İçten Vurulan Millet: Hayim Naum Planı ve İslâmiyet’e Tuzak Kurulmuş Bir Asır

İçten Vurulan Millet: Hayim Naum Planı ve İslâmiyet’e Tuzak Kurulmuş Bir Asır

“Hayim Naum o sırada Ankara’ya kadar da uzanarak planın muvaffakiyeti için gereken en mühim ve merkezî şahıs nezdinde –yani Mustafa Kemal yanında– emin bulunduğu tesirinin derecesini ölçmek istemiştir. Öyle ki bu tesir, ma’hud mevzuda Hayim Naum’dan daha heveskâr ve gayretli bir İslâmiyet düşmanına tesadüf etmekle muradına ermiş ve artık Türk’ü içinden vurmanın planını gerçekleştirmek için her unsur tamamlanmıştır.

   İşte bu ehemmiyetli vesika, tam tamına Risale-i Nur tercümanının kırk küsur sene evvel hadîs-i şerifin ihbarına dair beyan ettiği hâdiseyi tasdik ettiği gibi ve şeriat-ı Ahmediyeye ihanet eden o dehşetli şahsın mühim bir kuvveti Yahudi olduğu, Yahudi olan Lord Gürzon ile Hayim Naum o ihbarın hakikatini gösterdiklerini ve yirmi beş seneden beri Nurcuların imhasına keyfî kanunlarla dehşetli zulümlerin hikmetini tam gösteriyor. ”
Emirdağ Lâhikası 2

“Bir milleti yıkmak istiyorsan, dış kalelerini değil, iç kalplerini hedef al.”
Tarih, yalnızca cephelerde değil; kalplerde, fikirlerde ve inkılaplarda kazanılır. Osmanlı’nın zahiren yıkılışı, aslında İslâmiyet’in hedef alınmasının son adımıydı. Asıl savaş, bir milletin ruhunu, inancını ve mukaddesatıyla bağını koparmaktı. Bu savaşın adı ise: İçten vurmak.

Hayim Naum ve Sinsi Planın Taşları

Tarihe adı az geçmiş ama etkisi çok büyük bir isimdir Hayim Naum. Osmanlı’nın son başhahamıydı. Ancak onun derdi ne dinî liderlikti, ne de halkının maslahatları. O, bir akılcı istihbarat figürü, bir proje adamıydı. Görevi şuydu:

> “Türkleri dıştan değil, içten yıkmak. Zorla değil, inkılapla.”

Ve bu görevi öyle bir zaman ve zeminle buluşturdu ki; plan, adeta İslâmiyet’e karşı bir ‘zihnî hilâfet kaldırma’ operasyonuna dönüştü. Zira onun etki alanı sadece diplomatlar ve dış güçler değil, Ankara’nın merkezindeki karar vericiler idi.

Ma’hud Mevzu: Hadisin Haber Verdiği Tehlike

Risale-i Nur’un Emirdağ Lâhikası’nda işaret ettiği gibi, bu plan hadis-i şeriflerin de haber verdiği bir felâketin yansımasıdır: Müslümanların kendi içinden çıkacak birtakım şahısların eliyle dine zarar verecekleri uyarısı. Bu uyarı, yalnız bir zamanın değil, tarihin birçok devresinde karşılık bulmuş bir gerçekliktir.

Hayim Naum, bu planı icra ederken karşısında beklenmedik bir heves ve şiddetle destek bulan bir isimle buluşur: Mustafa Kemal. Ve bu birleşme, “Türk’ü içinden vurmanın planını gerçekleştirmek için her unsurun tamamlandığı” an olarak kaydedilir.

Yahudi Lord Curzon, Hayim Naum ve Şeriata Darbe

İngilizlerin Lozan’daki murahhası Lord Curzon da bir Yahudiydi. Hayim Naum ile tam bir koordinasyon içinde çalıştılar. Batı, bu iki figürle şunu başardı:

Hilafeti kaldırdı,

Medreseleri kapattı,

Şeriatın kamusal varlığını yok etti,

Kur’an öğrenimini suç saydı,

İslâmiyet’in toplumu yönlendirme gücünü bitirdi.

Bunlar doğrudan bir askeri müdahale ile olmadı. İçten, “reform” ve “çağdaşlaşma” süsüyle yapıldı.

