Kalû Belâ’dan Günümüze Uzanan İttihadın Ruhu

Kalû Belâ’dan Günümüze Uzanan İttihadın Ruhu

“Biz Kalû Belâ’dan Cem’iyet-i Muhammedî’de (Aleyhissalâtü Vesselâm) dâhiliz. Cihetü’l-vahdet-i ittihadımız tevhiddir. Peyman ve yeminimiz îmandır. Mâdem ki muvahhidiz, müttehidiz. Herbir mü’min i’lâ-yı Kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi, maddeten terakki etmektir. Zira ecnebiler fünun ve sanayi silâhıyla bizi istibdâd-ı mânevîleri altında eziyorlar. Biz de, fen ve san’at silâhıyla i’lâ-yı Kelimetullah’ın en müthiş düşmanı olan cehil ve fakr ve ihtilâf-ı efkâra cihad edeceğiz.”
Hutbe-i Şamiye

İ’lâ-yı Kelimetullah’ın Yeni Cephesi: Kalem, Sanat ve Bilimle Cihad
Hutbe-i Şamiye’nin Kalbinden Modern Çağa Işık Tutan Bir Mesaj

Bediüzzaman Said Nursî’nin şu sözü, sadece bir hitap değil; bir kader bildirisi, bir iman yeminidir:

> “Biz Kalû Belâ’dan Cem’iyet-i Muhammedî’de (Aleyhissalâtü Vesselâm) dâhiliz. Cihetü’l-vahdet-i ittihadımız tevhiddir. Peyman ve yeminimiz îmandır.”

Bu cümle, her Müslümanın aslında aynı “asli kimliğe” sahip olduğunu haykırır.
Farklı coğrafyalarda doğsak da, dillerimiz ayrı olsa da, mezhebî veya etnik köklerimiz farklı görünse de hepimiz aynı ittihadın çocuklarıyız:
Tevhid ittihadı.

İşte bu tevhid, kalpleri birleştiren, gayeleri tekleştiren, Kur’ân’ın ve Risalet’in merkezinde kurulan Cemiyet-i Muhammediyye’dir.

  1. Tevhid İttihadı: Ümmetin Doğuştan Bağlı Olduğu Birlik

Bediüzzaman bu ifadeyle diyor ki:

Müslümanlar arasında birlik ve kardeşlik yapay değil, ezelî ve İlâhî asıllıdır.

Tevhid, yalnızca Allah’ın birliğine iman değil, Müslümanların da tek bir vücut gibi hareket etmesi gerektiğinin temelidir.

Bu birlik: Irk, menfaat, hizip, ideoloji değil; imanla kurulur.

Bu durumda her Müslüman, sadece bireysel değil, ümmet adına bir sorumluluk taşıyan tevhid neferidir.

  1. İ’lâ-yı Kelimetullah: Çağın En Yüksek Vazifesi

> “Herbir mü’min i’lâ-yı Kelimetullah ile mükelleftir.”

Bu, İslâm’ın yüceltilmesi, Allah’ın adının hem kalplerde hem toplumda hâkim kılınması vazifesidir.
Ancak asıl dikkat çekici olan şudur:

> “Bu zamanda en büyük sebebi, maddeten terakki etmektir.”

Yani artık:

İ’lâ-yı Kelimetullah, yalnız minberle, yalnız kalemle değil;

Teknolojiyle, bilimle, sanatla, üretimle, sanayiyle de yapılmalıdır.

Bugünün küffarı kılıçla değil; ekonomiyle, medya gücüyle, kültür emperyalizmiyle saldırıyor.
O halde savunma hattı da buna göre yeniden tesis edilmelidir.

  1. En Büyük Düşman: Cehalet, Fakirlik ve Fikir Ayrılığı

> “…i’lâ-yı Kelimetullah’ın en müthiş düşmanı olan cehil ve fakr ve ihtilâf-ı efkâra cihad edeceğiz.”

Bediüzzaman, üç ana düşman sayar:

Cehil: Bilgi eksikliği değil, hikmetsiz yaşamak, tefekkürsüz inanmak, okumamak.

Fakr (fakirlik): Maddî zayıflık, üretimsizlik, ekonomik bağımlılık.

İhtilâf-ı efkâr: Dağınık akıllar, hizipçilik, ortak gayeye yönelmemek.

Bu düşmanlar, ne kılıçla, ne protestoyla, ne siyasi sloganlarla alt edilebilir.
Ancak:

Eğitimle,

Üretimle,

İlmi disiplinle,

Ortak ideal ve ihlasla alt edilebilir.

  1. Fen ve Sanat: Yeni Cihadın Silahı

> “Biz de, fen ve san’at silâhıyla…”

Müslümanlar, Batı’nın teknolojik üstünlüğüyle ezildikçe, sadece siyasi çareler aradılar.
Oysa çözüm çok daha kökten:

Fenle: Bilimsel gelişmeleri sahiplenerek, sadece takip değil üretici olarak.

Sanatla: İslâm estetiğini yeniden canlandırarak, ruhu incelten bir medeniyet anlayışıyla.

Artık camilerle birlikte laboratuvarlar da inşa edilmeli.
Medreselerle birlikte enstitüler kurulmalı.
Kürsüler kadar kameralar, ekranlar, sosyal medya platformları da İslâm için kullanılmalı.

Çünkü çağın cihadı, marifetle, hikmetle, estetikle yapılır.

Sonuç: Kalû Belâ’da Verilen Sözün Zamanı Geldi

Müslümanlar, Kalû Belâ’da “Evet Rabbimizsin” derken aslında tevhid sancağını taşımaya söz verdiler.
Bu söz, sadece bireysel ibadetlerle sınırlı bir görev değil, toplumsal bir misyondur.

Bugün Müslümanın görevi sadece namaz kılmak değil; bilim üretmektir.

Sadece dua etmek değil; aklı, kalbi ve eliyle ümmete faydalı olmaktır.

Sadece İslâm’ı konuşmak değil; İslâm’ı sanatla, bilimle, estetikle yaşatmaktır.

İ’lâ-yı Kelimetullah bugün; camide, sınıfta, fabrikada, sosyal medyada, sinema perdesinde, laboratuvarda yapılmak zorundadır.

Özet

Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye’de Müslümanların ezelî bir birlik olan “Cemiyet-i Muhammedî”ye mensup olduklarını hatırlatır ve her müminin İslâm’ı yüceltmekle mükellef olduğunu belirtir. Bu çağda i’lâ-yı Kelimetullah’ın en büyük vasıtası, fen ve sanatta ilerlemek, cehalet, fakirlik ve fikir kargaşasına karşı bilimle, hikmetle ve estetikle mücadele etmektir.
Artık cihadın yeni cephesi akıldır, bilgidir, üretimdir.
Kalû Belâ’da verdiğimiz sözü yerine getirme zamanı: Şimdi.

 




Biz muhabbet fedaileriyiz, husûmete vaktimiz yoktur.

Biz muhabbet fedaileriyiz, husûmete vaktimiz yoktur.”
Hutbe-i Şamiye

Muhabbet Fedailiği ve Elmas Kılınçlar: Şiddetsiz Cihadın Hakikat Nizamı
Bediüzzaman’ın Medeniyetler Arasında Kurduğu Vicdan Köprüsüne Dair Bir Tahlil

Giriş: Galibiyetin Yeni Yolu – Zorla Değil, Delille

Bediüzzaman Said Nursî’nin Hutbe-i Şamiye’de dile getirdiği şu söz, sadece bir taktik değil, bir medeniyet duruşudur:

> “Şeriat-ı garrânın berâhin-i kâtıasının elmas kılınçlarına havale edeceğiz. Zira medenîlere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir.”

Bu ifade, İslâm’ın ruhuna uygun bir cihad anlayışını, yani akıl ve kalp temelli bir tebliğ metodunu esas alır.
Bu metot: Silahsız, ama sarsılmaz.
Zorlamasız, ama ikna edici.
Muhabbetle dolu, ama hedefinden şaşmaz.

  1. Şeriatın Elmas Kılınçları: Delil, Burhan ve Hakikat

“Şeriat-ı garrâ” yani parlak, göz kamaştırıcı ve hakikatli İslâm şeriatı, savaş kılıçlarıyla değil, elmas gibi keskin ve parlak hakikatlerle müdafaa edilir.

Bediüzzaman’ın “berâhin-i kâtıa” (kesin deliller) dediği bu silahlar şunlardır:

Kur’ân’ın mantıkî ve aklî hüccetleri

Peygamber Efendimiz’in ahlâkî mucizesi

İslâm’ın adalet ve rahmet sistematiği

Fıtratla barışık ahkâmı ve hikmetli kanunları

Bu delillerin keskinliği, hiçbir kılıçla kıyaslanamaz.
Çünkü bu kılınçlar, kalpleri yara yapmadan fetheder, akılları parçalamadan aydınlatır.

  1. Galebe Yolu: İkna ve İrfan

> “Medenîlere galebe çalmak ikna iledir…”

Modern çağın insanı, “neden?” diye sorar.
Delil ister, ikna bekler. Artık kalpleri fethetmenin yolu:

Anlamaktan ve anlatmaktan,

İlim ve hikmetle yaklaşımdan,

Sabırlı bir eğitim ve irşad çizgisinden geçmektedir.

Silah zoruyla inanç olmaz. Olsa da kalıcı ve hakiki değildir.
Oysa Kur’ân ne buyurur?

> “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara, 256)

İslâm’ın galibiyet metodu, muhatabını anlayan, dinleyen, sabırla anlatan bir muhabbet dilidir.

  1. Husûmet Değil, Muhabbet Fedailiği

Bediüzzaman’ın şu tarihi beyanı bir medeniyet şiarıdır:

> “Biz muhabbet fedaileriyiz, husûmete vaktimiz yoktur.”

Bu söz, bir asabiyetin değil, şefkatin manifestosudur.
Fedailik; kendini adamak demektir,
Ama nefrete ve şiddete değil,
muhabbete, merhamete, diyaloga adamak.

Bu yaklaşım:

İslâm’ın bir korku dini değil, bir sevgi ve adalet dini olduğunu haykırır.

Düşmanlık üretmez, tam tersine kardeşliği tesis eder.

Muhatabını düşman olarak görmez, potansiyel bir kardeş ve hakikat arayıcısı olarak görür.

  1. Zamanın Ruhu: İkna ve Hikmetle Cihad

Artık kılıç çağında değiliz.
Kılıçlar yerini:

Kalemlere,

Ekranlara,

Dijital medya araçlarına,

Fikir ve bilim platformlarına bırakmıştır.

İşte bu devirde i’lâ-yı Kelimetullah, zorbalıkla değil, ikna ve hikmetle, ilim ve iletişimle yapılır.

