Tahribat Zamanında En Büyük İbadet: Takva ile Kurtuluşun Yolu

Tahribat Zamanında En Büyük İbadet: Takva ile Kurtuluşun Yolu
Kastamonu Lâhikası’ndan İman, Takva ve Amel-i Salih Üzerine Derin Bir Muhasebe

“Bugünlerde Kur’an-ı Hakîm’in nazarında imandan sonra en ziyade esas tutulan takva ve amel-i salih esaslarını düşündüm. Takva, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek ve amel-i salih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def’-i şer, celb-i nef’a râcih olmakla beraber; bu tahribat ve sefahet ve cazibedar hevesat zamanında bu takva olan def’-i mefasid ve terk-i kebair üssü’l-esas olup, büyük bir rüçhaniyet kesbetmiş.

   Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için takva, bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen kurtulur. Böyle kebair-i azîme içinde amel-i salihin ihlasla muvaffakiyeti pek azdır. Hem az bir amel-i salih, bu ağır şerait içinde çok hükmündedir.

   Hem takva içinde bir nevi amel-i salih var. Çünkü bir haramın terki vâcibdir. Bir vâcibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var. Takva, böyle zamanlarda binler günahın tehacümünde bir tek içtinab, az bir amelle yüzer günah terkinde, yüzer vâcib işlenmiş oluyor. Bu ehemmiyetli nokta niyetiyle, takva namıyla ve günahtan kaçınmak kasdıyla, menfî ibadetten gelen ehemmiyetli a’mal-i salihadır.”
Kastamonu Lâhikası

Giriş:
İnsanlık tarihi boyunca iyilikle kötülük, imanla küfür, salahla fesat hep mücadele hâlinde olmuştur. Ancak öyle devirler gelir ki, tahribat (yıkıcılık) ve sefahet (ahlakî yozlaşma) o derece yaygınlaşır ki, sıradan bir mü’min için doğruyu korumak ve günahlardan kaçmak dahi büyük bir kahramanlık olur.

İşte bu tahripkâr zamanda, Bediüzzaman Said Nursî’nin Kastamonu Lâhikası’ndaki şu tesbiti bir zaman reçetesi olarak karşımıza çıkar:

> “Takva olan def’-i mefasid ve terk-i kebair üssü’l-esas olup, büyük bir rüçhaniyet kesbetmiş.”

Bu söz, bugünün müslümanına “Neyi önceliklendirmeliyim? Ne yaparsam kurtulurum?” sorusunun da net cevabını verir:
Takva.

  1. Takvanın Manası: Günahı Terk Etmekle Başlayan Kurtuluş
    Kur’an-ı Kerim’de birçok ayette takva, imandan hemen sonra zikredilir. Zira takva, sadece günahı terk etmek değil; Allah’a karşı duyulan saygı, korku ve teslimiyetin bir tezahürüdür.

Bediüzzaman’a göre takva, menhiyattan (yasaklardan) kaçınmak, yani günahları terk etmektir. Bu terk, bazen bir farzı yerine getirmek kadar sevaplıdır. Özellikle haramların alenileştiği, günahların cazibedar hale geldiği bu zamanda, bir günaha karşı direnmek; binler sevap işlemek gibidir.

Örneğin: Gözü haramdan çevirmek, kulakları gıybetten uzak tutmak, dili yalandan sakındırmak… Bunların her biri bir vâcibi yerine getirmekle eşdeğer sayılabilir.

  1. Amel-i Salihin Kıymeti ve Şartları: İhlasta ve Azlıkta Gizli Fazilet
    Amel-i salih, Allah’ın emrettiği güzel işlerdir: Namaz, oruç, zekât, iyilik, infak, sadaka gibi… Ancak bu zamanda ihlasla amel-i salih yapmak zorlaşmıştır. Çünkü her tarafta nefsin hoşuna giden sefahet, şöhret arzusu, gösteriş ve dünyevî beklentiler cirit atmaktadır.

Bu yüzden az bir amel-i salih bile, samimi niyetle yapılırsa çok kıymetli olur. Çünkü ağır bir ortamda, bozulmuş bir zeminde, negatif cereyanlar arasında yapılan iyilik, rüzgâra karşı yürümek gibidir. Yani zordur ama çok kıymetlidir.

