Zamanın Kıymeti ve Mâlâyânînin Aldatıcı Tuzakları

Zamanın Kıymeti ve Mâlâyânînin Aldatıcı Tuzakları

Zaman, insana verilmiş en kıymetli sermayedir. Hayat dediğimiz şey, aslında bu zamanın toplamıdır. Her saniyesi geri alınamayan, her dakikası bir daha gelmeyen bu ilahi emanet, ya cenneti kazandırır ya da boşuna heba edilirse hüsrana sürükler.

Ne var ki çoğu insan, sanki binlerce yıl yaşayacakmış gibi, en lüzumsuz malumatlarla ömrünü tüketiyor. Günübirlik meraklar, geçici eğlenceler, faydasız bilgiler ve içi boş gündemlerle saatler, günler, aylar geçip gidiyor. İnsan ise bu gaflet içinde, en mühim işlerini, yani Allah’ı tanımayı, ahirete hazırlığı, kulluk vazifesini ve kalp safiyetini ihmal ediyor.

Risale-i Nur’da geçen şu cümle bu hakikati ne güzel özetliyor:

> “En elzemini bırakıp, güya binler sene ömrün var gibi en lüzumsuz malûmat ile vakit geçiriyorsun.”

Bu cümle, bir ikaz feneri gibi parlıyor önümüzde. Çünkü insanın en mühim işi, kendini bilmek, Rabbini tanımak ve bu kısa dünya yolculuğunu ebedi saadet yurduna hazırlamak iken, çoğu kişi bu esaslı vazifeyi bırakıp, sosyal medyada saatler harcıyor, magazin haberlerini ezberliyor, oyunlarda ömrünü eritiyor, boş tartışmalarda zaman tüketiyor.

Mâlâyânî ile iştigal, yani kişinin kendine, kalbine, hayat gayesine faydası olmayan şeylerle meşgul olması, sadece vaktini değil, aynı zamanda kalbini de karartır. Zira her an bir kıyametin provasını yaşarken, oyun havasında yaşamak ne büyük bir gaflettir.

Zaman, insanın mayasıdır. Onu nasıl yoğurursa öyle bir hayat çıkar ortaya. Peygamber Efendimiz (sav) de bu hakikati şöyle vurgular:

> “İki nimet vardır ki insanların çoğu onların kıymetini bilmez: Sıhhat ve boş vakit.” (Buhârî)

Demek ki, boş vakit kıymet bilinmeyen bir hazine gibi elimizden kayıyor. Mâlâyânî ise bu hazinenin en büyük hırsızıdır. Kalbi uyuşturan, ruhu körelten, aklı meşgul eden her lüzumsuz iş, aslında bize verilmiş ömür sermayesini tüketiyor.

Her gün ölüme bir adım daha yaklaşırken, neye bakıyor, neyi okuyor, neyle oyalanıyoruz?

Bu soruyu kendimize sormalı, cevabını vicdan terazisinde tartmalıyız.

Makalenin Özeti

Bu makalede, insanın ömrünü lüzumsuz, faydasız, mâlâyânî şeylerle geçirerek en önemli vazifesini ihmal etmesinin tehlikesi ele alındı. Risale-i Nur’un veciz ifadesiyle, insan sanki hiç ölmeyecekmiş gibi davranıp, Allah’ı tanımak ve ebedi saadet için hazırlanmak gibi en mühim görevini bırakıyor. Zaman en büyük nimettir; mâlâyânî ise bu nimetin en büyük israfıdır. Akıllı insan, en faydalı işe yönelir: Rabbini tanımaya ve ebedi hayatına hazırlık yapmaya…

 




En Ziyade Hayret Edilecek Şey: İnkârın Maskaralığı

En Ziyade Hayret Edilecek Şey: İnkârın Maskaralığı

İnsanoğlu, gördüğü en küçük sanat eserine hayranlık duyar. Bir çocuğun yaptığı taşlardan kelebek bile “Kim yaptı?” sorusunu akla getirirken, canlı bir kelebeğin göz alıcı kanatlarına bakıp da “Bu tesadüfen olmuş” diyebilen bir akıl, ne kadar sağlıklı bir akıldır?

Evet, bu dünyada en ziyade hayret edilecek bir şey varsa, o da inkârdır. Çünkü sanat, ustasını; düzen, düzenleyicisini; hikmet, hikmet sahibini gösterir. Lakin inkâr, bu apaçık hakikati görmezden gelmekte ısrar eder. Hayvanları dahi güldürecek derecede maskaralık ihtiva eder.

Bir ressamın yaptığı tabloya bakıp, “Bu tablo kendi kendine olmuş” demek, ne kadar akıldan uzaksa; uçan, yaşayan, çoğalan, duyguları olan bir kelebeğe bakıp da onun Allah’ın eseri olmadığını söylemek, çok daha büyük bir cehalettir.

Risale-i Nur’da şöyle denilir:

> “Çünkü kâinatın mevcudatındaki hadsiz intizam ve hikmetleriyle, vücut ve vahdetine şahitler bulunduğu halde; O’nu görmemek, bilmemek, ne derece körlük ve cehalet olduğunu, en kör cahil de anlar.”

Bu ifade, sadece bir felsefi tesbit değil, aynı zamanda derin bir imanî hakikatin beyanıdır. Zira Allah’ın varlığına ve birliğine delalet eden binlerce âyet, hem kâinatta hem de Kur’ân’da açıkça dururken, bunları yok saymak, aklı inkâr etmektir.

Göz, görmek için yaratılmıştır. Kulak, işitmek için. Kalp, sevmek ve anlamak için. Akıl da, Hakk’ı bulmak ve tanımak içindir. Bu kadar nimetle donatılan bir insanın, hâlâ “Ben tesadüfen varım” demesi; sadece yaratılışa değil, kendisine de bir hakarettir.

Bugün bir taş heykel görsek, ustasını sorarız. Oysa heykel konuşmaz, çoğalmaz, güzelleşmez. Ama bir kelebeğe bakıldığında, o hem canlıdır, hem güzeldir, hem de hayranlık uyandırır. Ve o, her hâliyle “Ben bir Yapan’ın sanatıyım” diye haykırır.

İnkâr, sadece Allah’ı değil, aynı zamanda aklı, vicdanı ve fıtratı da inkâr etmektir. Çünkü insan, fıtraten bir Yaratıcıya muhtaç olarak yaratılmıştır. O’nu inkâr ettiğinde, ruhu boşlukta kalır. Her şey manasız, amaçsız ve değersiz görünür. Böylece sadece Allah’ı değil, hayatı da inkâr etmiş olur.

Makalenin Özeti

Bu makalede, inkârın ne kadar akıl dışı ve şaşılacak bir durum olduğu anlatılmaktadır. Sanat eseri sanatkârını nasıl gösteriyorsa, kâinattaki her varlık da Allah’ın varlık ve birliğini ilan eder. Buna rağmen hâlâ Allah’ı inkâr eden bir anlayış, sadece kör bir cahillikle izah edilebilir. İnkâr, hakikatin değil, cehaletin ve gururun bir tezahürüdür. Kelebek kadar güzelliğe sahip bir yaratılış, kendi kendine olamayacağı gibi, inkâr etmek de hayret verici bir körlüktür.

 




Topraktan Dirilmek ve Ebed Yolculuğu: Unutulan Gerçek

Topraktan Dirilmek ve Ebed Yolculuğu: Unutulan Gerçek

İnsan, zaman zaman kendini unutuyor. Geldiği yeri, yaratıldığı aslı, gideceği menzili görmezden geliyor. Kalabalıklar içinde kaybolmuş, teknolojinin cazibesine tutulmuş, dünyaya kök salmış bir haldeyken bir ayet gelir ve içindeki sesi dürter:

“İnsan, ‘Öldüğümde gerçekten diri olarak topraktan çıkarılacak mıyım?’ der.”
“İnsan, daha önce hiçbir şey değilken kendisini yarattığımızı düşünmez mi?”
(Meryem, 66–67)

Bu ayet, inkârın temelindeki gafleti yüzümüze çarpar. Soru sormak insanın fıtratındadır; lakin bu soruyu hakikatten kaçmak için soruyorsa, işte o zaman gafletin çukuruna düşer. Ölümden sonraki diriliş fikri, insanı sarsar. Çünkü eğer gerçekten diriltileceksek, yaptıklarımızdan hesaba çekileceğiz demektir. İşte bu korku, bazılarını inkâra, bazılarını da gaflete sürükler.

Ama Kur’an hatırlatır:
“Sen yoktun, hiçbir şey değildin. Seni biz yarattık.”

Hiçlikten varlığa çıkaran kudret, elbette ölümden sonra tekrar diriltmeye de kadirdir. Bunu kabul etmek, sadece bir inanç meselesi değil; aynı zamanda bir akıl ve vicdan meselesidir.

Misafirhane Dünyada Yolcu Olmak

Bediüzzaman Said Nursî, Sözler eserinde der ki:
“İnsan ebed için halkedilmiştir ve ebede gidecektir. Bu dünya ona bir misafirhanedir ve ahiretine bir intizar salonudur.”
(Sözler, 88)

Bu hakikat, hayatın anlamını temelden değiştirir. Bu dünya, ne kalınacak bir yurt ne de sonsuza dek sürecek bir huzur yeridir. Burada başımıza gelen her musibet, tattığımız her lezzet ve yaşadığımız her an, geçici bir yolculuğun fragmanıdır. Esas yurt, bu misafirhanenin ötesindedir. Asıl hayat, öldükten sonra başlayacaktır.

Ama modern insan bu gerçeği unutur. Ölümsüz gibi yaşar, hesapsızca harcar, ahireti göz ardı eder. Ölümü konuşmak istemez. Kabri hatırlamak istemez. Hâlbuki ölüm, en büyük nasihatçidir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurur:
“Lezzetleri tahrip eden ölümü çokça anınız.” (Tirmizî, Zühd, 4)

Hikmetli Bir Sonuç: Nereye Gidiyoruz?

Ey insan!
Bir zamanlar yoktun. Sonra var edildin.
Bir gün öleceksin. Ama toprakta çürüyüp gitmeyeceksin.
Yaratıldığın gibi tekrar diriltileceksin.
Bugün yoldasın; yarın varış yeri.

Bunu düşündüğünde ne kibir kalır ne gaflet…
Dünyaya değil, ebediyete göre yaşarsın.
Kalbini süslersin, amelini hazır edersin.
Çünkü biliyorsun ki: “Her canlı ölümü tadacaktır.” (Ankebut, 57)
Ve her insan, hesaba çekilecektir.

Özet:

Bu makalede Meryem Suresi 66–67. ayetlerinden yola çıkarak insanın yaratılışı, ölüm sonrası dirilişi ve ahirete olan yolculuğu üzerinde durulmuştur. Dünya hayatının bir misafirhane, ölümün ise sonsuz hayata geçiş kapısı olduğu anlatılmıştır. Unutulan gerçeklere dikkat çekilerek, insanın ebed için yaratıldığı hatırlatılmış; Kur’an’ın ve hikmetin ışığında derin bir tefekkür daveti yapılmıştır.

