Musibet Çağında Kalbin Terbiyesi: Acının Ardındaki Rahmet

Musibet Çağında Kalbin Terbiyesi: Acının Ardındaki Rahmet

“Evet, şimdi küre-i arzda herkes ya kalben ya ruhen ya aklen ya bedenen gelen musibetten hissedarlıktan azap çekiyor, perişandır. Bilhassa ehl-i dalalet ve ehl-i gaflet, merhamet-i umumiye-i İlahiyeden ve hikmet-i tamme-i Sübhaniyeden habersiz olduğundan, rikkat-i cinsiye sebebiyle nev-i beşerle alâkadar olduğundan, kendi eleminden başka nev-i beşerin şimdiki elîm ve dehşetli elemleri ile dahi müteellim olup azap çekiyor.”
Tarihçe-i Hayat.311

Zaman bir imtihan hâlidir. Günümüzde her insan, farkında olsun veya olmasın, bir musibetin gölgesinde yaşıyor. Kimisi savaşların acısıyla, kimisi geçim derdiyle, kimisi ruhsal çöküntüyle, kimisi ailevi kargaşalarla mücadele ediyor. Öyle bir asır ki; hiç kimse tamamen huzur içinde değil, hiç kimse bütünüyle selamette değil.

Bediüzzaman Hazretleri bu manzarayı bir hakikat aynasında şöyle tasvir eder:

> “Şimdi yeryüzünde herkes ya kalben, ya ruhen, ya aklen, ya bedenen bir musibetten hissedardır.”

Bu cümle, yaşadığımız çağın ortak kaderini ifşa ediyor: Toplu bir sarsıntı, küresel bir sızı ve herkesi içine çeken bir buhran hali. Fakat bu buhran sadece zahiri değildir. Asıl azap, musibeti anlamlandıramayan kalplerin içinde kopmaktadır.

Acıdan Kaçmak Değil, Manasını Anlamak Gerekir

Ehl-i gaflet ve dalaletin çektiği azap, sadece dış musibetlerden değil, musibeti mana-i harfiyle değil, mana-i ismiyle okumasından kaynaklanır. Yani musibeti Allah’tan gelen bir terbiye ve ikaz değil de, sırf kör bir felaket gibi görmesinden. Bu bakış açısı kişiyi:

Merhamet-i İlahiye’den uzaklaştırır,

Hikmet-i Rabbaniye’yi inkâr ettirir,

Musibeti zulüm zannettirir.

Oysa bir mümin bilir ki; musibet, terbiye edicidir. İlahi bir uyarıdır, sarsmak için değil, uyandırmak içindir. Ve bu çağda uyanmaya en çok ihtiyacı olanlar, gaflet uykusuna en derin dalanlardır.

Rikkat-i Cinsiye: Kalbin İnsanlıkla Çarpması

İnsan, yalnız kendini değil, başkalarını da hisseder. Yalnız kendi acısını değil, dünyanın dört bir yanında yankılanan acıların da ortağı olur. İşte bu hissiyata “rikkat-i cinsiye” denir. Bu, fıtrî bir merhamettir. Ancak imana dayanmıyorsa, kişiyi manen çökerten bir yük hâline gelir.

Mesela mümin, Gazze’deki çocuklar için ağlar ama onları Allah’a emanet eder, sabır ve dua ile yükünü hafifletir. Gaflette olan ise o acıyı isyan, inkâr ve umutsuzlukla derinleştirir. Çünkü Rabbi ile bağı kopuktur. Bu yüzden de hem kendi acısını taşır hem de dünyanın yükünü omuzlamaya çalışır – hem de tesellisiz, sahipsiz, hikmetsiz bir evrende.

Rahmeti Göremeyen, Azaba Mahkûm Olur

Bediüzzaman’ın bu tespiti, modern dünyanın en büyük bunalımına parmak basar ozetle:

> Merhamet-i umumiyeden habersiz olan insan, sadece kendi acısıyla değil, bütün insanlığın ızdırabıyla da yanar.

Bu cümlede gizli olan sır şudur: Merhamet-i İlahiye’yi bilen, musibetlerde dahi hikmeti ve rahmeti okur; bilmeyen ise bir musibeti bin yapar.

İşte bu yüzden, iman eden bir kalp ile iman etmeyen bir kalbin musibet karşısındaki duruşu bambaşkadır. İlki sabırla arınır, ikincisi isyanla yanar.

Sonuç: Musibetin Muhasebesi

Her çağın imtihanı farklıdır. Bu çağın en büyüğü ise toplu musibetlerin anlamlandırılmasıdır. Herkes bir şekilde sarsılıyor; ama bu sarsıntıyı kimisi secdeyle, kimisi şikâyetle karşılıyor. Secdeye giden kurtulur, şikâyete sığınan bataklığa saplanır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, hakiki teselli ancak iman ile mümkündür. Ve ancak imanla insan, hem kendi acısını hem de dünyanın yükünü taşıyabilir, anlamlandırabilir ve sabırla yumuşatabilir.

Makale Özeti

Bu makale, Bediüzzaman Said Nursî’nin “herkes bir musibetten hissedardır” ifadesine dayanarak, çağımızda yaşanan ruhi ve toplumsal çöküşlerin iman ve hikmetle nasıl anlamlandırılabileceğini ele alır. Ehl-i gaflet musibeti anlamsız, rabıtasız ve tesellisiz gördüğü için hem kendi acısıyla hem de insanlığın sancısıyla bunalır. Oysa mümin, musibeti İlahi terbiye ve rahmetin bir cilvesi olarak görerek sabır ve tevekkülle mukabele eder. Musibetle değil, onu nasıl yorumladığımızla şekillenir ruhumuz.

 

 




Sessiz Konuşma: Hâlin Dili Kalpten Konuşur

Sessiz Konuşma: Hâlin Dili Kalpten Konuşur

“Lisan-ı hal, lisan-ı kālden daha kuvvetli ve tesirli konuşuyor.”
Tarihçe-i Hayat.415

İnsan konuşan bir varlıktır. Kelimelerle anlatır derdini, ifadesini, niyetini. Ama hayat, sadece sözlerden ibaret değildir. Bir bakış, bir davranış, bir duruş… Bazen en veciz cümlelerden daha derin, daha kalıcı tesir bırakır.

Lisan-ı kāl, yani dilin kelimeleri; kulağa seslenir.
Lisan-ı hâl, yani hâlin dili; kalbe konuşur.
Ve kalbe işleyen sözler, daima daha güçlü ve daha kalıcıdır.

İnandırıcılığın Sırrı: Söylemekten Çok Yaşamak

İnsan, ne söylediğine değil, nasıl yaşadığına bakılarak değerlendirilir.

Merhametten bahsedip zalimce davranan birinin sözleri ne kadar etkili olabilir?

Sabırdan konuşup öfkeyle taşan bir dil ne kadar inandırıcıdır?

Hâl dili, yani hayat tarzı, davranış, ahlâk ve tutum; kelimelerden daha bağlayıcıdır.
Çünkü sözler savunulabilir ama hâl inkâr edilemez.

Hâlin Diliyle Tebliğ: Peygamberî Usûl

Resûl-i Ekrem (s.a.v.), İslâm’ı önce sözle değil, hâliyle anlattı.

“Muhammedü’l-Emin” unvanını sözle değil; dürüstlüğüyle aldı.

Ashâbını sadece konuşarak değil; yaşayarak eğitti.

Kur’ân’ı en güzel şekilde temsil ederek tebliğ etti.

Zira insanlar önce göze bakar, sonra kulağa.
Gördükleri ile çakışan sözler, ya anlaşılmaz ya da inkâr edilir.

Ahlâk, En Etkili Mesajdır

Bugünün dünyasında, söz çok; ama samimiyet az.
İnsanlar konuşmalardan değil, yaşanmış hakikatten etkileniyor.
Bu sebeple:

Öğretmen, sözünden çok davranışıyla öğretir.

Anne-baba, nasihatle değil, örnekliğiyle iz bırakır.

Bir Müslüman, dindarlığını ispatlamak için değil; hal diliyle yaşatmak için gayret eder.

Dindarlık iddiası değil; ihlas ve edep halin diliyle anlatılır. Bu yüzden, lisan-ı hâl sahibi insanlar, çoğu zaman konuşmadan tebliğ eder, nasihat eder, hatta uyandırır.

Hâlimiz Konuşuyor: Sözsüz Bir Dil

Bir fakire verilen sadaka, minnetle değil tebessümle verilirse; hâl, sadakayı şefkatle süsler.

Zorluklar içinde sabreden birinin suskunluğu, binlerce sözden daha tesirlidir.

Bir affediş, bir özür, bir helalleşme; eğer içtense, hâl konuşur, gönül onarır.

Bu yüzden, insanın kalbi ne ise hâli de odur. Hâl, kalbin aynasıdır; yapmacıklıkla değil, hakikatle konuşur.

Özet:

Bu makale, “lisan-ı hâl”in yani insanın davranış ve yaşayışıyla verdiği mesajların, kelimelerle yapılan konuşmalardan daha etkili olduğunu anlatmaktadır. Samimi davranışlar, içten yaşantılar ve güzel ahlâk, insanları etkilemenin ve doğruyu anlatmanın en güçlü yoludur. Hâl dili, kalpten kalbe bir iletişimdir. Bu yüzden sözden önce hâl; konuşmaktan önce temsil önemlidir.