  1. Tahribat Zamanında Takva: Menfî İbadetin En Büyük Kuvveti
    Bediüzzaman bu çağın özelliğini şöyle özetler:

> “Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için takva, bu tahribata karşı en büyük esastır.”

Yani yapılan günahlar organize, sistematik ve alenidir. Televizyonla, sokakla, internetle, alışverişle, müzikle, reklamla her taraftan kalbi tahrip eden şeyler saldırmaktadır. Bu durumda takva bir zırh gibidir.

Üstelik takvanın içinde de bir tür amel-i salih vardır. Çünkü her terk, bir tercih; her sabır, bir ibadet demektir. “Görseydim hoşlanacaktım ama görmedim”; işte bu bile kalbe kazınan bir sevap olur.

Yüz günahın içinde, bir tekine bile el uzatmamak, yüz vâcibi yerine getirmek gibi sevap kazandırır. Bu, Rabbimizin rahmetinin genişliğini ve adaletinin ne kadar incelikli olduğunu gösterir.

  1. Takva ile Gelen Kurtuluş: Farzları İşlemek ve Büyük Günahlardan Kaçmak
    Bediüzzaman’ın özlü tesbiti:

> “Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen kurtulur.”

Bu ifade, sanki kurtuluş reçetesi gibi:

Farzlar: Namaz, oruç, zekât, hac, kelime-i şehadet…

Kebireler: Zina, içki, faiz, yalan, gıybet, iftira, hırsızlık gibi büyük günahlar…

Bunları bilen ve buna göre yaşayan bir insan, bu fırtınalı zamanda kurtuluş gemisine binmiş demektir. Herkesi ısıran gaflet yılanına karşı, takva zırhıyla dolaşan kişi, hem dünya hem ahiret saadetine adaydır.

Sonuç:
Bu asır, ibadetten çok korunmayı zorunlu kılıyor. Günahların açıkça işlendiği, kötülüğün cazibedar hale getirildiği bir çağda, en büyük ibadet; günaha bulaşmamak, kendini korumaktır. Takva, sadece pasif bir kaçınma değil; bilinçli bir tercih, aktif bir ibadettir.

İhlasla yapılan az bir amel, bu karanlıkta güneş gibi parlar. Mümin, ihlasla takvayı kuşanır, farzlara sarılır, büyük günahlardan sakınırsa; Rabbine kavuştuğunda yüz akıyla çıkanlardan olur. Çünkü bu zamanda “günah işlememek”, büyük bir ibadet, derin bir kulluktur.

Özet:
Bu makalede Kastamonu Lâhikası’nda geçen bir pasaj üzerinden takva ve amel-i salih kavramları ele alınmıştır. Bediüzzaman’a göre bu zamanda tahribat ve sefahat çok yayıldığı için en büyük esas, takvadır. Yani haramdan ve büyük günahlardan kaçınmak, farzları yerine getirmekle birleşince kurtuluş yolunu açar. Günaha karşı sabır, rüzgâra karşı yürümek gibidir ve çok büyük ecir kazandırır. Takva içinde bir tür amel-i salih olduğu gibi, az bir salih amel dahi bu çağda çok sevap kazandırır. Kurtuluşun formülü: Farzları yapmak, kebireleri terk etmek ve ihlasla yaşamak.

 




Açlık Fitnesi ve İlahî Terbiye – Nimetteki Hikmeti Unutmanın Bedeli

Açlık Fitnesi ve İlahî Terbiye – Nimetteki Hikmeti Unutmanın Bedeli

“Endişeli Sual: Bu âhir zaman fitnesinde açlık, ehemmiyetli bir rol oynayacak. Onunla ehl-i dalalet, bîçare aç ehl-i imanı derd-i maişet içinde boğdurup hissiyat-ı diniyeyi ya unutturup ya ikinci, üçüncü derecede bırakmaya çalışacak diye rivayetlerden anlaşılıyor. Acaba her şeyde hattâ kaht azabında ehl-i iman ve masumlar için bir vech-i rahmet ve kader-i İlahî cihetinde adalet olduğu, bunda ne tarzda olur? Ve ehl-i iman, hususan Risale-i Nur talebeleri bu musibete karşı iman ve âhiret hesabına ne cihetle istifade edip nasıl davranacaklar ve mukavemet edecekler?