 




Hayatın Mahiyeti: Bir Fihriste, Bir Fezleke ve Bir Anahtar

Hayatın Mahiyeti: Bir Fihriste, Bir Fezleke ve Bir Anahtar

“Hem senin gaye-i hayatın bunlar olduğu gibi, mâhiyet-i hayatın da şunlardır:

   1- Âsâr-ı esmâ-i İlâhiye’nin garâibinin fihristesi,

   2- Şuûn ve sıfât-ı İlâhiye’nin fehmine bir mikyas,

   3A- ̂fâkî âlemlere bir mîzan,

   4- Âlem-i kebirin bir enmûzeci,

Nur’un İlk Kapısı
5- Kâinatın bir haritası,

   6- Şu kitâb-ı kebirin bir fezlekesi,

   7- Defâin ve künuz-u mahfiyeyi açacak anahtarların mahzenidir. İşte mâhiyet-i hayatın budur. ”
Nur’un İlk Kapısı

> “Hem senin gaye-i hayatın bunlar olduğu gibi, mâhiyet-i hayatın da şunlardır…”
(Said Nursî – Nur’un İlk Kapısı)

İnsan, hayatı çoğu zaman dış yüzüyle değerlendirir: doğmak, yaşamak, çalışmak, çoğalmak, yaşlanmak ve ölmek. Fakat bu yüzeysel bakış, hayatın içindeki hakikî mânâyı, ilâhî hedefi ve derin gayeyi perdelemektedir.

Bediüzzaman Said Nursî, hayatın yalnızca bir ömür değil, ilâhî sırlarla dolu bir hakikat deposu olduğunu anlatır. Ona göre hayat, sadece bir zaman dilimi değil; esmâ-i ilâhiyeye, sıfât-ı Rabbâniyeye ve kâinatın sırlarına açılan yedi yönlü bir aynadır.

  1. Hayat: Esmâ-i İlâhiye’nin Fihristesi

Her insan, Allah’ın isimlerinin tecellilerini taşıyan bir fihristedir.
– Göz: Basîr ismine,
– Kalp: Vedûd ismine,
– Akıl: Hakîm ismine,
– Merhamet: Rahmân ismine,
birer pencere gibidir.

İnsan, bu yönüyle Allah’ın yüzlerce isminin küçük bir örneği, özetidir.
Hayat bu tecellileri anlamak ve yansıtmak için vardır.

  1. Hayat: Sıfât ve Şuûn-u İlâhiye’yi Anlama Mikyasıdır

Allah’ın kudreti, ilmi, iradesi sonsuzdur. İnsan ise bu sıfatlardan cüz’î örneklere sahiptir.
Bu örnekler, Allah’ın sıfatlarını anlamak için bir “ölçü aleti” gibidir.

Tıpkı mikroskobun küçük şeyleri büyüterek gösterdiği gibi, insanın küçük çaplı iradesi, Cenâb-ı Hakk’ın irade sıfatına işaret eder.
Yani insanın hayatı, İlâhî sıfatlara ulaşmak için bir kıyas vasıtasıdır.

  1. Hayat: Âfâkî Âleme Mîzandır

İnsanın iç dünyası, dış âlemin bir aynasıdır.
Kendindeki düzeni, kâinattaki nizama uygular.
– Kalbin atışı ile güneşin doğuşu,
– Damarların akışı ile nehirlerin çağlayışı arasında
bir mizan, bir denklik, bir yapı benzerliği vardır.

Bu yönüyle insan, büyük kâinatı anlama noktasında mîzan ve mihenk taşıdır.
Hayat, evreni anlamaya açılan bir laboratuvardır.

  1. Hayat: Âlem-i Kebîrin Numûnesidir

İnsan, büyük âlemin küçük bir modeli, bir enmûzecidir.
İnsanın gözünde ışık, kulağında ses, beyninde plan, kalbinde muhabbet vardır. Bunlar kâinatta da vardır:
– Güneş: Göz,
– Rüzgâr: Nefes,
– Dünya: Vücut gibidir.

Bu benzerlik, “insan-ı kâmil”in kâinatla olan derin bağını gösterir.
İnsanın hayatı, varlığın anlam haritasıdır.

  1. Hayat: Kâinatın Haritasıdır

Koca kâinatı gezmek mümkün değil; ama insanın kalbinde, aklında, ruhunda kâinatın bir haritası vardır.
– Sevgiyle yıldızlara çıkar,
– Merhametle mahlûkata iner,
– Akılla melekût âlemlerine uzanır.

Bu yönüyle insan hayatı, dış dünyanın deruni bir özetidir.
Hayat, “kâinatın içine katlanmış şeklidir.”

  1. Hayat: Kitâb-ı Kebîrin Bir Fezlekesidir

Kâinat bir kitap, insan ise onun özetidir.
Kâinatta dağlar, denizler, rüzgârlar, hayvanlar, mevsimler varsa; insanın da ruhunda bunlara tekabül eden hisler, haller ve yönelimler vardır.

Hayat, bu büyük kitabın kısa ve özlü bir özeti, bir fezlekesidir.
Bu yüzden hayat, okuyarak değil; yaşayarak yazılan bir kitaptır.

  1. Hayat: Gizli Hazinelerin Anahtarıdır

Hayat, yalnızca mevcut olanı görmekle kalmaz; görünmeyen sırları açar.
İnsan, marifetle, tefekkürle, şükürle defînelerin kilitlerini açan bir anahtar gibidir.
Ruhundaki iman, aklındaki tefekkür, kalbindeki muhabbet; bu defineleri ortaya çıkarır.

İşte bu yüzden hayat, sadece bir geçiş değil; ilâhî sırların keşif yolculuğudur.

Sonuç: Hayat, İlâhî Esmânın Aynasıdır; Tefekkür, O Aynaya Bakmaktır

Bediüzzaman Hazretleri’nin bu ifadeleriyle öğrendiğimiz en büyük hakikat şudur:
Hayat, manevî mânâsıyla bakıldığında, Allah’ın isimlerini gösteren ve Onun zatına götüren bir yoldur.

Hayatın bu hakikatini fark etmeyen insan, o kıymetli aynayı çamura bulayıp, elindeki hazineleri yok pahasına satar.
Ama bu hakikati gören insan ise; kendi iç dünyasında kâinatı keşfeder, Rabbi’ni tanır ve kulluğunun mânâsını idrak eder.

Makale Özeti:

Bu makalede, Nur’un İlk Kapısı’nda geçen “hayatın mâhiyeti”ne dair yedi temel husus Bediüzzaman’ın beyanıyla açıklanmıştır. İnsan hayatı, Allah’ın isimlerinin bir fihristesi, sıfatlarının ölçüleceği bir mikyas, âlemin bir modeli ve kâinatın bir özeti olarak sunulmuştur. Hayat sadece yaşanmak için değil, tefekkür, marifet ve kulluk yoluyla Allah’ı tanımak için verilmiştir. Bu bakışla hayat, sadece bir imtihan değil; bir keşif, bir ibadet ve bir hakikat yolculuğudur.

 




Hayatın Dokuz Hikmet Kapısı: İnsan Niçin Yaşar?

Hayatın Dokuz Hikmet Kapısı: İnsan Niçin Yaşar?

“Evet, senin hayatın ve hayatındaki cihazatın gayelerinin icmali “dokuz emir”dir: 

   Birincisi: Vücudunda dercolan mîzanlarla rahmetin hazinelerindeki müdehheratı tartmaktır.

   İkincisi: Fıtratındaki cihazatın anahtarlarıyla, esmâ-i kudsiyenin gizli definelerini açmaktır.

Üçüncüsü: Kardeşlerin olan diğer mevcûdâtın enzârında, esmâ-i İlâhiye’nin garip cilvelerinin nümûnelerini hayatınla teşhir ve izhar etmektir.

   Dördüncüsü: Hâl ve kâlin ile, dergâh-ı rubûbiyetinde ubûdiyeti ilân etmektir.

   Beşincisi: Bir padişahtan çeşit çeşit nişanlar almış ve o nişanlarını takıp, padişahının nazarında görünmek gibi; sen de, esmâsının cilvelerinin verdikleri murassaât ile süslenmiş olduğunu bilerek, Şahid-i Ezelî’nin nazar-ı şuhûd ve işhadına görünmektir.

   Altıncısı: Zevilhayatların tezâhürât-ı hayatları olan tahiyyatlarıyla ve tesbihâtları olan rumuzât-ı hayatlarıyla, Vâhibü’l-Hayat’a arz-ı ubûdiyetlerini fehmedip müşâhede ederek görüp göstermektir.

   Yedincisi: Hayatına verilen ilim ve kudret ve irâdet gibi sıfât ve hallerinden cüz’î nümûneleri mikyas ederek, Hâlıkın sıfât-ı mutlakasını ve şuûn-u mukaddesesini fehmetmektir. Meselâ: Nasıl ben, cüz’î ilim ve irâde ve iktidarımla bu evi böyle muntazam yaptım ise, bu kasr-ı âlemin bânisi de, kasr-ı âlemin büyüklüğü nisbetinde Kadîr ve Alîm ve Hakîm’dir.

   Sekizincisi: Şu mevcûdâtın herbirinin kendine mahsus bir lisan ile söylediği tevhid ve rubûbiyet-i Sânia dair kelimatını fehmetmektir.

   Dokuzuncusu: Acz ve fakr derecelerinin emsâliyle, kudret-i Sâni’in ve gına-yı İlâhiye’nin derecât-ı tecelliyatını anlamaktır. Nasıl ki açlığın dereceleri nisbetinde ve ihtiyacatın enva’ı miktarınca lezzet-i taamın enva’-ı derecâtı anlaşılıyor. Öyle de; gayr-ı mütenahî acz ve fakrın ile, Sâni’in gayr-ı mütenahî kudret ve gınasının derecâtını fehmetmektir.”
Nur’un İlk Kapısı

(Bediüzzaman’ın “Dokuz Emir”i Üzerine Derin Bir Tefekkür)

> “Evet, senin hayatın ve hayatındaki cihazatın gayelerinin icmali ‘dokuz emir’dir.”
(Said Nursî – Nur’un İlk Kapısı)

İnsan nedir? Niçin yaşar? Hayat neden kıymetlidir?
Bu sorulara verilecek cevap, insanın yaşama yönünü, hedefini ve kıymetini belirler. Günümüzde birçok insan, hayatı sadece bir biyolojik süreç, bir eğlence süresi veya bir tesadüf olarak görüp tüketiyor. Fakat Bediüzzaman Hazretleri, insanın hayatını sığlaştıran bu dar bakışın aksine, onu dokuz ana hedefle yüceltiyor:
Hayat, İlâhî bir vazife, manevî bir yolculuk ve marifet dolu bir ibadet sahnesidir.

  1. İlâhî Mizanları Tartmak: Ölçüyle Anlam Kurmak

İnsanın vücuduna yerleştirilen ölçüler –gözdeki oran, kalpteki ritim, sinirlerdeki ahenk– aslında Allah’ın kâinattaki rahmet hazinelerinden birer numunedir. İnsan bu mizanlarla hem kendi yaratılışındaki hikmeti tartar, hem de eşyadaki güzellikleri kıyaslayarak Allah’ın rahmetini temaşa eder.

  1. Esmâ-i Hüsnâ’nın Anahtarlarını Taşımak

İnsana verilen akıl, hayal, hafıza, sevgi gibi cihazlar; Allah’ın isimlerine açılan birer anahtardır.
– Merhamet duygusu: Rahmân ismine,
– Güzellik zevki: Cemîl ismine,
– Adalet arayışı: Adl ismine birer aynadır.
İnsan bu cihazları, Allah’ın isimlerini anlamak ve açmak için kullanırsa, gerçek insan olur.

  1. İlâhî Sanatı Temsil Etmek

İnsan sadece seyirci değil, bir temsilcidir. Kâinattaki sanatın bir nümunesi olarak yaratılmıştır. Hayatında, hâlinde, ahlâkında ve sözlerinde Allah’ın isimlerinin tecellilerini yansıtmak gibi yüksek bir görev taşır. Adeta ilâhî sergiyi taşıyan canlı bir vitrin gibidir.

  1. Ubûdiyet İlanı: Sessiz Bir Feryat

İnsanın hayatı ve haliyle “Ben kulum!” demesi gerekir.
– Sabırla, şükürle, tevekkülle, edeble…
Bu bir lisan-ı hâl ubûdiyetidir. Bu hâl, yalnız namazda değil; yürürken, yerken, susarken dahi yaşanabilir.