Her mümin artık:

Bir bilinç savaşçısıdır,

Bir muallimdir,

Bir kalp fâtihidir.

Ve bunun için elinde taşıdığı silah: berâhin-i kâtıa yani keskin, ama kırıcı olmayan delillerdir.

Sonuç: Cihadın En Güçlü Cephesi Kalptir

Bediüzzaman’ın bu dersi, bir dönemi değil, bütün zamanları kapsar.
Zira cihadın özü:

Zulmü değil, adaleti hâkim kılmaktır.

Kavga üretmek değil, barış ve merhameti tesis etmektir.

Düşmanı yenmek değil, düşmanlığı yenmektir.

Bugün dünyanın en çok ihtiyaç duyduğu şey: Anlamaya çalışan müminlerdir.
Ve en çok duyacağı şey: Şiddetsiz hakikat çağrısıdır.

O hâlde bizler, muhabbet fedaileri olarak:

Hakikati akıl ve kalbe yerleştirmeli,

Husumeti değil, hikmeti yaymalı,

Zorlamayı değil, irşadı tercih etmeliyiz.

Özet

Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye’de İslâm’ın galibiyet metodunun şiddet değil, şefkat, delil ve ikna olduğunu vurgular. Müslümanlar, hakikatleri zorla değil; berrak delillerle, hikmetle, sabırla anlatmakla yükümlüdür. “Muhabbet fedailiği” anlayışı, İslâm’ın özü olan rahmet ve adaleti çağımıza taşır.
Artık kılınçlarımız demirden değil, hakikatten yapılmalı. Ve savaşımız husûmete karşı değil, cehalete ve kalp katılığına karşı olmalıdır.

 




Hürriyetin Gerçek Manası: Hevâya Değil Hüdâya Kul Olmak

Hürriyetin Gerçek Manası: Hevâya Değil Hüdâya Kul Olmak
Hutbe-i Şamiye’de Hürriyet, Sorumluluk ve Umut Üzerine Derinlikli Bir Makale

“İttifak hüdâdadır, heva ve heveste değil. 

   İnsanlar hür oldular amma yine abdullahtırlar. Herşey hür oldu, şeriat da hürdür, meşrûtiyet de. Mesâil-i şeriatı rüşvet vermeyeceğiz. Başkasının kusuru, insanın kusuruna sened ve özür olamaz.

   Ye’s, mâni’-i herkemâldir. “Neme lâzım, başkası düşünsün.” istibdatın yadigârıdır. ”
Hutbe-i Şamiye

Giriş: Hürlük Arzusu mu, Hakikat Hürriyeti mi?

Modern çağ, “özgürlük” kelimesini bayraklaştırdı.
Fakat bu özgürlük çoğu zaman hevâ ve hevesin serbestliği şeklinde anlaşıldı.
Oysa Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye’de özgürlük anlayışına ilâhî ve ahlâkî bir boyut kazandırır:

> “İttifak hüdâdadır, heva ve heveste değil.”

Yani gerçek özgürlük, Allah’ın gösterdiği hak ve hikmet çizgisi içinde mümkündür.
Aksi hâlde “özgürüm” diyen kişi, kendi nefsinin esiri olur.

  1. Hüdâya Bağlılıkta Gerçek Hürriyet Saklıdır

Bediüzzaman şöyle der:

> “İnsanlar hür oldular amma yine abdullahtırlar.”

Bu cümle, çağlara meydan okuyan bir hakikattir:
Evet, insanlar siyasi ve sosyal olarak hür olabilirler;
Ancak en derin hakikat şudur: Her insan Allah’a kuldur.

Zira:

İnsan nefse kul olursa, azad olmuş sayılmaz.

İnsan hevâya teslim olursa, görünmez zincirlerle sarılmış demektir.

İnsan ancak ilâhî hududun içinde özgürleşir.

Bu yönüyle şeriat da hürdür, çünkü insanı nefsin zorbalığından, toplumun sürükleyici sapmalarından korur.

  1. Şeriatın Rüşveti Olmaz: İlke Asla Pazarlık Konusu Değildir

> “Mesâil-i şeriatı rüşvet vermeyeceğiz.”

Bu cümle, büyük bir direnişin özüdür:
İslâm’ın hükümleri bir siyasal kazanç, bir geçici barış, bir toplumsal uyum bahanesiyle terk edilemez.
Bugün de sıkça rastladığımız gibi, şeriatın hükümleri:

Çağdışı görülerek,

İmaj kaygısıyla,

“Toplum hazır değil” bahanesiyle ertelenemez.

Çünkü hakikat, modaya göre şekillenmez, çoğunluğun keyfine göre esnetilmez.

Bediüzzaman bu duruşla, ilkesiz pragmatizmi ve menfaat uğruna inançların feda edilmesini reddeder.

  1. Ye’s (Ümitsizlik): En Sinsi Düşman

> “Ye’s, mâni’-i her kemâldir.”

Ye’s, yani ümitsizlik, insanın ruhunu öldüren en tehlikeli hastalıktır.
Ve bu hastalık, sadece bireysel değil, toplumsal çöküşün de habercisidir.

Ümmet-i Muhammed’in bugünkü zaaflarında en büyük pay:

“Bir şey değişmez” inancı,

“Zaten herkes bozulmuş” bahanesi,

“Benim çabam neyi değiştirebilir ki” tembelliğidir.

Oysa:

Kur’ân ümidi emreder.

Peygamber Efendimiz (sav), Mekke zulmü altında bile umut saçmıştır.

Bediüzzaman, sürgünlerde bile “Ye’se düşmeyiniz!” demiştir.

  1. “Neme lâzım” Diyenler, Zalimlerin Sessiz Ortağıdır

> “Neme lâzım, başkası düşünsün.” istibdatın yadigârıdır.”

Bu cümle, bugün de içimizi acıtan bir sosyal hastalığı ifşa eder:
Seyircilik, sorumsuzluk, umursamazlık.

Bu tavır:

Zalimleri cesaretlendirir.

Mazlumları yalnızlaştırır.

Toplumun çürümesine sessiz onay verir.

Oysa Kur’ân, emr-i bil marufu emreder.
Hadis, “Kim bir kötülük görürse eliyle düzeltsin…” diye başlar.

İşte bu yüzden “neme lâzım” demek, hakikate sırt dönmek demektir.
Ve bu tavır, istibdatın mirasıdır. Yani zulüm düzenlerinin bizde bıraktığı bir hastalıktır.

Sonuç: Hürriyet, İlkesizlik Değil; Sorumlulukla Gelen Şereftir

Gerçek özgürlük:

Hakkı tanımakla,

Nefse esir olmamakla,

Ye’s yerine umutla,

Umursamazlık yerine sorumlulukla mümkündür.

Bediüzzaman’ın bu mesajı, sadece bir vaaz değil; toplumsal uyanış manifestosudur.

İnsan, kendini özgür sanırken nefse kul olabilir.
Toplum, şeriatın hakikatlerini terk ettikçe aslında istibdatlara kapı aralar.
Bu yüzden bugün, yeniden “hüdâda ittifak” zamanıdır.
Hevâ değil, hüdâdır.

Özet

Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye’de gerçek özgürlüğün ancak Allah’a kul olmakla kazanılacağını ifade eder. Şeriatın ilkeleri rüşvet olarak sunulamaz, ilkesizlikle saadet bulunamaz. Ümitsizlik her türlü gelişmenin önündeki en büyük engeldir ve “neme lâzım” tavrı, toplumları çürüten en sinsi zehirdir. Gerçek hürriyet; Allah’a kul olmak, umutsuzluğa düşmemek ve toplumsal sorumluluk taşımakla mümkündür.
Zincirlerden kurtulmanın yolu hevâya uymak değil, hüdâya bağlanmaktır.

 




İttihad-ı İslâm: Zamanın En Büyük Farzı ve Ümmetin Diriliş Anahtarı

İttihad-ı İslâm: Zamanın En Büyük Farzı ve Ümmetin Diriliş Anahtarı
Hutbe-i Şamiye’de İttihad, Muhabbet ve Uyanış Üzerine Derinlikli Bir Tahlil

“Bu zamanın en büyük farz vazifesi, ittihâd-ı İslâm’dır. İttihadın hedef ve maksadı, o kadar uzun, münşaib ve muhît ve merâkiz ve meâbid-i İslâmiye’yi birbirine rabtettiren bir silsile-i nurânîyi ihtizaza getirmekle, onunla merbut olanları ikaz ve tarîk-i terakkiye bir hâhiş ve emr-i vicdanî ile sevketmektir.

   Bu ittihadın meşrebi, muhabbettir. Husûmeti ise, cehâlet ve zaruret ve nifakadır.”
Hutbe-i Şamiye

Giriş: Dağınıklıktan Dirilişe Açılan Yol

Bediüzzaman Said Nursî’nin Hutbe-i Şamiye’de veciz bir biçimde ifade ettiği gibi:

> “Bu zamanın en büyük farz vazifesi, ittihâd-ı İslâm’dır.”

İttihad-ı İslâm yani İslâm birliği…
Bugün belki de herkesin özlemini çektiği ama kimsenin adım atmadığı en hayati davadır.
Çünkü bu birlik, sadece siyasi bir koalisyon değil, kalplerin, kıtaların, mescitlerin ve mefkûrelerin birbirine bağlanmasıdır.

Bu çağrının arkasında, İslâm ümmetinin dağınıklığına duyulan derin bir teessür ve vahdet özlemi yatmaktadır.

  1. İttihad-ı İslâm Neden Farz Olmuştur?

Farz; yapılması zaruri olan, terk edildiğinde mesuliyet doğuran ibadet demektir.
Bediüzzaman’ın ittihad-ı İslâm’ı bu derece yükseğe koymasının birçok hikmeti vardır:

Çünkü ümmetin dağınıklığı, sömürgeciliğin en büyük zeminidir.

Çünkü cehalet, fakr ve ihtilaf, ümmetin kalbini parçalamıştır.

Çünkü İslâm’ın ruhunu yansıtacak bir cemiyet-i manevîye kurulmadıkça, hem dünya hem ahiret felaketi kapıdadır.

O hâlde ittihad, sadece bir temenni değil, akîdevi bir zorunluluk, vicdanî bir mecburiyettir.

  1. İttihadın Maksadı: Nurânî Bir Silsileyi Harekete Geçirmek

> “…münşaib ve muhît ve merâkiz ve meâbid-i İslâmiye’yi birbirine rabtettiren bir silsile-i nurânî…”

Burada geçen “silsile-i nurânî” ifadesi, maddi bir zinciri değil;

Kalpten kalbe,

Mescidden mescide,

Maziden istikbale uzanan bir iman bağını,

Kur’ân ve Sünnet merkezli bir fikir ve hisler zincirini temsil eder.

