Kesretten Vahdete Uzanan İlâhî Yolculuk: Mi’racın Hikmeti

Kesretten Vahdete Uzanan İlâhî Yolculuk: Mi’racın Hikmeti

“Şu kâinatın Hâlık’ı, şu kesret tabakatında nur-u vahdetini ve tecelli-i ehadiyetini göstermek için kesret tabakatının müntehasından tâ mebde-i vahdete bir hayt-ı ittisal suretinde bir mi’rac ile bir ferd-i mümtazı, bütün mahlukat hesabına, kendine muhatap ittihaz ederek, bütün zîşuur namına, makasıd-ı İlahiyesini ona anlatmak ve onunla bildirmek ve onun nazarı ile âyine-i mahlukatında cemal-i sanatını, kemal-i rububiyetini müşahede etmek ve ettirmektir.”
Sözler.632

Kâinat…
Yıldızlardan hücrelere, meleklerden insana kadar sayısız varlık tabakalarıyla dolu bir kesret âlemi. Her biri kendi âleminde bir sır, bir sanat, bir mânâ taşıyor. Ama bu kesretin arkasında bir vahdet, bir birlik, bir sonsuz Kudret cilvesi gizli.

İşte bu sonsuz çeşitlilik içinde, Cenab-ı Hak, vahdet nurunu göstermek, ehadiyet tecellilerini ilan etmek ister. Ancak bu hakikat, her gönle doğrudan hitap etmez; çünkü her akıl, o yüce mânâyı doğrudan ihata edemez.

Bu yüzden, bütün mahlukat namına, tüm şuurlu varlıklar adına, bir “ferd-i mümtaz” seçilir. O zat, kesretin en uç noktasından vahdetin zirvesine uzanan ilâhî bir hat üzerinde, manevî bir yolculuğa çıkarılır. Bu yolculuk, sadece onun şahsî yükselişi değil, bütün kâinatın ve insanlığın adına yapılan bir temsilî kabuldür. Bu yolculuk Mi’ractır.

Mi’rac: Varlığın Yalnızlığına Son Veren Bir Davet

Kâinat, kendi kendine suskundur. Eşyada bir hayret vardır ama kime arz edilir, kimin nazarına sunulur?
İşte bu noktada Mi’rac, varlığın suskunluğunu bozan bir nida gibidir.
Allah Teâlâ, Hz. Muhammed’i (asm) kesretin bağrından seçer; onu huzuruna davet eder.
Çünkü o, tüm varlıklar içinde:

En mümtaz olanıdır,

En çok mahlûkatın lisanını anlayandır,

En yüksek bakışı taşıyandır.

Onu kendi huzuruna alır; bütün yaratılmışların niyazını ve mesajını onunla kabul eder.
Ve aynı şekilde, kendi ilâhî maksadını da onunla bildirir.

Mi’rac: İlâhî Kudretin Aynasında Cemal ve Kemal Seyri

Bu yolculukta yalnızca bir sohbet yoktur; tecelli vardır.
Cenab-ı Hak, o en mükemmel nazarla:

Kendi cemal-i sanatını,

Rububiyetinin kemalini,

Varlıkların ilâhî hikmetini,

Mahlûkat aynasında bizzat ona gösterir.
Ve böylece, Hz. Peygamber’in (asm) şahsında, bütün kâinat seyredilmiş, bilinmiş, anlatılmış ve aydınlatılmış olur.

Bir Hayt-ı İttisal: Kâinattan Kudret-i İlâhiye’ye Açılan Hat

Mi’rac, sadece bir yükseliş değil; mebde ile müntehayı, kesret ile vahdeti, mahluk ile Hâlıkı birleştiren bir hattır.
Bu hat, zamandan ve mekândan münezzeh bir huzur çizgisidir.
Bir “hayt-ı ittisal”dir ki, o çizgide sadece bir fert yürür, ama arkasında bütün mahlûkatın duası, beklentisi, şükrü ve şehadeti vardır.

Özet:

Cenab-ı Hak, kâinattaki kesretin içinden bir “ferd-i mümtaz” olan Peygamber Efendimizi (asm) seçmiş, onu huzuruna davet etmiştir.

Bu davet, sadece şahsî değil, bütün şuurlu mahlûkat adına yapılmış evrensel bir temsilidir.

Mi’rac yolculuğu, kesretten vahdete, yaratılmıştan Hâlık’a, mahlûkat aynasından Cemal-i İlâhî’ye uzanan bir seyirdir.

Bu ilâhî seyr-u sülûk ile, kâinatın anlamı açılmış, ilâhî maksat bildirilmiş, Allah’ın cemal ve kemali izhar edilmiştir.

Mi’rac, varlığın yalnızlığını ortadan kaldıran, onu ilâhî huzura bağlayan bir nur yoludur.

 

 




Çekirdekteki Kudret, Nurda Tecelli Eden Kâinat

Çekirdekteki Kudret, Nurda Tecelli Eden Kâinat

“Ey müstemi! Şu acib kâinat-ı azîme, bir insanın cüz’î mahiyetinden halk olunmasını istib’ad etme. Bir nevi âlem gibi olan muazzam çam ağacını, buğday tanesi kadar bir çekirdekten halk eden Kadîr-i Zülcelal, şu kâinatı “Nur-u Muhammedî”den aleyhissalâtü vesselâm nasıl halk etmesin veya edemesin?”
Sözler.639

“Ey müstemi!” diye seslenir Bediüzzaman… Dinleyene değil, düşünen kalbe hitap eder. Zira mesele büyüktür, sır derindir. O sır şudur: Bu muazzam kâinat nasıl olur da bir insanın cüz’î mahiyetinden yaratılır?

İlk bakışta akıl tereddüt eder, hayret içinde bocalar. Ama kudretin diliyle konuşan varlıklara kulak verildiğinde, o hayret yerini tefekküre bırakır.

Bir Çekirdeğin Şahidi Olduğu Hakikat

Bir çam ağacı düşünün… Göklere yükselen, dallarıyla kuşları barındıran, gölgesiyle nice canlılara hayat sunan… O koca ağaç, başlangıçta bir çekirdekti. O çekirdek ne ağaçtı, ne de içinde bir orman saklıydı. Ama kudret-i ilahi, o çekirdeği bir kainat taslağı gibi işledi. Ve içinden bir âlem çıkardı.

Bediüzzaman bu örnekle şunu söyler:
Eğer buğday kadar bir çekirdekten bir orman çıkaran Kadîr-i Zülcelâl varsa, bir Nur-u Muhammedî’den de şu kainat neden çıkmasın?

Nurdan Kainata: Hakikatin Ters Akışı

Kur’an ve hadislerde geçen “İlk yaratılan şey Nur-u Muhammedî’dir” hakikatine, Bediüzzaman temsille can verir. Der ki: Bu nur, bir çekirdek gibidir. Bu çekirdekten, esma-i ilahiyenin tecellileriyle örülen şu muazzam kainat halk edilmiştir.

Tersine baktığımızda da, kainatın hakikati Hz. Muhammed’in (asm) manevî mahiyetinde toplanmıştır. O halde, O Zât-ı Mübarek:

Kâinatın yaratılış sebebidir (illet-i gaiye),

Kâinat kitabının en büyük tercümanıdır (muallim-i ekber),

Ve varlık ağacının en münevver meyvesidir (meyve-i ekmel).

Göz Önündeki Delil: Her Varlık Bu Sistemi Onaylar

Bir insan, anne karnında bir hücreden yaratılır. Bir çiçek, topraktan çıkan küçücük bir tohumdan. Hatta bir millet, tek bir dâhinin fikriyle şekillenir. Yani küçükten büyüğe, “cüz’îden küllîye” geçiş, kainatın bir sünnetidir.

Öyleyse Allah’ın en büyük sanatı olan kainatın, en nurlu hakikat olan Nur-u Muhammedî’den (asm) yaratılması; akıl dışı değil, tam tersine hakikat ölçüsüdür.

İnsanlığa Düşen Pay: O Nurda Kendini Bulmak

Bu derin sır, sadece bir bilgi değil, aynı zamanda bir kimliktir. Zira Nur-u Muhammedî, varlıkların özü olduğu gibi, insanın da yaratılış ruhudur. İnsan, o nura tutunarak hem kendini hem de kainatı anlayabilir.

O nur, karanlıklar içinde rehberdir. O nur, hayret içinde bir pusuladır. Ve o nur, varlığın içindeki sır perdelerini bir bir aralayan hikmet kandilidir.

Özet:

Bediüzzaman, koca kainatın bir insanın cüz’î mahiyetinden halk edilebileceğini, bir çam ağacının küçük bir çekirdekten yaratılması örneğiyle açıklar.

Kainatın, “Nur-u Muhammedî” adı verilen ulvî hakikatten yaratıldığını belirtir.

Bu misal, kudret-i ilahiyenin küçüklük-büyüklük gibi sınırlamalardan münezzeh olduğunu gösterir.

Hz. Muhammed (asm), kainat ağacının hem çekirdeği hem de en mükemmel meyvesidir.

İnsan, o nurun izinden giderek hem yaratılış sırrını hem de kendindeki hakikati anlayabilir.

 

 




Mi’rac: Yetmiş Bin Perdenin Ardındaki Hakikat

Mi’rac: Yetmiş Bin Perdenin Ardındaki Hakikat

“Madem her insan cüz’iyetten ve süfliyetten tecerrüd edip en yüksek bir makam-ı küllîye çıkamıyor. O Hâkim’in küllî hitabına bizzat muhatap olamıyor. Elbette o insanlar içinde bazı efrad-ı mahsusa, o vazife ile muvazzaf olacaklar; tâ iki cihetle münasebeti bulunsun. Hem insan olmalı, tâ insanlara muallim olsun. Hem ruhen gayet ulvi olmalı ki tâ doğrudan doğruya hitaba mazhar olsun.