Nur Talebelerine Zulmün Asıl Sebebi: Bu Sinsi Planı Deşifre Etmeleri

Emirdağ Lâhikası’nda geçen şu tesbit, bu planın neden Risale-i Nur hareketine karşı büyük bir zulümle yürütüldüğünü açıklar:

> “Nurcuların imhasına keyfî kanunlarla dehşetli zulümlerin hikmeti budur.”

Çünkü Risale-i Nur, bu içten yıkımın maskesini düşürüyordu. İslâmiyet’in inkılapla değil, kalple, imanla yaşatılacağını anlatıyordu. Bu yüzden, ne yazık ki o dönemde dine sadakat gösterenler “irtica” damgasıyla yaftalandı, zindanlara atıldı, susturulmak istendi.

Bugün Biz Neredeyiz?

Bugün hâlâ o planın kalıntıları içimizde sürüyor:

Laiklik, dinin kamusal alandaki etkisini hâlâ tehdit olarak görüyor.

Dindar nesiller, ötekileştirme ile hâlâ karşı karşıya.

İslâm, modernleşmenin önündeki “engel” gibi gösterilmeye çalışılıyor.

Ama aynı zamanda:

Gençler artık uyanıyor.

Risale-i Nur gibi iman hakikatleri yeniden okunuyor.

İslâm, ilimle ve basîretle savunuluyor.

O planı bozacak imanlı bir diriliş kapımızda.

ÖZET:

Hayim Naum, Osmanlı’nın son döneminde Türk milletini İslâm’dan koparmayı hedefleyen içten bir planın mimarıdır. Bu plan, Lord Curzon gibi dış aktörlerle ve içeride destek bulan “heveskâr İslâm düşmanlarıyla” hayata geçirildi. Risale-i Nur bu sinsi projenin mahiyetini deşifre ettiği için büyük zulümlere maruz kaldı. Bugün hâlâ bu zihinsel yıkımın etkileri sürse de, İslâmî uyanış ve imanlı diriliş bu gidişata dur diyebilecek güçtedir. Esas vazifemiz, bu planı tanımak, ifşa etmek ve Kur’an ve iman hakikatleriyle cevap vermektir.

 




Ruhsuz Zafer: Satveti Yitiren Bir Milletin Hikâyesi

Ruhsuz Zafer: Satveti Yitiren Bir Milletin Hikâyesi

“Lozan Muahedesi’nden sonra, İngiltere Avam Kamarasında “Türklerin istiklalini ne için tanıdınız?” diye yükselen itirazlara, Lord Gürzon’un verdiği cevap:

   “İşte asıl bundan sonraki Türkler bir daha eski satvet ve şevketlerine kavuşamayacaklardır. Zira biz onları maneviyat ve ruh cephelerinden öldürmüş bulunuyoruz.” Yani Mustafa Kemal ve İsmet’in verdikleri karar, Türk milletini İslâmiyet ve din cihetinden öldürmek kararıdır.

   Artık bunun üzerine her şey apaçık anlaşılıyor, değil mi? ”
Emirdağ Lâhikası 2

“Bir milletin kalbini sökerseniz, onu bir daha diriltemezsiniz.”
Tarih, sadece savaşların, antlaşmaların ya da liderlerin hikâyesi değildir. Tarih, aynı zamanda milletlerin kalbine inen darbelerdir. O kalp İslam’dır; ruhu ise Kur’an’dır. Kalbin atışını durdurduğunuzda, o milletin ne zaferi zaferdir, ne de barışı barış…

Lozan ve İngiliz’in Asıl Hesabı

Lozan Muahedesi, sadece toprakla değil, inançla imzalanan bir metindi. Masada görünen; hudutlardı, borçlardı, kapitülasyonlardı… Fakat görünmeyen ama asıl önemli olan; milletin ruhu, maneviyatı ve İslâm’la olan bağıydı. İşte bu görünmeyen planı, İngiltere Avam Kamarasında Lord Curzon şöyle itiraf etti:

> “İşte asıl bundan sonraki Türkler bir daha eski satvet ve şevketlerine kavuşamayacaklardır. Zira biz onları maneviyat ve ruh cephelerinden öldürmüş bulunuyoruz.”

Bu söz, bir düşmanın zafer narası değil; bir milletin ruhî cenazesinin ilânıdır. Dışarıdan yıkamadıkları bu milletin içini boşaltarak, kendi eliyle ruhundan uzaklaştırmayı başardıklarını itiraf ediyorlardı.

Zafer mi, Zafiyet mi?

