Hakikatin Işığında: İman, Cemaat ve Mezhep Ahlâkı

Hakikatin Işığında: İman, Cemaat ve Mezhep Ahlâkı

“Îmânî mes’elelerde şüphe, bir delili, hattâ yüz delili atsa da; medlûle îras-ı zarar edemez. Çünkü binler delil var. “

   “Sevad-ı âzama ittiba edilmeli. Ekseriyete ve sevad-ı âzama dayandığı zaman, lâkayd Emevîlik, en nihâyet Ehl-i Sünnet cemaatine girdi. Adetçe ekalliyette kalan salâbetli Alevîlik, en nihâyet az bir kısmı Râfızîliğe dayandı.”

   “Hakta ittifak, ehakta ihtilâf olduğundan; bâzen hak, ehaktan ehaktır; hasen, ahsenden ahsendir. Herkes kendi mesleğine “Hüve hak” demeli, “Hüve-l hak” dememeli. Veyahut “Hüve hasen” demeli, “Hüve-l hasen” dememeli…”
Hutbe-i Şamiye

Özetle:

> “Îmânî mes’elelerde şüphe, bir delili, hattâ yüz delili atsa da; medlûle îras-ı zarar edemez. Çünkü binler delil var.”
“Sevâd-ı âzama ittibâ edilmeli…”
“Hakta ittifak, ehakta ihtilaf olduğundan… herkes kendi mesleğine ‘Hüve hak’ demeli, ‘Hüve’l-hak’ dememeli.”
— Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye

  1. İman Davasında Şüpheler Yıkıcı Değil, Geçicidir

İmanın temelinde binlerce delil varken, bir-iki şüpheye saplanıp hakikati inkâr etmek, güneşin ışığına gözlerini kapatan birinin “Güneş yok” demesine benzer. Bediüzzaman bu hakikati şöyle ifade eder:

> “Bir delili, hattâ yüz delili atsa da; medlûle îras-ı zarar edemez. Çünkü binler delil var.”

İmanî meselelerde gelen vesveseler ve şüpheler, kalıcı karanlıklar değil, geçici bulutlardır. Aslolan, bu şüpheleri büyütüp hakikate perde yapmak değil, sağlam bilgi ve aklî delillerle onları aşmaktır.

Bu cümle aynı zamanda, aklî ve kalbî istikametin nasıl korunacağına dair de temel bir prensiptir: Bir kuşku, binler hakikati yok sayamaz.

  1. Sevad-ı Âzam: Cemaatin Rahmet Yolu

> “Sevâd-ı âzama ittiba edilmeli.”

Bediüzzaman burada “ümmetin ekseriyeti” anlamına gelen sevâd-ı âzam kavramını esas alarak, ferdî düşüncenin değil, ümmetin omurgasını teşkil eden büyük topluluğun takip edilmesi gerektiğini vurgular. Çünkü bu büyük çizgi; zaman, mekân ve maslahat süzgecinden geçmiştir.

Bunun tarihsel bir örneğini de şöyle verir:

Lâkayt Emevîlik, zamanla Ehl-i Sünnet çizgisine evrilmiştir.

Salâbetli (katı ama samimi) Alevîlik ise, içinden çıkan bazı unsurların Râfızîliğe (aşırı uçlara) kaymasıyla zedelenmiştir.

Bu durum bize şunu gösterir: Cemaatle yürümek sarsılmaktan korur. Bireysel yorumlar ve uç düşünceler, zamanla asıl yoldan sapabilir. Oysa ümmetin büyük çizgisi, hataları eleyerek hakikate yakınlaşma istidadına sahiptir.

  1. Mezhep Adabı: Kendi Yolunu Sevmek, Başkasını Yermemek

> “Hakta ittifak, ehakta ihtilâf olduğundan; herkes kendi mesleğine ‘Hüve hak’ demeli, ‘Hüve’l hak’ dememeli.”

Bediüzzaman burada mezhep taassubunu kıran çok zarif bir denge kurar. Hak birden fazladır; herkesin kendi mezhebi veya meşrebi hak olabilir, ama tek hak budur demek, başkasını inkâr anlamına gelir. Bu da ümmet içinde bölünmelere yol açar.

“Hüve hak” demek: Benim mesleğim doğrudur.
“Hüve’l-hak” demek: Yalnız benim mesleğim doğrudur, başka yollar batıldır.

Bu fark, fıkhî farklılıklara tahammül, mezhebî birlik içinde zenginlik, İslâmî kardeşliğe saygı gibi birçok hikmetin kapısını açar. Bediüzzaman, burada hak anlayışına ahlâkî bir terbiye de getirir.