  1. İlâhî Nazarda Görünmek: Güzelliği Gösterene Yönelmek

İnsana takılan güzellikler –göz, akıl, söz, sanat– onun kendi malı değildir.
Nasıl ki nişan ve madalya, sahibini değil; onu takanı gösterirse, insan da kendisine verilen bu kıymetli süslerle Allah’a dönmeli, O’nun huzurunda yaşadığını bilmelidir.

  1. Başka Canlıların Zikirlerini İşitmek

Hayat sahibi her varlık Allah’ı tesbih eder. Kuşun ötüşü, yaprağın titreyişi, rüzgârın uğultusu… hepsi birer canlı tesbihtir.
İnsan bu zikirleri işitecek kulağa sahip olduğu için; bunları görmek, duymak ve idrak etmekle görevli bir şahit haline gelir.

  1. Sıfat-ı İlâhiyeyi Ölçmek: Mikroskop İnsanda

İnsan, kendisine verilen küçük çaplı ilim, kudret, irade gibi özelliklerle Allah’ın sonsuz ilim, kudret ve iradesini kıyasla anlayabilir.
Nasıl ki bir atomdan güneşe yol bulunur, insandaki cüz’î sıfatlardan da Hâlık’ın mutlak sıfatlarına geçiş sağlanır.

  1. Eşyadaki Tevhidi Okumak

Kâinattaki her varlık Allah’ın birliğini haykırır.
– Güneşin doğuşu,
– Arının bal yapması,
– Suyun buharlaşıp yağmur olması…
Hepsi Allah’ın kudretini gösteren birer tevhid cümlesidir. İnsan bunları anlamakla, okuyan bir muhatap haline gelir.

  1. Acz ve Fakr ile Kudreti Anlamak

İnsanın aczi, kudreti gösterir.
İhtiyacı, zenginliği işaret eder.
Tıpkı açlığın, yemeğin lezzetini artırması gibi; insan da sonsuz acz ve fakrıyla, Allah’ın kudret ve rahmetini daha derinden idrak eder.
İşte bu hâl, kulun Allah’a en çok yaklaştığı andır.

Sonuç: Hayat Sadece Yaşanmaz, Okunur – Okundukça Da Kulluğa Dönüşür

Bediüzzaman’ın “dokuz emri”, insanın hayatını sadece sürmek değil, anlamak ve yaşatmak gerektiğini öğretir.
Hayat, ibadetle taçlanır, marifetle derinleşir, tefekkürle yücelir.
Bu yönüyle insan, basit bir canlı değil, Allah’ın esmâsına ayna tutan bir hilafet makamıdır.

Makale Özeti:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin Nur’un İlk Kapısı adlı eserinde geçen ve hayatın dokuz gayesini özetleyen “dokuz emir” kavramsallaştırması derinlemesine ele alınmıştır. İnsan, sahip olduğu hayat ve cihazlarla sadece yaşamak için değil, Allah’ın isimlerini tanımak, yansıtmak ve anlamak için yaratılmıştır. Bu dokuz gayeyle insan hem Allah’a kulluğunu ilan eder, hem de mahlûkat içindeki şerefli yerini idrak eder. Hayat, bu bakışla sıradan bir süreç değil; tefekkür, ibadet ve marifetle örülü bir yolculuktur.

 




Zayıf Bir Gölge, Sonsuz Bir Aynaya Nasıl Dönüşür?

Zayıf Bir Gölge, Sonsuz Bir Aynaya Nasıl Dönüşür?

“İnsanda iki vecih var. İnsan, şu hayata nâzır birinci veçhiyle öyle bir mahluktur ki; ona ihtiyardan bir şa’re (yâni, saç gibi cüz’î), iktidardan bir zerre, hayattan bir şu’le, ömürden bir dakika, mevcudiyetten bir cüz’-ü cüz’î verilmiş ki; tabakât-ı kâinatta serilmiş hadsiz enva’dan, adetsiz efrattan küçük, nâzik, zaîf bir ferttir.

   Fakat ubûdiyete nâzır ikinci vechiyle, hususan acz ve fakr cihetinde, pek büyük bir vüs’atı var. Çünkü mâhiyet-i mâneviye-i insanîde nihâyetsiz azîm bir acz, hadsiz cesîm bir fakr mündericdir ki; bu cihetle, kudreti nihâyetsiz bir kadîrin, gınası nihâyetsiz gani bir zâtın hadsiz tecelliyatına câmi’ geniş bir âyine olmuştur.”
Nur’un İlk Kapısı

(İnsanın Acz, Fakr ve Ubûdiyetle Yükselişi)

> “İnsanda iki vecih var…”
(Said Nursî – Nur’un İlk Kapısı)

İnsan, dıştan bakıldığında küçük bir varlıktır. Ne bir dağ gibi heybeti, ne bir güneş gibi ışığı, ne de bir yıldız gibi kudreti vardır. Ama bu görünüşe aldanmak, insanın hakikatine karşı körleşmektir. Zira onun maddî küçüklüğü içinde manevî bir büyüklük, zayıflığı içinde sonsuz bir imkân, fakirliği içinde ilâhî bir ayna gizlidir.

  1. İnsanın Birinci Yönü: Kudretle Değil, Kısıtlılıkla Kuşatılmış

Bediüzzaman, insanı iki vecih (yön) ile tarif eder. Birinci yön, hayata ve mahlûkata bakan yüzüdür. Bu yüzle insan:

Cüz’î bir ihtiyara (iradeye),

Zerre kadar bir iktidara,

Şu’le kadar bir hayata,

Dakikalık bir ömre sahiptir.

Bu yönüyle insan, kâinat içinde silinip gidecek kadar küçük ve zayıftır.
Bir sel onu alır götürür, bir mikrop hayatını söndürür.
Ne kudreti, ne hâkimiyeti vardır.

İşte bu yön, insanı faniliğiyle, zaafıyla, çaresizliğiyle yüzleştirir. Ama bu yüzleşme, aslında bir kapının anahtarıdır.

  1. İnsanın İkinci Yönü: Ubûdiyetle Sonsuza Açılan Ayna

İnsanın diğer yönü, ubûdiyete (kulluğa) bakan yönüdür. Bu yüzle insan:

Aczini bilir,

Fakrını fark eder,

Sonsuz kudret ve zenginlik sahibi bir Zât’a yönelir.

İşte bu yönüyle insan, küçüklüğüyle büyür, yokluğuyla varlığa ulaşır. Çünkü insandaki acz (güçsüzlük) ve fakr (muhtaçlık) öyle büyüktür ki, bu yönleriyle Cenâb-ı Hakk’ın kudretine ve rahmetine geniş bir ayna olur.

Bu ne demektir?
Bir mum kendi başına karanlığı aydınlatamaz, ama güneşi yansıtabilir.
İnsan da kendi başına bir hiçtir, ama ubûdiyetle İlâhî kudretin tecellîgâhı olabilir.

  1. Acz ve Fakr: Terakki Kapısıdır, Yıkım Değil

Modern dünya, “güçlü ol, yeterli ol, kendi kendine yet!” derken insanı yalnızlaştırır ve boşluğa düşürür. Bediüzzaman ise der ki:

> “İnsandaki acz ve fakr, Allah’a ulaştıran iki kanattır.”

Çünkü bu duygular sayesinde:

Kul Rabbini tanır,

Yardıma muhtaç olduğunu idrak eder,

Duaya, ibadete, teslimiyete yönelir.

Yani insanın yükselişi; güç gösterisiyle değil, kulluk idrakiyle olur.

  1. İnsanın Mânâsı: Bir Gölge Değil, Bir Ayna Olmaktır

Bediüzzaman’ın en harika temsillerinden biri şudur:

> İnsan, gölge değil, ayna gibidir.

Gölge karanlıktır ve kendine aittir. Ama ayna parlaktır; başkasını gösterir. İnsan da kendi zayıf varlığında ısrar ederse bir hiç olur. Ama Allah’ın isimlerini yansıtan bir ayna olursa, anlam kazanır.

Acziyle Kadîr olan Allah’a, fakrıyla Gani olan Allah’a yönelen insan; marifet, muhabbet ve huzur bulur. Ve bu yönüyle bütün kâinatın kıymetini aşan bir değer taşır.

  1. Netice: İnsan, Hiçlikteki Azametiyle Şereflidir

İnsan büyüklüğünü, büyüklük iddiasında değil;
kendi küçüklüğünü bilip, büyük Zât’a yönelmesinde bulur.

Çünkü:

İnsan kendine malik değil,

Hayatını idare edemez,

Ölümünü engelleyemez.

Ama bu eksiklikler onu zayıf yapmaz. Bilakis, ona en büyük kemâl yolu olan kulluğun kapısını açar.
İşte insan bu yüzden, aczini ve fakrını fark ettikçe Rabbiyle bütünleşir, anlam kazanır, ebediyete açılır.

Makale Özeti:

Bu makalede, insanın iki yönü —hayata bakan ve ubûdiyete bakan— Bediüzzaman’ın ifadesiyle ele alınmıştır. Hayata bakan yönüyle insan küçük, zayıf, fani ve çaresizdir. Fakat kulluğa bakan yönüyle, özellikle acz ve fakr cihetinden sonsuz kudret ve rahmete ayna olan bir varlıktır. İnsan, kendi zayıflığını idrak ederek Allah’a yöneldiğinde, en yüksek mânâya ulaşır. Gerçek terakki, kendine güvenmekte değil; Allah’a dayanmakta, O’na kul olmakta gizlidir.

 




Belânın Zamanı, Duanın Vaktidir

Belânın Zamanı, Duanın Vaktidir

“Zâlimlerin tasallutu ve beliyyelerin nüzulü zamanları, bâzı ed’iye-i mahsusanın evkâtıdır. Belki de o beliyyeler, o duaları söylettirmek içindir. Yoksa o dualar, sırf o beliyyelerin def’i için değildir. Belki bir nevi ubûdiyet olan o dualar, o beliyyelerin devamı müddetince devam ederler. Eğer duaların berekâtıyla beliyyeler def’ ve ref’ olunsalar “nurun alâ nur…” Şayet ref’ olunmazlarsa, denilemez ki: “Dua kabul olunmadı.” Belki “Duanın vakti bitmedi” denilir. ”
Nur’un İlk Kapısı

(Duanın Hikmeti ve Belâların Şifresi Üzerine Tefekkür)

> “Zâlimlerin tasallutu ve beliyyelerin nüzûlü zamanları, bazı ed’iye-i mahsusanın evkâtıdır. Belki de o beliyyeler, o duaları söylettirmek içindir…”
(Said Nursî – Nur’un İlk Kapısı)

İnsanın hayatında öyle zamanlar olur ki, her şey üst üste gelir; zulümler artar, musibetler yağmur gibi yağar. İşte o zamanlar, sadece sabır değil, aynı zamanda dua zamanıdır. Belki de o gelen belâlar, duaları bize hatırlatmak, kalbimizi Allah’a yöneltmek için gelir.

Bediüzzaman, bu derin hakikati bize gösterir:
Belâ, dua için gelir. Dua ise belânın kalkması için değil, Allah’a yönelmek içindir.

  1. Musibet, Dua Kapısının Anahtarıdır

Belâlar genellikle olumsuzluk olarak görülür. Fakat Kur’ânî ve tasavvufî bakış, belâyı bir uyarı, bir rahmet tokadı, bir tefekkür vesilesi olarak görür. Zira insan, çoğu zaman bollukta gaflete düşer, nimet içinde Allah’ı unutur.

Ama musibet geldiğinde:
– Kalp uyanır,
– Dil dua eder,
– Göz yaşarır,
– Ruh Allah’a yönelir.

