KİLİT AÇILDI – DÜĞÜM ÇÖZÜLDÜ: Yeniden Dirilişin Şafağı

KİLİT AÇILDI – DÜĞÜM ÇÖZÜLDÜ: Yeniden Dirilişin Şafağı

Tarihin kadim dehlizlerinde yankılanan bir ses, Anadolu topraklarında bir kez daha yankı buluyor: “KİLİT AÇILDI – DÜĞÜM ÇÖZÜLDÜ.” Bu sözler, sadece kuru bir siyasi açıklama değil; bin yıllık kardeşliğin, acıların ve umutların yoğrulduğu bu coğrafyanın derinliklerinden yükselen bir feryat, bir davettir. Kadim ruhun, Malazgirt’ten Kudüs’e, İstiklal Harbi’nden bugüne uzanan kutlu yolculuğunda yeni bir sayfa açıldığı müjdesidir.

Tarihin Tekerrürü ve Diriliş Ruhu:
Başkan Recep Tayyip Erdoğan’ın Kızılcahamam kampında dile getirdiği gibi, “Tarih tekerrür ediyor. Türk ile Kürt aralarında engel olmaksızın tekrar muhabbetle kucaklaşıyor.” Bu ifade, sadece bir temenni değil, aynı zamanda tarihi bir hakikatin yeniden idrak edilişidir.
Malazgirt’te omuz omuza fethedilen Anadolu, Çanakkale’de birlikte savunulan vatan, İstiklal Harbi’nde kanla yoğrulan bağımsızlık… Bu toprakların her karışı, Türk’ün, Kürt’ün, Arap’ın, Alevi’nin, Sünni’nin kardeşlik destanlarıyla yazılmıştır. Ne zaman ki bu muhabbet zinciri kırılmış, ne zaman ki harici ve dahili fitneler araya girmiş, o zaman mağlubiyetler yaşanmış, Kudüs gibi nice İslam beldeleri elden çıkmıştır. Bugün, bu kadim ruhun yeniden uyanışı, “büyük ve güçlü Türkiye’nin şafağı”nın söküşüdür. Bu, bir medeniyetin yeniden diriliş sancısı, küllerinden doğuş mücadelesidir.

Terörün Acı Yüzü ve Devletin Sorumluluğu:

1984’ten bu yana süregelen terör belası, bu aziz milletin sırtına ağır bir yük olarak binmiş, “2 trilyon doları bulan bir fatura” bırakmakla kalmamış, “huzuruna, birliğine, bütünlüğüne, kardeşliğine çok ağır hasarlar vermiştir.” Başkan Erdoğan’ın açıkça ifade ettiği gibi, “Bunda devletin yanlış uygulamalarının da payı vardı.” Bu itiraf, geçmişle yüzleşme ve geleceğe daha sağlam adımlarla yürüme iradesini gösterir. Zira hikmet, hatalardan ders çıkarabilmekte, ibret ise yaşanan acılardan doğru sonuçlara ulaşabilmektedir. Terör, sadece silahla savaşan bir yapı değil, aynı zamanda bir ekosistem, bir rant kapısı oluşturmuştur. Bu karanlık yapıdan nemalananların, “terör karşıtı gibi görünenlerin” dahi varlığı, bu mücadelenin ne denli çetin olduğunu gözler önüne serer. Ancak “rant kapıları kapanıyor,” çünkü “ellerindeki oyuncağı kaybediyorlar.” Bu, bir temizlenme, bir arınma sürecidir.

Kardeşlik Hukuku ve Ortak Gelecek:
“Türkiye Cumhuriyeti hepimizin ortak yuvası, çatısıdır. 86 milyon biriz, beraberiz, ezelden ebediyete kadar kardeşiz.” Bu sözler, bu toprakların asıl kilidini açan anahtardır. Irk, mezhep, etnisite fark etmeksizin herkesin “devlet karşısında birinci sınıf vatandaş” olduğu bilinci, barışın ve huzurun temelini oluşturur. Savunma sanayisindeki ilerlemeler, FETÖ gibi yapıların temizlenmesi gibi adımlar, devletin bekası için atılan önemli adımlardır. Ancak asıl ve en büyük adım, milletin gönlünde yeşeren kardeşlik tohumlarını yeniden filizlendirmektir. “Silahlarla değil, şiddetle değil, kavga için değil; muhabbet için, kardeşlik için terör engelini kaldırarak yüz yüze, gönül gönüle konuşacağız.” Bu diyalog daveti, Kürt kardeşine uzanan bir el, Alevi kardeşine yönelen bir sestir. Zira ancak konuşarak, anlaşarak, birbirimizi anlayarak düğümler çözülür, kapalı kapılar açılır.

