Hakikat Karşısında Başka Dinin Direnci Yoktur: Yeter ki Biz Doğru İslam’ı Yaşayalım

Hakikat Karşısında Başka Dinin Direnci Yoktur: Yeter ki Biz Doğru İslam’ı Yaşayalım

“Hem zaman-ı saadetten şimdiye kadar hiç bir tarih bize bildirmiyor ki; bir müslüman muhakeme-i akliyesiyle başka bir dini, İslâmiyet’e tercih etmiş olsun ve delil ile başka bir dine dâhil olmuş olsun. Dinden çıkanlar var, o başka mes’ele.. taklid ise, ehemmiyetsizdir. Halbuki edyân-ı saire müntesibleri mutlaka fevc fevc, muhakeme-i akliye ile ve bürhân-ı kat’î ile daire-i İslâmiyet’e dâhil olmuşlar ve olmaktadırlar. Eğer biz, doğru İslâmiyet’i ve

   İslâmiyet’e lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek, bundan sonra onlardan fevc fevc dâhil olacaklardır. ”
Münâzarât

Tarihin ve hakikatin ortak şahadeti şudur:
İslam dini, akla dayalı bir tercihle, kalbi ikna eden bir teslimiyetle kabul edilmiştir. Öyle ki Bediüzzaman Said Nursî, şu meydan okuyucu tesbiti yapar:

> “Zaman-ı saadetten şimdiye kadar hiçbir tarih bize bildirmiyor ki bir Müslüman, muhakeme-i akliyesiyle başka bir dini, İslamiyet’e tercih etmiş olsun.”

Bu söz sadece duygusal bir savunu değil; tarihî bir vaka ve mantıklı bir analizdir. Çünkü İslam:

Aklı küçümsemeyen,

Kalbi ikna eden,

Ruhu doyuran,

Hayatı kuşatan bir dindir.

İslam’ın diğer dinlere üstünlüğü, sadece bir inanç iddiası değil; delil, tecrübe ve fıtratla sabit bir hakikattir.

Dinden Çıkmak mı? Başka Bir Dine Girmek mi?

Evet, zaman zaman dinden çıkan Müslümanlar görülmektedir. Ama bu, başka bir dinin aklen ve kalben üstün bulunmasıyla değil, ya cehaletle, ya menfaatle, ya da taklitle olmaktadır. Yani kişi dininden çıkmakta; fakat başka bir dine bilinçli olarak, delil ve muhakemeyle dahil olmamaktadır.

Bu, çok önemli bir farktır.

Öte yandan, başka dinlere mensup insanlar arasında, aklî ve ilmî araştırmalarla, mantıklı sorgulamalarla İslam’a girenlerin sayısı fevkalade yüksektir. Tarihte de, günümüzde de bu böyle olmuştur.

> Bir Alman felsefecisi, bir Amerikalı akademisyen, bir Japon araştırmacı… İslam’a giriş sebeplerini anlattıklarında, daima delil, tutarlılık, ruh huzuru ve hayatla uyum gibi kavramları öne çıkarırlar.

Çünkü İslam, akla düşman değil; aklı hidayete götüren bir nurdur.

Peki Neden Daha Fazla Kişi Girmiyor?

Burada Bediüzzaman’ın soruya cevabı da oldukça net ve sarsıcıdır:

> “Eğer biz, doğru İslamiyet’i ve İslamiyet’e lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek; bundan sonra onlardan fevc fevc dâhil olacaklardır.”

Demek ki asıl engel, İslam’ın kendisi değil; biz Müslümanların temsil zaafıdır.
Yani İslam’da kusur yok; ama Müslümanlıkta kusur var.

Biz dürüst değilsek, insanlar nasıl İslam’ın ahlâkına meyletsin?

Biz çalışkan değilsek, İslam’ın medeniyet çağrısı nasıl inandırıcı olsun?

Biz adaletli değilsek, Kur’an’ın adalet nizamı nasıl cazip görülsün?

İslam’ın güzelliği, onun hakikat oluşundadır. Ama o hakikatin güzellikle sunulması, temsil ile gösterilmesi, insanlığın gözleri önünde yaşanması gerekir. Biz, Müslümanlar olarak buna vesile olmadıkça; İslam’a girecek nice vicdanlar, kapıda bekler durur.

İslam’ın Cazibesi: Fıtrî, Ruhî ve Aklî Uyum

İslam:

Aklı doyurur: Çünkü çelişkisizdir, delillidir, sorgulamaya açıktır.

Kalbi doyurur: Çünkü merhametlidir, şefkatlidir, dua ve ibadetle ruhu yüceltir.

Toplumu doyurur: Çünkü adaletlidir, denge ve ölçü koyar.

Fıtrata uygundur: Çünkü insanı insan olarak kabul eder; ruhunu da, bedenini de tatmin eder.

Bu yüzden denilebilir ki:
İslam, temsil edildiği ölçüde evrensel olarak kabul edilecek bir hakikattir.
Ve temsil edilebildiği ölçüde, insanlık için yeniden bir umut olacaktır.

Özet:

Tarih boyunca hiçbir Müslüman, aklî muhakemeyle başka bir dini İslam’a tercih etmemiştir. Fakat başka dinlere mensup olanlar, delillerle ve aklen ikna olarak İslam’a girmişlerdir. Bu da İslam’ın fıtrî ve aklî üstünlüğünü gösterir. Ancak bugünkü en büyük eksiklik, Müslümanların İslam’ı gerektiği gibi temsil edememesidir. Eğer biz “doğru İslamiyet’i” ve “İslamiyet’e lâyık doğruluğu” gösterirsek, insanlık fevc fevc İslam’a yönelecektir.

 




Hakikat Karşısında Başka Dinin Direnci Yoktur: Yeter ki Biz Doğru İslam’ı Yaşayalım

Hakikat Karşısında Başka Dinin Direnci Yoktur: Yeter ki Biz Doğru İslam’ı Yaşayalım

“Hem zaman-ı saadetten şimdiye kadar hiç bir tarih bize bildirmiyor ki; bir müslüman muhakeme-i akliyesiyle başka bir dini, İslâmiyet’e tercih etmiş olsun ve delil ile başka bir dine dâhil olmuş olsun. Dinden çıkanlar var, o başka mes’ele.. taklid ise, ehemmiyetsizdir. Halbuki edyân-ı saire müntesibleri mutlaka fevc fevc, muhakeme-i akliye ile ve bürhân-ı kat’î ile daire-i İslâmiyet’e dâhil olmuşlar ve olmaktadırlar. Eğer biz, doğru İslâmiyet’i ve

   İslâmiyet’e lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek, bundan sonra onlardan fevc fevc dâhil olacaklardır. ”
Münâzarât

Tarihin ve hakikatin ortak şahadeti şudur:
İslam dini, akla dayalı bir tercihle, kalbi ikna eden bir teslimiyetle kabul edilmiştir. Öyle ki Bediüzzaman Said Nursî, şu meydan okuyucu tesbiti yapar:

> “Zaman-ı saadetten şimdiye kadar hiçbir tarih bize bildirmiyor ki bir Müslüman, muhakeme-i akliyesiyle başka bir dini, İslamiyet’e tercih etmiş olsun.”

Bu söz sadece duygusal bir savunu değil; tarihî bir vaka ve mantıklı bir analizdir. Çünkü İslam:

Aklı küçümsemeyen,

Kalbi ikna eden,

Ruhu doyuran,

Hayatı kuşatan bir dindir.

İslam’ın diğer dinlere üstünlüğü, sadece bir inanç iddiası değil; delil, tecrübe ve fıtratla sabit bir hakikattir.

Dinden Çıkmak mı? Başka Bir Dine Girmek mi?

Evet, zaman zaman dinden çıkan Müslümanlar görülmektedir. Ama bu, başka bir dinin aklen ve kalben üstün bulunmasıyla değil, ya cehaletle, ya menfaatle, ya da taklitle olmaktadır. Yani kişi dininden çıkmakta; fakat başka bir dine bilinçli olarak, delil ve muhakemeyle dahil olmamaktadır.

Bu, çok önemli bir farktır.

Öte yandan, başka dinlere mensup insanlar arasında, aklî ve ilmî araştırmalarla, mantıklı sorgulamalarla İslam’a girenlerin sayısı fevkalade yüksektir. Tarihte de, günümüzde de bu böyle olmuştur.

> Bir Alman felsefecisi, bir Amerikalı akademisyen, bir Japon araştırmacı… İslam’a giriş sebeplerini anlattıklarında, daima delil, tutarlılık, ruh huzuru ve hayatla uyum gibi kavramları öne çıkarırlar.

Çünkü İslam, akla düşman değil; aklı hidayete götüren bir nurdur.

Peki Neden Daha Fazla Kişi Girmiyor?

Burada Bediüzzaman’ın soruya cevabı da oldukça net ve sarsıcıdır:

> “Eğer biz, doğru İslamiyet’i ve İslamiyet’e lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek; bundan sonra onlardan fevc fevc dâhil olacaklardır.”

Demek ki asıl engel, İslam’ın kendisi değil; biz Müslümanların temsil zaafıdır.
Yani İslam’da kusur yok; ama Müslümanlıkta kusur var.

Biz dürüst değilsek, insanlar nasıl İslam’ın ahlâkına meyletsin?

Biz çalışkan değilsek, İslam’ın medeniyet çağrısı nasıl inandırıcı olsun?

Biz adaletli değilsek, Kur’an’ın adalet nizamı nasıl cazip görülsün?

İslam’ın güzelliği, onun hakikat oluşundadır. Ama o hakikatin güzellikle sunulması, temsil ile gösterilmesi, insanlığın gözleri önünde yaşanması gerekir. Biz, Müslümanlar olarak buna vesile olmadıkça; İslam’a girecek nice vicdanlar, kapıda bekler durur.

İslam’ın Cazibesi: Fıtrî, Ruhî ve Aklî Uyum

İslam:

Aklı doyurur: Çünkü çelişkisizdir, delillidir, sorgulamaya açıktır.

Kalbi doyurur: Çünkü merhametlidir, şefkatlidir, dua ve ibadetle ruhu yüceltir.

Toplumu doyurur: Çünkü adaletlidir, denge ve ölçü koyar.

Fıtrata uygundur: Çünkü insanı insan olarak kabul eder; ruhunu da, bedenini de tatmin eder.