Lozan’dan sonra her şey değişti. Birçoklarına göre bir “zafer” kazanılmıştı. Ama bu zaferin bedeli, hilafetin kaldırılması, medreselerin kapatılması, Kur’an’ın yasaklanması, ezanın susturulması, camilerin kapanması ve nesillerin dinsizleştirilmesi oldu.

Zafer, yalnız mermiyle kazanılmaz. Gerçek zafer, ruhla ve imanla kazanılır. Maddeten kaybedip manen diri kalan bir millet, vakti geldiğinde yeniden ayağa kalkabilir. Fakat manen çöken bir millet, yeryüzünün en güçlü devleti dahi olsa, içten içe çürümeye mahkûmdur.

Gürzon’un Sözleri ve Bugünün Manzarası

Bugün etrafımıza baktığımızda, bu sözlerin ne kadar gerçekleştiğini görmek acı ama ibret vericidir:

Gençler arasında inançsızlık ve manevî boşluk had safhada.

Aile kurumu sarsılıyor, evlilikler azalıyor, boşanmalar artıyor.

İslamî ilimlere ilgi azalmış, yerine popüler kültür ikame edilmiştir.

Tarihiyle, kimliğiyle ve ruhuyla barışık olmayan nesiller büyüyor.

İşte bu tablo, bir milletin ruhundan uzaklaştırılmasının neticesidir. Gürzon’un dediği gibi: “Onları maneviyat ve ruh cephelerinden öldürdük.”

Ama Her Mevsimin Bir Baharı Vardır

Evet, bu millet derin bir gaflet ve uzaklaşma yaşadı. Ama hâlâ Kur’an bu topraklarda okunuyor. Hâlâ ezan semayı deliyor. Hâlâ gençler camilere koşuyor. Hâlâ birileri bu milletin ruhunu yeniden uyandırmak için mücadele veriyor.

Çünkü bu milletin mayası İslam’dır. Hamuru Kur’an’dır. Batı’nın ruhsuzlaştırma projesi, imanlı gönüller oldukça başarıya ulaşamayacaktır. Asıl vazife şimdi bize düşüyor:

Geçmişin ihanetini bilmek ve unutmamak…

Lozan’ın görünmeyen maddelerini çocuklarımıza öğretmek…

“Zafer” sanılan o antlaşmanın aslında zihnî bir esaret olduğunu anlatmak…

Ve yeniden imanla dirilmek, Kur’an’la şahlanmak, sünnetle yürümek…

ÖZET:

Lozan Muahedesi sonrası İngiliz Lord Curzon’un “Türkleri maneviyat ve ruh cephelerinden öldürdük” sözleri, sadece bir diplomatik başarıdan değil, derin bir inançsızlaştırma planından haber verir. Türkiye’nin istiklâli tanınırken, ruhunun sökülmesi hedeflenmiştir. Hilafet, medrese ve İslamî hayatın tasfiyesi bu planın parçasıdır. Ancak milletimizin mayasında bulunan iman sayesinde bu çöküş tam bir yıkıma dönüşmemiştir. Bugün bize düşen, bu ihanetin farkında olmak ve yeniden iman, ilim ve şuurla dirilişe yönelmektir.

 




Ceset Dağılır, Ruh Dağılmaz: Mevtin Gölgesinde Bir Hakikat

Ceset Dağılır, Ruh Dağılmaz: Mevtin Gölgesinde Bir Hakikat

“Gayet kat’î bir hads ile sabittir ki; cesed ruhla kaimdir. Ruh, binefsihi kaim ve hâkim olduğundan; cesed istediği gibi dağılsın, toplansın istiklâliyetine sebep vermez. Belki cesed, hanesi ve yuvasıdır. Libası ise bir derece sabit ve letafetçe ona münasib bir gılaf-ı latîfi var. Öyle ise mevtte bütün bütün çıplak olmaz.”
Âsâr-ı Bediiye

Hayat, bir sabah meltemi gibi başlar; tazedir, serin ve hafiftir. Ama o meltemin içinde gizli bir akşam vardır. İnsan ne kadar yaşarsa yaşasın, bir gün ölümle yüzleşecektir. Fakat bu yüzleşme, bir yok oluş değil, bir hakikate uyanıştır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle:
“Ceset ruhla kaimdir. Ruh binefsihi kaim ve hâkim olduğundan, cesed istediği gibi dağılsın, istiklâliyetine sebep vermez.”

