yapının ruhunu dinamitleyen bir adım olarak görülür. Çünkü bir fert, manevi bağları kopardığında artık toplumu tutan müşterek değerlerden de ayrılmış olur. Bu, içtimai yapının çözülmesini beraberinde getirir.

  1. Adaletin Hedefi: Sadece Cezalandırmak Değil, Islah Etmektir

Bediüzzaman, çok ince bir noktaya temas eder:
“İcra-yı adalet, din namına olmalı, tâ akıl ve kalb ve ruh müteessir olsunlar, imtisal etsinler.”

Yani bir kişiye ceza vermekle yetinilmemeli, bu ceza vicdani ve akli bir muhasebe ile anlamlı hale gelmelidir. Ceza sadece korkutma üzerine kurulursa, kişi yalnızca hükümetin takibinden korkar ama ahlaken düzelmez. Aksine, yakalanmamak için yeni yöntemler arar.

Bu nedenle İslam’daki ceza sistemi, ıslah edici bir çerçeveye oturtulmuştur. Hedef; sadece bireyi durdurmak değil, onu yeniden bir inşa sürecine sokmaktır. Ceza, hem maddi hem manevi boyutuyla işlenmelidir. Ancak o zaman, adalet sadece hükmeden bir kuvvet değil, terbiye eden bir rahmet olur.

  1. Bilimsel ve Sosyolojik Bir Yorum: Ceza ve Vicdan İlişkisi

Modern ceza hukukunda da son yıllarda yeniden tartışılan bir mesele vardır:
Ceza davranışı değiştiriyor mu, yoksa yalnızca erteliyor mu?

Davranış bilimciler, içe sindirilmemiş bir cezanın sadece dıştan kontrol sağladığını, ama kişinin fırsatını bulduğunda suçu tekrarladığını göstermiştir. Yani kişi sadece “yakalanmaktan” korkuyorsa, o toplumda ahlakî erozyon zaten başlamış demektir.

İslam’ın bu noktada sunduğu çözüm, cezanın sadece bedeni değil, ruhi bir tesir doğurması gerektiğidir. Onun için “İslam’da ceza” değil, İslam’da terbiye daha isabetli bir tanımdır.

  1. Tarihî Bir İbret: Endülüs’ün Çöküşü ve Zahirî Dindarlık

Endülüs medeniyetinin çöküş sebeplerinden biri olarak, zahirde dindar görünen ama içten fasıklaşan toplum yapısı gösterilir. Saraylar, medreseler, camiler vardı ama vicdanların içi bozulmuştu. Dış görünüşte ibadetler yapılırken, rüşvet, fuhuş, zulüm yaygınlaşmıştı.

Bediüzzaman’ın bu satırları, işte o tarz bir “vicdan çürümesini” haber veriyor.
Bir milletin yıkımı dış düşmanlarla değil, fâsıklaşan fertlerle başlar. Vicdanı susturulan fert, şerri normalleştirir; şerri normalleştiren toplum, felaketin eşiğine gelir.

Sonuç: İslam’da Adalet, Ruhun Terbiyesiyle Başlar

İslam, sadece kanunlar dini değil, vicdanlar medeniyetidir. Bediüzzaman’ın da işaret ettiği gibi, bir fert şerri ancak vicdanını susturarak işler. Bu sebeple, İslam adaleti sadece dıştan bir infaz değil, dahili bir inşa süreci olarak görür.

Vicdanı susturulmuş bir toplumda en ağır kanunlar bile faydasızdır.
Ama vicdanı uyanık bir fert, kanunsuz da olsa adaletin kendisi gibi davranır.

MAKALE ÖZETİ

Bu makalede, Bediüzzaman’ın Âsâr-ı Bediiye’deki fâsık kavramına yaklaşımı üzerinden İslam’ın ahlak, vicdan ve adalet anlayışı ele alınmıştır. Günahın vicdanı bastırma süreciyle ilişkisi, fâsığın toplumdaki güven zedelenmesi, cezanın amacı, İslam hukukunun ıslah boyutu ve modern psikolojiyle bağlantıları tartışılmıştır. Sonuç olarak, İslam’da cezanın değil, vicdanın dirilişinin asıl amaç olduğu vurgulanmıştır.

 




DİN VE VATAN SADAKATİ

DİN VE VATAN SADAKATİ:

“İkdam Ceride-i Muteberesine!  

   Evvelki günkü gazeteler, Paris’de Şerif Paşa ile Ermeni heyet-i murahhasası reisi Boğos Nubar Paşa arasında Kürdistan ve Ermenistan hakkında bir i’tilaf akd edildiğini yazarak, Kürd efkâr-ı umumiyesinden istizahatta bulunuyorlardı. 

   Dörtbuçuk asırdan beri vahdet-i İslâmiyenin fedakar ve cesur hâdim ve taraftarları olarak yaşamış ve dinî ananesine sadakati gaye-i hayat bilmiş olan Kürdler; henüz beşyüzbine karib şühedasının kanı kurumadan, şişlere geçirilen yetimlerinin, gözleri oyulan ihtiyarlarının hatıralarını teessürlerle anarken; İslâmiyetin zararına olarak, tarihî ve hayatî düşmanlarıyla i’tilaf akdetmek suretiyle; salabet-i diniyeleri hilafında iftirak-cûyane âmâl takib edemezler. Binaenaleyh, Kürd vicdan-ı millisinin bu tarz tahassüsüne muğayir hareket eden zevatı da tanımazlar.. Ve yegane emelleri de; vahdet-i dinî ve millîlerini muhafaza olduğundan, keyfiyyatın izahına delalet buyurulmasını muhterem gazetenizden istirham ediyoruz.”
Sadat-ı Berzenciye’den Dava Vekili Ahmet Arif
Hizan Sadat-ı Kiramından İhtiyat Binbaşısı Muhammed Sıdık
Ulema-i Ekrad’dan Said-i Kürdî
Âsâr-ı Bediiye

Giriş: Bir Ümmetin Vicdanı Konuşuyor

Tarih bazı anlarda susar, bazı anlarda ise konuşur. Lakin konuşan sadece kalem değil, vicdandır. İşte Said Nursî’nin, 1919 yılında Şerif Paşa ile Ermeni temsilcisi Bogos Nubar arasında yapılan gizli antlaşmaya karşı yazdığı bu mektup, sadece bir cevap değil; bir milletin dinine, tarihine ve izzetine sadakatini haykıran bir vicdan beyanıdır.

Bu mektup, bir siyasi bildiriden öte; ümmetin bölünmesine karşı kalbin isyanı, aklın izahı ve vicdanın itirazıdır. Kürtlerin tarihî duruşunu, İslâm birliği içindeki yerini ve fitnelere karşı tavrını en veciz şekilde ortaya koyar.

  1. Metnin Tarihî Arka Planı: Osmanlı’nın Dağılışında Fitne Oyunu

1919… Osmanlı Devleti yıkılmakta, Sevr’e giden zemin hazırlanmaktadır. O karanlık günlerde Paris Barış Konferansı’nda bazı “sözde” temsilciler – Şerif Paşa ve Bogos Nubar – masa başında “Kürdistan” ve “Ermenistan” haritaları çizmekte, tarihi dostlukları ve kan kardeşliğini yok sayarak düşmanlık plânları yapmaktadırlar.

Bu sözde ittifak, sadece coğrafi bir pazarlık değil, ümmetin kalbine saplanan bir hançerdir. Çünkü dört asırdır Osmanlı çatısı altında İslam’ın sancaktarlığını yapan Kürt halkı, “dini ve milleti uğruna” can vermiştir. Ve şimdi, henüz şehitlerinin kanı kurumadan, onları soykırıma uğratmış güçlerle birlik yapması beklenmektedir. Bu, tarihe, dine ve şehide ihanettir.

  1. Duruşun İlmî ve Ahlâkî Boyutu: Din, Irktan Üstündür

Said Nursî ve imzacıları, bu ihanet girişimine karşı sadece siyasî değil, dini ve ahlâkî bir savunma yapmaktadır. Mektubun en dikkat çekici cümlelerinden biri şudur:

> “Salabet-i diniyeleri hilafında iftirak-cûyane âmâl takib edemezler.”

Yani Kürtler, dinî sebatları ve bağlılıkları gereği, ümmeti bölen hiçbir ayrılıkçı hayalin peşinden gidemezler. Bu cümle, bir milleti sadece etnik değil, imanî bir kimlik olarak değerlendiren büyük bir şuuru temsil eder.

Burada “ümmetçilik” ile “etnik milliyetçiliğin” çatışması gözler önüne serilir. Said Nursî’ye göre milliyet, dinin hizmetinde olursa makbuldür; aksi hâlde ırkçılık zehrine dönüşür. Nitekim kendisi bunu yıllar sonra şöyle açıklar:

> “İslamiyet milliyetiyle müttehidiz; yoksa Türk unsuriyetine dayanmakla değil.” (Münâzarât)

  1. Ümmet Şuurunun Merceğinden: “Kardeşimin Düşmanıyla İttifak Etmem”

Kürtlerin Ermenilerle değil, İslam ümmetiyle birlikte hareket etmeleri gerektiğini savunan bu mektup, aslında bir hukuk beyanıdır. Diyorlar ki:

> “Kürd vicdan-ı millisinin bu tarz tahassüsüne muğayir hareket eden zevatı da tanımazlar.”

Yani ümmetin ortak vicdanına zıt düşen hiçbir kişi veya anlaşma, meşru ve temsil yetkisine sahip sayılamaz. Bu ifadenin bugünkü karşılığı şudur: Hiçbir bireysel siyasal hamle, ümmetin vicdanını ve birliğini temsil edemez.

Bu yaklaşım, modern demokrasilerdeki halk iradesine yakın bir çizgide durmaktadır. Ancak bu iradenin kaynağı seküler değil, manevî ve imanî bir şuurdur. Bu da gösterir ki ümmet bilinci, sadece inanç değil, aynı zamanda aktif bir toplumsal sözleşme ve sorumluluktur.

  1. Kürtlerin Tarihî Rolü: İmanla Yoğrulmuş Bir Millet

Said Nursî’nin ifadesiyle:

> “Dörtbuçuk asırdan beri vahdet-i İslâmiyenin fedakar ve cesur hâdim ve taraftarları…”

Bu cümle, Kürt halkının tarih içindeki yerine ayna tutar. Kürtler, Osmanlı’nın her cephesinde savaşa katılmış, Balkanlar’dan Yemen’e kadar her yerde şehadetle yoğrulmuş bir millettir. Bunun sebebi sadece devlet sevgisi değil, İslam aşkıdır.

Yani “din”, Kürt milletinin hamurunu yoğuran unsurdur. Bu yüzden, bir Kürt ancak diniyle oynanırsa parçalanır. Said Nursî bunu çok erken bir dönemde fark etmiş ve hayatını bu şuuru muhafazaya adamıştır.

  1. Günümüze Hitap Eden Boyut: Dün Yazılmış Bir Metin, Bugüne Mektup

Bugün hâlâ bazı çevreler Kürtleri ümmetten koparma hayali kurarken, Said Nursî’nin bu metni canlı bir cevap gibi duruyor. Çünkü bu mektup sadece bir dönemin metni değil, ümmetin dağılmasını önleyecek manevî bir sigortadır.

Milliyetçiliğin dinin önüne geçtiği her yerde, fitne çıkar. Dinde ittihad ise milleti hem yükseltir hem korur. Bu yüzden Nursî’nin çözümü nettir: Irk üzerinden değil, iman üzerinden birlik!

Sonuç: Kalemle Savunulan Vahdet

Bu tarihi mektup, sadece bir gazete yazısı değil; aynı zamanda bir ümmet beyannamesidir. Kürtlerin, din uğruna verdiği şehitleri unutmadıklarını; Ermenilerle değil, ümmetle beraber olacaklarını; milliyetin değil, dinin belirleyici olduğunu veciz bir şekilde ilan eder.

Ve nihayetinde Said-i Kürdî ve arkadaşlarının imzası, bu metni kişisel olmaktan çıkarır. Çünkü onlar sadece birey değil, bir milletin sesi, bir ümmetin şuurudur.