Bu yüzden denilebilir ki:
İslam, temsil edildiği ölçüde evrensel olarak kabul edilecek bir hakikattir.
Ve temsil edilebildiği ölçüde, insanlık için yeniden bir umut olacaktır.

Özet:

Tarih boyunca hiçbir Müslüman, aklî muhakemeyle başka bir dini İslam’a tercih etmemiştir. Fakat başka dinlere mensup olanlar, delillerle ve aklen ikna olarak İslam’a girmişlerdir. Bu da İslam’ın fıtrî ve aklî üstünlüğünü gösterir. Ancak bugünkü en büyük eksiklik, Müslümanların İslam’ı gerektiği gibi temsil edememesidir. Eğer biz “doğru İslamiyet’i” ve “İslamiyet’e lâyık doğruluğu” gösterirsek, insanlık fevc fevc İslam’a yönelecektir.

 




Din, Medeniyet ve Gelecek: İnsanın İstikbali İslam’dadır

Din, Medeniyet ve Gelecek: İnsanın İstikbali İslam’dadır

“Hem de tarih bize bildiriyor ki: Ehl-i İslâm’ın temeddünü, hakikat-ı İslâmiyet’e ittibâları nisbetindedir. Başkaların temeddünü ise, dinleriyle makûsen mütenasibdir. Hem de hakikat bize bildiriyor ki: Mütenebbih olan beşer, dinsiz olamaz. Lâsiyyemâ uyanmış, insaniyeti tanımış, müstakbele ve ebede namzed olmuş adam dinsiz yaşayamaz. Zira uyanmış bir beşer, kâinatın tehacümüne karşı istinad edecek ve gayr-ı mahdud âmâline neşv ü nema verecek ve istimdadgâhı olacak noktayı –yani din-i hak olan dâne-i hakikatı– elde etmezse yaşamaz. Bu sırdandır ki; herkeste din-i hakkı bulmak için bir meyl-i taharri uyanmıştır. Demek istikbalde nev-i beşerin din-i fıtrîsi İslâmiyet olacağına beraatü’l-istihlal vardır. ”
Münâzarât

Tarih, sadece olmuş bitmiş olayların kaydı değildir. Aynı zamanda milletlerin neyle yükselip neyle düştüğünün açık delillerle yazıldığı bir ibret levhasıdır. Bediüzzaman Said Nursî, bu levhaya dikkatle bakar ve şöyle der:

> “Ehl-i İslâm’ın temeddünü, hakikat-ı İslâmiyet’e ittibâları nisbetindedir.”

Yani Müslümanlar, ne zaman İslam’ın ruhuna, esasına, adaletine, ilmine, ahlâkına sarılmışlarsa; o zaman terakki etmişlerdir. Ne zaman ki dinin şekliyle oyalanıp, ruhundan uzaklaşmışlarsa; geri kalmışlardır.

Buna karşılık Batı medeniyetine baktığımızda ise durum tersinedir:

> “Başkalarının temeddünü, dinleriyle makûsen mütenasiptir.”

Batı dünyasında ilerleme, kilisenin hükmünün zayıfladığı dönemlerde başlamıştır. Çünkü o dinler tahrife uğramış, akılla çatışan biçimlere bürünmüş, ilerlemeye engel olmuştur. Ama İslam, fıtrî bir din olduğu için ilerlemeye engel değil, rehberdir. Bilgiyle, akılla, hikmetle savaşmaz; aksine bunları teşvik eder.

Dinsiz Medeniyet: Kökü Olmayan Bir Ağaç Gibidir

Bugün birçok kişi, “medeniyet ilerledikçe din zayıflar” zannıyla, dini hayatın dışında bir mesele gibi görmektedir. Oysa uyanan, insaniyetini tanıyan, istikbale bakan bir insan; sonsuz arzularıyla baş edebilmek için, mutlaka bir dinî dayanağa muhtaçtır. Çünkü:

> “Uyanmış bir beşer, kâinatın tehacümüne karşı istinad edecek bir nokta bulmazsa yaşayamaz.”

İnsan, küçük bir mikroptan korkarken, yıldızlar kadar büyük dertlerle nasıl mücadele edecektir? Ebediyet arzusunu, ölüm korkusunu, adalet beklentisini, merhamet ihtiyacını neyle tatmin edecektir? Bilim ona nasıl yaşanacağını gösterir, ama neden yaşadığını, niçin yaratıldığını ve nereye gittiğini söylemez. Bu soruların cevabı sadece dinî hakikatlerde bulunur.

Din, İnsanın Fıtratıdır; İslam, Geleceğin Dinidir

Bediüzzaman’ın en sarsıcı tespiti şudur:

> “Her uyanmış insanda, din-i hakkı bulmak için bir meyl-i taharri (hakikati arama arzusu) uyanmıştır.”

Yani insan, ister doğuda ister batıda, ister zengin ister fakir olsun; hakikat peşindedir. Doğruyu, güzeli, sonsuzu arar. Ve bu arayış, fıtratın sesidir. Bu fıtrî arayış, eninde sonunda insanı İslamiyet’e götürür. Çünkü İslam, insana:

Yaratanını tanıtır,

Hayatın gayesini açıklar,

Aklı küçümsemez, kalbi ihmal etmez,

Hem dünyayı, hem ahireti imar eder.

Bu yüzden Said Nursî şöyle der:

> “Demek istikbalde nev’-i beşerin din-i fıtrîsi İslamiyet olacağına beraatü’l-istihlal vardır.”

Yani insanlık, aradığı huzuru sonunda İslam’da bulacaktır. Ve bu, sadece bir temenni değil; tarihî, aklî ve fıtrî bir gerçektir.

Sonuç ve Özet:

Bu zamanın en büyük hakikatlerinden biri şudur: İslam, insanlığın hem tarihi kökü hem de gelecekteki sığınağıdır. Müslümanlar, ne zaman Kur’an ve Sünnet’in özüne sarılmışlarsa yükselmişlerdir. Modern insan, gelişmiş gibi görünse de ruhen sarsılmış, metafizik yoksunluk içine düşmüştür. Çünkü insan, din olmadan yaşayamaz. Fıtrat, hakikati arar ve bu hakikat en son ve en selim şekliyle İslamiyet’tedir.

 




İki Asrın Arasında Sıkışan Nesil: Mirası Harcayanlar mı, Geleceği Kuracaklar mı?

İki Asrın Arasında Sıkışan Nesil: Mirası Harcayanlar mı, Geleceği Kuracaklar mı?

“Ey Türkler ve Kürdler, acaba şimdi bir miting yapsam; sizin bin sene evvelki ecdadınızı ve iki asır sonraki evlâdlarınızı şu gürültühane olan asr-ı hazır meclisine davet etsem… Acaba sağ tarafta saf tutan eski ecdadınız demiyecekler mi:

   “Hey mirasyedi yaramaz çocuklar! Netice-i hayatımız siz misiniz? Heyhat! Bizi akîm bir kıyas ettiniz, bizi kısır bıraktınız!” Hem de sol tarafında duran ve şehristân-ı istikbalden gelen evlâdlarınız, sağdaki ecdadlarınızı tasdik ederek demiyecekler mi ki:

   “Ey tenbel pederler! Siz misiniz hayatımızın suğra ve kübrası? Siz misiniz şu şanlı ecdadımızla bizi rabteden rabıtamızın hadd-i evsatı? Heyhat!.. Ne kadar hakikatsız ve karıştırıcı ve müşâgabeli bir kıyas oldunuz!”
Münâzarât

Her milletin boynunda iki büyük emanet vardır:
Biri mazisinden gelen şerefli miras,
Diğeri istikbale bırakacağı tertemiz bir itibar…

Bediüzzaman Said Nursî, Münâzarât’ta bu iki zaman dilimi arasında sıkışmış bir nesle seslenir. Geçmişin büyükleriyle geleceğin çocuklarını hayalî bir mitingte buluşturur. Ortada ise bugünün insanı vardır: Hem dedesinin mirasını harcayan, hem torununun umudunu boşa çıkaran bir halde…

> “Ey Türkler ve Kürdler! Bir miting yapsam, bin sene evvelki ecdadınızı ve iki asır sonraki evlâdlarınızı bu meclise davet etsem…”

Bu çağrıyla, zamanları bir araya getirir. Ve o mitingde, geçmişin ulu ecdadı bugünkü nesle haykırır:

> “Hey mirasyedi yaramaz çocuklar! Netice-i hayatımız siz misiniz?”

Ve gelecek nesiller, yüzünü bugünün insanına dönerek şöyle der:

> “Ey tenbel pederler! Siz misiniz şanlı ecdadımızla bizi bağlayan bağ? Heyhat! Ne kadar hakikatsiz bir kıyas oldunuz!”

Bu tabloda asıl mesele şudur:
Biz, hem geçmişle bağımızı kopardık, hem geleceğe bir istikamet sunamıyoruz. Ortada ne kök kaldı, ne yön.

Maziyi Anlamak: Tarih, Övünç Değil Sorumluluktur

Geçmiş, sadece bir hatıra değil, aynı zamanda bir mesuliyettir. Geçmişte yapılan fedakârlıklar, kazanılan değerler ve yaşanmış hikmetli mücadeleler; bugünün insanına bırakılmış emanetlerdir. Eğer bir nesil bu emaneti taşıyamazsa, geçmişi sadece sloganlarda yaşatır, hakikatte ise unutur.

Tarihimize baktığımızda bin yıl boyunca dünyaya adaletle hükmeden, ilim ve hikmeti yayan, kalpleri fetheden bir millet görüyoruz. Ama bu miras sadece “atamız şöyleydi, böyleydi” diye anılacak bir süs değildir. O miras, bugünün omzunda taşınması gereken ağır bir yük, büyük bir vazifedir.

İstikbali Kurmak: Gelecek, Hazıra Konarak Gelmez

Her nesil, kendisinden sonra gelen neslin mimarıdır. Biz, bugünkü halimizle sadece kendimizi yaşamıyoruz. Aynı zamanda gelecek nesilleri ya inşa ediyor, ya da ifsat ediyoruz. Torunlarımızın huzuru, bizim ahlâkımızda; onların selameti, bizim eğitim anlayışımızda; onların izzeti, bizim iman ve amelimizdedir.

Bediüzzaman’ın o kurguladığı mitingte, torunlarımız bize soracak:

> “Siz misiniz bizi ecdadımıza bağlayan halkasınız? Yoksa kopuk bir zincir misiniz?”

