İlimde Sınır, Hikmette Ölçü: Tefsirin ve Şeriatın Sahası Nasıl Belirlenir?

İlimde Sınır, Hikmette Ölçü: Tefsirin ve Şeriatın Sahası Nasıl Belirlenir?

“Bir gayr-ı müslim yalnız mescide girmekle Müslüman olmasına kâfi olmadığı gibi; tefsirin veya şeriatın kitaplarına, hikmet veya coğrafya veya tarih gibi bir fennin meselesi girmesiyle tefsir veya şeriat olamaz. Hem de bir müfessir veya fakîh mütehassıs olmak şartıyla, hükmü yalnız nefs-i şeriat ve tefsirde hüccettir. Yoksa tufeylî olarak izinsiz tefsir, şeriat kitaplarına girmiş emirlerde hüccet değildir. Zira onlarda tufeylî olabilir. Nâkile itab yoktur.”
Muhâkemat. 27

İlmin her dalı, kendi alanında kıymetlidir. Fakat bu kıymet, o alanın sınırlarını aştığında karışıklık, bulanıklık ve istismar başlar. Bu durum, özellikle tefsir ve şeriat ilimleri gibi kutsal ve hassas alanlarda daha da dikkatle ele alınmalıdır. Bediüzzaman Said Nursî’nin Muhâkemat eserinde yer alan şu tesbiti, bu ölçüyü çok net bir şekilde ortaya koyar:

> “Bir gayr-ı müslim yalnız mescide girmekle Müslüman olmasına kâfi olmadığı gibi; tefsirin veya şeriatın kitaplarına, hikmet veya coğrafya veya tarih gibi bir fennin meselesi girmesiyle tefsir veya şeriat olamaz.”
(Muhâkemat, s. 27)

Bu cümleyle, dinî ilimlerin ruhunu anlamadan sadece metnine veya şekline dahil olmanın, o ilim içinde yer almak anlamına gelmeyeceği vurgulanmaktadır.

Tefekkürle Karışan Tefsir, Hakikat mi Kaynak mı Karışır?

Kur’ân tefsiri, sadece lafzın değil, mananın, maksadın ve ilahî muradın açıklanmasıdır. Tefsir, mücerret aklın alanı değildir; nübüvvet, dirayet, rivayet ve rehberlik ister. Her tarihî, coğrafî ya da felsefî bilgi, tefsir kitaplarına girmiş olabilir; fakat bu, o bilgileri “ilahi tefsirin bir parçası” yapmaz.

Bu, bir gayr-ı Müslim’in camiye girmesiyle Müslüman olmayışına benzer. Cami, kutsal bir mekândır; fakat oraya giren, sadece ayakkabısını çıkarıp içeri girdiği için Müslüman sayılamaz. Çünkü iman kalpte, teslimiyet ruhta, şehadet dildedir. Aynı şekilde tefsirin içine alınan her konu, tefsirin ruhuyla bütünleşmedikçe, oraya sadece “tufeyli bir misafir” olarak girmiş olur.

Şeriatın Delili: Ehliyet ve İntisapla Sabittir

Şeriat, Allah’ın koyduğu ahkâm sistemidir. Bu sistemin hükümleri, fakîhler ve müçtehitler gibi sahasında ihtisas kazanmış kişiler vasıtasıyla anlaşılır. Din, her akıl yürütenin alanı değildir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle:

> “Bir müfessir veya fakîh mütehassıs olmak şartıyla, hükmü yalnız nefs-i şeriat ve tefsirde hüccettir.”

Yani yalnızca o ilmin içinde pişmiş, ilmî metodolojiyi bilen, hükmü neye göre verdiğini bilen kişi, delil getirebilir. Aksi hâlde, bir felsefeci veya tarihçinin, şeriat kitabına giren bir bilgi üzerinden hüküm vermesi, dışarıdan izinsiz hüküm koymak gibidir ve hüccet olamaz.

Tufeyli Bilgiler: Gölge Eden Işıklar

Tefsir veya fıkıh kitaplarına giren bazı tarihî, hikemî, coğrafî veriler, maksadı açıklamak içindir. Yani asıl kaynak değil, misal ve açıklamadır. Bu tür bilgilere dayanarak “Şeriat bunu söylüyor” demek, yol tabelasına bakıp kendini varış noktasında sanmak gibidir.

Tarihî rivayetlerin bir kısmı da böyledir: Gerçekliği şüpheli olabilir, yorumlanması zordur. Bunlar, delil değil, açıklayıcı veya dikkat çekici unsur olabilir. Bu sebeple Bediüzzaman:

> “Onlarda tufeylî olabilir. Nâkile itab yoktur.”
derken, bu tür bilgilerin aktarıcılarını değil, onları dinin temel kaynağı gibi sunanları tenkit eder.

Sonuç: Her İlmin Edebi, Her Delilin Kaynağı Olur

İslam’da en temel esaslardan biri, ilimde edep, istidlalde itidal, sözde sınır bilincidir. Kur’ân, “bilmediğiniz şeyin ardına düşmeyin” diyerek (İsrâ 36) bu hassasiyeti öğretir. İlmin her sahası, kendi usulüyle kıymetlidir. Ancak ilimlerin birbirine karıştırılması değil, konuşması gerekir.

Bu sebeple tefsir, kendi ilmî metodu ile; fıkıh, kendi usulüyle; tarih ve hikmet ise yalnızca yardımcı unsurlar olarak değerlendirilmelidir. Çünkü her bilginin kıymeti, ait olduğu yerle kaimdir.

Makale Özeti

Bu makale, Muhâkemat’ta geçen “gayr-ı Müslim’in mescide girmesiyle Müslüman olmayacağı gibi, yabancı unsurların tefsire girmesiyle onun tefsir olamayacağı” tespitinden yola çıkar. Tefsir ve şeriat ilimlerinin, yalnızca ehil kişilerce ve doğru yöntemlerle anlaşılması gerektiği vurgulanır. Dışarıdan gelen felsefî, tarihî veya coğrafî bilgilerin tefsirin parçası değil, yalnızca açıklayıcı unsurlar olabileceği ifade edilir. Ayrıca bu bilgilerin delil olarak kullanılmaması gerektiği ve sadece uzmanların görüşlerinin hüccet kabul edilmesi gerektiği üzerinde durulur. Sonuç olarak her ilmin kendi sınırları içinde anlam kazandığı hatırlatılır.

 

 




Muvazene ve Hikmet: Vaazın Kıymeti, Gerçeğe Ne Kadar Yakınsa Oradadır

Muvazene ve Hikmet: Vaazın Kıymeti, Gerçeğe Ne Kadar Yakınsa Oradadır

“Nasıl ki bir ilacı istihsan edip izdiyad etmek, devayı dâ’e inkılab etmektir. Öyle de hiçbir vakit hak ona muhtaç olmayan mübalağalı tergib ve terhib ile gıybeti, katle müsavi veya ayakta bevletmek, zina derecesinde göstermek veya bir dirhemi tasadduk etmek, hacca mukabil tutmak gibi muvazenesiz sözler, katl ve zinayı tahfif ve haccın kıymetini tenzil ediyorlar.

   Bu sırra binaen, vaiz hem hakîm hem muhakemeli olmalıdır. Evet muvazenesiz vaizler, çok hakaik-i neyyire-i diniyenin husufuna sebep olmuşlardır.”
Muhâkemat. 29

Söz, insanın iç âleminden dış âleme açılan ilk penceresidir. Hakikati ifade etmek, doğruyu beyan etmek bir emanettir. Bu emaneti taşıyanların başında ise vaizler gelir. Lâkin her emanet gibi, ilim ve hikmetle taşınmazsa, fayda yerine zarar verir. Bediüzzaman Said Nursî, Muhâkemat’ta bu inceliği şu hikmetli ifadelerle ortaya koyar:

> “Hiçbir vakit hak ona muhtaç olmayan mübalağalı tergib ve terhib ile gıybeti, katle müsavi veya ayakta bevletmek, zina derecesinde göstermek… gibi muvazenesiz sözler, katl ve zinayı tahfif ve haccın kıymetini tenzil ediyorlar.”
(Muhâkemat, s. 29)

Bu cümle, sadece bir üslup eleştirisi değil, hakikatin kıymetini muhafaza etme uyarısıdır. Çünkü dinin nurunu taşırken, ışığı fazla yaklaştırmak da, uzaklaştırmak da gölge yapar.

Mübalağa: Hakikatin Elbisesini Yırtmak

İslâm, her hükmünü bir hikmet üzerine bina etmiştir. Bu hikmet, dengedir, ölçüdür, muvazenedir. Ne bir hüküm abartılmalı ne de küçümsenmelidir. Ne bir günah, tüm kapıları kapatacak derecede büyütülmeli; ne de ibadet, her şeyi silip süpürecek bir kefaret gibi gösterilmelidir.

Bazı vaizlerin yaptığı gibi:

Bir günahı —örneğin gıybeti— katle denk göstermek, katli hafife almaktır.

Ayakta bevletmeyi zina derecesinde tasvir etmek, zinanın dehşetini gölgelemektir.

Bir dirhemi sadaka vermeyi hac ibadetiyle eş tutmak, hac gibi büyük bir ibadetin ruhunu küçültmektir.

Bunlar, iyi niyetle bile yapılsa, neticede hakikatin kıymetini inciten muvazenesiz sözlerdir.

Muvazenesiz Vaiz: Şifayı Zehre Çeviren Hekim Gibi

Bediüzzaman, bu durumu çok çarpıcı bir teşbihle açıklar:

> “Nasıl ki bir ilacı istihsan edip izdiyad etmek, devayı dâ’e inkılab etmektir…”

Yani bir ilaç güzel olduğu için fazla kullanılırsa, hastalığı tedavi etmez, artırır. Aynı şekilde, dini hakikatler de yerli yerinde ifade edilmezse, etkisini yitirir, hatta ters tesir yapar.

Örneğin bir genç, sürekli “şunu yaparsan kâfir olursun, bunu yaparsan cehennemlik olursun” şeklindeki aşırı tehditle karşılaşırsa, ya korkudan sapar ya da büsbütün uzaklaşır. Ya da sıradan bir davranışın büyük sevapla mükâfatlandırıldığı abartılı vaazlar, insanı tembelliğe sürükler: “Madem şu kadar büyük sevap, bu küçük amelde var; ötekilere ne gerek?” der.