   Şimdi madem şu insanlar içinde, şu kâinat Sâni’inin makasıdını en mükemmel bir surette bildiren ve şu kâinat tılsımını keşfeden ve hilkatin muammasını açan ve rububiyetin mehasin-i saltanatına en mükemmel tarzda dellâllık eden Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdır.
Elbette bütün efrad-ı insaniye içinde öyle bir manevî seyr ü sülûku olacaktır ki cismanî âlemde seyr ü seyahat suretinde bir mi’racı olacaktır. “Yetmiş bin perde” tabir olunan berzah-ı esma ve tecelli-i sıfât ve ef’al ve tabakat-ı mevcudatın arkasına kadar kat’-ı meratib edecektir. İşte mi’rac budur.”
Sözler.627

İnsan, cüz’îdir. Düşüncesi sınırlı, gözü dar ufuklu, aklı ise zamana ve mekâna mahkûmdur. Ne var ki, insanlık camiası içinde öyle bir fert vardır ki, o cüz’îlikten tecerrüd etmiş, ruhen ulvileşmiş, kalben arş-ı rahmete yol almış ve o daracık beşeriyet penceresinden sonsuzluğa açılan bir kapıya dönüşmüştür. İşte bu kişi, Fahr-i Âlem Hz. Muhammed Mustafa’dır (asm).

Bediüzzaman’ın ifadesiyle:

> “Madem her insan cüz’iyetten ve süfliyetten tecerrüd edip en yüksek bir makam-ı küllîye çıkamıyor… Elbette o insanlar içinde bazı efrad-ı mahsusa, o vazife ile muvazzaf olacaklar…”

Küllî Bir Temsilci: Nübüvvetin Hikmeti

Kâinat, bir anlamlar ormanıdır. Her varlık, Allah’ın isimlerinden birinin sessiz bir tercümesidir. Ama bu büyük kitabı herkes okuyamaz. Çünkü bu kelimeler ne Arapçadır ne Farsça… Bu kelimelerin dili tevhidin lisanıdır. İşte bu dili hakkıyla okuyabilen, anlayabilen ve insanlara öğretebilen yegâne muallim, Peygamber Efendimiz’dir (asm).

O, sadece bir insan değildir; aynı zamanda insanlığın temsilcisidir. Allah’ın küllî hitabına mazhar olabilecek kadar ulvî, insanların haline dert ortağı olacak kadar beşerîdir. Mi’rac, bu iki yönüyle bir köprü vazifesi görür. O, yerle gök, mahlûkatla Hâlık, fânilikle bekâ arasında gidip gelmiş, “yetmiş bin perde” ardındaki ilahi sırları gözlemlemiştir.

Yetmiş Bin Perde: Esmâdan Zâta Yolculuk

Bediüzzaman’ın “yetmiş bin perde” ifadesiyle anlattığı mertebeler, sadece mesafeler değil; manevî derecelerdir. Bunlar:

Esmâ: Allah’ın güzel isimlerinin her biri bir perde,

Sıfât: Kudret, irade, ilim gibi ilahî sıfatlar başka bir perde,

Ef’âl: Allah’ın fiilleri olan yaratmak, diriltmek, öldürmek gibi tecelliler ayrı bir perde,

Mahlukat: Varlık âleminin katmanları—madde, hayat, ruh, melekût—her biri bir perde…

Peygamber Efendimiz (asm), bu perdelerin her birinden geçmiş, kâinatın derin sırlarını bizzat müşahede etmiş, sonra tekrar insanlık âlemine dönerek bu hakikatleri bize taşımıştır.

Mi’rac: Kâinatın Sırrını Açan Anahtar

Bediüzzaman, Mi’rac’ın sadece bir mucize değil, aynı zamanda bir hikmet ve tevhid dersi olduğunu söyler. Çünkü o seyahat, Allah’ın saltanatının ihtişamını, esmalarının genişliğini, mahlûkatın çeşitliliğini gözler önüne sermiştir.

Mi’rac, Allah’ın yalnızca göklerin değil; insanın kalbinin, aklının, hayatının da Rabbi olduğunu göstermiştir. Ve bu yolculuk, bize şunu fısıldar: Her insan, kendi nefsinde küçük bir mi’rac yaşamakla mükelleftir.

Özet:

Her insan, Allah’ın doğrudan hitabına mazhar olamaz; bu sebeple bazı özel fertler (enbiya) bu vazife ile görevlendirilmiştir.

Hz. Peygamber (asm), hem insanlığa muallim olacak kadar beşerî, hem de doğrudan hitaba mazhar olacak kadar ulvî bir şahsiyettir.

Mi’rac, esmâ, sıfât, ef’âl ve mahlûkat perdelerinden geçerek, Allah’ın küllî rububiyetini ve saltanatını temaşa etmektir.

“Yetmiş bin perde”, Allah’a giden yolun manevi derecelerini ve hakikat tabakalarını temsil eder.

Hz. Peygamber’in mi’racı, kâinatın sırrını çözmek ve insanlığa ilahi hakikatleri ulaştırmak için gerçekleştirilmiş küllî ve hikmetli bir seyahattir.

 




Mi’racın Katmanları: Esma-i Hüsna’nın Semavî Haritası

Mi’racın Katmanları: Esma-i Hüsna’nın Semavî Haritası

“Mesela, ism-i Kadîr’e mazhar Hazret-i İsa aleyhisselâm, hangi semada Peygamber aleyhissalâtü vesselâm ile görüştü ise işte o sema dairesinde Cenab-ı Hak, Kadîr unvanıyla bizzat orada mütecellidir. Mesela, Hazret-i Musa aleyhisselâmın makamı olan sema dairesinde en ziyade hüküm-ferma, Hazret-i Musa aleyhisselâmın mazhar olduğu “Mütekellim” unvanıdır ve hâkeza…

   İşte Zat-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm, çünkü ism-i a’zama mazhardır ve nübüvveti umumîdir ve bütün esmaya mazhardır, elbette bütün devair-i rububiyetle alâkadardır. Elbette o dairelerde makam sahibi olan enbiyalarla görüşmek ve umum tabakattan geçmek, hakikat-i mi’racı iktiza ediyor.”
Sözler.623.

Kâinatı bir kitap gibi okuyabilenler için her yıldız bir harf, her gezegen bir kelime, her sema bir sayfa gibidir. Mi’rac, bu ilahi kitabın bizzat Allah tarafından bir abdine okutulmasının adıdır. Bediüzzaman Said Nursî’nin “Sözler” adlı eserinde geçen şu satırlar, bu semavî yürüyüşün katmanlı ve esma merkezli hikmetini gözler önüne serer:

> “Hazret-i İsa… ism-i Kadîr’e mazhar… Hazret-i Musa… ism-i Mütekellim’e mazhar… Zat-ı Ahmediye… ism-i A’zam’a mazhar…”

Sema Tabakaları: Esma-i Hüsna’nın Yansımaları

Mi’rac bir yükseliştir; ama rastgele değil, ilahi bir tertibin izdüşümüdür. Her bir sema, bir esmanın tecellisine aynadır. Ve o semada karşılaşılan peygamber, o ismin mazharıdır:

Hz. İsa (a.s.), mucizeleriyle Allah’ın Kadîr ismine aynadır. Bu yüzden onun bulunduğu semada, Allah, Kudret sıfatıyla tecelli eder.

Hz. Musa (a.s.), kelâm sırrına mazhar olmuş; Allah ile konuşmuştur. O dairede Mütekellim ismi hâkimdir.

Ve nihayet, Hz. Muhammed (s.a.v.)… O ki, bütün isimlere mazhardır. İsm-i A’zam’ın tecelligâhıdır. Onun yürüyüşü, rububiyet dairelerinin tamamına ait bir seyrüseferdir.

Bu tablo, sadece Mi’rac mucizesinin büyüklüğünü değil; ilahi isimlerin evrendeki düzenleyici gücünü ve insanlarla olan münasebetini de gözler önüne serer.

Mi’rac: Esma Haritasında Bir Seyahat

Mi’rac sadece mekânsal bir yolculuk değil, aynı zamanda esma-i hüsnanın hakikatlerini katman katman idrak etme yolculuğudur. Her peygamberle yapılan görüşme, bir esmanın mahiyetini tanıma, bir ilahi sıfatla karşılaşmadır. Bu yönüyle Mi’rac, bir semavî ziyaret değil, bir tevhid haritasının gezilmesidir.

Bu yürüyüşte Hz. Peygamber (asm), sadece esmaları görmemiş; onların kâinattaki tezahürlerini, hayatla irtibatlarını ve rububiyet dairelerindeki tecellilerini de tefekkür etmiştir. İşte bu yüzden Mi’rac, bir şahsın miracından çıkıp, insanlığın esma-i hüsnayla tanıştığı en büyük derstir.

Umumî Nübüvvetin Sırrı

Risale-i Nur bu noktada çok çarpıcı bir hakikati nazara verir: “Nübüvveti umumîdir.” Yani Hz. Peygamber’in peygamberliği belli bir kavme, zamana, coğrafyaya değil; bütün zamanlara, mekânlara ve varlıklara şâmildir. O halde onun çıktığı Mi’rac da sadece bir kişisel kemalat yolu değil, bütün ümmete, hatta tüm varlığa açılan bir rahmet kapısıdır.