Bu sorgulama, her vicdan sahibini derinden sarsmalı. Çünkü biz, sadece geçmişi kaybetmiyoruz, aynı zamanda geleceği de tehlikeye atıyoruz. Kökü olmayan bir ağaç kurur; yönü olmayan bir millet savrulur.

Peki Ne Yapmalı?

Geçmişimizi doğru anlamalı, sadece duygusal bağlılık değil, fikrî devamlılık kurmalıyız.

Gelecek nesillere sadece teknoloji değil, terbiye, tefekkür, iman ve mesuliyet aktarmalıyız.

Eğitimimizi, ahlakımızı, medeniyet anlayışımızı, dilimizi ve idealimizi kendi köklerimizle yeniden buluşturmalıyız.

Aksi halde, hem ecdadımızdan utanacağız, hem evlatlarımızdan korkacağız.

Özet:

Bediüzzaman’ın Münâzarât’ta hayalî bir miting üzerinden kurduğu temsil, bugünün neslinin geçmişle geleceği bağlama sorumluluğunu hatırlatır. Ecdadın mirasını tüketen ve torunlarına yön veremeyen bir millet, tarih önünde sorumlu olur. Geçmiş, bir övünç değil mesuliyet; gelecek ise sadece umut değil, bir imtihandır. Bugünün insanı, bu iki zamanı birbirine bağlayacak şuur, emek ve iman ile hareket etmelidir.

 




Vicdanın Ziyası ile Aklın Nuru: İki Kanatla Yükselen İnsan

Vicdanın Ziyası ile Aklın Nuru: İki Kanatla Yükselen İnsan

“Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünûn-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit; birincisinde taassub, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.”
Münâzarât

İnsan hem akıl hem kalp taşıyan bir varlıktır. Yani sadece düşünen bir mahlûk değil, aynı zamanda hisseden, inanan ve yönelen bir ruhtur. Onun için yalnızca akılla ya da sadece kalple yol alınamaz. Bu ikisini birlikte çalıştırmak, hem dünya hem ahiret saadeti için elzemdir.

Bediüzzaman Said Nursî, bu hakikati şu cümleyle özlü bir şekilde ifade eder:

> “Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünûn-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder.”

Bu ifadede geçen her kelime; insana, topluma ve eğitim anlayışına ışık tutan bir anahtardır.

Vicdanın Ziyası: Din İlminin Ruh Aydınlığı

Vicdan, insanın iç sesidir. Hakla batılı ayırt etmesine yarayan, fıtrî bir pusuladır. Ancak bu pusula yönünü bulmak için ilahi bilgilerle aydınlanmaya muhtaçtır. Çünkü vicdan, kendi başına mutlak doğruyu her zaman bilemez. İşte bu noktada ulûm-u diniye, yani dinî ilimler devreye girer. Kur’an’ın rehberliği, peygamberin sünneti ve ilim ehlinin beyanı vicdanı aydınlatır. Böylece insan, sadece kendi hevasına değil, ilahi ölçülere göre hareket eder.

Aklın Nuru: Medenî Fenlerle Maddeyi Anlamak

Akıl ise madde âlemini, tabiat kanunlarını, teknik ilerlemeleri idrak eden bir güçtür. Fünûn-u medeniye, yani modern fen bilimleri; aklın eline maddî kudret verir. Coğrafya, fizik, biyoloji, astronomi gibi bilimler, Allah’ın kainattaki san’atını çözmekte birer vasıtadır. Ama eğer bu bilgiler vicdanın denetimi ve dinin rehberliği altında olmazsa; insan aklını gurura kaptırır, ilmi putlaştırır, hakkı değil menfaati arar.

İki Kanatla Yükselmek: Hakikatin Tecellisi

İşte insan, vicdanın ziyası ile aklın nurunu birleştirdiğinde, yani hem din ilimleriyle kalbini hem fen ilimleriyle zihnini beslediğinde hakikate ulaşır. Bu iki kanat, insana kemal verir. İnsanı, sadece bilen değil, aynı zamanda ahlaklı ve hikmetli yapan da bu sentezdir.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle:

> “O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder.”

Yani hakiki bir öğrenci –ya da insan– hem dinî ilimleri hem fen bilimlerini birlikte öğrenirse, gerçek anlamda yükselir, ilimde derinleşir, ahlakta olgunlaşır ve medeniyette dengeli bir yol tutar.

Ayrıldıkları Vakit Ne Olur?

Bu iki alan birbirinden ayrıldığında ise ortaya felaket çıkar:

> “Birincisinde taassub, ikincisinde hile ve şüphe tevellüd eder.”

Dinî ilimler akıldan, bilimden ve gerçeklikten uzak tutulursa, zamanla taassuba, körü körüne bağnazlığa dönüşür. Vicdan karanlıklaşır, merhamet dahi şekilcilik altında ezilir.

Fen ilimleri ise inançtan ve ahlaktan soyutlandığında, hilekâr, şüpheci ve ahlaktan yoksun bir zihin üretir. Bu da zulmün, sömürünün ve ahlaksız teknolojilerin doğmasına neden olur.

Sonuç ve Özet:

Bediüzzaman’ın “Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir; aklın nuru, fünûn-u medeniyedir” sözü; insanî kemalin ve toplumsal dengenin formülüdür. Dinî ilimler kalbi ve vicdanı, fen ilimleri ise aklı ve bedeni besler. Bu iki alan birleştiğinde insanlık yükselir, ayrıldığında ise biri bağnazlığa, diğeri ahlaksızlığa düşer. Gerçek terakki; kalple aklın, imanla ilmin birlikte yürümesidir.

 




Hikmetli Bakışlarla Kainat Kitabı ve İnsan

Hikmetli Bakışlarla Kainat Kitabı ve İnsan:
Musibetlerden Rahmete Uzanan Bir Yolculuk

Kainat, Yaratıcısının sonsuz kudretini, ilmini ve hikmetini sergileyen devasa bir kitaptır. Her bir zerresi, her bir canlısı, üzerinde tecelli eden ilahi isimlerin birer delili, birer şahididir. Günlük hayatımızda karşılaştığımız olaylar, tabiatın işleyişi, hatta kimi zaman bize musibet gibi görünen hadiseler bile, bu büyük kitabın derin manalarını kavramak için birer vesile olabilir.

***********

Yağmursuzluk ve Musibetlerin Hikmeti:

“Yağmursuzluk bir musibettir ve ceza-yı amel bir azabdır.” Bu ifade, tabiat olaylarının sadece fiziksel süreçlerden ibaret olmadığını, aynı zamanda insanın amelleriyle, yaşantısıyla bir bağlantısı olduğunu düşündürmektedir. Kur’an-ı Kerim’de birçok ayette, toplumların işledikleri günahlar sebebiyle farklı musibetlerle imtihan edildiği bildirilmektedir. Ancak burada önemli olan, bu musibetleri sadece bir ceza olarak görmek değil, aynı zamanda bir uyarı, bir silkiniş vesilesi olarak anlatılmıştır.
Devamında da belirtildiği gibi, “Hem böyle umumî musibetler, ekser nâsın hatasından geldiği cihetle, o insanların ekseri, -kısm-ı a’zamı- TÖVBE ve NEDAMET ve İSTİĞFAR etmekle def’olur.”
Bu cümle, musibetlerin kapısını tövbe, pişmanlık ve istiğfar ile kapatmanın yollarını göstermektedir. İnsan, acizliğini idrak ettiğinde, yanlışlarından döndüğünde, Allah’ın rahmet kapısı açılır ve O’nun inayetiyle musibetler hafifler veya kalkar. Bu, sadece bireysel değil, toplumsal bir değişim ve dönüşüm çağrısıdır.

*********

İncir Ağacındaki Sonsuz Kudret ve Rahmet Tezahürü:

İncir ağacı örneği, kainattaki İlahi sanatın ve rahmetin ne denli mucizevi olduğunu gözler önüne sermektedir. “İncir ağacı kendi çamur yiyerek yavrusu olan meyvelerine hâlis süt vermesi bi’l-bedahe nihayetsiz Rahîm, Kerîm, Şefîk bir zatın hesabıyla hareket ettiklerini kör olmayana gösteriyorlar.” Bu cümle, sıradan gibi görünen bir doğa olayının ardındaki muazzam hikmeti işaret etmektedir. Çamurdan beslenen bir ağacın, insan için şifa ve lezzet kaynağı olan incir gibi bir meyveyi vermesi, ancak nihayetsiz Rahîm (çok merhametli), Kerîm (çok cömert) ve Şefîk (çok şefkatli) bir Yaratıcının eseri olabilir. Bu örnek, tefekkür eden bir akıl için, yaratılışın her bir detayında saklı olan ilahi imza ve sanatın büyüklüğünü isbatlar niteliktedir.

********

İhtiyarların Duasının Bereketi ve İmanın Tatlılığı:

Hadis-i Şerif ve Bedîüzzaman’ın sözleri, toplumdaki yaşlıların, “beli bükülmüş ihtiyar”ların manevi değerine ve dualarının gücüne dikkat çekmektedir.
“BELİ BÜKÜLMÜŞ İHTİYARLARINIZ OLMASA İDİ, BELALAR SEL GİBİ ÜSTÜNÜZE DÖKÜLECEKTİ.”
Bu Hadis, yaşlıların sadece fiziki varlıklarıyla değil, manevi yaşantıları, ibadetleri ve dualarıyla topluma nasıl bir rahmet ve kalkan olduklarını anlatmaktadır. Onların imanlı duruşları, Allah katındaki makbuliyetleri, genç nesillerin dahi musibetlerden korunmasına vesile olmaktadır.
Bedîüzzaman da bu durumu “Elhamdülillah biz ehl-i imaniz ve madem imanda bu kadar nurlu, lezzetli, sevimli, şirin…” diyerek teyit etmekte, imanın yaşlılıkta dahi ne kadar büyük bir nimet ve huzur kaynağı olduğunu belirtmektedir. İnsan ömrünün son demlerinde dahi, Allah’a yönelerek ettiği duaların, İlahi dergahtan boş dönmediği Hadis-i Şerif’te müjdelenmektedir. Bu, imanın her yaşta bir dayanak, bir teselli ve bir güç kaynağı olduğunun en güzel delilidir.