Hikmetsiz Tergib ve Terhibin Zararları

  1. Değerlerin yerinden oynamasına sebep olur.
    Büyük ibadetlerin kıymeti azalır, küçük ameller haddinden fazla yüceltilir.
  2. Günahların ciddiyetini örter.
    Her günah eşit gösterildiğinde, büyük günahlar küçük gibi algılanır.
  3. Toplumun dinle olan bağı zarar görür.
    Abartılı tehditler veya sahte müjdeler, insanların kalbinde güveni zedeler.
  4. Hakikatle temas kopar.
    Dinî bilgi, bir ilim ve hikmet meselesi olmaktan çıkar, duygusal söylemlere dönüşür.

Vaiz: Hem Âlim Olmalı, Hem Hakîm

Bediüzzaman bu noktada çok net bir çözüm sunar:

> “Vaiz hem hakîm hem muhakemeli olmalıdır.”

Yani vaiz, yalnızca bilgi taşıyan biri değil; hikmetle konuşan, dengeyi gözeten, sözünün nereye gideceğini bilen bir kimse olmalıdır. Çünkü vaaz, sadece sözle değil; o sözün ahengiyle, yeriyle, zamanlamasıyla, ses tonuyla da tesir eder. Bu sebeple her vaiz, ağzından çıkan her kelimenin bir teraziye vurulmuş gibi dengede olması gerektiğini bilmelidir.

Sonuç: Hakikati Taşımak, Altın Tabağı Elinde Tutmaktır

İslam’ın mesajı, ilâhî bir altındır. Onu taşıyan her vaiz, altın bir tepsi taşıyor gibidir. Eğer o tepsi eğrilirse, altın yere düşer, değerinden kaybeder. Bu sebeple sözün ağırlığını bilmek, hikmeti kuşanmak, muvazene içinde konuşmak, her vaizin ilk ahlâkı olmalıdır.

Zira hakikat, ancak hikmetle beyan edildiğinde kalbe yerleşir. Ve unutulmamalıdır ki:
Abartı, hakikatin yüzünü örter; denge ise hakikatin rengini parlatır.

Makale Özeti

Bu makale, Bediüzzaman Said Nursî’nin Muhâkemat eserinden yola çıkarak, dini vaaz ve anlatımlarda muvazene ve hikmetin önemini vurgular. Mübalağalı ve ölçüsüz tergib-terhib ifadelerinin, hem ibadetlerin değerini düşürebileceği hem de büyük günahları hafife aldırabileceği anlatılır. Bediüzzaman’ın uyarısıyla, vaizlerin hakîm ve muhakemeli olmaları gerektiği; çünkü dengeyi kaybeden sözlerin, hakikati örteceği belirtilir. Dinî anlatımda ölçü, ilim ve hikmet esastır.

 

 




Gölgenin Ardındaki Nur: İslam’a Satıhta Bakmanın Yanılgısı

Gölgenin Ardındaki Nur: İslam’a Satıhta Bakmanın Yanılgısı

“Ey hariçten ve uzaktan İslâmiyet’i tenkit etmeye çalışan insafsızlar! Aldanmayın, muhakeme edin, nazar-ı sathî ile iktifa etmeyiniz. Zira şu sizin bahanelerinize sebep olanlar, lisan-ı şeriatta ulema-i sû ile müsemmadırlar. Onların muvazenesizlik, zâhir-perestliklerinden neş’et eden hicabın maverasına bakınız. Göreceksiniz ki her bir hakikat-i İslâmiye, necm-i münir gibi bürhan-ı neyyirdir. Nakş-ı ezel ve ebed üzerinde görünüyor. Evet kelâm-ı ezelîden gelen, ebede gidecektir. “
Muhâkemat. 30

Tarihin her devrinde, hakikat güneşi olan İslâm, zaman zaman karartılmak istenmiştir. Bazen düşmanlıkla, bazen cehaletle, bazen de kötü temsilciler eliyle. Ancak hiçbir zaman söndürülememiştir. Çünkü o, kelâm-ı ezelîden gelir ve ebede yürür. Bediüzzaman Said Nursî, bu gerçeği şu haykırışla dile getirir:

> “Ey hariçten ve uzaktan İslâmiyet’i tenkit etmeye çalışan insafsızlar! Aldanmayın, muhakeme edin, nazar-ı sathî ile iktifa etmeyiniz…”
(Muhâkemat, s. 30)

Bu cümle, hem Batılı oryantalistlere hem de İslam’ı sadece şekil ve suretten ibaret sananlara karşı ilim, insaf ve derinlikli bakış çağrısıdır. Çünkü İslam’ın yüceliğini görmek için, gölgeye değil kaynağa, sûrete değil hakikate bakmak gerekir.

Satıhta Kalanın Derine Dair Hükmü Yanıltır

Bugün birçok insan, İslam’ı sadece zahiri hâllerden, yanlış temsilcilerin davranışlarından veya medya yansımalarından yola çıkarak değerlendirmeye kalkışıyor. Tıpkı bulanık bir camın ardından güneşi yargılamaya çalışmak gibi… Oysa Bediüzzaman şöyle uyarıyor:

> “Bahanelerinize sebep olanlar, lisan-ı şeriatta ‘ulema-i sû’ ile müsemmadır.”

Yani din adına konuşan ama dini ruhundan uzak şekilde temsil eden bazı kimselerin yanlış tutumları, İslam’ın değil onların zaafıdır. Bu gibi temsil hatalarını İslam’a mal etmek, hakikate karşı bir insafsızlıktır.

Gölgeye Bakma, Işığın Kaynağına Yönel

Bediüzzaman, “muvazenesizlik ve zahir-perestlik” gibi kavramlarla bir başka tehlikeye işaret eder: Dinî ilimleri ya da kavramları sadece lafzî kalıplarla, zahirî görünümleriyle ele alan, ruhuna ve hikmetine inmeyen bakış. Böyle bir yaklaşım hem temsil edenin yanlış anlamasına hem de izleyenin yanlış değerlendirmesine yol açar.

Oysa İslam’ın hakikatleri, “necm-i münir” gibi, yani ışık saçan yıldızlar gibi apaçıktır. Yeter ki perde arkasına bakılsın. Yeter ki sisli camlar silinsin. Çünkü İslam, ezelî bir kelâmdan gelir ve ebedî bir hedefe yürür.

Tenkit Etmeden Önce Tefekkür Et

İslam’ı dışarıdan eleştirenlere Bediüzzaman’ın çağrısı nettir:
Muhakeme edin! Yüzeysel bakmayın! İnsaflı olun!
Bu çağrı, aslında insanlığa yapılan bir adalet çağrısıdır. Çünkü İslam’ı anlamak, sadece onun ritüellerini ya da tarih içindeki uygulamalarını değil; onun Allah’tan gelen ruhunu, maksadını ve hikmetini anlamaktan geçer.

Kur’an’ın her bir ayeti, sadece yasal bir metin değil, aynı zamanda kalbe inen bir nur, akla hitap eden bir burhan, hayata yön veren bir rehberdir. Ve bu Kur’an, Allah’ın ezelî kelâmıdır. Zamandan bağımsız bir kaynaktan gelen bu nur, ebede yürüyen bir mesajdır. O halde onu zamanla, şahıslarla veya yanlış temsilcilerle sınırlamak büyük bir haksızlıktır.

Temsilde Zaaf, Hakikate Zarar Vermez

İslam tarihi boyunca zaman zaman temsil zaafları yaşanmış, hakikate perde olan bazı şahıslar, mevkiler ya da cemaatler çıkmıştır. Ancak bu zaaflar, ne Kur’an’ı karartabilir, ne de hakikatin yıldızlarını söndürebilir.

Tıpkı güneşe perde çekilemeyeceği gibi, İslam’ın da mahiyetine gölge düşürülemez. Temsilcilerin hataları İslam’ın değil, onların hesabınadır. Göz, perdeyle meşgul olacağına, ışığın kendisine yönelmelidir.

Sonuç: Hakikati Görenler İçin İslam, Göklerdeki Ay Gibi Parlak

Bediüzzaman’ın çağrısı hâlâ yankılanıyor:
“Muhakeme edin, yüzeysel bakmayın, gölgenin ardındaki nura yönelin.”
İslam, bütün çağlara hitap eden bir rahmet, bir hikmet ve bir adalet medeniyetidir. Onu doğru anlamak, hem dünyanın selameti hem de ebediyetin saadeti için elzemdir.
O halde çağrımız şudur: Tenkitten önce tefekkür, yargıdan önce marifet, zandan önce muhakeme.

Makale Özeti

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin Muhâkemat eserindeki bir pasajdan yola çıkarak, İslam’ın dışarıdan ve yüzeysel şekilde eleştirilmesinin yanlışlığı anlatılmıştır. İslam’ın kötü temsilcileri sebebiyle değil, kendi hakikatiyle değerlendirilmesi gerektiği ifade edilmiştir. Kur’an’ın ezelî kaynaktan gelen ebedî bir mesaj olduğu, temsil zaaflarının bu nuru gölgeleyemeyeceği belirtilmiş; İslam’a tenkitten önce muhakeme ile yaklaşılması çağrısı yapılmıştır.

 




Sedd-i Zülkarneyn ve Şeriatın Kalesi: Medeniyetin Çöküşüne Karşı İlahi Siper

Sedd-i Zülkarneyn ve Şeriatın Kalesi: Medeniyetin Çöküşüne Karşı İlahi Siper

“Evet, şu diyanetsizlik, Avrupa medeniyetinin içyüzünü öyle karıştırmış ki o kadar fırak-ı fesadiyeyi ve ihtilaliyeyi tevlid etmiş. Faraza hablü’l-metin-i İslâmiye ve sedd-i Zülkarneyn gibi şeriat-ı garranın hakikatine iltica ve tahassun edilmezse bu fırak-ı fesadiye, onların âlem-i medeniyetlerini zîr ü zeber edeceklerdir. Nasıl ki şimdiden tehdit ediyorlar.”
Muhâkemat. 37

Tarihin en kadim hakikatlerinden biri şudur: Ahlâkî temeli olmayan bir medeniyet, kendi içinde çöküşe mahkûmdur. Tarihin şahitliğinde yükselen her uygarlık, içten içe çürüyerek, kendi kurduğu yapının altında kalmıştır. Bediüzzaman Said Nursî, Muhâkemat adlı eserinde, Avrupa medeniyetinin bu dahili çöküşünü büyük bir ferasetle görmüş ve şu tesbiti yapmıştır:

> “Şu diyanetsizlik, Avrupa medeniyetinin içyüzünü öyle karıştırmış ki, o kadar fırak-ı fesadiyeyi ve ihtilaliyeyi tevlid etmiş…”
(Muhâkemat, s. 37)

Yani dinden uzaklaşmak, Avrupa’nın içyüzünde ahlaki bozulmayı ve toplumsal çatlakları çoğaltmıştır. Bu hal, ihtilalci, huzur bozucu fırkaların doğmasına neden olmuştur. O medeniyetin parlak vitrini arkasında, kaynayan bir inkâr ve anarşi kazanı vardır.