 




Görünmeyen Aşikârlık: Şiddet-i Zuhur ve Perde-i Azamet

Görünmeyen Aşikârlık: Şiddet-i Zuhur ve Perde-i Azamet

“Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından perdelenmiş olan Zat-ı Akdes! Bütün zîruhların tesbihatıyla, seni takdis etmek niyet edip

سُبْحَانَكَ يَا مَنْ جَعَلَ مِنَ الْمَاءِ كُلَّ شَىْءٍ حَىٍّ

diyorum.”
Tarihçe-i Hayat.377

Şiddet-i Zuhur: Aşikâr Olanın Gizliliği

Bazı gerçekler o kadar büyük, o kadar kapsamlıdır ki göz önünde oldukları hâlde görünmez olurlar. Güneş gibi mesela. Parıltısı her yeri kapladığı için kendisi doğrudan bakışa sığmaz. İşte Cenâb-ı Hakk’ın varlığı da böyle bir şiddet-i zuhur içindedir.

Her şeyde O’nun kudreti görünür; ama bizzat kendisi görünmez.

Her canlının hareketinde O’nun ilmi işler; ama gözle tutulmaz.

Çünkü O, her yerdedir ama hiçbir yerde suretiyle değildir.

O, “Zâhir”dir ama idrakten gizlidir.

O, “Bâtın”dır ama eserleriyle en açık şekilde ortadadır.

Bu bir gizlenme değil; azametinin perdelemesidir. Zira sonsuz kudret, sınırlı bir gözle idrak edilemez.

Perde-i Azamet: Görenin Perdelenmesi

Zât-ı Akdes olan Allah Teâlâ, azamet-i kibriyası ile mahlûkatın nazarından kendini gizlemiştir. Bu gizlilik, yokluk veya uzaklık değil; gözün O’nu göremeyecek kadar zayıf olmasıdır.

Göz, mikroskobik bir virüsü göremeyebilir; bu virüsün olmadığı anlamına gelmez.

İnsan kalbi ve şuuru da bazen hakikatin büyüklüğü karşısında şaşkınlıkla körleşir.

İşte bu yüzden:

> “Gözler O’nu idrak edemez. O ise bütün gözleri idrak eder.”
(En‘âm, 103)

Bu ayet, hakikatin büyüklüğüne karşı insanoğlunun acziyetini ilan eder.

Hayatı Yaratan Su: İlâhî Kudretin Mührü

Makaledeki dua şu ayetle sona eriyor:

> “سُبْحَانَكَ يَا مَنْ جَعَلَ مِنَ الْمَاءِ كُلَّ شَيْءٍ حَىٍّ”
“Seni tesbih ederim ey her şeyi sudan diri kılan Zât!”

Bu ayet (Enbiyâ, 30 ),(İnkâr edenler, gökler ve yer bitişik iken onları ayırdığımızı ve her canlıyı sudan yarattığımızı görmezler mi? Hâlâ inanmayacaklar mı? ) yaratılışın kaynağı olan suyu işaret eder. Her canlının, her organizmanın başlangıcı sudur. Bu tek cümle bile bize:

Hayatın basit bir tesadüf değil, ilâhî bir sanat olduğunu,

Canlılığın maddî değil, mânevî bir kudretle ayakta durduğunu,

Ve su gibi bir nimetin bile sonsuz ilmin, kudretin ve rahmetin delili olduğunu hatırlatır.

Zîruhların Tesbihatı: Sessiz Koro

Her bir canlı, kendi lisanınca Allah’ı zikreder:

Bir kuşun ötüşü,

Bir yaprağın titreyişi,

Bir çiçeğin açışı,

Bir annenin evladına şefkati…

Tüm bunlar, kelimesiz bir zikir, sessiz bir tesbihtir. İnsan da onlara katılarak, şuurlu bir takdisle şahitlik görevini üstlenmelidir.

Özet:

Bu makalede, Allah Teâlâ’nın varlığının şiddetli bir zuhurla her şeyde açık olduğu fakat azametinden dolayı idrakten gizlendiği anlatılmaktadır. Su gibi basit bir maddenin arkasındaki ilâhî sanat, hayatın sırlarını ve Allah’ın kudretini gösterir. Her canlı, her varlık, kendi hal diliyle Allah’ı tesbih eder. İnsan, bu tesbih kervanına bilinçle katılarak yaratılışın en yüksek şerefine ulaşır.

 

 




İNSANIN HİKÂYESİ: Maymundan Değil, Mana’dan Gelen Bir Varlık

İNSANIN HİKÂYESİ: Maymundan Değil, Mana’dan Gelen Bir Varlık

İnsan… Elinde kalem, dilinde kelâm, gözünde anlam taşıyan bir varlık. Gökyüzüne bakar da hayran olur; toprakta bir solucan görür, ibret alır. Ağlar, sevinir, dua eder. Sorar, düşünür, inanır. Bu varlık, sırf et ve kemik değil; ruh ve mana ile örülmüştür. Onu sırf bedeniyle tanımlamak, koca bir sarayı yalnız tuğlalarıyla izah etmeye benzer.

Ama modern çağın bazı zihniyetleri, bu sarayı toza toprağa indirme çabasındadır. Evrim teorisi adı verilen bir bakış açısı, insanı sadece biyolojik süreçlerin ürünü, tesadüflerin çocuğu, zamanın kazara doğurduğu bir mahluk gibi sunar. En dikkat çekici iddiası ise şudur: “İnsan, maymundan evrimleşmiştir.”

Oysa bu iddia ne aklen tatmin edici, ne ruhen izah edici, ne de dinen kabul edicidir.

Bir Fark Var: Kromozom Değil, Kıyametlik Bir Ayrım

İnsanla maymun arasında birtakım fiziksel benzerlikler olabilir. Lakin gözleriyle göğe dua eden, elleriyle kalem tutan, kalbiyle Allah’a inanan bir insanla; sadece sevkiyle yaşayan bir maymun arasında sadece 1-2 kromozomluk farktan daha büyük, sonsuz bir mesafe vardır. Bu fark; ruhun farkıdır. Bu ayrım; şuurun, vicdanın, merhametin ve imanın ayrımıdır.

Maymun, gülünce eğlenir; insan, gülünce tebessümle kalbine ışık saçar. Maymun bağırır; insan şiir yazar. Maymun yemek yer; insan sofra duası eder. Aradaki bu uçurumu, ne gen haritalarıyla ne laboratuvar deneyleriyle izah edemezsiniz.

İnsan Nereden Geldi? Cevap Semadan Gelir

Kur’ân bize insanoğlunun soykütüğünü açıkça bildirir: “Andolsun ki, Biz insanı çamurdan (süzülmüş) bir özden yarattık.” (Müminun, 12) Ve sonra ona ruh üflenmiştir. Bu ruh üflemesi, insanı hayvanlardan ayıran en esaslı noktadır. Ruh, ilâhî bir nefestir. Bu yüzden insan, dua ederken göğe ellerini kaldırır; çünkü özü göğe aittir.

Adem (as), ilk insandır. İlk peygamberdir. İnsanlık, insanla başlamıştır; maymunla değil. Bu gerçeği kabul etmek, sadece bir inanç meselesi değil, aynı zamanda insan onuruna ve hikmetine yakışan bir bakıştır.

Bilim Teori Der, Hakikat Hikmet Söyler

Evrim bir teoridir. Yani ispatlanmamış, varsayımlara dayalı bir düşüncedir. Bilimsel literatürde “teori” kelimesi, gözleme dayalı açıklamalar bütünüdür. Ama halk arasında “kanıtlanmış gerçek” zannedilir. Bu sebeple “evrim teorisi ispatlandı” gibi cümleler, hem bilimsel olarak hem ahlaken yanlıştır.

Hakikat, sadece mikroskopla değil, vicdanla da aranmalıdır. Kimi teoriler vardır ki, gözle görsen de ruh kabul etmez. Çünkü akıl kadar, kalp de bir ölçüdür. İnsanlığın tarihi boyunca her toplumun kutsal metinlerinde “ilk insan” olarak bildirilen bir şahsiyet vardır. Neden? Çünkü bu, insanlığın ortak hafızasında yazılı olan hakikattir.

Son Söz: İnsan, Sadece Topraktan Değil, Hakikatten Yaratıldı

İnsanı tanımak, sadece kemiğini ve genetiğini bilmekle olmaz. Onu tanımak için gözyaşına bakmak gerekir. Bir anne, evladına ağlarken; bir şehit, vatanı için can verirken; bir derviş, secdede “Ya Rab!” diye inlerken… işte o anlarda insan, asıl kimliğini gösterir. Maymunlaşmış bir geçmiş değil, manalaşmış bir gelecektir onun yolu.

Eğer insana sadece et gözüyle bakarsak, onu hayvandan ayıramayız. Ama mana gözüyle bakarsak, onu melekten üstün kılan sırra ulaşırız.

Özet:

Bu makale, evrim teorisinin insanın manevi ve ruhani yönünü izah edemediğini, insanın yalnız biyolojik bir varlık olmadığını; ruh, şuur, vicdan ve ilahî bağlantılarla donatılmış müstesna bir varlık olduğunu vurgulamaktadır. Kur’ânî ve hikmetli bakış açısıyla, insanın kökünün maymun değil, insan olduğu belirtilmiş; insanı sadece bilimsel teorilere indirmektense, hakikat penceresinden bakmanın gerekliliği ifade edilmiştir. İnsan, maymundan değil; Allah’ın ruhundan ve hikmetinden gelen bir emanettir.