  1. İhtilaf Rahmettir, İnatlaşma Zahmettir

İslâm tarihinde farklı mezheplerin, ekollerin ve görüşlerin olması bir rahmettir. Ancak bu farklılıklar:

Birbirini yargılama aracına dönüşürse,

Ümmetin ortak düşmanlarına karşı kullanılmazsa,

Ortak noktalarda birleşme bilinci zayıflarsa,

o zaman rahmet olan ihtilaf, zahmet ve zillete dönüşür.

Bediüzzaman’ın “Hakta ittifak, ehakta ihtilâf” sözü, bu dengeyi kurmamız gerektiğini söyler. Birçok farklı yol olabilir, ama asıl mesele o yolların hepsini tevazu, saygı ve birlik şuuruyla yürüyebilmektir.

Özet:

Bu metin, iman, mezhep ve cemaat gibi temel İslâmî konulara dair dört önemli mesaj sunar:

  1. İmanî meselelerde gelen şüpheler, binler delil karşısında zararsız kalır; geçici fırtınalardır.
  2. Sevâd-ı âzam, yani ümmetin ekseriyeti ile yürümek, sapmaları ve aşırılıkları önler.
  3. Her mezhep ve meşrep hak olabilir, ama tek hak budur demek, ümmetin birliğini bozar.
  4. Mezhep adabı ve ihtilaf terbiyesi, farklılıklar içinde kardeşlik ve hakka saygı bilincini gerektirir.

Bediüzzaman’ın bu ifadeleri, bugünün fırtınalı zihin ikliminde istikamet pusulası olabilecek derinliktedir. Farklılıklar düşmanlık değil; rahmet, zenginlik ve karşılıklı sabırla kemale ulaşma vesilesi olarak görülmelidir.

 




Bir Masumun Kanı, Bir Cihanın Bedelidir: Musibet, Şehadet ve Adaletin Mizanı

Bir Masumun Kanı, Bir Cihanın Bedelidir: Musibet, Şehadet ve Adaletin Mizanı

“Musibet-i âmme, ekseriyetin hatasından terettüb eder. Musibet; cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddimesidir.”

   “Şehid kendini hayy bilir. Feda ettiği hayatı, sekeratı tatmadığından, gayr-ı münkatı’ ve bâki görüyor. Yalnız daha nezih olarak buluyor.”

   “Adalet-i mahzâ-i Kur’âniye bir mâsumun hayatını ve kanını, hattâ umum beşer için de olsa, heder etmez. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi, nazar-ı adalette de birdir. Hodgamlık ile, öyle insan olur ki; ihtirasına mâni herşeyi, hattâ elinden gelirse dünyayı harab ve nev’-i beşeri mahvetmek ister.”
Hutbe-i Şamiye

  1. Musibet: Toplumsal Sorumluluk ve İlâhî İkazın Aynası

“Musibet-i âmme”, yani toplumu topluca etkileyen büyük felaketler, Bediüzzaman’a göre ekseriyetin hatasından doğar. Bu, ferdî günahların toplumsal birer neticeye dönüşebileceğini gösterir. Yani sadece zalimler değil, seyirciler de mesuldür.

Toplumu çürüten sadece kötülük yapanlar değil; susanlar, görmezden gelenler, nemelâzımcılardır. Bu yüzden musibetler, sadece birer ceza değil; uyanış çağrısı, bir iç muhasebe vesilesidir. Musibet, cinayetin neticesi, ama aynı zamanda arınmanın ve yükselişin de mukaddimesidir.

Bugün Gazze’de, Suriye’de, Doğu Türkistan’da yaşanan acılar, sadece o bölgelere ait değildir. Ümmetin genel ihmali, dağınıklığı, menfaatçiliği bu acıları tetikleyen zemindir. Demek ki bu musibetler, kolektif bir tefekkür, tevbe ve toparlanma çağrısıdır.

  1. Şehadet: Ölümün Sonu Değil, Ebediyetin Kapısıdır

> “Şehid kendini hayy bilir… daha nezih olarak bulur.”

Bu ifade, şehitlik makamının İslâm nazarındaki ruhî derinliğini yansıtır. Şehit, ölüm anını bir yok oluş olarak değil, yeni bir hayatın doğuşu olarak yaşar. Kur’an’da geçen “Onlara ölü demeyin, bilakis onlar diridirler” ayetiyle de bu mana teyit edilir.