Makale Özeti

Bu makale, Said Nursî’nin 1919’da İkdam gazetesine yazdığı mektubu merkeze alarak Kürtlerin İslam birliği içindeki yerini, milliyetçilik karşısındaki duruşunu ve ümmet şuuruna bağlılığını ele almıştır. Mektup; Kürt halkının tarih boyunca ümmete sadakatle hizmet ettiğini, hiçbir siyasi anlaşmanın bu şuura aykırı olamayacağını ve ümmetin vicdanına karşı gelen temsilcilerin meşru sayılamayacağını bildirir. Risale-i Nur perspektifiyle de desteklenen bu yaklaşım, günümüz ayrılıkçı zihniyetlerine karşı güçlü bir tarihî ve ilmî delildir.

 




Her Ebu Cehil Bir Gün Biter, Her İkrime Yeni Bir Diriliştir

Her Ebu Cehil Bir Gün Biter, Her İkrime Yeni Bir Diriliştir

Zulmün Sonu, Hidayetin Başlangıcıdır

GİRİŞ

Tarih; hak ile bâtılın, nur ile zulmetin mücadelesidir. Bu mücadele her çağda farklı isimlerle, farklı coğrafyalarda sürer durur. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) yaşadığı dönemde bu çatışmanın iki güçlü siması vardı: Ebu Cehil ve İkrime bin Ebu Cehil.

Biri zulmün öncüsü, diğeri ise hidayetin şahididir.
Biri İslam nuruna perde olmak için mücadele etti,
diğeri aynı nurla aydınlanmak için kalbini açtı.

Bugün bizlere düşen, bu iki tarihi figürden ders alıp; geçmişin karanlık mirasına değil, hakikatin aydınlık izine tabi olmaktır.

1. ZALİMLERİN SONU: “Her Firavun’un bir Musa’sı, her Ebu Cehil’in bir Bedir’i vardır”

Kur’ân, zalimlerin zulmüyle sadece dünyayı değil, ahireti de kararttıklarını bildirir.
İlginçtir ki, onların çoğu, sadece kendilerini değil; toplumlarını da dalalete sürükleyen liderlerdir. Nitekim Kur’ân şöyle buyurur:

> “Ve onları cehenneme çağıran önderler yaptık. Kıyamet günü yardım görmeyeceklerdir.”
(Kasas, 28/41)

Ebu Cehil de böylesi bir “cehennem önderi” idi. Mekke’nin ileri geleni, fikir babası, müşriklerin organize gücüydü. Ama onun ölümüyle sadece bir adam değil, bir zihniyet devrildi.

> “De ki: Hak geldi, bâtıl yok olup gitti. Zaten bâtıl yok olmaya mahkûmdur.”
(İsrâ, 17/81)

2. HİDAYET YOLU AÇIK: “İkrime olmak, geçmişi silmek değil; geleceği inşa etmektir”

Ebu Cehil’in oğlu İkrime, başlangıçta babasının izinden yürüdü. Fakat Mekke’nin fethiyle birlikte kalbindeki perde kalktı. Eşi Ümmü Hakîm’in teşvikiyle Peygamber Efendimiz’e geldi. Hz. Peygamber, ona kucak açtı ve şöyle buyurdu:

> “İkrime geldi. Size gelinceye kadar çok şey yaşadı. Sakın babasını anarak onu incitmeyin.”

Bu yaklaşım, bize ümidin tükenmeyeceğini, bir insanın en derin küfürden bile kurtulabileceğini gösterir.

Kur’ân şöyle buyurur:

> “De ki: Ey kendilerine zulmetmiş olan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Şüphesiz Allah bütün günahları bağışlar.”
(Zümer, 39/53)

İkrime bu rahmetin en güzel örneklerinden biri oldu. Sadece Müslüman olmakla kalmadı; İslâm uğruna savaş meydanlarında canını verdi. Ve şehit olarak Rabbine yürüdü.

3. GÜNÜMÜZÜN EBU CEHİLLERİ VE YENİ İKRİMELER

Bugünün dünyasında da Ebu Cehil’ler vardır.
Bazısı din düşmanlığıyla, bazısı ümmeti bölmekle, bazısı mü’minleri aldatarak milletin felaketine sebep olur.

Bugün birileri manen ölüdür; mesela Abdullah Öcalan gibi…
Kimileri maddeten de artık aramızda değildir; mesela Fethullah Gülen gibi…

> “Zalimler için hazırlanan o ateşi bir bilsen!”
(Furkan, 25/11)

Ama mesele burada bitmez.
Tarihte olduğu gibi, bugün de İkrime’ler çıkabilir.
O karanlık kadrolardan, o inkâr zihniyetinden sıyrılıp, hakka yönelenler olabilir.

Bunun için çağrımız açıktır:

> 📢 “Haydi, var mısınız İkrime bin Ebu Cehil değil de, İkrime Ebû Osman olmaya?”

4. NESİLLERİN DİRİLİŞİ: “İkrime niyetliler” için bir çağrıdır bu…

Bugünün gençleri, sadece bu ümmetin değil, insanlığın kaderini belirleyecek nesildir.
Ama bu gençlik ya batılın kölesi olacak, ya da imanın öncüsü.
Tıpkı İkrime gibi bir hayat dönüşümüne imza atmak bugün de mümkündür.

Kur’ân bize bunun mümkün olduğunu bildiriyor:

> “Allah, içlerinden günahları silip iyiliklere çevirir.”
(Furkan, 25/70)

İkrime gibi:

Geçmişi karanlık olabilir,

İsyanla, inkârla yoğrulmuş olabilir,

Ama bir gün bir yönelişle, kalp kapısını açarsa…
Rabbin rahmeti onu da içine alır.

SONUÇ: İKRİME OLMAK BİR NİYETTİR, BİR DÖNÜŞÜMDÜR, BİR DİRİLİŞTİR

Kıymetli okuyucu,
Bu yazı sadece tarihî bir anekdot değil, yaşayan bir davettir.
Her çağın Ebu Cehil’leri bitecektir. Her çağın İkrime’leri dirilecektir.

Ama asıl mesele şu soruya cevaptır:

> Sen nerede duruyorsun?
Batılın gölgesinde mi, hakkın safında mı?

Zulmün yıkıldığı, hidayetin yeşerdiği o kutlu yürüyüşte sen de bir İkrime olabilir misin?

> “Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme, bize katından rahmet ver.”
(Âl-i İmrân, 3/8)

✍️ Ne mutlu İkrime olanlara,

💫 Daha da ne mutlu İkrime niyetli olanlara!

 




ÜMMET ŞUURU: BİR BEDEN, BİR RUH, BİR İSTİKAMET

ÜMMET ŞUURU: BİR BEDEN, BİR RUH, BİR İSTİKAMET

Yalnız Bireyler Değil, Bir Ümmetiz

İnsanlık tarihi, sadece fertlerin değil, toplulukların yazdığı bir destandır. Bu destanın en hikmetli ve en kutlu halkasını ise ümmet-i Muhammed oluşturur. Kur’ân-ı Kerîm, insanlığı bir ümmet bilincine çağırırken, Hadîs-i Şerifler bu bilinci hayatın merkezine yerleştirir. Risale-i Nur ise bu şuurun manevî, aklî ve içtimaî derinliğini çözümleyerek asrımıza taşır.

“Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz” (Âl-i İmrân, 110) ayetiyle, ümmetin hem fazileti hem de sorumluluğu hatırlatılır. Zira ümmet demek aynı ruhla atan kalplerin, aynı yöne bakan gözlerin ve aynı istikameti paylaşan gönüllerin birlikteliğidir.

  1. Kur’ân’da Ümmet: Toplumsal Ruhun İnşası

Kur’ân-ı Kerîm’de “ümmet” kelimesi hem bir kavmi, hem de aynı inanç ve değerler etrafında toplanmış insan topluluğunu ifade eder. Kur’an ümmeti bir bütün olarak tebliğ, şahitlik, adalet, birlik ve istikamet gibi temel değerlerle şekillendirir.

“İşte böylece sizi vasat (orta yolu tutan, dengeli) bir ümmet kıldık ki, insanlara şahit olasınız…” (Bakara, 143)

Bu ayette ümmetin vazifesi yalnızca içe dönük bir dayanışma değil, aynı zamanda insanlık tarihine karşı bir şahitliktir. Yani ümmet, doğruluğun, adaletin ve Allah’ın dininin canlı temsili olmalıdır.

  1. Hadislerde Ümmet Bilinci: Vahdetin ve Şefkatin Çekirdeği

Resulullah (s.a.v.) Efendimiz ümmetini sadece bir topluluk olarak değil, adeta kendi bedeninin parçaları gibi görmüş ve tanımlamıştır:

“Müminler birbirlerini sevmekte, birbirlerine merhamet etmekte ve birbirlerine şefkat göstermekte bir vücut gibidir.” (Buhârî, Edeb 27)

Bu teşbih, ümmet bilincinin hem duygusal hem yapısal yönünü ortaya koyar. Bir parmağın acısı nasıl bütün bedeni etkilerse, ümmetin bir ferdinin derdi de bütün ümmeti ilgilendirir.

Bu hadislerde öne çıkan şefkat, dayanışma, kardeşlik ve duaya iştirak gibi temel nitelikler, ümmetin sadece bir sosyolojik yapı değil, aynı zamanda manevî bir cevher olduğunun delilidir.

  1. Risale-i Nur’da Ümmet: İman Bedeninin Hayat Damarı

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, ümmet kavramını en geniş dairesiyle ele alır. Ona göre ümmet, iman kardeşliğinin bir tezahürü, tevhidin içtimaî şekli, cihadın manevi cephesi ve şefkatin en yüksek platformudur.

Risale-i Nur’da ümmet şuuru, bir cihanşümul kardeşlik olarak tanımlanır. Irk, dil, coğrafya, asır fark etmeksizin, aynı imana sahip olan herkes “tek bir vücudun azaları” gibi değerlendirilir. Hatta “duâ ile mânevî yardım”, maddî yardımdan daha kıymetli görülür.

Bediüzzaman, özellikle bu asırda ümmetin parçalanmışlığını iç hastalık olarak görür: “Bu zamanda en büyük düşmanımız, cehalet, fakirlik ve ihtilaftır.” derken ümmetin karşı karşıya olduğu üç büyük engeli işaret eder.

  1. Ümmetin Kapsadığı Alanlar: Yalnız Müslümanlar Değil, İnsanlık da Dahil

Ümmet bilinci yalnızca dinî aidiyetle sınırlı bir çerçeve değil, aynı zamanda sorumluluğun küreselleşmesidir. İslam ümmeti, sadece kendi içinde değil, insanlığa karşı da rahmet, adalet ve ahlâk taşıyıcısıdır.

Kur’ân’daki şu ayet bu genişliği açıklar:

“Seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ, 107)

Peygamberimizin rahmeti sadece müminlere değil, tüm insanlara yöneliktir. Dolayısıyla ümmet de bu rahmetin aktarıcısı, temsilcisi ve taşıyıcısıdır.

Ümmet şuuru aynı zamanda şunları kapsar:

İlmî ve fikrî birliktelik

İktisadî dayanışma

Eğitimde ortak hedefler

Manevî yardımlaşma

İslâmî değerlerin küresel savunuşu

  1. Tarihten Günümüze: Ümmet Şuurunun Kaybı ve İhyası

Tarih boyunca ümmet şuuru sayesinde birçok medeniyet kuruldu. Emevî, Abbâsî, Endülüs, Osmanlı gibi devletler, ümmet bilinciyle yükseldi. Fakat modern çağın sekülerleşen yapısı, ümmet bilincini zayıflattı. Milliyetçilik, mezhepçilik, siyasî hizipleşmeler bu şuuru parçaladı.

Bediüzzaman bu noktada özetle şunu söyler:

> Ben cemaatin şahs-ı manevîsini, ferdî velâyetlere tercih ederim.

Bu ifade ümmetin, bireysel kurtuluştan daha büyük bir değer taşıdığını ve şahs-ı manevî ile hareket etmenin zaruretini anlatır.