İşte bu yönelişin vakti tam da belâların nüzûlü zamanıdır. Bediüzzaman bunu şöyle ifade eder:

> “Beliyyelerin nüzûlü zamanları, bâzı ed’iye-i mahsusanın evkâtıdır.”
Yani belâ zamanları, bazı özel duaların vaktidir. Yağmurun yağması için vakit nasıl önemliyse, musibetin gelmesi de dua için vakittir.

  1. Belâlar Dua Ettirmek İçindir

Bediüzzaman, meseleyi daha da derinleştirir:

> “Belki de o beliyyeler, o duaları söylettirmek içindir.”

Yani belâların asıl gayesi, duaların kendisidir. Belâ, Allah’a yönelişi netice veriyorsa, zaten maksadına ulaşmıştır.
Tıpkı Ramazan ayının oruç için bir zemin olması gibi; musibetler de dua için bir iklimdir. İnsan, ancak daraldığında en içli duaları eder.

Böylece dua, sadece bir istek değil, bir ubûdiyet, bir kulluk olur. Çünkü dua, insanın aczini ve fakrını ilan ettiği yerdir. Kulluğun zirvesi, işte bu içten yakarışta gizlidir.

  1. Dua, Belâyı Gidermek İçin Değil; Rabbe Yönelmek İçindir

Bu noktada çok hassas bir denge vardır. Bediüzzaman der ki:

> “Yoksa o dualar, sırf o beliyyelerin def’i için değildir.”

Yani dua, sadece belâyı defetmek için yapılırsa, duanın değeri düşer. Çünkü o zaman dua, bir araç olur. Oysa dua bir amaçtır: Allah’a yönelmek, O’nu razı etmeye çalışmak, kulluğun gereğini yerine getirmektir.

Eğer dua neticesinde belâ kalkarsa, bu nur üstüne nurdur. Ama kalkmazsa, dua yine de makbuldür. Zira o dua, kul ile Rabbi arasındaki bağı kuvvetlendirmiştir.

  1. Dua Kabul Olmadı mı, Yoksa Vakti Bitmedi mi?

İnsan acelecidir. Hemen sonucu görmek ister. “Dua ettim, neden olmadı?” der. Fakat Bediüzzaman, bu aceleci zanna karşı çok hikmetli bir cevap verir:

> “Duanın vakti bitmedi.”

Yani dua yapıldı ama henüz duasının mevsimi gelmedi.
– Belki sabırla daha çok olgunlaşman isteniyor.
– Belki dua daha derinleşecek.
– Belki o dua senin ahiretteki makamını yükseltecek.

Çünkü dua, sadece bir istek değil, aynı zamanda kulun Allah katındaki yükseliş aracıdır. Sonuç hemen görünmese de, duası kulun defterine ibadet olarak yazılır.

  1. Netice: Dua Devam Etmeli, Sonuca Takılmamalı

Eğer dua, bir ibadetse; sonucu Allah’a bırakmak gerekir. Çünkü Allah duayı sever, hele ki musibet zamanında yapılan içli dualar, en yüksek değer taşır.

Bu yüzden:
– Zulüm yayıldığında,
– Hastalıklar arttığında,
– Umutsuzluk çöktüğünde…
Dua, sadece çözüm değil, kurtuluş yoludur.

Ve biz dualarımızla sadece netice aramamalı; Allah’a yaklaşmayı, O’nun rızasını aramalıyız.

Sonuç: Dua, Kulluğun Şiarıdır; Belâlar da O Şiarı Hatırlatır

Zulüm ve belâ zamanları, aslında dua vaktidir. Bu zamanlar, Allah’ın kuluna “Gel!” dediği anlardır. Duanın kabulü, yalnızca sonuçla değil, yönelişle ve niyetle ölçülür.

> Eğer belâ kalkarsa, “nur üstüne nurdur.”
Kalkmazsa, “duanın vakti bitmedi” denilir.

O hâlde biz, sonucu Allah’a bırakıp, dualarımıza ibadet niyetiyle devam etmeliyiz. Çünkü dua etmek, bazen neticeden daha faziletli bir kulluktur.

Makale Özeti:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin “Nur’un İlk Kapısı”ndaki ifadelerden yola çıkarak, dua ile belâ arasındaki hikmetli ilişki incelenmiştir. Musibet zamanları, duanın vakti olup, o belâlar bazen doğrudan dua ettirmek için gönderilir. Dua, sadece belâyı kaldırmak için değil, Allah’a yönelmek için yapılmalıdır. Dua neticesinde belâ kalksa da kalkmasa da, dua makbuldür. Çünkü esas olan sonuç değil, kulluk şuurudur. Duanın kabulü gecikirse, bu “reddedildi” anlamına gelmez; sadece “duanın vakti henüz bitmedi” demektir.

 




Duanın Aslı: İbadet mi Menfaat mi?

Duanın Aslı: İbadet mi Menfaat mi?

“Dua, bir nevi ibâdet olduğu için, hâlis olmak gerektir. Tâ ki kabul olunsun. İbâdetin semerâtı ise uhrevîdir. Dünyevî işler, o ibâdâtın evkât-ı mahsusalarıdır. Meselâ yağmursuzluk, yağmur namazının vaktidir. Namaz, yağmur yağması için vaz’ edilmemiştir. Umûr-u dünyeviye niyet edilse, o ibâdet olan dua hâlis olmadığı için kabule lâyık olmaz. ”
Nur’un İlk Kapısı

> “Dua, bir nevi ibadet olduğu için, hâlis olmak gerektir. Ta ki kabul olunsun.”
(Bediüzzaman Said Nursî – Nur’un İlk Kapısı)

Dua, kulun Rabbiyle doğrudan konuştuğu, içini açtığı ve hâlini arz ettiği en samimi bağdır. Lakin bu bağın kıymeti, sadece ne istendiğiyle değil, ne için ve nasıl istendiğiyle ölçülür. Bediüzzaman Hazretleri, duanın mahiyetini incelerken çok ince bir çizgiye dikkat çeker:
Dua, bir ibadettir; dilek aracı değil.

  1. Dua: Bir İbadetin Kalbidir

İbadet nedir?
Allah’a yöneliş, O’na boyun eğiş, O’nu Rab bilip kul olduğunu ilân etmektir. Dua da bu yönelişin özü, ruhu, kalbidir. Dua, sadece bir şey istemek değil, aslında Allah’ı tanımak, O’nun rahmetini ummak, acziyetini ve fakirliğini ifade etmektir.

O hâlde dua ne kadar ihlaslı, ne kadar uhrevî gaye taşıyan, ne kadar menfaatten arınmış ise; o kadar ibadet kıymeti taşır. Çünkü ibadet, karşılık için değil, rızâ için yapılır.

  1. Dünyevî Amaçlar İçin Yapılan Dua: Niyet Kayması

Ne var ki, insan çoğu zaman dua ederken şu niyette olur:
– “Bu hastalık geçsin de rahat edeyim.”
– “Bu işim olsun da huzur bulayım.”
– “Şu dert bitsin de mutluluğa kavuşayım.”

Elbette bunlar duanın kapsamına girer; Kur’an da birçok yerde dünyevî şeyler için dua örnekleri verir. Fakat mesele şuradadır:
Dua sırf dünya için, sadece menfaat niyetiyle yapılırsa; ibadet olmaktan çıkar, yalvarışa benzer ama arınmış dua olmaz.

Bediüzzaman’ın dediği gibi:

> “Umûr-u dünyeviyeye niyet edilse, o dua hâlis olmadığı için kabule lâyık olmaz.”

Yani, dua yalnızca sonucu hedeflerse, özü bozulur. Zira duanın amacı sonucu elde etmek değil, Allah’a yönelmektir.

  1. Yağmur Namazı Misâli: Sebep-Sonuç Değil, Zaman ve Vesile

> “Meselâ yağmursuzluk, yağmur namazının vaktidir. Namaz, yağmur yağması için vaz’ edilmemiştir.”

Bu ifade müthiş bir şuur kazandırır. Bazen zannedilir ki “namaz kıldım, dua ettim, neden sonuç olmadı?” Halbuki namaz, yağmuru getirmek için değil, rahmete sığınmak için, acziyetini itiraf için, tevekkülünü göstermek için kılınır.

Bu yüzden, musibetler bazen sadece duanın vaktidir. Geliş gayeleri, bizi ibadete, yakarışa, Allah’a döndürmeye yöneliktir. Netice, Allah’a aittir. Kulun vazifesi dua etmek, emretmek değil.

  1. Duanın Kabulü: Neticede Değil, Niyette Gizlidir

Birçok insan “dua ettim ama olmadı” diye düşünür. Oysa esas soru şudur:
“Duam ibadet niyetiyle miydi, yoksa menfaat niyetiyle mi?”

Kur’an’da geçen şu ayet, duanın hakikatini gösterir:

> “Duanız olmasa Rabbim size ne diye değer versin?” (Furkan, 77)

Yani dua bir ibadet olduğu için, biz duamızla değer kazanırız. Ama bu ibadet, dünyevî niyetlerle bulanırsa, o zaman dua olmaktan çıkar, pazarlığa benzer. Allah ise pazarlık kabul etmez; ihlas ister, teslimiyet ister.

  1. Gerçek Teselli: Dünya İçin Dua Et, Ahiret İçin Yönel

Bu demek değildir ki dünya için dua edilmez. Hayır, edilir. Fakat o dualar, ahirete bakan bir şuurla, kulluğun farkında olarak, “Ya Rabbi, bu senin hikmetinle olursa” diyerek yapılmalı. O zaman dua hem kabul edilir, hem kalbi terbiye eder.

Sonuç: Duanın Değeri, Sonuçta Değil, Yöneliştedir

Dua sadece bir dilek listesi değil; bir kulluk beyanıdır.
– Eğer sırf istenen şey için yapılıyorsa, o dua ibadet olmaz.
– Eğer Allah’a yönelmek, rızasını aramak, teslimiyet göstermek için yapılıyorsa, o dua hem ibadettir hem en yüksek huzurdur.

O hâlde dua ederken ne istediğimize değil, ne niyetle istediğimize bakmalıyız. Çünkü duanın kabulü, niyetin saflığıyla ilgilidir.

Makale Özeti:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “Nur’un İlk Kapısı”ndaki duaya dair ifadesi esas alınarak, duanın bir ibadet olduğu ve bu yönüyle hâlis bir niyet taşıması gerektiği anlatılmıştır. Dünyevî maksatlarla yapılan dualar, ibadet niyetinden uzaklaşırsa makbuliyeti zedelenir. Yağmur namazı örneğinde olduğu gibi, dünyevî olaylar dua için bir vesile olabilir; fakat dua, sonucu zorlamak için değil, Allah’a yönelmek içindir. Bu yönüyle dua, neticeye değil niyete göre değerlendirilir. Hakiki dua, kulluk şuuruyla yapılan duadır.

 




Duanın Aslı: İbadet mi Menfaat mi?

Duanın Aslı: İbadet mi Menfaat mi?

“Dua, bir nevi ibâdet olduğu için, hâlis olmak gerektir. Tâ ki kabul olunsun. İbâdetin semerâtı ise uhrevîdir. Dünyevî işler, o ibâdâtın evkât-ı mahsusalarıdır. Meselâ yağmursuzluk, yağmur namazının vaktidir. Namaz, yağmur yağması için vaz’ edilmemiştir. Umûr-u dünyeviye niyet edilse, o ibâdet olan dua hâlis olmadığı için kabule lâyık olmaz. ”
Nur’un İlk Kapısı

> “Dua, bir nevi ibadet olduğu için, hâlis olmak gerektir. Ta ki kabul olunsun.”
(Bediüzzaman Said Nursî – Nur’un İlk Kapısı)

Dua, kulun Rabbiyle doğrudan konuştuğu, içini açtığı ve hâlini arz ettiği en samimi bağdır. Lakin bu bağın kıymeti, sadece ne istendiğiyle değil, ne için ve nasıl istendiğiyle ölçülür. Bediüzzaman Hazretleri, duanın mahiyetini incelerken çok ince bir çizgiye dikkat çeker:
Dua, bir ibadettir; dilek aracı değil.