Şehit, dünya hayatını feda eder ama ölüm acısını bile tatmadan, ruhen bir sıçrayış yaşar. Bu nedenle şehadet; iman, cesaret ve fedakârlığın zirvesidir. Ve aynı zamanda bir toplumun izzetini taşıyan kıymetli bir ruhtur.

Şehitlik, sadece kişisel bir rütbe değil; ümmetin haysiyetini ayakta tutan ilâhî bir nişandır.

  1. Adalet-i Mahza: Bir Masumun Hakkı, Cihana Bedeldir

> “Adalet-i mahzâ-i Kur’âniye bir mâsumun hayatını ve kanını, hattâ umum beşer için de olsa heder etmez.”

Bu, insanlık tarihinin gördüğü en ileri adalet anlayışıdır. Kur’an’ın temel adalet ölçüsü; bir masumun hakkı, tüm insanlık için dahi feda edilemez demektir. Çünkü İslâm’da adalet, maslahatla değil hakikatle ölçülür. Bir kişinin hakkı, milyonların selameti bahanesiyle çiğnenemez.

Oysa modern dünya sistemleri tam tersini yapmaktadır: Güçlü olan haklıdır; bir ülkenin menfaati için diğer milletlerin kanı dökülebilir; azınlıklar, çoğunluğun refahı uğruna ezilebilir. Bu ise zulmün sistematikleşmiş hâlidir.

Bediüzzaman bu anlayışı yerle bir eder: Allah katında bir can, bir evren kadar kıymetlidir. İşte gerçek adalet budur.

  1. Hodgâmlık ve İhtiras: Felaketlerin Sivil Mimarı

> “Hodgamlık ile, öyle insan olur ki; ihtirasına mâni her şeyi… hatta nev’-i beşeri mahvetmek ister.”

Bu cümle, günümüzün psikolojik ve siyasal felaketlerinin özetidir. Kendi menfaati için insanlığı ateşe atmaktan çekinmeyen kişilikler, bugün sadece birey değil, küresel sistemler düzeyinde hüküm sürmektedir.

İşte emperyalist rejimlerin, savaş tacirlerinin, sermaye imparatorluklarının motivasyonu budur: Hodgâmlık ve ihtiras. Bu iki hastalık, sadece kişiyi değil, toplumları da çökertir. Bu yüzden en büyük cihad, bazen nefsin aç gözlülüğüne karşı yapılan savaştır.

Özet:

Bediüzzaman’ın bu derin ifadeleri bize şunları öğretiyor:

Toplumsal musibetler, sadece zalimlerin değil, umursamazların da eseridir. Bu acılar, uyanış vesilesidir.

Şehitler, ölümü değil, ebedî hayatı bulur. Onlar izzetin ve iman fedakârlığının sembolleridir.

Gerçek adalet, bir masumun hakkını hiçbir şekilde feda etmeyen adalettir. Bu, Kur’an’ın en yüce hukuk anlayışıdır.

İhtiras ve bencillik, bireysel felaketleri değil, tüm insanlığı yıkacak kadar güçlü zehirlerdir.

Bu hakikatler, bize hem bireysel vicdan temizliği hem de toplumsal sorumluluk, hem şehadete hürmet hem de adalete sadakat telkin etmektedir.

 




Parlayan Camlar, Paslı Elmaslar ve Kör Gözlerin Hakikati: Zihinlerdeki Perdeler ve Kalplerdeki Nurlar

Parlayan Camlar, Paslı Elmaslar ve Kör Gözlerin Hakikati: Zihinlerdeki Perdeler ve Kalplerdeki Nurlar

“Paslanmış bîhemta bir elmas, dâima mücellâ cama müreccahtır.”

   “Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir; göz ise mâneviyatta kördür.”

   “Mecaz, ilmin elinden cehlin eline düşse, hakikata inkılab eder; hurâfata kapı açar. “

   “İhsân-ı İlâhî’den fazla ihsan, ihsan değildir. Her şeyi, olduğu gibi tavsif etmek gerektir.”
Hutbe-i Şamiye

  1. Paslı Elmas ile Parlak Cam: Şekle Aldanmak Hakikati Kaybettirir

Bediüzzaman’ın “Paslanmış elmas, mücellâ camdan üstündür” sözü, çok katmanlı bir hakikat taşır. Bugünün dünyasında parlak camlar yani şekilsel güzellikler, geçici başarılar, gösterişli yaşamlar övülürken, içerideki hakikatler ve kıymetli mânâlar göz ardı edilmektedir. Oysa bir hakikat, zamanla perdelenmiş, hatta örselenmiş olsa bile, özü itibariyle sahte ve parlatılmış bir görüntüden kat kat daha değerlidir.