Dinsiz Medeniyet: Yaldızlı Kabuk, Çürük Cevher

Avrupa medeniyeti, teknik ilerleme, bilimsel gelişme ve maddi refah açısından cazibeli bir görünüm sunsa da; ahlak, aile, merhamet, adalet gibi insanlığın ruhunu ayakta tutan değerlere sırt çevirmiştir. Diyanetsizlik, bu medeniyetin içini boşaltmış, onu dışarıdan bakıldığında görkemli; ama içeriden bakıldığında yıkıma açık hale getirmiştir.

Bediüzzaman, bu çöküşün sebeplerini yalnızca sosyal ve ekonomik şartlarda değil, imana dayanmayan bir hayat tarzının kaçınılmaz neticesi olarak görür. Dinsiz felsefe, özgürlük adına haddi aşan isyanları doğurmuş; insanı Allah’a kulluktan çıkarıp, hevâsına ve egosuna kul yapmıştır.

Fırak-ı Fesadiye: Hakkı Olmayan Hürriyetin Doğurduğu Kaos

“Fırak-ı fesadiye” ifadesi, bozgunculuğu ilke edinmiş, değer yıkıcı fraksiyonlar anlamına gelir. Bediüzzaman’a göre, Avrupa’nın diyanetsizlik temelli medeniyeti; bu tarz fesat odaklarının çoğalmasına, sınıfsal çatışmalara, ideolojik bölünmelere ve ahlaki erozyona zemin hazırlamıştır.

Bu çatışmalar, Avrupa medeniyetini sarsmakla kalmaz, âlem-i medeniyeti de tehdit eder hale gelir. Bediüzzaman şöyle ikaz eder:

> “Faraza hablü’l-metîn-i İslâmiye ve sedd-i Zülkarneyn gibi şeriat-ı garranın hakikatine iltica edilmezse, bu fırak-ı fesadiye onların âlem-i medeniyetlerini zîr ü zeber edeceklerdir.”

Bu cümle, insanlığın yegâne kurtuluş yolunu işaret eder: İslam’ın ilahi prensiplerine sığınmak.

Şeriat: İlahi Bir Kale, Zamanlar Üstü Bir Nizam

Burada geçen şeriat-ı garrâ, Kur’an’ın aydınlık yolu, Peygamber’in sünnetidir. Bu yol; adalet, merhamet, hukuk, hakkaniyet ve hürriyeti ilahi bir dengeyle sunar. Şeriat, sadece bireysel ibadetleri değil, toplumsal düzeni de tanzim eden ilahi bir nizamdır.

Bediüzzaman, şeriatı “sedd-i Zülkarneyn”e benzetir. Yani yıkıcı fitnelerin önünde bir ilahi baraj, koruyucu sur… Tıpkı Zülkarneyn’in Ye’cüc ve Me’cüc fitnesine karşı inşa ettiği set gibi, şeriat da ahir zamanın yıkıcı akımlarına karşı bir ilahi siperdir.

Tehlike Yakın: Medeniyet Çöküşünü Kendi İçinden Yaşıyor

Bugün, Bediüzzaman’ın asrından yüz yıl sonra, bu tesbitin doğruluğu daha berrak şekilde görülmektedir. Aile kurumu çözülmüş, insan yalnızlaşmış, gençlik amaçsızlaşmış, toplumlar kimliğini yitirmiştir. Dinsizlik yaygınlaştıkça, ahlakî çürüme hızlanmış; “özgürlük” kisvesi altında, nefsin hükmü yasal otoriteye dönüşmüştür.

Dünyanın birçok yerinde yaşanan anarşiler, isyanlar, ahlaksızlık salgınları, **“fırak-ı fesadiye”**nin farklı kılıklarda sahneye çıkışıdır. Ve bu tehdit, sadece Batı’yı değil, onun peşinden giden bütün doğu toplumlarını da içine çekmektedir.

Sonuç: Kurtuluş İlahi Sancağa Dönmekle Mümkündür

Bediüzzaman, bir reçete sunar:
“Hablü’l-metîn-i İslâmiye.”
Yani İslam’ın kopmaz ipine sarılmak…
İnsanlık, ancak Allah’ın şeriatıyla zulümden adalete, kaostan düzene geçebilir. Medeniyetin istikbali, teknolojiyle değil; tevhid, takva ve adaletle inşa edilebilir.

Bu yüzden diyoruz ki:

> Şeriatsız medeniyet, helak sebebidir. Şeriatlı medeniyet, saadet vesilesidir.

Makale Özeti

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin Muhâkemat’ta yaptığı bir ikazdan hareketle, Avrupa medeniyetinin içten çöküş sebepleri ele alınmıştır. Dinsizliğe dayanan bu yapının, ahlaki çözülme ve toplumsal çatışmaları doğurduğu belirtilmiş; İslam şeriatının ise sedd-i Zülkarneyn gibi bu yıkıcı akımlara karşı ilahi bir siper olduğu belirtilmiştir. Kurtuluşun, İslam’ın yüksek prensiplerine sığınmakla mümkün olacağı ifade edilmiştir.

 

 




Kelâmın Kıyafeti: Üslup Bir Şahsiyet Aynasıdır

Kelâmın Kıyafeti: Üslup Bir Şahsiyet Aynasıdır

“Şahsın üslub-u beyanı, şahsın timsal-i şahsiyetidir.”
Muhâkemat. 68.
“Kelâmın elbise-i fâhiresi veyahut cemali ve sureti, üslup iledir. Yani kalıb-ı kelâm iledir.”
Muhâkemat. 74
“Suyun mühendisi olan Hüdhüd-ü Süleyman’ın Sebe’den getirdiği nebe’ ve haberi dinle! Nasıl inzal-i Kur’an ve ibda-ı semavat ve arz eden Zülcelal’in tavsifini etmiştir. Hüdhüd diyor: “Bir kavme rast geldim. Zemin ve âsumandan mahfiyatı çıkaran Allah’a secde etmiyorlar.” Bak evsaf-ı kemaliye içinde, Hüdhüd’ün hendesesine telvih eden vasf-ı mezburu yalnız ihtiyar eyledi.”
Muhâkemat. 75

İnsan, kalbinde taşıdığı duyguların, zihninde şekillendirdiği düşüncelerin, ruhunda yankılanan hakikatlerin diliyle dışa vuran bir varlıktır. Dil ise sadece bir araç değil, insanın iç dünyasını ifşa eden bir aynadır. Bu aynada parlayan şey ise üsluptur. Bediüzzaman Said Nursî, “Şahsın üslub-u beyanı, şahsın timsal-i şahsiyetidir.” diyerek, insanın şahsiyet aynasının dilde, özellikle de üslubunda tecelli ettiğini ifade eder. Bu cümle, hem edebiyat hem ahlak hem de hikmet bakımından derin mânâlar ihtiva eder.

Üslup: Kelâmın Ruhu ve Kimliği

Bir söz sadece ne söylendiğiyle değil, nasıl söylendiğiyle de kıymet kazanır. Bu da üslubun meselesidir. Üslup, kelamın hem kıyafeti hem ruhudur. Bediüzzaman bu durumu şöyle ifade eder:

> “Kelâmın elbise-i fâhiresi veyahut cemali ve sureti, üslup iledir.”
(Muhâkemat, s. 74)

Bu, bir hakikatin üslupla ya güzelleşip gönüllere gireceğini ya da üslupsuzlukla itici hale gelip etkisini kaybedeceğini gösterir. Sözün hakikati ne kadar kıymetli olursa olsun, onu taşıyan lisan kaba, hoyrat veya yavan ise muhatabın kalbine ulaşamaz.

Dil, Şahsiyetin Sûreti ve Sîreti Olur

Nasıl ki insanın dış kıyafeti bir derece onun zevkini, estetik anlayışını, karakterini yansıtır; aynı şekilde kelamın kıyafeti olan üslup da kişinin iç dünyasını, hassasiyetini ve ahlakını ortaya koyar.
“Üslubu bozuk olanın fikri de bozuk olur.” sözü, bu gerçeğe başka bir açıdan ışık tutar.

Bir müminin üslubu, vakar, nezaket, tevazu ve hikmet taşımalıdır. Yalnızca haklı olmak yetmez, haklıyı hak bir dille savunmak gerekir. Zira Kur’ân da emreder:

> “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et…” (Nahl, 16/125)

Hüdhüd’ün Üslubu: Bir Kuşun Dilinden Tevhid

Bediüzzaman, Muhâkemat’ta son derece çarpıcı bir örnek verir. Hz. Süleyman’ın kuşu Hüdhüd, Sebe melikesinden haber getirirken sıradan bir bilgi taşımaz; üslubu ile tevhidî bir bakış açısını yansıtır:

> “Zemin ve âsumandan mahfiyatı çıkaran Allah’a secde etmiyorlar!”

Burada Hüdhüd, gözlemlediği bir halkın gafletini anlatırken onları doğrudan kınamaz, yerine Allah’ın kudretine işaret eder. “Suyu yerin altından çıkaran Allah” vurgusu, hem kendi mesleği olan su mühendisliğiyle bağlantılıdır hem de tevhid hakikatine güçlü bir gönderme ihtiva eder.

Bediüzzaman bu noktada, Hüdhüd’ün Allah’ı anlatma tarzındaki seçimini, onun ince zevkine ve meslekî inceliğine bağlar:

> “Evsaf-ı kemaliye içinde, Hüdhüd’ün hendesesine telvih eden vasf-ı mezburu yalnız ihtiyar eyledi.”
(Muhâkemat, s. 75)

Bu demektir ki, hakikati anlatırken herkes kendi istidadına uygun bir üslup seçer. Bu seçim bile onun şahsiyetini yansıtır.

Hakikat Üslup İçinde Parlar

Bir insanın ilmi olabilir, bilgisi yüksek olabilir. Lakin bu bilgiyi aktarırken kullandığı dil kırıcı, yıkıcı, kibirli veya aşağılayıcıysa o hakikat, kalplere sirayet etmez. Bu yüzden Bediüzzaman’ın yaklaşımı şudur:

> “Hak namına konuşan, hakkın hatırı için, kendi nefsini hatıra getirmemelidir.”