  1. Dua: Bir İbadetin Kalbidir

İbadet nedir?
Allah’a yöneliş, O’na boyun eğiş, O’nu Rab bilip kul olduğunu ilân etmektir. Dua da bu yönelişin özü, ruhu, kalbidir. Dua, sadece bir şey istemek değil, aslında Allah’ı tanımak, O’nun rahmetini ummak, acziyetini ve fakirliğini ifade etmektir.

O hâlde dua ne kadar ihlaslı, ne kadar uhrevî gaye taşıyan, ne kadar menfaatten arınmış ise; o kadar ibadet kıymeti taşır. Çünkü ibadet, karşılık için değil, rızâ için yapılır.

  1. Dünyevî Amaçlar İçin Yapılan Dua: Niyet Kayması

Ne var ki, insan çoğu zaman dua ederken şu niyette olur:
– “Bu hastalık geçsin de rahat edeyim.”
– “Bu işim olsun da huzur bulayım.”
– “Şu dert bitsin de mutluluğa kavuşayım.”

Elbette bunlar duanın kapsamına girer; Kur’an da birçok yerde dünyevî şeyler için dua örnekleri verir. Fakat mesele şuradadır:
Dua sırf dünya için, sadece menfaat niyetiyle yapılırsa; ibadet olmaktan çıkar, yalvarışa benzer ama arınmış dua olmaz.

Bediüzzaman’ın dediği gibi:

> “Umûr-u dünyeviyeye niyet edilse, o dua hâlis olmadığı için kabule lâyık olmaz.”

Yani, dua yalnızca sonucu hedeflerse, özü bozulur. Zira duanın amacı sonucu elde etmek değil, Allah’a yönelmektir.

  1. Yağmur Namazı Misâli: Sebep-Sonuç Değil, Zaman ve Vesile

> “Meselâ yağmursuzluk, yağmur namazının vaktidir. Namaz, yağmur yağması için vaz’ edilmemiştir.”

Bu ifade müthiş bir şuur kazandırır. Bazen zannedilir ki “namaz kıldım, dua ettim, neden sonuç olmadı?” Halbuki namaz, yağmuru getirmek için değil, rahmete sığınmak için, acziyetini itiraf için, tevekkülünü göstermek için kılınır.

Bu yüzden, musibetler bazen sadece duanın vaktidir. Geliş gayeleri, bizi ibadete, yakarışa, Allah’a döndürmeye yöneliktir. Netice, Allah’a aittir. Kulun vazifesi dua etmek, emretmek değil.

  1. Duanın Kabulü: Neticede Değil, Niyette Gizlidir

Birçok insan “dua ettim ama olmadı” diye düşünür. Oysa esas soru şudur:
“Duam ibadet niyetiyle miydi, yoksa menfaat niyetiyle mi?”

Kur’an’da geçen şu ayet, duanın hakikatini gösterir:

> “Duanız olmasa Rabbim size ne diye değer versin?” (Furkan, 77)

Yani dua bir ibadet olduğu için, biz duamızla değer kazanırız. Ama bu ibadet, dünyevî niyetlerle bulanırsa, o zaman dua olmaktan çıkar, pazarlığa benzer. Allah ise pazarlık kabul etmez; ihlas ister, teslimiyet ister.

  1. Gerçek Teselli: Dünya İçin Dua Et, Ahiret İçin Yönel

Bu demek değildir ki dünya için dua edilmez. Hayır, edilir. Fakat o dualar, ahirete bakan bir şuurla, kulluğun farkında olarak, “Ya Rabbi, bu senin hikmetinle olursa” diyerek yapılmalı. O zaman dua hem kabul edilir, hem kalbi terbiye eder.

Sonuç: Duanın Değeri, Sonuçta Değil, Yöneliştedir

Dua sadece bir dilek listesi değil; bir kulluk beyanıdır.
– Eğer sırf istenen şey için yapılıyorsa, o dua ibadet olmaz.
– Eğer Allah’a yönelmek, rızasını aramak, teslimiyet göstermek için yapılıyorsa, o dua hem ibadettir hem en yüksek huzurdur.

O hâlde dua ederken ne istediğimize değil, ne niyetle istediğimize bakmalıyız. Çünkü duanın kabulü, niyetin saflığıyla ilgilidir.

Makale Özeti:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “Nur’un İlk Kapısı”ndaki duaya dair ifadesi esas alınarak, duanın bir ibadet olduğu ve bu yönüyle hâlis bir niyet taşıması gerektiği anlatılmıştır. Dünyevî maksatlarla yapılan dualar, ibadet niyetinden uzaklaşırsa makbuliyeti zedelenir. Yağmur namazı örneğinde olduğu gibi, dünyevî olaylar dua için bir vesile olabilir; fakat dua, sonucu zorlamak için değil, Allah’a yönelmek içindir. Bu yönüyle dua, neticeye değil niyete göre değerlendirilir. Hakiki dua, kulluk şuuruyla yapılan duadır.

 




Frenkleşme Özentisi: Kimliğin Çöküşü ve Ruhun Boşluğu

Frenkleşme Özentisi: Kimliğin Çöküşü ve Ruhun Boşluğu

“Ey fasık ve sefih! Demek ki, “Ben de firenk gibi olacağım.” Dikkat et, sen firenk gibi olamazsın. Zira bir firenk, Peygamberimizi (A.S.M.) kabul etmezse de İsa (A.S.) ve Musa (A.S.) ve sâir enbiyaları bir derece kabul edebilir. Ruhunda, maâliyata medâr kendince bir esas kalabilir. Fakat sen, Peygamber-i Âhirzaman’ın (A.S.M.) derslerini terkettiğin dakikada, senin ruhunda nihâyetsiz bir tahribât, bir boşluk, bir karanlık peyda olacaktır ki; hiçbir kemâlât ve ahval-i âliyeye ve mes’udiyete yer kalmayacaktır. Meğer insaniyetini söndüresin.. ve zaman-ı hâl ile mukayyed sırf bir hayvan olasın.. ve hayvan gibi bir muvakkat müzahref lezzeti göresin. Halbuki insan, müstakbelin ehvâli ve mâzinin ahzânı ile giriftâr olmuştur. Bu ikisi, onu pek ciddî düşündürür, başını mütemâdiyen döğerler. İnsanı, bu havf ve hüzünden kurtarıcı tek bir medetkâr var. O da Kur’ân-ı Azîmüşşân’dır.”
Nur’un İlk Kapısı

> “Ey fâsık ve sefih! Demek ki, ‘Ben de firenk gibi olacağım.’ Dikkat et, sen firenk gibi olamazsın.”
(Said Nursî – Sözler, Nur’un İlk Kapısı)

Zaman zaman bazı insanlar, Batı’ya ait şekil ve hayat tarzını bir “medeniyet ölçüsü” zannedip, kendi inanç ve değerlerinden koparak “firenk gibi olmayı” meziyet sayar. Oysa Bediüzzaman Hazretleri, bu aldanışı derin bir bakışla teşhis eder:
Sen firenk gibi olamazsın.

Çünkü senin kimliğinde, ruhunda, tarihinin kodlarında Peygamber-i Âhirzaman’ın (A.S.M.) dersi vardır. Onu terk ettiğinde boşta kalmazsın; bilakis ruhun çöker, kalbin kararır, iç dünyan yıkılır.

  1. Frenk, Kökünden Kopmamış Olabilir

Bediüzzaman, Batılı (firenk) insanın fıtratını inkâr etmez. Ona göre Batılı biri, Peygamber Efendimiz’i tanımamış olabilir; ama ruhunda Hz. Musa (a.s.), Hz. İsa (a.s.) gibi peygamberlerin öğrettiklerinden kalma bir ahlâkî maya vardır. Yani bir dereceye kadar bir manevî zemin, bir vicdan kalıntısı, bir ulvî hedef taşıyabilir.

Fakat bir Müslüman genç, sırf hevesle, taklit uğruna bu manevî kodlarını inkâr ettiğinde, sadece bir “kültürel değişim” yaşamaz. Daha derin bir mesele baş gösterir:
Ruhî bir boşluk, kimliksel bir çöküş ve manevî bir tahribat…

  1. Peygamber (A.S.M.)’in Terk Edilmesinin Bedeli

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), sadece bir dini tebliğ etmemiştir. O, insanlığın hem aklına hem kalbine hitap eden, hem dünya hem ahiret için bir sistem kurmuş bir rahmet önderidir. O’nu terk etmek, yalnızca bir şahsı terk etmek değil; bir mana dünyasını, bir kurtuluş reçetesini, bir varoluş cevabını terk etmektir.

Bu terk, ruhu boşluk ve karanlığa mahkûm eder. Çünkü insanın yaratılışında derinlik vardır. O derinlik imanla dolmadıkça, başka şeylerle tatmin olmaz. Batı’ya özenerek kimliğini bırakan biri, o boşluğu lüksle, hevesle, zevkle doldurmaya çalışır. Fakat sonunda sadece inkârla sarhoş olmuş bir hayvana döner.

  1. Hayvanîleşen İnsan: Zamanla Kuşatılmış Bir Mahpus

Bediüzzaman bu noktada çok çarpıcı bir tespit yapar:

> “Meğer insaniyetini söndüresin… ve zaman-ı hâl ile mukayyed sırf bir hayvan olasın…”

Yani geçmişi unutan, geleceği düşünmeyen; sadece şimdiki lezzeti düşünen bir varlığa dönüşürsün. Tıpkı hayvanlar gibi… Onlar geçmişin acısını duymaz, geleceğin kaygısını taşımaz. Ama insan öyle değildir.
– Geçmişin hatıraları onu üzer.
– Geleceğin bilinmezliği onu korkutur.

İşte bu iki yük –hüzün ve havf– insanı mahveder. Bu azaptan onu ancak hakikî bir ilaç kurtarabilir.

  1. Kurtarıcı Reçete: Kur’an-ı Azîmüşşân

Bediüzzaman açıkça ifade eder:

> “İnsanı bu havf ve hüzünden kurtarıcı tek bir medetkâr var: Kur’ân-ı Azîmüşşân.”

Kur’an, insana geçmişin acılarını anlamlandırır, geleceğin korkusunu güvene çevirir. Ölüm, ayrılık, hüsran gibi her fâni sıkıntıyı, bâkî müjdelerle telafi eder.
Kur’an’sız bir hayat; şekli modern bile olsa, ruhen bir çöle dönüşür.

  1. Taklit Yerine Tahkik: Kendi Kimliğini Keşfet

Mesele Batı düşmanlığı değil; mesele hakikati hangi gözle gördüğün meselesidir. Bir mümin, başkasının gölgesi olmadan da medenî, hür, akıllı, şerefli bir hayat yaşayabilir. Yeter ki taklit etmesin; kendi değerlerini tahkik ederek yaşasın.

İşte o zaman ne geçmişin yükü altında ezilir, ne de gelecekten korkar. Çünkü kim olduğunu bilir, kiminle yürüdüğünü bilir, nereye gideceğini bilir.

Sonuç: Kime Özeniyorsun, Ne Uğruna Terk Ediyorsun?

Ey insan!
Kimliğini hangi özentiye kurban ediyorsun?
Peygamberini terk ederken ne kazanacağını zannediyorsun?
O’nsuz ne ahlâk kalır, ne mânâ, ne istikamet…

Frenk gibi olmak istemek, seni firenk de yapmaz; Müslüman da bırakmaz.
Ancak bir taklitçiye, bir kimliksizliğe, bir boşluğa dönüştürür.
Ve sonunda seni içten içe kemiren bir karanlıkta bırakır.