Bu anlayış, kişinin iç dünyasına da topluma da bakışını değiştirir. Zira:

Bir insan, ne kadar hata yaparsa yapsın, içinde bir iman cevheri varsa hâlâ umuttur.

Bir medeniyet, ne kadar yıpranmış olursa olsun, köklerinde adalet, ahlak, hakikat varsa onarıma layıktır.

  1. Maddede Boğulan Akıl, Gözde Körleşir

> “Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir; göz ise mâneviyatta kördür.”

Bediüzzaman, materyalist düşüncenin en temel zaafına işaret eder: Sadece görüleni gerçek kabul etmek. Oysa gerçeklik yalnızca maddeyle sınırlı değildir; sevgi görünmezdir, merhamet tartılmaz, ahlak laboratuvara sığmaz, ruh mikroskopla bulunmaz.

Gözle değil, kalple ve vicdanla bakmayı unutan bir çağda, maneviyat körlüğü almış yürümüştür. Bugün teknoloji ilerlese de kalpler çökmüş, konfor artsa da huzur kaybolmuştur. Çünkü asıl gerçeklik, görünmeyen ama hissedilen, maddede değil, mânâda saklıdır.

  1. Mecazdan Hurafeye: Cehlin Elinde Kaybolan Hakikat

> “Mecaz, ilmin elinden cehlin eline düşse, hakikata inkılab eder; hurâfata kapı açar.”

Bediüzzaman burada çok zarif ama önemli bir farkı dile getirir: Mecaz, eğitilmiş akıl için bir anahtardır; eğitilmemiş zihin içinse bir uçuruma dönüşebilir.

Kur’ân’da, hadislerde, hatta tasavvufta yer alan sembolik anlatımlar, mecazî ifadeler; bir ilim ehlinin elinde derinlemesine tefekküre açılan kapılar olurken; cehlin elinde gerçekmiş gibi anlaşılıp hurafeye dönüşebilir. Bu yüzden bilgi, rehbersiz bırakılmamalı; mecaz, hakkıyla anlaşılmadığı takdirde, mânâyı karartır.

  1. İhsan Sınırında Denge: Fazla Lütuf da Zarardır

> “İhsân-ı İlâhî’den fazla ihsan, ihsan değildir.”

Bu cümle, hem ilâhî adalete güveni hem de had bilmenin hikmetini öğretir. Allah’ın verdiğinden fazlasını istemek ya da göstermeye çalışmak, insanı suni beklentilere ve nankörlüğe sürükler. Aynı zamanda bu ifade, hem bireyin hem toplumun sınır bilmesini tavsiye  eder:

Allah bir kuluna fakirlik vermişse, onda bir hikmet vardır.

Bir kavme sabır yüklemişse, bir cevher saklıdır.

Bazen eksiklik gibi görünen hâl, aslında bir ihsanın iç yüzüdür.

İşte bu yüzden her şeyi olduğu gibi görmek, Allah’ın takdirini olduğu gibi kabul etmek, hakikate giden yoldur.

Özet:

Bu pasajlar, insanı hem bireysel hem zihinsel hem de toplumsal anlamda sarsan derin hakikatler sunar. Gerçek kıymet, parıltıda değil özde saklıdır. Maddede boğulan göz, mânâya kör olur. İlmin derinlik gerektiren mecazlarını cahilce okumak, hakikati hurafeye çevirir. Ve ilâhî dengeyi zorlamak, ihsanı israfa dönüştürür. Bu nedenle insan, zihin ve kalp arasında denge kurarak, hakikati şekilden ayırmalı, görünene değil, özü fark etmeye çalışmalıdır. Zira Allah katında değer, gösterişte değil, hakkı tanıyıp ona teslimiyette saklıdır.

 




İHTİLAFIN KÖKÜ: ŞİA’NIN EHL-İ SÜNNET’E BAKIŞI ve TENKİTLERİN ARDINDAKİ ZİHNİYET

İHTİLAFIN KÖKÜ: ŞİA’NIN EHL-İ SÜNNET’E BAKIŞI ve TENKİTLERİN ARDINDAKİ ZİHNİYET

İslam dünyası içinde asırlardır süren mezhebî ihtilafların başında, Ehl-i Sünnet ile Şiîlik arasındaki ayrılıklar gelir. Bu ihtilaf, basit bir mezhep farklılığından öte, tarih, siyaset, imamet anlayışı ve sahâbe tasavvurunda derin ayrışmalara dayanır. Bu ayrışmalar, zamanla karşılıklı ithamlara, hatta tekfir seviyesine kadar varan çatışmalara dönüşmüştür. Şia’nın Ehl-i Sünnet’e yönelik tenkitleri de işte bu zeminden doğmuştur.