Yani hakikatte asıl olan ruhtur. Ceset ise onun hanesi, yuvası ve geçici libasıdır. Bu anlayışla bakıldığında ölüm; son değil, bir elbise değişimidir. Ruh, bu dünya sahnesinde giydiği ceset gömleğini çıkarır ve ebedî âleme lâyık bir suretle yola devam eder.

Ceset: Bir Gömlek, Bir Misafirhane

İnsanın bedeni, yaratılış itibariyle topraktan gelmiştir. Geçicidir, kırılgandır, zamanla yıpranır. Ama bu zayıflığı içinde muazzam bir sırrı barındırır: Ruhun yuvası olmak.
Ruh ise ilahî bir nefhadır; sonsuzluktan iz taşır. Ceset ne kadar güzel, güçlü, genç olursa olsun, onsuz bir anlamı yoktur. O yüzden ölüm, cesedi dağıtsa da ruhun istiklâliyetine dokunamaz. Çünkü ruh, cesede değil; ceset ruha bağlıdır.

Bunu bir kuşun kafesinden uçması gibi düşünebiliriz. Kafes dağılsa, parçalanıp yok olsa bile, kuş hâlâ uçar. Çünkü asıl olan uçma kabiliyeti, yani ruhtur. Ceset ise o ruhun geçici bir kıyafetidir. Bediüzzaman bu hakikati veciz bir şekilde şöyle ifade eder:
“Mevtte, bütün bütün çıplak kalmaz. Cesedin letafetçe ona münasip bir gılaf-ı latîfi vardır.”
Demek ki ölüm, sadece maddî bedenin toprağa verilmesidir; ruh çıplak kalmaz, onun da mahiyetine uygun bir giysisi, bir nuranî libası vardır.

Ölüm: Yok Oluş Değil, Varlığın Bir Başka Merhalesi

Modern akıl ölümden korkar çünkü onu yoklukla eşleştirir. Hâlbuki İslamî düşüncede ölüm, bir geçiştir; bir perde değişimidir. Ruh, dünyadaki kabuğundan çıkarak berzah âlemine, sonra da ebedî saadet yurduna doğru bir yolculuğa başlar.

İnsan ruhu bu dünyada bedenle kayıtlıyken bile nice hayaller kurar, sevinçler yaşar, acılar çeker. Yani ruh, beden olmadan da varlığını ve şuurunu sürdürür. Ölümle birlikte bu kayıtlar kalkar. Beden çürür, dağılır; ama ruh asla dağılmaz. O, yaratıldığı andan itibaren Allah’ın izniyle bâkîdir.

Hayatın Hikmeti, Mevtin Şuurundadır

Eğer insanın cesediyle birlikte ruhu da toprağa karışacak olsaydı, hiçbir şeyin anlamı kalmazdı. Ne ibadet, ne ahlak, ne hak, ne hukuk… Ama insan, fıtraten ebed için yaratılmıştır. Ölümle yüzleştiğinde, içinde bir sonsuzluk arzusu canlanır. Çünkü ölüm, ebedî bir hayata açılan kapıdır.

Bir şairin dediği gibi:
“Ölüm bir hiçlik değil, bir varlık değişimidir.”
İnsan öldüğünde, sadece madde değişir; ruh yoluna devam eder.

SONUÇ VE ÖZET:

Ruh, varlığıyla bâkîdir; ceset ise geçici bir elbisedir. Ölüm, bu elbisenin çıkarılmasıdır ama ruh çıplak kalmaz; onun da latîf ve nuranî bir gılafı vardır. Ceset, ruhun yuvasıdır fakat ruh, cesede mahkûm değildir. Ölüm; yokluk değil, asıl varlığın başka bir boyutta devam etmesidir. Bu yüzden mevt, insan için bir bitiş değil, hakikate uyanış vesilesidir. İnsan cesetle sınırlı değil, ruhla kaimdir. Ceset dağılır; ama ruh dağılmaz.