 




İttihadın Kudreti, Tefrikanın Felaketi: Aynı Kıbleye Sırt Dönmek

İttihadın Kudreti, Tefrikanın Felaketi: Aynı Kıbleye Sırt Dönmek

“Sakın sakın! Dünya cereyanları hususan siyaset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya atmasın. Karşınızda ittihat etmiş dalalet fırkalarına karşı sizi perişan etmesin! “
Tarihçe-i Hayat.311

“Sakın sakın! Dünya cereyanları, hususan siyaset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya atmasın!”
Bediüzzaman Said Nursî – Tarihçe-i Hayat, s. 311

Bir milletin kalbi parçalanırsa, gövdesi ayakta kalamaz. Ruhlar bölünürse, fikirler çatışır; fikirler çatışınca eller birbirine değil, birbirinin boğazına gider. Bediüzzaman bu cümlesiyle yalnızca bir çağın değil, bütün zamanların müminlerine sesleniyor: “İttihadı bırakmayın, ayrılığa düşmeyin.”

Çünkü karşımızda boş bir alan yok. “Dalalet fırkaları”, yani inkâr, küfür, sefahat ve maneviyatsızlık, kendi cephesinde ittifak etmiş, tek cephe hâline gelmiştir. Farklı gibi gözükseler de aslında tek hedefleri vardır: İman, İslam ve faziletin silinmesi.

Böyle bir düşman karşısında, Müslümanların hâlâ kavmiyetçilik, hizipçilik, mezhep taassubu veya siyasi taassuplarla birbirini ötekileştirmesi, hakikate karşı işlenmiş en ağır ihmallerden biridir.

Siyaset Üzerinden Fitneye Düşmek

Bediüzzaman, siyaset cereyanlarının, hele ki “harice bakan” yani dış güçlerin etkisinde gelişen akımların, mü’minleri birbirine düşürmemesi gerektiğini ısrarla vurgular. Çünkü bu tür cereyanlar çoğu zaman:

Müslümanları karşı cephelere ayırır,

Din kardeşliğini unutturur,

Haklı dahi olsa üslubu bâtıl yapar,

Kur’an’ın “müminler ancak kardeştir” emrini çiğnetir.

Tarih, bunun acı örnekleriyle doludur. Endülüs’ün yıkılışı, Osmanlı’nın zayıflaması, bugünkü ümmetin paramparça hâli… Her biri ittihatsızlığın, tefrikanın sonucudur. Dışarıdan gelen rüzgarlar, içeride kardeşliği sarsmasaydı, bu yıkımlar belki de asla olmayacaktı.

İttihat, Dava Adamlarının Siperidir

Bediüzzaman’a göre iman hizmeti yapanlar, siyaset sahasında boğulmamalı; hizmetlerini hiçbir siyasi cereyana alet etmemelidirler. Çünkü iman hizmeti, tarafsızlık ister, herkese ulaşmayı gerektirir. Bir fırkaya angaje olan hakikat, öteki fırkaya ulaşamaz. Bu yüzden Nur Talebelerinin düsturu şu olmalıdır:

> “Biz siyaseti değil, İslamiyet’i esas alırız. Biz kimseye taraf değiliz; yalnız dine tarafgiriz.”

Düşünceler farklı olabilir, yöntemler çeşitlilik gösterebilir. Ama kıble birse, niyet birse, iman birdir. Düşman ortaktayken kavga etmek, düşmanı memnun etmekten başka bir şey değildir.

İçteki Yara, Dıştaki Tehlikeden Beterdir

Bir millet dışarıdan değil, içeriden bölünerek yıkılır. Dıştaki düşman ne kadar güçlü olursa olsun, içte birlik varsa karşısında durulabilir. Ama içte fitne varsa, en güçlü kaleler bile kendi kendine çöker. Bunun için Bediüzzaman defalarca şunu haykırmıştır:

> “Ehvenüşşer, şerdir.” (Az kötüyü tercih etmek de kötüdür.)

Demek ki düşmana karşı birleşmek, teferruatı ikinci plana almak, “önce iman kurtulsun” diyerek hareket etmek zorunluluktur. Mücadele, hak ile bâtıl arasındadır; ama bu savaşta hak cephesinde yer alanlar, birbirleriyle değil, bâtılla uğraşmalıdır.

Sonuç: Kıble Birken Kalpler Neden Ayrı?

Bediüzzaman’ın ikazı, zaman üstü bir manifestodur. Çünkü bu çağda siyaset, sosyal medya, ideolojik akımlar ve dış müdahaleler, müminleri birbirine düşürmek için her yolu denemektedir. Eğer biz aynı kıbleye yönelmişsek, birbirimizin yüzüne değil, düşmanın kalbine bakmalıyız. İttihat; yalnız bir strateji değil, bir iman borcudur. Tefrika ise yalnız bir günah değil, bir ümmetin felaketidir.

Makale Özeti

Bu makale, Tarihçe-i Hayat’ta geçen “Dünya ve siyaset cereyanları sizi tefrikaya düşürmesin” uyarısı üzerine kaleme alınmıştır. Bediüzzaman’ın bu çağrısı, iman hizmeti yapanların siyasetle bölünmemesi, dalalet fırkalarının karşısında birleşmesi ve kardeşliği esas alması gerektiğini ifade eder. Müslümanların, harici ve içtimai tehlikeler karşısında ittifakı muhafaza etmeleri, Kur’anî bir zorunluluktur. İttihatla dirlik, tefrika ile çöküş gelir.

 




Zamana Yemin ve Ziyan İçindeki İnsan: Asrın Musibet Aynası

Zamana Yemin ve Ziyan İçindeki İnsan: Asrın Musibet Aynası


وَ الْعَصْرِ ۝ اِنَّ الْاِنْسَانَ لَفٖى خُسْرٍ

âyetindeki 

اِنَّ الْاِنْسَانَ لَفٖى خُسْرٍ

makam-ı cifrîsi bin üç yüz yirmi dört (1324) edip Hürriyet İnkılabı’yla başlayan tebeddül-ü saltanat ve Balkan ve İtalyan Harpleri ve Birinci Harb-i Umumî mağlubiyetleri ve muahedeleri ve şeair-i İslâmiyenin sarsılmaları ve bu memleketin zelzeleleri ve yangınları ve İkinci Harb-i Umumî’nin zemin yüzünde fırtınaları gibi semavî ve arzî musibetler ile hasaret-i insaniye ile

اِنَّ الْاِنْسَانَ لَفٖى خُسْرٍ

âyetinin bu asırda dahi bir hakikati, maddeten aynı tarihiyle gösterip bir lem’a-i i’cazını gösteriyor.”
Tarihçe-i Hayat.306

Kur’an’ın kelimeleri, hem zamansızdır hem zamana yön verir. Her bir harfi, çağları aşar; her bir ayeti, asırları konuşur. İşte bu muazzam gerçekliğin parlayan bir delili, Asr Suresinin ikinci ayetidir:
“İnnel insane le fî husr – Gerçekten insan ziyandadır.”

Bediüzzaman Said Nursî, bu ayetin cifir hesabıyla tam olarak 1324 senesine, yani 1908 Hürriyet İnkılabı’na işaret ettiğini ifade eder. Bu tarih, sadece siyasî bir değişim değil; bir asır boyunca sürecek musibetler zincirinin de başlangıcıdır. Balkan ve İtalyan harpleri, Birinci Dünya Savaşı’nın büyük yıkımları, Mondros ve Sevr gibi zillet muahedeleri, hilafetin ilgası, İslam şeairinin sarsılışı, büyük zelzeleler, yangınlar ve nihayet İkinci Dünya Savaşı’nın küresel felaketleri…

Bütün bunlar, “İnsan gerçekten ziyandadır” ayetinin, yalnızca bireylerin değil, toplumların ve çağların da ziyan yaşayabileceğini gösteren tarihî bir tefsiridir.

Cifirle Parlayan Bir İ’caz: Ayetin Asra Bakar Yüzü

Kur’an’ın i’cazı (mucizeliği), sadece lafzında değil; manasında, zamanlamasında ve hatta cifirle işaret ettiği tarihlerde bile tecelli eder. Burada اِنَّ الْاِنْسَانَ لَفٖى خُسْرٍ cümlesinin cifir hesabıyla 1324 tarihine tevafuk etmesi, Kur’an’ın gaybî haber verici yönünün bir lem’asını (parıltısını) gösterir.

Bu tarihsel süreçte insanlık, sadece maddi ziyanlar yaşamamış, ruhî, manevî ve ahlâkî büyük bir buhrana da sürüklenmiştir. Medeniyet adına yapılan hamleler, insanı huzura değil, yalnızlığa ve çıkmazlara götürmüştür. Teknoloji ilerlemiş, ama vicdan gerilemiş; şehirler büyümüş, kalpler daralmıştır.

Asırların Aynası: İnsan Niçin Ziyan İçindedir?

Kur’an “İnsan ziyan içindedir” derken, aslında zamana karşı yapılan isyanın ve fıtrata zıt yaşam tarzının sonuçlarına dikkat çeker. Ziyan; hakkı ve sabrı terk edenlerin kaçınılmaz sonudur.

Hakkı bilmeyen, bâtılı doğru zanneder.

Sabrı kaybeden, musibetlerde dağılır.

Ahireti unutan, dünyayı her şey zanneder.

Zamanı gafletle harcayan, ebediyeti kaybeder.

Ve bütün bu halleriyle insan, asrın tanıklığında bir ziyan portresi çizer. Asr Suresi, bu yönüyle hem ferdî hem de kolektif kıyametlerin habercisi gibidir.

Musibetler Bir Uyarıdır, Yok Oluş Değil

Bediüzzaman bu musibetlerin birer ikaz-ı İlâhî (ilâhî uyarı) olduğunu belirtir. Yani Allah, asrı sarsarak insanı uyandırmak ister. Savaşlar, felaketler, yangınlar ve sarsıntılar; gaflete düşen insanlığa birer uyanış çağrısıdır. Ayetin cifirle işaret ettiği bu dönemde, Kur’an’ın ışığına dönmeyen toplumlar, hem maddeten hem manen çökmüştür.