Mi’rac, Allah’ın “Ben size yakınım” (Bakara, 2/186) ayetinin semavî bir tefsiridir. O yakınlığın tecellisi, bir kulun Rabbinin huzuruna çıkmasıyla değil, Rabbinin bütün varlıkla olan yakınlığını fiilen göstermesiyle vücut bulmuştur.

Özet:

Mi’rac, sadece bir yükseliş değil; esma-i hüsnanın semavî tabakalardaki tecellilerini gösteren ilahi bir seyahattir.

Her sema katında bulunan peygamber, bir isme (esmaya) mazhar olmuş; böylece o kat bir ilahi sıfatın yansıma noktası olmuştur.

Hz. Peygamber (s.a.v.), ism-i A’zam’a ve bütün esmaya mazhardır; bu nedenle onun Mi’racı, umumî bir tecelli, küllî bir ziyaret, bütün peygamberlerin mirasını kuşatan bir yürüyüştür.

Mi’rac, sadece Allah’a yakınlığın değil; Allah’ın tüm mahlukata ne kadar yakın olduğunun en parlak delilidir.

 

 




İman ve Asayiş: Kalplerde Kurulan Emniyet Devleti

İman ve Asayiş: Kalplerde Kurulan Emniyet Devleti

> “Acaba idarece ve asayişi muhafazaca, bin imanlı adam mı yoksa on dinsiz serseri mi daha kolaydır?
Evet iman, güzel seciyeler vermekle hem merhamet hissini hem zarar vermekten sakınmak meylini verir.”
(Tarihçe-i Hayat, s.223)

Asayişin Temeli: Kalplerde Kurulu Vicdan Ordusu

Devletin en büyük vazifesi nedir? Şehirleri korumak mı? Sınırları mı? Hayır… En büyük ve en zor koruma, insanın iç âleminde başlar. Eğer bir fert, kalbinde vicdanını ve aklında Allah korkusunu taşıyorsa, o kişiyi bin polis değil, bir ayet terbiye eder. İşte iman, insanı içten inşa eden böyle bir nurdur.

Bugün nice toplumlar, zenginlik içinde ama huzursuz; teknolojiyle donanmış ama korku içinde. Çünkü asayiş sadece kamerayla, devriye ile, yasayla sağlanmaz. Asayiş, kalpten başlar. Ve kalbi emniyet altına alan tek şey: hakiki imandır.

Dinsiz Serseri: Dışarıdan Korumak Yetmez

Bediüzzaman’ın “on dinsiz serseri” ifadesi sadece sayısal bir kıyas değil, bir zihniyet tasviridir. Dinsizliğin sonucu olan sefahat, menfaatçilik ve sorumsuzluk; toplumun damarlarına sızan bir zehirdir. Böyle bir kimse, kanun görmediği sürece suçtan kaçınmaz. Çünkü onu durduran bir iç fren mekanizması yoktur.

Oysa imanlı bir insan, Allah’a hesap verme duygusuyla yaşar. Kimsenin görmediği yerde dahi edebini, ölçüsünü kaybetmez. Çünkü onun kalbinde “Allah görüyor” yazılı bir vicdan nöbet tutmaktadır.

İman: İçtimai Hayatın En Büyük Güvencesi

Bugün huzuru sağlamak için devletler milyarlarca doları güvenlik sistemlerine harcıyor. Fakat insanlar hâlâ birbirine güvenmiyor. Çünkü asıl güven, insanın iç âleminde kurulmadıkça dış tedbirler sınırlı kalır. Oysa iman:

Ahlakı temellendirir.

Merhameti canlı tutar.

Haksızlıktan sakındırır.

Kul hakkını dokunulmaz yapar.

İşte bu yüzden imanlı bin kişi, asayiş açısından sorunsuz bir toplum teşkil eder. Bir güven toplumu oluşur. Polis bile huzur içinde görev yapar.

Vicdanı Terbiye Etmeyen Sistemler Yıkılmaya Mahkûmdur

Tarih boyunca görüldü ki, iman ve ahlâk temeli olmayan toplumlar, önce içten çürür, sonra çöker. En büyük tehlike dışarıdan değil, kalplerdeki boşluktan gelir. Bugünün en modern şehirlerinde bile suç oranları artıyorsa, bunun sebebi ne teknolojinin eksikliği ne de yasaların yetersizliğidir. Sebep: imanın zayıflığı, ahlâkın çözülmesidir.

Sonuç: Her Kalpte Bir Emniyet Kuvveti Kurulmalı

İman sadece cennete gitmenin değil, dünyayı cennete çevirmenin de anahtarıdır. Her bireyin kalbinde Allah’a imandan doğan bir sorumluluk duygusu, bir merhamet hissi ve bir kendini gözeten vicdanı varsa, o toplumda suç azalır, huzur artar, emniyet kökleşir.

Asayiş, kılıçla değil; kalpten gelen adaletle, vicdanla, imanla sağlanır.

Makale Özeti:

İman, insanı içten terbiye eden ve ona zarar vermekten sakınmayı öğreten bir kuvvettir.

Asayiş sadece dış tedbirlerle değil, kalplerdeki vicdan ve Allah korkusuyla sağlanır.

Dinsiz bir toplumda asayiş sürekli tehdit altındadır; imanlı bireylerden oluşan toplumda ise huzur ve güven kökleşir.

Gerçek emniyet, bireyin iç âlemine iman yoluyla yerleştirilen vicdanî denetimle mümkündür.

 

 




Fânî Hayatın Sırrı: Bâki Hayata Açılan Kapı

Fânî Hayatın Sırrı: Bâki Hayata Açılan Kapı

“Biliniz ki mevcudat içinde en kıymettar, hayattır. Ve vazifeler içinde en kıymettar, hayata hizmettir. Ve hidemat-ı hayatiye içinde en kıymettar, hayat-ı fâniyenin hayat-ı bâkiyeye inkılab etmesi için sa’y etmektir. Şu hayatın bütün kıymeti ve ehemmiyeti ise hayat-ı bâkiyeye çekirdek ve mebde ve menşe cihetindedir. Yoksa hayat-ı ebediyeyi zehirleyecek ve bozacak bir tarzda şu hayat-ı fâniyeye hasr-ı nazar etmek; âni bir şimşeği, sermedî bir güneşe tercih etmek gibi bir divaneliktir. “
Tarihçe-i Hayat.200.

Hayat: Kâinatın Kalbinde Atan Cevher

Kâinat içinde en kıymetli şey, hayattır. Dağlar, yıldızlar, okyanuslar büyük olabilir ama hayat kadar anlamlı değildir. Çünkü hayat, şuur ve şahitliktir. Güneşi gören, dağı seyreden, geceye hayret eden; hayattır. Bu yüzden Kur’an, canlılara defaatle dikkat çeker. Çünkü hayat, kâinatta tecelli eden ilâhî isimlerin aynasıdır.

Ama bu hayatın da dereceleri vardır. En yüksek derece ise, hayatı bâki hayata hazırlamak, onu ebedî hayat için bir sermaye yapmaktır. Çünkü bu fânî dünya, kalmak için değil gitmek için var edilmiştir. O hâlde akıllı insan, bu geçici hayatta ebedî bir saadetin tohumunu ekendir.

Hayata Hizmetin Hakiki Değeri

Bediüzzaman, hayatın kıymetini anlatmakla kalmaz, en kıymetli hizmetin de ne olduğunu söyler:

> “Hayat-ı fâniyenin, hayat-ı bâkiyeye inkılab etmesi için çalışmak.”

İşte asıl mesele budur. Bir hayatı yaşamak değil, o hayatı sonsuz bir hayata çevirmek, faniyi bâkiye köprü kılmak… Çünkü insan için en büyük kayıp; faniye bağlanıp bâkiyi unutmaktır. Bu, geçici bir gölgeye tutulup, güneşi terk etmek gibidir. Anlık bir parıltıya aldanıp, ebedî bir nuru yitirmektir.

Ebedî Hayatı Zehirleyen Bir Aldanış

İşte bu noktada Bediüzzaman’ın ikazı ne kadar da sarsıcı:

> “Hayat-ı ebediyeyi zehirleyecek ve bozacak bir tarzda şu hayat-ı fâniyeye hasr-ı nazar etmek;
âni bir şimşeği, sermedî bir güneşe tercih etmek gibi bir divaneliktir.”

Bugün dünya hayatına öylesine bağlanmışız ki, ebedi saadeti ya unutuyoruz ya da erteliyoruz. Oysa ömür; göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir andır. Ve o anda neyi sevmiş, neyi tercih etmişsek; ebediyet ona göre şekillenir. Fânîyi sonsuz zannetmek kadar büyük bir yanılgı olamaz.

Hayatın Asıl Gayesi: Ebediyeti Kazanmak

Fânî hayata verilen kıymet, ancak bâkî hayata hizmet ettiği sürece makbuldür. Mal, makam, şöhret, ne varsa… Hepsi ebediyete yönelmişse anlam kazanır. Aksi hâlde, hayatı sadece dünya için yaşamak, onu ebedî bir azaba dönüştürür. Çünkü hakikat şudur:

> Hayat bir sermayedir.
Ya ahiret pazarında ebedî bir kazanca çevrilir…
Ya da heba olup gider.

Peki, Ne Yapmalı?

  1. Hayatın kaynağını bilmek: Hayat Allah’ın bir hediyesidir. Onu O’nun istediği şekilde yaşamak gerekir.
  2. Niyetleri düzeltmek: Her işi bâki hayata hizmet niyetiyle yapmak mümkündür. Bu niyet, fânîyi bâkiye dönüştürür.
  3. Zamanı israf etmemek: En kıymetli sermaye zamandır. Onu boşa harcamak, ebediyeti kaybetmektir.
  4. Dünya için değil, ebediyet için yaşamak: Dünya ebediyetin tarlasıdır. Ekin zamanı şimdi. Biçim zamanı ise kabir ötesindedir.