Çünkü bir insan kimliğini kaybetti mi, artık başka bir şey olamaz.
Sadece yokluk içinde varlık sancısı yaşayan bir gölgeye döner.

Makale Özeti:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin “Nur’un İlk Kapısı”ndaki bir pasaj esas alınarak, Batı özentisiyle inancından kopan Müslümanların yaşadığı kimlik buhranı ele alınmıştır. Bir Batılı’nın ruhunda hâlâ dinî temeller kalabilirken, Peygamber Efendimiz’i (s.a.v.) terk eden bir Müslüman, ruhî boşluğa düşer. Bu boşluk, insanı hayvanî bir yaşama indirir. Geçmişin acıları ve geleceğin korkuları içinde sıkışan insana çare sadece Kur’an’dır. Kurtuluş, taklit değil, tahkik yoluyla kendi kimliğini, değerlerini ve inancını yaşamakla mümkündür.

 




Frenkleşme Özentisi: Kimliğin Çöküşü ve Ruhun Boşluğu

Frenkleşme Özentisi: Kimliğin Çöküşü ve Ruhun Boşluğu

“Ey fasık ve sefih! Demek ki, “Ben de firenk gibi olacağım.” Dikkat et, sen firenk gibi olamazsın. Zira bir firenk, Peygamberimizi (A.S.M.) kabul etmezse de İsa (A.S.) ve Musa (A.S.) ve sâir enbiyaları bir derece kabul edebilir. Ruhunda, maâliyata medâr kendince bir esas kalabilir. Fakat sen, Peygamber-i Âhirzaman’ın (A.S.M.) derslerini terkettiğin dakikada, senin ruhunda nihâyetsiz bir tahribât, bir boşluk, bir karanlık peyda olacaktır ki; hiçbir kemâlât ve ahval-i âliyeye ve mes’udiyete yer kalmayacaktır. Meğer insaniyetini söndüresin.. ve zaman-ı hâl ile mukayyed sırf bir hayvan olasın.. ve hayvan gibi bir muvakkat müzahref lezzeti göresin. Halbuki insan, müstakbelin ehvâli ve mâzinin ahzânı ile giriftâr olmuştur. Bu ikisi, onu pek ciddî düşündürür, başını mütemâdiyen döğerler. İnsanı, bu havf ve hüzünden kurtarıcı tek bir medetkâr var. O da Kur’ân-ı Azîmüşşân’dır.”
Nur’un İlk Kapısı

> “Ey fâsık ve sefih! Demek ki, ‘Ben de firenk gibi olacağım.’ Dikkat et, sen firenk gibi olamazsın.”
(Said Nursî – Sözler, Nur’un İlk Kapısı)

Zaman zaman bazı insanlar, Batı’ya ait şekil ve hayat tarzını bir “medeniyet ölçüsü” zannedip, kendi inanç ve değerlerinden koparak “firenk gibi olmayı” meziyet sayar. Oysa Bediüzzaman Hazretleri, bu aldanışı derin bir bakışla teşhis eder:
Sen firenk gibi olamazsın.

Çünkü senin kimliğinde, ruhunda, tarihinin kodlarında Peygamber-i Âhirzaman’ın (A.S.M.) dersi vardır. Onu terk ettiğinde boşta kalmazsın; bilakis ruhun çöker, kalbin kararır, iç dünyan yıkılır.

  1. Frenk, Kökünden Kopmamış Olabilir

Bediüzzaman, Batılı (firenk) insanın fıtratını inkâr etmez. Ona göre Batılı biri, Peygamber Efendimiz’i tanımamış olabilir; ama ruhunda Hz. Musa (a.s.), Hz. İsa (a.s.) gibi peygamberlerin öğrettiklerinden kalma bir ahlâkî maya vardır. Yani bir dereceye kadar bir manevî zemin, bir vicdan kalıntısı, bir ulvî hedef taşıyabilir.

Fakat bir Müslüman genç, sırf hevesle, taklit uğruna bu manevî kodlarını inkâr ettiğinde, sadece bir “kültürel değişim” yaşamaz. Daha derin bir mesele baş gösterir:
Ruhî bir boşluk, kimliksel bir çöküş ve manevî bir tahribat…

  1. Peygamber (A.S.M.)’in Terk Edilmesinin Bedeli

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), sadece bir dini tebliğ etmemiştir. O, insanlığın hem aklına hem kalbine hitap eden, hem dünya hem ahiret için bir sistem kurmuş bir rahmet önderidir. O’nu terk etmek, yalnızca bir şahsı terk etmek değil; bir mana dünyasını, bir kurtuluş reçetesini, bir varoluş cevabını terk etmektir.

Bu terk, ruhu boşluk ve karanlığa mahkûm eder. Çünkü insanın yaratılışında derinlik vardır. O derinlik imanla dolmadıkça, başka şeylerle tatmin olmaz. Batı’ya özenerek kimliğini bırakan biri, o boşluğu lüksle, hevesle, zevkle doldurmaya çalışır. Fakat sonunda sadece inkârla sarhoş olmuş bir hayvana döner.

  1. Hayvanîleşen İnsan: Zamanla Kuşatılmış Bir Mahpus

Bediüzzaman bu noktada çok çarpıcı bir tespit yapar:

> “Meğer insaniyetini söndüresin… ve zaman-ı hâl ile mukayyed sırf bir hayvan olasın…”

Yani geçmişi unutan, geleceği düşünmeyen; sadece şimdiki lezzeti düşünen bir varlığa dönüşürsün. Tıpkı hayvanlar gibi… Onlar geçmişin acısını duymaz, geleceğin kaygısını taşımaz. Ama insan öyle değildir.
– Geçmişin hatıraları onu üzer.
– Geleceğin bilinmezliği onu korkutur.

İşte bu iki yük –hüzün ve havf– insanı mahveder. Bu azaptan onu ancak hakikî bir ilaç kurtarabilir.

  1. Kurtarıcı Reçete: Kur’an-ı Azîmüşşân

Bediüzzaman açıkça ifade eder:

> “İnsanı bu havf ve hüzünden kurtarıcı tek bir medetkâr var: Kur’ân-ı Azîmüşşân.”

Kur’an, insana geçmişin acılarını anlamlandırır, geleceğin korkusunu güvene çevirir. Ölüm, ayrılık, hüsran gibi her fâni sıkıntıyı, bâkî müjdelerle telafi eder.
Kur’an’sız bir hayat; şekli modern bile olsa, ruhen bir çöle dönüşür.

  1. Taklit Yerine Tahkik: Kendi Kimliğini Keşfet

Mesele Batı düşmanlığı değil; mesele hakikati hangi gözle gördüğün meselesidir. Bir mümin, başkasının gölgesi olmadan da medenî, hür, akıllı, şerefli bir hayat yaşayabilir. Yeter ki taklit etmesin; kendi değerlerini tahkik ederek yaşasın.

İşte o zaman ne geçmişin yükü altında ezilir, ne de gelecekten korkar. Çünkü kim olduğunu bilir, kiminle yürüdüğünü bilir, nereye gideceğini bilir.

Sonuç: Kime Özeniyorsun, Ne Uğruna Terk Ediyorsun?

Ey insan!
Kimliğini hangi özentiye kurban ediyorsun?
Peygamberini terk ederken ne kazanacağını zannediyorsun?
O’nsuz ne ahlâk kalır, ne mânâ, ne istikamet…

Frenk gibi olmak istemek, seni firenk de yapmaz; Müslüman da bırakmaz.
Ancak bir taklitçiye, bir kimliksizliğe, bir boşluğa dönüştürür.
Ve sonunda seni içten içe kemiren bir karanlıkta bırakır.

Çünkü bir insan kimliğini kaybetti mi, artık başka bir şey olamaz.
Sadece yokluk içinde varlık sancısı yaşayan bir gölgeye döner.

Makale Özeti:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin “Nur’un İlk Kapısı”ndaki bir pasaj esas alınarak, Batı özentisiyle inancından kopan Müslümanların yaşadığı kimlik buhranı ele alınmıştır. Bir Batılı’nın ruhunda hâlâ dinî temeller kalabilirken, Peygamber Efendimiz’i (s.a.v.) terk eden bir Müslüman, ruhî boşluğa düşer. Bu boşluk, insanı hayvanî bir yaşama indirir. Geçmişin acıları ve geleceğin korkuları içinde sıkışan insana çare sadece Kur’an’dır. Kurtuluş, taklit değil, tahkik yoluyla kendi kimliğini, değerlerini ve inancını yaşamakla mümkündür.

 




Zalim Kimdir? Zulüm Nerede Başlar?

Zalim Kimdir? Zulüm Nerede Başlar?

Zalim zalimdir, katil de katildir.
Hiç bir şey onların cürümlerini düşürmez.
İranlı mı İsrail mi gibi bir tercih olacak olsa, elbette İranlıyı tercih ederim.
Ancak şu soruyu sorup cevap da ararım.
Suçlunun kim olduğunu sorgular, hepsini aynı kefeye koymam.
Soru şu;
İsrail mi daha çok Müslümanı öldürmüş yoksa İran mı?
İranın sadece Suriye’de Kasım Süleyman’inin doğrudan ve dolaylı öldürdüğü Müslüman sayısı 1 milyona yakındır.
İsrail zaten bellidir.
İrana ne oluyor?
Zulmü de cürmü de büyüktür.

*********

“Zalim zalimdir, katil de katildir. Hiçbir ideoloji, mezhep, milliyet ya da strateji onların cürümlerini hafifletemez.”

Tarih, insanlığın adaletle imtihanıdır. Kimi zaman bir zalim diğerine tercih edilirken, unutulmaması gereken hakikat şudur: Zulüm, kimden gelirse gelsin zulümdür. İsrail’in Gazze’de işlediği cinayetler, çocukların kanıyla sulanan bir katliam tarihine dönüşmüş durumda. Ancak bu tabloda sadece Siyonizm’in zulmünü görmek, diğer zulümleri aklamaya çalışmak olur ki bu da adaletsizliktir.

Evet, “İsrail mi yoksa İran mı daha fazla Müslüman öldürdü?” diye bir soru sormak bile insana derin bir iç muhasebe yaptırmalı. Çünkü her iki tarafın da elinde, kendi siyasi menfaatleri uğruna harcanmış Müslüman kanları var. İsrail’in zulmü açıktır, sabıkası büyüktür. Ancak İran’ın özellikle Suriye’de izlediği mezhep temelli yayılmacı politika, arkasında milyonlara varan acı, göç, yıkım ve ölüm bırakmıştır. Kasım Süleymani’nin komutasındaki güçler, sadece İsrail’i değil, Suriye’deki sünni Müslüman halkı da hedef almıştır. Bu gerçek, göz ardı edilemeyecek kadar yakıcıdır.

Peki biz Müslümanlar bu manzaranın neresindeyiz?

Mesele, sadece “kim daha az öldürdü” demekle çözülecek kadar basit değildir. Bu, bir cinayet karşılaştırması değildir. Bu, ümmetin kanı üzerinden yürütülen kirli hesapların teşhisi meselesidir. Ne İsrail’in zulmü hafifletilebilir, ne İran’ın yaptığı görmezden gelinebilir. Üstelik İran’ın zulmü, çoğu zaman “dini söylemler” kisvesiyle yapıldığı için daha da tehlikelidir. Zira zahiren “İslami bir duruş” gibi sunulan bu siyaset, gerçekte mezhepçi ve yayılmacı bir anlayışın ürünü olmuştur.