********

Dutlardaki Kemâl-i Rahmet ve Kemâl-i San’at:

“Hadsiz acaib-i san’at içinde yeryüzünün Rahmanî sofrasında yalnız kudretin şekerlemeleri olan DUTLARIN NEVİLERİNE bak! Kemal-i rahmeti, kemal-i san’at içinde gör.”
Dutlar, farklı renkleri, tatları ve dokularıyla, yeryüzünün bizlere sunulan bir “Rahmanî sofra” olduğunu hatırlatmaktadır. Her bir meyve, her bir bitki, sonsuz bir ilim ve hikmetle, en ince detayına kadar tasarlanmış, en güzel şekilde yaratılmıştır. Bu çeşitlilik, bu estetik, bu lezzet, sadece birer “kudretin şekerlemesi” olarak değil, aynı zamanda İlahi rahmetin ve sanatın zirvesi olarak görülmelidir. Bu durum, bize Rabbimizin sonsuz cömertliğini ve yaratmadaki eşsizliğini tekrar idrak ettirmektedir.

Sonuç:
Bu metinler, bizlere kainatın sadece bir fiziksel gerçeklikten ibaret olmadığını, her bir zerresinin derin anlamlar taşıyan bir İlahi kitap olduğunu fısıldamaktadır.

Musibetler, tövbe ve istiğfar kapısını açarak bir arınma vesilesi olabilirken, incir, dut ve diğer mahlukatlardaki mükemmel sanat ve rahmet tecellileri, Yaratıcının sonsuz kudretini ve cömertliğini bizlere göstermektedir.

Ayrıca yaşlıların manevi değeri ve dualarının bereketi, toplumun temel taşlarından birini oluşturmaktadır.

Tüm bunlar, bizi tefekküre, şükre ve Rabbimize daha derinden yönelmeye davet eden hikmetli işaretlerdir. Her bir Hadis, her bir ayet ve her bir doğa örneği, “oku” emrinin sadece yazılı metinlerle sınırlı olmadığını, tüm kainatın okunmayı bekleyen bir ayetler kitabı olduğunu haykırmaktadır.

Makale Özeti:
Bu makale, Risale-i Nur iktibasları  ve Hadis-i Şerifler üzerinden, kainattaki İlahi rahmet, sanat ve hikmetin derinliklerini ele almaktadır.

Yağmursuzluk gibi musibetlerin, insan hatalarından kaynaklanabileceği ve tövbe ile giderilebileceği anlatılırken, incir ve dut gibi meyvelerin yaratılışındaki mükemmeliyetin Allah’ın sonsuz kudret ve cömertliğini gösterdiği belirtilmiştir.

Ayrıca, yaşlıların dualarının ve imanlarının toplum üzerindeki koruyucu etkisi ve imanın her yaşta bir huzur kaynağı olduğu hatırlatılmıştır.
Makale, tüm bu unsurların bizleri tefekküre, şükre ve İlahi sanatı daha derinden anlamaya davet eden ibretli işaretler olduğunu özetlemektedir.

 




İstişare, İstidad ve İnsaf: Her Kamete Uygun Elbise

İstişare, İstidad ve İnsaf: Her Kamete Uygun Elbise

“Ekrad’ın istidatları ile istişare etmek, onların sabâvet ve besâtetlerini nazara almaktır. Zira çok libas var; bir kamete güzel, başkasına çirkin gelir. Çocukların talimi; ya cebr ile, ya hevesatlarını okşamak ile olur.”
Münâzarât

Toplumu inşa eden temel taşlardan biri, farklılıkları tanımak, kabiliyetleri gözetmek ve insanları yerli yerince değerlendirmektir. Her bireyin aynı olmadığını kabul etmek; eğitim, yönetim ve iletişimde adaletin ve başarının temelidir. Bediüzzaman Said Nursî, bu meseleyi çok ince bir dille, şu ifadeyle özetler:

> “Ekrad’ın istidatları ile istişare etmek, onların sabâvet ve besâtetlerini nazara almaktır.”

Burada geçen “Ekrad”, yani Kürtler üzerinden yapılan bu tesbit, yalnız etnik bir meseleye değil, aynı zamanda genel bir sosyolojik ve pedagojik prensibe işaret eder: İnsanları, kendi istidat ve seviyelerine göre muhatap almak.

Her Kamete Uygun Elbise

Bediüzzaman şöyle devam eder:

> “Zira çok libas var; bir kamete güzel, başkasına çirkin gelir.”

Bu cümle, toplum mühendisliğinin en temel hatasını gözler önüne serer: Herkese aynı modeli, aynı yöntemi dayatmak. Oysa her insan bir “kamet”tir, yani ayrı bir ölçü, ayrı bir yaratılış, ayrı bir donanımdır. Birine yakışan fikir, diğerine dar gelebilir. Birinin kaldırabildiği mesuliyet, ötekine ağır gelebilir.

Bir çocuğa büyük bir ceket giydirilirse, içinde kaybolur; dar gelen elbise de onun gelişimini engeller. Aynen bunun gibi, toplumları ya da toplulukları eğitirken, yönlendirirken, temsil ederken, onların seviyesine göre yaklaşmak, hem adaletin hem de başarının yoludur.

Sabâvet ve Besâtet Ne Demek?

Sabâvet: Çocukluk hali, tecrübesizlik, toy oluş.

Besâtet: Saflık, sadelik, derinlikten uzaklık.

Bu ifadeler hakaret değil, bir durumu tesbit etme ifadesidir. Toplumların veya bireylerin eğitim, bilgi, kültür düzeyi farklı olabilir. Bu, onların insanlıkta eksik olduğu anlamına gelmez; ancak terbiye, eğitim ve yönetim şekli bu gerçekler dikkate alınarak yapılmalıdır.

Zorlamak mı, Gönüllendirmek mi?

Bediüzzaman devamla şöyle der:

> “Çocukların talimi; ya cebr ile, ya hevesatlarını okşamak ile olur.”

Bu cümle, pedagojik yaklaşımın iki ana kutbunu ortaya koyar:

  1. Cebir: Zorla, baskıyla, emir-komuta ile eğitmek.
  2. Hevesatını okşamak: Sevgiyle, ilgilerini dikkate alarak, motive ederek eğitmek.

Tarih ve tecrübe göstermiştir ki, zorlama ile gelen bilgi kalıcı olmaz; sevgi ile gelen eğitim ise ruh köklerine işler. Toplumun bir kesimi, çocuk gibi yeni yeni gelişmekteyse, ona cebir değil, gönül okşayıcı, teşvik edici, yapıcı bir tarz gerekir.

İstişarenin Hikmeti

İstidatları dikkate alarak yapılan istişare, toplumda hem katılım bilinci doğurur hem de güven tesis eder. İnsan, kendisiyle istişare edilmesini “değer görmek” olarak anlar. Bu da hem moral sağlar hem de sorumluluk duygusunu artırır.

Özet

Bediüzzaman Said Nursî, Münâzarât’ta birey ve toplum yönetiminde istidatlara uygun muamele edilmesi gerektiğini anlatır. Her topluluk, her birey farklı bir kabiliyete ve olgunluk seviyesine sahiptir. Bu nedenle herkese aynı elbiseyi giydirmek, yani aynı yöntemi dayatmak doğru değildir. Özellikle eğitimin ya da yönetimin cebirle değil, sevgi ve teşvikle yapılması daha kalıcı ve faydalı olur. İstişare ise hem kişiyi değerli hissettirir hem de toplumsal bağları güçlendirir. Neticede adalet, farklılıkları gözeterek hakkı yerli yerine koymaktır.

 




İslâmiyet’in Saflığı ve Taassubun Gölgesi

İslâmiyet’in Saflığı ve Taassubun Gölgesi

“İslâmiyet’i, onu paslandıran hikâyat ve İsrailiyat ve taassubât-ı bârideden kurtarmak. Evet İslâmiyet’in şe’ni metanet, sebat, iltizam-ı hak olan salâbet-i diniyedir. Yoksa cehilden, adem-i muhakemeden neş’et eden taassub değildir. Bence taassubun en dehşetlisi, bazı Avrupa mukallidlerinde ve dinsizlerinde bulunur ki; sathî şüphelerinde muannidane ısrar gösteriyorlar. Bürhan ile temessük eden ülemanın şanı değildir. ”
Münâzarât

Tarih boyunca hakikatlerin üzerine çokça gölgeler düşmüştür. Kimi zaman cehalet, kimi zaman menfaat, kimi zaman da geleneklerin taassubu, dinin saf aynasını buğulandırmıştır. Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle, İslâmiyet’i paslandıran üç büyük tehlike vardır: hikâyat, İsrailiyat ve taassubât-ı bâridedir.

  1. Paslanan Zırh: İslâmiyet Üzerindeki Tortular

İslâm, bir nurdur, bir şifadır, bir hayat nizamıdır. Ancak bu ilahî hakikat zamanla:

Hikâyat (gerçeklikten uzak, uydurma menkıbeler),

İsrailiyat (Yahudi kültüründen gelen ve aslı olmayan rivayetler),

Taassubât-ı bâride (soğuk ve donuk taassuplar)
ile karıştırıldıkça, asli berraklığını yitirmiştir. Bunlar, İslâm’ın temsil ettiği akıl, adalet, istikamet ve ilim esaslarını gölgelemiş, yüzeysel ve şekilci bir anlayışı öne çıkarmıştır.

  1. Salâbet-i Dîniye ile Taassubu Ayırmak

Bediüzzaman bu noktada çok keskin bir çizgi çizer:

> “İslâmiyet’in şe’ni metanet, sebat, iltizam-ı hak olan salâbet-i diniyedir. Yoksa cehilden, adem-i muhakemeden neş’et eden taassub değildir.”

Salâbet-i diniye, dinin özünü sebatla, metanetle ve hakkı üstün tutarak savunmaktır. Taassup ise akılsız bir inat, muhakemesiz bir körlük ve dışlayıcı bir tutumdur. Gerçek mümin, hakikat aşkıyla, delil ve burhan ile konuşur. Bilgiyle hareket eder. Sorgular, öğrenir ve ikna eder. Taassup ehli ise konuşmaz, bağırır. Tartışmaz, dışlar. Delil aramaz, düşman arar.

  1. Taklit Taassubu: En Korkuncu

Bediüzzaman bir başka dikkat çekici noktaya parmak basar:

> “Bence taassubun en dehşetlisi, bazı Avrupa mukallidlerinde ve dinsizlerinde bulunur ki; sathî şüphelerinde muannidane ısrar gösteriyorlar.”