Makale Özeti:

Kâinat içinde en değerli şey hayattır; fakat bu hayatın gerçek kıymeti, ebedî hayata hizmet ettiği orandadır.

En kıymetli hizmet, fânî hayatı bâki hayata çevirmek için çalışmaktır.

Sadece dünyaya odaklanan bir hayat, ebedî saadeti zehirler ve akılsızca bir tercihtir.

Akıllı insan, fânîyi bâkiye çevirecek bir hayat yaşar; niyetini ve yönünü ahirete çevirir.

 

 




Hayatın Şartı: Vahdet ve İttihad

Hayatın Şartı: Vahdet ve İttihad

> “Hayat, vahdet ve ittihadın neticesidir.
İmtizaçkârane ittihat gittiği vakit, manevî hayat da gider.”
(Tarihçe-i Hayat, s.199)

Birlik Olmadan Hayat Olmaz

Hayat dediğimiz şey; sadece nefes almak, yemek yemek, yaşamak değildir. Gerçek hayat; bir anlamın, bir ruhun, bir ahengin içinde yaşamaktır. Bu ise ancak vahdet ve ittihad, yani birlik ve bütünlük ile mümkündür. Bediüzzaman’ın ifadesiyle: Hayatın mayası birliktir.

Ayrılık, dağınıklık, benlik ve tefrika arttıkça; hayat dağılır, anlam erir, ruh solar. Çünkü birlik, sadece fizikî değil, manevî bir kuvvettir. Bir bedenin uzuvları nasıl birlikte çalıştığında hayat bulursa; bir millet, bir cemaat, bir ümmet de ittihad hâlinde olduğunda hayat bulur, canlılık kazanır.

Atomdan Galaksiye: Her Yerde Vahdet

Kâinata bir bakın: Güneş sisteminden hücrelere kadar her şey bir ahenk ve birlik içinde var olur. Atomlar birleşmeden moleküller, moleküller birleşmeden hücreler, hücreler birleşmeden canlılık oluşmaz. Birlik varsa hayat var, ayrılık varsa çöküş var.

İnsanın kalbi, beyni, organları ayrı ayrı iş görür ama bir amaç uğruna bir araya gelmiştir. İşte bu noktada Bediüzzaman’ın ifadesi anlam kazanır:

> “İmtizaçkârane ittihat gittiği vakit, manevî hayat da gider.”

Yani birlik sadece “bir arada olmak” değil, “uyumla bir arada olmak”tır. Kalpler farklıysa, niyetler çatışıyorsa, hedefler ayrılmışsa; o zaman hayat dağılır, maneviyat söner.

Ümmetin Hastalığı: Tefrika ve Benlik

Bugün ümmetin perişan hâli, işte bu ilahî sırra karşı gelişimizin sonucudur. Herkes kendi grubunu, hizbini, yolunu üstün görür oldu. Herkes kendine “hak” dedi, ötekine “batıl.” Oysa “hayat, vahdetin neticesidir.” O vahdet bozulduğunda, ümmetin manevi hayatı da çöktü.

Bugün Müslümanlar zulüm altındaysa, güçsüzse, itibarsızsa; bu, dış düşmanlardan önce içimizdeki dağınıklıktandır. Çünkü birlik yoksa; rahmet yoktur, kuvvet yoktur, izzet yoktur.

İmtizaç: Sadece Birlik Değil, Uyumlu Birlik

Bediüzzaman sadece “ittihat” demiyor, “imtizaçkârane ittihat” diyor. Yani sadece bir araya gelmek yetmez. Kalben, fikren, hedefte de uyum şarttır.

Aynı kıbleye yönelmek gibi…

Aynı duaya “amin” demek gibi…

Aynı derdi hissetmek, aynı sevinçte birleşmek gibi…

Bu uyum sağlanmadığında, birlik şeklen var olsa da ruhen yok olur. Ve o zaman da “manevî hayat gider.”

İttihadın Bereketi, Tefrikanın Felaketi

Birlik varsa;

Rahmet gelir,

Yardım ilâhî olur,

Düşmanlar geri çekilir.

Ayrılık varsa;

Musibet çoğalır,

Kalpler taşlaşır,

Küfür cesaret bulur.

Bediüzzaman, bu hakikati Risale-i Nur’un her satırında işler. Çünkü Kur’an, ümmet olmayı; tevhidi, vahdeti esas alır. Tefrika, Kur’an’ın ruhuna aykırıdır. Ve unutulmamalıdır ki, şeytan dahi ümmetin ayrılığından cesaret bulur.

Birlikte Dirilmek: Manevî Hayatın Dirilişi

Bu ümmetin yeniden dirilişi; ne siyasî ne askerî güçle olacak. Diriliş; kalplerin birleşmesiyle, samimiyetle, ittihadla olacaktır. Aynı Rabb’e inananlar, aynı Kitab’a sarılanlar, aynı Peygamber’e ümmet olanlar artık birbirlerine sırt çevirmemeli, birbirlerini ötekileştirmemeli.

Çünkü:

Hayat birlikle var olur.

Birlik rahmettir.

Dağınıklık azap getirir.

Makale Özeti:

Hayatın özü, birlik ve uyumdur. Vahdet yoksa, hayat da kalmaz.

Kâinatın işleyişi dahi birlik üzerine kuruludur. Ayrılık, çözülme ve ölümdür.

Ümmetin bugünkü hali, vahdetten uzaklaştığımızın göstergesidir.

Sadece bir arada olmak değil, kalben uyum içinde olmak gerekir.

Gerçek diriliş; ihlaslı bir ittihadla mümkündür, şekli birlikle değil.

 




Samimiyetin Kerameti: Şahs-ı Manevînin Gücü

Samimiyetin Kerameti: Şahs-ı Manevînin Gücü

> “Evet, velayetin kerameti olduğu gibi niyet-i hâlisenin dahi kerameti vardır.
Samimiyetin dahi kerameti vardır.
Bâhusus lillah için olan bir uhuvvet dairesindeki kardeşlerin içinde ciddi, samimi tesanüdün çok kerametleri olabilir.
Hattâ şöyle bir cemaatin şahs-ı manevîsi bir veliyy-i kâmil hükmüne geçebilir, inayata mazhar olur.”
(Tarihçe-i Hayat, 188)

Gizli Bir Kuvvet: Samimiyet

Zaman zaman kerametleri konuşuruz. Harikulade olayları, olağanüstü halleri… Lakin Bediüzzaman Said Nursî’nin bu cümlesiyle yüzleşince anlarız ki, en büyük keramet bazen gizli, sessiz ve gözle görülmez bir yerde saklıdır: Niyetin halisliğinde ve samimiyetin özünde.

Günümüzde insanlar büyük işler yapmak istiyor; büyük konuşmalar, büyük projeler, büyük etiketler… Fakat çoğu zaman samimiyet eksik, niyet bulanık, uhuvvet yapmacık. İşte bu noktada “halis niyetin kerameti” devreye girer. Çünkü Allah, niyete bakar. İnsanlar zahire, Allah ise kalplere nazar eder.

Velilik Tek Başına, Cemaat Birlikte Veliy-i Kâmil Olur

Bediüzzaman’ın işaret ettiği esaslardan biri de şudur:

> “Bir cemaatin şahs-ı manevîsi bir veliyy-i kâmil hükmüne geçebilir.”

Yani bu zamanın yükünü bir tek fert kaldıramaz. Bu zaman cemaat zamanıdır. Ferdi dindarlıklar, ferdi istikametler bir noktaya kadar tesirlidir. Ama samimi, ihlaslı, lillah için bir araya gelen müminler, birlikte bir veli gibi, hatta bir kutup gibi, Allah’ın inayetine mazhar olabilirler.

Şahısların makamı geçici olabilir. Ama şahs-ı manevî; yani cemaatin oluşturduğu manevi kimlik, sadakatle, ihlasla, kardeşlikle beslendikçe Allah’ın nusretine mazhar olur.

Tesanüd: Dayanışmanın Kerameti

Bugün İslam ümmeti dağınık. Herkes bir başına bir şeyler yapmaya çalışıyor. Oysa asıl keramet, tesanüddedir: Birbirine dayanmakta, yükü paylaşmakta, duada buluşmakta, birlikte yürümektedir. Tıpkı küçük taşların birleşip bir kale duvarı oluşturması gibi.

Eğer cemaat içinde samimiyet varsa, eğer bu birlik menfaat değil, muhabbet üzerine kurulmuşsa, o zaman o toplulukta:

Kalpler birleşir,

Dualar güçlenir,

Yardım ilahî olur.

Bu, görünmeyen bir keramettir ama en etkili olandır.

Uhuvvet: Allah İçin Kardeş Olmak

Samimiyetin kerameti bireyi yüceltirken, uhuvvetin kerameti cemaati yüceltir. Çünkü Allah için kardeş olanlar arasında melekler kanat gerer. İhlas varsa, rekabet olmaz. Samimiyet varsa, kibir barınmaz. Tesanüd varsa, şeytanın araya girmesi zorlaşır.

Bediüzzaman’ın müellif olduğu bu satırlar aslında bir zaman tüneli gibidir. Dünyevi hırslarla yozlaşan, birbirine düşman kesilen, kardeşini kıskanan bir ümmete, yeniden samimi niyet, temiz kalp, ihlaslı birliktelik reçetesi sunar.