Sonuç: Asrın İçinde Ayeti Görmek

“İnsan gerçekten ziyandadır” ayeti, sadece bireysel günahlara değil; bir asrın toplu sapmalarına da bakar. 1324’te başlayan ve yüz yılı aşkın süredir devam eden musibetler zinciri, bu ayetin adeta tarihle konuştuğunu gösterir. Bediüzzaman’ın bu tesbiti, Kur’an’ın hem kelime düzeyinde, hem tarihî düzlemde nasıl mucizevi bir şekilde işlediğini ortaya koyar. Şimdi yapılması gereken, bu ziyanı durdurmak için yeniden hakka sarılmak, sabırla istikamette yürümektir.

Makale Özeti

Bu makale, Tarihçe-i Hayat’ta geçen “İnnel insane le fî husr” ayetinin cifir hesabıyla 1324 tarihine işaret ettiğini ve bu tarihten itibaren insanlığın yaşadığı savaşlar, felaketler ve manevî çöküşlerin Kur’an’daki bu ikazın bir tezahürü olduğunu ele alır. Kur’an’ın mucizevi yönüne dikkat çekilirken, asrın felaketleriyle insanlığın uyanması gerektiği vurgulanır. Sonuç olarak, Kur’an’ın ikazı asırlar öncesinden gelmiş, tarih ise bu ikazı doğrulamıştır.

 

 




Tebliğin Hududu: Kulun Vazifesi, Hakk’ın Takdiri

Tebliğin Hududu: Kulun Vazifesi, Hakk’ın Takdiri

“Risale-i Nur’un mesleği ise: Vazifesini yapar, Cenab-ı Hakk’ın vazifesine karışmaz. Vazifesi, tebliğdir. Kabul ettirmek, Cenab-ı Hakk’ın vazifesidir.”
“Risale-i Nur dünya işlerine âlet olamaz, dünya işlerinde siper edilmez.”
Tarihçe-i Hayat.304

Bazı hakikatler vardır ki, sadece akılla değil; kalple, teslimiyetle ve adabıyla anlaşılır. Risale-i Nur’un mesleği de bu hakikatlerden birine dayanır: “Vazifemizi yaparız, sonucu Allah’a bırakırız.” Ne güzel bir sır, ne derin bir terbiye!

İman hizmetinde en büyük tehlikelerden biri, neticeyi sahiplenmek ve kabul ettirmeyi kendi vazifesi sanmaktır. Oysa hak yolda olan bir davetçi, neticeye değil, vazifesine bakar. Çünkü neticeyi yaratmak, sadece Allah’ın tasarrufundadır.

Tebliğ Vazifesi: Kulun Hududu

Risale-i Nur’un mesleği, nefsin alkışını değil, Hakk’ın rızasını arar. Bu nedenle, hakikati anlatmakla yetinir; gönülleri ikna etmeye çalışmak gibi bir baskı ya da zorlama yoluna gitmez. Bu duruş, hem kalplere hürmettir hem de İlâhî takdire teslimiyettir.

Zira kalpler Allah’ın elindedir. En derin tebliğ bile, eğer kader izin vermemişse bir gönülde tesir uyandıramaz. Bu yüzden Bediüzzaman, “Kabul ettirmek Allah’ın vazifesidir” derken, bizleri hem kibirden, hem de neticeye aşırı takıntıdan kurtarır.

Risale-i Nur’un Bağımsızlığı: Dünya İşlerine Âlet Edilemez

Risale-i Nur’un bu düsturu, onu hiçbir dünya işine, siyasete veya şahsî menfaate alet ettirmemeyi de içinde barındırır. Çünkü manevî ilaç olan bu eserler, eğer dünyevî emellere perde yapılırsa, tesirini yitirir. Siyasî bir vasıta haline gelen manevî hakikatler, tarafgirliğe kurban edilir, kalplerden uzaklaşır.

Bediüzzaman’ın “Risale-i Nur dünya işlerine âlet olamaz, siper edilemez” ifadesi, onu her türlü politik çıkarın ve hizipleşmenin üstünde tutar. Zira bu eserlerin hedefi, kalpleri ıslah etmek, ahirete hazırlamak ve imanı kurtarmaktır; makam, mevki veya menfaat değil.

Nefsaniyetten Arınmış Bir Davet

Bu anlayış, aynı zamanda tebliğ ehline nefis terbiyesi dersi de verir. Neticeye değil, hakka odaklanan bir hizmet; hiddetsiz, lidersiz ve riyasız olur. Ne büyüklük davası güder ne de başarıyı kendi hanesine yazar. Bu tarz, bir nur gibi yayılır ve kalpleri fetheder.

Bugün birçok İslami hizmetin tıkanma sebeplerinden biri, bu dengeyi kaybetmesidir. İnsanlar netice odaklı hizmette aceleci olur, başarıyı kendi planlarıyla eş tutar ve sonra da başarısızlıkta yeise düşer. Oysa Risale-i Nur, sabırla, tevekkülle ve tevazuyla yapılan hizmetin sonunda, neticenin Allah’ın dilediği şekilde geleceğini öğretir.

Sonuç: Teslimiyetle Tebliğ, Siyasetten Temizlik

Risale-i Nur, Allah adına konuşur; ama Allah adına hüküm vermez. Hakk’ı anlatır; ama kalplere hükmetmez. Tebliği yapar; ama kabule zorlama getirmez. En önemlisi, dünyaya âlet edilmez, makam ve çıkar için kullanılmaz. Çünkü hakikat, dünyaya perde yapılmaz. Hakikat, perdeleri yırtmak için vardır.

Makale Özeti

Bu makale, Tarihçe-i Hayat’ta geçen “Vazifemizi yaparız, kabul ettirmek Allah’a aittir” ve “Risale-i Nur dünya işlerine âlet edilemez” düsturlarını merkeze alarak, iman hizmetinde tebliğ ve teslimiyet dengesini işler. Risale-i Nur’un mesleği, neticeye değil, vazifeye odaklıdır ve siyasî çıkarlarla ilişkilendirilmesi, manevî tesirini zedeler. Sonuç olarak, hizmetin samimiyeti ve tesiri; ihlâs, istikamet ve Hakk’a tam teslimiyetle mümkündür.

 




Toplumu Ayakta Tutan Beş Temel Direk: Kurtuluşun Anahtarı

Toplumu Ayakta Tutan Beş Temel Direk: Kurtuluşun Anahtarı

“Bu milletin ve bu vatanın hayat-ı içtimaiyesini anarşilikten kurtarmak ve büyük tehlikelerden halâs etmek için beş esas lâzımdır ve zarurîdir:

   Birincisi, merhamet. İkincisi, hürmet. Üçüncüsü, emniyet. Dördüncüsü, haram helâli bilip haramdan çekinmek. Beşincisi, serseriliği bırakıp itaat etmektir.”
Tarihçe-i Hayat.301

Bir milletin en büyük serveti; ne toprağı, ne binası, ne de teknolojisidir. Asıl servet, insanların kalplerinde taşıdığı ahlâk, vicdan ve maneviyatla yoğrulmuş değerlerdir. Bu değerler zayıfladığında, toplumun çatısı çatırdar, düzen bozulur, huzur kaybolur ve nihayetinde anarşi, karanlık bir sel gibi her yeri yutar.

Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat adlı eserinde bu çöküşten kurtuluşun beş temel esasla mümkün olacağını bildirir: Merhamet, hürmet, emniyet, helal-haram şuuruyla yaşamak ve itaat. Bu beş esas, sadece birer ahlâkî tavsiye değil; aynı zamanda toplumsal barış ve istikrarın ruhudur.

  1. Merhamet: Kalplerin Dirilişi

Merhamet, bir insanın sadece kendini değil, başkasını da hesaba katma halidir. Bir toplumda merhamet varsa, zayıf ezilmez, hasta horlanmaz, düşen kaldırılır. Merhametin öldüğü yerde acımasızlık, fırsatçılık ve çıkarcılık yükselir. Anarşinin ilk tohumu, merhametsizlikle atılır.

  1. Hürmet: Değere Saygı

Hürmet, yaşa, ilme, anne-babaya, büyük-küçük hukukuna gösterilen saygıdır. Hürmetin zayıfladığı bir toplumda herkes kendi hevasını hak ölçüsü yapar. Nesiller çatışır, bilgi küçülür, aile dağılır. Hürmet, cemiyetin mayasıdır; yoksa parçalanma kaçınılmazdır.

  1. Emniyet: Güven Üzerine Kurulan Hayat

Emniyet, insanın canına, malına, namusuna ve inancına dokunulmayacağına dair duyduğu güvendir. Bu güvenin sarsıldığı bir yerde ne ticaret olur, ne huzur, ne de gelecek. İnsanlar evlerine dikenli tel çekip kalplerini taşlaştırdıklarında, medeniyet maskeli bir vahşete dönüşür.

  1. Helal-Haram Bilinci: Vicdanın Terazisi

Toplumun fertleri helal ve haramı bilmezse, menfaat uğruna her şeyi mubah görür. Bu da ahlâkı çöker, haram her tarafa yayılır. Yolsuzluk, zina, içki, faiz ve gasp sıradanlaşır. Helal-haram şuuru, toplumu hem Allah’a hem birbirine karşı sorumlu kılar. Bu olmadan hiçbir sistem işe yaramaz.

  1. İtaat: Serseriliği Bırakmak

İtaat, başıboşluk değil, hikmetli ve meşru otoriteye boyun eğmektir. Herkes kendi kuralını koyduğunda anarşi olur. Gençlerin nefsin çağrısına değil, hak ve hakikat nizamına itaat etmesi gerekir. Zira nizam, insanı özgür kılar; başıboşluk ise onu köleleştirir.