 




Akıl, Varlık ve Sonsuzluk Arasında İnsan: Fani Dünyanın Ötesi

Akıl, Varlık ve Sonsuzluk Arasında İnsan: Fani Dünyanın Ötesi

İnsanın akıl ve fikir meydanı, gerçekten de tarifi imkânsız bir muamma.
Bazen “zerre içinde dönüyor, katre içerisinde yüzüyor, bir noktada hapsoluyor.” dedirten bir darlığa sahipken, bazen de “âlemi bir karpuz gibi eline alır ve kâinatı misafireten getirir, akıl odasında misafir eder.”
Mesnevi-i Nuriye’den süzülen bu hikmetli sözler, insanın varoluşsal çelişkisini ne de güzel resmediyor. Bu genişlik ve darlık arasında sıkışıp kalan ruhumuz, fani dünyanın aldatıcı cazibesiyle ebedi hakikatlerin çağrısı arasında gidip geliyor.

**********

“Kaç kere pay ettik dünya malını, herkese en çok bir mezar düşüyor,” sözü ile bu faniliğe tokat gibi bir cevap veriyor. Dünya malı, makam, mevki uğruna verilen onca mücadele, dökülen terler, yaşanan hırs ve kavgalar… Hepsinin nihai durağı aynı: bir avuç toprak.
Bu idrak, insanı dünyaya olan aşırı bağlılığından koparıp, asıl yurduna yönelmeye teşvik etmeli.

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin ifade ettiği gibi, “Dünya madem fanidir değmiyor alaka-i kalbe.” Kalbin dünya heveslerine bağlanması, fani bir gölgeye takılıp kalmaktan farksızdır.
Risale-i Nur’dan gelen bir başka hakikat ışığı, insanın öz eleştirisi ve Allah’a yönelişi üzerine odaklanıyor: “Nefsini ittiham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiaze eder. İstiaze eden, Şeytan’ın şerrinden kurtulur.”
Bu zincirleme süreç, manevi arınmanın ve kemalata ermenin yol haritasıdır. İnsanın kendi eksikliklerini görüp kabul etmesi, ilk adımdır. Ardından pişmanlık ve af dileme gelir. Ve bu af dileme, bizi şeytanın ve nefsin saptırıcı fısıltılarından Allah’ın korumasına sığınmaya götürür.

*********

Tarihi ve ibretli bir başka boyut ise, Ayasofya üzerinden Bediüzzaman Said Nursi’nin derin görüşlerinde tecelli ediyor. “Ayasofya, Hristiyanlığın, İslâmiyete devir ve tesliminin bir âbidesidir. Bunun için kilise iken cami olmuştur. Elbette tekrar camiye çevrilecektir.” Bu sözler, sadece bir yapının statüsüyle ilgili değil, medeniyetlerin dönüşümü, dinlerin ve inançların tarihi seyri, ve ilahi takdirin zaman içindeki tezahürü üzerine derin bir perspektif sunar. Ayasofya, bu açıdan, fani olanın ebedi olana teslimiyetinin, bir mabetten öte, bir sembolü haline gelmektedir.

Haksızlığa karşı sessiz kalmak, yine Risale-i Nur’dan Mektubat’ın vurguladığı gibi, “hakka karşı bir hürmetsizliktir.” Bu, sadece bireysel bir ahlak meselesi değil, aynı zamanda toplumsal bir sorumluluktur. Hakkın savunulması, adaletin tesis edilmesi, her müminin üzerine düşen bir vazifedir.

Zira “İki sultan bir cihâna sığmazken; On derviş bir kilimde uyurmuş” sözüyle Sa’di Şirazi, ihtiras ve bencilliğin yıkıcılığını, kanaat ve tevazunun ise birleştiriciliğini ne güzel anlatır. Dervişlerin daracık bir kilimde huzurla uyuyabilmesi, manevi zenginliğin maddi dünyanın sınırlamalarını nasıl aştığının bir isbatıdır.
.
Nasip meselesi ise Hazreti Mevlana’dan yankılanır: “Nasibinin Peşinde Bir Ömrü, Harcar da İnsan!
Nasibinden Başkasını, Nasip Etmez, YARADAN..!”
Bu, tevekkülün ve kader inancının en güzel ifadelerinden biridir. İnsan çalışır, çabalar; ancak neticede elde edeceği, Allah’ın kendisine takdir ettiğinden başkası değildir. Bu idrak, boşuna hırslara kapılmaktan, elde edemediklerimiz için hayıflanmaktan insanı kurtarır ve iç huzuru sağlar.