Üslup, bazen bilgiden daha önemlidir. Çünkü bilgi hamdır; onu pişiren, süsleyen ve sunan üsluptur. Tıpkı cevherin işlenmeden önce sıradan bir taş gibi görünmesi gibi, hakikat de üslupla parlatılır.

Sonuç: Üslup, İlmin ve İmanın Ahlâkıdır

Üslup sadece bir edebiyat meselesi değildir; bir ahlâk, bir estetik, bir irfan meselesidir. Şahsiyet, dilde kendini gösterir. Müminin lisanı, içinde taşıdığı imanın ve edebin aynası olmalıdır. Hakikat, ancak güzel bir üslupla taşındığında hakikatin hakkı teslim edilmiş olur.

Her kelam, sahibini ele verir. O hâlde kelamımıza dikkat edelim; çünkü onun kıyafeti olan üslubumuz, kalbimizin rengini gösterecektir.

Makale Özeti

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin “Üslup, şahsiyetin aynasıdır.” yaklaşımı ele alınmıştır. Kur’ânî bir üslupla hakikati anlatmanın önemine vurgu yapılmış; Hüdhüd kıssasından hareketle, her ferdin dilinin kendi iç dünyasını yansıttığı belirtilmiştir. Kelamın şekli olan üslup; hem anlamı taşır, hem şahsiyeti sergiler. Hakikat, doğru üslupla söylenirse, hem kalplere ulaşır hem de ilim irfana dönüşür.

 

 




Kur’ân’da Edebiyatın Tecelligâhı: İlâhî Kelamın Sanatla Buluşması

Kur’ân’da Edebiyatın Tecelligâhı: İlâhî Kelamın Sanatla Buluşması

Kur’ân-ı Kerîm, sadece bir hukuk, ahlak ve inanç kitabı değildir; aynı zamanda yüksek edebî kıymetiyle insanın ruhuna hitap eden bir kelam mucizesidir. Onun kelimelerinde ahenk, ayetlerinde derinlik, cümlelerinde hikmet saklıdır. Arap diliyle nazil olmuş bu ilâhî kitap, Arap edebiyatının zirvesinde bir yerde durur. Kur’ân, edebî sanatları en ileri düzeyde kullanmakla kalmaz, aynı zamanda onları ulvî bir gayeye hizmet ettirir: Kalpleri uyandırmak, akılları düşündürmek ve ruhları irşad etmek.

Kur’ân’da İşlenen Başlıca Edebî Sanatlar ve Örnekleri

  1. Teşbih (Benzetme)

Kur’ân’da soyut hakikatleri somut imgelerle anlatmak sıkça tercih edilir. Bu sayede anlam, okuyucunun zihninde daha kalıcı ve canlı bir hâle gelir.

> “Dünya hayatı, gökten indirdiğimiz bir su gibidir…”
(Yûnus, 10/24)

Bu ayette dünya hayatı, yağmurun yeşerttiği ama sonra kuruyup yok olan otlara benzetilir. Böylece dünyanın geçiciliği ve aldatıcılığı etkili bir teşbihle anlatılmış olur.

  1. İstiare (Benzetme)

Benzetmenin sadece bir yönü kullanılarak yapılan mecazlardır. Kur’ân’da insanın iç dünyasını tasvir ederken sıkça yer alır.

> “Allah, iman edenlerin nurunu arttırır.”
(en-Nûr, 24/40)

Buradaki “nur”, iman ve hidayet anlamında bir istiaredir. Kalpteki iman ışığı, karanlıkları delen bir nur gibi tarif edilmiştir.

  1. Kinaye (Dolaylı Anlatım)

Bir durumu doğrudan söylemek yerine başka bir sözle ima etmek suretiyle yapılan anlatımdır. Hem nezaket hem de derinlik kazandırır.

> “Elleri kurusun Ebû Leheb’in, kurudu da!”
(Tebbet, 111/1)

Bu ifadeyle hem beddua hem de onun sonunun ne kadar kötü olacağı, doğrudan değil ama çok etkili bir şekilde anlatılır.

  1. Tafsili Beyan (Ayrıntılı Anlatım)

Bir gerçeği açıklamak için onu aşama aşama anlatma sanatıdır. Özellikle kıssalarda bu yöntem kullanılır.

> Hz. Mûsâ ve Hızır kıssasında (Kehf, 60-82), üç olayın neden yapıldığı olayların sonunda ayrıntılarıyla açıklanır. Bu da insanın zahiri ile hakikati arasındaki farkı idrak etmesi için ibretli bir yöntemdir.

  1. Tecahül-i Arif (Bilirken Bilmemezlikten Gelme)

Kur’ân’da bazen hakikatleri anlatırken okura sorular yöneltilir. Bu sorular, aslında cevabı bilinen ama düşünmeyi tetikleyen sorulardır.

> “Allah’ın nimetine karşı nankörlük edenleri görmedin mi?”
(İbrahim, 14/28)

Bu ifade, okuyucunun vicdanını uyandırmak ve onu düşünmeye sevk etmek içindir.

  1. İcaz ve İtnab (Özlü ve Ayrıntılı Anlatım)

Kur’ân’da bazı yerlerde tek bir ayetle büyük hakikatler özlü biçimde ifade edilirken, bazı yerlerde konular tafsilatlı şekilde anlatılır. Bu, muhatabın durumuna göre bir eğitim metodudur.

> İcaz örneği:
“De ki: O Allah birdir.” (İhlâs, 112/1)

> İtnab örneği:
Bakara Suresi 67-71 arasında geçen “sarı inek” kıssası, aşamalı ve detaylı anlatım örneğidir.

  1. Seci ve Musiki (Ahenk ve Uyak Kullanımı)

Kur’ân ayetlerinde ses uyumu ve ritim, manayı taşıyan bir gemi gibidir. Anlamla ses bir bütünlük içinde akar.

> “Ve’l-‘âdiyâti dabhâ / Fel-mûriyâti kadhâ / Fel-muğîrâti subhâ…”
(Âdiyât, 100/1-3)

Buradaki kelimeler hem anlam hem de ses bakımından sarsıcı bir etki oluşturur. Ahenk, duyguyu pekiştirir.

  1. Tekrar Sanatı (Tekid ve Hatırlatma)

Bir hakikatin önemine vurgu yapmak ve onu zihne yerleştirmek için yapılan tekrarlar Kur’ân’da yer yer görülür.

> “Rabbinin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?”
(Rahman Suresi’nde 31 kez tekrar edilir.)

Bu tekrar, nimetin kıymetini ve insanın nankörlüğünü düşündürür.

Kur’ân’ın Edebiyatla Buluşmasındaki Hikmet

Kur’ân’ın bu sanatları kullanması bir süs değil, bir gaye içindir. Her teşbih, her mecaz, her tekrar; insanı uyandırmak, sarsmak, düşündürmek, kalbini diriltmek içindir. Edebiyat, Kur’ân’ın elinde sadece bir anlatım aracı değil, bir tebliğ metodudur. Bu sanatlar, hakikatin elbisesi olmuş ve ona ruh kazandırmıştır.

Sonuç

Kur’ân, sadece emir ve yasaklardan oluşan bir hukuk metni değildir. O, Allah’ın kelamıdır ve kelam olmanın bütün inceliklerini taşır. Onun her ayeti, hem akla hem kalbe hitap eder. Bu yüzden, yalnızca anlamı değil, lafzı da mucizedir. Kur’ân’ın edebî yönü, onun Allah kelamı olduğuna dair bir delildir. Çünkü hiçbir insan kelamı, hem bu kadar anlam yüklü hem de bu kadar sanatlı olamaz.

Makale Özeti

Kur’ân-ı Kerîm, yalnızca bir ilahî mesaj değil, aynı zamanda eşsiz bir edebiyat şaheseridir. Teşbih, istiare, kinaye, icaz, seci gibi edebî sanatlar, Kur’ân’da en ileri düzeyde uygulanmıştır. Bu sanatlar, estetik amaçlı değil, insanın kalbine ve aklına nüfuz eden bir tebliğ dili olarak kullanılmıştır. Kur’ân’ın edebî yönü, onun mucizevi karakterini ortaya koyar. Lafzı ve manasıyla insanı sarsan bu kitap, edebiyatın zirvesinde, hakikatin de kalbindedir.

 

 




İnsanın Derinliği: Kâinat Kadar Geniş Bir Nefes

İnsanın Derinliği: Kâinat Kadar Geniş Bir Nefes

“Evet, insanın her ferdi, birer nevi gibidir. Zira nur-u fikir onun âmâline öyle bir vüs’at vermiş ki bütün ezmanı yutsa tok olmaz. Sair envaın efradlarının mahiyeti, kıymeti, nazarı, kemali, lezzeti, elemi ise cüz’î ve şahsî ve mahdud ve mahsur ve ânidir. Beşerin ise ulvi, küllî, sermedîdir. Yevm ve senede olan çok nevilerde olan birer nevi kıyamet-i mükerrere-i neviye ile insanda bir kıyamet-i şahsiye-i umumiyeye remiz ve işaret, belki şehadet eder.”
Muhâkemat. 135

Bazı kelimeler vardır ki, bir ömre bedeldir. Bazı cümleler de vardır ki, bir kâinat kadar mânâyı bir satıra sığdırır. Bediüzzaman Said Nursî’nin Muhâkemat’ta söylediği şu söz de onlardan biridir:
“Evet, insanın her ferdi, birer nevi gibidir…”

İlk bakışta bu cümle bir abartı gibi gelir. Nasıl olur da tek bir insan, bir “nevi”, yani bir tür gibi değerlendirilebilir? Fakat meseleye kalb-i selimle ve fikirle yaklaştığımızda, bu ifadenin ne denli derin bir hakikati taşıdığı görülür.

İnsanın Derinliği ve Sınırsız Âmâli

İnsan, hayal edebilen, geçmişi düşünebilen, geleceği tasarlayabilen, bir anın içinde binlerce âlemi dolaşabilen bir varlıktır. Diğer canlıların arzuları mahduttur. Bir ağaç su ister, toprak ister, güneş ister; bu arzuları karşılandığında memnundur. Bir hayvan açlığını giderince huzur bulur. Fakat insan öyle midir?

İnsanın âmâli (emel ve arzuları), “nur-u fikir” ile öylesine genişlemiştir ki, zamanları yutsa doymuyor. Geçmişe dönmek ister, geleceği yaşamak ister. Tahta oturmak ister, göklere çıkmak ister. Duyulmayanı duymak, görülmeyeni görmek, bilinmeyeni bilmek ister. Bu yönüyle her bir insan, kendine has bir tür gibidir. Çünkü her biri ayrı bir âlem taşır.