Sonuç: Kurtuluşun Yolu Bizdedir

Bugün karşılaştığımız ahlâkî ve sosyal buhranların kaynağı, bu beş esasın terk edilmesidir. Modern dünyanın cazibesiyle büyülenen kalpler, bu temel değerlerden uzaklaştıkça anarşi kapıyı çalmıştır. Ancak kurtuluş reçetesi hâlâ elimizdedir. Bediüzzaman’ın dikkat çektiği bu beş ilke, toplumun yeniden dirilişi için birer tohumdur. Yeter ki onları hayatımıza ekeyim, sulayalım ve sabırla büyütelim. Çünkü milletin kaderi, fertlerin karakterinde gizlidir.

Makale Özeti

Bediüzzaman Said Nursî’nin Tarihçe-i Hayat’ta ifade ettiği beş esas—merhamet, hürmet, emniyet, helal-haram şuuru ve itaat—toplumun anarşiden kurtulup huzura ermesi için vazgeçilmez temel taşlardır. Bu esaslar, hem bireysel hem de toplumsal hayatın ahlâkî dayanaklarını oluşturur. Makale, bu beş ilkenin her birini açıklayarak, toplumsal çözülmenin nedenlerini ve kurtuluş yollarını düşündürücü bir üslupla ortaya koyar. Sonuç olarak, kurtuluşun yolu dışta değil; bu kadim ve hikmetli esasları yaşatmakta gizlidir.

 

 




Her Şey Dönüyor, Her Şey Değişiyor: Faaliyet İçinde Tecelli Eden Ulûhiyet

Her Şey Dönüyor, Her Şey Değişiyor: Faaliyet İçinde Tecelli Eden Ulûhiyet

“Bilmüşahede gözümüzle görünen ve muhit ve daimî ve muntazam ve dehşetli ve semavî ve arzî olan bütün mevcudatı çeviren ve tebdil ve tecdid eden ve kâinatı kaplayan faaliyet-i müstevliye hakikati görünmesi ve o her cihetle hikmet-medar faaliyet hakikatinin içinde tezahür-ü rububiyet hakikatinin bilbedahe hissedilmesi ve o her cihetle rahmet-feşan tezahür-ü rububiyet hakikatinin içinde, tebarüz-ü uluhiyet hakikati bizzarure bilinmiş olmasıdır.”
Tarihçe-i Hayat.359.

> “Bilmüşahede gözümüzle görünen… faaliyet-i müstevliye hakikati…”
(Tarihçe-i Hayat, s. 359)

Kâinat Durmuyor: Her Şey Hareket Hâlinde

Kâinata gözümüzü çevirdiğimizde gördüğümüz manzara şudur: Her şey hareket hâlinde. Güneşler dönüyor, yıldızlar devriliyor, dünyalar mevsimden mevsime geçiyor. Hücreler yenileniyor, yapraklar sararıyor, bedenler büyüyor, dağlar aşınıyor. Hatta atom altı parçacıklar bile bir faaliyet hâlinde deveran ediyor.

Bu müşahede edilen faaliyet, rastgele bir devinim değil, aksine hikmetli, ölçülü ve maksatlı bir işleyiştir. Bu da gösteriyor ki: Bu faaliyet, bir Sâni’in kudret eliyle gerçekleşiyor.

Faaliyetlerin İçindeki Rububiyet Eli

Her hareketin içinde bir idare ve terbiye, yani rububiyet görünür. Yani sadece hareket değil, aynı zamanda düzen, denge ve yönlendirme vardır. Güneşin ısı ve ışığıyla bitkilerin büyümesi, bulutların belirli döngülerle yağmur getirmesi, insanların iç organlarının sürekli yenilenmesi… Hepsi bir ilahî terbiyenin tezahürüdür.

Rububiyet, sadece yaratmakla kalmaz; her an yönetir, besler, değiştirir, yeniler. İşte bu, “faaliyet-i müstevliye” dediğimiz şeydir: Her yeri saran, daimi ve şümullü bir faaliyet. Ama bu faaliyetin içinde sadece mekanik bir işleyiş yoktur; aynı zamanda şefkatli bir el, merhametli bir kudret vardır.

Rububiyetin İçinden Ulûhiyet Doğar

Bu hikmetli idare ve merhametli düzenin ardında sadece bir kuvvet değil, aynı zamanda tanınmak isteyen, sevilmek isteyen, marifet ve muhabbet isteyen bir Zât’ın varlığı hissedilir. Yani rububiyetin içinden ulûhiyet parıldar.

Bir çiçeği düşünün: Güneşten ışık alır, topraktan beslenir, tam bir ölçüyle açar, bir sanatla kokar, güzellikle solar. Bu süreçler zinciri bir faaliyettir. Fakat bu faaliyet, gayesiz değildir. O çiçek, bize sanatkârını tanıtır, O’nun rahmetini anlatır, O’na secde ettirir. Bu da ulûhiyetin tezahürüdür.

Gözle Görülen Faaliyet, Kalple Bilinen Allah’a Delildir

Kur’an’ın tabiriyle:
“Her an O, bir şe’n üzeredir.” (Rahman, 29)
Yani Allah her an bir iştedir: Yaratır, değiştirir, idare eder, rızık verir, can alır, can verir. Bu ilahî fiillerin tamamı faaliyet-i daimedir. Ve bu faaliyetler bize şunu gösterir:
Kâinatın her tarafında Zât-ı Akdes’in kudreti iş başındadır. Bu faaliyetler, kör tabiatın eseri olamaz; zira ne şuursuz zerreler böylesine bir sanat yapabilir, ne de tesadüf bu kadar düzenli olabilir.

O hâlde bütün faaliyetlerde;

Kudret vardır,

Kudret içinde hikmet vardır,

Hikmet içinde rahmet vardır,

Rahmet içinde ise marifet ve ulûhiyet tecelli eder.

Sonuç: Kâinattaki Sürekli Faaliyet, Allah’ı Tanımanın Kapısıdır

Kâinatta gözle görülen her faaliyet; düzenli, hikmetli ve maksatlıdır. Bu faaliyet, sadece maddenin değil, rububiyetin ve ulûhiyetin de yansımasıdır. Zira bu faaliyetler, varlığı sürekli kılmak, mahlukatı terbiye etmek ve kendini tanıtmak isteyen bir Zât’ın eseridir. Bu Zât, bütün mahlukatın Hâlık’ı olan Allah Teâlâ’dır.

Makale Özeti

Bu yazı, kâinatta gözle görülen daimî faaliyetlerin arka planındaki ilahî kudreti ve hikmeti anlamaya yönelik bir tefekkür sunar. Faaliyet-i müstevliye olarak tanımlanan bu geniş çaplı değişim ve dönüşüm, sadece mekanik değil; aynı zamanda rahmetli bir rububiyetin ve tanınmak isteyen bir ulûhiyetin açık tecellisidir. Kâinattaki faaliyetler Allah’ın varlığına, kudretine, rububiyetine ve ulûhiyetine şahitlik eder.

 

 




Âlem Bir Ayna, Her Şey O’nu Gösteriyor

Âlem Bir Ayna, Her Şey O’nu Gösteriyor

“Ve kâinatı, serbeser her vakit taze taze ve ayrı ayrı cilveleri ve nakışları göstermek için daima değişen ve tazelenen ve hadsiz âyinelerden terekküp eden bir âyine-i ekber suretine çevirir. Ve bu kıyasla görmek ve işitmek,  ihtiyar etmek ve konuşmak sıfatları dahi her biri birer kâinat kadar Zat-ı Akdes’i bildirir, tanıttırır.”
Tarihçe-i Hayat.361

Kâinat Bir Kitap Gibi Değil, Aynı Zamanda Bir Aynadır

Her şeyin bir yüzü var: Bize bakan yönü. Bir de ardında saklı olan manası var: Yaratanına bakan yönü. İşte Bediüzzaman Said Nursî, bu mânâyı derinlemesine kavrayarak diyor ki: Kâinat bir ayna gibidir. Hem de sıradan bir ayna değil; sonsuz cilveleri gösteren, her an tazelenen, hikmet ve sanat dolu büyük bir ayna.

Kâinatı sıradan bir görüntü sananlar, onun sadece fiziksel tarafını görürler. Oysa tefekkür ehli için her bir zerre bir tecelli penceresi, her bir mahluk bir sanat levhası, her bir olay bir ilahî cilve aynasıdır.

Tazelikteki Sır: Tekrarsız Tekerrür

Hiç düşündünüz mü, neden her gün güneş doğar ama her gün aynı değildir? Neden her mevsim gelir ama her seferinde başka çiçekler açar? Neden her insan farklı yüzdedir, her yaprak ayrı damarlıdır?

Çünkü Allah, kendisini sadece yaratmakla değil, her an yeni bir tecelliyle tanıtmak ister.
“Külli tecelli-i esmâ ile her şeyi her an tazeler.”
Her mahluk bir defa değil, her an yeniden yaratılır. Bu sürekli değişim ve yenilenme, sadece tabiatın döngüsü değil, Zat-ı Akdes’in sınırsız sıfatlarının cilvesidir.

Görmek, İşitmek, Konuşmak da Birer Kâinat Gibi

İnsan Allah’ı tanıyan bir varlıktır; ama tanımak için ayna olması gerekir. İnsanın da kendi içinde bir kâinat kadar geniş sıfatları vardır. Bediüzzaman der ki: “Görmek, işitmek, konuşmak gibi sıfatlar dahi birer kâinat gibidir.”

Düşünün:

Göz, Allah’ın Basîr ismine bir aynadır.

Kulak, Semî’ ismine bir penceredir.