Modern çağda akılcılıktan, eleştiriden, özgürlükten bahseden bazı kesimler, aslında kendi fikirlerinde en katı bağnazlığı sergilemektedir. İslâm’a veya dine karşı yönelttikleri şüphelerde, ne derinlik ne de ilmi sorgulama vardır; sadece inat ve önyargı vardır. Bu da gösteriyor ki taassup yalnızca dindarlara ait bir hastalık değildir. Bilakis, hakikate kapalı olan her zihinde bu hastalık barınır.

  1. Gerçek Âlimin Şanı: Bürhan ile Temessük

Bediüzzaman şöyle der:

> “Bürhan ile temessük eden ülemanın şanı değildir.”

Gerçek âlimin silahı delildir, burhandır, hikmettir. O taassubun karanlığında değil, ilmin aydınlığında yürür. Muhatabını susturmak için değil, ikna etmek ve irşat etmek için konuşur. Onun gayesi hakikate ulaşmak ve ulaştırmaktır.

Bugün ihtiyaç duyduğumuz da budur: Tartışmak için değil, anlamak için konuşan; ayrıştırmak için değil, anlam köprüleri kurmak için gayret eden bir ilim ve hikmet toplumu…

Sonuç ve Özet

İslâmiyet’in hakikat güneşi, zamanla hikâyat, İsrailiyat ve taassubun gölgesiyle örtülmüştür. Bu gölgeler, dinin akıl, hikmet ve hakikat boyutunu zayıflatmış; şekilci ve yüzeysel bir anlayışı öne çıkarmıştır. Bediüzzaman, salâbet-i diniyeyi yani dinin sağlam duruşunu, kör taassuptan ayırır. Taassubun en tehlikelisinin, dine karşı şüphelerini sorgulamadan savunan Batı taklitçilerinde görüldüğünü belirtir. Gerçek alim ise ilimle, delille, hikmetle konuşur. Bugün, hakikate ve ilme dayanan bir din anlayışına, taassuptan arınmış bir İslâmî duruşa her zamankinden daha çok muhtacız.

 




Parlak İsimli Cehalet: Zulmet-i Münevvere ve Akıl Aldatmacası

Parlak İsimli Cehalet: Zulmet-i Münevvere ve Akıl Aldatmacası

“Zulmet-i münevvere 

   Efkâr-ı hâzırada cehl-i basiti cehl-i mürekkebe kalbeden en mühim sebep; meçhul bir şeye parlak bir isim takmakla anladım zannetmek ve meçhul şeyleri ona irca, ile, izah ettim zannetmektir. Halbuki tarif, ya hadd ya resim ile olur. Yoksa vâzıı cahil ve müsemmaya mümas olan vechi muzlim ve göze çarpan vechi şeffaf bir ism-i câmid ile olmaz. Manyetizma, telepati, kuvve-i mıknatısiye gibi…:
Sünuhat Tüluhat İşârat

Zamanımızın en büyük hastalıklarından biri, cehaletin isim değiştirerek zihinlerde “ilim” zannedilmesidir. Gerçekte bilinmeyen, mahiyeti kavranamayan nice varlık ve olay, süslü terimlerle adlandırıldığında; sanki anlaşılmış, açıklanmış gibi bir aldatmaca oluşur. İşte buna Bediüzzaman, “zulmet-i münevvere” der: Aydınlık görünen karanlık.

Bir şeyin ismini bilmek, onun hakikatini bilmek demek değildir. Ne yazık ki modern akıl, meçhulü sadece “isimlendirme” ile çözdüğünü zannediyor. Oysa bu, cehl-i basitten (saf cehalet), cehl-i mürekkebe (karmaşık cehalet) geçiştir. Yani kişi artık sadece bilmiyor değildir; bilmediğini de bilmemektedir. Ve bu, tedavisi zor bir aldanma halidir.

Parlak Etiketler, Karanlık Hakikatler

Bugün bir çocuk, elindeki telefonu düşürmeden kullanıyor, “telekomünikasyon” kelimesini ezberden söylüyor. Ama sorsanız, sesin nasıl olup da uzaya, sonra bir uydudan yeryüzüne, oradan başka bir kıtaya ulaştığını açıklayamaz. Yetişkinler “manyetizma”, “kuantum dalgalanması”, “çekim gücü”, “karadelik”, “yapay zekâ” gibi süslü kelimelerle her şeyi bildiklerini sanıyorlar. Oysa çoğu zaman bu kelimeler, sadece cehaleti cilalayarak göz boyamaktan ibarettir.

Bediüzzaman tam da bunu söyler:

> “Meçhul bir şeye parlak bir isim takmakla anladım zannetmek, ve meçhul şeyleri ona irca ile, izah ettim zannetmektir.”

Bu söz, insanı aklın gururundan ve sahte bilginin tuzağından kurtarır. Çünkü bir hakikat, ancak “hadd” (sınırları belirlenmiş tanım) ya da “resim” (mahiyetini tanıtacak vasıflar) ile tarif edilebilir. Sadece isim vermekle mesele çözülmez.

Hakikatin Kapısını Açan Anahtar: Tevazu ve Tefekkür

Bu çağın insanı “isimlerle kandırılmış bir akıl” taşıyor. Oysa gerçek ilim, o şeyin ne olduğunu ve nasıl işlediğini bilmeyi gerektirir. “Niçin var?” sorusu ise ancak tefekkürle anlaşılır.

Modern bilim çoğu zaman “nasıl oluyor?” sorusuna odaklanıp, “niçin oluyor?” sorusundan kaçar. Bu da insanı sebebe takılıp fail-i hakikiyi unutan bir zihin yapısına sürükler. Telepati, çekim gücü, manyetizma… Bunların her biri sadece birer perde, sadece bir vesile… Oysa bu perdelerin arkasında bir irade, bir kudret, bir fail-i muhtar vardır. Görünen kanunlar, ancak kudretin işleyiş tarzıdır, zatı değildir.

Bediüzzaman’ın bu ince tenkidi, aslında modern bilim putçuluğuna bir tokattır. Bilimin değil, bilim adı altında yapılan sahte tatminlerin karşısındadır. Gerçek alim; bildiğinin sınırını bilendir. Her ismin ardında bir hakikat olduğunu kabul edendir.

Özet:

Risale-i Nur’da geçen “zulmet-i münevvere” kavramı, bilinmeyen şeyleri parlak kelimelerle süsleyip biliniyor zannetmenin tehlikesini ifade eder. Bu, cehaletin daha tehlikeli bir türüdür. Çünkü kişi hem bilmiyor hem de bilmediğini fark etmiyor. Sadece isim vermek, bir şeyi anlamak değildir. Hakikat; derin tefekkürle, haddini bilmekle ve perde arkasındaki kudreti kabul etmekle kavranır. Gerçek marifet; isimlerin ötesine geçip, her şeyin arkasında Allah’ın fiilini ve hikmetini görebilmektir.

 




YÜKÜNÜ TAŞIYAMAYAN KAMYON

YÜKÜNÜ TAŞIYAMAYAN KAMYON

Yükünü taşıyamayan bir kamyonun, lastik yüklü olmasına rağmen yolda kalması, derin bir ironi taşıyor.
Bu durum, sadece bir görselden ibaret değil; hayatın birçok alanında karşılaştığımız acı gerçeklerin bir yansıması.
Gelin, boyle üzeri tekerle dolubiken tekeri patlayan ve yolda kalan kamyonet ve dile getirilen çarpıcı örnekleri esas alarak, tarihi, ibretlik ve düşündürücü bir ekseninde bulunalım:
Yükünü Taşıyamayanlar: Bolluğun Ortasında Yoksunluk Paradoksu,
sırtına tonlarca lastik yüklenmiş bir kamyonun, patlamış bir tekerleği yüzünden yolda kalmış halini acı bir ironiyle gözler önüne seriyor. Birde buna ek olarak yanında çaresizce oturan adamın yüzündeki ifadeyi dusunelim, bu durumun trajikomikliğini adeta özetler: Sahip olduğu bolluk, onu içinde bulunduğu çıkmazdan kurtarmaya yetmiyor. Böyle bir tablo, sadece basit bir yol hikayesi değil; tarihin derinliklerinden günümüze uzanan, ibret dolu ve düşündürücü bir paradoksun sembolüdür: Bolluğun ortasında yoksunluk.
Düşünün ki, bir millet yer altı madenleri açısından paha biçilmez zenginliklere sahip, ancak halkı açlık ve sefaletle boğuşuyor. Afrika kıtası, elmasları, altınları, kobaltı ve daha nicesiyle dünyanın en zengin yeraltı kaynaklarına sahipken, ne yazık ki en fakir coğrafyalardan biri olmaya devam ediyor. Bu topraklardan çıkarılan değerler, yerel halkın refahına dönüşmek yerine, küresel güçlerin kasalarını dolduruyor. Bu durum, lastik yüklü kamyonun hikayesinden farksızdır: Kaynaklar mevcut, hatta fazlasıyla mevcut, ancak sahipleri bu zenginliğin faydasını göremiyor.
Benzer bir dram, İslam dünyasının petrol ve doğal gaz rezervleriyle olan ilişkisinde de kendini gösteriyor. Dünya ekonomisinin can damarı olan bu enerji kaynaklarının büyük bir kısmı İslam coğrafyasında bulunmasına rağmen, bu zenginliğin “kaymağını” başka coğrafyaların yediği bir gerçektir. Yıllardır süregelen istikrarsızlıklar, dış müdahaleler ve iç çatışmalar, bu topraklardaki potansiyeli bir türlü gerçek refaha dönüştüremiyor. Tıpkı patlak lastikli kamyon gibi, tüm potansiyele rağmen hareket edemeyen, kendi içinde kısır döngülere sıkışıp kalmış bir durumla karşı karşıyayız.
Hatta daha da acı olanı, dünya üzerindeki açlığı ve yoksulluğu giderebilecek devasa paraların, belirli merkezlerde, özellikle Batı bankalarında birikmesidir. Bu paraların sahipleri, genellikle bu kaynakları üreten değil, yöneten veya yönlendiren ellerdir. Bu durum, finansal adaletsizliğin ve küresel kaynak dağıtımındaki dengesizliğin en somut göstergelerinden biridir. Yeryüzünde yoksullukla mücadele eden milyarlarca insan varken, devasa servetlerin atıl veya spekülatif yatırımlarda kalması, insanlığın vicdanını sızlatan bir çelişkidir.
Bu paradoks, sadece ekonomik alanda değil, hayatın her alanında karşımıza çıkabilir. Bilim ve teknoloji çağında yaşıyor olmamıza rağmen, bilgiye erişimde veya bilgi üretmede geri kalmak; ruhsal ve manevi zenginliklere sahipken, gündelik hayatın koşuşturmacasında manasızlaşmak; güçlü bir inanç sistemine sahip olup, bu inancı günlük hayata yansıtmakta zorlanmak da bu ibretlik durumun farklı tezahürleridir.
Gerçek zenginlik, sadece bir şeye sahip olmak değil, o şeyi doğru ve etkin bir şekilde kullanabilmektir. Kaynakların, imkanların veya potansiyellerin bolluğu, eğer doğru stratejilerle yönetilmez, adaletle dağıtılmaz ve yerinde kullanılmazsa, bir hiçten farksızdır. Hatta bazen, o bolluk, çaresizliğin ve yoksunluğun daha da keskin hissedilmesine neden olan bir ironiye dönüşebilir.
Bu durum, insanlık olarak kendimize sormamız gereken derin soruları beraberinde getiriyor: Gerçekten neye değer veriyoruz? Sahip olduğumuz nimetleri nasıl yönetiyoruz? Ve en önemlisi, bolluğun ortasında yoksulluk çekenlerin durumunu değiştirmek için bireysel ve toplumsal olarak ne yapıyoruz?
Bu soruların cevapları, sadece patlak lastikli bir kamyonun veya petrol kuyularının ötesinde, insanlığın geleceğini şekillendirecek temel taşlardır. Belki de lastiklerin dolu kamyonun, lastikleriyle birlikte yolda kalışı, bize kendi içimizdeki ve dünyadaki bu paradoksları görmemiz, anlamamız ve çözmek için harekete geçmemiz gerektiğini hatırlatan acı ama gerekli bir ibrettir.