Türk Kimliği ve İslam Medeniyeti:

Başkan Erdoğan’ın “Türk deyince Müslüman, Müslüman deyince Türk akla gelir” tesbiti, tarihi bir gerçeği vurgular. Talas Savaşı’nın ardından İslam’la şereflenen Türk milleti, bu medeniyetin sancaktarlığını yapmış, Anadolu’dan Balkanlar’a, Ortadoğu’dan Afrika’ya kadar İslam’ın nurunu taşımıştır. Bu kimlik, sadece bir etnisiteyi değil, aynı zamanda bir medeniyet anlayışını, bir dünya görüşünü ifade eder. “Bir olunca kılıçlarımızın, tekbirlerimizin önünde hiç kimse duramadı.” Bu, sadece askeri bir başarı değil, aynı zamanda manevi bir gücün, birlik ve beraberlik ruhunun tezahürüdür. Bu nedenle, terörle mücadelenin sadece fiziki değil, aynı zamanda kültürel ve manevi bir yönü de vardır. Milletin bu kadim bağlarını yeniden güçlendirmek, her türlü fitnenin üstesinden gelmenin yegane yoludur.

Şehitlerin Emaneti ve Şükran Duygusu:
Bu kutlu mücadelenin en ağır bedelini ödeyenler, şehitlerimiz ve gazilerimizdir. “Şehit anaları, şehit babaları, ellerinizi öpüyorum” sözleri, milletin onlara olan minnet ve şükran borcunun en samimi ifadesidir. “Türkiye’yi buraya şehitlerimiz, gazilerimiz taşıdı. Onların hatırasını asla çiğnetmeyeceğiz.” Bu, sadece bir anma değil, aynı zamanda bir vefa borcu ve gelecek nesillere aktarılacak bir emanettir. Sürece destek olanlara, özellikle Irak Kürt Bölgesel Yönetimine yapılan teşekkür, bölgesel işbirliğinin ve barışın önemini anlatıyor.

Sonuç:

“Kilit Açıldı – Düğüm Çözüldü” ilanı, Türkiye’nin zorlu bir eşikten geçtiği, yeni bir başlangıcın arefesinde olduğu anlamına gelir. Bu, sadece terörün sonu değil, aynı zamanda milli birliğin ve kardeşliğin yeniden inşasıdır. Bu süreç, hikmetle, ibretle, edebiyatın ve tarihin ışığında okunmalı, her vatandaşın üzerine düşen sorumluluk idrak edilmelidir. Büyük Türkiye’nin şafağı, ancak bu bilinçle tam manasıyla ağaracak, bu topraklar yeniden barışın, muhabbetin ve adaletin kalesi olacaktır.

Makale Özeti:

Bu makale, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın açıklamaları ekseninde “Kilit Açıldı – Düğüm Çözüldü” metaforu üzerinden Türkiye’nin terörle mücadelesinde ulaştığı yeni aşamayı ele almaktadır. Tarih açısından Malazgirt’ten bugüne uzanan Türk-Kürt kardeşliğine atıf yapılırken, terörün ülkeye verdiği maddi ve manevi zararlar ile devletin geçmişteki yanlış uygulamalarındaki payı ibretle anılmıştır.
Makale, terörün bir rant kapısı haline geldiğini ve bu durumun sona ermesiyle ilgili çıkar çatışmalarını belirtirken, asıl çözümün silahlı mücadele yanında muhabbet ve kardeşlik hukukuna riayetle, yüz yüze konuşarak sağlanacağı anlaşılmaktadır.
Türk kimliğinin İslam medeniyetiyle olan derin bağına değinilerek, birliğin ve beraberliğin önemi tarihi örneklerle pekiştirilmiştir.
Son olarak, şehitlere ve gazilere duyulan minnet dile getirilerek, bu sürecin Türkiye’nin geleceği için bir yeniden diriliş şafağı olduğu sonucuna varılmıştır.