Bu zincir harekete geçtiğinde:

Ümmet uyanır.

Mazlumlar dirilir.

İlim, marifet, hikmet ve kardeşlik yeniden canlanır.

Her belde, her cami, bir diğerini hisseder hale gelir.

Bu ittihad yalnızca fiziksel birleşme değil, manevî bir uyanış ve vicdanî bir silkiniştir.

  1. İttihadın Yolu: Muhabbet

> “Bu ittihadın meşrebi, muhabbettir.”

İttihad zorlamayla kurulamaz.
Ancak muhabbetle, yani:

Birbirine tahammülle,

Meşrep farklılıklarını zenginlik saymakla,

Affedicilikle,

İhlas ve fedakârlıkla kurulur.

Bediüzzaman’ın “muhabbet fedailiği” fikri, bu ittihadın temel taşıdır.
Zira birbirini sevmeyen, güvenmeyen ve affetmeyen topluluklardan ümmet çıkmaz, cemaat çıkmaz.

  1. İttihadın Düşmanları: Cehalet, Zaruret, Nifak

> “Husûmeti ise, cehâlet ve zaruret ve nifakadır.”

İslâm birliğinin düşmanları:

Cehalet: Hakkı bilememek, birbirini tanımamak, bâtılı hak zannetmek.

Zaruret: Ekonomik bağımlılık, geçim derdiyle başkasına el açmak.

Nifak: Fitne, ikiyüzlülük, mezhepçilik, grupçuluk ve ayrımcılık.

Bu üç düşman, içten içe İslâm toplumlarını çürütür.
Ve bu çürümüşlük hâlinde, birlik hayalden öteye geçemez.
İşte bu yüzden mücadele edilmesi gereken ilk cephe: cehaletle, fakrla ve nifakla cihaddır.

  1. Bu Çağrının Bugünkü Karşılığı

Bugün hâlâ:

2 milyar Müslüman, 50’den fazla devlet, ama bir tek yürek yok.

Her devlet başka bir emperyal güce yaslanmış durumda.

Farklı mezhep ve meşrepler, birbirine güvenmek yerine dışlamayı tercih ediyor.

Bediüzzaman’ın verdiği reçete hâlâ geçerliliğini koruyor:

Maddi ve manevi kalkınma, ancak İslâm birliği ile olur.

Kalpler birleşmedikçe siyasi ittifaklar uzun ömürlü olmaz.

Muhabbet, ilim, dayanışma ve ahlak yeniden esas haline gelmedikçe, ümmet yeniden ayağa kalkamaz.

Sonuç: Vahdet, Bu Asrın Yegâne Kurtuluş Yolu

Bediüzzaman’ın “Bu zamanın en büyük farz vazifesi” dediği İttihad-ı İslâm,
bugünün dağınık ve yorgun ümmeti için en acil ve en temel ihtiyaçtır.

Bu ittihad ne sadece siyasî bir organizasyondur,

Ne sadece bir hayal ya da nostaljidir,

Bilakis: İlme, muhabbete, hikmete ve ahlâka dayalı bir diriliş reçetesidir.

O hâlde bu çağrıya kulak vermek:
Hem dinî bir sorumluluk hem insani bir vecibedir.

Özet

Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye’de İttihad-ı İslâm’ı zamanın en büyük farzı olarak takdim eder. Bu birlik, camileri, kalpleri, kıtaları birbirine bağlayan nuranî bir zincirdir. İttihadın yolu muhabbetten, düşmanları ise cehalet, zaruret ve nifaktan geçer. Bu birliğin tesis edilmesi, ümmetin hem dünya hem ahiret saadeti için zaruridir.
Zamanın en büyük vazifesi: ayrılığı değil, vahdeti büyütmektir.

 




KALEMİN İZZETİ: EDEB-İ İSLÂMİYE İLE MÜTEEDDİB OLMAK

KALEMİN İZZETİ: EDEB-İ İSLÂMİYE İLE MÜTEEDDİB OLMAK
Hutbe-i Şamiye’nin Vicdanlara Hitabı Üzerine Bir Makale

“Edibler edebli olmalıdırlar. Hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddib olmalıdırlar. Matbuat nizamnamesini vicdanlarındaki hiss-i diyanet tanzim etsin. Zira bu inkılâb-ı şer’iye gösterdi ki, vicdanlarda hükümfermâ, nure’n-nur olan hamiyet-i İslâmiye’dir. Hem de anlaşıldı ki, ittihâd-ı İslâm umum askere ve umum ehl-i îmana şâmildir. Hâriç kimse yoktur. ”
Hutbe-i Şamiye

Giriş:
Bir milletin istikbâli, fikir ve kalem erbabının taşıdığı mesuliyetle şekillenir. Söz, yazı ve fikir; zihinleri inşa eder, kalpleri yönlendirir, toplumun ahlâk pusulasını belirler. Bu yüzden özellikle “edib” yani fikir ve yazı insanı olan kimselerin, sadece aklî değil, aynı zamanda kalbî bir terbiyeyle donanmış olmaları elzemdir. Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye’de bu gerçeğe veciz bir şekilde temas eder:
“Edibler edebli olmalıdırlar. Hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddib olmalıdırlar.”

  1. Edeb: Kalemin Ruhudur

Edeb, insana haddini bilmek, saygıyı gözetmek, nezaketi ve vakar içinde konuşmak/yazmak gibi erdemleri kazandırır. Edebsiz bir akıl, zekâyı kibire dönüştürür. Edebsiz bir kalem, hakikati kırar, yaralar. Bu yüzden kalemi eline alan her mütefekkir, önce edebin eşiğinde diz çökmelidir. Hele ki İslâmî hakikatleri yazanlar, şahsî kanaatlerini değil, ümmetin vicdanını temsil ettiklerinin şuurunda olmalıdır.

  1. Vicdanlarda Hâkim Olan: Hamiyet-i İslâmiye

Bediüzzaman, matbuatın yani basının sadece kanun ve yönetmeliklerle değil, “vicdanlardaki hiss-i diyanet” ile şekillenmesi gerektiğini anlatır. Zira kanun, dış disiplini sağlar; ama vicdan, iç muhasebeyi. Gerçek bir kalem sahibi, sadece neyin yazılacağına değil, niçin ve nasıl yazılacağına da cevap arar. Bu da ancak Allah korkusu, ümmet sevgisi ve adalet duygusuyla olur. İşte bu, “hamiyet-i İslâmiye”dir; yani dini ve milleti adına hissettiği derin sorumluluk.

  1. İnkılâb-ı Şer’iye’nin Gösterdiği Hakikat:

Bediüzzaman’ın ifadesiyle, bu inkılâb yani zamanın getirdiği büyük değişim göstermiştir ki, gerçek düzenleyici güç halkın vicdanıdır. Vicdanlar temizse, matbuat da temiz olur. Vicdanlar adaletli ise fikirler fesada değil, ıslaha hizmet eder. Bu noktada, dinî ve ahlâkî terbiyeden uzak bir basın; sadece bilgi değil, ifsat da yayabilir. Oysa kalemin misyonu, “nure’n-nur olan hamiyet-i İslâmiye”yi taşıyacak derecede ulvîdir.

  1. İttihad-ı İslâm: Dâhilî Dışlayıcılığı Reddeder

En dikkat çekici cümlelerden biri de şudur:
“İttihad-ı İslâm umum askere ve umum ehl-i îmana şâmildir. Hâriç kimse yoktur.”
Yani İttihad-ı İslâm; sadece din adamlarının, şeyhlerin, liderlerin ya da alimlerin değil; iman eden herkesin meselesidir. Ve bu birlikten kimse dışlanamaz. Mezhep, meşrep, ırk veya milliyet farkı, bu kardeşliğe mâni değildir. Her mümin, ittihadın bir parçasıdır. Kim ki bu birliğin dışında kalıyorsa, kendi kendini dışlamış olur. Bu yüzden kalem erbabının görevi; ayrılıkları kaşımak değil, vahdeti inşa etmektir.

  1. Bugüne Düşen Gölgeler:

Bugün medya ve yayın organları; ya menfaatin, ya ideolojinin ya da nefislerin esiri olmuş durumda. Oysa Bediüzzaman’ın asırlık uyarısı hâlâ dipdiri: “Matbuat nizamnamesini vicdanlarındaki hiss-i diyanet tanzim etsin.” Bu cümle, her medya mensubu, her yazar, her fikir işçisi için bir anayasa gibi kabul edilmelidir. Aksi halde yazılar, imanlı gönülleri ayırır, ifsat eder, haksız yere itham eder.

Sonuç:
Kalem, ya bir inşa aleti olur ya da bir yıkım vasıtası. Edibin kalbi İslam ahlâkıyla doluysa, kalemi hakka şahitlik eder. Edibin vicdanında diyanet varsa, yazısı adaletle yoğrulur. Ve ancak o zaman basın; halkın değil, Hakk’ın sesi olur. İttihad-ı İslâm’ın dışına kimse itilemez; çünkü iman, kardeşliği emreder. Bu kardeşliğe hizmet edecek kalemler, ancak edeb-i İslâmiye ile süslenmiş fikirlerdir.

ÖZET:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin Hutbe-i Şamiye’deki şu temel düsturları ele alındı: Edibin edebli olması, kalem sahibinin vicdanî sorumlulukla hareket etmesi, İslâmî hamiyetin vicdanlarda hâkim kılınması ve İttihad-ı İslâm’ın tüm mü’minleri kapsadığı gerçeği. Sonuç olarak: Kalem erbabı, ilim, iman ve edep ile mücehhez olursa; ümmetin birliğine, toplumun huzuruna ve kalplerin ıslahına hizmet eder.

 




MAKSADDA İTTİHAD, MEŞREBDE HÜRRİYET: DİNÎ CEMAATLERİN BİRLİK İMTİHANI

MAKSADDA İTTİHAD, MEŞREBDE HÜRRİYET: DİNÎ CEMAATLERİN BİRLİK İMTİHANI
Hutbe-i Şamiye Üzerine Bir Tefekkür

“Ey dinî cerideler! Maksadımız: Dinî cemaatler maksadda ittihad etmelidirler. Mesalikte ve meşreblerde ittihad mümkün olmadığı gibi, câiz de değildir. Zira taklid yolunu açar ve “Neme lâzım, başkası düşünsün.” sözünü de söylettirir. ”
Hutbe-i Şamiye

Giriş:
İslam ümmeti tarih boyunca birçok meşrep, cemaat ve tarikatın zenginliğiyle yoğrulmuş bir ümmettir. Ancak bu çeşitlilik zaman zaman ayrılıklara, çatışmalara ve hatta bölünmelere sebep olmuştur. Bediüzzaman Said Nursî’nin Hutbe-i Şamiye’de dile getirdiği hakikat, günümüz İslam dünyasının en temel ihtiyacını haykırmaktadır: “Maksadda ittihad, meşrebde hürriyet.” Zira gayemiz bir; Allah’ın rızası, dinin izzeti, ümmetin selametidir. Bu gayede birleşmemiz gerekirken, usul farkları, yol tercihi ve meşrep anlayışlarını birbirimize dayatmak; hem hakkı örter, hem kardeşliği zedeler.