**********

Son olarak, Aliya İzzetbegoviç’in Batı medeniyeti üzerine olan tesbiti, “Bunu hiç unutma evlat.. Batı hiç bir zaman uygar olmamıştır ve bugünkü refahı devam edegelen sömürgeciliği döktüğü kan, akıttığı gözyaşı ve çektirdiği acılar üzerine kuruludur!!” cümlesiyle, maddi refahın manevi değerler ve ahlaki ilkeler pahasına nasıl inşa edildiğini gözler önüne seriyor. Bu, sadece bir tarih tesbiti değil, aynı zamanda günümüz dünyasının çarpıklıklarına ve insanlığın çektiği acılara dair derin bir eleştiridir.

Ve bu noktada, İmam Gazali’nin “Mümin dini uğruna malını, münafık ise malı uğruna dinini feda eder,” sözü, gerçek değerlerin ne olduğunu ve insanın hangi uğurda neyi feda etmesi gerektiğini net bir şekilde ortaya koyar.

Tüm bu hikmetli sözler, bizlere fani dünyanın gelip geçiciliğini, nefis muhasebesinin önemini, hak ve adalet mücadelesinin gerekliliğini, tevekkülün huzurunu ve gerçek medeniyetin ne anlama geldiğini hatırlatıyor.

Kuşların ve sineklerin dahi lisan-ı hal ile “Hasbünallahü ve ni’mel vekil” (Allah bize yeter, O ne güzel vekildir) dediği bir dünyada, insanın da bu fani perdenin ardındaki sonsuz hakikatlere yönelmesi elzemdir.

Özet:

Bu makale, derin manaları ele alarak, insanın akıl ve varoluş arasındaki çelişkisini, dünya malının geçiciliğini ve mezarın kaçınılmazlığını anlatmaktadır.

Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur külliyatından yapılan alıntılarla nefis muhasebesi, istiğfarın önemi ve şeytanın şerrinden korunma yolları açıklanmıştır.

Ayasofya’nın tarihi ve sembolik anlamı üzerinden medeniyetlerin dönüşümü ve ilahi takdirin tecellisi incelenmiştir.

Sa’di Şirazi’nin dervişlik ve ihtiras üzerine sözleri ile Mevlana’nın nasip ve tevekkül üzerine düşünceleri, manevi huzurun kaynakları olarak sunulmuştur.

Son olarak, Aliya İzzetbegoviç’in Batı eleştirisi ve İmam Gazali’nin mümin ile münafık arasındaki farka dair sözleri ile dünya düzeninin çarpıklıkları ve gerçek değerler üzerinde durulmuştur. Makale, tüm bu unsurları birleştirerek, insanın fani dünyanın ötesindeki sonsuz hakikatlere yönelmesi gerektiği sonucuna varmaktadır.

 




Zât-ı Zülcelâl: Eksiklikten Münezzeh, Maddeden Mücerret

Zât-ı Zülcelâl: Eksiklikten Münezzeh, Maddeden Mücerret

“Sâni’-i Zülcelâl cemi-i nekaisten münezzehtir. Zîrâ nevâkıs, mâhiyet-i maddiyâtın istidatsızlığından neş’et eder. Zât-ı Zülcelâl maddiyâttan mücerreddir, münezzehtir. Hem kâinatın mâhiyat-ı mümkinesinden neş’et eden evsaf ve levâzımatından mukaddestir. 

لَيْسَ كَمِثْلِهٖ شَيْءٌ جَلَّ جَلَالُهُ سُبْحَانَ مَنِ اخْتَفٰى لِشِدَّةِ ظُهُورِهٖ سُبْحَانَ مَنِ اسْتَتَرَ لِعَدَمِ ضِدِّهٖ سُبْحَانَ مَنِ احْتَجَبَ بِالْاَسْبَابِ لِعِزَّتِهٖ”
Âsâr-ı Bediiye

İnsan, sınırlı idrakiyle sonsuzu anlamaya çalışırken çoğu kez beşerî ölçülerle mutlak olanı kavramaya kalkar. Oysa Cenâb-ı Hak, bizim bildiğimiz ve tasavvur ettiğimiz hiçbir şeye benzemez. Bediüzzaman Said Nursî, bu derin hakikati şu sözlerle ifade eder:

> “Sâni’-i Zülcelâl cemi-i nekaisten münezzehtir. Zîrâ nevâkıs, mâhiyet-i maddiyâtın istidatsızlığından neş’et eder. Zât-ı Zülcelâl maddiyâttan mücerreddir, münezzehtir.”