Nevilerin Kıyameti ve Ferdin Kıyameti

Metnin devamında geçen şu satırlar da derin düşüncelere açılan bir kapıdır:
“Yevm ve senede olan çok nevilerde olan birer nevi kıyamet-i mükerrere-i neviye ile insanda bir kıyamet-i şahsiye-i umumiyeye remiz ve işaret, belki şehadet eder.”

Her yıl baharda açan çiçekler sonbaharda solup gider. Hayvanlar doğar, büyür, ölür. Türlerin kendi içindeki döngüleri vardır: Gelişirler, zirveye ulaşırlar, sonra yok olurlar. İşte bu tekrar eden döngüler, birer küçük kıyamettir. Ama insan için ölüm sıradan bir olay değil, bir kıyamet gibidir. Çünkü o sadece bedenini değil, içinde taşıdığı bütün bir kâinatı da kaybeder gibi hisseder. Hayalleri, emelleri, arzuları ve sevgileriyle birlikte bir âlem sönmüş olur.

Bu yüzden insanın ölümü, yalnızca cismanî bir yok oluş değil; aynı zamanda zihnî, kalbî ve hayalî bir âlemin inkırazıdır. Bu da her ferdin, kendi içinde küçük değil, büyük bir kıyamet yaşadığını gösterir.

Beşerin Küllî Lezzeti ve Elem Derinliği

Metinde geçen diğer bir kıymetli ölçü:
“Sair envaın efradlarının mahiyeti… cüz’î ve şahsî ve mahdud… Beşerin ise ulvî, küllî, sermedîdir.”

İnsanın acısı da sevinci de sıradan değildir. Başkalarının acısına ağlayabilir, hiç tanımadığı insanların çilesiyle dertlenebilir. Yalnız kendi mutluluğunu değil, tüm insanlığın saadetini isteyebilir. Çünkü onun kalbi küllîdir. Kalbiyle de aklıyla da yalnızca bir “fert” değil; bir “nev’i” temsil eder.

Bir Nefeste Kâinat

İşte bu yüzden insanın her bir nefesi kıymetlidir. Çünkü o nefes, sadece akciğerlerinden girip çıkan bir hava değildir. O nefeste aşk vardır, hayal vardır, iman vardır, hüsran ve umut vardır. Kimi zaman bir dua olur çıkar dudaklardan, kimi zaman bir sitem. Ama her seferinde o nefeste bir âlem taşınır.

İnsan bir ferttir ama bir nevi gibidir. Çünkü o, her şeyi düşünebilen, hissedebilen, talep edebilen yegâne varlıktır. Bu nedenle onun ölümü de sıradan değil; bir kâinatın susması gibidir.

Makale Özeti:

Bu makale, Bediüzzaman’ın Muhâkemat’taki “İnsan bir ferd değil, bir nevi gibidir” ifadesinden hareketle, insanın deruni derinliği, emellerinin sınırsızlığı ve diğer varlıklardan farkını ele alır. İnsanın arzuları sonsuzdur; onun lezzet ve elemleri şahsî değil, küllîdir. Her insanın ölümü, adeta küçük bir kıyamettir. Zira insan yalnızca beden değil, bir âlem taşır ve o âlemle birlikte sönüp gider. Bu da insanı her yönüyle müstesna kılar.

 

 




Kâinatın Kalbi: İnsanın Hakikati

Kâinatın Kalbi: İnsanın Hakikati

> “İnsan; şu kâinat ağacının en son ve en cem’iyetli meyvesi,
ve hakikat-i Muhammediye cihetiyle çekirdek-i aslîsi,
ve kâinat Kur’ân’ının âyet-i kübrası,
ve ism-i a’zamı taşıyan âyetü’l-kürsîsi,
ve kâinat sarayının en mükerrem misafiri,
ve o saraydaki sair sekenelerde tasarrufa mezun en faal memuru…”
— Tarihçe-i Hayat, s. 435

İnsan kimdir? Nereden geliyor, nereye gidiyor? Yaratılışının amacı nedir? Bu sorular, çağlar boyu filozofların, peygamberlerin, âlimlerin zihnini meşgul etmiştir. Bediüzzaman Said Nursî ise bu sorulara sadece akıl değil, vahiy ve hikmet gözüyle cevap verir. Onun tarif ettiği insan, sadece bir canlı değil; kâinatın özü, maksadı ve meyvesidir.

Kâinat Ağacının En Cemiyetli Meyvesi

Tüm varlık, bir ağaca benzetilirse; insan, bu ağacın en son çıkan ve en fazla özellik taşıyan meyvesidir. Yani, insan sadece bir varlık değil, kâinatın özetidir. Maddesi topraktan, ruhu arştandır. Yeryüzünde yaşar ama gökyüzüne özlem duyar. Bu yüzden onun mahiyeti basit değil; çok yönlü, derin ve sırlıdır.

Hakikat-i Muhammediye: Asli Çekirdek

İnsanlığın çekirdeği, varlığın mayası Resûl-i Ekrem’dir (s.a.v.). Onun hakikati, bütün insanlık ağacının tohumudur. İnsan bu anlamda, Peygamber Efendimizin ahlâkında kemâl bulduğunda hakikî meyve olur. Her bir insan, bu “çekirdek-i aslî”nin bir nüshası olmaya adaydır. Bu, insanın hem şerefini hem de sorumluluğunu kat kat artırır.

Kur’ân-ı Kâinatın Âyet-i Kübrası

Kâinat bir kitap, insan onun en büyük âyeti. Göz, kulak, akıl, kalp gibi cihazlarıyla insan, adeta Allah’ın kudret ve hikmetine işaret eden bir canlı tefsirdir.
Her bir azasıyla;

görür,
duyar,
düşünür,
merak eder ve
“Ben kimim, Rabbim kim?” diye sorar.

İşte bu sorma, anlamlandırma ve tefekkür yeteneği, insanı tüm varlıklardan ayırır.

İsm-i A’zamı Taşıyan Âyetü’l-Kürsîsi

Kur’ân’ın âyetü’l-kürsîsi nasıl ki Allah’ın azamet ve hâkimiyetini en veciz şekilde ifade ediyorsa, insan da o isimleri taşıyacak kabiliyette yaratılmıştır.

Cemal: Sevgiyi hisseder.
Celal: Kahrı anlar.
Hikmet: Sebepleri arar.
Kudret: İrade eder.

İnsan, bu sıfatlara “ayna” olduğu için yaratılmışların en kıymetlisidir.

En Mükemmel Misafir, En Faal Memur

İnsan bu dünyada misafirdir. Sahip değildir, malik hiç değildir. Ama emânetçidir, vekildir.
Bu sarayda ona en fazla imkânlar verilmiş;

akıl ile düşünsün,

kalp ile hissetsin,

irade ile tercih etsin diye…

Ve bu donanımlarla, diğer varlıklar üzerinde tasarruf hakkı verilmiştir. Fakat bu hak, sorumluluğu da beraberinde getirir. Zira en faal memur, aynı zamanda en ağır hesaba tâbi olandır.

Özet:

Bu makale, insanın kâinattaki konumunu ve yaratılış gayesini Bediüzzaman’ın ifadeleri doğrultusunda açıklamaktadır. İnsan, kâinatın özeti ve en kıymetli meyvesidir. Peygamber Efendimizin (s.a.v.) hakikatinden süzülen bu varlık, kâinat kitabının en büyük âyeti, Allah’ın isimlerine en parlak aynadır. Dünya sarayında en mükerrem misafir ve en sorumlu memur olan insan, bu yüksek makamın idrakinde olmalı ve yaratılış gayesini unutmamalıdır.

 

 




Fânilikte Saklı Beka: Dünya Bir Mezraadır

Fânilikte Saklı Beka: Dünya Bir Mezraadır

“Dünya fânidir, binler sene yaşamak olsa bâki olan hayat-ı uhreviyenin yanında, hiç-ender hiç mesabesindedir. Fakat fâni olmakla beraber, bâki hayatın bâki meyvelerini verecek bir mezraasıdır.”
Tarihçe-i Hayat.483.

İnsan, doğduğu günden beri bir yönüyle faniliğin gölgesinde yaşar. Her gün biraz daha yaşlanır, biraz daha yaklaşır son durağa. Fakat ne gariptir ki, dünya hayatı sonsuzmuş gibi davranır. Oysa Kur’ân, kâinat, akıl ve vicdan hep birlikte şöyle fısıldar kulağımıza:
“Ey insan! Dünya bir misafirhanedir, aldanma. Ebediyet yurdu burası değil.”

Hiç-Ender Hiç: Sonsuzluk Karşısında Dünya

Diyelim ki bir insan bin yıl yaşasa… Bu kulağa uzun gelebilir. Ama sonsuz bir ahiret hayatı karşısında bu bin yıl, “hiç-ender hiç”, yani hiçliğin de ötesinde bir hiçtir.
Sonsuzlukla kıyaslandığında bin yıl, bir an kadar bile değildir. Zira sonsuzun yanında her sonlu, matematiksel olarak sıfır hükmündedir.

Fakat burada ilginç bir sır var:
Dünya hem geçici hem de sonsuzluk adına en kıymetli fırsattır.
Çünkü insan burada yaptığı en küçük bir amelle, ebedî bir karşılık kazanabilir. İşte bu yönüyle dünya, sıradan bir durak değil; ebedî hayatın mahsulünü verecek bir tarla, bir mezraadır.

Fânilik Aldatmasın, Ebediyet Unutulmasın

Bugün çoğu insan dünya hayatına gereğinden fazla değer veriyor. Sanki hiç ölmeyecekmiş gibi yaşıyor, ama hiç yaşamamış gibi ölüyor.
Modern zamanların “anı yaşa” felsefesi, aslında “faniliği unut” tuzağıdır. Oysa Kur’ân’ın dersi şudur:

> “Her nefis ölümü tadacaktır.” (Âl-i İmrân, 3/185)

İşte bu yüzden, Bediüzzaman Hazretleri bu faniliğe dikkat çekerken, “Ama aldanma! Bu dünya ebediyet meyvesi veren bir mezraadır.” diyerek uyarır. Fani olan dünya, niyet, ihlas ve şuurla bakıldığında, bâki meyveler verir.

Bir tebessüm sadaka olur.

Bir sabır cennet olur.

Bir secde ebedî bir saray olur.

Hayatın Gerçek Değeri: Geçicilikteki Kıymet

Hayatın geçici olması, onu anlamsız kılmaz. Aksine, geçicilik kıymeti arttırır. Çünkü kaçırılan fırsat bir daha ele geçmez. Dünya bu yönüyle bir sınav salonudur. Ne kadar kısa olursa olsun, doğru cevaplar verildiğinde sonsuz bir ödül kazandırır.