  1. Maksadda İttihadın Zarureti:
    Mü’minlerin ortak hedefi, Allah’ın rızasına ermek, İslam’ı ihya etmek, ahlâkı ve fazileti hâkim kılmak, mazlumlara destek, zalimlere karşı bir duruş sergilemektir. Bu ulvî maksatlarda birleşmek, ümmeti güçlendirir, dağınıklığı toparlar, dışarıdan gelen tehlikelere karşı koruyucu bir kalkan olur. Fakat ne hazindir ki, aynı kıbleye yönelen mü’minler, farklı usuller yüzünden birbirini ötekileştirerek İslam düşmanlarının ekmeğine yağ sürmektedir. Oysa Bediüzzaman’ın dediği gibi, asıl düşman cehalet, zaruret ve ihtilaftır.
  2. Meşrep ve Mesleklerde İttihadın Sakıncası:
    Zihinler ve ruhlar farklı yaratılmıştır. Her insanın istidadı, mizacı, algısı farklıdır. Bu sebeple herkes aynı yolu takip etmek zorunda değildir. Kimi tasavvuf yoluyla kemale erer, kimi ilimle, kimi hizmetle, kimi tebliğle. Bu farklı yollar; bir zenginliktir, rekabet değil, tamamlayıcılık vesilesidir. Lakin bu meşrepleri zorla birleştirmek veya biri doğru, diğeri yanlış demek; taassuba, gurura ve taklide yol açar. Taklid ise tefekkürün ve şahsiyetin ölmesidir.

“Neme lazım”cı zihniyetin doğuşu:
Bir cemaat veya meşrep diğerlerini ötelediğinde, ferdin şahsiyeti pasifleşir. İnsan, artık kendi fikrini üretmek yerine “büyükler bilir”, “başkası düşünsün” der. Sorumluluk duygusu zayıflar. Dinî hayatta durgunluk başlar. Bediüzzaman’ın “Neme lâzım, başkası düşünsün” sözü, aslında bu tehlikeye karşı bir ikazdır. Çünkü cemiyetin çöküşü, ferdi sorumluluğun gitmesiyle başlar.

  1. İttihadın Adabı ve Usulü:
    İttihad, tektipleştirme değildir; gönül birliği ve maksatta bütünleşmedir. Cemaatler birbirini kıskanmak, yermek, küçümsemek yerine; her birini İslam’ın ayrı bir hizmet birimi olarak görmelidir. Farklılıklar tehdit değil, rahmettir. Kur’ân’ın “Ve eğer Rabbin dileseydi insanları tek ümmet yapardı.” (Hûd, 118) ayeti, bu hikmete işaret eder. Ümmet, yekpare değil; birbirine hizmet eden bir yapı gibi olmalıdır.
  2. Cemaatler Arası Uhuvvetin Güncel Önemi:
    Bugün İslam coğrafyası fitne, savaş, zulüm ve ideolojik kuşatmalarla sarsılırken; cemaatler hâlâ küçük meselelerle birbirini itham etme gafletindedir. Oysa düşman büyük, dava büyüktür. Müslümanlar, tevhit davasında birlikte olmalıdır. Meşreplerin farklılığı değil, maksadın birlikteliği kurtuluşumuzdur. Aksi takdirde parçalanmış bir ümmet, ne içeride ne dışarıda izzetli durabilir.

Sonuç:
Bediüzzaman’ın veciz ifadesiyle, “Dinî cemaatler maksadda ittihad etmelidirler.” Meşrep taassubu, ümmetin kanayan yarasıdır. İttihad ise ümmetin şifasıdır. Her cemaat ve grup kendi usulüyle çalışsın, ama hedefte ve dava şuurunda birleşsin. “Ümmet” bilinciyle hareket edenler, ancak o zaman Allah’ın nusretine mazhar olurlar.

ÖZET:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “maksadda ittihad, meşrebde hürriyet” düsturuna dayanarak dinî cemaatler arası birlik anlayışı ele alındı. Ortak hedeflerde birleşmenin zarureti, farklı meşreplerin tabii ve faydalı olduğu, fakat bu farkların taassuba dönüşmemesi gerektiği anlatıldı. İttihad; yeknesaklık değil, hikmetli beraberliktir. Gerçek bir İslamî diriliş, bu şuurla mümkündür.

 




BAŞIBOŞ HÜRRİYETİN MASKESİ: HAKİKİ ÖZGÜRLÜĞÜN ŞERİAT DAİRESİNDEKİ ŞEREFİ

BAŞIBOŞ HÜRRİYETİN MASKESİ: HAKİKİ ÖZGÜRLÜĞÜN ŞERİAT DAİRESİNDEKİ ŞEREFİ

“Şeriat dâiresinden hâriç olan hürriyet, ya istibdat veya esâret-i nefis veya canavarcasına hayvanlık veya vahşettir. Böyle lâübaliler ve zındıklar iyi bilsinler ki, dinsizlik ve sefâhetle sahib-i vicdan hiçbir ecnebiye kendilerini sevdiremezler ve benzetemezler. Zira mesleksiz ve sefih sevilmez. Ve bir kadına yakışır –istihsan ettiği– libası erkek giyse maskara olur.”
Hutbe-i Şamiye

Giriş: Zamanımızda “özgürlük” kavramı, sıklıkla yanlış anlaşılmakta ve hakikî manasından kopartılarak sefahate, başıboşluğa ve nefsin esaretine kapı aralamaktadır. Oysa hürriyet, Şeriat dairesinde bir hikmet, bir rahmet ve bir izzettir. Şeriat dışındaki sözde özgürlük ise, ya nefsin tasallutu altında bir esaret, ya da ruhî istibdat altındaki bir perişanlıktır.

  1. Hürriyetin Mahiyeti: Hürriyet, başkalarına zarar vermeden, insana yakışan sorumluluk çerçevesinde hareket etme serbestliğidir. Gerçek hürriyet; vicdanın hür olması, aklın rehberliğinde yaşamak ve kalbin Allah’a kul olmakla huzura ermesidir. Bunun dışındaki her “özgürlük” iddiası, özde ya bir başkasına kul olmakla ya da nefsin esaretine râm olmakla sonuçlanır.
  2. Şeriatsız Hürriyetin Maskeleri: Bediüzzaman’ın ifadesiyle “şeriat dairesinden hâriç olan hürriyet” dört farklı tehlikeli şekle bürünür:

İstibdat (Baskıcılık): İnsan özgür olduğunu zanneder ama aslında güçlülerin, ideolojilerin veya sistemlerin baskısı altında yaşar. Nefsiyle ya da moda akımlarla yönlendirilen birey, kendi tercihleriyle değil dayatılan kalıplarla yaşar.

Esâret-i Nefis: Serbestlik adı altında her hevesine tabi olan kişi, aslında nefsiyle zincirlenmiştir. İradesini kaybetmiş, sevk duygularının kölesi olmuş bir halde dolaşır.

Canavarcasına Hayvanlık: Ahlâk, edep, merhamet gibi insanı insan yapan değerlerden sıyrılmış; sadece bedenî hazları önceleyen bir anlayış, kişiyi insanlık makamından aşağı indirir.

Vahşet: Toplumsal bağları koparan, sorumluluktan kaçan, aileden, toplumdan ve dinden uzak birey, manevi yalnızlık ve vahşet içinde bocalar. Bu da ruhî hastalıkların, depresyonların ve nihilizmin zeminini hazırlar.

  1. Mesleksiz ve Sefih Sevilmez: Bir insan, inançsızlık ve sefahatle asla saygı ve sevgi kazanamaz. Zira şahsiyet, ilkesizlikle inşa edilmez. İnançsız bir hayat, dayanağı olmayan, rüzgârda savrulan bir yaprak gibidir. Bediüzzaman’ın belirttiği gibi, kadına yakışan zarafeti bir erkek taklit ettiğinde nasıl maskaraya dönerse; dindar olmayan bir millet de ecnebileri taklit ettiğinde kendi kimliğini yitirir ve ancak gülünç bir gölge olur.
  2. Vicdanın Sesi: Gerçek özgürlük, vicdanın sesini dinlemekle başlar. Vicdan; Allah’a karşı sorumluluğu, mahlukata karşı merhameti ve nefse karşı mücadeleyi öğretir. Şeriatın çizdiği sınırlar, kulun hürriyetini yok etmek için değil, onu koruyarak kemale erdirmek içindir. Nasıl bir geminin denizde batmaması için sağlam sınırları ve kuralları varsa, insanın da hayat gemisini batırmaması için Şeriat gibi ilahî kurallara ihtiyacı vardır.

Sonuç: Şeriat dairesindeki hürriyet, insanı insan eder; aklı rehber, kalbi rehber-i ekber yapar. Bu daireden çıkan bir özgürlük anlayışı ise maskelidir; ya nefse, ya heva ve heveslere ya da başkalarının istibdadına esir eder. Gerçek özgürlük, Allah’a kul olmakla başlar; çünkü kulluğun hürriyetinde izzet, huzur ve şahsiyet vardır.

ÖZET: Bu makalede Bediüzzaman Said Nursî’nin “Şeriat dairesinden hâriç olan hürriyet” tanımı merkez alınarak, gerçek özgürlük ile sahte özgürlük ayrımı ele alınmıştır. Şeriat dışındaki özgürlük; istibdat, nefsin esareti, hayvanlık ve vahşet olarak tezahür ederken; Şeriat içindeki hürriyet, şahsiyetli bir hayatın ve hakiki huzurun anahtarıdır. Sonuç olarak, insanı yücelten özgürlük; heva ve hevesin değil, hikmetli bir kulluğun ürünüdür.

 




Hak Arayışı ve Bâtıla Sarılmak: Fıtratın İmtihanı

Hak Arayışı ve Bâtıla Sarılmak: Fıtratın İmtihanı

“İnsan fıtraten mükerrem olduğundan, hakkı arıyor. Bâzen bâtıl eline gelir; hak zannederek koynunda saklar. Hakikatı kazarken, ihtiyarsız dalâlet başına düşer; hakikat zannederek kafasına giydiriyor.”
— Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye

İnsan, yaratılışı gereği hakikati arayan bir varlıktır. Bu arayış, onun en asil yönlerinden biridir. Ancak aynı zamanda bu yön, en büyük zaaflarının da kapısını aralayabilir. Çünkü hakikat arayışı dikkat, ilim, feraset ve basiret ister. Aksi takdirde, bâtıl süslenerek hak gibi görünür; insan da fıtratının sevgiyle ona sarılır, onu savunur, hatta onunla yaşar.