Konuşmak, Kelâm sıfatının insanda tecellisidir.

İnsan kendine baksa, kendi üzerinde de Allah’ın sonsuz sıfatlarını okur. Hem kâinatta, hem kendinde: O’nun varlığını, birliğini ve güzelliğini seyreder.

Her Şeyin Gayesi: Marifet ve Muhabbet

Kâinattaki her değişim, her tazelik, her güzellik Allah’ı tanıtmak içindir. Çünkü Zat-ı Akdes, sonsuz kemâl sahibidir. Ve her kemâl, bilinmek ister. Onun için mahlukat var edilmiştir. Ve her mahluk, bir görevle yaratılmıştır: Allah’ı tanıtmak, sevdirmek, anlatmak.

Bu sebeple kâinat:

Bir aynadır → Allah’ın isimlerini yansıtır.

Bir kitaptır → İlahi kelimelerle yazılmıştır.

Bir sergidir → Sanat ve kudretin teşhiridir.

Ve bir mekteptir → Her şey birer ders, birer ibret, birer marifettir.

Sonuç: Bütün Varlık O’nu Gösteriyor

Kâinattaki her varlık, her an bir değişim içindedir. Bu değişim ve tazelik, sırf tabiatın oyunu değil; Allah’ın her an yeni bir tecelliyle görünmek istemesidir. Göz, kulak, akıl gibi sıfatlarımız da kendi içlerinde birer âlem gibidir ve Allah’ın sıfatlarının yansımasıdır.
O hâlde insan hem dışına, hem içine bakarak Zat-ı Akdes’i tanır, sever ve secde eder.

Makale Özeti

Bu yazı, kâinatın sürekli değişen yapısının Allah’ın isim ve sıfatlarının bir yansıması olduğunu açıklar. Her bir varlık, her bir değişim, O’nun sonsuz kudret, hikmet ve cemalini göstermeye yarayan birer aynadır. İnsan ise bu aynada tefekkür ederek Rabbini tanımaya davetlidir. Kâinat ve insan birlikte, ilahî marifetin iki büyük kitabıdır.

 




Sessiz Zincirler: İngiltere’nin Müstemlekat Nazırlığı ve Sömürgeciliğin Derin İzleri

Sessiz Zincirler: İngiltere’nin Müstemlekat Nazırlığı ve Sömürgeciliğin Derin İzleri

Tarih, yalnızca olayların kronolojik bir sıralaması değildir; aynı zamanda insanlığın sınandığı bir vicdan terazisidir. 19. ve 20. yüzyıl boyunca dünyanın birçok coğrafyasında atılan İngiliz adımları, yalnızca siyasi ve ekonomik bir hakimiyeti değil, aynı zamanda ruhlara vurulan görünmez zincirleri temsil eder. Bu zincirlerin merkezi ise “Müstemlekat Nazırlığı” adı verilen, bir diğer deyişle “Sömürgeler Bakanlığı”dır.

Müstemlekat Nazırlığı: Sessiz Bir İmparatorluk Makinesi

İngiltere, 1801’de kurulan Müstemlekat Nazırlığı aracılığıyla, “gelişmemiş” olarak gördüğü toplumları yönetme iddiasıyla harekete geçti. Görünürde “medeniyet götürme”, “hukuk ve düzen sağlama”, “eğitim” gibi kavramlarla süslenen bu idare, gerçekte ekonomik sömürü, kültürel asimilasyon ve manevî kimlik yıkımı üzerine kuruluydu.

Nazırlık, yönetimi altındaki toprakları yalnızca siyasi haritalara değil, zihinlere ve vicdanlara da çizdi. Hint altkıtası, Afrika’nın büyük kısmı, Orta Doğu’nun belirli bölgeleri, Karayipler ve Pasifik adaları gibi geniş coğrafyalarda bu yapının gölgesi hissedildi. Sömürge idaresi, yerli halkları “idare edilecek çocuklar” gibi görerek onları yönetmeye çalıştı; ama bu yönetim, çoğu zaman baskı, yoksulluk, cehalet ve bağımlılık üretmekten başka bir şey getirmedi.

Hükmedilen Devletler: Harita Değil, Vicdan Karanlığı

Bugün bağımsız devletler olarak bilinen birçok ülke, bir zamanlar İngiliz Müstemlekat Nazırlığı’nın yönettiği topraklardı. Bu ülkelerden bazıları şunlardı:

Hindistan (ve bugünkü Pakistan, Bangladeş, Myanmar)

Mısır, Sudan, Kenya, Nijerya, Uganda, Güney Afrika gibi Afrika ülkeleri

Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda gibi Anglo-Sakson koloniler

Karayipler ve Karayip Adaları

Malezya, Singapur, Hong Kong

Filistin, Ürdün, Irak, Aden (Yemen) gibi Orta Doğu ülkeleri

Bu ülkeler yalnızca ekonomik olarak değil, eğitimden dini hayata, dilden hukuk sistemine kadar her alanda İngiliz etkisiyle şekillendirildi. Bazıları “ortaklık” süsüyle, bazıları doğrudan işgal yoluyla “medenileştirildi”.

Hikmet ve İbret: Zincirler Çıktı, Zihniyet Kaldı

Bugün bu ülkelerin çoğu bağımsızdır. Bayrakları vardır, marşları vardır, liderleri vardır. Ancak birçoğunun eğitim sistemi hâlâ İngiliz sisteminin gölgesindedir. Hukukları Anglo-Sakson, ekonomileri Batıya bağımlı, kültürleri parçalanmış, kimlikleri dağılmıştır.

Bu da bize gösteriyor ki, sömürgecilik yalnızca topraklara değil, kalplere ve kafalara vurulan zincirlerle kalıcı hale getirilmiştir. İngiltere’nin Müstemlekat Nazırlığı gibi yapılar, fiziki işgallerin ötesine geçerek zihinsel bir işgal mimarisi kurmuşlardır.

İbret alınacak bir diğer yön ise, “medeniyet” adına yola çıkanların nasıl vicdanı susturup menfaati kutsadıklarıdır. Kimi yerli halklara “uygarlık” olarak sundukları sistem, onların bin yıllık değerlerini yerle bir eden bir yıkım oldu.

Bugüne Mesaj: Yeni Müstemlekeler Dijitaldir

Bugün artık Müstemlekat Nazırlığı gibi bir kurum yok. Ancak dijitalleşen dünyada, medya, ekonomi ve kültürel manipülasyon yoluyla yeni bir “sessiz sömürgeleştirme” süreci devam ediyor. Bu defa tankla değil, TikTok’la geliyorlar. Tüfekle değil, trendlerle yönlendiriyorlar. Dilleri, ahlakları, aile yapıları hedef alınıyor.

Bunun karşısında durmak için tarihî ibretlere bakmak, zihinsel uyanıklığı kuşanmak ve manevî kökleri yeniden sulamak gerekiyor.

Özet:

Müstemlekat Nazırlığı, İngiltere’nin sömürgeleri yönettiği resmi kuruluştur. 19. ve 20. yüzyılda çok sayıda ülke bu yapı tarafından idare edilmiştir.

Hindistan’dan Afrika’ya, Orta Doğu’dan Karayipler’e kadar geniş bir coğrafyada etkili olmuş ve bu ülkelerin hem maddî hem manevî kaynaklarını sömürmüştür.

İngiltere, bu faaliyetleri “medeniyet” kisvesi altında yürütse de sonuçta geriye kültürel yıkım ve ekonomik bağımlılık kalmıştır.

Bugün fizikî işgal sona erse de, dijital ve kültürel sömürgecilik farklı biçimlerde sürmektedir.

Bu nedenle ibret almak, bilinçlenmek ve manevî diriliş şarttır.

 




Geliş ve Gidiş Arası: İnsanın Yolculuğu

Geliş ve Gidiş Arası: İnsanın Yolculuğu

Gelirken ne getirdik ki,
Giderken onu götürelim?
İnsanlıktan ve insanlığa mensub olmakdan gayrı!
Çıplak geldik, çıplak da gidiyoruz.
Giydiğimiz iman ve ibadet elbisesiyle beraber.
Gelirken getirdiğimiz sermayeyi, giderken, ne ettiğimiz sorusuyla ve sorgusuyla karşı karşıya kalarak.
Gelirken ebenin elindeydik, giderken ğassalın eline düştük.
Önce doğdu dediler, sonra öldü.
Rahmetten geldik, rahmete gittik.
Dar dünyadan dâr-ı dünyaya, dar kabirden dâr-ı ukbâya göç ettik.
Ata yurdundan yine ata yurduna.
Bir kere belâ ( Evet) dedik, bir ömür bela havuzunda yüzdük.
Sonuç; ya cennet belâ’sı (evetle istenilen mükâfat) veya cehennem belası (tutulmayan sözün cezası).

***********

İnsan, iki kapı arasındaki yolcudur. Birinden girer, diğerinden çıkar. Ne geliş bizim elimizdedir, ne de gidiş. Sadece ikisi arasına serpiştirilmiş “emânet zaman” bize verilmiştir. Ve o zamanın her anı, bizi ebedî menzile götüren bir adım, ya da oradan uzaklaştıran bir sapmadır.

Ne Getirdik?

Gözümüzü açtığımızda elimizde ne bir mal, ne bir makam, ne de bir kimlik vardı. Dilimiz yoktu, elimiz tutmazdı, aklımız işlemezdi. Çıplaktık; sadece beden değil, mana yönüyle de çıplak. Tek sermayemiz, “insan olma potansiyelimiz”di. Bu potansiyel, “emanet”le anlam kazandı: ruh…

“Evet” dedik; ruhlar âleminde bir söz verdik. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna bir kelimeyle cevap verdik: Belâ (Evet). O kelimeyle başladık yolculuğa. O kelimenin doğruluğuyla tamamlayacağız ya da inkârıyla düşeceğiz.