   Elcevap: Şu musibetin en ehemmiyetli sebebi; küfran-ı nimet ve şükürsüzlük ve nimet-i İlahiyenin kıymetini takdir etmemeklikten gelen bir isyan olduğundan, Âdil-i Hakîm nimetinin hususan gıda kısmının, hususan hayat noktasında en büyük nimet olan ekmeğin hakiki lezzetini ve çok ehemmiyetli kıymetini ve nimetiyet noktasında fevkalâde derecesini göstermekle, hakiki şükre sevk etmek hikmetiyle, ramazan gibi riyazet-i diniyeye riayet etmeyen şükürsüz insanlara bu musibeti verip aynı hikmet için adalet etmiş. ”
Kastamonu Lâhikası

Giriş:
Âhir zaman, hem maddî hem de manevî musibetlerin iç içe geçtiği bir fitne devridir. Bu devirde insanlık sadece ideolojik, siyasî veya teknolojik çöküşlerle değil; aynı zamanda açlık, kuraklık, kıtlık ve maişet derdi gibi temel hayati meselelerle de imtihana tabi tutulacaktır.

Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lâhikası’nda açlık fitnesine dair gelen rivayetleri değerlendirirken, hem hikmetli bir izah hem de imanî bir duruş kazandırır. Bu değerlendirme, sadece ekonomik krizlerin değil, nimetlere karşı gösterilen şükürsüzlüğün, sosyal ve manevî çöküşe nasıl zemin hazırladığını gösteren mühim bir tefekkürdür.

  1. Açlık Musibeti: Zalimlerin Sömürü Aracı, Müminlerin İmtihan Sebebi
    Bediüzzaman, rivayetlerde işaret edilen açlık musibetinin, âhir zamanda ehl-i dalaletin elinde bir silah gibi kullanılacağını belirtir. Açlık, sadece mideyi değil, ruhu da sarsan bir musibettir. Bu nedenle insan, maişet derdiyle boğuşurken dini duygularını bastırma, şükürden uzaklaşma ve uhrevî değerleri ikinci plana atma tehlikesiyle karşı karşıya kalır.

Bu durum, maddi güçlerin, halkı muhtaç hale getirerek imanlarını zorlaması, kulluğu zaafa uğratması ve açlığı bir manevî sindirme aracı olarak kullanması anlamına gelir.

  1. Bu Musibetin Hikmet Yönü: Küfran-ı Nimetin Tokadı
    Bediüzzaman bu musibetin zahirî değil, hikmet-i İlahîye açısından iç yüzünü gösterir:

> “Bu musibetin en ehemmiyetli sebebi; küfran-ı nimet ve şükürsüzlük…”

Yani insanlık, nimet bolluğuna alışıp bu nimetlerin sahibini unuttuğunda, ekmeğin hakiki kıymetini idrak edemediğinde, nimetin külfetiyle değil, yokluğuyla terbiye edilir. Özellikle gıdaya ve ekmeğe dikkat çekilmesi, bu nimetin hem fizikî hem sembolik yönünün çok büyük olduğunu gösterir. Ekmek, insan hayatının en temel dayanağı olduğu gibi, şükür duygusunun da en açık imtihan vasıtasıdır.

Bu sebeple Allah, riyazet-i diniyeye yani Ramazan gibi sabır ve şükür eğitimine riayet etmeyenlere, riyazet mecburiyetiyle gelen bir açlık musibeti vererek, ekmeğin kıymetini öğretir. Bu musibet, zahirde azap görünse de, hakikatte bir şefkatli tokat, bir ikaz-ı Rabbanidir.

  1. Müminler Ne Yapmalı? Sabır, Şükür ve İmanî Direniş
    Bu musibet karşısında ehl-i iman, özellikle Risale-i Nur talebeleri, iki temel düsturla hareket etmelidir:

Birincisi: Açlık ve maişet sıkıntısını bir isyan vesilesi değil, bir şükür ve sabır imkânı olarak görmek. Çünkü açlık, nimetlerin kıymetini hatırlatır, insanı acz ve fakrını fark etmeye götürür. Bu da şükür kapısını açar. Açlığın verdiği acı, eğer sabır ve tevekkülle karşılanırsa, manevî derecelerin terakkisine vesile olur.