Bediüzzaman bu veciz ifadesiyle insanın iyi niyetle kötüye sarılabileceği, yanlışı hak zannedebileceği, hatta dalâleti takva gibi taşıyabileceği büyük bir tehlikeye dikkat çeker. Bu hem ferdî hayat, hem toplumsal hareketler, hem de dinî anlayışlar için son derece hayati bir uyarıdır.

Fıtratın Yönü: Hakikate Doğru

İnsan, doğuştan hakka meyyaldir. Yani doğruya, güzele, adalete, tevhide yönelmek onun fıtratında vardır. Bu yöneliş, onun yaratılışındaki ikramın bir tezahürüdür. Ancak hakikat, karmaşık bir hakikat olabilir. Hele ki çağımızda bilgi kirliliği, propaganda, dijital manipülasyon ve ideolojik yığınaklar içinde insanın hak ile bâtılı ayırt etmesi her zamankinden daha zordur.

İnsan, çoğu zaman hakkı ararken elindekini hak zanneder, ona bağlanır, onu müdafaa eder. Fakat farkında olmadan bâtılı koynuna saklar. Bu saklama, bilinçli bir sahiplenme değil, fıtrî bir iyi niyetin yanlış yönlendirilmesidir. Ama sonuç değişmez: Zarar eder.

Niyet Yetmez, Marifet Gerekir

İnsanın iyi niyetle bâtıla sarılması, onu bâtılın zararından korumaz. Çünkü hakikat, sadece niyetle değil; ilim, hikmet, istişare, ve sağlam ölçülerle bulunur. Zira:
Niyet iyi olsa da, cehaletle yapılan bir amel, hayır getirmez.

Günümüzde bir ideolojiye, bir fırkaya, bir siyasi görüşe veya bir dinî yoruma tutunup onu mutlak hakikat gibi savunanların çoğu, aslında samimiyetle doğrunun peşindedir. Ama ellerine geçen her şeyin hakikat olduğunu zannederek dalâleti başlarına taç yapıyorlar. Bu da, samimi bir niyetle, tehlikeli bir gafletin birleşimidir.

Hakikate Giden Yol: Ölçü ve Tevazu

Bediüzzaman’ın bu sözü, bize iki büyük ders verir:

  1. Hakkı aramak bir meziyettir, ama yetmez; neyin hak olduğuna dair sağlam ölçüler, ilim, istikamet ve ehliyetli rehberler gerekir.
  2. İnsan, yanılabileceğini bilmeli; her eline geçeni, her kafasına düşeni hakikat sanmamalıdır. Tevazu, hakikatin kapısını açan anahtarlardandır.

O hâlde yapılacak şey, sürekli bir muhasebe, ilme bağlılık, şüpheli olanı sorgulama ve hakikati kimden gelirse gelsin kabul etme erdemidir.

Özet:

Bu makale, insanın fıtrî olarak hakikat arayışında olduğunu, fakat bu arayış sırasında bâtılı hak zannedip koynunda saklayabileceğini anlatan Bediüzzaman’ın sözünü merkeze alır. İyi niyetin, ilim ve ölçü olmadan kişiyi yanlışa sürükleyebileceği anlatılır. Hakikat arayışında ilim, istişare, tevazu ve ferasetin gerekliliği hatırlatılır. Sonuç olarak insanın sürekli kendini sorgulaması, rehberliğe açık olması ve her duyduğunu hak zannetmemesi gerektiği ifade edilir.

 




İçtihat ve Teşri’ Arasındaki İnce Sınır: Hududu Aşmamak Hikmettir

İçtihat ve Teşri’ Arasındaki İnce Sınır: Hududu Aşmamak Hikmettir

“Her müstaid; nefsi için içtihad edebilir, teşri’ edemez.”
— Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye

Bu cümle; hem ilmî hem ahlâkî, hem de sosyal bir mihenk taşıdır. Çünkü ilim, niyetle birleşmezse tehlikeye dönüşür. Bu çağrıda, hem istidat sahibine bir alan açılır, hem de onu sorumluluğun çerçevesiyle sınırlar. Zira herkes kendi nefsi için, şahsî hayatında anlam arayabilir, hükümler çıkarabilir; ama bu onu yasa koyucu yapmaz. Teşri’ yani din adına bağlayıcı hükümler koymak, sıradan insanların değil; peygamberlerin ve onlardan gelen nasların dilini hakkıyla anlayan müçtehitlerin işidir.

İçtihat: Arayışın ve Gayretin Adıdır

İçtihat; İslam’ın dondurulmuş değil, canlı bir din olduğunu gösterir. Müstaid olan yani ilim, takva ve basiret sahibi bir kişi; çağın meselelerine Kur’an ve sünnet ışığında çözüm arayabilir. Lakin bu arayış, yalnızca kendisini bağlar. Bir başkasına hüküm koymak, “şeriat budur” demek, ilâhî vazifeye müdahaledir. İşte burası, müstaid ile teşri’ makamı arasındaki çizgidir.

Teşri’: Sınırsızlık Değil, Hudutla Gelen Hikmettir

Teşri’; Allah’a mahsustur. Peygamberler de Allah’tan aldıkları vahyi insanlığa ulaştırır. Dolayısıyla teşri’ etmek, yani din adına hüküm vazetmek; yalnızca vahiy ve sünnet dairesinde mümkündür. Kendi aklıyla hüküm koyan kişi, ya hevasını din edinmiş olur ya da toplumu parçalamaya başlar. Bugün İslam dünyasında yaşanan birçok fırkalaşmanın, hizipleşmenin temelinde; bu hassas sınırın ihlali vardır.

Müstaid Olmak Yeterli Değil; Mahkeme Kurmak Ayrı Bir İş

Bir doktorun kendi tedavisini uygulaması ile başkalarına reçete yazması arasındaki fark gibidir bu. Her bilen, yön gösteremez. Her anlayan, hüküm koyamaz. Her yol bulan, yol gösterici olamaz. Zira teşri’ yalnız bilgi değil; vahiy, hikmet, adalet, ehliyet ve sorumlulukla bütünleşen büyük bir ilâhî yüktür. Onun için Cenab-ı Hak, “Hüküm yalnız Allah’ındır” (Yusuf, 40) buyurur.

İçtihadın Hududu, Teşri’in Sorumluluğu

Günümüzde dinî konularda bilgiye kolay erişim, beraberinde bir özgüven patlaması doğurmuştur. Kimi insanlar ayet ve hadisleri bağlamından kopararak, içtihad yapmaya ve hatta din adına hükümler vermeye kalkışmaktadır. Bu hem tehlikeli bir sapma hem de ümmeti bölmenin zeminidir. Herkesin kendi mezhebi, kendi dini, kendi hükmü olduğu bir yerde “ittihad-ı İslâm” hayal olur.

Ümmetin selameti, bireysel heveslerin değil, istişarenin, usûlün ve şer’î delillerin gölgesindedir. Dolayısıyla içtihad edene saygı duyulur, ama teşri’ iddiasına suskun kalınmaz.

Özet:

Bu makale, Bediüzzaman’ın “Her müstaid; nefsi için içtihad edebilir, teşri’ edemez” sözü üzerine inşa edilmiştir. İçtihadın bireysel bir gayret ve arayış alanı olduğu, ancak teşri’nin (din adına hüküm koymanın) yalnızca Allah ve Resûlü’ne mahsus bir alan olduğu anlatılır. Müstaid kişi kendi için anlayış geliştirebilir, ancak bunu başkalarına bağlayıcı hale getiremez. Günümüzde bu sınırın ihlalinin ümmet birliğini zedelediği, fırkalaşmaya yol açtığı belirtilir. Makale, dinî meselelerde ilim, ehliyet ve sorumluluğun esas alınması gerektiğini hatırlatarak son bulur.

 




Sessiz Çığlık: Gazze’de Bir Bebek Ağlaması

Sessiz Çığlık: Gazze’de Bir Bebek Ağlaması

Bebekler uyurken susulur, çünkü onlar masumiyetin, huzurun ve sükûnetin remzidir. Ancak ölürken değil… Zira ölüm, hele ki bir çocuğun ölümü; sessizlikle geçiştirilemez bir feryattır. Bir çağrıdır semaya, bir isyandır insanlığa…
İşte Gazze, sessizliğin haykırdığı yer. Orada bir kuş gibi cennete uçan çocuklar, ekmek bulmak için çıktıkları yolda şehadetle buluşuyor. Adı Aylin olanlar ve ismi bilinmeyen binlerce yavru; birer birer karışıyor gökyüzüne. Onları sadece anneleri değil, melekler de uğurluyor gözyaşlarıyla…

Gazze’de ölüm sessizdir. Çünkü dünya sağırdır. Bombaların gürültüsüne karşılık insanlığın vicdanı susmuştur. Belki de en yüksek ses, sessizliktir artık. Çünkü bu sessizlik, haykırmaktan vazgeçmiş bir insanlığın utancını örtmeye yetmez.

Zalimlerin tanklarının, uçaklarının, bombalarının hedefi olan bu çocuklar; aslında insanlığın vicdanını hedef alıyor. Masum bir bebek cesedi, herhangi bir savaşın değil, insanlığın kaybettiği savaşın delilidir. Bu çocuklar kurşunlara hedef olurken, insanlık da kalbinden vuruluyor. Yalnızca Gazze değil; insanlık da ölüyor, günden güne…

Neden susuyoruz?
Çünkü gerçek acılar karşısında kelimeler yetersiz kalıyor. Lakin susmak, kabullenmek değildir. Sessizlik bazen de direniştir. Lakin bu suskunluk, eğer zalime değil de mazluma zarar veriyorsa, artık suç ortaklığına dönüşür.

Zulüm sıradanlaştığında, şefkat azalır.
Şefkatin çekildiği bir dünyada, çocuklar ölür. Oysa bir milletin en büyük serveti çocuklarıdır. Çocuklarını kaybeden bir toplum sadece bireylerini değil, geleceğini de kaybeder. Gazze’de vurulan yalnızca çocuklar değil, insanlığın yarınlarıdır.