 




Arzu Maskesiyle Dolaşan Fikirler ve Gizli Hislerin Labirenti

Arzu Maskesiyle Dolaşan Fikirler ve Gizli Hislerin Labirenti

“İnsanın meşhur havassından başka havassı vardır. Zâika gibi bir hiss-i sâika, hem bir hiss-i şâika vardır. Hem insanda gayr-ı meş’ur hisler çoktur.

* * * 

   Bâzen arzu, fikir suretini giyer. Şahs-ı muhteris, arzu-yu nefsaniyesini fikir zanneder.

* * * 

   Garibdir ki, bâzı adam pis bir çamura düşer, kendini aldatmak için misk ü anber diye yüzüne gözüne bulaştırır.”
Hutbe-i Şamiye

İnsan, kendini sadece beş duyuyla sınırlı sanır: Görmek, duymak, koklamak, tatmak ve dokunmak… Oysa Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “İnsanın meşhur havassından (duyularından) başka havassı vardır.” Bu demektir ki insan, varlığını hissederken sadece maddî değil, mânevî boyutta da duyuşlara, sezişlere ve idraklere sahiptir. Öyle ki:

> “Zâika gibi bir hiss-i sâika, hem bir hiss-i şâika vardır.”

“Zâika” tad alma duyusu olduğu gibi; “hiss-i sâika”, insanı yönlendiren dahili bir sevk hissi; “hiss-i şâika” ise bir özlem, arzu ve yöneliş hissidir. Bunlar görünmez, elle tutulmaz; ama insanın düşünce ve davranışlarını derinden etkiler. Bu hisler, çoğu zaman farkına varılmadan işler. İşte bu noktada tehlike başlar:

> “Bazı arzu, fikir suretini giyer. Şahs-ı muhteris, arzu-yu nefsaniyesini fikir zanneder.”

Ne kadar ince ve derin bir tesbit! İnsan, nefsânî arzularını aklî fikir sanarak kendini kandırabilir. Bir makam tutkusu, fikir özgürlüğü adıyla süslenir. Bir şehvet arzusu, sanat estetiği kılıfına sokulur. Bir intikam hissi, adalet mücadelesi olarak pazarlanır. Bu hâl, kalbin ve zihnin bulanması, hakikatle heva arasındaki çizginin silinmesidir.

Bu, sadece bir bireysel yanılma değil, çağımızın toplumsal hastalığıdır. Nice kişi vardır ki arzusunu “fikir” olarak pazarlarken, fikre değil heva ve hevese hizmet eder. Hırsı hikmet zanneder, tutkuyu idrak sanır. Bu tür bir nefsî sahtekârlık, sadece insanı yanıltmaz; çevresini de ifsat eder.

Bediüzzaman bu noktada son derece çarpıcı bir temsille devam eder:

> “Garibdir ki, bâzı adam pis bir çamura düşer, kendini aldatmak için misk ü anber diye yüzüne gözüne bulaştırır.”

İşte bu; günahın, gafletin ve nefsin en aşağı halinin, güzellikmiş gibi sunulması, pisliğin kokusuna rağmen onu güzel koku gibi göstermeye çalışılmasıdır. Bu kişi hem çamura batmış hem de bu batışı savunulacak bir hâl gibi sunmaya kalkmıştır. Yani sadece günaha düşmemiş, günahı meşrulaştırmakla ikinci bir günah daha işlemiştir.

Bu hâl; nefsi kutsamak, kusuru savunmak, hatayı fikirle makyajlamak demektir. En tehlikelisi de budur. Çünkü kişi kendini düzeltmeye yönelmez, zira ortada bir hata olduğunu bile kabul etmez. Oysa en büyük gelişim, kusuru görmekle başlar. Hataları güzelleştirmekle değil, kabul edip istiğfar etmekle arınma olur.

Sonuç ve Özet

Bu makalede Bediüzzaman’ın veciz ifadeleriyle üç temel hakikat açığa çıkıyor:

  1. İnsan, sadece beş duyudan ibaret değildir. Gayr-ı meş’ur, yani fark edilmeyen birçok deruni hissiyat ve yöneliş, onun düşünce ve davranışlarını şekillendirir.
  2. Arzu, çoğu zaman fikir kılığına girer. İnsan, nefsânî bir isteğini rasyonel bir düşünce gibi sunabilir. Bu, dahili bir aldatmadır.
  3. Kimi insanlar, bataklığa saplandıkları halde çamuru misk gibi gösterir. Bu ise nefsin en büyük hilesi, insanın kendini kandırmasının en tehlikeli biçimidir.

Özet:
İnsan sadece görünen duyularla değil, sezgi ve yönelişlerle de yaşar. Bu dahili hisler bazen arzu şeklinde fikir kılığına girerek kişiyi yanıltabilir. Nefsânî istekler aklî fikir gibi pazarlanır. Bazı insanlar ise günahı ve çirkinliği güzellik gibi göstermeye çalışır. En büyük tehlike, hatanın hata olarak kabul edilmemesi ve süslenerek savunulmasıdır. Kurtuluş, samimi bir yüzleşme ve içten bir istiğfarla mümkündür.

 




Tenkidin Zehri, İmanın Zırhı: Cerbezeye Karşı Hikmetli Sükûnet

Tenkidin Zehri, İmanın Zırhı: Cerbezeye Karşı Hikmetli Sükûnet

“En müthiş maraz ve musibetimiz, cerbeze ve gurura istinat eden tenkiddir. Tenkidi eğer insaf işletirse, hakikatı rendeçler. Eğer gurur istihdam etse tahrip eder, parçalar. O müthişin en müthişidir ki, akaid-i îmâniyeye ve mesâil-i diniyeye girse. Zira îman hem tasdik, hem iz’an, hem iltizam, hem teslim, hem mânevî imtisaldir. Şu tenkid; imtisali, iltizamı, iz’anı kırar. Tasdikte de bîtaraf kalır.

   Şu zaman-ı tereddüt ve evhamda, iz’an ve iltizamı tenmiye ve takviye eden nurânî sıcak kalblerden çıkan müsbet efkârı ve müşevvik beyanatı, hüsn-ü zan ile temâşâ etmek gerektir. “Bîtarafane muhakeme” dedikleri şey, muvakkat bir dinsizliktir. Yeniden mühtedi ve müşteri olan yapar.”
Hutbe-i Şamiye

İnsanoğlu düşünür, değerlendirir, sorar, eleştirir. Bu yönüyle akıl, hakikate ulaşmak için bir pusuladır. Lakin her pusula doğruyu göstermez; hele içine cerbeze (aklı eğip bükme) ve gurur (benlik ve kibir) karıştıysa, akıl hakikate değil, felakete rehberlik eder. Bediüzzaman bu noktada çok önemli bir tesbitte bulunur:

> “En müthiş maraz ve musibetimiz, cerbeze ve gurura istinat eden tenkiddir.”

Yani bizim en büyük felaketimiz, eleştirinin insaf ve hikmetten kopup gurur ve cerbezenin hizmetine girmesidir. Çünkü böyle bir tenkit, yapıcı değil, yıkıcıdır; arayı bulmaz, bağı koparır; hakikati cilalamaz, parçalar.

Eğer tenkidi insaf yönetirse, yani adaletli bir vicdan ve objektif bir kalple yapılırsa, bu eleştiri hakikati rendeçler. Yani hakikat daha da parlayarak ortaya çıkar. Fakat eğer bu eleştiri gurur ile, yani nefsin üstünlük iddiası ve başkalarını küçümseme sevkiyle yapılırsa, yıkıcı bir baltaya dönüşür. Özellikle bu hal, iman esaslarına ve dinî meselelere bulaşırsa, zararı kat kat artar.

Çünkü iman; sadece “doğrudur” demek değil, aynı zamanda:

Tasdik: Onaylamak,

İz’an: Derin bir anlayışla kavramak,

İltizam: Bütün varlığıyla sahiplenmek,

Teslim: Allah’a tam bir boyun eğişle kabul etmek,

İmtisal: O hakikate göre yaşamak demektir.

İşte cerbezeli tenkit, bu kalbî ve ruhî bağları koparır. “Tasdikte de bîtaraf kalır” ifadesi, aslında bu tür bir eleştirinin kişiyi imanla küfür arasında askıda bıraktığını gösterir. İmanı ne tam reddeder ne de tam kabul eder; bulanık bir zihin ve kararsız bir kalp hâlinde bırakır.

Bîtaraflık Görünümlü Şüphecilik

Zamanımızın modası olan “tarafsızlık” ve “eleştirel düşünce” adı altında birçok zihin, aslında muvakkat (geçici) bir dinsizlik sürecine sürüklenmektedir. Bediüzzaman bu hâli şu cümleyle özetler:

> “‘Bîtarafane muhakeme’ dedikleri şey, muvakkat bir dinsizliktir.”