 




Adaletin Kıyameti: İlâhî Mizan Unutulursa Ne Olur?

Adaletin Kıyameti: İlâhî Mizan Unutulursa Ne Olur?

“Had ve ceza, emr-i İlahî ve adalet-i Rabbâniye namına icra edildiği vakit; hem ruh, hem akıl, hem vicdan, hem insaniyetin mahiyetindeki latifeleri müteessir ve alâkadar olurlar.
…Eğer beşer çabuk aklını başına alıp adalet-i İlahiye namına ve hakâik-i İslâmiye dairesinde mahkemeler açmazsa, maddî, manevî kıyametler başlarına kopacak, anarşistlere, ye’cüc ve me’cüclere teslim-i silâh edecekler diye kalbe ihtar edildi.”
Âsâr-ı Bediiye

“Ya İlâhî Adaletle Dirileceğiz, Ya da Anarşiyle Yıkılacağız”

Tarih boyunca medeniyetlerin en sağlam temeli adalet, en sarsıcı çöküş sebebi ise zulüm olmuştur. Peygamberlerin tebliğleri, kralların iktidarları ve toplumların düzenleri hep bu iki uç kutbun arasında şekillenmiştir. Bediüzzaman Said Nursî’nin yukarıdaki sözleri, modern dünyanın en temel krizine işaret eder: Adaletin ilâhî boyuttan koparılması ve seküler akılla yeryüzünde hakikî mizan tesis edilmeye çalışılması.

Bu makalede, cezanın ruhsal boyutundan hukuk sistemlerine, adaletin fıtrî yapısından toplumsal çöküşlere kadar geniş bir perspektifte bu hikmetli ihtar irdelenecektir.

Adaletin İlâhî Boyutu: Mizan ve Vahiy

Adalet, yalnızca mahkeme salonlarının değil, kâinatın temel direğidir. Kur’an’ın beyanıyla, göklerin ve yerin dengesi adaletle kaimdir (Rahman, 55/7-9). Vahiy, bu terazinin insan hayatındaki izdüşümüdür.

Bu sebeple ceza, yalnızca bir karşılık verme değil; ruhun huzuru, aklın tatmini, vicdanın rahatlaması ve insaniyetin korunması için de bir dengedir. Eğer ceza İlâhî hakikatlere dayanmazsa; ne ruh tatmin olur, ne toplum huzura kavuşur.

Seküler Ceza Sistemleri: Ruhsuz Mahkemeler

Modern hukuk, büyük oranda pozitivist ve seküler temellere dayanır. Bu sistemde “kul hakkı” ya da “ahiret hesabı” gibi ulvî kavramlar yoktur. Suçun faili ile mağduru arasındaki bağ, maddî ölçülerle sınırlıdır. Ancak Said Nursî, cezanın yalnız maddî değil, manevî bir ihtiyaç olduğunu söyler.

Çünkü haksızlık yalnız bir mülkiyet gaspı değil; bir kalp kırılması, bir fıtrat zedelenmesidir. Eğer bu manevî yön ihmal edilirse, toplumda intikam hissi kökleşir, adalet duygusu ölür ve neticede anarşi doğar.

Anarşi: Adaletsizlikten Doğan Fitne

“Adalet yoksa, hak silaha dönüşür” denilmiştir. İnsanlar adaleti bulamayınca onu sokakta, isyanda, ayaklanmada arar.

Bediüzzaman’ın Ye’cüc ve Me’cüc benzetmesi burada derin bir hikmet taşır. Ye’cüc ve Me’cüc, Kur’an’da yıkıcı, ifsat edici bir güruh olarak tasvir edilir. Onlar yalnızca bir kavim değil; her çağda ortaya çıkan kontrolsüz kalabalıklar, dizginsiz ideolojiler, zulme isyan eden ama adaleti tanımayan kitlelerdir.

İlâhî adalete dayanmayan hukuk sistemleri, bu anarşist kitlelere zemin hazırlar. Çünkü boşluk, zulümden daha tehlikelidir.