İkincisi: Bu musibeti bir cezalandırma değil, bir ilâhî terbiye olarak telakki edip kaderin adaletine razı olmak. Mümin, her musibetin arkasında bir hikmet olduğunu bilmeli, onun gafleti silmek ve kalbi Allah’a döndürmek için gönderildiğini fark etmelidir.

Böylece ehl-i iman, açlık musibetini hem nefsini tezkiye hem de içtimâî şükür şuuru kazandırma fırsatı olarak değerlendirir.

  1. Riyazet ve Ramazan: Musibetsiz Eğitim
    Bediüzzaman, açlık musibetinin bir anlamda Ramazan’ın ihmaliyle gelen bir zorunlu oruç olduğunu belirtir. Ramazan’daki açlık, rızaya dayalı ve ibadete yönelik olduğu için insanı terakki ettirir. Fakat açlık, şükürsüzlükten doğarsa; o zaman bu eğitim mecburî olur, acı verir.

O hâlde mümin, Ramazan ve riyazet gibi ibadetleri hakkıyla yaşarsa, açlık musibetine maruz kalmadan, nimetlerin kıymetini anlayabilir. Aksi halde, o dersi Allah mecburen yaşatır.

Sonuç:
Âhir zamanın açlık fitnesi, sadece ekonomik bir kriz değil; insanın nimetle ilişkisinin çöküşüdür. Bu çöküşe karşı, ehl-i iman ancak şükürle mukavemet gösterebilir. Bu musibet, Allah’ın verdiği nimetlerin kıymetini unutan insanlığa bir ikaz ve terbiyedir. Açlık, şükürsüzlüğün tokadı; sabır ve riyazetin talimidir. Müminler ise bu süreci sabırla karşılayarak hem maddî hem manevî terakki yoluna girmelidir.

Özet:
Bu makalede, Kastamonu Lâhikası’nda geçen âhir zaman açlık fitnesine dair tahlil edilmiş ve bu musibetin hikmet yönü izah edilmiştir. Açlık, ehl-i dalalet tarafından ehl-i imanı sindirmek için kullanılacak; fakat aslında bu musibet, küfran-ı nimete karşı verilen bir ilâhî derstir. Ekmek ve gıda gibi temel nimetlerin kıymetini bilmeyenler, mecburî bir riyazetle terbiye edilir. Müminler ise bu musibeti sabır ve şükürle karşılayarak hem hizmette, hem imanda terakki eder. Açlık, azap değil; şükre çağıran bir ikazdır.

 




Hizmetin Değeri Âhirette Ölçülür – Sabır, İhlas ve Beklenti Üzerine Bir Muhasebe

Hizmetin Değeri Âhirette Ölçülür – Sabır, İhlas ve Beklenti Üzerine Bir Muhasebe

“Bizlerle pek çok alâkadar bir zat çok defa dehşetli şekva ediyor ki: “Ben adam olamıyorum, gittikçe fenalaşıyorum, manevî hizmetlerimin neticelerini göremiyorum.” diye meded istiyor. Ona yazıyoruz ki:

   “Bu dünya dârü’l-hizmettir, ücret almak yeri değildir. A’mal-i salihanın ücretleri, meyveleri, nurları berzahta, âhirettedir. O bâki meyveleri bu dünyaya çekmek ve bu dünyada onları istemek, âhireti dünyaya tabi etmek demektir. O amel-i salihin ihlası kırılır, nuru gider. Evet o meyveler istenilmez, niyet edilmez. Verilse teşvik için verildiğini düşünüp şükreder.”
Kastamonu Lâhikası

Giriş:
Zamanın hızla aktığı, sabırsızlığın marifet zannedildiği, netice odaklı hayat anlayışının neredeyse her şeye sirayet ettiği bir çağda, manevî hizmetlerde bulunanların da bu telakkiden etkilenmesi kaçınılmaz hale gelmiştir. Nice mü’minler, “Hizmet ediyorum ama karşılık görmüyorum”, “Bu kadar gayrete rağmen hâlâ değişmiyorum” gibi serzenişlerde bulunmakta; içten içe ümitsizlik ve yılgınlığa düşmektedir.

Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lâhikası’nda bu hissiyatları yaşayan bir kimseye hitaben verdiği cevapla hem teselli eder hem de hizmetin mahiyetine dair derin bir ders verir:
“Bu dünya dârü’l-hizmettir, ücret almak yeri değildir.”

  1. Dünya: Hizmet Mahalli, Ücret Değil İmtihan Yurdudur
    İnsan, fıtraten karşılık görmeyi arzular. Ancak bu arzunun hizmet-i imaniyeye taşınması, niyetleri karartabilir. Çünkü dünya, hakikatte bir hizmet ve sabır yurdudur; karşılık ve ücret yurdu değil.

Bir mü’minin yaptığı salih amellerin hakiki neticesi, berzahta ve âhirette tahakkuk eder. Bu dünyada hizmet eden, tohum eken gibidir. Tohumun çiçeğe dönüşmesi, meyve vermesi zaman ister. Ve o meyveler çoğu zaman bu dünyada değil, ebedî âlemde toplanacaktır.

Bu bakış açısı, hizmet ehlinin hem sabrını arttırır hem de beklenti zaafını ortadan kaldırır. Çünkü insan, hemen netice alma arzusu içinde kalırsa, ihlası kırılır; yaptığı hizmetin ruhu söner.

  1. Netice Beklentisinin Tehlikesi: İhlasın Zedelenmesi
    Amel-i salih, yani salih fiil; sadece şekil itibariyle değil, niyet ve istikamet itibariyle de değer kazanır. Eğer kişi yaptığı hizmetten hemen dünyevî sonuçlar beklerse, o amelin ihlası bozulur. Çünkü artık Allah rızası için değil, netice için çalışmaya başlamıştır.

Bediüzzaman, bu beklentiyi “âhireti dünyaya tâbi kılmak” olarak tanımlar ki, bu çok ciddi bir uyarıdır. Zira dinin esası olan uhrevî saadet, dünya menfaatlerine feda edilemez. Eğer hizmetlerimize karşı hemen feyiz, huzur, makbuliyet, maddî kolaylık ve sosyal kabuliyet bekliyorsak; bu, amelin ruhunu kaybettiğinin işaretidir.

  1. Hizmetin Hakkı: Şikâyet Değil Şükürdür
    Hizmet ehli bir insanın görevi, neticeyi görmek değil; vazifeyi yapmak, şikâyet değil; şükür etmektir. Neticeleri görememek, hizmetin boşa gittiği anlamına gelmez. Zira Allah katında niyet, sebat, ihlas ve istikamet asıldır. Neticeler ise, zamanın ve kaderin takdirine tabidir.

Ayrıca bazen neticelerin gizlenmesi, kişinin daha fazla gayret etmesi ve daha derin ihlasla çalışması için bir rahmettir. Çünkü netice görünse, nefis pay ister. Görünmese, kişi kendi nefsinden ümidi kesip Allah’a yönelir. İşte bu yöneliş, hizmetin en makbul meyvesidir.

  1. Verilen Bazı Hissiyatlar: Teşvik Mahiyetindedir
    Bediüzzaman, “verilse de, teşvik için verildiği düşünülüp şükredilir” diyerek, hizmet sırasında bazen hissedilen huzur, sevinç, feyiz gibi hâllerin hakiki netice olmadığını, teşvik kabilinden bir lütuf olduğunu ifade eder.

Bunlara dayanarak “artık ben kamil bir kul oldum” demek gaflettir. Zira hizmetin lezzeti, hizmetin kendisindedir; görünürdeki neticelerde değil. Hakkıyla hizmet edenler, çoğu zaman bu dünyada değil, kabirde ve mahkeme-i kübrada anlaşılacaktır.