  1. İmamet ve Hilafet Anlayışı: Kopuşun Temel Sebebi

Şiîliğin Ehl-i Sünnet’ten en belirgin ayrıldığı nokta imametin mahiyeti ve kim tarafından hak edildiğidir. Şia’ya göre, Peygamber Efendimiz (s.a.v.), hilafeti açıkça Hz. Ali’ye bırakmıştır. Bu mesele onlarca rivayetle desteklenmeye çalışılır. Bu konuda Şiî kaynaklarda en sık başvurulan delil: Gadir-i Hum Hadisidir.

> 🔹 “Ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır.” (Gadir-i Hum, Şiî kaynaklarda: el-Meclisî, Bihârü’l-Envâr, c. 37)

Şiî bakış açısına göre, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın hilafeti gasp ettikleri, hak sahibinin Hz. Ali olduğu savunulur. Bu sebeple bu üç halifeye karşı ciddi bir eleştiri ve reddiye geliştirilmiştir.

  1. Sahabe Tasavvuru: Saygı mı, Suçlama mı?

Ehl-i Sünnet, sahabenin büyük çoğunluğunu adil ve muteber kabul ederken; Şia, birçok sahabeyi açıkça eleştirir, hatta “fasık”, “münafık” ve “hâin” olarak nitelendirir.

Özellikle şu isimler Şiî tenkitlerinin hedefindedir:

Hz. Ebû Bekir: Hilafeti gasp etmekle suçlanır.

Hz. Ömer: Hz. Fatıma’ya karşı sert ve kaba olduğu iddiasıyla yerilir.

Hz. Osman: Emevîlerle yakınlığı nedeniyle eleştirilir.

Hz. Âişe: Cemel Vakası nedeniyle ağır şekilde tenkit edilir.

Şiî literatürde yer alan ağır ithamlardan bazıları:

> 🔹 “Eğer Allah’ın hükmüyle amel eden bir imamımız olsaydı, Ebû Bekir ve Ömer’in kabrini çıkarır, yakar, küllerini rüzgârla savururduk.”
(el-Mufîd, Evailu’l-Makâlât, s. 30)

Bu tür ifadeler, sadece tarihî değil, itikadî bir kopuşun da göstergesidir.

  1. Takiyye, Masumiyet ve Mehdi İnancı:

Taqiyye (takıyye): Şia, inançlarını gizlemeyi caiz hatta gerekli görür. Bu, Ehl-i Sünnet’e göre samimiyeti zedeleyici bir unsurdur.

İmamların masumiyeti: Şia, imamları sadece rehber değil, masum (günahsız) kabul eder. Onlara hata isnadı küfür sayılır. Bu anlayış, Ehl-i Sünnet’in “beşer olan imam” anlayışıyla çakışır.

Gaybî Mehdi: Şia’nın On İki İmam anlayışına göre, son imam Muhammed Mehdi gayba girmiştir ve kıyamete yakın ortaya çıkacaktır. Bu da ciddi bir itikadî ayrışmadır.

  1. Sünnî Ulemâya Yönelik Tavır:

Şiî kaynaklarda, Ehl-i Sünnet âlimlerine karşı da alaycı ve dışlayıcı ifadeler yer alır. Ehl-i Sünnet’in hadis kitapları, fıkıh anlayışı, içtihat usulü sıkça eleştirilir. Buhari ve Müslim gibi muhaddisler Şia nazarında güvenilir değildir. Hatta şu tür ibarelere rastlanır:

> 🔹 “Onların dinleri, sahabenin uydurduğu hadisler üzerine kuruludur.”
(Kuleynî, el-Kâfî, c.1, s. 52)

Bu ithamlar, mezhepler arası bir yorum farkının ötesine geçmekte; köklü bir reddediş ve tekfir anlayışı sergilemektedir.

  1. Siyasi ve Tarihî Rövanşçılık:

Şia’nın Ehl-i Sünnet’e yönelik tenkitlerinin büyük bölümü, Kerbelâ olayı, Hz. Hüseyin’in şehadeti, Emevî baskısı gibi tarihî olaylara dayalı duygusal ve tepkisel bir yön taşır. Bu tarihî kırılmalar, teolojik tezlerin beslendiği birer kaynak hâline gelmiştir.
Temeli siyasete dayalıdır.