Bugün ümmetin yeniden dirilişi, ilimde, ahlâkta, teknolojide, sanatta ve fikirde birliktelik ile mümkündür. Ümmet olmak sadece birlikte ağlamak değil, birlikte inşa etmek demektir.

Sonuç: Ümmet Olmak Bir Sorumluluk, Bir Şuur, Bir Aşk’tır

Ümmet şuuru; hissî değil, ilmîdir. Hamâsî değil, aklîdir. Geçmişte kalmış bir miras değil, geleceği kuracak olan imanî ve manevî bir enerjidir. Kur’ân bunu öğretti. Peygamberimiz bunu yaşattı. Risale-i Nur ise bu şuuru çağımıza tercüme etti.

Bugün ümmet olmak; Gazze’de ağlayan bir çocuğun gözyaşını kendi yüreğimizde hissetmek, Doğu Türkistan’daki bir bacının feryadını kendi annemizin sesi bilmek, Somali’deki bir lokma ekmeği kendi rızkımız gibi paylaşmaktır.

Çünkü ümmet, bir bedendir. Bu bedenin bir parçası kanarsa, tüm vücut titreşir. Ve ümmet bir ruhtur; bu ruh ölmeyecek, çünkü bu ruh Kur’ân’dan doğmuştur.

Makale Özeti

Bu makalede Kur’ân-ı Kerîm, Hadîs-i Şerifler ve Risale-i Nur ışığında “ümmet” kavramı incelenmiştir. Ümmetin Kur’ân’da bir şahitlik ve adalet topluluğu olarak tanımlandığı, hadislerde ise şefkat ve birlik duygusuyla tasvir edildiği gösterilmiştir. Risale-i Nur’da ise ümmet şuuru iman kardeşliğinin zirvesi olarak ele alınmıştır. Ümmet sadece dinî değil, fikrî, ilmî, sosyal ve evrensel bir sorumluluğu da ihtiva eder. Bugünkü dağınıklığın panzehiri, ümmet bilincinin yeniden ihyasıdır.

 




İSLAM BİLGİ ARŞİVİ | Gerçek Bilgiye Yolculuk Burada Başlar!

🎬 İSLAM BİLGİ ARŞİVİ | Gerçek Bilgiye Yolculuk Burada Başlar!

📚 Kur’an, Hadis, Risale-i Nur, İslam tarihi ve güncel meseleler üzerine 4.000’den fazla video!
🔍 Hakikat arayanlar, manevî derinlik isteyenler için eşsiz bir kaynak!
🎙️ Mehmet Özçelik’in anlatımıyla hikmetli dersler, belgesel tarzı içerikler, tematik sohbetler ve özel analizler…

💡 İslamî ilimlerle donanmak, geçmişin hikmetini bugüne taşımak ve istikbale sağlam adımlar atmak istiyorsan;
👇 Şimdi kanala göz at!

📌 YouTube: www.youtube.com/Mehmetözçelik
🕌 Bir tıkla manevî bir yolculuğa çık!
❤️ Abone ol, paylaş, istifade et!

*******

> 🎙️ “Hakikati arayanlar buraya!”

📚 İslam Bilgi Arşivi — Kur’an’dan Risale-i Nur’a, İslam tarihinden güncel meselelere binlerce video…

💡 Derinlemesine tefekkür, sağlam kaynaklar ve özgün anlatımlar…

📍 Şimdi YouTube’da: www.youtube.com/Mehmetözçelik

Abone ol, manevî yolculuğa katıl!

📱 2. Sosyal Medya Reklam Metni (Instagram, Twitter, Facebook için)

> 📣 DİNLE, DÜŞÜN, DERİNLEŞ!

🎧 Binlerce video, tek bir kaynakta:
İSLAM BİLGİ ARŞİVİ — YouTube Kanalı

🔹 Risale-i Nur Dersleri
🔹 Kur’an ve Hadis Yorumları
🔹 Güncel meselelerin İslamî yorumu
🔹 Belgesel tarzı anlatımlar ve daha fazlası…

🌐 YouTube: youtube.com/Mehmetözçelik

❤️ Abone ol, paylaş, manevî istifade büyüsün!

📰 3. Web Sitesi ya da E-posta Bülteni için Tanıtım Yazısı

> İSLAM BİLGİ ARŞİVİ YouTube kanalımız, 4.000’i aşkın video ile İslamî ilimlerin dijital belleği olma yolunda ilerliyor.

Kur’an-ı Kerim’in derinliklerinden, Risale-i Nur’un hikmetli derslerine; tasavvuftan güncel olaylara İslamî bakışa kadar çok yönlü içerikler sunuyoruz.

Eğer siz de tefekkür dolu, kaynaklı ve bilinçli içerikler arıyorsanız, sizi kanalımıza bekliyoruz.

🔗 Kanal Linki: www.youtube.com/Mehmetözçelik

Abone olun, hakikate giden bu yolda siz de yerinizi alın.

********

İslam Bilgi Arşivi YouTube Kanalı:

Hakikate Yolculuğunuz Başlıyor!
Değerli dostlar, manevi derinliklere yolculuk yapmak, Tefsir, Risale-i Nur, Bilimsel çalışmalar, Teknoloji ve Program konularında güvenilir ve doyurucu bilgilere ulaşmak ister misiniz? O zaman doğru yerdesiniz!
İslam Bilgi Arşivi YouTube kanalı, günümüz dünyasında bilgiye olan ihtiyacı en doğru ve anlaşılır şekilde karşılamak amacıyla kuruldu. Kanalımızda, Kutsal Kitabımız Kur’an-ı Kerim’in derinliklerini anlamanıza yardımcı olacak tefsir dersleri bulacaksınız. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin eşsiz eseri Risale-i Nur Külliyatı’ndan günümüz meselelerine ışık tutan enfes dersler ile imanınızı tazeleyecek, akıl ve kalbinizi birlikte besleyeceksiniz.
Ayrıca, modern bilimin ışığında İslam’ın evrensel mesajını ele alan bilimsel çalışmalar, teknolojik gelişmelerin ışığında din ve dünya dengesini anlamaya yönelik teknoloji ve program odaklı içeriklerimizle kendinizi güncel tutacaksınız.
Kanalımızın ardındaki isimlerden biri olan @Mehmetözçelik ve www.tesbitler.com adresindeki değerli çalışmalar, kanalımızın sağlam bilgi temellerini oluşturuyor.
İslam Bilgi Arşivi, sadece bilgi aktaran bir kanal değil, aynı zamanda düşündüren, sorgulatan ve ilham veren bir platformdur. Amacımız, sahih bilgiyle zihinleri aydınlatmak ve İslam’ın güzelliklerini her yönüyle sizlere sunmaktır.
Unutmayın, hakikat arayışınızda yalnız değilsiniz. İslam Bilgi Arşivi ile her an yeni bir keşfe çıkmaya hazır olun!
Kanalımıza abone olmak ve bu değerli içeriklerden anında haberdar olmak için hemen www.youtube.com/Mehmetözçelik adresini ziyaret edin! Zil ikonuna tıklayarak bildirimleri açmayı da unutmayın!
Gelin, bilgi ve hikmet yolculuğunda birlikte ilerleyelim.

*********

 




Kuyu Derin, İp Namertten: Gazze’de Tarih Tekerrür Ediyor

Kuyu Derin, İp Namertten: Gazze’de Tarih Tekerrür Ediyor

“Zulüm ile abad olanın akıbeti berbat olur.” Bu kelam, yüzyıllardır insanlığın vicdanına kazınan bir hakikattir. Ancak tarih boyunca nice güç, bu hakikatin üstünü silahlarla, bombalarla, propaganda ile örtmeye kalktı. Bugün bu örtülerin altından kan, çığlık ve yıkım sızıyor. Adı: Gazze.

📜 Bir Coğrafyanın Kaderi mi, Bir Vicdanın İflası mı?

Filistin’in kaderi, sadece siyasal değil, aynı zamanda bir ahlak sınavıdır. Yeryüzünün en kadim topraklarından biri, insanlık tarihinin en uzun acılarından birine tanıklık ediyor. Gazze, artık sadece bir şehir değil; mazlumun ahı, çocuğun gözyaşı, annenin yıkılan hayali, babanın toprağa gömülen sabrıdır.

Son 24 saatte 139 kişi katledildi. Kadınlar, çocuklar, siviller… İsrail’in “güvenlik” bahanesiyle yürüttüğü saldırılar, askeri bir hedefi değil; bir halkın direncini, hafızasını ve geleceğini yok etmeyi hedefliyor.

💣 Binalar Değil, Bilinçler Yıkılıyor

Gazze’de evler yıkılıyor, ama asıl yıkılan, dünya kamuoyunun sessizliğidir. İsrail, Refah’ta toplama kamplarına benzeyen yeni alanlar inşa ediyor. Bu, sadece bir etnik temizlik değil, aynı zamanda insanlık tarihinin karanlık dehlizlerinden hortlayan bir zihniyetin yeniden vücut bulmasıdır.

Her bir bomba, bir ilkokul çantasını paramparça ediyor. Her roket, bir annenin duasını yarım bırakıyor. Ve her suskunluk, zalimin sırtını sıvazlıyor.

🗽 Terörün Finansörü Kim?

Tel Aviv merkezli Haaretz gazetesine göre İsrail, yürüttüğü soykırımın yüzde 70’ini ABD fonlarıyla gerçekleştiriyor. 3.8 milyar dolarlık yıllık yardımın ötesinde, özel destekler, silah yardımları ve diplomatik kalkanlar ile İsrail adeta uluslararası bir suç makinesi hâline getiriliyor.

Bu yardım, yalnızca askeri değil; susturulmuş vicdanların fonlanmasıdır. ABD’nin yardımları, bir çocuğun gözünden süzülen son umudu da hedef alıyor.

⚖️ Hukuk Nerede? Vicdan Kiminle?

İsrail’in her saldırısı, uluslararası hukukun cesedine bir tekme daha atmaktır. Savaş suçları, insan hakları ihlalleri, hedef gözetmeden yapılan bombalamalar… Ancak ne Lahey var, ne BM… Sadece susturulan istatistikler ve dramatik sayılar: 57 bini aşkın şehit, yüz binlerce yaralı, milyonlarca parçalanmış hayat.

Peki sormazlar mı: “Gazze neden hep ölüyor, dünya neden hep susuyor?”

🧠 Akıl, İlim ve Mantık Bu Zulmü Nasıl Okur?

Bu , salt bir siyasi krizin sonucu değil. Modern çağın çürümüş ideolojilerinin, ırkçılığın ve sömürge zihniyetinin yeni bir tezahürüdür. Teknoloji ve silah gücünün, ahlak ve hakikat duygusundan koparılması, insanlığı barbarlıktan farksız kılıyor.

Bir yanda uydu destekli akıllı bombalar, diğer yanda terlikle direnen onurlu halk… İşte adaletsizliğin karikatürü bu.

İsrail’in “yüksek teknolojili” ordusuna karşı, bir annenin duası, bir çocuğun tebessümü ve bir gencin sarsılmaz inancıyla direnen Filistin… Tarih boyunca nice Firavunlar geldi geçti, ama Musa’nın asası her seferinde denizi ikiye yardı.

🕯️ Gazze: Tüm Çağların Aynası

Gazze, Batı’nın ikiyüzlülüğünü, Doğu’nun dağınıklığını, İslam dünyasının parçalanmışlığını ve insanlığın vicdan krizini bir aynaya yansıtır gibi gösteriyor. Ama aynı zamanda imanla direnişin, ümitle sabrın ve çaresizlikteki asaletin de adıdır.

Kimi zaman bir çocuk taşıyla, kimi zaman bir annenin gözyaşıyla, kimi zaman da bir gencin şehadetiyle yazılan bir destandır Gazze.

> “Namerdin ipiyle kuyuya inilmez.”

Amerika’nın ipiyle kurulan barıştan, zalimden medet umarak kurulan masa başı ateşkesten adalet çıkmaz.