Bugünün Derdi: İhlas, Samimiyet ve Birlik Eksikliği

Bugünün müminleri çok konuşuyor, ama az dinliyor. Çok plan yapıyor ama az dua ediyor. Birlikten söz ediyor ama kalpten değil, hesaptan konuşuyor.

Oysa bir cemaatin Allah için bir araya gelmesi, egoizmden sıyrılarak Allah rızasında birleşmesi, görünüşte sıradan bir hareket olsa da, manevî âlemde büyük sonuçlar doğurur. İşte bu samimiyetin kerametidir.

Sonuç ve Özet

Risale-i Nur’da ifade edilen bu veciz cümle; niyetin, samimiyetin, ihlasın ve uhuvvetin manevi gücünü ve kerametini ortaya koyar.

Samimi niyetler, tıpkı evliyanın kerametleri gibi Allah tarafından destek görür.

Birbirine Allah için dayanan müminler, birlikte bir veliyy-i kâmil gibi büyük hayırlara vesile olabilirler.

İhlas, uhuvvet ve tesanüd; bu zamanın en büyük eksikliği ve aynı zamanda en büyük reçetesidir.

Makale Özeti:

Halis niyetin ve samimiyetin de velayet gibi kerametleri vardır.

Lillah için bir araya gelen müminlerin oluşturduğu cemaat, veliyyi kâmil gibi Allah’ın inayetine mazhar olabilir.

Tesanüd ve uhuvvet içindeki samimiyet, görünmeyen ama güçlü bir manevi kalkandır.

Bugünün ümmetinin en büyük ihtiyacı, samimilik, kardeşlik ve ihlaslı birlikteliktir.

 




Ene: Rububiyet Sıfatlarını Tanıtan Farazî Bir Ayna

Ene: Rububiyet Sıfatlarını Tanıtan Farazî Bir Ayna

“Sâni’-i Hakîm, insanın eline emanet olarak rububiyetinin sıfât ve şuunatının hakikatlerini gösterecek, tanıttıracak, işarat ve numuneleri câmi’ bir ene vermiştir. Tâ ki o ene, bir vâhid-i kıyasî olup evsaf-ı rububiyet ve şuunat-ı uluhiyet bilinsin. Fakat vâhid-i kıyasî, bir mevcud-u hakiki olmak lâzım değil. Belki hendesedeki farazî hatlar gibi farz ve tevehhümle bir vâhid-i kıyasî teşkil edilebilir. İlim ve tahakkukla hakiki vücudu lâzım değildir. “
Sözler. 30. Söz

İnsan, varlıklar içinde en mükerrem, en müşerref ve en mütefekkir olanıdır. Onun taşıdığı sorumluluk sadece yeryüzünde değil, bütün kâinatta yankılanan bir anlam taşır. Çünkü insana öyle bir “ene”, yani “benlik” verilmiştir ki bu benlik, İlâhî rububiyetin tecellilerini tanıma ve tanıtma cihazıdır.

Ancak bu benlik, kendi başına mutlak ve hakiki bir varlık değil; İlâhî hakikatleri kıyaslamak için verilmiş mecazî ve farazî bir ölçü birimidir. Tıpkı geometrinin varsayımsal çizgileri gibi… Kendinde bir vücut aramayan ama başka hakikatleri anlamak için kullanılan bir mihenk taşıdır.

Ene: İlâhî Hakikatleri Ölçmek İçin Verilen Kıyas Ölçeği

Cenab-ı Hak, insanın eline “ene”yi bir vâhid-i kıyasî olarak vermiştir. Ne demek bu? Nasıl ki bir cismin boyunu ölçmek için elimizde bir cetvel olmalı, Allah’ın sonsuz sıfatlarını da anlayabilmek için bir kıyas ölçüsüne ihtiyaç vardır. Bu ölçü, bizim aczimizi, cehlimizi, ihtiyaçlarımızı ve benlik idrakimizi ihtiva eder. İnsan kendinde zayıflık hisseder ve kudreti anlar; ilimsizliğini fark eder ve İlâhî ilmin sonsuzluğunu kavrar.

Fakat bu “ene”, hakiki ve sabit bir varlık değildir. O, yalnızca mecazî bir varlıktır. Bir hayal, bir farz, bir kıyas vasıtasıdır. Onu hakikat zannedip merkez yaparsa insan, kendini ilahlaştırma gibi bir vartaya düşer ki bu, firavunluğun kaynağıdır. Oysa ene, haddini bilir ve kıyas görevinde kalırsa insanı marifetullahta kemale erdirir.

İnsana Emanet Edilen Bir Sır

Bu farazî ölçü, sadece insan türüne verilmiştir. Meleklerde yoktur. Hayvanatta bulunmaz. Çünkü insanın vazifesi, yalnızca ibadet etmek değil, aynı zamanda Allah’ı isim ve sıfatlarıyla bilmek, tanımak ve şuurla sevmektir. Ene’nin bu noktadaki rolü büyüktür. O, insanın üzerine yerleştirilen İlâhî emanetin bir parçasıdır. Bu emanet, “Ben neyim?” sorusunu sorabilen ve cevabını arayan tek mahlûk olan insanı, varlıkların en anlamlısı haline getirir.

Ama ene, eğer haddini aşar, hakikatte olmayan bir bağımsızlık vehmetmeye başlarsa, felakete kapı aralanır. İşte bu yüzden ene, hem hidayetin hem de dalaletin eşiğidir. O, doğru okunursa marifetullahın anahtarı; yanlış okunursa şirk ve enaniyetin kaynağıdır.

Varlığın Anahtarı mı, Firavunluğun Kapısı mı?

Ene, kendini doğru tanıdığı zaman kâinatın şifrelerini çözer. Allah’ın sıfatlarını anlar, şuunatına muttali olur. Fakat ene, kendini merkeze koyar, her şeyi kendine nisbet ederse, Hak’tan uzaklaşır. Bu yüzden ene, aynı zamanda bir imtihan vesilesidir. Ya mecazda kalır ve hakikati gösterir, ya da mecazı hakikat zanneder ve insanı yoldan saptırır.

Özet

Bu makalede “ene”nin, Allah’ın rububiyet sıfatlarını anlamak için insana verilen farazî bir kıyas birimi olduğu işlenmiştir. Ene; kendinde hakiki bir varlık barındırmayan, fakat İlâhî hakikatleri tanımaya yardımcı olan mecazî bir aynadır. Eğer bu benlik doğru anlaşılırsa marifet kapıları açılır, yanlış yorumlanırsa şirk ve enaniyete dönüşür. Böylece ene, hem kâinatın manasını açan bir anahtar hem de insan için büyük bir imtihandır.

 

 




Asrın Vebası: Fikrî Salgınlardan Ruhî Sefalete

Asrın Vebası: Fikrî Salgınlardan Ruhî Sefalete

Tarihin her çağında insanlığı tehdit eden salgınlar olmuştur. Kimileri bedenleri, kimileri ruhları çürütmüştür. Ne var ki, bedenî vebalardan kurtulmak kolaydır; tedavi, izolasyon ve sabırla geçer. Asıl tehlikeli olan, zihinlere ve kalplere bulaşan fikir virüsleridir. Çünkü bunlar, milletlerin istikametini bozar, nesilleri ifsat eder, toplumları çökertebilir.

  1. Yüzyıl: Komünizm ve Sosyalizmin Sahte Adaleti
  2. yüzyıl, insanlık tarihinin en kanlı ve en ideolojik çağıydı.
    Eşitlik, emek, adalet gibi cazip kavramlarla yola çıkan komünizm, aslında insan fıtratına aykırı bir toplumsal mühendislikti. İnancı dışlayan, mülkiyeti yok sayan, bireyi ezip devleti ilahlaştıran bir sistemdi. Neticede milyonlarca insanı açlıkla, korkuyla ve esaretle terbiye etmeye çalıştı. Sovyetler’den Çin’e, Kamboçya’dan Küba’ya kadar birçok ülke bu fikir vebasının kurbanı oldu.

Komünizm ve sosyalizm; Allah’ı devre dışı bırakan, dini afyon gören, ahlâkın yerine ideolojiyi koyan bir sapma hareketiydi. Adalet vadetti ama zulüm doğurdu. Hakkı savundu ama hakkı boğdu. Emeği kutsadı ama emeği köleleştirdi.

  1. Yüzyıl: Sefahet ve Sekülerizmin Sessiz Salgını

Komünizmin yıkılışının ardından, insanlık rahatlayacağını zannetti. Ama boş kalan fikrî alan, bu kez daha sessiz ve sinsi bir veba ile dolduruldu: Sekülerizm ve sefahet.
Dine mesafeli, maneviyata yabancı bir hayat anlayışı…
Helal-haram çizgisinin silindiği, insanın sadece bedeni ve arzuları merkezine alındığı bir dünya düzeni…

Bugün sekülerizmin en büyük açmazı şudur:
İnsana sonsuz bir özgürlük vaad eder ama onu hedefsiz, kimliksiz ve değersiz bir mahlûka dönüştürür. Sefahet ise, bu boşluğu sürekli tüketim, eğlence, zevkçilik ile doldurmaya çalışır.

Komünizm; “Dünyada cennet kuracağım” diyerek ateş çukuruna götürdü.
Sekülerizm; “Cennete gerek yok, dünya eğlencesi yeter” diyerek insanı hayvaniyetin en alt basamağına indirdi.

Mücadele Alanı: Artık Tanklarla Değil, Ekranlarla Saldırıyorlar

  1. yüzyılın fikir savaşları meydanlarda, fabrikalarda, kitaplarda yapılıyordu.
    Bugün ise savaş ekranlarda, sosyal medyada, dijital içeriklerde, reklam filmlerinde yürütülüyor.
    Eskiden ideolojiler adına öldürülürdü; şimdi maneviyat adına yaşanmaz hâle getiriliyor.