Ne Götürüyoruz?

Elden çıkan her şey, dünya toprağında kalıyor. Gömlekler, unvanlar, servetler… Hatta isim bile. Ancak bir elbise bizimle geliyor: İman ve ibadet elbisesi. O elbise, kefenden daha kıymetli. Çünkü kefen çürür, iman çürümez. Namaz, oruç, sadaka… Onlar bizimle gelirken, bizi tartan bir terazinin kefesini doldurur.

Gelişte bir ebe vardı, gidişte ise bir gassal. Geliş müjdelendi, gidiş matemle anıldı. Ama hangisi daha kıymetliydi? Aslında gidiş, asıl menzilin kapısıydı. Geliş bir başlangıç, gidiş bir neticeydi. Ve her netice, yapılan işin değerini gösterir.

İnsanlık ve Sorumluluk

Bu yolculukta insana yüklenen en büyük yük: sorumluluk. Kâinatta akıl taşıyan tek varlık biziz. Düşünebilen, irade gösteren, seçebilen ve vicdan azabı çekebilen… Bu özellikler, insanlığı sadece biyolojik bir kimlik olmaktan çıkarır. İnsanı, “emaneti yüklenen” halife yapar. Ve bu halifelik; secdeyle başlayan, hesapla sona eren bir imtihandır.

Nereye Gidiyoruz?

Dünya dar. Kabir daha dar. Ama mü’min için ukbâ geniştir. Çünkü iman eden bilir ki; kabir bir sondan çok, bir başlangıçtır. Ata yurdundan gelen ruh, yine ata yurduna döner: “İnna lillah ve inna ileyhi râciûn” sırrınca. Bu dönüş, boşuna değildir. Her dönüş, bir muhasebeye çıkar. “Ne getirdin?” denmeyecek belki; “Ne ettin?” denilecek. Ne getirdiğimiz değil, emanete ne kattığımız önemli olacak.

Netice ve Seçim

İnsan, iki uçta yol alır: ya cennet belâsı, ya cehennem belâsı. İlki, sabrın ve sadakatin ödülüdür. Diğeri, verilen sözün çiğnenmesinin bedeli. Bir “belâ” kelimesiyle başlayan hayat, bir “belâ” ile sonlanır. Fakat bu son, bir başlangıçtır.

Özet:

Bu makale, insanın dünyaya gelişi ve dünyadan gidişi arasındaki anlam yüklü yolculuğu ele alır. İnsanın dünyaya çıplak geldiği ve çıplak gideceği gerçeğiyle birlikte, bu yolculukta taşınan en kıymetli sermayenin iman ve ibadet olduğu anlatılır. Ruhlar âleminde verilen “belâ” (evet) sözüyle başlayan bu seyahatin sonunda, insanın emaneti nasıl taşıdığı ve insanlığa ne kattığı sorgulanacaktır. Makale, insana yüklenen sorumluluğu, geçici dünya hayatının ardından gelen ebedî menzili ve iki sonuçtan birine varan neticeyi düşündürücü bir dille işler.

 

 




Konuşan Dünya: Yüz Bin Ağızla Söylenen Bir Hakikat

Konuşan Dünya: Yüz Bin Ağızla Söylenen Bir Hakikat

“Küre-i arz bir kafadır ki yüz bin ağzı vardır. Her bir ağzında, yüz bin lisanı vardır. Her lisanında, yüz bin bürhanı var ki her biri çok cihetle Vâcibü’l-vücud, Vâhid-i Ehad, her şeye Kadîr, her şeye Alîm bir Zat-ı Zülcelal’in vücub-u vücuduna ve vahdetine ve evsaf-ı kudsiyesine ve esma-i hüsnasına şehadet ederler.”
Sözler.741

Dünya bir taş parçası değil. Sadece üzerinde yaşadığımız bir gezegen değil. O bir kafa, bir şuur merkezi, bir hikmet sahnesidir.
Bediüzzaman Said Nursî, bu küre-i arzı konuşan bir kafa olarak tarif eder:

> “Küre-i arz bir kafadır ki yüz bin ağzı vardır. Her bir ağzında yüz bin lisanı vardır. Her lisanında yüz bin bürhanı var…”

Bu cümle, sıradan bir benzetme değil. Derin bir marifet penceresi ve tevhid aynasıdır.

Yüz Bin Ağız, Sayısız Lisan

Bu dünya, çok dilli bir kitap gibidir.
Denizler ayrı konuşur, dağlar başka söyler.
Gökyüzü kendi lisanınca fısıldarken, toprak içinden neşet eden otlar başka bir beyanla konuşur.
Hayvanların yaratılış dili farklıdır; insanların ibda ve inşa dili başkadır.

Bir arının lisanı vardır: “Beni bal için yaratan bir Rezzâk var.”

Bir nar tanesi lisanı vardır: “Her bir hücrem hesapla doludur.”

Bir kar tanesi lisanı vardır: “Simetrim rastgele değil, hikmetledir.”

Ve insanın dili: “Ben düşünebilirim çünkü bana düşündüren biri var.”

Her varlık, hal diliyle ve var oluşuyla konuşur. Ve hepsi, bir tek hakikati söyler:
“Ben tesadüf değilim. Sanatlıyım. Sanatkârım var.”

Kâinatın Eşsiz Vaazı

Küre-i arz, sadece yaşanılan bir mekân değil; aynı zamanda bir vaaz kürsüsüdür.
Her mevsim bir hutbedir.
Her yağmur damlası bir ayet gibidir.
Her çiçek, her böcek, her bebek, her ses… bir kelime, bir cümle, bir delildir.

Ve hepsi bir ağızdan değil; her biri ayrı ağızlardan ve ayrı lisanlardan dile gelir.

Bir araya geldiklerinde kâinatın tek bir mesajı yankılanır:
“La ilâhe illâ Hû… Ondan başka ilah yoktur!”

Küre-i Arz: Şehadet Eden Bir Kafa

Neden “kafa” benzetmesi yapılmış?

Çünkü kafa, idrakin ve şuurun merkezidir. Dünya da akıl sahipleri için bir ibret merkezidir.

Kafa, göz, kulak, ağız gibi iletişim vasıtalarının birleşimidir. Dünya da gözle görülen, kulakla işitilen, kalple hissedilen yüz binlerce delilin toplandığı bir organdır.

Kafa, fikir üretir. Dünya da her aklı selimi, imanla buluşturacak fikirlerin kaynağıdır.

Yüz Bin Bürhan: Her Şey O’nu Gösteriyor

Her ağzın yüz bin lisanı, her lisanın da yüz bin bürhanı olduğu ifade ediliyor. Bu ne demek?

Bu şu demek:

Her varlık, kendi cinsine mahsus bir şekilde Allah’ı anlatır.

Her özellik, ayrı bir delildir.

Her detay, bir sanat inceliğiyle konuşur.

Bir karıncanın gözünden, bir yıldızın yörüngesine kadar her şey, binlerce yönüyle Allah’ın varlığına, birliğine, ilmine ve kudretine şahitlik eder.

Ve bu şehadet, bir kuru taklit değil; basiret sahiplerinin görebileceği parlak bir hakikattir.

İnsan Nereye Baksa O’nu Görür

Bu kainat öyle bir yapıdır ki:

İlmi olmayan göremez.

Tevhidi olmayan anlayamaz.

Şükrü olmayan kıymetini bilemez.

Oysa her yer bir aynadır. Göz değil, gönül gözü açık olan herkes için…
Her taş, her ağaç, her canlı, “Ben O’ndan haber veriyorum” der.

Sonuç ve Özet:

Bu makalede, dünya hayatının sadece bir mekân değil; akıl sahipleri için bir marifet kitabı, bir vaaz kürsüsü, bir şehadet merkezi olduğu ifade edildi. Her şey kendi diliyle konuşmakta, her unsur Hâlık’ını göstermektedir. Küre-i arz, binlerce diliyle Vâcibü’l-Vücud olan Allah’ın varlığını, birliğini ve kudretini ilan eden bir şehadet makamıdır.

Özetle: Dünya sadece dönen bir gezegen değil, her yönüyle Allah’ı anlatan bir “dil”, bir “kafa”, bir “kitaptır”. Her parçası, her ânı ve her mevcudu; Allah’ın birliğine ve kudretine yüz bin lisanda şehadet eder. Gören göz, işiten kulak, bilen kalp için bu apaçık bir hakikattir.

 

 




Kuşların Dili: Sessiz Âlemin Söylenen Hakikati

Kuşların Dili: Sessiz Âlemin Söylenen Hakikati

 

“Şimdi kuşlara bak! Onların söyleşmeleri ve cıvıldaşmaları, bir Sâni’-i Hakîm’in intak ve söyletmesi olduğuna delil-i kat’î ise hayret verir bir tarzda birbirine o seslerle müdavele-i hissiyat ve ifade-i maksat etmeleridir.”
Sözler.738

Sabahın erken vaktinde bir bahçeye girin. Sessizlik değildir sizi karşılayan… Kuşların ahenkli sesi, cıvıltıların melodisi sarar her yanı. Bir serçe titrek sesiyle bir şey anlatır. Bir bülbül, nağmelerle âdeta şiir söyler. Bir kırlangıç, hızlı ve kısa ötmeleriyle uyarır ya da haber verir.

Ama asıl soru şudur:
Kim öğretti bu küçücük varlıklara bu lisanı?
Kim verdi bu kadar hikmetli bir konuşmayı bu aciz, küçük, dilsiz yaratıklara?