🔍 Makale Özeti

İsrail’in Gazze’ye yönelik son saldırıları, sadece askeri değil, ahlaki, tarihî ve vicdanî bir krizi de ortaya koymaktadır. 24 saat içinde 139 sivilin hayatını kaybettiği bu vahşet, Batı’nın ikiyüzlülüğü, ABD’nin finansal desteği ve İslam dünyasının sessizliğiyle daha da derinleşmektedir. Gazze’deki yıkım, aynı zamanda küresel vicdanın çöküşünü temsil ederken; Filistin halkının direnci, insanlığın kalan onurunu temsil ediyor. Bu yazı, Gazze’nin yalnız bir coğrafya değil, evrensel bir sınav alanı olduğunu ortaya koymaktadır.

 




Gerçek Hürriyetin Hududu: Şeriatsız Özgürlük, Sefihliktir

Gerçek Hürriyetin Hududu: Şeriatsız Özgürlük, Sefihliktir

“Şeriat dairesinden hariç olan hürriyet, ya başka kalıpta istibdad veya esaret-i nefs veya vahşet-i hayvaniyedir. Böyle lâubaliler iyi bilsinler ki; diyanetsizlikle, sefahetle sahib-i vicdan hiçbir ecnebiye kendilerini sevdiremezler, benzettiremezler. Zîra mesleksiz ve sefih sevilmez…Ve erkeğe karı libası yakışmaz. ”
Âsâr-ı Bediiye

“Şeriatsız hürriyet, ya nefsin esareti, ya da vahşetin şeklidir.”

Özgürlük… Modern çağın en çok telaffuz edilen, en fazla istismar edilen kavramlarından biri. Fakat çoğu zaman bu kavram, sınırdan soyutlanmış, sorumluluktan arındırılmış ve mahiyetinden koparılmış bir şekilde kullanılıyor. Bediüzzaman Said Nursî’nin yukarıdaki ifadeleri, bu meselenin özüne dokunan sert fakat hakiki bir uyarıdır:

“Şeriat dairesinden hariç olan hürriyet ya istibdattır, ya esarettir, ya da hayvani bir serbestliktir.”

Bu yazı, “özgürlük” kavramının fıtrî, aklî ve dinî sınırlarını; tarihî ve ilmî zeminleriyle birlikte açıklamayı hedeflemektedir.

  1. Şeriat Dairesi: Hürriyetin Ruhuyla Sınırları Arasındaki Hikmetli Denge

Şeriat, sadece emir ve yasaklar bütünü değil; insan fıtratına uygun bir yaşam nizamıdır. Sınırsız hürriyet arayışı, insanı özgürleştirmek yerine çoğu zaman nefsin, hevânın ve hevesin kölesi haline getirir.

Akıl, kendini sınırlamazsa delilik doğar.

Nefis, sınır tanımazsa zulüm başlar.

Toplum, kanunsuz kalırsa anarşi kaçınılmaz olur.

Dolayısıyla şeriat; insanın hem nefsine, hem çevresine, hem de yaratana karşı sorumluluklarını düzenleyen hakiki özgürlüğün mihveridir. Onun dışında kalan özgürlük; disiplinsiz bir başıboşluk veya maskelenmiş bir istibdattır.

  1. Sefahatin Maskesi: Batılılaşma Uğruna Kökten Kopma

Bediüzzaman’ın “diyanetsizlikle, sefahetle sahib-i vicdan hiçbir ecnebiye kendilerini sevdiremezler” cümlesi, taklitçilik psikolojisinin iç yüzünü ifşa eder.

Modernleşme adı altında:

Dini terk etmek,

Ahlâkı çözmek,

Kimliği sulandırmak,

Öz değerleri hor görmek,

asla gerçek saygı kazandırmaz. Bilakis, kimliğinden utananı kimse ciddiye almaz.

Tarih boyunca Batı’nın takdir ettiği Doğulu şahsiyetler, öz benliğine sadık kalanlar olmuştur. Sefihleşenler değil. Batı’nın gözüne gireceğim diye dinden, ahlâktan, izzetten taviz verenler; sonunda ne Batılı olabildiler, ne de kendi kaldılar.

  1. Mesleksizlik: Fikirsizlik ve Ruhsuzluğun Modern Maskesi

“Mesleksiz ve sefih sevilmez” cümlesi, çağın insanını tarif ediyor adeta. Bir fikri, bir davası, bir yönü, bir ahlâkı olmayan; sadece nefsinin istekleriyle var olan insan tipi: Modern boşluk insanı.

Savunduğu bir değer yok,

Sahip çıktığı bir hakikat yok,

Uğruna yaşadığı bir mefkure yok…

Bu tip insan, ne kendine faydalıdır ne de topluma. Çünkü şahsiyet ancak değerlerle, meslekle (yani bir dünya görüşüyle) inşa edilir.

  1. “Erkeğe karı libası yakışmaz”: Kimlik ve Fıtratın Bozulması

Bu ifade, Bediüzzaman’ın mecazî bir diliyle, kimliksizlik ve fıtrî yapının bozulması tehlikesine dikkat çekmesidir. Modern kültür, “özgürlük” adına cinsiyetsizleşmeyi, şahsiyetsizleşmeyi ve aidiyetsizleşmeyi bir ideal gibi sunuyor.

Ancak bu tür bir yapı:

Bireyde şahsiyet çöküntüsüne,

Toplumda yapısal bozulmaya,

Ailede çözülmeye yol açıyor.

Bediüzzaman burada özlü şekilde şunu söylüyor: Kendin ol. Özgürlük, başkası olmaya çalışmak değil; hakikatinle yüzleşip onu yaşamakla mümkündür.

  1. Gerçek Özgürlük: Sorumlulukla Gelen Haysiyetli Hürriyet

Özgürlük; ilkesizliği değil, bilinçli tercihi gerektirir. Gerçek hür insan:

Aklıyla karar verir,

Nefsini sınırlar,

Başkasına zarar vermez,

Yaratanına karşı sorumluluğunu bilir.

Şeriat dairesindeki hürriyet, işte bu sorumluluğu taşır. O, Allah’a kul olmanın izzetini yaşarken, kula kul olmamanın özgürlüğünü kazandırır.

Sonuç: Hürriyetin Şekli Değil, Mahiyeti Önemlidir

Hürriyet, sloganlarla değil, şuurla yaşanır.
Sınır tanımayan bir özgürlük, insanı özgürleştirmez; aksine nefsin tutsağı haline getirir.
Dinsizlikle, ahlâksızlıkla, kimliksizlikle elde edilen hiçbir özgürlük; insanın özünü tatmin etmez.

Bediüzzaman’ın bu net ifadeleri, bugün de aynı şiddetle geçerlidir:
Gerçek özgürlük, ancak hakikatin sınırları içinde mümkündür. Ve bu sınır, en yüksek formunu şeriatta bulur.

Özet:

Bu makale, Bediüzzaman Said Nursî’nin hürriyet ve şeriat ilişkisine dair sözlerini merkeze alarak; özgürlüğün ne olduğu, ne olmadığı ve hangi sınırlar içinde değerli olduğu konularını fıtrî, aklî ve ilmî bakış açısıyla değerlendirmiştir. Şeriat dışı hürriyet, ya nefsin esareti ya da toplumun anarşisiyle sonuçlanır. Dinsizlik, sefahet ve taklit, kimlik kaybına ve itibarsızlığa yol açar. Gerçek özgürlük ise sorumlulukla gelen, şahsiyetli bir tercihtir.

 




Bir Milletin İstikbaline Atılan Sessiz Darbe: Eğitimde Dil ve İhmalin Bedeli

Bir Milletin İstikbaline Atılan Sessiz Darbe: Eğitimde Dil ve İhmalin Bedeli

“Şu cihan-ı medeniyette ve şu asr-ı terakki ve müsabakatta sair ihvan gibi yekâheng-i terakki olmak için, himmet-i hükûmetle Kürdistanın kasaba ve kurasında mekatib te’sis ve inşa’ buyrulmuş olduğu ayn-ı şükranla meşhûd ise de, bundan yalnız lisan-ı Türkîye âşina etfal istifade ediyor. 

   – Lisana âşina olmayan evlâd-ı Ekrad yalnız medaris-i ilmiyeyi mâden-i kemâlat bilmeleri ve mekatib muallimlerinin lisan-ı mahalliye adem-i vukufiyetleri cihetiyle maariften mahrum kalmaktadır. Bu ise; vahşeti, keşmekeşi, dolayısıyla garbın şematetini davet ediyor. 

   – Hem de ahalinin vahşet ve taklid, hâl-i ibtidaisinde kalmaları cihetiyle evham ve şükûkun te’siratına hedef oluyor. 

   – Eskiden beri herbir vecihle Ekradın madûnunda bulunanlar, bu gün onların hâl-ı tevakkufta kalmalarından istifade ediliyor. Bu ise ehl-i hamiyyeti düşündürüyor. Ve bu üç nokta Kürtler için müstakbelde bir darbe-i müthişe hazırlıyor gibi ehl-i bâsîreti dağdar etmiştir. ”
Âsâr-ı Bediiye

“Cehalet, sadece bir eksiklik değil; bazen bir milletin geleceğini zehirleyen en sinsi tuzaktır.”

Bir milletin yükselişi, onun ilim ve irfanla kurduğu bağ kadar sağlamdır. Bediüzzaman Said Nursî’nin yukarıdaki ifadeleri, Kürt toplumu özelinde, ama bütün ümmeti ilgilendiren bir sosyal gerçeği dile getirir: Eğitimin, kültürel kimliği dikkate almadan uygulanması; cehaleti, keşmekeşi ve geri kalmışlığı besleyen bir tuzaktır.

Bu yazı; dil, eğitim, kültür ve medeniyet arasındaki derin ilişkiyi; tarihî, sosyolojik, ilmî ve hikmetli yönleriyle ele alacak; ihmallerin nelere mal olduğunu, çözüm yollarıyla birlikte ortaya koyacaktır.

  1. Eğitimde Tek Lisan Dayatması: Fırsat mı, Engel mi?

Bediüzzaman, bu pasajında şikayetini açıkça dile getirir: Hükûmet, eğitim yatırımı yapıyor ama yalnızca lisan-ı Türkî bilen çocuklar bundan istifade edebiliyor. Oysa Kürt çocukları, yerel dillerini anlayamayan öğretmenlerle karşılaştıklarında, o bilgiye ulaşamıyorlar.

Sonuç:

Eğitim yabancılaşıyor.

Öğrenci öğrenemiyor.

Cahil kalıyor.

Cehalet de yeni sorunların kaynağı oluyor.

Bu durum sadece bireysel kayıp değil, bir milletin potansiyelinin heba olması demektir.

Eğitimin asıl hedefi, bireyi dönüştürmek ve toplumu ileriye taşımaktır. Ama bu hedef, öğrenciyle dili, kültürü ve kalbi arasında bağ kurulmadan başarılamaz.

  1. Maariften Mahrumiyetin Faturası: Vahşet, Keşmekeş ve Garbın Şemâteti

Bediüzzaman’ın kullandığı “vahşet” ve “keşmekeş” kelimeleri yalnız bir dağlık coğrafyayı değil; içtimâî dağınıklığı, ahlâkî çözülmeyi ve kültürel dağınıklığı da ifade eder. Eğitimden mahrum kalan bir toplum:

Kendi kimliğini koruyamaz,

Batının kınayıcı bakışına hedef olur,

Modernleşme yarışında geri kalır,

Cehaletle şekillenen hurafelerin kurbanı olur.

Buradaki “Garbın şemâteti” vurgusu oldukça çarpıcıdır: Batı, geri kalan Müslüman toplumlara sadece acımıyor, onlarla alay ediyor. Bu da, İslâm ümmetinin izzetine ağır bir darbedir.

  1. Taklit ve Evhamla Yoğrulmuş Bir Toplum: İbtilâya Açık Hedef

Maariften uzak kalan toplumlar, fikrî ve ahlâkî gelişme sağlayamadıkları için:

Taklitçiliğe meyleder,

Evham ve şüphelere açık hale gelir,

Bâtıl ideolojilere kolayca kanar.