Zihinler sekülerleşiyor, kalpler dünya sevdasıyla doluyor, gençlik sefahetle zehirleniyor.
Bu çağın komünizmi; Allah’ı hedeflememekle beraber, Allah’ı unutturan bir hayat tarzıdır.
Bu çağın sosyalizmi; sınıf savaşı değil, insan fıtratına karşı açılmış bir iç savaştır.

Çözüm: Vahiyle Dirilen Kalpler, Tevhid Eksenli Medeniyet

Bu asrın vebasından kurtuluş ancak tevhid merkezli bir inanç ve ahlâki değişim ile mümkündür.
Kur’an merkezli bir hayat tarzı, vahyin aydınlığında şekillenmiş bir toplum, sahte kurtarıcıları değil hakikî hidayet rehberlerini izleyen bir gençlik…

Unutulmamalıdır ki, bu çağda en büyük cihad; zihinleri korumak, kalpleri diri tutmak ve ifsad projelerine karşı ilim, hikmet ve imanla mücadele etmektir.

Makale Özeti

Bu makalede, 20. yüzyılın komünizm ve sosyalizm ideolojileriyle; 21. yüzyılın sekülerizm ve sefahet akımları kıyaslanarak, her iki çağın da birer fikrî ve ahlâkî veba ürettiği ifade edilmiştir.
Komünizm, dini reddederek insanlığı zulme sürüklemiş; sekülerizm ise dini dışlayarak insanı sadece bedeniyle tanımlamış, hedefsiz bir varlık haline getirmiştir.
Bugünün savaşı artık ideolojik değil, kültürel, dijital ve manevîdir.
Çözüm, Kur’ân ve sünnet rehberliğinde, fıtrata uygun bir hayat tarzı kurmak ve gençliği bu bilinçle donatmaktır.

 




Baş Aşağı Dünya: Aracın Amaç, Teknolojinin yüceltildiği Asır

Baş Aşağı Dünya: Aracın Amaç, Teknolojinin yüceltildiği Asır

İnsanoğlu yeryüzüne halife olarak indirildiğinde, eline iki büyük emanet verilmişti: Aklı ve iradesi. Aklıyla keşfedecek, iradesiyle tercih edecek; araçları akılla bulacak, amaçları vicdanla belirleyecekti. Ancak zaman geçti, işler tersine döndü. Aklı yönlendirmesi gereken irade köreldi; araçlar yüceltildi, amaçlar unutuldu.

Ve teknoloji, insanın hizmetinde bir araçken, insanın boynuna tasma takan bir efendi haline geldi.

Teknoloji: Bir Hizmetkârken, Bir Hükümdara Dönüşmek

Teknoloji, ilk varoluşunda hayatı kolaylaştırmak, zaman kazandırmak, iletişimi hızlandırmak için vardı.
Tekerlek, saat, pusula, yazı… Hepsi insana hizmet için icat edilmişti.
Fakat modern çağda teknolojinin amacı değişti. Artık teknoloji üretmiyor, insanı tüketiyor.

Zira artık insan, saatine hükmeden biri değil; saatine hapsolmuş bir kuldur.
Telefonuna sahip olan değil, telefonunun esiri olandır.
İnterneti kontrol eden değil, algoritmaların yönlendirdiği bir zihindir.

Ve böylece araç, amaçlaştırıldı.
Teknoloji artık bir vasıta değil, bir gaye, bir “yaşam tarzı”, bir “kimlik” haline geldi.

Ters Yüz Olan Hakikat: Ayaklar Baş, Başlar Ayak Oldu

Ayakların baş, başların ayak olduğu bir asırdayız.
İletişim var ama konuşacak söz yok.
Bilgi var ama hikmet yok.
Araçlar var ama hedef kayıp.

Bir otomobil düşünün, hız göstergesi çalışıyor ama direksiyonu bozuk.
İşte modern insan da öyle: Gidecek gücü var, ama gideceği yön yok.

Yalnızlaşan Kalpler, Kimliksizleşen Zihinler

Teknoloji bireyi merkeze koyarken aslında onu yalnızlaştırdı.
Sosyal medya, “bağlı” görünürken “kopuk” bireyler üretti.
Yapay zekâ, düşünme tembelliği doğurdu.
Dijital konfor, ruhsal çöküntüleri tetikledi.

Ve neticede insan, elindeki cihazların şekillendirdiği bir gölgeye dönüştü.

Peki Ne Yapmalı?

Öncelikle şu soruyu sormalıyız:
“Ben bu aracı ne için kullanıyorum? Yoksa o mu beni kullanıyor?”

Eğer teknoloji kullandığımız bir nimet ise, onu hedefe götüren bir at gibi yönlendiririz.
Ama teknolojiye kulluk etmeye başlarsak, o zaman bizi kendi hedeflerine doğru sürükler.
Reklamlar, algoritmalar, dijital kültürler bizi tanımlar ve biz fark etmeden biz olmaktan çıkarız.

Kur’ân’ın rehberliğiyle, teknolojiyi aracın asli rolüne döndürmek zorundayız.
Aksi takdirde, suretimiz dijital, hakikatimiz sönmüş birer kalıp haline geliriz.

Makale Özeti

Bu makale, teknolojinin insan hayatında araç olmaktan çıkıp amaç haline gelişini konu alır.
İlk başta hizmet aracı olan teknolojik imkânlar, zamanla insanı yönlendiren, onu kendi hedeflerine mahkûm eden bir yapıya dönüşmüştür.
Bu süreçte insan yalnızlaşmış, zihinler yüzeyselleşmiş, amaçlar belirsizleşmiştir.
Çözüm; teknolojiyi araç olarak konumlandırmak, ona kulluk etmemek ve vahiyle istikametlenmiş bir hayat anlayışını benimsemektir.

 

 




Zihniyet Değişmedi: Asrımızın Lut Kavmi ve Bozgunculuğun Yeni Maskeleri

Zihniyet Değişmedi: Asrımızın Lut Kavmi ve Bozgunculuğun Yeni Maskeleri

“Dünya hayatına dair konuşması senin hoşuna giden, pek azılı düşman iken, kalbinde olana Allah’ı şahid tutan, işbaşına geçince, yeryüzünde bozgunculuk yapmaya, ekin ve nesli yok etmeğe çabalayan insanlar vardır. Allah bozgunculuğu sevmez.” Bakara. 204-205.

**********

Tarih yalnızca bir geçmiş değil; insan karakterinin, niyetlerin ve zihniyetlerin bir devri daim hâlinde tekrar ettiği bir ayna gibidir. Aynı zihniyet farklı çağlarda, farklı isim ve kavramlarla yeniden zuhur eder. Bugün yaşadığımız çağ, Lût kavminin zihnî enkazını, “özgürlük”, “hak”, “kimlik” ve “eşitlik” maskeleriyle yeniden dolaşıma sokmuştur.

Batılın Temsili: Ahlâkı Bozmanın Yasallaşması

DEM Parti Milletvekili Çiçek Otlu’nun TBMM çatısı altında yaptığı çağrı, sadece bireysel bir talep değil, ahlâksızlığı kurumsallaştırma ve bozgunculuğu meşrulaştırma projesinin açık bir ilanıdır.
Bir milletin vekili, milletin fıtratıyla savaşır hâle geldiyse, orada temsil değil, tahrip başlamıştır.

Hormonal ilaçlar üzerinden sapkınlıkların desteklenmesi, neslin ifsadı; kürtaj hakkı bahanesiyle ana rahminde cana kıyılması ise doğrudan neslin imhasıdır. Bu ise, Bakara Suresi’nin 205. âyetinde anlatılan o uğursuz zihniyetin çağdaş görüntüsüdür:

> “İktidar elde edince, yeryüzünde bozgunculuk yapmak, ekin ve nesli yok etmek için çalışır. Allah bozgunculuğu sevmez.” (Bakara, 205)

Bugün “hak savunuculuğu” kisvesi altında yürütülen bu hareketler, aslında Allah’ın yaratışına savaş açan bir ideolojinin taşeronluğudur. Lût kavminin helâkına yol açan sapkınlık, bugün “cinsel yönelim” diye yaldızlanmış; Allah’ın rahmet emaneti olan çocuklar ve nesil, “beden hakkı” yalanıyla katledilir olmuştur.

Asrın Lût Kavmi: Zihinler Klonlandı, Fitne Tekrarlanıyor

Allah’ın sünnetinde değişme yoktur. Bozguncular her devirde benzer maskelerle, benzer taleplerle ve benzer temsilcilerle ortaya çıkarlar. Kur’ân, bu yüzden kıssaları tekrar tekrar anlatır. Çünkü mesele, tarih bilgisi değil, zihniyet tanımıdır.

Bugün bazı siyasî yapılar ve “temsilciler”, açıkça Lût kavminin batıl zihniyetini güncellemekte, halkın vergileriyle kurulmuş bir Meclis kürsüsünden ahlâksızlığa alan açmaktadırlar. Ve bunu “insan hakkı”, “özgürlük”, “bilimsel gelişim” gibi başlıklarla meşrulaştırmaktadırlar.

Ancak halk bunu görmeli: Bu yapı, bu karakter ve bu tinet hiç değişmedi.
Değişen sadece kıyafet, kavram ve yöntemdir.

İfsad Zihniyetiyle Mücadele: Devlet ve Milletin Ortak Sorumluluğu

Bugün yapılması gereken şey sadece tepki göstermek değil, bu fitneyi doğuran ideolojik altyapıyı, bu sapkın talepleri destekleyen küresel sermayeyi ve bu zihniyetin beslendiği medya, STK ve eğitim damarlarını ciddiyetle analiz etmek ve tedbir geliştirmektir.