Çünkü gerçek iman, sadece fikirle değil, kalp, ruh ve vicdanın da dâhil olduğu bütüncül bir teslimiyetle mümkündür. Tarafsızlık kisvesi altında yapılan ölçüsüz sorgulamalar, bu bütünlüğü parçalar. Neticede insan ya şüpheye düşer ya da duyarsızlaşır. Ancak bazıları bu sürecin sonunda yeniden mühtedi olur; yani iman eder, bağlanır, sahiplenir. Lakin bu her zaman böyle olmaz; çoğu zaman geriye soğuk, şüpheci ve yorgun bir zihin kalır.

Bu sebeple Bediüzzaman, imanı kuvvetlendiren müsbet ve müşevvik beyanları, özellikle buhrana düşen zamanlarda hüsn-ü zanla dinlememizi tavsiye eder. Çünkü bu beyanlar, nurânî ve sıcak kalplerden çıkar. İmanın köküne, ruhun özüne hitap eder. Tenkid değil teşvik eder, karartmaz aydınlatır, uzaklaştırmaz yaklaştırır.

Sonuç ve Özet

Bu makalede üç temel mesaj öne çıkmaktadır:

  1. Tenkid, eğer cerbeze ve gurura dayanırsa, yıkıcı olur; insafla yapılırsa hakikati parlatır. Bu, özellikle dinî meselelerde büyük bir tehlike arz eder.
  2. İman sadece aklî bir onay değil; kalbî, ruhî ve fiilî bir bağlanmadır. Cerbezeli eleştiri, bu bağları koparır; kişiyi kararsız, soğuk ve imansız hâle getirir.
  3. Bu zaman, şüphe ve evham zamanı olduğu için, imanı kuvvetlendiren, kalpten çıkan müşevvik (teşvik edici) sözleri hüsn-ü zan ile dinlemek gerekir. “Tarafsız muhakeme” iddiası çoğu zaman, geçici de olsa, bir nevi inançsızlık hâlidir.

Özet:
Makale, eleştirinin cerbeze ve gururla birleştiğinde yıkıcı bir hastalığa dönüştüğünü, özellikle imanî hakikatler karşısında bu tavrın insanı şüpheye ve kalbî kuruluğa sürüklediğini anlatır. İmanın sadece akılla değil, kalp ve teslimiyetle birlikte bir bütün olduğunu; bu bütünlüğü korumanın ise insaf, hüsn-ü zan ve müşevvik sözlerle mümkün olduğunu anlatır. “Tarafsızlık” adı altında yapılan tenkitlerin çoğu zaman geçici bir dinsizlik hâli olduğunu da ihtar eder.

 




Hırs, Kalbin Delicisidir: Fıtrata Zıt Gidenin Akıbeti

Hırs, Kalbin Delicisidir: Fıtrata Zıt Gidenin Akıbeti

“Hırs ile aculiyet, sebeb-i haybettir. Zira müretteb basamaklar gibi fıtrattaki tertibe, teselsüle tatbik-i hareket etmediğinden harîs, muvaffak olamaz. Olsa da tertib-i ca’lîsi bir basamak kadar seyr-i fıtrîden kısa olduğundan ye’se düşüp gaflet bastıktan sonra kapı açılır. Allah kalbin bâtınını îman ve mârifet ve muhabbeti için yaratmıştır. Kalbin zâhirini, sâir şeylere müheyyâ etmiştir. Cinayetkâr hırs kalbi deler, sanemleri içine idhal eder. Allah darılır, maksudunun aksiyle mücâzat eder. ”
Hutbe-i Şamiye

İnsan, yaratılışı itibariyle arayış ve ilerleyiş halindedir. Fakat bu yolculuk sabır, sükûnet ve hikmetle yürünmesi gereken bir yoldur. Her şeyin bir vakti, bir basamağı, bir terbiye süreci vardır. Bu süreci bozmak, yani tabiatın tertip ve tanzimine karşı hırsla, aceleyle yürümek; neticede hem başarısızlık hem de manevî çöküntü getirir. Nitekim Bediüzzaman ne güzel buyurur:

> “Hırs ile aculiyet, sebeb-i haybettir.”

İnsan acelecidir; hemen olsun, hemen gelsin ister. Hırs, bu acul tabiatın ateşidir. Fakat bu ateş, sadece elde etmeyi değil; aynı zamanda fıtratı delip geçmeyi, hakikatin düzenini bozmayı da beraberinde getirir. Hırs, fıtratın merdivenlerini iki üçer atlamaya çalışan sabırsız bir tırmanıcı gibidir. Halbuki:

> “Fıtrattaki tertibe, teselsüle tatbik-i hareket etmediğinden harîs, muvaffak olamaz.”

Tabiatta her şey bir sırayla işler: Tohum filizlenir, sonra fidan olur, sonra ağaç. Yağmur damlası toprağa düşer, sonra nebat biter. Kalp, önce imanla dolar, sonra marifetle genişler, sonra muhabbetle nurlanır. Bu ilahî tertibe uymadan, bir adım atlayarak hedefe koşmak isteyen hırslı insan, ya yolda kalır ya da düşer. Ve ne zaman ki sabırsızlıkla ilerleyemeyince umudunu kaybeder:

> “Ye’se düşüp gaflet bastıktan sonra kapı açılır.”

Bu cümlede büyük bir sır saklıdır: Hırsla, aceleyle açılmayan kapılar; sabırla, tevekkülle, aczini fark eden bir kalple açılır. Çünkü insan nefsine güvenip saldırdıkça değil, Rabbine yönelip bekledikçe rahmete kavuşur.

Kalbin İçini Ne İle Dolduruyorsun?

İkinci ve daha derin bir noktaya geçer Bediüzzaman:

> “Allah kalbin bâtınını îman ve mârifet ve muhabbeti için yaratmıştır.”
Kalp, sadece bir et parçası değil, ilahî nazarın konduğu yerdir. Onun iç âlemi, imanla, Allah’ı tanımakla (marifetullah) ve O’nu sevmekle (muhabbetullah) doldurulmalıdır. Fakat hırs, bu mukaddes mekâna hançer gibi saplanır:

> “Cinayetkâr hırs kalbi deler, sanemleri içine idhal eder.”

Yani hırs, kalpte Allah’a mahsus olması gereken yere putlar sokar: Mal hırsı, makam sevgisi, şöhret arzusu, nefsin tutkuları… Bu sanemler yerleştiğinde, kalp artık Allah’a değil, o sahte ilahlara kulluk eder. Bu da Allah’ın gazabını çeker:

> “Allah darılır, maksudunun aksiyle mücâzat eder.”

Yani kişi ne için hırsla koşturduysa, tam tersine mahkûm olur. Mal için hırslandıysa bereketsizlikle cezalandırılır; makam için saldırdıysa zelil olur; şöhret için yırtındıysa unutulmaya mahkûm kalır. Çünkü hırs, insanın elindeki nimeti de, kalbindeki huzuru da çalar.

Sonuç ve Özet

Bediüzzaman bu ifadeleriyle insana üç önemli hayat dersini verir:

  1. Fıtrata aykırı hırs ve acelecilik, başarı değil hezimet getirir. Yaratılışın düzenine uymadan netice beklemek, hem hayal kırıklığı hem de gaflet üretir.
  2. Kalbin iç âlemi Allah için yaratılmıştır. İman, marifet ve muhabbetle dolmalıdır. Dünyevî hırslar, bu mukaddes yapıyı bozar.
  3. Hırs, insanı maksadına ulaştırmaz; aksine tersine çevirip cezalandırır. Çünkü kul, Allah’ın koyduğu düzene karşı geldiğinde netice hayır olmaz.

Özet:
Bu makale, hırsın ve aceleciliğin insan hayatında nasıl hayal kırıklıklarına, gafletlere ve manevî bozulmalara yol açtığını açıklamaktadır. Kalbin bâtını Allah’a mahsustur; onu hırsla delmek, içeri sanemleri sokmaktır. Bu da ilahî gazabı ve başarısızlığı doğurur. İnsan, sabırla, tevekkülle ve hikmetle hareket ettiğinde, hem kalbini korur hem de fıtratla barış içinde yürür.

 




Sanatta Kemal, Sebeplerde Şuur Olmaz: Tesir Gerçekten Kimindir?

Sanatta Kemal, Sebeplerde Şuur Olmaz: Tesir Gerçekten Kimindir?

“Eğer icaddaki vasıta hakikî olsaydı ve hakikî te’sir verilseydi; hem bir şuur-u küllî verilmek lâzım idi, hem de bizzarure eserde ittikan-ı kemâl-i san’at muhtelif olacaktı. Halbuki en âdiden en âlîye, en küçükten en büyüğe ittikan; derece-i kemâlde, mâhiyetin kameti nisbetindedir. Demek Müessir-i Hakikî’den bâzı karîb, bâzı baîd, kısmen vasıtasız, kısmen vasıta ile, kısmen vesait ile değildir. İnsanın ihtiyarî eserindeki adem-i kemâl; cebri nefy, ihtiyarı isbat eder.”
Hutbe-i Şamiye

Modern insanın en büyük vehimlerinden biri, sebeplere haddinden fazla kudret atfetmesidir. İlmi gelişmeler, teknolojik terakkiler ve insan aklının eserleri karşısında hayranlık duyan beşer, zamanla sebepleri “müsebbib” yani sonucu doğuran hakiki failler zannetme gafletine düşmüştür. Oysa sebeplerin iş gördüğü yerde, sanatın kemali ve hikmetin bütünlüğü vardır; bu ise şuur, irade ve ilim gerektirir. İşte burada Bediüzzaman’ın şu cümlesi bir kılavuz gibi önümüzde durur:

> “Eğer icaddaki vasıta hakikî olsaydı ve hakikî te’sir verilseydi; hem bir şuur-u küllî verilmek lâzım idi…”

Yani bir sebep, gerçekten bir şeyin yaratıcısı olsaydı, ona her şeyi görecek, bilecek ve planlayacak bir şuur-u küllî (kapsamlı bilinç) verilmesi gerekirdi. Fakat eşyanın yaratılışında görülen ince sanat, mükemmel ölçü ve kusursuz uyum, basit sebeplerin işi olamaz. Örneğin bir çekirdeğin içinden çıkan ağacın düzeni, dalların oranı, meyvenin tadı; her birinde sanatkârane bir tertip ve hikmet vardır. Bu ise tesadüf veya şuursuz sebeplerle izah edilemez. Çünkü sebepler şuursuzdur, iradesizdir, ilimsizdir.