Kur’an bize, “Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsizliğe sevk etmesin” (Maide, 8) diye tenbih ediyor. Adaletin mezhebi, kavmi, bayrağı, stratejik ortağı yoktur. Adalet, zalime karşı durmakla; mazlumun yanında olmakla mümkündür. Mazlumun kimliğini sormak, zalimin sicilini görmezden gelmek adaleti öldürür.

Bugün İsrail’e öfke duymak elbette yerindedir, vaciptir. Ama bu öfke, İran’ın zulümlerini aklamamalıdır. Zira her ikisi de aynı İblis’in farklı suretlerdeki yüzleridir. Biri siyonist kibirle, diğeri mezhepçi taassupla Müslüman kanı dökmektedir.

Tarihi örnekler gösteriyor ki, ümmet içindeki fitneler, dışarıdan gelen işgallerden daha çok tahribat yapmıştır. Endülüs’ün düşüşü, Abbâsîler’in yıkılışı, Osmanlı’nın çözülüşü hep içerideki ihanetlerle başlamıştır. Bugün de benzer bir oyun sahnede. Müslümanların bir kısmı İsrail’e bakıp öfkesini diri tutarken, bir kısmı İran’a meyledip mezhebi bir romantizme kapılıyor. Oysa hakikat ne tarafın ne de mezhebin tekelindedir.

Bugün bize düşen, ne İsrail’in ne İran’ın ne de başka bir devletin çıkarları için saf tutmaktır. Bize düşen, mazlumun safında yer almak; zalim kim olursa olsun onun karşısında durmaktır.

İbretle Bak, Adaletle Tart

Zulmün rengi yoktur. Dili, mezhebi, kıyafeti, bayrağı yoktur. Nerede bir mazlum varsa, biz orada olmalıyız. Ve nerede bir zalim varsa, ona karşı çıkmalıyız. İran’ın Suriye’de, Yemen’de, Irak’ta döktüğü kan da; İsrail’in Filistin’de akıttığı kan da aynıdır: Müslüman kanıdır. Can birdir, kıymeti birdir. Biri düşmanı öldürürken, öteki kardeşi öldürüyor diye onu masum sayamayız.

Unutma: Şeytanın sağdan yaklaşanı, soldan yaklaşanından daha tehlikelidir. Birisi düşman gibi gözükür; diğeri dost gibi. Ama ikisi de hakikatte aynı yıkımı getirir.

Özet:

Bu makale, İsrail ve İran gibi aktörlerin Müslüman coğrafyasındaki zulümlerini karşılaştırarak, adalet ve vicdan terazisiyle değerlendirme yapmaktadır. Her iki tarafın da farklı gerekçelerle aynı mazlum bedenler üzerinden iktidar kurmaya çalıştığına dikkat çekilir. Müslümanlar olarak zulme karşı ortak bir vicdan, her türlü mezhepçiliğin ötesinde bir adalet anlayışı geliştirmemiz gerektiği anlatılır. Zalim, kimden gelirse gelsin zalimdir; adalet ise herkese eşit uygulanmalıdır.

 




Fâniliğin İçindeki Cehennem ve Bâkîliğe Açılan Cennet

Fâniliğin İçindeki Cehennem ve Bâkîliğe Açılan Cennet

“Hayat-ı fâniyeyi esas maksat yapan, zâhiren cennet içinde olsa da, mânen cehennemdedir. Hayat-ı bâkiyeye müteveccih olan zât ise, saâdet-i dâreyne mazhardır.”
Nur’un İlk Kapısı

İnsanın iki hayatı vardır:
Birincisi geçici olan dünya hayatı,
İkincisi sonsuz olan ahiret hayatı.

Bu iki hayat arasındaki ilişki, sadece zaman farkından ibaret değildir. Aynı zamanda hangi hayatı merkeze koyduğumuz, bu dünyadaki huzurumuzu, bakışımızı ve akıbetimizi şekillendirir.

  1. Fâniliği Esas Alanın dahili Cehennemi

İnsan eğer dünya hayatını tek hedef, yegâne amaç ve nihai maksat yaparsa, farkında olmadan içten içe bir azap yaşar. Neden?

Çünkü fânilik, tükenmek demektir.
Her sevdiği elinden gider.
Her sahip olduğu, bir gün yitip gider.
Zevkler yıpranır, gençlik solar, mallar dağılır, dostlar vefat eder.

Bu kaçınılmaz tükeniş içinde, dünya hayatını “cennet” gibi gören kimse, kaybettikçe yanar. Kalbi, her ayrılıkla bir yara alır. Ve bu yürek yangını, hakikatte bir manevî cehenneme dönüşür.

Bediüzzaman bu noktada mânen cehennemdedir derken, insanın iç dünyasında oluşan ızdırabı tarif eder. Gül bahçesinde de olsa, eğer ölüm fikri onu yakıyorsa, ruhu huzur bulmaz.

  1. Bâkî Hayatı Merkez Alanın İki Dünya Saadeti

Buna mukabil, bir insan eğer dünya hayatını bir vasıta, bir imtihan, bir misafirhane olarak görür ve asıl maksadı ahiret olarak belirlerse; hem bu dünyada huzur bulur hem de sonsuzluk âleminde kurtuluşa erer.

Çünkü o bilir ki:
– Kaybettikleri aslında ebediyete gidiyor.
– Sevdikleri, eğer Allah içinse, ayrılık değil buluşma vaktine ilerliyor.
– Mal, evlat, nimet… hepsi bir emanet; doğru kullanılırsa ebedî kazanca dönüşüyor.

İşte bu bakış, insana dünya cennetini de verir. Çünkü ölüm korkusunu yener, kayıp acısını hafifletir, fâniliğin içindeki güzellikleri ebedî mana ile taçlandırır.

> “Saâdet-i dâreyn” (iki dünyanın saadeti) ifadesi, hem dünya huzuru hem ahiret selâmeti demektir. Bu da ancak bâkî olana yönelmekle mümkündür.

  1. Cennet Görünümlü Cehennem: Modern Dünyanın Aldatmacası

Bugünün insanı, teknoloji, konfor, lüks ve tüketim ile zahiren bir cennet içinde yaşıyor gibi. Ama depresyonlar, yalnızlıklar, tatminsizlikler bu “cennet”in içindeki cehennem çığlıklarını işaret ediyor.

Çünkü kalbî huzur, sonsuzlukla bağlantılıdır. Ruh, fânilikte değil, bâkîlikte teselli bulur. Mal, makam, şöhret doyurmaz; çünkü ruhun asıl gıdası ebediyettir.

Bediüzzaman’ın bu sözü tam da bu çağın iç dünyasını teşhis eder:
– Bedenin cenneti kuruldu ama ruhun cehennemi büyüdü.
– Eşyalar çoğaldı, anlamlar kayboldu.
– Sahip olunanlar arttı, ama huzur azaldı.

Sebep?
Hayat-ı fâniye, yani geçici olan şeyler asıl maksat yapıldı.

  1. Gerçek Kurtuluş: Fâniliği Ebedîlik İçin Kullanmak

Fâniliği inkâr etmeye gerek yok. Çünkü bu dünya geçici. Ama geçici olanı, kalıcı bir maksat için kullanmak mümkündür. İşte hakiki akıl, hakiki tefekkür, hakiki dindarlık budur.

> – Mal varsa, Allah yolunda harcanmalı.
– Zaman varsa, ebedî kazanç için değerlendirilmeli.
– Sevgi varsa, Allah adına ve ebediyet ekseninde olmalı.

İşte bu hâl, fâniliği cennet kapısına çevirir. O zaman dünya, cehennemin değil; ahiret cennetinin koridoru hâline gelir.

Sonuç: Hayatın Yönü, Akıbetini Belirler

Yaşadığımız hayatın kendisi değil, ne için yaşadığımız önemlidir. Aynı ömür, birine cennet sebebi olurken, diğerine cehenneme dönüşebilir. Bediüzzaman’ın ifade ettiği o kritik fark budur:

> – Dünya hayatını esas maksat yapmak: görünürde cennet, özde cehennem.
– Ahiret için yaşamak: görünürde çileli bile olsa, özde huzurlu ve ebedî.

O hâlde seçim senindir:
Hayatı sen mi merkeze alırsın, yoksa ebediyeti mi?

Makale Özeti:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin “Nur’un İlk Kapısı”ndaki şu veciz cümlesi esas alınmıştır:

> “Hayat-ı fâniyeyi esas maksat yapan, zâhiren cennet içinde olsa da, mânen cehennemdedir. Hayat-ı bâkiyeye müteveccih olan zât ise, saâdet-i dâreyne mazhardır.”

Geçici dünya hayatını nihai gaye olarak görenler, görünüşte refah içinde olsalar bile iç dünyalarında bir boşluk ve huzursuzluk yaşarlar. Oysa ebedî hayatı merkezine alanlar, hem bu dünyada iç huzuru yaşar hem de ahiret saadetine ulaşır. Gerçek cennet, sadece dış koşullarla değil, insanın ebediyet bilinciyle şekillenir.

 




İki Ses Arasında: Hakikatin Sadâsı mı, Felsefenin Vesvesesi mi?

İki Ses Arasında: Hakikatin Sadâsı mı, Felsefenin Vesvesesi mi?

“Cenâb-ı Hak, sana verdiği kendi mülkünü, senden gâlî bir kıymetle satın alıyor. Yine senin için muhafaza ediyor.

   Ey beşer, bak! İki sadâ senin kulağına geliyor. Biri Kur’ân-ı Hakîm’in sadâ-yı semâvîsidir.

   Der ki: “Sat kârlısın.”

اِنَّ الدَّارَ اْلاٰخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ

   diyor. Diğeri, küffarın felsefe-i medeniyesinin vesvesesidir ki; “Sen kendine mâliksin” der.

   Seni

اِنْ هِىَ اِلاَّ حَيَاتُنَا الدُّنْيَا

   diyenlerden etmek ister. Bu münevver hüdâ ile, şu müzevver dehânın mabeynlerindeki farkı gör. Tâ kör olmayasın.

وَمَنْ كَانَ فٖى هٰذِهٖٓ اَعْمٰى فَهُوَ فِى اْلاٰخِرَةِ اَعْمٰى وَاَضَلُّ سَبٖيلاً ٭ اَللّٰهُمَّ اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقٖيمَ ٭ صِرَاطَ الَّذٖينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ ٭ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَ لاَ الضَّٓالّٖينَ اٰمٖينَ ”
Nur’un İlk Kapısı

İnsanoğlunun kulaklarına her zaman iki ses çarpar. Biri göklerden gelen ilâhî bir sadâdır; diğeri ise yerden yükselen aldatıcı bir vesvese. Bu iki çağrı, insanın hayat rotasını tayin eder. Ya Hakk’a yönelir, ya da nefsin karanlık sokaklarında kaybolur.

Bediüzzaman Said Nursî, “Nur’un İlk Kapısı”nda bu iki çağrıyı veciz şekilde karşı karşıya getirir. Biri Kur’an’ın semavî hitabıdır:

> “Sat, kârlısın!”
Diğeri ise inkârın ve felsefe-i maddiyenin sinsi telkinidir:
“Sen kendine mâliksin.”

İşte bu iki sesin çatışmasında insan, ya kendini bulur ya da kendini kaybeder.

  1. İlâhî Sadâ: “Sat, Kârlısın”

Kur’an-ı Kerim, insana bir tüccar gibi yaklaşır. Ona der ki:

> “Cenab-ı Hak, sana verdiği mülkü, senden kendi adına ama senin faydana satın almak istiyor.”

Yani can, mal, akıl, duygular… hepsi Allah’ın lütfu. Ama bu lütuflar zayi olmasın, ebedîleşsin diye Cenab-ı Hak onları sana satmak istiyor. Karşılığında ise sonsuz cennet, rızâ-i ilâhî, bakî hayat veriyor.