Yani eksiklik (naks) bir şeye aitse, bu onun maddeye bağımlılığından veya yaratılmış olmasından kaynaklanır. Çünkü madde sınırlıdır, değişkendir, çürümeye ve bozulmaya müsaittir. Her maddî varlık, istidatları sınırlı olduğu için eksikliklere, ihtiyaçlara ve zıtlara maruz kalır. Ancak Allah Teâlâ maddeden mücerret (soyut) ve nekaisten münezzeh (her türlü eksiklikten uzak) olduğu için, eksiklik O’na isnat edilemez.

Bu kudsî hakikati te’yid eden âyet:

> لَيْسَ كَمِثْلِهٖ شَيْءٌ
“O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.” (Şûrâ, 11)

Yani Allah Teâlâ’nın zatı, sıfatları, fiilleri ve şuunatı, hiçbir mahlûkunkiyle kıyaslanamaz. O’nun zıddı yoktur, çünkü her şey O’na muhtaç, O ise hiçbir şeye muhtaç değildir. O’nun benzeri yoktur, çünkü her şey O’nun yarattığı ve kudretiyle varlıkta tuttuğu birer gölgedir. O, kendisiyle değil; eserleriyle tanınır. Zâtına dair ilim ise “taabbüdî”, yani teslimiyet gerektiren bir bilgidir.

Bediüzzaman, bu hakikati veciz bir Arapça ifadeyle şöyle dile getirir:

> سُبْحَانَ مَنِ اخْتَفٰى لِشِدَّةِ ظُهُورِهٖ
“O Zât ki, şiddet-i zuhurundan gizlendi.”

Bu ifade, güneşe doğrudan bakamamak gibi bir durumu anlatır. Allah Teâlâ’nın varlığı ve kudreti o kadar aşikârdır ki, bakan gözler onu görmekte zorlanır. Çünkü O, her şeyde hazır ve nazırdır; ama zâtı gözle görülmez. Tıpkı ışığın her şeyi gösterip kendisini göstermemesi gibi…

> سُبْحَانَ مَنِ اسْتَتَرَ لِعَدَمِ ضِدِّهٖ
“O Zât ki, zıddı olmadığı için gizlidir.”

Zıddı olmayan bir varlığı idrak etmek zordur. Çünkü insan aklı çoğu zaman zıtlıklar yoluyla anlamaya çalışır: Siyahın kıymetini beyazla, acının manasını tatlıyla idrak eder. Fakat Allah Teâlâ’nın zıddı yoktur ki, O’nu kıyasla anlayalım. O, eşi ve benzeri olmayan Mutlak Varlıktır.

> سُبْحَانَ مَنِ احْتَجَبَ بِالْاَسْبَابِ لِعِزَّتِهٖ
“O Zât ki, izzetinden dolayı sebepler arkasına gizlenmiştir.”

Cenâb-ı Hak, kudret ve azametinin yüceliği gereği sebepler perdesi arkasında iş görür. Çünkü doğrudan kudretiyle tecelli etseydi, insanoğlu bunu kaldıramaz, yanar ve erirdi. Bu sebeple O, sebepleri birer perde, birer vesile olarak kullanır. Fakat her perde arkasında işleyen kudret, yine Allah’ın kudretidir. Sebepler asıl değil, vesiledir; yaratıcı değil, perdedir.

Bu derin tefekkür, bizi hem imanın tahkikine götürür hem de marifetullah yolunda seyr-i sülûka çıkarır. Çünkü Zât-ı Zülcelâl’in bu muazzam vasıfları karşısında, insan yalnızca huşû, teslimiyet ve hayret içinde eğilir. Her şeye benzeyen değil; hiçbir şeye benzemeyen bir Allah’a iman etmek, insanın kalbine hakiki tevhidi yerleştirir.

Özet:
Bu makalede, Bediüzzaman’ın “Zât-ı Zülcelâl cemi-i nekaisten münezzehtir” ifadesi ekseninde, Allah’ın eksikliklerden uzak, maddeden mücerret, zıt ve benzeri olmayan bir Zât olduğu anlatılmıştır. Eksiklik maddî varlıklara aittir; çünkü onlar sınırlı, değişken ve fânidir. Oysa Allah Teâlâ ezelî ve ebedîdir, hiçbir şeye benzemez. Allah’ın sebepler arkasına gizlenmesi izzetinden, görünmemesi ise şiddet-i zuhurundandır. Bu bakış, kulun tevhid ve marifetullah yolculuğunda derinleşmesini sağlar.