Eğitim, bir toplumun bağışıklık sistemi gibidir. Onu zayıf bırakırsanız, dış müdahalelere açık hale gelir. Bugün hâlâ bazı bölgelerde yaygın olan dış tesirler, ideolojik dağınıklıklar, “bizden olmayanın bizim üzerimizdeki etkisi”, tam da bu boşluğun sonucudur.

  1. Tevakkufta Kalan Kürt Halkı ve İstismar Gerçeği

Bediüzzaman, çok hassas bir noktaya daha temas eder: Eskiden her yönden Kürtlerin altında kalan unsurlar, bugün onların yerinde saymasından istifade etmektedir.

Bu; içten içe büyüyen bir sosyal eşitsizlik demektir. Eğitimle desteklenmeyen topluluklar, sadece geri kalmaz; aynı zamanda başka grupların rekabeti karşısında yenik ve mahkûm hale gelir.

Bu ise, bir bakıma sessiz bir sosyal soykırımdır: Fiziksel değil ama zihinsel, kültürel ve ekonomik olarak eritme ve dışlama anlamına gelir.

  1. Çözüm: Mekatibin Dili Değil, Ruhudur Mühim Olan

Çözüm, tek tipleştirmede değil, çoğulculukta;
asimilasyonda değil, aidiyetle eğitimde gizlidir.

Eğitim sistemi, bir milletin farklı unsurlarını birlik içinde geliştirecek esneklikte olmalıdır. Mahalli lisanlar, öğretimin aracı haline getirilebilir. Bu, sadece bir kolaylık değil; aynı zamanda bir saygı ve aidiyet inşasıdır.

Bugün dünyada birçok gelişmiş ülke, çok dilli eğitim politikalarını uygulamakta; bu sayede hem etnik bütünlüğü korumakta, hem de eğitimin verimliliğini artırmaktadır.

Sonuç: Maariften Mahrum Bırakmak, Bir Milleti Sıfırlamaktır

Eğitim, bir milletin istikbalinin temelidir. Lisan ve kültür gözetilmeden yapılan eğitim politikaları, yalnız verimsiz olmakla kalmaz; aynı zamanda bir toplum mühendisliği aracı haline gelir. Bu da milletin parçalanmasına, değerlerin erozyonuna ve istismarların çoğalmasına yol açar.

Bediüzzaman’ın uyarısı, bugüne de ışık tutar: Eğer Kürt toplumu (ve genel olarak geri bırakılmış halklar) eğitimle bütünleştirilmezse; cehalet, dış etkilere açık hale getirir. Ve bu, sadece o toplumun değil; ümmetin tamamının kaybı olur.

Özet:

Bu makale, Bediüzzaman Said Nursî’nin Kürt halkı özelinde yaptığı bir eğitim eleştirisini esas alarak, dil, kültür ve eğitim ilişkisini tarihî, ilmî ve sosyolojik yönleriyle değerlendirmiştir. Eğitim, yerel kültür ve dil gözetilmeden yapıldığında cehalet doğar; cehalet de vahşeti, keşmekeşi ve istismarı beraberinde getirir. Bu durumdan yalnızca Kürtler değil, ümmetin tamamı zarar görür. Çözüm; farklılıkları yok etmek değil, onları ilimle birleştiren adil bir eğitim modelidir.

 




Kartal Ruhlu Tavuklar: Özgürlüğün ve Hakikatin Peşinde

Kartal Ruhlu Tavuklar: Özgürlüğün ve Hakikatin Peşinde

“Sen, sen ol. Başkası olma. Başkası gibi de olma.”
Bu asil çağrı, varoluşumuzun en temel ilkesini fısıldar bize. Her birimiz, kendi özel fıtratımızla, potansiyelimizle dünyaya gelmiş, eşsiz birer varlığız. Ancak ne yazık ki, tarih boyunca ve günümüzde, bu özgünlüğü boğan, bireyleri ve toplumları kendi hakikatlerinden uzaklaştıran güçlü rüzgarlar esmiştir. Tıpkı o kartal yavrusunun, tavuklar arasında yaşarken kendi doğasını unutması gibi, bazen milletler de kendi asil kimliklerini ve potansiyellerini unutup, kendilerine dayatılan “tavukluk” rolüne bürünürler.
Tıpkı kartal yavrusu, tavuklar tarafından “büyük bir tavuğun yumurtası” zannedilir, büyüdükçe de “ilginç gagalı tuhaf bir tavuk” olarak kabul edilir. Ona öğretilen, bir tavuğun yapması gerekenlerdir: böcek yemek, arpa-buğday toplamak, tehlikelere karşı “tavuk gibi” savunmak.
Oysa gökyüzünde süzülen kartalı gördüğünde hissettiği hayranlık ve “Keşke ben de uçabilseydim!” özlemi, onun içindeki asil kartal ruhunun bir çığlığıdır. Ne yazık ki, çevresindeki tavukların, özellikle de “babası, dedesi, amcası”nın dahi bu hayali gerçekleştirememiş olması, ona kendi potansiyelinin inkarını dayatır. Sonunda, bir kartal olarak doğan bu asil canlı, bir tavuk gibi yaşayıp, bir tavuk gibi defnedilir.

Bu hikaye, Etienne de La Boétie’nin “Gönüllü Kulluk” eserindeki o çarpıcı tesbitiyle örtüşür: “Eğer iki kuşak köleleştirilirse, bundan sonra gelen kuşak özgürlüğü hiç tanımadığı, görüp bilmediği için pişmanlık duymadan hizmet eder ve ondan öncekilerin zorla yaptıklarını seve seve yerine getirir.”
Toplumlar da nesiller boyu dayatılan yanılgılara inandıklarında, kendi özgürlüklerini ve potansiyellerini unutabilirler.

Bu kartal, bir milletin sahip olması gereken asli gücün, bağımsızlığın ve özgürlüğün sembolüdür. Ancak bu gücü ortaya koyabilmek için öncelikle kendi kimliğini tanımak, kendini bilmek gerekir.

***********

Kur’an-ı Kerim’den En’am Sûresi 135. ayet, “Dünya hayatı bitince, kimin kazançlı çıkacağını öğreneceksiniz,” diyerek tüm bu dünya telaşının, manipülasyonların ve mücadelelerin asıl sonucunun ahirette belli olacağını hatırlatır. Bu, hakikat arayışımızın ve doğru yolda kalma çabamızın nihai mükafatının Allah katında olduğunu anlatır.

*********

Mesnevi-i Nuriye’den: “Evet kırık bir tahta parçası üzerindeki fakir ve kalbi kırık bir masumun duası hürmetine, denizin fırtınası, şiddeti, hiddeti inmeye başlar. Demek dualara cevap veren Zât, bütün mahlukata hâkimdir. Öyle ise, bütün mahlukata dahi Hâlıktır.” diyerek, en zayıf görünenin dahi dua ile büyük güçleri yenebileceğine, ilahi kudretin her şeye hakim olduğuna işaret eder.

Bu, kartal ruhlu tavukların dahi, kendi fıtratlarına dönmeleri için bir umut kapısıdır. Zira gerçek güç, ne bedeni heybetle ne de zahiri baskılarla değil, kalpteki iman ve duanın gücüyle tecelli eder.

Bir milletin, kendi ” maddi manevi mikroplarını” temizleyip yola devam edebilmesi için, öncelikle kendi içindeki “kartal ruhunu” keşfetmesi, kendi özüne dönmesi, tarihi ve manevi köklerinden güç alması elzemdir.

Bu, “Başkası olma. Başkası gibi de olma” düsturuna sıkı sıkıya bağlı kalarak, kendi özel değerleriyle yükselmesi, iç ve dış düşmanların manipülasyonlarına karşı uyanık olmasıyla mümkündür.

Zira dünya hayatı bir imtihan meydanıdır ve kimin kazançlı çıkacağı, ancak bu yolda gösterilen sağlam duruş, hakikate bağlılık ve ilahi kudrete olan tevekkülle belli olacaktır.

Makale Özeti
Bu makale, Kartal ruhlu bir yavrunun tavuklar arasında yaşarken kendi potansiyelini unutması hikayesiyle, bir milletin kendi özel kimliğini ve gücünü kaybetme tehlikesini işlemektedir.

Makale, tüm bu dünyevi mücadelelerin ötesinde, ilahi adaletin ve duanın gücüne işaret ederek, bir milletin kendi özüne dönerek ve hakikate bağlı kalarak gerçek özgürlüğüne kavuşabileceği mesajını verir.

Temel vurgu, “Sen, sen ol. Başkası olma. Başkası gibi de olma” ilkesi etrafında şekillenen kendi özüne bağlı, bağımsızlık ve manevi diriliş arayışıdır.

 




Peygamberimizin Hayatı Özeti

Peygamberimizin Hayatı Özeti**

**Fil Vakası**: Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) doğmadan yaklaşık 50 gün önce, Habeş Meliki Ebrehe, Kâbe’yi yıkmak için Mekke’ye gelir. Abdulmuttalib, develerini geri almak için Ebrehe’ye gider ve Kâbe’nin Allah tarafından korunacağını söyler. Kur’an’da anlatılan Ebabil kuşlarının taş yağmuruyla Ebrehe’nin ordusu yok edilir.

**Doğumu**: Hz. Muhammed (s.a.v.), 571 yılında, Rebiülevvel ayının 12. gecesi, Mekke’de doğar. Annesi Amine, hamilelikte olağanüstü haller yaşar; doğumda nur, kuşlar ve melekler gibi mucizeler görülür. Dedesi Abdulmuttalib, ona “Muhammed” adını koyar. Doğumunda sünnetli ve göbeği kesilmiş olarak dünyaya gelir, sırtında nübüvvet mührü bulunur. Yahudi bir bilgin, onun son peygamber olduğunu tasdik eder.

**Çocukluğu ve Gençliği**: Babasını doğumundan önce, annesini 6, dedesini 8 yaşında kaybeder. Amcası Ebu Talib’in yanında büyür. 12 yaşında Şam’a giderken Rahip Bahira, onun peygamberlik alametlerini fark eder ve amcasına onu korumasını öğütler. Süt annesi Halime’ye verilir, 4 yıl onun yanında kalır.

**Doğumundaki Mucizeler**: Doğumunda Sava Gölü’nün kuruması, Kisra’nın sarayının burçlarının yıkılması, putların devrilmesi gibi olaylar, onun peygamberliğinin habercisidir.

**Nesebi**: Hz. Muhammed’in (s.a.v.) soyu, Adnan üzerinden Hz. İsmail ve Hz. İbrahim’e uzanır. Soyunda zina bulunmaz, hep nikâhla devam eder.

**Anne ve Babası**: Babası Hz. Abdullah ve annesi Hz. Amine, soylu ve faziletli kişilerdir. Hz. Abdullah’ın alnındaki nur, Hz. Amine ile evliliğinden sonra kaybolur. Bazı âlimlere göre ikisi de iman etmiş, ehl-i necat’tır.

**Evliliği**: 25 yaşında, 40 yaşındaki dul Hz. Hatice ile evlenir. Hz. Hatice hayattayken başka eş almaz. Toplam 11 hanımla evlenir; 4 kızı (Zeynep, Rukiyye, Ümmü Gülsüm, Fatıma) ve 3 oğlu (Abdullah, İbrahim, Kasım) olur. Çok evliliğinin hikmetleri; İslam’ın yayılması, kadınların korunması ve sünnetin öğretilmesidir.

**Peygamberliği**: 610 yılında, 40 yaşında Hira Mağarası’nda ilk vahiy gelir. Hz. Hatice ve Varaka bin Nevfel, onun peygamberliğini tasdik eder. 23 yılda Kur’an tamamlanır, en büyük mucizesi Kur’an’dır.

**Diğer Semavi Kitaplarda**: Tevrat ve İncil’de Hz. Muhammed’in (s.a.v.) geleceğine dair işaretler bulunur. Hz. İsa, “Ahmed” adıyla bir peygamberi müjdeler. Barnaba İncili, onun peygamberliğini açıkça belirtir.