Bediüzzaman der ki:

> “Kuşların söyleşmeleri ve cıvıldaşmaları, bir Sâni’-i Hakîm’in intak ve söyletmesi olduğuna delil-i kat’îdir.”

Cıvıltıların Ötesinde Bir Lisan

Modern ilim bize kuşların seslerinin sadece ötüş olmadığını, anlam taşıdığını söylüyor. Her kuş türü kendine has “kelimeler”le iletişim kurar. Uyarı verir, eş çağırır, yavrusuna sinyal gönderir.

Fakat asıl şaşırtıcı olan, bu dilin kendiliğinden ortaya çıkmamış olmasıdır. Zira:

Ne kuşlar bir akademiye gitmiştir.

Ne dilbilgisi çalışmışlardır.

Ne de aralarında anlaşma protokolü oluşturmuşlardır.

Buna rağmen belli maksatları birbirlerine aktarırlar. İşte bu, bir tesadüfün değil, bir İntak Eden’in varlığının isbatıdır.

Sükûtun İçindeki Kelâm

Kuş sesleri, ilk bakışta sadece fon müziği gibi gelir kulağımıza. Oysa her ötüş, içinde bir maksat, bir duygu, bir ihtiyaç taşır. Bediüzzaman bu noktaya dikkat çeker:

> “Hayret verir bir tarzda birbirine o seslerle müdavele-i hissiyat ve ifade-i maksat etmeleridir.”

Bu ifade şunu söyler:
Kuşlar konuşuyor. Ama bizim sandığımız gibi rastgele değil.
Bir hissiyat aktarımı, bir maksat ifadesi var ötüşlerinde.

Bu hakikat, şu gerçeği de beraberinde getirir:
Konuşma kudreti, yalnız insana ait değildir.
Söyleten kim ise, her varlığa da dilediğini söyletir.

Söyleten Kimdir?

İnsan, diliyle övünür. Fakat insana dili verene bakmaz. Oysa hayvanlar da, kuşlar da bir şekilde konuşur. Onlara da bir lisan, bir ifade biçimi verilmiştir. Peki bu dili kim öğretti?

Kuş akılsızdır, şuursuzdur. Öyleyse bu konuşma:

Onun kendi kabiliyetinden değil;

Ona konuşturan bir Kudret’ten gelir.

Tıpkı Hz. Süleyman’ın, kuşların dilini anlaması gibi… O kuşlar, zaten konuşuyordu. Süleyman (as) ise sadece o dili anlamaya mazhar olmuştu.

Bu da gösteriyor ki, kuşlar konuşur. Hem de Allah’ın söyletmesiyle…

Cıvıltılarla Gelen Tevhid

Her sabah binlerce kuşun sesi bir ezan gibidir aslında. İnsanlara uyan der, uyan ki Rabbinin sanatını gör. Her ses bir tesbih, her ötüş bir zikirdir.

Onların konuşmaları bize şunları söyler:

Biz aciziz ama konuşuyoruz, çünkü Söyletiliyoruz.

Biz zayıfız ama mesaj veriyoruz, çünkü İfade Ettiriliyoruz.

Biz küçük varlıklarız ama büyük hakikatlere deliliz.

Bu, insana da bir ders verir:
Eğer kuşlar bu kadar anlamlı ötüyorsa, insan nasıl olur da lisanını boş, anlamsız, şükürsüz kullanır?

Sonuç ve Özet:

Bu makalede, kuşların ötüşlerinden yola çıkarak kudret, hikmet ve tevhid delilleri işlendi. Kuşların lisanı; tesadüf, içgüdü veya evrimle açıklanamayacak kadar düzenli ve maksatlıdır. Bu durum, Bediüzzaman’ın işaret ettiği gibi, konuşturan bir Sâni’-i Hakîm’in varlığına delil olur.

Özetle: Kuşlar sadece ötmez; konuşurlar. Konuşmaları ise kendi güçlerinden değil, Allah’ın onlara lütfettiği birer kelam sırrından gelir. Her ötüşleriyle “Biz varız ve bizi Söyletiyorlar” derler. Bu da biz insanlara hem ibret, hem de şükür dersidir.

 




Çiçeklerin Sessiz Daveti: Kudret Sofrasının Güzellikleri

Çiçeklerin Sessiz Daveti: Kudret Sofrasının Güzellikleri

“Şimdi çiçeklere, meyvelere bak! Bunların gülümsemeleri ve tatları ve güzellikleri ve nakışları ve koku vermeleri; bir Sâni’-i Kerîm’in, bir Mün’im-i Rahîm’in sofrasında birer tarife, birer davetname hükmünde olarak muhtelif renk ve koku ve tatlarla her nev’e ayrı ayrı tarife ve davetname olarak verilmiştir.”
Sözler.738

Gül açar… Sessizdir. Ama gönle bir şey söyler. Lale dalgalanır… Kelimesizdir ama bakışlara bir çağrı yapar. Portakal olgunlaşır… Tatlılığıyla dile gelmez ama damağa bir hatırlatma sunar. Çünkü bu âlem, kelimelerle değil hikmetle yazılmış bir davetnamedir.

Bediüzzaman, çiçeklere ve meyvelere bakmamızı ister. Der ki:

> “Bunların gülümsemeleri ve tatları ve güzellikleri ve nakışları ve koku vermeleri; bir Sâni’-i Kerîm’in, bir Mün’im-i Rahîm’in sofrasında birer tarife, birer davetname hükmündedir.”

Bu ifade, varlığı sanki bir sofra gibi tarif eder. Ama bu sofra, yalnız mideye değil, kalbe, ruha, akla ve göze de hizmet eder. Güzellik, sadece süs değildir; birer delildir.

Tatların ve Kokuların Dili

Neden gül güzel kokar? Neden kavun tatlıdır? Neden limon ekşidir? Neden her çiçek başka renk, her meyve başka şekildedir?

Bütün bu farklılıklar, hikmetsiz bir rastgeleliğin değil, rahmetli bir sanatkârlığın ürünüdür. Çünkü:

Koku gözle görünmez, ama kalpte bir etki bırakır.

Tat elle tutulmaz, ama zihinde bir iz bırakır.

Renk konuşmaz, ama ruhu teskin eder.

Bu üç unsur, yani koku, tat ve renk; sözsüz davetiyelerdir. Her biri kendi diliyle der ki:

> “Gel, tat. Gör, hisset. Ve düşün: Kim gönderdi beni sana böyle güzel, böyle faydalı, böyle tam yerinde?”

Sofranın Sahibi: Sâni’-i Kerîm ve Mün’im-i Rahîm

Sofralar, davet edilenlerin şerefi içindir. Fakat o sofranın düzeni, ikramı ve zevki, ancak sahibinin cömertliğini gösterir. Kâinat sofrası da öyledir.

Her bir çiçek, estetik bir mühür gibidir.

Her meyve, nimetin ta kendisi olduğu kadar nimet vereni tanıtan bir levha gibidir.

Her tat, sadece bedene değil, kalbe de şükrü fısıldar.

Bu yüzden çiçeklerin açması sadece baharı göstermez. Baharı açtıranı da gösterir. Renklerin çoğalması, sadece görsel bir zenginlik değildir. Renkleri karıştırmadan, ayırarak, dengeli şekilde yaratabilen bir Sanatkâr’ın imzasıdır.

Her Tür İçin Ayrı Tarife ve Davetname

İlginçtir ki çiçeklerin kokuları da tatları da tür türdür. İnsana göre ayrı, arıya göre ayrı, kuşa göre ayrı… Her tür canlıya hitap eden bir özelleştirme vardır.

Bu ne demek? Şu demek:

Çiçek sadece insan için değildir.

Güzellik yalnız göz zevki için değildir.

Koku sadece burna değil, çevre düzenine de hitap eder.

Bu da gösteriyor ki her şey bir hedefle, bir amaçla yaratılmıştır. Ve her şey kendi hâl diliyle bir mesaj taşır.

Bahçeler, Sükût İçinde Kur’an Okur

Bir bahçeye girildiğinde yalnızca manzara değil, mana da görülmelidir. Çünkü orada:

Her yaprak bir ayet gibidir.

Her çiçek bir şehadet getirir.

Her meyve şükrü öğretir.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle: Bu güzellikler, “tarife”dir, yani nimeti tarif eder. Aynı zamanda “davetname”dir, yani nimet verene davet eder.

Sonuç: Koku, Tat ve Renk – Üç Davetli Elçi

Güllerin kokusu, meyvelerin tadı, çiçeklerin rengi; hepsi ayrı ayrı ama aynı gayeye hizmet eder: Seni bir Mün’im-i Hakiki’ye ulaştırmak.

Her çiçek bir nazlı tebessümle,
Her meyve tatlı bir kelimeyle,
Her renk sessiz bir nida ile der ki:

> “Ben sana değilim. Ben, beni gönderene işaretim.”

İşte böylece, çiçekler yalnız güzel değildir; hikmetlidir. Meyveler yalnız tatlı değildir; şahidtir. Bu şahitlik, her gönlü marifete ve şükre davet eder.

Özet:

Bu makalede, çiçeklerin güzelliği, meyvelerin tadı ve kokuların çeşitliliği üzerinden Allah’ın kudreti, rahmeti ve sanatı işlenmiştir. Her bir çiçek ve meyve; sadece biyolojik bir yapı değil, aynı zamanda bir tarife ve bir davetname olarak görülmektedir. Bu davetname, insanı düşünmeye, anlamaya ve şükretmeye çağırır. Her tat, her renk, her koku; bir Sâni’-i Kerîm’in ve Mün’im-i Rahîm’in sanatını ilan eder. Çiçekler konuşmaz ama dilleriyle değil halleriyle tevhidi anlatırlar.