Devletin görevi, sadece yollar, köprüler yapmak değil; milletin ahlâkî altyapısını ve fıtrî değerlerini koruyacak politikalar üretmek ve “özgürlük” adı altında sapkınlığın yayılmasına karşı güçlü bir duruş sergilemektir. Milletin görevi ise, kendi içinden çıkan bu batıl temsilcileri ifşa etmek, hak ve hakikat adına safını netleştirmektir.

Kur’an’ı Rehber Almak: Bozgunculara Karşı Tevhid Sancağını Kaldırmak

Kur’ân bize sadece ibadetleri değil, sosyal ve siyasi mücadeleyi de öğretir.
Bakara 204-205. âyetlerde belirlenen o “sahte güzel konuşan”, “kalbinde olana Allah’ı şahit tutan” ama iş başına geçince yeryüzünü bozan kişi; bugünün sahte demokrasi savunucusu, halkçı görünüp halkı zehirleyen siyasetçisi, LGBT’yi meşrulaştıran sivil toplum temsilcisi olabilir.

Her çağın bir Lût kavmi varsa, her çağın bir İbrâhimî duruşu da olmalıdır. Bugün saflar yeniden belirleniyor: Ya yaratılış fıtratının tarafındayız, ya ifsada hizmet edenlerin.

Makale Özeti

Bu makalede, günümüzde bazı siyasetçilerin Meclis kürsüsünden LGBT sapkınlıklarını destekleyen ve kürtaj gibi nesil ifsadını savunan açıklamalarının, Kur’an’da Bakara 204-205. ayetlerde tarif edilen bozguncu zihniyetin çağdaş bir tezahürü olduğu açıklanmıştır. DEM Parti milletvekilinin talebi örnek alınarak, bu tür çıkışların sadece bireysel fikir değil, ahlâksızlığı kurumsallaştırmaya yönelik sistematik bir zihniyet projesi olduğu vurgulanmıştır.
Lût kavminin günümüzde klonlanmış hâllerle tekrar sahnede olduğu, bu zihniyetle hem devletin hem milletin topyekûn bir akıl ve fıtrat mücadelesi vermesi gerektiği anlatılmıştır.
Sonuç olarak, Kur’an rehberliğinde bozgunculara karşı uyanık kalma çağrısı yapılmıştır.

 




Gizli Darbeler, Sessiz İşgaller: Yeni Savaşın Adı Aklı ve Ahlâkı Ele Geçirmek

Gizli Darbeler, Sessiz İşgaller: Yeni Savaşın Adı Aklı ve Ahlâkı Ele Geçirmek

Darbelerle istenildiği gibi ele geçirilmeyen devlet ancak on yıllık hakimiyetle kontrol edilmeye çalışılan darbelerle sürdürülen bozuk darbe zihniyeti, yerini 50 yıllık pkk terör örgütüne ve iç kavga ve karışıklıklara bıraktı.
Yirmi küsur yıl içerisinde başarısızlığa ugrayan son darbelerle, millet maddi manevi nisbeten kendine geldi.
Ancak entrikalar bitmedi ve de bitmeyecek.
Her seferinde Suriyeye benzetme çabaları büyük darbeyle birlikte boşa çıktı.
Hatta diyebilirim ki, 15 Temmuz darbesi dahi devleti ele geçirmek amaçlı değildi.
Çünkü uzun süre bu vaziyette sürdürülemezdi.
Zaten devleti ele geçirmiş, devlet idiler.
Biraz MİT ayak bağı oluyordu.
Onada yüklendiler ancak istedikleri gibi başarılı olamadılar.
Tüm mesele kardeşi kardeşe kırdırıp, iç isyanı başlatmak idi.
Acaba yeni oyun, aklanmış paklanmış görünerek, devlette yalan siyasetlerle, cumhurbaşkanlığını şaibeli kişiler eliyle ele geçirerek asıl darbeyi o zaman mı vurmak?

Devlet aklı; her alternatifi düşünüp teyakkuzda olmayı ve halkı da uyanık tutmayı gerektirir.

*********

Tarihin en yıkıcı darbeleri tankla değil, tuzakla; askerle değil, algıyla yapılır. Bu topraklar, açık postallı darbelerle sarsıldı; ama asıl büyük yıkımı, perde arkasındaki sinsi planlarla yaşadı. Kimi zaman bir ordu komutanı, kimi zaman bir gazete manşeti, kimi zaman bir dış elçilik bu işlerin figüranı oldu. Ancak asıl hedef hiç değişmedi: Devletin aklını ele geçirmek, milletin ruhunu köreltmek.

Darbeler, görünürdeki bir devleti devirmeyi amaçlar. Ancak bir milletin hafızasını, istikametini ve iradesini ele geçirenler, devleti zaten çoktan kontrol altına almıştır. Bu nedenle, 15 Temmuz dahil son dönemin bazı girişimlerini sadece “iktidarı ele geçirme” çabası olarak görmek eksik olur. Asıl amaç; milleti birbirine düşürmek, kaosu başlatmak ve iç çatışmayı kurumsallaştırmaktır.

Bozuk Zihniyetin 50 Yıllık Gölgesi

Türkiye, darbeci zihniyeti yirmi yılda yenmiş gibi görünse de, bu zihniyet 50 yıllık bir başka proje ile devam ettirildi: PKK terörü. Bir taşla birçok kuş vuruldu; Anadolu’nun evlatları birbirine kırdırıldı, ülkenin kaynakları güvenliğe harcandı, barışın dili susturuldu. Devlet içi dengelerle oynandı, kardeşliğin altı oyuldu.

Bu projelerle istedikleri sonucu alamayanlar, bu kez daha farklı bir silaha başvurdu: yalan siyaset. Devleti içeriden çökerten, halkın gözünü boyayan, gerçekleri gizleyen bir tiyatro düzeni kuruldu. Her seçim bir savaş, her tartışma bir cephe haline getirildi. Toplumun sinir uçlarıyla oynandı; inançlar, kimlikler, mezhepler siyasetin oyuncağı haline getirildi.

Yeni Darbe: Algıyla Teslim Almak

Bugün ortada tank yok, ama çok daha tehlikeli bir şey var: şeffaf bir işgal.
Devletin kurumlarına sızan, halkın gözünü perdeleyen, hakikati çarpıtan sinsi bir yöntem… Medya aracılığıyla, sosyal medya bombardımanlarıyla, “normalleşme” adı altında maskelenen bir darbe süreci…

Milletin zihni, kalbi ve ahlâkı hedef alınıyor. Sahte kahramanlıklar, cilalanmış isimler, temizlenmiş dosyalarla yeniden sahneye çıkıyorlar. Artık plan çok daha derin: Devleti ele geçirmek değil, milleti kendilerine benzetmek. Çünkü bir milleti dönüştürdüğünüzde, onun devleti zaten sizin olur.

Peki ya “şaibeli kişilerin” Cumhurbaşkanlığı eliyle meşru zeminlerden asıl darbeyi vurması? Bu artık yabancıların değil, içeriden konuşan yerli kuklaların işi olabilir. Asıl darbe, sandıkla meşrulaştırılan bir zihniyet değişimiyle, değerlerin tasfiyesiyle, kimliğin eritilmesiyle vurulabilir.

Devlet Aklı ve Halk İradesi: Teyakkuzun Vakti

Devlet aklı, sadece diplomatik hesaplar yapan bir zihin değil, tarihten ders almış, milletin ruhuyla hareket eden, ince hesapları okuyan bir basirettir. Bu akıl, bazen görünmeyeni görmekle, bazen de görünene aldanmamakla sınanır. Aynı zamanda halkı da uyanık tutmak, fitneleri önceden sezmek ve kardeşi kardeşe kırdıracak planları boşa çıkarmakla yükümlüdür.

Bugün devlet aklı için en büyük tehdit; silahlı düşman değil, maskeli dostlardır. Çünkü düşman açıkça saldırır, ama dost gibi görünen fitne, içeriden çökertir. Bu yüzden milletin her ferdine düşen sorumluluk büyüktür:

İrademizi kiraya vermemek,

Aklımızı medya şirketlerine teslim etmemek,

İnancımızı ucuz sloganlara satmamak,

Ve her şeyden önce, hakikatin tarafında kalmak.

Makale Özeti

Bu makalede, Türkiye’nin darbe geçmişinden hareketle, bugün açık askeri darbelerin yerini algı operasyonları, terör destekli iç karışıklıklar ve yalan siyasetle yürütülen yeni tür darbelere bıraktığı anlatılmıştır. 15 Temmuz dahil bazı girişimlerin bile esasen devleti ele geçirme değil, milleti birbirine düşürerek iç savaş çıkarma amacı taşıdığı anlatılmıştır. Günümüzde esas tehdidin, sandıkla meşrulaştırılmış görünümdeki yeni zihniyet darbeleri olduğu ifade edilmiştir. Devlet aklının ve halkın bu sinsi planlara karşı teyakkuzda olması gerektiği belirtilmiş, ibretli bir uyanış çağrısı yapılmıştır.

 




Çabanın Hakkını Ver, Sonuç Allah’a Ait: Küheylan Ruhlu İnsan Olmak

Çabanın Hakkını Ver, Sonuç Allah’a Ait: Küheylan Ruhlu İnsan Olmak

“Tohum saç, bitmezse toprak utansın! Hedefe varmayan mızrak utansın!