Bu yüzden, fani olan dünyayı hor görmek değil, onu ebediyet tarlasına çevirmek gerekir. Niyet, amel ve ihlasla; her şey bir tohuma dönüşür. O tohumlar ise ahirette karşımıza bahar olur, cennet olur.

Özet:

Bu makale, dünyanın fâniliğiyle beraber ahiret için bir mezra oluşunu konu edinmektedir. Dünya, ne kadar uzun sürerse sürsün, ebedî hayat yanında hiç hükmündedir. Ancak geçici olması, değersiz olduğu anlamına gelmez. Çünkü bu kısa dünya hayatında yapılan işler, sonsuz bir hayatı netice verebilir. Bu sebeple dünya, doğru kullanıldığında bâki meyveler veren kıymetli bir tarladır. İnsan, bu fânilik içinde beka için çalışmalıdır.

 

 




Ebediyet Arzusu: İnsan Ruhunun Sonsuzluğa Uzanan Eli

Ebediyet Arzusu: İnsan Ruhunun Sonsuzluğa Uzanan Eli

İnsanoğlu, yaratılışındaki sırlar bakımından eşsiz bir varlıktır. Taşta olmayan duygu, ağaçta bulunmayan düşünce, hayvanda sezilmeyen endişe ve umut, insanın cevherinde derc edilmiştir. Çünkü insan, yalnızca maddî bir kalıptan ibaret değil; içinde gayr-ı mahdut (sınırsız) kabiliyetler, istidatlar, emeller ve düşünceler barındıran bir âlemdir.

Bediüzzaman Said Nursî, Muhâkemât adlı eserinde bu hakikati şöyle özetler:

> “”Neam, beşerin cevherinde gayr-ı mahsur istidadatında mündemic olan gayr-ı mahdud olan kabiliyattan neş’et eden müyulattan hasıl olan lâyetenahî âmâlinden tevellüd eden gayr-ı mütenahî efkâr ve tasavvuratı, mavera-yı haşr-i cismanîde olan saadet-i ebediyeye elini uzatmış ve medd-i nazar ederek o tarafa müteveccih olmuştur. “
Muhâkemat. 135

Bu cümle, insanın fıtratına yerleştirilmiş olan sonsuzluk arzusunun ve ebediyet ihtiyacının ilahî menşeini ve akıbetini gösterir. Şöyle ki:

İstidat ve Kabiliyetin Hedefi: Ebediyet

İnsan, sınırlı bir ömür içinde, sınırsız arzu ve hayallere sahiptir. Bu, sıradan bir çelişki değil, bilakis insanın yaratılış gayesine işaret eden bir işarettir. Zira sınırlı bir dünyada, sonsuzluk isteyen bir ruhun varlığı, onun asıl yurdunun burası olmadığını haykırır.

Evet, insan sadece yeme-içme, barınma ve çoğalma gibi biyolojik hedefler için yaratılmamıştır. Onun içinde sonsuzluk iştiyakı vardır. Bu iştiyak, onun bütün kabiliyetlerini harekete geçirir, hayallerini genişletir, düşüncesini göklere taşır.

Âmal ve Efkâr: Ruhun Yolculuğu

Bediüzzaman’ın işaret ettiği gibi, insanın arzuları (âmal), düşünceleri (efkâr), tasavvurları ve meyilleri sınırsızdır. Bu sınırsızlık ise, insanın mahiyetinde ebediyet için yaratılmış bir çekirdek taşıdığını ispatlar.

Nasıl ki bir tohum toprağa düştüğünde, içinde koca bir ağacın programını taşırsa; insanın istidatları da ebedî bir hayatın potansiyelini içinde taşır. İşte bu yüzden, insan ruhu dünyaya sığmaz, kalbi geçici lezzetlerle tatmin olmaz, aklı fânî olanla huzur bulmaz.

Gözün Ufku, Ruhun İstikameti

İnsan her ne kadar dünya ile meşgul olsa da, ruhunun nazarı başka bir yere yönelmiştir. Geçici dünyada kalıcı mutluluğu arar. Fânî hayatta bâkî teselliler ister. İşte insanın ruhu, sürekli olarak mâverâ-yı haşr-i cismanî, yani ölümden sonraki ebedî saadet diyarına elini uzatır.

O ebediyet diyarı ki, orada arzular sınırsız, nimetler sonsuz, vuslatlar daimîdir.

Unutulan Asıl Gaye

Ne var ki, insanın bu asli yönelişi, nefsî arzular, dünyevî meşguliyetler ve gaflet perdeleriyle örtülmektedir. Böylece insan kendine yabancılaşmakta, ebediyeti arzulayan istidatlarını gündelik hırslarla köreltmektedir. Halbuki bu dünya, o sonsuz saadetin ancak bir misafirhanesi, bir imtihan alanıdır.

İnsanın asıl vazifesi; fıtratındaki istidatları, ebediyet hedefiyle bütünleştirmek ve bu dünyayı bir ahiret tarlası gibi işlemektir.

Son Söz: Ruhun Yönü Ebediyete Doğrudur

Bediüzzaman’ın bu ifadesi, sadece edebî değil; aynı zamanda psikolojik, felsefî ve dinî derinliği olan bir haykırıştır. “Ey insan! Senin ruhun bu dünyadan büyüktür. Emellerin, arzuların ve düşüncelerin sonsuzsa, bu sana ebedî bir âlemin varlığını gösteriyor. O halde fıtratına yabancı kalma! Nereye gittiğini unutma!” demektedir.

Bu bakış açısı, insanı hem iç yolculuğuna hem de sonsuz saadete yönlendiren bir rehberdir.

Makale Özeti:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın Muhâkemât eserinde geçen bir pasajdan yola çıkarak insanın sınırsız kabiliyetleri, arzu ve düşüncelerinin aslında onun ebedî saadet için yaratıldığını gösterdiği izah edilmiştir. İnsanın fıtrî istidatlarının bu dünyada tatmin edilemeyeceği, asıl huzur ve doyumun ancak ahirette mümkün olduğu vurgulanmış, insanın yaratılış gayesinin ebediyete uzanmak olduğu hatırlatılmıştır.

 

 




Zulüm Değil, Tenzil-i Rahmettir: Musibetlerin Gizli Hikmeti

Zulüm Değil, Tenzil-i Rahmettir: Musibetlerin Gizli Hikmeti

“Senin başına gelen zulümler ve musibetlerin altında kaderin adaleti var. İnsanlar, senin yapmadığın bir işle sana zulüm ediyorlar. Fakat kader senin gizli hatalarına binaen, o musibet eliyle seni hem terbiye hem hatana keffaret ediyor.

   Hem yüzer tecrübenle, ey sabırsız nefsim! Kat’î kanaatin gelmiş ki zâhirî musibetler altında ve neticesinde, inayet-i İlahiye’nin çok tatlı neticeleri var.

عَسٰٓى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ

çok kat’î bir hakikati ders veriyor. O dersi daima hatıra getir. Hem feleğin çarkını çeviren kanun-u İlahî, senin hatırın için –o pek geniş kanun-u kaderî– değiştirilmez.”
Tarihçe-i Hayat.485

İnsanın başına gelen her olayın görünen bir yüzü vardır: Zahir. Ve bir de görünmeyen, ancak hikmet nazarıyla anlaşılabilen derin bir yüzü: Bâtın. Musibetler, bu ikili yapının en çarpıcı tecellilerindendir. Dıştan bakıldığında zulüm gibi görünen birçok hâdise, kaderin nazarında bir adalet ve rahmettir.

Görünüşte Zulüm, Hakikatte Terbiye

Bir kimse, kendisinin yapmadığı bir suçtan ötürü insanların zulmüne uğrayabilir. İşte bu noktada kader devreye girer. Zira ilâhî kader hiçbir şeyi tesadüfe bırakmaz. İnsanların adaletsizliği, kaderin adalet terazisine engel olamaz. İnsanlar zulmeder, ama Allah asla zulmetmez. Zira:

> “Allah zerre kadar zulmetmez.” (Nisâ, 4/40)

Bediüzzaman Hazretleri bu sırrı ne güzel özetler:
Kader, o musibeti, senin gizli bir hatana keffaret ve seni terbiye için gönderiyor.
Bu cümle, musibetlerin görünen acısını, görünmeyen hikmetin merhemiyle sarmaktadır. Musibet, bir temizliktir; günahlardan, gafletten, kibirden… Bir terbiye aracıdır; sabrı, tevekkülü, şükrü öğretir.

Sabırsız Nefse İkaz: Derinlerde Saklı Rahmet

İnsan nefsi, zahirde acı gördüğü her şeyi reddetmek ister. Sabırsızdır, çabuk isyan eder. Ama zaman geçtikçe, olayların iç yüzü tecelli eder. O sabırsız nefis bile sonunda itiraf eder:
“Kat’î kanaatim gelmiş ki, zâhirî musibetlerin altında inayet-i İlahiye’nin çok tatlı neticeleri var.”

Gerçekten de nice musibet vardır ki, kişiyi ahireti kazanmaya sevk etmiş, günahlarının affına vesile olmuş, iç dünyasını derinleştirmiştir. Hatta bazen bir musibet, onlarca nasihatten daha tesirli olmuştur.

Kur’an-ı Kerim bu sırra şöyle işaret eder:

> “Olur ki, hoşlanmadığınız bir şey hakkınızda hayırlı olabilir.”
(Bakara, 2/216)

İşte bu ayet, kaderin görünmeyen yüzünü gösterir. O görünmeyen yüzde merhamet gizlidir, şifa gizlidir, hatta belki de cennetin kapıları gizlidir.

Kaderin Çarkı Senin İçin Dönmez, Ama Seni O Çarka Uydurur

İnsanın en büyük hatalarından biri, kainatın ve kaderin onun arzularına göre dönmesini istemesidir. Oysa Bediüzzaman bu gerçeği açıkça haykırır:

> “Feleğin çarkını çeviren kanun-u İlâhî, senin hatırın için değiştirilmez.”

Dünya bir imtihan sahnesidir. Bu sahnede, oyuncunun rolüne değil, sadakatine bakılır. İmtihanın soruları insana göre değil; insan, sorulara göre hazırlanmalıdır. Bu sebeple, kaderin işleyişini sorgulamak değil, ona teslim olmak gerek. Teslimiyet, acının ortasında bile huzur bulmaktır.