Bu sadâ, Tevbe Suresi’ndeki şu ayetle yankılanır:

> “اِنَّ اللّٰهَ اشْتَرٰى مِنَ الْمُؤْمِنٖينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ”
“Allah, müminlerden mallarını ve canlarını cennet karşılığında satın almıştır.”

Bu İlâhî teklif bir şereftir, bir rahmettir. Çünkü Allah senin sermayeni zayi olmaktan kurtarıyor. Hem sana geri bırakıyor, hem de değerini sonsuzlaştırıyor.

Kur’an, bu teklifin ehemmiyetini şu ifadeyle özetliyor:

> “اِنَّ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ”
“Ahiret yurdu, işte asıl hayat odur.” (Ankebut, 64)

Bu dünyadaki hayat, bir gölge; asıl hayat orada başlar. Bu yüzden Kur’an’ın sesi, sadece bir davet değil, aynı zamanda bir kurtuluştur.

  1. Sinsi Fısıltı: “Sen Kendine Mâliksin”

Öte yanda, modern felsefenin bâtıl bir anlayışı da kulağa fısıldar:

> “Sen kendine aitsin. Hayat senindir. Özgürlüğün var. Dilediğini yap.”

Bu anlayış, “hayat sadece dünyadan ibarettir” fikrini telkin eder:

> “اِنْ هِىَ اِلَّا حَيَاتُنَا الدُّنْيَا”
“Hayat, yalnızca bu dünya hayatıdır.” (Câsiye, 24)

Bu sözün altında aslında büyük bir gaflet yatar:
– Ölüm yokmuş gibi yaşamak,
– Hesap yokmuş gibi davranmak,
– Sahip olmadığın bir hayatı keyfine göre harcamak…

Ama hakikat şu ki: İnsan kendine değil, Allah’a aittir. Ne hayatına, ne ölümüne, ne kalbine ne de kaderine tam anlamıyla hükmedemez. O hâlde “mâlikim” demek, sadece bir vehimdir.

  1. Körlük ve Basiret Arasındaki Fark

Bu iki ses arasındaki farkı görememek, bir çeşit mânevî körlüktür. Kur’an bu körlüğe çok ağır bir uyarı ile seslenir:

> “وَمَنْ كَانَ فِى هٰذِهِ اَعْمٰى فَهُوَ فِى الْاٰخِرَةِ اَعْمٰى وَاَضَلُّ سَبٖيلاً”
“Kim bu dünyada körse, ahirette de kördür ve yolunu daha çok sapıtmıştır.” (İsrâ, 72)

Gözün körlüğü değil, kalbin ve basiretin körlüğüdür bu. Bu körlük, ahiret yurdunda mutlak bir pişmanlığa dönüşür.

O hâlde insan, kendisine fısıldanan her sese kulak vermemeli; gelen sesin kaynağını sorgulamalı:
Bu ses, gökten mi geliyor, yoksa nefsin karanlık odasından mı?

  1. Kurtuluş Duası: Doğru Yolun Sesi

Bu ikilemin ortasında, insanın en büyük ihtiyacı hidayettir. Ve bu hidayet için her gün Fâtiha’da dilimize gelen bir dua vardır:

> “اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقٖيمَ”
“Bizi dosdoğru yola ilet.”
O yol kimlerin yolu?
“صِرَاطَ الَّذٖينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ”
“Nimet verdiklerinin yolu.”
Kimlerin yolu değil?
“غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّٓالّٖينَ”
“Gazaba uğramışların ve sapmışların yolu değil.”

Bu dua, her gün iki sesi birbirinden ayırmak için yapılan bir yakarıştır. Ve bu dua, hakikatin sesini bulmak isteyen her kulun rehberidir.

Sonuç: Hangi Sese Kulak Veriyorsun?

Ey insan! Kulaklarında iki ses var:

Biri seni kurtuluşa, ebediyete, cennete çağırıyor.

Diğeri seni kendine, nefsine, geçiciliğe hapsediyor.

Kur’an sat diyor; kâr edeceksin. Felsefe tut diyor; ama kaybedeceksin.
Kur’an seni Allah’a götürüyor. Felsefe seni yalancı bir sahiplik duygusuna mahkûm ediyor.

O hâlde karar senin.
Müminin kulağı vahyi dinler. Gafilin kulağı ise hevesin fısıltısına açıktır.

Makale Özeti:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “Nur’un İlk Kapısı”ndaki bir pasaj üzerinden, Kur’an’ın ilâhî çağrısıyla, felsefe-i maddiyenin aldatıcı telkinleri karşılaştırılmıştır. Kur’an insanı Allah’a kul olmaya ve sermayesini kârla satmaya davet ederken, nefis ve maddeci felsefe insanı yalancı bir sahiplik vehmiyle kandırır. Bu iki ses arasında tercih yapan insan ya ebedî hayatı kazanır ya da karanlık bir körlüğe düşer. Kurtuluş, “sırat-ı müstakim”e yönelmek ve hakikatin sesine kulak vermekle mümkündür.

 




Allah’ın Mükâfatlandıran Alımı: Beş Kâr ve Beş Zarar Üzerine Düşünce

Allah’ın Mükâfatlandıran Alımı: Beş Kâr ve Beş Zarar Üzerine Düşünce


اِنَّ اللّٰهَ اشْتَرٰى مِنَ الْمُؤْمِنٖينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ

   Ey insan! Nedendir ki şu azîm ticarete girmiyorsun? Rabb-ı Kerîm, senin yanında emâneten koyduğu mülkünü senden satın almak istiyor. Tâ ki zâyi olmaktan muhafaza etsin. Hem bin derece kıymeti yükselsin. Hem bedeline büyük bir fiyat veriyor. Hem istifâden için senin elinde bırakıyor. Hem külfet-i idaresini kendisi deruhte ediyor. İşte sana beş mertebe kâr içinde kâr! Halbuki ey gafil! Ona satmadığından, emânette hıyânet ettin. Hem bütün bütün kıymetten düşürttün. Hem bilâfaide senin elinde zayi olacak. Hem o yüksek fiyat elinden gidecek. Hem senin zimmetinde, günahı ile tekâlif-i idaresi ve âlâmı ile zahmet-i muhafazası kalacak. İşte beş müthiş derecede hasaret içinde hasaret!”
Nur’un İlk Kapısı

Kur’ân’ın şu muazzam ayeti insanı durup derin bir muhasebeye çağırır:

> “اِنَّ اللّٰهَ اشْتَرٰى مِنَ الْمُؤْمِنٖينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ”
“Şüphesiz Allah, müminlerden mallarını ve canlarını, karşılığında cennet vermek üzere satın almıştır.” (Tevbe Suresi, 111)

Bu ayet, Cenab-ı Hakk’ın insanla yaptığı en kazançlı ve en şerefli alışverişi beyan eder. Zira Allah insanın kendisine ait olmayan, zaten O’na ait olan nefsi ve malı, ona ebedî bir cennet karşılığında “satın almak” istiyor. Ve bu alışveriş, eşi benzeri olmayan bir mükâfatı da beraberinde getiriyor: Cennet, ebediyet, rıza-i İlahi.

  1. Neden Bu Ticaretle İlgilenmiyoruz?

Bugün insanlar, geçici menfaatler, gelip geçen kârlar için canhıraş bir şekilde çabalıyor. En küçük bir ekonomik kazancı bile elde etmek için saatlerini, günlerini veriyor. Fakat Allah’ın ebedî bir saadet karşılığı sunduğu bu “manevî alışverişe” çoğu insan bigâne kalıyor.

Neden?

Çünkü bu dünya gözüyle bakıldığında can, mal, mülk sanki bizimmiş gibi görünür. Oysa hakikat şu ki, sahip olduğumuz her şey emanet. Allah’tan gelen ve yine Allah’a dönecek olan bir emanet. Ve işte Rabbimiz, bu emanetleri yine bize, ama kıymetini misliyle artırarak geri satmak istiyor.

  1. Beş Kat Kâr: Allah’a Satmanın Hikmeti

Bediüzzaman’ın ifadesiyle, bu ticaretin içinde beş büyük kazanç vardır:

Zayi olmaktan muhafaza edilir: İnsanın canı ve malı fani olduğu için zayi olmaya mahkûmdur. Allah’a satıldığında ise bâki bir kıymet kazanır.

Kıymeti bin derece yükselir: Dünya için harcanan bir ömür, sonunda kabirde tükenir. Fakat Allah için harcanan ömür, ebedî mükâfatlar doğurur.

Büyük bir fiyat verilir: Karşılık, sadece cennet değil; rıza-i İlahi, dostluk ve sonsuz saadettir.

Senin elinde bırakılır: Allah onu hemen almaz. Sen o can ve malı, hayatın boyunca kullanırsın. Sadece niyet ve yön değişir.

İdaresinin külfeti Allah’a aittir: Teslim olan kalbe Allah yardım eder, yönetimini üstlenir, yükü hafifletir.

Bu beş kazanç, yalnızca bir inanan için değil, her akıl sahibi için mantıklı ve kıymetlidir. Çünkü akıl, geçiciye değil, kalıcıya yatırım yapmayı gerektirir.

  1. Beş Kat Zarar: Satmayanın Hasareti

Peki bu büyük ticarete girmezsek ne olur?

Emanette hıyânet etmiş oluruz: Allah’ın verdiği canı O’na karşı kullanmak, bir nankörlük ve ihanettir.

Kıymetten düşer: Allah için çalışmayan bir ömür, tüketilmiş bir sermaye olur.

Zayi olur: Ölümle her şey biter, ardında hiçbir iz bırakmadan kaybolur.

Yüksek fiyat kaybolur: Cennet ve sonsuzluk nimeti kaybedilir.

Zimmette kalır: Hem günah yükü, hem de mal ve canın zahmeti omuzda kalır. Ahirette bu hesap sorulur.

Bu beş zarar, sadece uhrevî değil; dünyevî bir huzursuzluğu da beraberinde getirir. Çünkü insan, manevî sermayesini yanlış yerde harcadığında, içten içe tükenmeye mahkûmdur.

  1. Bu Alışverişte Sırrı Anlamak

Bir alışverişin sırrı, karşılıklı rıza ve güven üzerinedir. Allah bize güveniyor, bizden canımızı ve malımızı istiyor. Biz de O’na güvenip teslim olmalıyız. Çünkü bu ticarette zarar ihtimali yoktur. Zaten her şey O’nundur. Biz sadece emanetçiyiz.

İşte bu nedenle Allah’a teslimiyet, esarete değil, hürriyete; yüklenmeye değil, hafiflemeye; faniye değil, bakîye yönelmedir. Ve bu teslimiyetle kişi sadece Allah’a satar, karşılığında sonsuzluğu alır.

Sonuç: En Büyük Yatırım Ebediyete Olandır

İnsan bu dünyada tüccardır. Herkesin bir sermayesi var: Canı ve malı. Bu sermaye ya ebedîye yatırılır ya da faniye harcanır. Akıllı tüccar, az bir şey verip sonsuz kâr alandır.

O hâlde, ey insan!
Mal senin değil, can senin değil, ömür senin değil…
Ama tercih senin.
Sat ve kazan, tut ve kaybet.

Makale Özeti:

Bu makalede, Tevbe Suresi 111. ayetinin ışığında insanın can ve malını Allah’a satmasının hikmeti, faydası ve derin anlamı üzerinde durulmuştur. Bediüzzaman’ın “Nur’un İlk Kapısı”ndaki açıklamalar doğrultusunda, Allah’a satılan bir can ve malın beş büyük kazanç sağladığı, satılmadığında ise beş büyük zarar doğurduğu ortaya konmuştur. Makale, hem akla hem kalbe hitap ederek, insanı bu İlâhî alışverişe girmeye teşvik etmekte ve en büyük yatırımın ebediyete yapılan yatırım olduğunu anlatmaktadır.