**Şahsiyeti ve Ahlakı**: Hz. Muhammed (s.a.v.), kainatın yaratılış vesilesi, en üstün ahlaka sahip, Kur’an ahlakıyla ahlaklanmış bir zattır. İsmet sıfatıyla günahlardan korunmuştur. Güzelliği, hem siret hem suret açısından eşsizdir.

**Mekke Dönemi**: Mekke’de 12 yıl süren zorluklara, eziyetlere sabreder. İman tohumlarını eker, müşriklerin baskılarına rağmen tebliğe devam eder.

**Hicret**: 622’de Mekke’den Medine’ye hicret eder. Hicret; sabır, mücadele, kardeşlik ve İslam devletinin kuruluşunun başlangıcıdır. Medine’de İslam toplumu şekillenir, tebliğ evrenselleşir.

**Medine Dönemi**: 622-632 yılları arasında Medine’de İslam’ı yerleştirir. Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarında müşriklere karşı mücadele eder. Bedir’de zafer, Uhud’da mağlubiyet, Hendek’te stratejik başarı kazanılır. Krallara mektuplar göndererek İslam’ı tebliğ eder.

**Vefatı**: 632 yılında, Rebiülevvel ayının 12’sinde, Pazartesi günü vefat eder. Son anlarında Kelime-i Tevhid ile ruhunu teslim eder. Vefatında ümmeti büyük bir hüzne boğulur, ancak bıraktığı Kur’an ve sünnetle yolları aydınlanır. Bazı rivayetlere göre, Hayber’de yediği zehirli etin etkisiyle şehid olmuştur.

**Sonuç**: Hz. Muhammed (s.a.v.), insanlığı karanlıktan aydınlığa çıkaran, ahlakı, mucizeleri ve tebliğiyle kainatın en büyük rehberidir. Hicret, savaşlar ve tebliğleriyle İslam’ı evrensel bir din haline getirmiştir.

https://tesbitler.com/2015/01/03/peygamberimizin-hayati/

 




KÜRDLER VE İSLÂMİYET

KÜRDLER VE İSLÂMİYET  

   “… Bu hususda en ziyade söz söylemek salâhiyyetine haiz bulunan ve Kürdlerin salâbet-i diniye, necabet-i ırkiye ve celâdet-i İslâmiyesini bihakkın temsil eden ve “Dar-ül Hikmet’il İslâmiye” azasından Kürd eşraf ve mütehayyızanından bulunan fazıl-ı şehîr Bediüzzaman Said-i Kürdî Efendi Hazretleri buyuruyorlar ki: 

   Boğos Nubar ile Şerif Paşa arasında akdedilen mukaveleye en müskit ve beliğ cevap, vilayat-ı şarkiyede Kürd aşairi rüesası tarafından çekilen telgraflardır. Kürdler camia-i İslâmiyeden ayrılmaya asla tahammül edemezler. Bunun aksini iddia edenler, mutlaka makasıd-ı mahsusa tahtında hareket eden ve kürdlük namına söz söylemeye selahiyettar olmayan beş on kişiden ibarettir. 

   Kürdler, İslâmiyet nam ve şerefini i’la için beşyüzbin (500.000) kişi feda etmişler ve makam-ı hilafete olan sadakatlerini, îsar ettikleri kan ile bir kat daha te’yid eylemişlerdir. 

   Ma’hud muhtıranın esbab-ı tanzimine gelince: Ermeniler Vilayât-ı Şarkiye’de ekall-i kalil derecesinde bulundukları için; asla bir ekseriyet teminine.. ve ne kemiyyeten, ne de keyfiyyeten Şarkî Anadolu’da iddia-yı temellüke muvaffak olamayacaklarını son zamanlarda anladılar.. Maksadlarına Kürdler namına hareket ettiğini iddia eden Şerif Paşayı alet etmeyi müsait ve muvafık buldular. Bu suretle Kürd ve Ermeni davası ortada kalmayacak ve Şarkî Anadoludaki iftirak âmâli mevki-i fiile çıkmış olacaktı. 

   İşte, bu gaye ile o ma’hud beyanname müştereken imzalandı ve konferansa takdim olundu. Ermeniler’in maksadı Kürdleri aldatmaktan başka bir şey olamaz. Çünkü ileride Kürdlerin kemiyyeten hal-i ekseriyette bulunduklarını inkâr edemeseler bile, keyfiyyeten, yani ilmen, irfanen kendilerinden dûn oldukları bahanesiyle, Kürdleri bir millet-i tabi’a haline getirecekleri muhakkaktır. Buna ise, aklı başında olan hiçbir Kürd taraftar değillerdir. Zaten Kürdler bu beyannameye yalnız sözle değil, bilfiil muhalif olduklarını isbat ediyorlar. Kürdlük davası pek mânâsız bir iddiadır.. Çünkü herşeyden evvel Müslümandırlar.. Hem de salabet-i diniyeyi taassub derecesine isal eden hakiki müslümanlardan.. Binaenaleyh, Ermenilerle aynı ırktan bulunup bulunmadıkları meselesi, onları bir dakika bile işgal etmez. 

اَ ْلاِسْلَامُ جَبَّ الْعَصَبِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةَ

   İslâm, uhuvvet-i İslâmiyeye münafi olan kavmiyyet davasını men’ eder. 

   Esasen bu, tarihe ait bir şeydir.. Kürdlerin asıl ve nesepleri ne olursa olsun, İslâmdan iftiraka vicdan-ı millîleri asla müsaid değildir. Bununla beraber, Kürdlerin Arap kavm-i necibi ile ırken alâkadar bulunduğu hakâik-i tarihiyedendir.

   İslamiyyet, herhangi bir ırkın diğer bir unsur-u İslâm aleyhine olarak menfî surette intibah hasıl etmesini kabul edemez. Binaenaleyh, Kürdleri Müslümanlıktan ayırmak isteyenler, esasat-ı İslâmiyeye muhalif hareket ediyorlar. Fakat bunlar da kimlerdir? Bir iki kulüpte toplanan beş on kişiden ibaret!.. Hakiki Kürdler kimseyi kendilerine vekil-i müdafi’ olarak kabul etmiyorlar. Onların vekili ve Kürdlük namına söz söyleyecek ancak Meclis-i Mebusan-ı Osmaniye’deki mebûslar olabilir. 

   Kürdistan’a verilecek muhtariyetten bahsediliyor… Kürdler, ecnebî himayesinde bir muhtariyeti kabul etmektense, ölümü tercih ediyorlar. Eğer Kürdlerin serbestî-i inkişafını düşünmek lazım gelirse; bunu Boğus Nubar ile Şerif Paşa değil, Devlet-i Âliyye düşünür. Hülâsa: Kürdler bu hususta kimsenin tavassut ve müdahalesine muhtaç değildirler. Seyyid Abdülkadir Efendinin beyanat-ı malumesine gelince; bu hususta şimdilik bir şey söyleyemem. Bununla beraber, bu beyanatın tahrif edilip edilmediğini bilemiyorum.” -Bediüzzaman-
Âsâr-ı Bediiye

KÜRDLER VE İSLÂMİYET: BİR MİLLETİN KADERİNDE DİNİN İZİ

  1. Giriş: Kürdlük Davası mı, İslâmiyet Davası mı?

Tarih sahnesinde birçok kavim, iz bırakmıştır. Lakin bazı kavimler vardır ki, onların varoluş gayesi sadece etnik bir aidiyetle sınırlı kalmamış; inançla, dava ile, şuurla şekillenmiştir. Kürd milleti, bu anlamda sadece bir etnik kimlik değil, İslâmiyet’in yüksek ahlâkını ve celâdetini taşımış bir “iman cephesi” olarak tarih boyunca temâyüz etmiştir. Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle, Kürdler, İslâmiyet’in celâdetini, necabetini ve salabetini bihakkın temsil eden bir millettir.

  1. Siyasî Hileler ve Tarihî Aldatmacalar: Şerif Paşa Meselesi

Birinci Dünya Savaşı sonrasında Kürdleri temsilen sahneye çıkarılan bazı şahıslar –ki bunların başında Şerif Paşa gelir– Ermeni taleplerine Kürd adını alet ederek, gayr-i meşru siyasi planlara ortak olmaya çalışmışlardır. Halbuki:

Ne bu şahıslar Kürd milletinin gerçek temsilcisidir.

Ne de iddia ettikleri fikirler Kürd halkının kalbinden neşet etmiştir.

Bediüzzaman bu meseleyi açık ve keskin bir ifadeyle ortaya koyar:

> “Kürdler camia-i İslâmiyeden ayrılmaya asla tahammül edemezler.”

Kürd milleti, dinî sadakatini hilâfete kan dökerek göstermiştir. Beşyüz bin şehitle tescillenmiş bu sadakat, siyasî masa oyunlarına kurban edilemeyecek kadar büyük bir mirastır.

  1. Kavmiyetçilik ve İslâm: İkisi Birlikte Yürür mü?

İslâmiyet, kavmiyet taassubunu kaldırmış, kardeşlik esasına dayalı bir ümmet bilinci tesis etmiştir. Bu çerçevede:

Kürdler, ırkçılığı değil İslâm kardeşliğini seçmiştir.

“اَلاِسْلَامُ جَبَّ الْعَصَبِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةَ – İslâm, cahiliyet taassubunu kesip atmıştır.” hakikatiyle amel etmişlerdir.

Kavmî iddialar, İslâm’ın üst şemsiyesi altında anlam kazanabilir. Aksi hâlde bir ırkın üstünlüğü iddiası, İslâm’ın ruhuna zıttır.

  1. Ermeni Oyunu: Kemiyette Az, Keyfiyette İddialı

Bediüzzaman’ın tarihî analizine göre:

Ermeniler, Doğu Anadolu’da azınlık olmalarına rağmen, dış güçlerin desteğiyle bu coğrafyada hâkimiyet kurma hayali taşımışlardır.

Bu maksada ulaşmak için Kürdleri bir araç olarak kullanmak istemişlerdir.

Ancak şu gerçek hiç değişmemiştir:

> Kürd halkı ne kemiyette ne de keyfiyette Ermenilerin tahakkümüne boyun eğmemiştir.

Çünkü Kürdler, kendi kaderlerini yabancı iradelere teslim edecek bir iradesizlik içinde hiçbir zaman olmamışlardır.

  1. Kürdlük Davası: İfadesi Var, İddiası Yok

Kürd meselesi, eğer bir dava olacaksa, bu:

İslâmî bir zemin üzerinde yükselmeli,

Hak ve adalet ekseninde olmalı,

Asla Batı’nın himayesi veya vesayetiyle değil, İslâm birliği içinde anlam kazanmalıdır.

Bediüzzaman’ın şu cümlesi bu noktada veciz bir özet gibidir:

> “Kürdlük davası pek mânâsız bir iddiadır. Çünkü her şeyden evvel Müslümandırlar.”

  1. Muhtariyet Bahsi: Hürriyet mi, Himaye mi?

O dönemde bazı Batılı planlarda Kürdistan’a sözde muhtariyet teklif edilmiştir. Ancak bu muhtariyet, bir bağımsızlık değil; Batı vesayeti altına sokulmuş bir kültürel esaret projesidir.

Kürd halkının buna cevabı nettir:

> “Kürdlük namına ecnebî himayesini kabul etmektense, ölümü tercih ederiz.”

Bu ifade, bir milletin izzetini, iradesini ve imanını aynı cümlede toplamaktadır.

SONUÇ: İslâmiyet Kürdlerin Ruhudur, Damarıdır, İstikametidir

Kürd halkı tarih boyunca İslâmiyet’le yoğrulmuş, hamurunda tevhid, harcında Kur’an olan bir millettir. Onların millî şuuru, dinî şuurlarıyla iç içedir. Onlar yalnızca Kürd oldukları için değil, İslâmiyet’e sadakatleriyle yücelmişlerdir.

Bediüzzaman’ın bu güçlü ve berrak ifadeleri, sadece bir siyasî beyanda bulunmak değil; bir milletin manevî kimliğini ve tarihî vakarını muhafaza etme sorumluluğunun ifadesidir.