Ehl-i Sünnet Ne Yapmalı?

Ehl-i Sünnet, bu ithamlar karşısında hamasetle değil, hikmetle yaklaşmalı; sahabe sevgisini bilgiyle savunmalı; ayrılığı körüklemeden ama kendi inanç çizgisini de koruyarak hareket etmelidir. Mezhepler arası saygı, inançların tahkir edilmesiyle değil, ilmin ve edebin diliyle tesis edilebilir. Aksi hâlde, ihtilaflar birlik değil, fitne doğurur.

Özet:

Şia’nın Ehl-i Sünnet’e yönelik eleştirileri, esasen imametin kimde olduğu, sahabenin değeri, imamların masumiyeti, gaybî Mehdi inancı ve tarihî hesaplaşmalar gibi konulara dayanır. Şia, bazı sahabeyi ve sünnî ulemâyı ağır ithamlarla suçlamakta, hatta tekfir etmektedir. Bu görüşler, Şiî temel kaynaklardan beslenmekte ve tarihsel kırgınlıklarla derinleşmektedir. Ehl-i Sünnet ise bu ithamlar karşısında vakarla, bilgiyle ve hikmetle durmalı; itikadını sarsmadan, edebi elden bırakmadan hakikat mücadelesini sürdürmelidir.

 




Bir Gün “Haydi Dışarı” Denilecek: Dünya Misafirhanesinden Ebedî Yola

Bir Gün “Haydi Dışarı” Denilecek: Dünya Misafirhanesinden Ebedî Yola

İnsan bu dünyada kalıcı değildir. Ne kadar uzun yaşarsa yaşasın, ne kadar çok şeye sahip olursa olsun, gün gelecek; bu misafirhaneden ayrılması istenecek. Lem’alar’da geçen “Dünya bize bir gün ‘Haydi dışarı!’ diyecek, feryadımızdan kulağını kapayacak” ifadesi, bu gerçeği çarpıcı ve sarsıcı bir şekilde hatırlatıyor.

Tıpkı bir misafirin, davetli olduğu bir evde sınırlı süre kalması gibi, biz de dünya denilen hanede misafiriz. Buraya gelmeden bize sorulmadığı gibi, buradan ayrılırken de görüşümüz alınmaz. Zaman dolduğunda kapı gösterilir. İşte o an, dünyaya feryat edip yalvarsak da, dünya bizi artık dinlemez. Çünkü vazifemiz bitmiştir.

Bu hakikat, Mesnevî-i Nuriye’de geçen “Sen burada misafirsin ve buradan da diğer bir yere gideceksin” cümlesiyle de teyit edilir. Misafirlik, kalıcılığı değil geçiciliği ifade eder. İnsana verilen beden, mal, makam, unvan, çevre ve tüm dünya nimetleri aslında emanettir. Ve her emanet gibi, zamanı geldiğinde sahibine iade edilir.

Peki, bu yolculuğun hikmeti nedir?

İnsanın dünya hayatında yapması gereken şey; bu geçici misafirhanede ebedî saadetin yol azığını toplamaktır. Ahiret yurduna hazırlıksız gitmek, asıl yurda eli boş varmak demektir. Bu dünyada kalıcı olmadığını bilen bir insan, sahip olduğu şeylere dört elle sarılmaz. Onları bir imtihan, bir fırsat ve bir vesile olarak görür. Nefsi için değil, hakikat için yaşar.

Bir gün ölüm gelip de dünyadan çıkmak zorunda kaldığımızda, geride bıraktığımız şeyler değil, götürdüğümüz manalar kıymetli olacak. O gün “Haydi dışarı!” denildiğinde, kimimiz bir düğün daveti gibi karşılayacak bu sesi; kimimiz ise karanlık bir uçuruma düşer gibi korkuyla…

İşte bu yüzden dünya hayatı, insanın kendi ebediyetini kazanabileceği tek mekân ve tek zaman dilimidir. Gaflet içinde geçirilen bir ömür, ebedî pişmanlığa sebep olabilir. Fakat bilinçli, imanlı ve hikmetli bir ömür; ölüm kapısını ebedî saadetin eşiğine çevirir.