İslâmî Adalet: Hikmet, Şefkat ve Mizan

İslâmî ceza sistemi, yalnız cezalandırmayı değil; ıslahı, caydırıcılığı ve toplum huzurunu esas alır. “Kısasta hayat vardır” (Bakara, 2/179) ayeti, hem suçluyu durdurur hem toplumda intikam zincirini kırar.

Bu sistemde ceza bir kin değil, bir rahmettir. Çünkü İslâm, suçlunun da bir nefis taşıdığını ve onun da kurtuluş hakkı olduğunu kabul eder. Mahkemeler, Allah’ın adaletini yeryüzünde temsil eden bir emanet makamıdır.

Kalbe İhtar: Son Uyarı

Said Nursî’nin “kalbe ihtar edildi” ifadesi, yalnız bir kişisel sezgi değil; bir çağrının vehbî beyanıdır. Eğer insanlar, Allah’ın adaletinden uzaklaşıp kendi keyiflerine göre hükmetmeye devam ederlerse, “maddî ve manevî kıyametler” başlarına kopacaktır.

Bu kıyamet, yalnız depremler, savaşlar, anarşiyle değil; vicdanın ölmesi, kalbin taşlaşması ve aklın ilahlaştırılmasıyla da kendini gösterecektir.

Çözüm: İlâhî Adaletle Yeniden Diriliş

Adaletin kaynağı Allah’tır. Her şeyin yerli yerinde olduğu kâinatta, her varlık kendi görevini yaparken, yalnızca insanın keyfine göre hükmetmesi; evrensel mizanın bozulmasıdır. Yeniden adil bir dünya istiyorsak, mahkemeleri değil; hakikati yeniden inşa etmeliyiz.

Her hukuk sistemi, kendi değerinden doğar. Bizim değerimiz Kur’an’dır. Bizim ölçümüz Rahmân’dır. Bizim cezamız da, bağışlamamız da Allah adına olursa adildir.

Özet:

Bu makalede Bediüzzaman Said Nursî’nin adalet ve ceza konusundaki derin ihtarı üzerinden, İlâhî adaletin unutulmasıyla ortaya çıkan manevî ve toplumsal yıkımlar analiz edilmiştir. Ceza yalnız maddî değil, manevî bir ihtiyaçtır. Eğer bu ihtiyaç Kur’an ve Sünnet ışığında giderilmezse; toplum anarşiye, vicdanlar intikama, mahkemeler zulme dönüşebilir. Çözüm, İslâmî hakikatleri esas alan adalet sistemlerinin kurulması ve İlâhî mizanın yeryüzünde yeniden ihyasıdır. Çünkü adalet giderse, her şey gider…

 




Silahların Sessizliği, Vicdanların Yankısı: Leyla Zana’nın Gözyaşı, İkrime’nin İmanı ve Yeni Bir Dil Arayışı

 

Silahların Sessizliği, Vicdanların Yankısı: Leyla Zana’nın Gözyaşı, İkrime’nin İmanı ve Yeni Bir Dil Arayışı

Giriş: Sönmeye Yüz Tutmuş Bir Ateşin Ardındaki Hikmet

Tarihler 2025’i gösterdiğinde, bir miladın sessiz işaret fişeği PKK’nın silah bıraktığı Casene Mağarası  bölgesinden yükseldi. Terör örgütü PKK’nın onlarca yıllık kan ve gözyaşıyla şekillenen yolculuğunda, sembolik de olsa “silahların yakılması” gibi çarpıcı bir an yaşandı. BBC, etkisinin Irak, Suriye ve İran’da da hissedileceğini yazarken, olay mahallinde bulunan gazeteci Mehmet Acet, duygusal anlara şahitlik etti. Ağlayanlar arasında bir isim dikkat çekiciydi: Leyla Zana.[1]

 

Bu gözyaşı neyin nişanesi idi? Pişmanlık mı, vuslat mı, ideallerin çöküşü mü, yoksa kaçırılmış fırsatların yükü mü? Belki de hepsinin bileşimiydi. Ancak bu gözyaşının sessizliği, geçmişin gürültüsünden çok daha anlamlıydı. Çünkü burada sadece silahlar değil; zihniyetler, ideolojiler ve en önemlisi, geçmişin acı dolu hataları yanıyordu.