ÖZET

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin “Kürdler ve İslâmiyet” başlıklı beyanı temel alınarak; Kürdlerin İslâm’a olan sadakati, siyasî istismarlara karşı duruşları, Ermeni oyunu karşısındaki şuur ve basiretleri, kavmiyetçilik karşısındaki İslâmî tavırları tarihî, hikmetli ve ilmî bir bakışla ele alınmıştır. Netice olarak Kürdler, kavmî iddiaların ötesinde İslâm davasının birer neferi olmuş, tarih boyunca bu davanın celâdet ve sadakatle temsilcisi olmuşlardır.

www.tesbitler.com

 




Türkler, bizim aklımız… Biz de onların kuvveti.

Türkler, bizim aklımız… Biz de onların kuvveti.

“Türkler, bizim aklımız… Biz de onların kuvveti… Mecmuumuz bir iyi insan oluruz. Hodserane yapmayacağız. Bu azmimizle başka unsurlara ders-i ibret vereceğiz. İyi evlad böyle olur. Hem de istibdad zamanında bir batman itaât etmişsek, şimdi on batman itaât ve ittihad lâzımdır. Zîrâ, şimdi sırf menfaâtı göreceğiz. Çünkü hükûmet-i meşruta, hakikî hükûmet-i meşruâdır. 

  Elhasıl:  

   İttifakta kuvvet var. İttihadda hayat var. Uhuvvette saadet var. İtaât-ı hükûmette selâmet var. Hablül metin-i ittihada, ve şerît-i muhabbete sarılmak zarurîdir.”
Âsâr-ı Bediiye

İttifakın İzi, Selâmetin Yolu: Aklın ve Kuvvetin El Ele Verdiği Medeniyet
“İttifakta kuvvet, uhuvvette saadet, itaâtte selâmet vardır.”

Her milletin tarihinde kırılma anları vardır. Bu anlar, ya bir dağılmanın ya da yeniden dirilişin işaret fişeğidir. Bediüzzaman Said Nursî’nin yukarıdaki ifadeleri, Osmanlı sonrası çözülme döneminde, ümmetin en temel ihtiyacını özetler: İttifak, uhuvvet, ittihad ve meşru itaât.

Bu makale, bu kadim çağrının hem tarihî hem hikmetli boyutlarını ele alırken; akıl ile kuvvetin, millet ile devletin, birey ile ümmetin nasıl sağlam bağlarla birbirine kenetlenebileceğini izah etmeyi amaçlamaktadır.

  1. “Türkler bizim aklımız, biz de onların kuvvetiyiz.” – Akıl ve Kuvvetin İttifakı

Bu söz, sadece iki unsurun övgüsü değil; bir medeniyet inşasının formülüdür. Akıl ve kuvvetin ayrılığı, güçsüzlük doğurur.

Akıl, yönsüz kuvveti ifsada sürükler.

Kuvvetten yoksun akıl ise zayıf kalır, etkisizleşir.

Burada “biz” diye kast edilenler şüphesiz ümmetin farklı unsurlarıdır: Türk, Arap, Kürt, Acem, Laz, Çerkez… Her biri, İslâm bedeninin ayrı bir uzvu gibidir. Bu uzuvlar uyum içinde çalıştığında ümmet yaşar; ayrıldığında beden hastalanır.

Bediüzzaman’ın bu cümlesi, ırkçılığı reddederken; İslâmî temelli, fonksiyonel bir birlik anlayışını ortaya koyar.

  1. İttifak: Parçalanmış Zihinlere Karşı Diriltici Ruh

“İttifakta kuvvet var” ifadesi, Kur’anî bir hakikatin sosyal yansımasıdır. “Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, ayrılığa düşmeyin.” (Âl-i İmrân, 103) ayeti, bu hakikatin temelidir.

Fikirde birlik, üretkenliği artırır.

Gayede birlik, çatışmayı önler.

Eylemde birlik, sonucu bereketlendirir.

Toplumun yapay ayrılıklarla bölünmesi, düşmanın işini kolaylaştırır. Oysa tarih, birlik olduğumuzda nasıl çağlar açtığımızın; ayrıldığımızda nasıl haritadan silindiğimizin şahididir.

  1. Meşru İtaât: Zulme Değil, Düzenin Devamına Destek

Bediüzzaman’ın “on batman itaât” vurgusu, istibdat devriyle hürriyet devrini kıyaslayan bir şuur inşasıdır.

İstibdatta itaât, korkudan doğar;

Meşrû hükûmette itaât, akıldan, menfaattan ve düzen kaygısından doğar.

İtaât burada körü körüne boyun eğmek değil; düzeni korumak, anarşiyi önlemek, toplumsal barışı muhafaza etmektir. Bir toplumda her fert “ben ne istersem yaparım” derse, orada sadece kargaşa hâkim olur.

Meşru yönetime itaât, bir sadakat değil; bir hikmetli tercihtir.

  1. Uhuvvet ve Muhabbet: Toplumsal Bütünlüğün Kalbî Çimentosu

İttifakın aklî zemini olduğu gibi, uhuvvetin de kalbî temeli vardır. Bediüzzaman’ın “hablül metin-i ittihada, ve şerît-i muhabbete sarılmak zarurîdir” ifadesi; sevginin, kardeşliğin, gönül birliğinin ittifakı tamamlayan yönüne işaret eder.

Uhuvvet olmadan birlik yapay kalır.

Muhabbet olmadan dayanışma sürmez.

Gönül bağları koparsa, hukuk bağları da çözülür.

İttihad yalnızca zihinlerde değil; gönüllerde de inşa edilmelidir. Herkes kendi kardeşini dışlayınca, ümmet zayıflar. Herkes kendi menfaatini öne alınca, millet dağılır.

  1. Başka Unsurlara “Ders-i İbret” Olmak: Medeniyet Davasının Evrensel Yüzü

Said Nursî’nin bu çağrısı sadece içeriye değil, dışarıyadır da. Bu birlik ve düzen örneği, başka milletlere bir ahlak dersi, bir siyaset dersi, bir medeniyet numunesi olmalıdır.

Bir millet, kendi içinde kavga ederken dışarıya örnek olamaz. Lakin bir millet, kendi aklıyla kuvvetini, fikriyle imanını, ruhuyla sistemini birleştirirse; o zaman rehber millet olur. Tıpkı Selçuklu ve Osmanlı gibi…

Sonuç: Hakiki Kuvvet, Gerçek Selâmet

Bediüzzaman’ın metninde geçen tüm unsurlar (ittihad, sa’y, muhabbet, itaât), bugünün sosyal ve siyasal krizlerinin panzehiri gibidir.

Aklın rehberliğinde,

İmanın heyecanıyla,

İttihadın birliğiyle,

Meşru düzenin selâmetiyle…

Toplum yeniden ayağa kalkabilir. Bu sadece siyasî bir reçete değil; Kur’anî ve ilmî bir yol haritasıdır. Çünkü selâmet, sadece kanunla değil; kalp ve aklın birlikte çalışmasıyla mümkündür.

Özet:

Bu makalede Bediüzzaman Said Nursî’nin “ittifakta kuvvet, uhuvvette saadet, itaâtte selâmet” prensipleri; tarihî, ilmî ve hikmetli bir perspektifle ele alınmıştır. Akıl ile kuvvetin birleşmesi; farklı unsurların bir ümmet şuuru içinde birleşmesi, yalnızca millî bir kalkınmanın değil, ümmetin ve insanlığın dirilişinin de anahtarıdır. Meşru yönetime akıllı itaât, toplumsal düzenin sigortasıdır. Uhuvvet ve muhabbet ise bu birliğin ruhudur. Bu esaslara sarılan bir toplum, içeride huzur, dışarıda örnek olur.

 




15 Temmuz Bir Hain Darbe Girişiminin Arka Planı

15 Temmuz Bir Hain Darbe Girişiminin Arka Planı

-Yahudi Solomon fıkrasında; Bir gün vatikanda kardinaller ayinden çıkıp meydana doğru yürüyorlarmış. Bir tarafta hristyanım diyen bir dilenci diğer tarafta ise yahudiyim, yardım edin diyen dilenci varmış. Kardinallerden biri yahudinin yanına ilişip;
-Bak, arkadaşın ne güzel para kazanıyor, kimse sana para vermiyor, gel sen de hristiyan ol demiş. Yahudi diğer dilenciye seslenmiş;

-Hey solomon şu adama bak bana ticaret anlatıyor.!!!

İki yüzlü oyun!?
Fetövari…

15 Temmuz 2016’da Türkiye’nin yaşadığı menfur darbe girişimi, derinlemesine analiz edildiğinde, yıllardır sinsice örülen bir ihanet ağının ürünü olduğu anlaşılmaktadır.

Bu süreçte döşenen taşlar, sadece bir darbe girişiminin değil, aynı zamanda ülke içindeki ve dışındaki güç odaklarının kirli oyunlarının da bir yansımasıdır.

FETÖ’nün Yükselişi ve Kilit İsimler

FETÖ’nün bu denli güçlenmesinde ve günümüze gelmesinde iki önemli ismin etkisi büyüktür: CHP Genel Sekreteri ve Milletvekili Kasım Gülek ile Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Yaşar Tunagür. Kasım Gülek, Fethullah Gülen’i Masonlarla tanıştıran kişi olarak öne çıkarken, Yaşar Tunagür ise Gülen’e sahip çıkarak onun örgütlenmesine zemin hazırlamıştır. Özellikle Kasım Gülek’in vefatında Gülen’in cenaze namazını kıldırması ve Amerika’ya gidişinde CIA ajanı Graham Fuller’ın aracılığıyla kalma izni alması, dış güçlerle olan bağlarını açıkça göstermektedir. Gülen’in İzmir’i seçmesi ise Sabataistlerin yoğunlukta olduğu bir bölge olması açısından dikkat çekicidir. Ayrıca, MİT Müsteşarı Fuat Doğu ve Vehbi Koç gibi önemli isimlerin Gülen ile 1971’de toplantı yapması, örgütün kuruluşundan itibaren devlet içindeki derin ilişkilerine işaret etmektedir.

Sessiz Kalışın Bedeli ve Örgütün Kirli Yüzü

Yıllarca FETÖ’ye karşı ferdi zararlar içe atılmış, gıybet ve iftiradan korkularak ses çıkarılmamıştır.
Benim 1993 yılında yaşadığım hadis öğretim görevliliği sınavındaki haksızlıklar
https://tesbitler.com/2019/09/06/15-temmuz-yolunda-dosenen-taslar/ )
ve polislerin alımındaki suiistimaller, liyakat yerine yandaşlığın tercih edilmesinin vahim sonuçları gözler önüne serilmektedir.

Eski Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Emin Arslan’ın “Himmet paraları FETÖ’ye yetmez. FETÖ, PKK’yla birlikte uyuşturucu ticareti yaptı ve kara para akladı” açıklaması, örgütün sadece dini bir yapılanma olmadığını, aynı zamanda kirli ticari ilişkilerle de beslendiğini göstermektedir.

Kadir Mısıroğlu’nun 1971’de Fethullah Gülen için “Bu içimize konulmuş bir ajandır” demesi, Gülen’in gerçek yüzünün çok önceden bilindiğini ancak göz ardı edildiğini ortaya koymaktadır.

Makyavelist ve Hain Bir Yapı

FETÖ’nün temel özelliklerinin başında makyavelist yani hedefe ulaşmak için her yolu mübah gören bir yapıya sahip olması gelmektedir. Menfaatçı, yararcı ve çıkarcı olması, örgütün samimiyetten uzak, hesap ve plan üzerine kurulduğunu göstermektedir.

Hasan Sabbah ve Haşhaşilerle yapılan benzetmeler, bu yapının ne denli tehlikeli ve İslam dünyasını değiştirmeyi amaçlayan bir ihanet şebekesi olduğunu gösterir.

Bu yapının altı ibadet, ortası ticaret, üstü ise ihanet üzerinedir. 25 yıl Azerbaycan’da idareci olarak kalan birinin hiç Cuma namazına gitmemesi, örgütün dini kisve altında nasıl münafıkça davrandığının çarpıcı bir örneğidir. Ayrıca Gülen’in, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı İran yanlısı olmakla eleştirirken kendisinin en büyük İran hayranı ve takiyye yapan biri olması, ikiyüzlülüğünü gözler önüne sermektedir.