Özet:

Bu makale, insanın başına gelen zulüm ve musibetlerin arkasındaki kaderî hikmeti konu edinmektedir. İnsanlar zulmedebilir, ama kader adalet eder. Musibetler, gizli hatalara kefaret ve ruhun terbiyesi için bir rahmet vesilesidir. Sabırsız nefis zamanla görür ki, musibetlerin altında ilâhî inayet gizlidir. Kur’an’ın “hoşlanmadığınız şeyde hayır vardır” ayeti bu gerçeği teyit eder. Kaderin çarkı bizim arzumuza göre işlemez; asıl olan, bizim o çarka hikmetle uyum sağlamamızdır.

 

 




Gazzeden Yükselen Feryat: Bir Milletin Vekâletle Kuşatılması

Gazzeden Yükselen Feryat: Bir Milletin Vekâletle Kuşatılması

Tarih boyunca hak ile bâtılın mücadelesi, coğrafya ve zaman değiştirse de aynı özde devam etmiştir. Firavun’un karşısında Musa, Nemrut’un karşısında İbrahim, Ebu Cehil’in karşısında Muhammed Mustafa (s.a.v.) olduğu gibi, bugün de aynı hak-bâtıl savaşı Gazze sokaklarında, Kudüs ufkunda, ümmetin yüreğinde cereyan etmektedir.

Zulüm cephesi her daim örgütlüdür. Dünkü Haçlı ordularının bugünkü temsili; ABD, İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya gibi sözde medenî ülkeler ve onların kanlı piyonlarıdır. Bu ülkeler, İsrail eliyle İslam dünyasına vekâlet savaşı yürütmektedir. Öyle ki artık perde arkasına saklanmaya bile ihtiyaç duymamaktadırlar. İngiltere Muhafazakâr Parti Başkanı Kemi Badenoch’ın şu itirafı her şeyi açıklamaktadır:

> “İsrail, İngiltere adına Filistin’de bir vekâlet savaşı yürütüyor.”

Bu söz, sadece bir politik itiraf değil, aynı zamanda tarihin karanlık dehlizlerinde planlanan büyük bir projenin bugünkü yansımasıdır. Çünkü İsrail’i kuran İngiltere’dir. Ve onun aklı hâlâ bu vekil devlettedir.

Sömürü Devleti Değil, Şeytani Zihniyet

Batının aklı İngiltere, gücü Amerika’dır. Tıpkı bir beyin ve kas gibi çalışırlar. Siyonist akılla iç içe geçmiş bu yapılar, sadece toprakları değil, zihinleri ve inançları da sömürmek isterler. Gazze’de bombalarla yıkım olurken, diğer İslam ülkelerinde medya, ahlak, eğitim ve ekonomiyle içten içe bir çöküş yaşatılmaktadır.

Deaş, PKK, Mossad, MI6 gibi örgütler bu vekâlet savaşlarının sahadaki maşalarıdır. Her biri ayrı maskeyle sahneye çıkar; kimisi cihat adı altında fitne çıkarır, kimisi özgürlük adına milletin öz değerlerini yok eder. Hepsi aynı kaynaktan beslenir: Batı’nın İslam’a karşı yürüttüğü çok cepheli savaş.

İsrail: Bir Projenin Taşeronu

İsrail, yalnızca bir devlet değil; bir zihniyetin taşeronudur. Kuruluş gayesi, İslam coğrafyasını bölmek, sindirmek ve Kudüs’ü tamamen ele geçirmektir. Bu uğurda çocuklar, kadınlar, yaşlılar katledilmekte; şehirler yerle bir edilmekte; suskun dünya ise bu vahşeti ya görmezden gelmekte ya da alkışlamaktadır.

Zira onlar için İslam bir tehdit, mü’min bir engel, Kudüs bir ukdedir.

Gazze: Zayıf Görünen Bir Kale

Gazze bugün sadece bir şehir değil, bir ruhun adıdır. Zulmün çelik duvarlarına imanla karşı koyanların şehridir. Askerî gücü olmayan, ama sarsılmaz bir inancı olan mücahitlerin yurdudur. Dünyanın bütün şeytanları birleşmişken, Gazze hâlâ ayakta duruyorsa, bu zafer imanadır, Kur’an’adır.

İşte bu yüzden Gazze’nin feryadı sadece Filistin’in değil, ümmetin uyanış çığlığıdır. Çünkü her bir bomba, sadece Gazze’yi değil; İstanbul’u, Kahire’yi, Tahran’ı, Mekke’yi hedef almaktadır. Bunu anlamak için Müslüman ferasetine ve tarih şuuru taşımaya ihtiyaç vardır.

Ne Yapmalı?

  1. Hakikati görmek ve göstermek: Müslüman, algı operasyonlarına karşı uyanık olmalıdır. Hangi gücün neyi temsil ettiğini, kim için çalıştığını anlamalıdır.
  2. Sahte dostlukları reddetmek: Mazlumun kanını akıtanların yardımını kabul etmek, mazluma ihanet olur.
  3. Manevî cihadı kuşanmak: Dua, ilim, tebliğ ve ahlakî duruşla İslam’ı ayakta tutmak herkesin görevidir.
  4. Birlik şuuruyla hareket etmek: Vekâlet savaşlarına karşı Ümmet-i Muhammed tek bir beden gibi hareket etmelidir.
    İttihad-ı İslamı tesis etmelidir.

Son Söz: Zulümle Âbâd Olanın Âkıbeti Berbat Olur

Batı medeniyetinin temelinde kan, sömürü ve yalan vardır. Onların refahı mazlumların gözyaşıdır. Ancak tarih şunu da göstermiştir: Zulümle abat olanın sonu hüsrandır. İslam coğrafyası elbet yeniden ayağa kalkacak, Gazze’nin feryadı bir gün ümmetin selasına dönüşecektir.

Zulüm devam etmez. Bir vakit gelir ki, zalimlerin beli kırılır.

Makale Özeti

Bu makalede Batı’nın –özellikle İngiltere, ABD ve İsrail’in– İslam dünyasına karşı yürüttüğü vekâlet savaşları, Gazze üzerinden ortaya konmuş ve bu savaşın tarihî ve zihnî arka planı açıklanmıştır. Gazze’nin sembolik ve direniş anlamı anlatılarak, İslam ümmetinin feraset, birlik ve manevî uyanışla bu kuşatmayı aşabileceği ifade edilmiştir. Vekâlet savaşlarına karşı hakikatin, direnişin ve imanî dur

 




Unutulan Hakikat: Asıl Hayatın Gölgesinde Kaybolmak

Unutulan Hakikat: Asıl Hayatın Gölgesinde Kaybolmak

İnsan bu dünyaya ebedî hayatı kazanmak için gönderilmiştir. Varlığının hakikî gayesi; fânî olanı değil, bâkî olanı kazanmaktır. Ancak ne gariptir ki, insanın yolculuğu çoğu zaman bu hakikatin aksine bir istikamette ilerler. Ebedî saadeti kazandıracak imtihanlarla dolu dünya hayatı, insanı kendine meftun eder. Hakikatin üzeri günlük meşgalelerle örtülür. Dünya, bir oyun ve oyalanma sahnesi olur; ahiret ise gözlerden uzaklaşan bir belirsizlik gibi hissedilir.

Oysa her insan ölecek ve pişman olacaktır. Bu, Rasûlullah Efendimizin (s.a.v.) apaçık beyanıdır:

> “Ölüp de pişmanlık duymayacak hiçbir kimse yoktur.”
“O pişmanlık nedir yâ Rasûlâllah?” diye sorulunca, buyurdu ki:
“(Ölen), muhsin bir kişi ise, bu hâlini daha fazla artıramamış olduğuna; şayet kötü bir kişi ise, kötülükten vazgeçerek hâlini ıslah etmediğine pişman olacaktır.” (Tirmizî)

Bu hadis, hepimize şu soruyu sordurmalıdır: Bugün ölüm gelse, hangi pişmanlığı yaşarız?

Kaybın Büyüklüğü

Dünya hayatında elde edilen hiçbir başarı, makam, zenginlik, şöhret; ahirette bir hayır olarak karşımıza çıkmazsa, hepsi boştur. Asıl kayıp, insanın sonsuzluğu unutup fani olanla oyalanmasıdır. Tıpkı bir yolcunun, istasyon binasında ev kurmaya kalkışması gibi akılsızca bir iş olur bu. İnsan, dünyanın geçici ışıklarıyla gözünü kamaştırıp ebedî aydınlığı unuttuğunda, hakikatte kendi sonsuz zararına mühür vurur.

Küçük bir ihmal, büyük bir yıkımın sebebidir. Ebedi hayat için hazırlık yapmadan bu dünyadan göçmek, hiçbir telafisi olmayan bir kayıptır. Ölümle birlikte perde kalkar ve insan, gaflet içinde geçirdiği ömrün ne kadar kıymetli olduğunu anlar. Ama artık geri dönüş yoktur.

Gafletin Sebepleri

İnsanı gaflete düşüren birçok unsur vardır:

Dünya sevgisinin kalbi sarması,

Nefsin rehaveti ve rahat arayışı,

Sürekli yaşayacakmış gibi bir hissiyat,

Ölümün hatırlanmasının ertelenmesi,

Ahirete dair bilgilerin sadece teoride kalması…

İşte bu gaflet bulutlarının içinde, insan en kıymetli sermayesi olan ömür sermayesini tüketir. Nitekim;

Her gün bir küçük cenaze gibi geçen dünler, o gafletle elinden çıkıp gitmiş.
Geriye sadece hasret, pişmanlık ve keşke kalır.

Pişman Olmamak İçin Ne Yapmalı?

  1. Her gün ölümü hatırlamak: Ölüm, hayatı anlamlandırır. Her sabah “Bugün son günüm olabilir” şuuru, insanı diriltir.
  2. Salih amelleri artırmak: Her fırsatı ibadet, iyilik ve hayır için değerlendirmek gerekir. Zira son fırsat, ne zaman geleceği bilinmeyen andır.
  3. Tövbede acele etmek: Günahlarda ısrar etmeden hemen dönüş yapmak, pişmanlığı azaltır. Ertelenen tevbe, pişmanlıkların anasıdır.
  4. Hakiki dostlarla beraber olmak: İnsan kimle beraber yaşarsa, onun hayat tarzından etkilenir. Ahiret merkezli düşünenlerle olmak, yönümüzü düzeltir.
  5. Faydasız meşgalelerden arınmak: Zamanı israf eden, kalbi meşgul eden ve insanı Hak’tan uzaklaştıran boş uğraşmalardan sakınmak gerekir.