Bir Dönüşümün Psikolojisi: Gözyaşları, Vicdanın Yankısıdır

Zana’nın gözyaşları, her şeyden önce insanî bir kırılma anına işaret eder. İdeolojik bağlılıkların, siyasi mücadelelerin ve hatta halk desteğinin bir noktadan sonra insanın içindeki vicdanla hesaplaştığı bir andır bu. Gözyaşı, sadece duygusal bir boşalma değil; bir iç muhasebedir.

Burada akla İslâm tarihinden güçlü bir örnek gelir: İkrime bin Ebî Cehil. Babası İslâm’ın azılı düşmanıydı; “bu ümmetin Firavunu” olarak anılırdı. Ancak oğlu İkrime, imanla şereflendikten sonra, geçmişi hatırlatan her kelimeyle yürek burkan bir hesaplaşma yaşadı. Peygamberimiz (s.a.v), onun bu kırılganlığını fark etmiş, geçmişteki kimliğini değil, şimdiki şahsiyetini esas almıştı: “Onu babasının ismiyle anmayın.”

Leyla Zana’nın gözyaşları da böylesi bir dönüşümün işareti olabilir mi? Belki tam anlamıyla değil, ama insani vicdanın bir kıpırtısı olduğu kesin.

Dil Değişirse, Dünya Değişir

Bu olaydan sonra kaleme alınan analizlerde vurgulanan çok önemli bir mesele daha vardı: medyanın dili. Hasan Öztürk’ün ifadesiyle: “Şimdi yeni bir dil inşa etmenin günüdür.” Gerçekten de kavga, kan ve çatışma üzerine kurulu söylem; zihinleri sabitleyen, kalpleri körelten bir etkendir.[2]

 

Yeni dil demek; ötekileştirmeyen, onaran, barıştıran ve ihya eden bir bakış açısı demektir. Bu dilin ilk adımları, sadece gazetecilerin kalemlerinde değil; anne duasında, gençlerin idealinde, devletin şefkatinde, âlimlerin hikmetinde atılmalıdır.

İkrime’yi anarken nasıl ki soy bağı değil, iman bağı esas alındıysa; bugün de değişen, dönüşen insanlara geçmişten zincir vurmak yerine, geleceğe umut olmak gerekir.

Tarihten Ders, Geleceğe Yön

Silahları yakanların elleri bir zamanlar ateş saçarken, bugün gözyaşlarıyla ıslanıyor olabilir. Bu, tarihin çokça şahit olduğu bir dönüşüm türüdür. Ömer’in kılıcını Kur’an’a teslim edişi, Halid’in şöhretini tevazuya dönüştürüşü, Vahşi’nin mızrağını tövbeye gömmesi…

Her biri, insanın hata yapabileceğini ama dönme cesareti gösterdiğinde yeni bir sayfa açılabileceğini gösteriyor. Barışın dili, bu geçmişten gelen ilhamla yazılmalı. Yoksa barış sadece sembolik kalır.

Bilimsel ve Sosyolojik Perspektif

Bu olay aynı zamanda çatışma sonrası toplumların psikolojisini anlamak için önemli bir örnektir. Barış süreçlerinde en zor olan şey, sadece silahların susturulması değil, zihinlerdeki savaşın sona erdirilmesidir. Psikolojik çözülme, ideolojik boşluk ve sosyal uyum, bu süreçlerin temel sorunlarıdır.

Bilimsel olarak bakıldığında; çatışma sonrası rehabilitasyon süreçlerinde medya dili, lider figürlerin tutumu ve halkın tepkisi belirleyici faktörlerdendir. Bu süreçte eski aktörlerin geçirdiği dahili ve deruni dönüşüm, topluma da yeni bir yön verme potansiyeli taşır.

Sonuç: Gözyaşının Anlamı, Dönüşümün Kıymeti

Leyla Zana’nın gözyaşları bize şunu hatırlatır: İnsan sadece ideolojilerden ibaret değildir. O gözyaşı, belki bir pişmanlık, belki bir iç hesaplaşma ama kesinlikle bir insanî uyanışın işaretidir.