Devletin Acziyeti ve Dış Destekler

Devletin dine cephe alma tavrı, merdiven altı akımların ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. FETÖ’nün Milli Eğitim’deki başarısı, aslında devletin Milli Eğitim’deki başarısızlığının bir sonucudur.

Örgütün İmam Hatiplerin orta kısımlarını kapattırma teklifinde bulunması, Türk solu dergisi çıkarması, Alevi dernekleri kurması ve Cami ile cemevini bir arada yapmaya çalışması, kirli bir planın parçasıdır. Kur’an-ı Kerim’i camide yere fırlatması ise görülmemiş bir vahşet örneğidir.

Bir İngiliz ajanının üst düzey bir askere “Aslında Gülen bizim kontrolümüzdeydi, şu an ABD’nin kontrolündedir” demesi, FETÖ’nün dış istihbarat servisleriyle olan derin bağlarını ortaya koymaktadır.

Pakistan’daki “Topal Molla” ve Irak’taki “Kesnizani Tarikatı” örnekleri, FETÖ benzeri yapılanmaların İslam coğrafyasında nasıl kullanıldığını ve ülkeleri iç savaşa sürüklediğini göstermektedir. Bu örgütler, dini lider kisvesi altında halkı kandırarak kaos oluşturmuş ve ülkeleri dış güçlerin kontrolüne teslim etmişlerdir.

15 Temmuz Gecesi ve Direnişin Destanı

15 Temmuz darbe girişimi, Binbaşı O.K.’nin MİT’e önceden haber vermesiyle darbenin erkene alınması ve Ömer Halisdemir’in Özel Kuvvetler Komutanı Semih Terzi’yi öldürmesiyle akamete uğramıştır.

WhatsApp yazışmalarında ortaya çıkan vahşet tablosu, darbecilerin masum insanlara, polislere ve devlete nasıl acımasızca saldırmaya hazırlandığını gözler önüne sermektedir. “Ateş serbest”, “10-15 kişi pert”, “Çengelköy’de direnen 4 kişiyi vurduk” gibi ifadeler, FETÖ’cü zihniyetin ne denli cani olduğunu göstermektedir.

Camilerin yayınlarının kesilmesinin istenmesi ise örgütün dini sembollere dahi tahammül edemediğini ortaya koymaktadır.

15 Temmuz gecesi 251 şehit ve 2703 gazi ile Türkiye, bu hayasızca akına karşı göğsünü siper etmiştir. 8561 asker, 35 uçak, 37 helikopter, 74 tank ve 4000 hafif silah kullanılarak gerçekleştirilen bu kanlı darbe girişiminde, milletin tozlansa ve kirlense de mayasındaki temizlik ve asalet kendisini göstermiştir.

Çanakkale’de 256 bin şehide karşı, 15 Temmuz’da 251 şehit verilmesi, bu milletin zor zamanlarda nasıl kenetlendiğinin en bariz isbatıdır.

Köprüye yakın bir meyhanede bulunan on kişinin darbeye karşı koymak için paralarını ödemeden gitmeleri ve üç gün içinde geri dönüp borçlarını ödemeleri, hatta bir hırsızın “Hırsızsam hain değilim ya!” diyerek darbecilere karşı mücadele etmesi ve şehit düşmesi, milletin vatan sevgisinin ne denli güçlü olduğunu isbatlanmıştır.

Dış Güçlerin Rolü ve Geleceğe Yönelik Dersler

Ahmet Akgündüz’ün Meclis tutanaklarındaki beyanatına göre, Beyaz Saray danışmanının “Biz bu darbeyle, başarısız olmakla partnerlerimizi kaybettik” demesi ve Hollandalı siyasetçi Wilders’ın darbenin başarısızlığına üzüldüğünü belirtmesi, uluslararası alandaki destekçilerin varlığını açıkça ortaya koymaktadır.

PKK’nın saldırılarını durdurması, DEAŞ’lı ve PKK’lıların Türkiye’ye giriş yapmaya hazırlandığı bilgisi ve İngiltere’nin Kıbrıs’ta 50 bin askerle beklemesi, 15 Temmuz’un uluslararası bir komplo olduğunu doğrulamaktadır.

FETÖ’nün “Haçlının ülkenizi işgal etmesi tehlikeli değildir; çünkü sizin ve onların arasında kırmızı çizgiler vardır. Bir kere onlar, sizin kadınlarınıza kızlarınıza ilişmezler, mâbedinize ilişmezler” sözü, örgütün Haçlılara olan hayranlığını ve ihanetini en çıplak haliyle ortaya koymaktadır. Bu söz bile, Gülen’in ne mal olduğunu anlamak için fazlasıyla yeterlidir.

Sonuç olarak, 15 Temmuz darbe girişimi, sadece FETÖ’nün değil, aynı zamanda dış güçlerin de Türkiye üzerindeki emellerinin bir göstergesidir. Bu tarihi ve ibretli olaydan çıkarılacak en önemli ders, devletin liyakat esasını göz ardı etmemesi, milletin uyanık olması ve içimizdeki münafıklara karşı daima teyakkuzda bulunmasıdır.

Yozgat türküsündeki gibi: “Boğazında Hakik Var / Ne Çok Kalbi Yıkık Var / Şimdiye Kavuşurduk / Arada Münafık Var.” Bu sözler, yaşadığımız tecrübelerin bir özeti niteliğindedir.

MEHMET ÖZÇELİK
13/07/2025
www.tesbitler.com

 




Üç Elmas Kılıç: Bir Milletin Bekasını Temin Eden Üç Kudretli Prensip

Üç Elmas Kılıç: Bir Milletin Bekasını Temin Eden Üç Kudretli Prensip

“Şimdi bize üç elmas kılıç lâzımdır. Tâ ki, üç cevherimizi muhafaza ve üç düşmanımızı da mahvetsin. 

   Birincisi 

   İttihad-ı millî… 

   İkincisi 

   Sa’yı insanî… 

   Üçüncüsü 

   Muhabbet-i millidir kî; bu ittihadla o kuvve-i cesimeyi hükümetin eline vermekle harice sarfettiğinden; kendimizi müstehakk-ı adalet; ve ona bedel hükümetten adâlet ve müterakim hukukumuzu isteyeceğiz. Altıyüz seneden beri bayrak-ı tevhidi umum âleme karşı i’la eden, ve istibdada şiddet-i itaât; ve terk-i âdât-ı milliye ile ihtiyarlanan bizim şanlı Türk pederlerimize kuvvet ve cesaretimizi peşkeş ve hediye edelim.”
Âsâr-ı Bediiye

“İttihad, sa’y ve muhabbet; milletin ruhu, bedenin kuvveti ve kalbin nurudur.”

Tarih sahnesine yön veren milletlerin ayakta kalma sırları, yalnızca toprak büyüklüğünde veya askerî kudrette aranmaz. Gerçek kudret, milletin iç dinamiklerinde, manevî bağlarında ve ortak hedeflerinde gizlidir.

Bediüzzaman Said Nursî’nin yukarıdaki ifadesi, millet-i İslâmiyenin ve hususan Türk milletinin karşılaştığı tarihî kriz anlarında sahip olması gereken üç temel prensibi “üç elmas kılıç” metaforuyla veciz bir biçimde ortaya koyar:

  1. İttihad-ı millî (millî birlik),
  2. Sa’y-ı insanî (çalışkanlık ve gayret),
  3. Muhabbet-i millî (millete sevgi ve aidiyet hissi).

Bu makalede bu üç kudretli silahın ne anlam taşıdığı, nasıl kaybedildiği ve yeniden nasıl kuşanılması gerektiği; tarihî, sosyolojik, hikmetli ve ilmî bir bakışla ele alınacaktır.

  1. İttihad-ı Millî: Birlik, Birliğin Bereketi

İttihad, yalnızca siyasi birlik değil; kalplerin, fikirlerin, hedeflerin birleşmesidir. Bir toplumun parçalanması düşmanlar için en büyük fırsattır. Bediüzzaman’ın “üç düşmanımız” ifadesi; cehalet, zaruret ve ihtilaftır.

İhtilaf, milletin damarlarını koparır. Aynı kıbleye dönen, aynı ezanı duyan insanların mezhep, meşrep veya siyasî farklılıklarla birbirine düşmesi, milletin dirliğini yok eder.

İttihad, farklılık içinde vahdeti tesis etmek; düşman karşısında yekvücut durabilmektir. Tarihte ne zaman ittihad bozulmuşsa, ümmet dağılıp zillete düşmüştür. Hilafet sonrası yaşanan parçalanma bunun çarpıcı örneğidir.

  1. Sa’y-ı İnsanî: Tembelliğe Karşı İlmin, Emeğin ve Alın Terinin Kılıcı

İkinci elmas kılıç “sa’y” yani çalışma, üretme, gayret etmedir. Bediüzzaman burada ferdî değil, millî bir gayretten söz eder. Üretmeden tüketen, öğrenmeden konuşan, çalışmadan isteyen bir toplum, hakka değil lütfa muhtaç hale gelir.

Kur’an’da “İnsan için ancak çalıştığı vardır” (Necm, 53/39) buyurulur. Allah’ın sünnetinde, çalışmadan rızık yoktur. Batı, çalıştı, ilimle yürüdü ve fenle kuvvet buldu. Biz ise birçok dönem çalışmayı terk edip çalışmadan netice bekledik.
Dua bir ibadettir; fakat onu da
sebepleri işletmeden yaptık, meyvesini alamadık.

Bugün yeniden kalkınmak için ilme dayalı, alın teriyle yoğrulmuş bir gayret seferberliği gereklidir.

  1. Muhabbet-i Millî: Nefretin Yerine Şefkat, Ayrılığın Yerine Aidiyet

Muhabbet, kalbin bağ kurmasıdır. Millî muhabbet, yalnız kuru milliyetçilik değil; milletin değerlerine, tarihine, kültürüne, insanına ve mukaddesatına derin bir sevgiyle sahip çıkmaktır.

Bu sevgi; ötekileştirici değil, birleştirici olmalıdır. Bediüzzaman burada millî muhabbeti, milliyetçi taassubun ötesinde, ümmet ve millet şuuruyla yoğrulmuş hakiki bir bağlılık olarak ifade eder.

Millî muhabbet, aynı zamanda milletin şanlı mazisine karşı bir vefa borcudur. Altı yüz yıl bayraktarlık yapmış bir milletin torunları, geçmişin mirasını heder edemez. Atalarının İ’la-yı Kelimetullah uğruna döktüğü ter ve kan, bir neslin sefahat uğruna feda edeceği bir hatıra değildir.

Sonuç: Üç Kılıcı Kuşanmak, Üç Felaketi Savmak

Bu üç kılıç, yalnız savunma değil; aynı zamanda inşa vasıtasıdır.

İttihad; ayrılığı, bölünmeyi bertaraf eder.

Sa’y; tembelliği, sefaleti yener.

Muhabbet; nefreti, çözülmeyi durdurur.

Bu üç esas, milletin hem iç direncini hem de dış düşmanlara karşı mukavemetini artırır. Devlet, bu üç temel üzerine yükselir. Toplum, bu üç ruhla ayakta durur. Nesiller, bu üç mayayla istikbale yürür.

Özet:

Bediüzzaman Said Nursî’nin “üç elmas kılıç” metaforu; bir milletin bekasını sağlayacak üç temel değeri ifade eder: Millî birlik (ittihad), çalışkanlık (sa’y) ve millî sevgi (muhabbet). Bu esaslar kaybedildiğinde toplumda dağınıklık, tembellik ve nefret hâkim olur; düşman galip gelir. Ancak bu üç manevi kılıcı yeniden kuşanmak, ümmeti diriltmek ve geleceği inşa etmek için elzemdir. Bu yol hem tarihî bir hakikatin, hem de ilmî ve aklî bir zaruretin ifadesidir.