Bu çağda öyle bir devir yaşıyoruz ki, bir çocuğun ölümü sıradan bir haber, bir futbol maçından daha az ilgi görüyor. Halbuki Kur’an, bir canın haksız yere öldürülmesini, bütün insanlığı öldürmekle bir tutar. (Maide, 32)

Kiminle konuşsak?
Birleşmiş Milletler mi? Sessiz.
Batı’nın “özgürlük” havarileri mi? Kör ve sağır.
İslam ülkeleri mi? Bir kısmı sessizliğini altınla tartıyor, diğer kısmı ise kendi iç savaşlarında nefessiz.

Ama unutmamalı ki; gök susmaz.
Ve dualar sessizce yükselirken, her çocuğun canı Allah’a birer şikâyet mektubu olur.
Her kurşun, adaleti çağırır.
Her sessizlik, hesap gününde delil olur.

Gazze, sadece bir coğrafya değil, insanlığın vicdanıdır.
Ve şu an orası kanıyor.
Sustukça, biz de kanıyoruz…

Özet:

Bu makale, Gazze’de çocukların ve masumların sessiz ve sistematik bir şekilde katledilişini konu alır. Dünya kamuoyunun ve özellikle İslam ülkelerinin bu zulüm karşısındaki sessizliğine dikkat çeker. Çocukların ölümü, sadece fiziksel bir ölüm değil, insanlığın ruhunu da öldüren bir trajedidir. Makale, zulüm karşısında sessizliğin suça ortaklık olduğunu, Kur’an’ın adalet ve merhamet temelinde zulmü nasıl tanımladığını hatırlatır. Ve nihayetinde Gazze’nin bir coğrafya değil, insanlığın vicdanı olduğu anlatılır.

 




İSLÂMİYET KARŞISINDA NASRANİYETİN GELECEĞİ: YAKLAŞAN TESLİMİYET VE TEVHİDE İNKILÂP

İSLÂMİYET KARŞISINDA NASRANİYETİN GELECEĞİ: YAKLAŞAN TESLİMİYET VE TEVHİDE İNKILÂP
Bediüzzaman’ın Hutbe-i Şamiye’deki Tevhid İstikametinde Medeniyetler Arası İlerleyiş Vizyonu Üzerine Bir Makale

“Nasraniyet ya intifa veya ıstıfa edip İslâmiyet’e karşı terk-i silâh edecektir. Nasraniyet birkaç defa yırtıldı, protestanlığa geldi. Protestanlık da yırtıldı, tevhide yaklaştı. Tekrar yırtılmağa hazırlanıyor. Ya intifa bulup sönecek veya hakikî Nasraniyetin esasını câmi’ olan hakâik-i İslâmiyeyi karşısında görecek, teslim olacaktır. İşte bu sırr-ı azîme, Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm işaret etmiştir ki: “Hazret-i İsa nâzil olup gelecek, ümmetimden olacak; şeriatımla amel edecektir.”
Hutbe-i Şamiye

Giriş:

Tarihin derin katmanlarında dinler, yalnızca bir inanç sistemi olarak değil; aynı zamanda toplumların kültürel, siyasî ve ahlâkî omurgaları olarak varlık gösterdi. Hristiyanlık (Nasraniyet) ve İslamiyet, yüzyıllar boyunca bazen çatışan bazen kesişen iki büyük medeniyetin taşıyıcısı oldular.
Bediüzzaman Said Nursî, bu derin meseleyi Hutbe-i Şamiye’de şu şekilde özetler:
“Nasraniyet ya intifa veya ıstıfa edip İslâmiyet’e karşı terk-i silâh edecektir.”
Bu ifade, Hristiyanlıkla İslâmiyet arasında sadece tarihî bir rekabeti değil, geleceğe dair ruhî bir dönüşümü ve ilahî kaderi de haber verir. Makalemizde bu dönüşümün hikmetini ve tevhid merkezli yönelişini irdeleyeceğiz.

  1. Hristiyanlığın Değişimi: Katoliklikten Protestanlığa, Tevhide Yakınlaşma

Bediüzzaman’ın işaret ettiği gibi, Hristiyanlık zamanla birçok değişime uğramıştır.

İlk dönemlerdeki tevhidî çizgi, zamanla teslis (üçleme) inancıyla bozulmuş,

Katolik kilisesiyle birlikte ruhban sınıfı doğmuş,

Protestanlık ise bu bozulmaya tepki olarak doğmuş ve tevhide bir adım daha yaklaşmıştır.

Protestanlık, aklı ve Kitab-ı Mukaddes’i merkeze alan bir duruş sergilemiş, Hz. İsa’yı bir insan ve peygamber olarak görmeye daha yakın bir anlayışı benimsemiştir. Bu, tevhid hakikatine giden yolu açan bir “yırtılma”dır.

  1. Tevhid Hakikatinin Zaferi: Fıtratın Galebesi

Bediüzzaman’a göre bu parçalanmalar boşuna değildir. Zira bu süreçler, bir sapmadan doğan geri dönüş arayışlarıdır.

Hakiki Hristiyanlık yani Hz. İsa’nın tebliğ ettiği tevhide dayalı talim,

Günümüzde tahrife uğramış şekliyle değil, İslâmiyet’te kemalini bulur.

Bu yüzden diyor ki:

> “Ya intifa bulup sönecek veya hakikî Nasraniyetin esasını câmi’ olan hakâik-i İslâmiyeyi karşısında görecek, teslim olacaktır.”
İslam, tahrif edilmiş dinlerin değil; onların asıllarının ve saf hakikatlerinin mihrakı olacaktır. Çünkü Kur’ân, sadece bir kitap değil, aynı zamanda önceki hak dinlerin tasdik edicisi ve tamamlayıcısıdır.

  1. Hazret-i İsa’nın Nüzulü: Sembol Mü, Gerçek Mi?

Hadis-i şerifte bildirildiği üzere:

> “Hz. İsa inecek, ümmetimden olacak, şeriatımla amel edecektir.”

Bu, sadece ahir zamanda vuku bulacak bir fizikî dönüş değil; aynı zamanda Hz. İsa’nın tevhid davasının İslamiyet içinde zuhur etmesidir.
Bediüzzaman bu durumu şöyle yorumlar:

Hz. İsa, gerçek dindar Hristiyanların öncüsü olacak.

Batı’nın zulüm ve sekülerliğine karşı Kur’ân ahlâkıyla mücadele edecek.

Şeriat-ı Muhammediyye ile hükmederek, tevhidin bayraktarlığını yapacaktır.

Bu, insanlık tarihinin en büyük dinî barış ve birleşme senaryosudur.

  1. Günümüz Gelişmeleri: Tevhid’e Yönelişin İzleri

Bugün birçok Batılı entelektüel, Hz. İsa’yı “Tanrı” değil, “peygamber” olarak görmeye başlamıştır.

İncil’in tahrif edildiğine inanan Hristiyan gruplar ortaya çıkmaktadır.

Kur’ân’a hayranlık duyan Batılı araştırmacılar, İslâm’ın tevhide verdiği işareti daha net anlamaktadır.

Bu gelişmeler, Hristiyanlığın Kur’ân hakikatleri karşısında “terk-i silâh” etmeye hazırlandığını gösterir. Birçok samimi Hristiyan, İslam’a doğrudan geçmese bile, onun ruhuna teslim olmakta, hakikate boyun eğmektedir.

  1. İstikbalin Hakikati: Hak Dinler İslâmiyet’te Cem Olacaktır

Bediüzzaman’ın vizyonu; sadece İslam’ın yayılması değil, hakikatin küresel bir şekilde teslim alınmasıdır.

Dinî çatışmaların sona erdiği,

Ortak değerlerin İslâm’ın çatısı altında birleştiği,

Tevhit merkezli yeni bir dünya düzeninin kurulduğu bir gelecek,
bu vizyonun neticesidir.

Bu süreçte İslâmiyet, sadece “din” olarak değil; fıtratla, hakikatle, akılla, adaletle örtüşen bir sistem olarak insanlığın aradığı her şeyi temsil edecektir.

Sonuç:

Bediüzzaman, dinler arası mücadeleyi bir rekabet değil, bir dönüşüm olarak görür. Hakikatin güneşi olan İslamiyet’in karşısında hiçbir bâtıl ayakta kalamaz. Nasraniyet, ya inkâr içinde sönüp yok olacak ya da tevhide yönelerek İslâm hakikatleriyle birleşecektir.
Bu inkılâp, sadece dini değil, medeniyetlerin temelini de değiştirecektir. O zaman, Kur’ân ahlâkı, İsa’nın ruhuyla ve Muhammed’in (s.a.v) şeriatıyla dünyaya yeniden adalet getirecektir.

ÖZET:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin Hutbe-i Şamiye’deki “Nasraniyet ya intifa veya ıstıfa edip İslâmiyet’e karşı terk-i silâh edecektir…” cümlesinden hareketle Hristiyanlığın tarihî dönüşümü, tevhide yaklaşma süreci ve İslamiyet karşısında teslimiyeti ele alınmıştır.
Neticede; hakiki Hristiyanlık İslam’a zıt değil, aslında onun özünü kabule yakındır. Bu büyük birleşme, Hz. İsa’nın nüzulüyle kemale erecek ve dünya, tevhidin barışına sahne olacaktır.

 




Fıtratın Dili Yalan Söylemez: Meyelanların İlâhî Kudretle Konuşması

Fıtratın Dili Yalan Söylemez: Meyelanların İlâhî Kudretle Konuşması
Bediüzzaman’ın Tekvînî Emirler Üzerine Derin Bir Tefekkürü

“Fıtrat yalan söylemez. Bir çekirdekteki meyelan-ı nümuvv der: “Ben sünbülleneceğim, meyve vereceğim.” Doğru söyler. Yumurtada bir meyelan-ı hayat var: Der: “Piliç olacağım.” Biiznillah olur. Doğru söyler. Bir avuç su, meyelan-ı incimad ile der: “Fazla yer tutacağım.” Metin demir onu yalan çıkaramaz; sözünün doğruluğu demiri parçalar. Şu meyelanlar, irâdeden gelen evâmir-i tekviniyenin tecellileridir, cilveleridir. ”
Hutbe-i Şamiye

Giriş:

Her varlık, sessiz fakat hikmetli bir dil konuşur. Bu dil, ne harf ister ne kelime… Fakat ilim ve tefekkür ehline sırlar fısıldar. O dilin adı: fıtrattır. Ve fıtrat asla yalan söylemez.
Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye’de bu gerçeği şu veciz cümleyle dile getirir:
“Fıtrat yalan söylemez.”
Ardından çekirdekten suya, yumurtadan demire kadar örneklerle, yaratılışın hakikate şahadet ettiğini anlatır. Bu derin bakış; hem kevnî (yaratılışla ilgili) hakikatlerin keşfine, hem de insanın iç âlemine ayna tutar.

  1. Fıtrat: Yaratılışın Doğruya Kodlanmış Halidir

Fıtrat; her şeyin yaratılıştaki tabii yönelişi, özü ve karakteridir.