İkrime örneği ise bize tarihi bir ölçü sunar: Düşmanlık, kan bağıyla değil; niyet ve iradeyle son bulur. Her “Ebu Cehil” bir nesil için bitmiş olabilir, ama her İkrime, yeni bir neslin dirilişi olabilir.[3]

 

Ve şimdi… Silahların sustuğu, dillerin değişmeye başladığı bu dönemde; bize düşen, kinle değil hikmetle, düşmanlıkla değil dua ile, öfkeyle değil ümit ile yeni bir gelecek inşa etmektir.

ÖZET

Bu makale, PKK’nın sembolik olarak silah bırakma töreni esnasında Leyla Zana’nın gözyaşlarını merkez alarak, bu duygusal anı İkrime bin Ebi Cehil’in imanla dirilişiyle hatırlıyor ve temenni ediyoruz. Gözyaşlarının bir pişmanlık mı, dönüşüm mü yoksa vicdanî bir yükün tezahürü mü olduğu sorgulanıyor.
Makalede ayrıca medyada ve toplumda “yeni bir dil” ihtiyacının önemi ifade ediliyor. Tarihten, sosyolojiden ve İslami talimlerden örneklerle bu dönüşüm süreci hikmetli, ibretli ve umut dolu bir şekilde analiz ediliyor. Makalenin özü: Barış sadece silahların susması değil; kalplerin arınması, dillerin değişmesi ve zihinlerin aydınlanmasıyla mümkündür.

NOT VE
TEMENNİ:

AYNI DURUMUN FETÖ MENSUPLARI İÇİNDE OLMASINI DİLER VE HATIRLATIRIM.

PKK MADDÎ SİLAHLARINI YAKTI, FETÖ MENSUPLARI DA İÇLERİNDE VE DİLLERİNDE BULUNAN SİLAHLARINI YAKARLAR.

EBU CEHİL ÖLDÜ, NE MUTLU İKRİME VE İKRİMELERE VE DE İKRİME NİYETLİ ADAYLARA !!!…

 

[1] https://m.haber7.com/yazarlar/mehmet-acet/3546506-silahlar-yakilirken-oradaydim

[2] https://m.haber7.com/yazarlar/hasan-ozturk/3546500-silahlar-yakildi-simdi-yeni-bir-dil-insa-etmenin-gunudur

[3] https://sorularlaislamiyet.com/kaynak/ikrime-bin-ebi-cehil-ra




Silahın Susturulması: Bir Asrın Yorgunluğu ve Milletin Direnişi

Silahın Susturulması: Bir Asrın Yorgunluğu ve Milletin Direnişi

“Ve hak geldi, bâtıl zail oldu. Zira bâtıl yok olmaya mahkûmdur.” (İsrâ, 81)

Tarihin en derin yaralarından biri olan terör, bugün bir milat yaşıyor. Sadece bir örgütün değil; arkasındaki karanlık akılların, küresel vesayet odaklarının ve bölgeyi istikrarsızlaştırmak isteyen haçlı zihniyetinin de perdesi aralanıyor. PKK terör örgütü, 50 yıla yaklaşan kanlı geçmişini geride bırakmak zorunda kaldı. Ama bu sadece bir silah bırakma değil; aynı zamanda binlerce şehidin duasının, bir milletin sabrının, ordusunun cesaretinin ve aklının zaferidir.

Haşhaşilerden PKK’ya: Tarihî Süreklilik

PKK bir tesadüf değildir. Tarihin arka sokaklarında pusuda bekleyen karanlık yapıların modern bir versiyonudur. Bin yıl önce Alamut Kalesi’nden yayılan haşhaşiler nasıl ki İslâm coğrafyasını içeriden vurmuşsa, PKK da aynı stratejiyle bu milletin evlatlarını birbirine kırdırmak için sahneye sürüldü. Ancak tarih, tekerrürden ibaretse; zafer de tekerrür eder. Selahaddin-i Eyyubî nasıl ki içimizdeki fesadı temizleyerek Kudüs’ü özgürleştirdiyse, Türkiye de bu asırda içindeki haşhaşileri susturarak kendi bağımsızlığını tahkim etmektedir.