Son Söz: Sonsuz Zarar ve Dönüşü Olmayan Bir Yolculuk

İnsan ne zaman öleceğini bilmez. Ancak ölüm, her gün ona bir adım daha yaklaşmaktadır. Ve ölüm geldiğinde, geriye sadece yaşanmış bir hayat kalır. İşte o hayat ya bir müjde olur ya da bir azap sebebi…

Şu cümleyi hayatımızın mihveri yapmalıyız:

> “Dünya için değil, ahiret için yaratıldım.”

Makale Özeti

Bu makalede, Rasûlullah Efendimizin “Hiç kimse pişmanlık duymadan ölmez” hadisi üzerinden dünyanın geçici meselelerinin insanı nasıl oyalayıp ebedi hayatı unutturduğu ele alınmaktadır. Ahiret merkezli bir yaşamın önemi anlatılmış, gafletin sebepleri ve bu gafletten kurtuluş yolları sıralanmıştır. Makale, insanı hayatını sorgulamaya, tevbe ve salih amellere yönelmeye davet ederken; ölümden sonraki pişmanlığın büyüklüğüne karşı şimdiden hazırlıklı olunması gerektiğini anlatır.

 

 




Gözyaşıyla Değil, Gayretle Kurtuluş: Ümmetin Derdi ve Vazifemiz

Gözyaşıyla Değil, Gayretle Kurtuluş: Ümmetin Derdi ve Vazifemiz

“Heyhat! Geliniz ey ehl-i İslâm! Hep beraber ağlaşalım. Hayır, hayır! Gözyaşlarıyla, feryat ile tedavisi mümkün değil bu derdin. Allah için uğraşalım.”
Tarihçe-i Hayat.621

Tarih, zamanın aynasıdır. Bu aynaya baktığımızda ümmet-i Muhammed’in parlak zaferleriyle birlikte hüzünle yoğrulmuş acı zamanlarını da görürüz. Nice çağlar boyunca İslâm, insanlığın ufkuna nur saçarken; gafletin, ayrılığın ve dünyevîleşmenin pençesinde ne yazık ki o nur zaman zaman bulutlar ardına gizlenmiştir.

İşte böyle bir hâletin ardından yükselmişti bu feryat:
“Heyhat! Geliniz ey ehl-i İslâm! Hep beraber ağlaşalım.”
Bu, sıradan bir hüzün değil; ruhun derinliklerinden kopup gelen, bir milletin manevî çöküşünü fark eden bir mütefekkirin sızlanmasıydı. Ancak bu feryat bir ağıtla son bulmadı. Çünkü feryat tek başına kifayet etmez, gözyaşı toprağa düşer ama tohum vermez; gayretle sulanmazsa, ümmetin tarlasından bir şey yetişmez.

Derdimiz Büyük Ama Umutsuzluk Yok

Evet, ümmetin derdi büyüktür. Parçalanmışlık, cehalet, ahlâkî çöküntü, adaletin zedelenmesi, ilmin terk edilmesi… Her biri ayrı bir yara. Ancak her derdin ilacı vardır. Ve bu ilacın adı: şuur, ihlas, birlik ve aksiyondur.

Bir millet, sadece düşmanıyla değil, kendi içindeki hastalıkla da savaşmalıdır. Bediüzzaman Hazretleri, ümmetin hastalığını sayarken cehalet, zaruret ve ihtilafı zikreder. Bu hastalıkların panzehiri de bellidir: maarif (ilim), san’at ve ittihad.

Gözyaşı ile tembellik birleşince acizliğin mezarı kazılır. Oysa ki bir gözyaşı, bir secdeyle birleşirse rahmete dönüşür. Feryat, dua ile birleşirse imdat olur. İşte bu yüzden ağlayalım diyor; ama orada bırakmıyor:
“Allah için uğraşalım.”

Kurtuluş Yolu: İman, Aksiyon ve İttihad

Bugün bize düşen nedir?

Ağlamak mı? Evet, ama gaflet uykusundan uyanmak için.

Yakınmak mı? Evet, ama ardından ayağa kalkmak için.

Konuşmak mı? Evet, ama sadece dilde değil; kalpte, davranışta ve çabada da konuşmak için.

Ümmetin yeniden dirilişi, ilimle silahlanmış bir gençlik, ahlâkla yoğrulmuş bir toplum, ihlasla çalışan dava erleri ve birlik ruhuyla kenetlenmiş kalplerle mümkündür. Yoksa, ne Batı’nın ne Doğu’nun reçeteleri bize derman olmaz.

Bu yüzden ağlayalım, evet. Ama ağlamayı bir başlangıç kılalım. Sonrası dua, tefekkür ve gayret ile gelsin. İslam’ın kaderi, tembellerin ellerine teslim edilmeyecek kadar yücedir. Bu dava; samimi, kararlı, fedakâr ruhları bekliyor.

Özet:

Bu makale, yazarın”Heyhat! Geliniz ey ehl-i İslâm…” sözünden yola çıkarak ümmetin içinde bulunduğu manevî çöküşe karşı bir farkındalık ve harekete geçme çağrısıdır. Gözyaşı ve feryadın yeterli olmadığını, asıl çözümün şuurla, ihlasla ve gayretle olacağını anlatır. İman, ilim, birlik ve ahlâk temelinde yeniden dirilişin mümkün olduğu belirtilir. Mücadele ve tebliğ, tembellikten değil, aksiyondan doğar. Ağlamak bir başlangıç; gayret ise kurtuluştur.

 

 




Ahlâk Cephelerinde Açılan En Sinsi Savaş: İffet Üzerine Bir Muharebe

Ahlâk Cephelerinde Açılan En Sinsi Savaş: İffet Üzerine Bir Muharebe

“…Bu zamanda, zındıka dalaleti İslâmiyet’e karşı muharebesinde nefs-i emmarenin planıyla şeytan kumandasına verilen fırkalardan en dehşetlisi yarım çıplak hanımlardır ki açık bacağıyla, dehşetli bıçaklarla ehl-i imana taarruz edip saldırıyorlar. Nikâh yolunu kapamaya, fuhuş yolunu genişlettirmeye çalışarak çokların nefislerini birden esir edip kalp ve ruhlarını kebair ile yaralıyorlar belki o kalplerden bir kısmını öldürüyorlar.”
Tarihçe-i Hayat.644

  1. Savaşın Şekli Değişti, Cepheler Değişmedi

Tarihin her döneminde hak ve batıl arasında bir mücadele olmuştur.
Bir zamanlar bu mücadele, açık cephelerde, silahlarla yapılırdı.
Fakat bu zamanın mücadelesi kalplerin, iffetlerin, ahlâkların siperinde yürütülüyor.
Artık hedef, dıştan beden değil, içten ruhtur.
Düşmanlar silahlarını değil, şehveti, teşhiri, cazibeyi kuşanmış;
ve nefis ile şeytanın ortak planlarıyla, insanın iç kalelerini hedef almıştır.

  1. Zındıkanın En Sinsi Ordusu: Teşhircilik ve Fuhşiyat

Bediüzzaman’ın bu ifadelerinde bir hakikatin altı çizilir:
Kadını kadınlıktan çıkaran bir sistem, onu bir süs eşyası, bir reklam unsuru, bir teşhir malzemesi hâline getirirse,
kadın artık iffetin muhafızı değil, şehvetin tetikleyicisi hâline gelir.

Bu hal öyle bir noktaya gelir ki:

Nikâh küçümsenir,

Aile zayıflar,

Sadakat alay konusu olur.
Ve neticede helal kapanır, haram açılır.

Bu hal, sadece kadını değil, toplumu çökerten bir felaket doğurur.

  1. Nefis, Şeytan ve Medya Üçgeni

Modern zamanlarda teşhircilik yalnızca bireysel bir tercih değil,
aynı zamanda organize bir saldırı hâlini almıştır.
Reklamlar, diziler, sosyal medya mecraları;
adeta birer şeytanî cephe gibi, insanın zayıf noktalarına saldırıyor.

Kadın bedeni, ticaretin nesnesi yapılmış,
teşhir bir “özgürlük” gibi sunulmuş,
iffet ise “gericilik” yaftasıyla aşağılanmıştır.

Oysa bu özgürlük değil; zincirsiz bir esarettir.
Kadın ruhunun derinliğine, annelik hikmetine, zarafetine bir ihanettir.

  1. Kalplerin Ölümü ve İmanın Tehlikesi

Bediüzzaman’ın “kalplerden bir kısmını öldürüyorlar” ifadesi,
sadece mecazi bir uyarı değil, hakikatin ta kendisidir.
Çünkü:

İffet yara alırsa,

Hayâ giderse,

Nikâh küçümsenir,

Şehvet normalleşirse…
O zaman kalp, nur-u imanı taşıyamaz hâle gelir.
Zira iman, temiz bir kalp ister.
Temiz bir kalp, gözden, fikirden, davranıştan başlar.
Göz iffetsizse, kalp de karanlık olur.

  1. Çare Nedir?

Bu muharebe, silahla değil sırât-ı müstakîm ile,

İmanla,

Takvâ ile,

Ahlâkî duruşla,

Gözün, gönlün terbiyesiyle,

Nikâhın teşvikiyle,

Kadını asıl haysiyetiyle yüceltmekle kazanılır.

Kadını iffet timsali bir konuma getirmek,
onu bir meta değil, bir rahmet vesilesi olarak görmek,
bu çağın en büyük cihadıdır.

  1. Sonuç: Cepheyi Tanıyan, Silahını Kuşanır

Bu zamanın mümini bilir ki:
Savaş meydanları artık gözde, gönülde, ekranlardadır.
Kendini koruyan, evladını, ailesini muhafaza eden kişi,
asıl kahraman odur.

Ve yine biliriz ki:
Zulüm ne kadar sistemleşse de,
hayâya karşı ne kadar isyan edilse de,
iffetin nuru karanlıkları deler.

Özet:

Zamanın en sinsi savaşı, iffet ve ahlâk üzerine yürütülen teşhirci saldırılardır.

Bediüzzaman, kadınları teşhir aracı yapan bu sistemi zındıkanın en tehlikeli silahı olarak tanımlar.

Bu sistem nikâhı zayıflatır, fuhşu yayar, imanları tehdit eder.

Nefis, şeytan ve medya, modern çağın üçlü saldırı mekanizması hâline gelmiştir.

Mümin, bu savaşı takvâ, iman, sabır ve ahlâkî duruşla kazanabilir.

Kadın iffeti, bir toplumun ahlâkî kalesidir; korunursa millet kurtulur.