Bediüzzaman devam eder:

> “Halbuki en âdiden en âlîye, en küçükten en büyüğe ittikan; derece-i kemâlde, mâhiyetin kameti nisbetindedir.”

Yani en küçük bir mahlûktan en büyüğüne kadar görülen ölçülü ve hikmetli sanat, hep aynı incelik ve düzen içindedir. Bu da gösteriyor ki tesir sebepte değil, sanat ve yaratılışın arkasındaki İlâhî kudrettedir. Şayet sebeplerin bizzat icat ettiği kabul edilseydi, basit sebeplerle bu harika sonuçlar arasında bir orantısızlık, bir dağınıklık, bir tutarsızlık olurdu. Halbuki yok. Demek ki Müessir-i Hakikî, yani yaratıcı olan ancak Allah’tır.

Ve en dikkat çekici cümlelerden biri de şudur:

> “İnsanın ihtiyarî eserindeki adem-i kemâl; cebri nefy, ihtiyarı isbat eder.”

Yani insanın kendi tercihiyle yaptığı işlerde görülen eksiklik ve kusur, onun mecbur olmadığını; aksine irade ve ihtiyarıyla hareket ettiğini gösterir. Çünkü zorlanan biri, hata yapmaz. Zorlamada sorumluluk da olmaz. Oysa biz insan olarak hata yapıyor, tercihlerimizle yöneliyor ve sonuçlarına da katlanıyoruz. Bu da irademizin delilidir.

Dolayısıyla, eşyanın yaratılışında görülen kusursuzluk Allah’ın ilim, irade ve kudretine delildir; insanın fiillerindeki kusur ise onun imtihanla baş başa bırakıldığını, tercih ettiğini ve bu tercihle mükellef olduğunu isbat eder.

Bu noktada hem kainatın yaratılışındaki İlâhî sanatın delilleri hem de insanın sorumluluğunu taşıyan bir varlık olduğu gerçeği bir araya gelir. Biri Allah’ın isimlerini gösterir, diğeri insanın imtihan alanını belirler.

Sonuç ve Özet

Bu makale üç temel noktaya dikkat çeker:

  1. Sebeplerin gerçek tesir sahibi olmadığı, çünkü sanattaki mükemmellik ve düzenin şuur gerektirdiği, bu şuurun ise sebeplerde bulunmadığı if6 edilir.
  2. Sanattaki tutarlılık ve inceliğin, Allah’ın yaratma sıfatının bir delili olduğu ifade edilir. Basit ve şuursuz sebepler böyle bir kemâli ortaya koyamaz.
  3. İnsanın fiillerindeki kusur, onun irade sahibi olduğunu gösterir. Cebir yoktur, yani insan mecbur değildir; seçer, karar verir ve neticelerine katlanır.

Özet:
Makale, sebeplerin icat edici değil, ancak İlâhî kudretin perdeleri olduğunu, çünkü bu sebeplerin sanatlı eserleri oluşturmak için yeterli şuura ve kudrete sahip olmadıklarını anlatır. Kâinattaki mükemmel tertip, Allah’ın ilim ve iradesine; insanın kusurlu tercihi ise onun özgür iradesine işaret eder. Bu hakikatler, hem tevhidi hem de insanın sorumluluğunu teyit eden derin manalardır.

 




Hayatın Kanunları: Sabır, İhtiyaç ve Merakın Terakki Yolculuğu

Hayatın Kanunları: Sabır, İhtiyaç ve Merakın Terakki Yolculuğu

“Evâmir-i şer’iyeye karşı itaat ve isyan olduğu gibi, evâmir-i tekviniyeye karşı da itaat ve isyan vardır. Birincisinde mükâfat ve mücâzatın ekseri âhirette; ikincisinde, ağlebi dünyada olur. Meselâ: Sabrın mükâfatı zaferdir; ataletin mücâzatı sefalettir; sa’yin sevabı, servettir; sebatın mükâfatı, galebedir. Müsavatsız adalet, adalet değildir.”

   “Temasül, tezadın sebebidir; tenasüb, tesânüdün esasıdır; sıgar-ı nefs, tekebbürün menba’ıdır; zaaf, gururun madenidir; acz, muhalefetin menşeidir; merak, ilmin hocasıdır. “

   “Kudret-i Fâtıra ihtiyaç ile, hususan açlık ihtiyacıyla; başta insan, bütün hayvanatı gemlendirip, nizama sokmuş. Hem âlemi herc ü mercden halâs edip, hem ihtiyacı medeniyete üstad ederek, terakkiyatı temin etmiştir.”

   “Sıkıntı, sefâhetin muallimidir. Ye’s, dalâlet-i fikrin; zulmet-i kalb, ruh sıkıntısının menba’ıdır. ”
Hutbe-i Şamiye

> “Evâmir-i şer’iyeye karşı itaat ve isyan olduğu gibi, evâmir-i tekvîniyeye karşı da itaat ve isyan vardır.”
— Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye

  1. Şeriatın İki Kanadı: Emir ve Kanunlara Teslimiyet

Hayat, yalnızca ibadetlerden ve ahlâkî kurallardan ibaret değildir. Bediüzzaman, insanın iki farklı emre muhatap olduğunu söyler:

Evâmir-i şer’iye (dinî emirler): İbadet, ahlâk, kulluk.

Evâmir-i tekvîniye (kâinat kanunları): Sebep-sonuç ilişkileri, fiziki yasalar, toplumsal gerçeklikler.

Bunlara karşı yapılan itaat veya isyanın da farklı sonuçları vardır:

Şer’î emirlere itaatin mükâfatı çoğunlukla ahirettedir.

Tekvînî emirlere uymanın mükâfatı ise genelde dünyada görülür.

Mesela sabır ve sebat eden bir millet zafer kazanır; çalışan zenginleşir; yerinde duran geride kalır. Yani, kim dünyadaki sünnetullah kanunlarına uyarsa, müslüman olmasa dahi, netice alır. Bu, Allah’ın rahmet ve adaletinin bir gereğidir.

  1. Sosyal Dengenin Esası: Adalet ve Ahenk

> “Müsavatsız adalet, adalet değildir.”

Eşitlik ile adalet her zaman aynı şey değildir. Eşit davranmak, herkese aynı davranmak değil, herkese hak ettiği ölçüde davranmak demektir. İşte adaletin özü budur: Liyakat, denge, hakkaniyet.

Bediüzzaman burada çok önemli bir ölçü koyar:

Güçlü olanın haksızlığı mazur görülmemeli,

Zayıf olanın haklılığı ihmal edilmemelidir.

Bu ölçü hem toplumlar arası ilişkilerde, hem ailede, hem yönetimde geçerlidir. Gerçek adalet, müsavatsız adalettir; yani her farklılığı dikkate alan ve dengeleyen bir ahlâktır.

  1. Fıtrî Dinamikler: Nefs, Acz ve Terakki

> “Sıgâr-ı nefs tekebbürün menbaıdır; zaaf, gururun madenidir; acz, muhalefetin menşeidir.”

İnsan psikolojisinin derin katmanlarına inen bu ifadeler, kişiliğin zayıf yönlerinin hangi büyük yıkımlara sebep olabileceğini gösterir. Küçülen nefs, yani aşağılık kompleksi taşıyan insan; bunu bastırmak için kibire sarılır. Zayıflık duygusu, gururla telafi edilmeye çalışılır. Acz duygusu ise asi bir direnişe dönüşebilir.

Bu satırlar bize şu mesajı verir:

> İnsanın zaafları, maneviyatla eğitilmezse, yıkıcı tepkilere dönüşür.

Ama bu zaaflar eğitilirse, tam tersine merhamet, tevazu ve sabrın kaynakları haline gelir.

  1. İhtiyaç ve Merak: Yaratılışın Terakki Motorları

> “Kudret-i Fâtıra ihtiyaç ile… ihtiyacı medeniyete üstad ederek, terakkiyatı temin etmiştir.”

İnsan, ihtiyaç duyduğu için düşünür, üretir ve ilerler. Açlık, onu ekip biçmeye sevk eder; barınma ihtiyacı mimariyi doğurur; merak ise ilmin ve keşfin temelidir. Bediüzzaman, bu noktada “ihtiyacın medeniyete üstad” olduğunu söyler.

Bu, Kur’anî bir bakış açısıdır. İhtiyaç bir zafiyet değil, bir gelişim vesilesidir. Eğer insan açlıkla, eksiklikle, sorularla yaratılmasaydı; hareket etmez, keşfetmez, tekâmül etmezdi.

Bu yüzden hayatın zorlukları, insanı kemale götüren ilâhî eğitim araçlarıdır.

  1. Sefahat ve Sıkıntı: Zevklerin Sınırı, Ruhun Azığı

> “Sıkıntı, sefâhetin muallimidir.”

Rahat içinde boğulan ruhlar, kendilerini kaybeder. Zevkler artınca, huzur eksilir. Sıkıntı ise insanı düşündürür, arındırır, anlam arayışına sevk eder. Sefahat yani ölçüsüz zevkçilik, ruha yorgunluk verir. Bu yorgunluk, ruhun çöküşüyle, yani zulmet-i kalb ile neticelenir.

Bediüzzaman bu durumu çok zarif bir çizgiyle resmeder:

Sıkıntı → Düşündürür.

Ye’s (ümitsizlik) → Fikri bozar.

Zulmet-i kalb (kalp karanlığı) → Ruhsal çöküntüyü tetikler.

Yani kurtuluş; sabırda, çalışmada, itaatte, düşüncede ve manevî temizliktedir.

Özet:

Bediüzzaman’ın bu sözleri, hayatı maddî ve manevî yönleriyle anlamak için eşsiz bir bakış açısı sunar. Özetle:

Dinî emirler kadar yaratılış yasalarına da itaat gerekir; sabır, sebat, gayret dünyada karşılık bulur.

Adaletin özü, denge ve hakkaniyettir; şekilsel eşitlik yeterli değildir.

İnsanın zayıflıkları eğitilmezse gurur ve isyana dönüşür; ama eğitilirse ahlâkî kemale yol açar.

İhtiyaç ve merak, insanı yücelten ilâhî öğretmenlerdir.

Sıkıntı, hakikate kapı aralar; sefahat ve ümitsizlik ise ruhu körleştirir.

Bu makale, insanın hem ferdî hem sosyal yönüne ayna tutmakta, hayatın iniş çıkışlarını ilâhî bir terbiye süreci olarak anlamamızı sağlamaktadır.