Silahı Yakan Eller, Sembolü Ateşe Veren Millet

Süleymaniye’de, dağın eteğinde bir tören… 33 kişilik bir grup, silahlarını elleriyle odunlar üzerine koyuyor ve ateşe veriyor. Bu görüntü; sadece bir silahın yanışı değil, aynı zamanda emperyalizmin yüz yıllık projesinin kül oluşudur. Silahları gömmek değil, yakmak… Çünkü bu defa dönüş yolu yok. Çünkü bu defa, oyun bozuldu.

Bu yakılış, Hz. Musa’nın Firavun’un sihirbazlarını mat etmesi gibidir. O sihirbazlar secdeye kapanıp iman etmişti. Bugün ise silahı kutsayan zihniyet, acziyetini itiraf ederek silahı ateşe veriyor. Sihir bozuldu. Masal bitti.

İlmi ve Mantıkî Perspektif: Terörün Arka Planı

PKK’nın elindeki silahlar ona ait değildi. Almanya’dan gelen silah, Fransa’nın istihbarat bilgisi, ABD’nin eğitim desteği, İran’ın çifte oyunu… Bu örgüt 20’den fazla ülkenin “vekalet aparatı” olarak dizayn edildi. Amaç; Türkiye’nin enerji kaynaklarını, genç nüfusunu, inanç direncini, birlik ruhunu yok etmekti. “Terörle mücadele” bir güvenlik politikası değil, bir medeniyet mücadelesiydi.

Zira aklî ve ilmî olarak incelendiğinde, terör örgütlerinin kendi başlarına 50 yıl ayakta kalması mümkün değildir. Bunu sağlayan; büyük sermaye ağları, istihbarat servisleri ve sömürgeci akıllardır. Ama artık bu sistem çöküyor. Çünkü Türkiye, sadece bir örgütü değil, ona kol kanat geren sistemin kodlarını çözdü.

Şehitler ve Gaziler: Bu Zafer Onların

Bu sürecin mimarı sadece siyaset değildir. Dağ başında nöbet tutan asker, mağarada dua eden anne, toprağa düşen şehit ve gözünü kaybeden gazi… Her biri bu günün mimarıdır. Her birinin emeği, teri, kanı bu sürecin harcında vardır.

Şehitler olmasaydı, bu millet direnemezdi. Bu millet direnemeseydi, bu oyunlar çoktan başarıya ulaşırdı.

Provokasyonlara Dikkat: Sürecin En Zor Kısmı

Bu tarihi gelişme, birçok cephede sevinçle karşılansa da bazı cephelerde rahatsızlık uyandırmaktadır. Çünkü terör bittiğinde, vekalet savaşlarının aracı yok olur. Bu da emperyalistlerin oyunlarının sonu demektir. Bu nedenle her türlü provokasyon, manipülasyon, “barışı sabote” girişimleri devreye girebilir. Türkiye teyakkuzda kalmalı, süreci akılla, sabırla ve basiretle yönetmelidir.

Son Söz: Terörsüz Bir Türkiye, İmkân Değil İrade Meselesidir

Bu süreç, sadece PKK’nın değil, bir zihniyetin çöküşüdür. Bir asırdır bu millete “bölün” diyen akılların bozguna uğramasıdır. Türk’ü, Kürt’ü, Arap’ı, Sünni’si, Alevî’siyle bu coğrafyada kader birliği yapanların yeniden kardeşliğe dönmesidir. Bu zafer, milletin zaferidir. Çünkü bu millet; şehit verir ama zillet kabul etmez. Ter döker ama toprağını vermez. Bugün kazandığımız, toprak değil, birlik ruhudur.

Özet:

PKK’nın 50 yıllık terör faaliyetlerinin ardından silah bırakması, sadece bir örgütün çöküşü değil, aynı zamanda Türkiye’nin küresel vekalet savaşlarına karşı kazandığı medeniyet mücadelesinin bir neticesidir. Bu sürecin arkasında emperyalist destekler, küresel planlar ve tarihî sürekliliğe sahip bir kaos mühendisliği vardır. Ancak Türk milleti; şehitleriyle, aklıyla ve iradesiyle bu karanlık senaryoları bozmuş, “Terörsüz Türkiye” hedefine ulaşmada büyük bir eşiği aşmıştır. Bu kazanım; ilim, iman, birlik ve stratejik aklın zaferidir. Ve bundan sonrası, bu iradeyi sabırla ve ferasetle koruma sürecidir.