Sonuç ve Özet

Bu dünya, bir konaklama yeridir; varılacak nihai menzil değildir. İnsan burada misafirdir ve bir gün mutlaka ayrılacaktır. Lem’alar ve Mesnevî-i Nuriye gibi eserler bize bu hakikati hatırlatarak, geçici olanla kalıcı olanı ayırt etmemizi ister. Öyleyse yolcuyuz; kalıcı sanıp oyalanmamalı, yol azığımızı hazırlamalıyız. Zira dünya bir gün “Haydi dışarı!” dediğinde, pişmanlıkla değil, teslimiyetle çıkabilmek en büyük bahtiyarlıktır.

 




Zerre ile Yıldız Arasında Rahmetin Eli: Kudretin Sonsuzluğu ve Birliğin Delili

Zerre ile Yıldız Arasında Rahmetin Eli: Kudretin Sonsuzluğu ve Birliğin Delili

İnsanoğlu, kainatı gözlemledikçe büyüklük karşısında hayrete düşer. Yıldızlar, gezegenler, galaksiler; milyarlarca ışık yılı genişliğindeki boşlukta muazzam bir düzen içinde hareket eder. Ve yine aynı insan, bir atomun, bir hücrenin, bir damla suyun içindeki hikmeti düşündüğünde; küçüklükteki büyüklüğü fark eder.

Bediüzzaman Said Nursî bu derin tefekkürü veciz bir hakikatle ifade eder:

> “Bütün yıldızları elinde tutmayan, bir tek zerreye rab olamaz.”

Bu cümle hem aklı, hem kalbi derinden sarsacak bir gerçeği dile getirir: Bir zerrenin idaresi ile bir yıldızın idaresi aynı elden çıkmadıkça, evrende düzen bozulur. Çünkü her şey birbirine bağlıdır. Güneş’in ışığı olmasa dünya karanlıkta kalır. Atmosferin dengesinde bir değişiklik olsa canlı hayat yok olur. Bir hücredeki enzimin eksikliği, bir canlının ölümüne sebep olur. Bu kadar ince bir düzen, ancak sonsuz bir kudretle mümkündür.

İşte bu düzenin arkasında, Bediüzzaman’ın ifadesiyle “bilbedahe rahmet” vardır.

Şu hadsiz kainatı şenlendiren rahmettir.

Karanlık varlıkları ışıklandıran rahmettir.

İhtiyaç içinde yuvarlanan mahlukatı terbiye eden yine rahmettir.

Bu Rahmet; her şeyin yerli yerinde, tam vaktinde, mükemmel ölçüyle yaratılmasında görünür. Güneşin yakıcı ama yaşatıcı ışığı, suyun tatlılığı, toprağın verimi, annenin şefkati, kalbin atışı, gözün görmesi… Hepsi Rahmet’in imzasını taşır.

Eğer kainatın her bir zerresi başka ellere verilseydi, bu kusursuz uyum mümkün olmazdı. Çünkü çoklukta birlik olmaz, birlik ise birliğin sahibini gösterir. İşte tevhid hakikati buradan doğar. Allah bir olduğu için, kainat bir nizam içinde işler. Kudret bir olduğu için, karınca ile galaksi aynı adalet ve hikmetle yönetilir.

Bu düşünce insana büyük bir ders verir:

> Eğer Rabbimiz yıldızları elinde tutuyorsa, senin de kalbini bilir.
Eğer O, galaksileri yönlendiriyorsa, gözyaşını da görür.
Eğer O, zerrat ordularını sevk ve idare ediyorsa, senin yolunu da çizer.

İnsan, bu Rahmet ve Kudret’e dayanırsa küçüklüğü içinde sonsuz bir huzur bulur. Yoksa, yıldızlara hükmeden bir Rabbin olmadığını düşünen kişi, bir zerrenin tehdidiyle bile perişan olur.

Özet:

Kainattaki en büyük yıldızlardan en küçük zerrelere kadar her şey, tek bir Rabbin kudretiyle ve rahmetiyle idare edilir. Zerre ile yıldız arasındaki düzen aynı elin eseri olduğu için, hem birlik (tevhid) hem rahmet (şefkat ve hikmet) açıkça görünür. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, her şey Rahmet’tir ve Rahmet’i gösterir. İnsan, bu Rahmet’e dayanarak ebedî huzura kavuşabilir.