Çekirdeğin sünbül olma meyli,

Yumurtanın canlılığa açılması,

Suyun donarak genişlemesi…
Bunların her biri, kendi hâlince bir “tevhid” ilanıdır. Çünkü kendi başlarına bu işleri bilerek yapmaları mümkün değildir. Her biri, kendisine yüklenen ilâhî programı ifa eder. O hâlde bu “meyelan” (yönelme) halleri, Allah’ın irade ve kudretinin bir cilvesidir.

  1. Meyelan: Emir-i İlâhînin Kevnî Dili

Çekirdeğin içindeki büyüme arzusu, bilimsel dille “biyolojik potansiyel” olarak ifade edilir. Ama bu meyelan, sadece fizikî değil, aynı zamanda metafizikîdir.

O meyelan, emirle gelir.

Emir ise irade-i ilâhiyeden doğar.
Çünkü cansız olan bir tohumun, toprağı delip filizlenmesi, ilim, irade ve kudret olmadan mümkün değildir.
Dolayısıyla bu meyiller, “tesadüf” ya da “tabiat” denilerek geçiştirilemez. Onlar, emr-i tekvinîdir: Allah’ın yaratma emrinin fiilî yansımalarıdır.

  1. “Yalan Söylemeyen” Fıtratın Dili ve Tesiri

Bediüzzaman’ın verdiği örnekler çarpıcıdır:

Çekirdek, “Ben ağaç olacağım” der — ve olur.

Yumurta, “Piliç olacağım” der — ve olur.

Su, “Donunca genişleyeceğim” der — ve olur.
Bu olaylar, fizikî sebeplerle izah edilebilir; ama hakikat şu ki, bu düzenli işler tesadüf eseri değil, iradeli bir elin dokunuşudur.
Suyun donarak metali patlatması, kudretin en küçük bir parçadaki tecellisini gösterir. Madde, bu kudretin emrine karşı koyamaz. Zira fıtrat, asla yalan söylemez.

  1. İnsan Fıtratı da Aynı Kanuna Tabidir

İnsanın da içinde derin bir “meyelan” vardır:

Hakikate yönelme,

Adaleti isteme,

İmana susama…
Bu yönelişler de Allah’ın insana kodladığı fıtrî emirlere dayalıdır. Ancak bu meyiller, şüphe, nefs ve inkâr ile bastırıldığında insan, fıtratından uzaklaşır; yani kendi hakikatini bozar. Ama nefsin inadı da hakikati değiştirmez. Çünkü fıtratın yalan söylemediği gibi, fıtratla çatışan da iflah olmaz.

  1. Günümüze Düşen Hikmet:

Bugün bilim, olayların nasıl gerçekleştiğini inceler. Ama niçin gerçekleştiğini çoğu zaman ihmal eder. Bediüzzaman bu boşluğu doldurur. Maddenin ve hayatın arkasında işleyen bir kudret, bir irade, bir şuur olduğunu hatırlatır. Modern zihin, görünene takılırken; fıtrat, görünmeyeni gösterir. Yeter ki insan, tabiatı dinlesin. Zira o, Allah’tan gelen bir ilham gibi konuşur — hem de yalan söylemeden.

Sonuç:

Fıtrat; her varlığın yaratılışındaki niyet, yön ve çizgidir. Ve o çizgi hep doğrudur. Zira onu çizen Allah’tır. Bir çekirdeğin ağaç olma yönelişi ne kadar doğruysa, insanın imana ve hakikate yönelişi de o kadar doğrudur. Bu nedenle fıtrata kulak vermek, ilâhî iradeye teslim olmak demektir. Ve bu teslimiyet, hem aklın hem kalbin selametidir.

ÖZET:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “Fıtrat yalan söylemez…” ifadesinden yola çıkarak; varlıkların yaratılıştan gelen yönelişlerinin (meyelanlarının), Allah’ın irade ve kudretinin yansıması olduğu anlatılmıştır. Çekirdeğin filizlenmesi, yumurtanın canlanması gibi örnekler; tabiatın, bir fail değil, ilâhî emre itaat eden bir memur olduğunu gösterir. Neticede fıtrat, tevhidin kevnî delilidir ve hakikate susamış ruhlara sadık bir kılavuzdur.

 




TABİATIN PERDESİ: ESERDEN MÜESSİRE GİDEN HAKİKAT YOLCULUĞU

TABİATIN PERDESİ: ESERDEN MÜESSİRE GİDEN HAKİKAT YOLCULUĞU
Bediüzzaman’ın Tabiat Telakkisine Hikmetli Bir Yaklaşım

Giriş:

Modern akıl, varlığı açıklama gayretinde sıklıkla “tabiat”ı merkeze alır. Yaratılanı Yaratan’a bağlamak yerine, tabiatı bir “fail” olarak tanıtır. Bu düşünce, kadim felsefî sapmaların ve materyalist anlayışların günümüze taşınmış halidir. Bediüzzaman Said Nursî ise Hutbe-i Şamiye’de bu yanlış anlayışı kökünden sarsan bir ifadeyle hakikati haykırır:
“Tabiat, misalî bir matbaadır, tâbi’ değil; nakıştır, nakkaş değil; kâbildir, fâil değil; mistardır, masdar değil; nizamdır, nâzım değil; kanundur, kudret değil; şeriat-ı irâdiyedir, hakikat-ı hâriciye değil!..”

Bu cümle, bir akide manifestosu, bir tevhid beyannamesidir. Tabiatın kendiliğinden hiçbir şey yapamayacağını; aksine ilahî kudretin izinden başka bir şey olmadığını ilan eder.

  1. Tabiat: Eserdir, Sanatkâr Değil

Tabiat; dağları, denizleri, gökleri, hayvanları, bitkileriyle muazzam bir manzara sunar. Fakat bu manzara, kendi kendine var olamaz. Çünkü her şeyde kusursuz bir ölçü, ince bir sanat, derin bir hikmet vardır.
Nasıl ki bir kitap, mürekkep ve kâğıtla değil, onu yazan bir yazarla izah edilirse;
nasıl ki bir tablo, boyalarla değil, ressamla anlam bulursa;
öyle de tabiat da, ancak ve ancak onu takdir eden bir Nakkaş-ı Ezelî ile açıklanabilir.

  1. Tabiatın Vasfı: Nakıştır, Nakkaş Değil

Bir halının üzerindeki desen, halının kendisinden değil, onu dokuyanın sanatından gelir. Tabiatta gördüğümüz düzen, intizam ve güzellik; tabiatın “yapan” değil, “sergilenen” olduğunu gösterir.

Tabiat, nakıştır, yapan değil, yapılan bir şeydir.

Matbaadır, yani harici kudretin izini taşır.

Kanundur, ama kudretin kendisi değildir.
Kanunlar kağıtta kalır; uygulayıcı bir güç olmazsa fiil meydana gelmez. Aynen öyle de, tabiatta gözlenen kanunlar da Allah’ın kudret ve iradesine bağlıdır.

  1. Tabiat Teorisi: Aklen ve Mantıken Çıkmazda

Tabiatı “fail” kabul etmek, ciddi bir akıl tutulmasıdır. Çünkü:

Bilinci olmayan bir şeyin hikmetli işler yapması mümkün değildir.

Kudreti olmayan bir şey, yaratamaz.

İradesi olmayan bir şey, seçim yapamaz.
Halbuki doğada gördüğümüz her şey; ölçülü, seçilmiş, anlamlı ve bir maksada yönelmiştir. Bu da irade, ilim ve kudret sahibi bir Zât’ı zaruri kılar.

  1. Tabiat, İlâhî Şeriatın Zahiri Tezahürüdür

Bediüzzaman’ın kullandığı “şeriat-ı irâdiye” ifadesi; Allah’ın kevnî (kâinata yönelik) iradesini ifade eder. Nasıl ki insanlar için şer’î hükümler varsa, kainat da Allah’ın emrine boyun eğen bir sistemle işler. Güneşin doğması, elektronların dönmesi, suyun buharlaşması; hepsi bu şeriat-ı iradiyenin hükümleridir. Bu sistemin adı fizik, kimya, biyoloji olabilir ama fail ve müdebbiri Allah’tır.

  1. Tevhidin Temeli: Müessiri Unutma, Eseri Putlaştırma

Materyalist felsefe ve pozitivist bilim anlayışı; eseri putlaştırır, müessiri unutur. Tabiata ilahlık verir, yaratıcılığını yüceltir. Hâlbuki bu, şirkin bilimsel bir kılığa bürünmesinden başka bir şey değildir. Tabiat, Allah’ın yaratma sanatını gösteren bir aynadır. Aynada görünen güneş gerçek güneş olmadığı gibi, tabiatta görünen kudret de Allah’ın kudretinin gölgesi ve tezahürüdür

Sonuç:

Tabiatı fail göstermek, en büyük ilmi gaflettir. Hakikat ise şudur: Tabiat Allah’ın kudretine ait bir nakıştır; asla fail değil, ancak mazhar olabilir. Bediüzzaman’ın bu tesbiti; hem imanları tahkim eder hem akılları temizler. Bu anlayış, insanı tevhid nuruna çıkarır, kâinata Allah’ın esmasıyla bakmayı öğretir. Gerçek bilim, eserden müessire ulaştıran ilimdir. Gerçek marifet, tabiat perdesinin arkasında Allah’ı tanıyabilmektir.

ÖZET:

Bu makalede Bediüzzaman’ın “Tabiat, nakıştır; nakkaş değil…” ifadesiyle ortaya koyduğu tevhidî bakış açısı açıklanmıştır. Tabiat, bir sanat eseri gibi işlenmiş ama kendi başına fail olmayan bir vasıtadır. İlmi, iradesi ve kudreti olmayan tabiat; asla yaratıcı olamaz. Tabiatı putlaştıran anlayış, şirki bilim kılığına sokar. Oysa tabiat, Allah’ın isim ve sıfatlarının bir yansıması, bir ayinesi ve kudretinin sessiz bir şahididir.

 




İTTİHÂD-I İSLÂM: KADERİ TERSİNE ÇEVİREN İLAHÎ BİRLİK

İTTİHÂD-I İSLÂM: KADERİ TERSİNE ÇEVİREN İLAHÎ BİRLİK
Bediüzzaman’ın Umumî Reçetesi Üzerine Hikmetli Bir Makale

Giriş:

Her toplumun tarihinde şanlı sayfalar, her coğrafyanın kaderinde yüksek potansiyeller ve her milletin yüreğinde büyük umutlar gizlidir. Ancak bu değerlerin boşa gitmemesi için bir ruh, bir hedef, bir birlik lazımdır. Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye’de bu hakikati çarpıcı bir cümleyle dile getirir:
“Azametli bahtsız bir kıt’anın, şanlı tali’siz bir devletin, değerli sahipsiz bir kavmin reçetesi; ittihâd-ı İslâm’dır.”