Hey gidi Küheylan, koşmana bak sen! Çatlarsan, doğuran kısrak utansın!” N. Fazıl.

“Tohum saç, bitmezse toprak utansın!”
Necip Fazıl, bu dizeleriyle bize bir hakikati haykırır: Sen sadece tohum saçmaktan sorumlusun. Sonuç seni değil, zemini ilgilendirir. Yani bir insanın hakikat uğruna mücadele etmesi, iyilik ve doğruluk adına gayret göstermesi, neticeye değil niyete ve çabaya bağlıdır. Çünkü bazen hakikatin toprağı çoraktır. Bazen en güzel sözler bile yankı bulmaz. Ama bu, doğruyu söyleyenin değil, hakikati işitmeyenin ayıbıdır.

Bir çiftçi, tarlaya tohum ekerken her tohumun meyve vereceğinin garantisini almaz. Ama her biri için elinden gelenin en iyisini yapar. Hayat da böyledir. Tohumu atan sen ol, filizlenmese bile vicdanın rahat olsun.

“Hedefe varmayan mızrak utansın!”
Sen oku hedefe gönder. Elinden geleni yaptıysan, eğer mızrak hedefi bulmazsa, mesele senin yetersizliğin değildir. Belki mızrak eğridir, belki hava akımı onu saptırmıştır, belki hedef oynamıştır. İnsan, başarının değil çabanın sahibidir. Hedefe ulaşmak bizim değil, kaderin hükmündedir.

Bugünün insanı, sonucu kutsar hale geldi. Başarı ile doğruluğu eşitleyen bu anlayış, gayreti değersizleştirdi. Oysa İslam’da başarıdan önce sadakat gelir. Hz. Nuh (as) 950 yıl boyunca insanlara hakikati anlattı, ama çok az kişi iman etti. Ama o bir “başarısız” değil, bir “sadakat timsali” olarak anıldı.

“Hey gidi Küheylan, koşmana bak sen!”
Necip Fazıl burada “Küheylan” metaforuyla mücadeleci insanı tasvir eder. Küheylan, asil ve hızlı bir at cinsidir. Koşarken ne önüne bakar, ne arkasına. Vazifesi bellidir: koşmak. Bir mü’minin, bir dava adamının, bir ideal sahibinin yapması gereken de budur. Yolda çamur mu var, rüzgâr mı ters esiyor, önünde uçurum mu var? Koşmaya devam edeceksin. Çünkü seni durduran engeller değil, içindeki tereddüttür.

Birçok insan yolda kalır, çünkü çevresine çok bakar. “Kim ne der?”, “Yeterince destek var mı?”, “Zaten değişen bir şey olmayacak…” gibi düşünceler, o asil koşuyu yavaşlatır. Oysa Allah, sonucu değil, istikameti ve istikrarı ister.

“Çatlarsan, doğuran kısrak utansın!”
Eğer bu yolda çatlayacak kadar mücadele verdiysen ve bu seni tükettiyse, bu senin kusurun değil; seni hazırlayamayan sistemin, eğitimin, toplumun, çevrenin ayıbıdır. İnsan bazen büyük ideallere sahip olur, ama küçük hesaplarla büyütülür. Büyük yüklerin altına, kırılacak kadar zayıf kemiklerle gönderilir. Sonra da “neden dayanamıyor?” denilir.

Bugün nice gençler büyük ideallerle yanıp tutuşuyor, ama onlara ne bir örnek, ne bir yön, ne bir destek veriliyor. Çatladıklarında da suç onlara yükleniyor. Oysa Necip Fazıl burada çok ince bir mesaj verir: Suç, çatlayan değil; onu yetiştiremeyendedir.

Sonuç: Yüreğiyle Koşanlar Kazanır

Bu mısralar bir davetin özetidir: Sonuca değil, çabaya odaklan! Koş, engel tanıma! Ve eğer düşersen, düşmene sebep olan sistemin aynasında kendini değil, o sistemi gör!

Allah, tohum atanları sever. Hedefe ulaşamasa da mızrağını fırlatanları över. Koşanları, terleyenleri, pes etmeyenleri bağrına basar. Ve en önemlisi: Küheylan ruhlu olanları asla yolda bırakmaz.

Makale Özeti

Necip Fazıl’ın dört mısrasından ilhamla yazılan bu makalede, çabanın kıymeti, sonuca bağlı olmadan mücadelenin fazileti vurgulanmaktadır. Başarıdan çok sadakatin, hedefe varmaktan çok yola çıkmanın önemli olduğu anlatılmıştır. Her bireyin kendi koşusuna odaklanması, çevresel engelleri aşması ve çatlamalara neden olan yanlış sistemlerin sorgulanması gerektiği ifade edilmiştir. Sonuç olarak, bu şiir, gayretin kutsallığını ve Allah katındaki değerini hatırlatır.

 

 




Mi’racın Sırrı: Bir Abdin Omzundaki Emanet

Mi’racın Sırrı: Bir Abdin Omzundaki Emanet

“İşte çendan o bir abddir ve o seyahat, bir mi’rac-ı cüz’îdir. Fakat bu abdin, bütün kâinata taalluk eden bir emanet beraberindedir. Hem şu kâinatın rengini değiştirecek bir nur beraberdir. Hem saadet-i ebediyenin kapısını açacak bir anahtar beraber olduğu için Cenab-ı Hak kendini “Bütün eşyayı işitir ve görür.” sıfatıyla tavsif eder. Tâ o emanet, o nur, o anahtarın cihan-şümul ve muhit ve umum kâinata âmm ve bütün mahlukata şâmil hikmetlerini göstersin.”
Sözler.618

Varlığın sükût ettiği, melekût âleminin kapılarının aralandığı bir gecede, bir abd, bir kul, semânın derinliklerine doğru yürür. Bu, zâhirde cüz’î bir yolculuktur; ama hakikatte, bütün varlıkların kaderine dokunan, kâinatın seyrini değiştiren cihanşümul bir yürüyüştür. Risale-i Nur’da geçen bu derin hakikat, Mi’rac mucizesinin sadece bir şahsî yükseliş olmadığını, ümmeti ve kâinatı içine alan büyük bir emanetin taşındığını haber verir.

Abd Ama Yalnız Değil

“İşte çendan o bir abddir…” cümlesiyle başlıyor Bediüzzaman. Evet, O bir kuldur. Ne melek, ne mukadderat üstü bir varlık… Lâkin bu kul, sıradan bir yolcu değildir. Omuzunda emanet vardır; yanında nur, elinde anahtar… Bu üç hakikat, O’nun mi’racının neden sadece kendisine değil, bütün varlığa ait bir hakikat olduğunu gösterir.

Emanet, insanın yeryüzünde taşıdığı ve bütün mahlukata karşı sorumlu olduğu halifelik sırrıdır.

Nur, hidayet ışığıdır; kâinatın karanlıklarını delip geçecek bir hakikattir.

Anahtar, saadet-i ebediyenin kapılarını açan İslâm’dır.

Bu üç şey, sıradan bir seyahati, ebedî kaderi belirleyen bir yolculuğa çevirir.

Kâinatın Rengini Değiştiren Nur

Bediüzzaman burada çok çarpıcı bir ifade kullanır: “Kâinatın rengini değiştirecek bir nur…” Bu, sadece bir mecaz değildir. Zira mi’racla beraber kâinatın manası değişmiştir. Öncesinde yıldızlar sadece bir gök cisimleri iken, mi’racdan sonra birer manevî posta kutusu, semavî tesbihçiler olarak anlaşılmıştır. Gök, sadece fiziki bir kubbe değil; arzdan arşa yükselen duâların, ibadetlerin, melekî halleri taşıyan bir âlem olarak kavranmıştır.

İşiten ve Gören Rabb’in Delili

Bu büyük yolculuğun sonunda, Cenab-ı Hakk’ın “Bütün eşyayı işiten ve gören” sıfatlarıyla tavsif edilmesi, Mi’rac’ın sadece bir keramet değil, büyük bir ilahî mesaj taşıdığını gösterir. Çünkü bu yolculuk, Allah’ın kullarıyla ilgilendiğini, onları duyduğunu, gördüğünü ve onlara mukabelede bulunduğunu gösteren şaheser bir rahmet ifadesidir. Bu da mi’racın sadece Hz. Peygamber’in değil, onunla beraber bütün insanlığın kaderini aydınlatan bir dönüm noktası olduğunu ilan eder.

Bir Kulun Omuzundaki Cihan

Hz. Peygamber (asm), mi’racda sadece kendi manevi kemalatı için yürümemiştir. Onun yürüyüşüyle insanlığın alnına secde değmiş, yıldızlara göz değmiş, ebediyete yol açılmıştır. Bu yürüyüş, kâinatın içinde kaybolan insana bir rota çizmiş, hayatın anlamını gökler ötesinden haber veren ilahi bir hitaba dönüştürmüştür.

Özet:

Mi’rac yolculuğu, zâhirde bireysel gibi görünse de aslında kâinatı ve insanlığı içine alan küllî bir seyahattir.

Hz. Peygamber (asm), bu yolculukta emanet (hilafet sırrı), nur (hidayet), ve anahtar (ebedî saadet) gibi büyük hakikatleri taşımaktadır.

Mi’rac, sadece bir mucize değil; kâinatın manasını ve rengini değiştiren, ilâhî bir mesaj ve hikmet tecellisidir.

Allah’ın “Her şeyi işiten ve gören” sıfatlarıyla tecellî ettiği bu gece, insanın ebedî kaderine açılan bir kapı olmuştur.

Netice olarak Mi’rac, bir kulun yürüyüşünde gizlenen kâinat çapında bir inkılâbın ve değişimin adıdır.