Sonuç:
İman hizmeti, bir yarış değil; bir ibadet, bir kulluk vazifesidir. Bu vazifenin karşılığı da, bu fânî dünyada değil, ebedî ahirettedir. Hizmet eden kişi sabırla, beklentisiz bir şekilde, sırf Allah rızası için çalışmalıdır. Zira neticeyi görmek istemek, nefsin bir hilesi olabilir. Asıl olan niyetin doğruluğu, ihlasın devamı ve hizmetin devamlılığıdır.

Özet:
Bu makalede, Kastamonu Lâhikası’ndan alınan bir parça üzerinden, hizmetin hakiki değerinin bu dünyada değil, âhirette ortaya çıkacağı anlatılmıştır. Dünya, ücret değil hizmet yeridir. Salih amellere karşı hemen netice beklemek, ihlası zedeler. Mü’minin görevi şikâyet etmek değil, şükürle çalışmaktır. Hizmet sırasında hissedilen feyiz ve huzur gibi hâller ise hakiki ücret değil, teşvik mahiyetindedir. Gerçek neticeler ise berzah ve ahirette ortaya çıkacaktır.

 




Unutkanlığın Hikmet Yönü: Haram Nazarın Hafıza Üzerindeki Tesiri

Unutkanlığın Hikmet Yönü: Haram Nazarın Hafıza Üzerindeki Tesiri

“Risale-i Nur talebelerinden bir genç hâfız, pek çok adamların dedikleri gibi dedi: “Bende unutkanlık hastalığı tezayüd ediyor, ne yapayım?” Ben de dedim: Mümkün oldukça nâmahreme nazar etme. Çünkü rivayet var. İmam-ı Şafiî’nin (ra) dediği gibi: “Haram nazar, nisyan verir.”

   Evet, ehl-i İslâm’da nazar-ı haram ziyadeleştikçe hevesat-ı nefsaniye heyecana gelip vücudunda sû-i istimalat ile israfa girer. Haftada birkaç defa gusle mecbur olur. Ondan, tıbben kuvve-i hâfızasına zaaf gelir.

   Evet, bu asırda açık saçıklık yüzünden hususan bu memalik-i harrede o sû-i nazardan sû-i istimalat, umumî bir unutkanlık hastalığını netice vermeye başlıyor. Herkes cüz’î küllî o şekvadadır. İşte bu umumî hastalığın tezayüdüyle, hadîs-i şerifin verdiği müthiş bir haberin tevili ucunda görünüyor. Ferman etmiş ki: “Âhir zamanda, hâfızların göğsünden Kur’an nez’ediliyor, çıkıyor, unutuluyor.” Demek bu hastalık dehşetlenecek, hıfz-ı Kur’an’a bu sû-i nazarla bazılarda set çekilecek, o hadîsin tevilini gösterecek.

لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ ”
Kastamonu Lâhikası

Giriş:
Zamanın hızla aktığı, dikkat dağınıklığının arttığı ve maneviyatın zayıfladığı bir çağda, insanlar hem zihinsel hem de kalbî birçok rahatsızlıkla yüzleşmektedir. En yaygın şikâyetlerden biri de “unutkanlık”tır. Ancak bu rahatsızlık sadece fizyolojik ve psikolojik nedenlerle değil, aynı zamanda manevî sebeplerle de açıklanmalıdır.

Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lâhikası’nda bu meseleye farklı ve derinlikli bir bakış getirir. Bir hafız talebenin unutkanlık şikâyeti üzerine verdiği cevap, çağımız insanının da hastalığını teşhis ve tedavi mahiyetindedir:
“Haram nazar, nisyan verir.”

Bu cümle, yalnızca bir nasihat değil, insan fıtratını ve yaratılış gayesini temel alan hikmetli bir uyarıdır.

  1. Nazarın Mahiyeti ve İnsan Üzerindeki Tesiri:
    İnsanın gözü, kalbin penceresidir. Nereye ve nasıl bakarsa, kalbi de ona göre şekillenir. Özellikle nâmahreme bakış, Kur’an ve hadislerde haram kılınmış ve bu nazarın, hem kalbi kararttığı hem de maneviyatı zayıflattığı bildirilmiştir.