Bu cümle, sadece bir dönemin değil, bütün bir ümmetin, İslam coğrafyasının ve mazlum milletlerin manevî haritasını çizer. Azametli ama perişan, şanlı ama istikametini kaybetmiş, değerli ama yetim bırakılmış bir dünyanın en büyük ihtiyacını haykırır: İttihâd-ı İslâm.

  1. Azametli Bahtsız Bir Kıta: İslâm Coğrafyasının Hazin Manzarası

Asya, Afrika ve Ortadoğu… Yer altı ve yer üstü zenginlikleriyle, tarihi ve kültürel mirasıyla dünya medeniyetlerinin beşiği olan bu kıta, bugün emperyalist müdahalelerin, iç çatışmaların ve fikrî dağınıklıkların pençesindedir. Bediüzzaman’ın “azametli” ifadesi bu kıtanın potansiyeline; “bahtsız” nitelemesi ise bu potansiyelin heba edilişine işaret eder. Bu bahtsızlığın temelinde ise; birlik eksikliği vardır.

  1. Şanlı Talihsiz Bir Devlet: Osmanlı’nın Mirası ve İbretli Düşüşü

Bediüzzaman’ın bu ifadeyi özellikle Osmanlı Devleti için kullandığı açıktır. Asırlarca İslam âleminin hizmetkârı olan bu devlet, şanlı mazisiyle tarihe yön vermiştir. Ancak son asırlarda içte ayrılıklar, dışta kuşatmalar, ilimde geri kalma ve fikirde dağınıklık onu “talihsiz” hâle getirmiştir. Şanlı tarihi, zayıf günlerini örtmeye yetmemiştir. Bediüzzaman, bu düşüşe karşı reçeteyi net ortaya koyar: İttihad-ı İslam.

  1. Değerli Sahipsiz Bir Kavim: Ümmetin Yetime Dönüşmesi

Ümmet-i Muhammed (s.a.v), Allah katında en kıymetli ümmettir. Kur’ân, onu “hayırda en ileri giden topluluk” olarak tarif eder. Ancak bu kavim, bugün parçalanmış, yönsüz ve sahipsizdir. Herkes kendi mezhebi, meşrebi, ırkı ve ideolojisi için mücadele ederken; ümmet bilinci silinmiş, kardeşlik bağları kopmuştur. Bu sahipsizlik hissi; hem ümmeti savunmasız bırakmış, hem de içe dönük bir kırılganlık oluşturmuştur.

  1. Reçete: İttihâd-ı İslâm

İttihâd-ı İslâm, sadece siyasî bir birlik değil, daha çok kalbî, fikrî, ilmî ve vicdanî bir bütünleşmedir.

Aynı kıbleye dönen,

Aynı kitaba inanan,

Aynı peygamberin ümmeti olan milyonların; mezhep, ırk, coğrafya ve menfaat ayrılıklarını aşarak, vahdet içinde hareket etmesi demektir.
Bu ittihad; düşmanın değil, kardeşin sesini duymak, farklılıkları düşmanlık değil rahmet saymak demektir. Çünkü İslam düşmanlarının en çok korktuğu şey, bu birlik ruhunun dirilmesidir.

  1. Günümüz İçin Ne Anlama Geliyor?

Bugün İslam dünyasında yaşanan kan, gözyaşı ve perişanlık; sadece maddî sebeplerle değil, manevi bir dağınıklığın neticesi olarak da görülmelidir. Mazlum milletlerin sesi kısık, ümmetin çocukları yetim, liderleri dağınık, kalpleri ayrıdır. Bu sebeple İttihad-ı İslam fikri, artık bir hayal değil, bir beka meselesidir. Bediüzzaman’ın yüzyıl önce sunduğu bu reçete, bugün çok daha acil ve hayati hâle gelmiştir.

Sonuç:

Bir kıtanın azameti, bir devletin şanı ve bir kavmin değeri; ancak iman, ilim, adalet ve birlik ile korunabilir. Bu birlik ise mecburî değil, meşru ve mukaddes bir ihtiyaçtır. Bediüzzaman’ın sunduğu reçete, ne bir ideoloji ne de siyasî bir sistemdir; o, kalplerin, zihinlerin ve niyetlerin Kur’ân etrafında birleşmesidir. İttihâd-ı İslâm; sadece geçmişin değil, geleceğin de inşasıdır.

ÖZET:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin Hutbe-i Şamiye’deki “Azametli bahtsız bir kıt’anın, şanlı tali’siz bir devletin, değerli sahipsiz bir kavmin reçetesi; ittihâd-ı İslâm’dır.” cümlesinden yola çıkılarak İslâm dünyasının coğrafî, siyasî ve sosyal manada yaşadığı çöküş ve buna karşı sunulan reçete olan İttihâd-ı İslâm fikri ele alınmıştır. Neticede; kurtuluşun, izzetin ve dirilişin yolu, ümmetin kardeşlik bilinciyle birleşmesinden geçmektedir.

 




KUR’ÂN’IN ŞİFASI: MARİZ ASRA, HASTA İNSANA İLAÇ

KUR’ÂN’IN ŞİFASI: MARİZ ASRA, HASTA İNSANA İLAÇ
Bediüzzaman’ın Kur’ân’a İttibâ Vurgusu Üzerine Hikmetli Bir Makale

Giriş:
Her çağın kendine özel hastalıkları vardır. Kimi zaman bu hastalık savaşlarla, kimi zaman inanç krizleriyle, kimi zaman da ahlâkî çöküşlerle tezahür eder. Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye’de, yaşadığı çağın da bir “mariz asır” yani hasta bir dönem olduğunu ilan eder ve bu marazlara karşı tek reçeteyi açıklar:
“Mariz bir asrın, hasta bir unsurun, alîl bir uzvun reçetesi; ittibâ-ı Kur’ân’dır.”

Bu cümle, hem teşhis hem tedavi hem de istikamet bildirir. Zira çağın da, toplumun da, ferdin de hastalığı bellidir; çare ise her devrin ebedî tabibi olan Kur’ân’a yönelmekte gizlidir.

  1. Asrın Marazı: Maddî Terakki, Manevî Tereddî

Bediüzzaman’ın yaşadığı 20. yüzyıl başları, Batı’nın teknolojik olarak yükseldiği, ancak insanlık değerlerinde ciddi bir yozlaşmanın başladığı bir dönemdir. Bugün de benzer bir hastalık devam etmektedir:

Bilgi arttı, hikmet azaldı.

İletişim çoğaldı, muhabbet azaldı.

Konfor büyüdü, huzur küçüldü.

İnsanlık, zâhirî ilerlemelerle gururlanırken; iç dünyasında şüphe, yalnızlık, depresyon ve anlam kaybına düçar oldu. Bu hâl, bir medeniyetin ruhi buhranıdır. İşte bu yüzden bu çağ, “mariz bir asırdır.”

  1. Hasta Unsur: Ümmetin Dağınıklığı ve Kimlik Bunalımı

Bediüzzaman’ın “hasta unsur”dan kastı, özellikle İslam ümmetinin dağınık ve zayıf hale gelmiş halidir. İttihadı kaybetmiş, Batı’nın fikrî ve siyasî istilasına maruz kalmış, kendi dinî ve kültürel mirasına yabancılaşmış bir ümmet; manevî bir hastalığın pençesindedir. Kimi yerde taassup, kimi yerde gaflet, kimi yerde sefahatle bu hastalık derinleşmiştir. Milletin bu hale gelmesinin temel sebebi: Kur’ân’ın hayattan uzaklaştırılmasıdır.

  1. Alîl Uzuv: Ferdî Bozulma ve Ruhî Sakatlık

Toplumun her bir ferdi, ümmetin bir uzvu gibidir. Bu ferdî uzuvlar, manevî eğitimden, Allah’a yönelişten, ahlâkî değerlerden uzak kaldıkça; hayatları sarsılır, benlikler savrulur. Aile bozulur, gençlik hedefsizleşir, çocukluk kirlenir. Ruhlar, Kur’ân’ın nurundan mahrum kaldıkça, modernliğin sahte ışıltıları altında karanlıkta kalır.

  1. İttibâ-ı Kur’ân: Sadece Okumak Değil, Yaşamak

“İttibâ”, sadece Kur’ân’ı okumak değil; Kur’ân’ı hayatın merkezine almak, onu başucu rehberi yapmak demektir. Kur’ân’a ittibâ;

Ahlâkta Peygamberî çizgiyi,

Ekonomide helal dairesini,

Siyasette adaleti,

İlimde hikmeti,

Toplumda kardeşliği,
gaye edinmek demektir.

Kur’ân, sadece “ölülere okunan” bir kitap değil; ölmeye yüz tutmuş kalpleri dirilten ebedî bir ilaçtır. İttibâ-ı Kur’ân demek; ferdin kendini inşa etmesi, cemiyetin istikamet bulması ve çağın karanlıklarından nura ulaşması demektir.

  1. Kur’ân’ın Reçetesi: Toptan Şifa

Kur’ân bir ilaç değil, eczâhâne gibidir. Şuurlu iman, sabır, şükür, tefekkür, ihlâs, tevazu, hayâ, kanaat gibi kavramlar, onun reçetesinde yer alan şifa maddeleridir. Bir ayetiyle kalbe huzur verir, bir emriyle toplumun düzenini sağlar. Kur’ân’a yönelen millet, geçmişte izzet bulduğu gibi bugün de aynı kudretle doğrulur.

Sonuç:

Bediüzzaman’ın ifadeleriyle, çağımız bir asr-ı sefalettir; hem akıl, hem kalp, hem cemiyet, hem siyaset yaralıdır. Bu yaralara Batı’nın felsefî düşüncesi değil, Kur’ân’ın ebedî reçetesi şifa verir. Çünkü Kur’ân; ezelî bir hekim, ebedî bir şifadır. Şifa arayan her ferdin, her milletin, her ümmetin ilk başvuracağı kaynak; Allah’ın kelâmı olan Kur’ân olmalıdır.

ÖZET:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “mariz bir asrın, hasta bir unsurun, alîl bir uzvun reçetesi; ittibâ-ı Kur’ân’dır” sözünden hareketle çağın, toplumun ve ferdin yaşadığı manevî hastalıklar teşhis edilmiş ve bu hastalıklara karşı Kur’ân’ın sunduğu şifalı reçeteler anlatılmıştır. Netice olarak, Kur’ân’a yöneliş; hem ruhun, hem ümmetin, hem insanlığın hakiki dirilişidir.