 




Bir Elmaya Bakarak Allah’ı Tanımak: Şükürden Tevhide Açılan Yol

Bir Elmaya Bakarak Allah’ı Tanımak: Şükürden Tevhide Açılan Yol

“Hem ŞÜKÜR içinde, safi bir İMAN var, hâlis bir TEVHİD bulunur.
Çünkü;
Bir elmayı yiyen ve “ELHAMDÜLİLLAH” diyen adam, o şükür ile ilân eder ki:
“O elma doğrudan doğruya dest-i kudretin yadigârı ve doğrudan doğruya hazine-i rahmetin hediyesidir”
Kur’an Tefsiri Risale-i Nur’dan

Kâinat, baştan sona bir kitap gibidir. Her satırı, her kelimesi, hatta her harfi, Allah’ın varlığını ve birliğini anlatır. Bu büyük kitabın en sade ve tatlı kelimelerinden biri de elmadır. Evet, bir elma… Yerdeki bir ağaç dalında biten, renkli kabuğu, tatlı lezzeti ve mis kokusuyla soframıza gelen o meyve… Sadece basit bir meyve midir?

Hayır.
Risale-i Nur’un o veciz ifadesiyle:

> “O elma doğrudan doğruya dest-i kudretin yadigârı, ve doğrudan doğruya hazine-i rahmetin hediyesidir.”

Bir mümin, eline bir elma aldığında; onun rengini, kokusunu, lezzetini ve şeklini düşünüp “Elhamdülillah” dediğinde aslında ne demektedir?

“Bu elma, ne toprağın kendi kendine yaptığı bir şeydir, ne ağacın tesadüfen oluşturduğu bir meyvedir, ne de doğanın başıboş bir ürünü. Bu elma, doğrudan Allah’ın kudret eliyle hazırlanmış, rahmet hazinesinden çıkarılıp bana gönderilmiş bir hediyedir.”

İşte bu farkındalık, sadece bir teşekkür değil, imanın ilanı, tevhidin ifadesi, şuurun dirilişidir.

Şükür: Sade Bir Söz Değil, Derin Bir İman İlanıdır

Risale-i Nur’un tefekkürî üslubunda şükür, sadece dilin bir hareketi değildir. “Şükür içinde safi bir iman, hâlis bir tevhid bulunur.” Çünkü bir nimete şükreden insan, onu yaratanı ve ikram edeni tanımış ve kabul etmiş olur. Bu da kişiyi şirkten, gafletten ve küfürden uzaklaştırarak saf bir tevhide ulaştırır.

Bir insan düşünün: Elmaya bakıyor, lezzetini tadıyor ama arkasındaki kudreti, rahmeti, hikmeti görmüyor. Bu insan, hem nimetin kaynağını inkâr eder, hem de o nimetten faydalanma hakkını vicdanen kaybeder. Fakat elmayı yediğinde “Elhamdülillah” diyen bir kalp, sadece elmaya değil; onun ardındaki sonsuz kudrete de kapı açar.

Elma: Tevhidin Sessiz Şahidi

Her elma, bir mucizedir. Çünkü toprağın içinde ne kırmızı vardır, ne tatlılık, ne koku, ne de şekil. Ağaç bir fabrikaysa, toprak onun deposu ama planı, bilgiyi ve hikmeti kim yerleştirmiştir? İşte o sorunun cevabı, Allah’tır.

Bir elmayı yiyip şükreden kişi, sadece bir meyveye değil; kainat çapında işleyen bir sisteme iman etmiş olur. Çünkü o elmanın oluşabilmesi için güneşin yerinde olması, suyun toprağa ulaşması, ağacın mevsiminde uyanması, çekirdeğin açılması ve sayısız sistemin uyum içinde işlemesi gerekir. Yani bir elma, tüm kainatla bağlantılıdır. Onun için bir elmaya sahip çıkamayan, hiçbir şeyi hakiki anlamda yaratamaz.

İşte bu noktada şu gerçek belirir:

> “Bir elmanın Allah’tan olduğunu kabul etmeyen, koca kainatın sahibini tanımıyor demektir.”

Bu yüzden, bir elmaya “Elhamdülillah” demek; küçük gibi görünse de, büyük bir tefekkürün ve imanî derinliğin ifadesidir.

Özet:

Elma gibi sade bir nimet, şükreden bir kalp için iman ve tevhid dersine dönüşür. Çünkü şükür, nimetin sahibini tanımak ve onu ilan etmektir. Risale-i Nur’a göre bir elmayı yiyip “Elhamdülillah” diyen bir mümin, o elmanın doğrudan Allah’ın kudret eliyle geldiğini, rahmet hazinesinin bir hediyesi olduğunu kabul etmiş olur. Bu da onu saf bir imana ve hâlis bir tevhide ulaştırır.