Bediüzzaman, haram nazarın sadece günah olmakla kalmadığını, aynı zamanda hafızayı, zihni ve ruhu olumsuz etkilediğini belirtir. Çünkü haram bakış, nefsanî hevesatı harekete geçirir, insanda dahili bir enerji israfına ve sonrasında da zihinsel zaafa neden olur. Bu, sadece ilmî bir açıklama değil; aynı zamanda tıbbî ve psikolojik olarak da bugün teyit edilen bir hakikattir.

  1. Zihnî İsraf ve Hafıza Üzerindeki Yıkım:
    Nefsanî arzuların tahrikiyle insan, fıtrî dengesini kaybeder. Bedenî istimal fazlalaşır, sinir sistemi yıpranır, ruh yorulur, kalp dağılır. Bu da zamanla, zihin performansında düşüşe, dikkat eksikliğine, bilgilerin hafızada kalmamasına sebep olur.

Özellikle gençlerin sıklıkla yaşadığı hafıza zaafları, sadece “bilgisayar çağında yaşıyoruz” bahanesiyle geçiştirilemez. Çünkü unutkanlık artık neredeyse ümmet çapında bir hastalık hâline gelmiştir. Bu da Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “umumî bir unutkanlık hastalığı” doğurmuş ve hadis-i şerifte bildirilen “Kur’an’ın göğüslerden çekilmesi” tehlikesini gözler önüne sermeye başlamıştır.

  1. Âhir Zamanın Manevî Tehlikesi: Hıfzın Kaybı
    Hadis-i şerifte bildirildiği üzere, âhir zamanda Kur’an, hâfızların kalbinden sökülüp alınacaktır. Bu, Kur’an’ın lafzının unutulması değil; onun ruhundan, kalpten, şuurdan silinmesi anlamına gelir. Bu musibet, teknoloji değil; gaflet ve haramlara göz yummaktan doğan bir neticedir.

Bediüzzaman, bu hastalığın temeline **“harama nazar”**ı koyar. Çünkü göze hâkim olamayan, kalbine de hâkim olamaz. Kalbi dağınık olanın zihni değil Kur’an’ı, kendi kimliğini dahi taşıyamaz hâle gelir.

  1. Çare: Gözün ve Kalbin Teyakkuzu
    Bu dehşetli tehlikeye karşı alınacak en etkili tedbir, gözü muhafaza etmek, gözden kalbe, kalpten hafızaya inen yolu temiz tutmaktır. Nitekim İmam Şafiî’nin unutkanlıkla ilgili rivayet ettiği kıssa da bunu teyit eder. O büyük imam, hocasına hafızasının zayıfladığını söyler; hocası da ona, “günah işlemeyi terk et” diye nasihat eder.

Günümüzde unutkanlıkla mücadelede vitaminlerden önce, manevî diyet gereklidir. Zihin temizliği, kalp temizliğiyle başlar. Haram nazardan sakınmak, yalnızca günahı terk değil, zihinsel berraklığa ulaşmak için de zaruridir.

Sonuç:
Unutkanlık, yalnızca yaşla ya da teknolojiyle açıklanabilecek bir durum değildir. Özellikle genç yaşta artan zihinsel dağınıklık ve hafıza zaafının arka planında, haram nazar, hevesatın galeyanı ve manevî israf yatmaktadır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle bu, ümmet çapında artan bir hastalığa dönüşmektedir. Kurtuluş ise gözü haramdan koruyarak, kalbi Allah’a bağlamakla mümkündür. Bu sayede hafıza kuvvetlenir, zihin berraklaşır, Kur’an kalbe yerleşir ve orada kalır.

Özet:
Bu makale, Bediüzzaman’ın “haram nazar nisyan verir” hakikatini merkeze alarak, çağımızın yaygın unutkanlık probleminin manevî yönlerini ele almıştır. Haram bakış, nefsin tahrikiyle hem bedene hem ruha zarar verir; bu da hafızayı zayıflatır. Gençlerde artan bu zaaf, hadiste bildirilen Kur’an’ı unutma tehlikesine doğru ilerlemektedir. Çare, gözün haramdan korunması, kalbin tezkiyesi ve zihnin arındırılmasıdır. Bu şekilde hem dünyevî başarı hem de uhrevî selamet elde edilir.