Mazinin Şerefli Mirası, İstikbalin Ulvî Mesuliyeti

Mazinin Şerefli Mirası, İstikbalin Ulvî Mesuliyeti

“Tam intibaha gelmiş veya gelecek olan Arablar! En evvel bu sözler ile sizinle konuşuyorum. Çünkü bizim ve bütün İslâm tâifelerinin üstadlarımız ve imamlarımız ve İslâmiyet’in mücâhidleri sizlerdiniz. Sonra muazzam Türk Milleti o kudsî vazifenize tam yardım ettiler.

   Onun için tenbellikle günahınız büyüktür. Ve iyiliğiniz ve haseneniz de gayet büyük ve ulvîdir. Hususan kırk-elli sene sonra Arab tâifeleri, Cemahir-i Müttefika-i Amerika gibi en ulvî bir vaziyete girmeğe, esârette kalan hâkimiyet-i İslâmiye’yi eski zaman gibi Küre-i Arz’ın nısfında, belki ekserisinde, tesisine muvaffak olmanızı rahmet-i İlâhiye’den kuvvetle bekliyoruz. Bir kıyamet çabuk kopmazsa, inşâallah nesl-i âti görecek. ”
Hutbe-i Şamiye

İslam’ın Mücahitleri ve Geleceğin Müjdesi: Arap ve Türk Milletine Tarihî Çağrı
Hutbe-i Şamiye’den Asrımıza Yankılanan Bir Ümit, Bir Mesuliyet

Bediüzzaman Said Nursî’nin Hutbe-i Şamiye’deki şu ifadeleri, sadece bir hatırlatma değil; aynı zamanda bir uyanış çağrısı, bir müjde ve bir dava beyanıdır:

> “Çünkü bizim ve bütün İslâm tâifelerinin üstadlarımız ve imamlarımız ve İslâmiyet’in mücâhidleri sizlerdiniz. Sonra muazzam Türk Milleti o kudsî vazifenize tam yardım ettiler.”

Bu cümle, İslam tarihinde Arapların ve Türklerin oynadığı iki temel rolü yeniden göz önüne seriyor: Araplar, İslam’ın muallimleri; Türkler, onun muhafızları ve yayıcıları olmuşlardır. Bu iş birliği, sadece bir zamanın değil; ümmetin asırlar boyu süren yükselişinin mayasıdır. Ve şimdi o maya, yeni bir hamle beklemektedir.

  1. İslam’ın Üstadları: Arapların Tarihî Öncülüğü

Kur’an’ın dili Arapçadır, Peygamber Arap’tır. Sahabe, ilk fakihler, müfessirler, muhaddisler ve müçtehitlerin büyük çoğunluğu Arap’tır. İslam düşüncesi, Arap diyarında yeşermiştir. Bu bir üstünlük değil, bir mesuliyet mirasıdır. Çünkü şeref, mesuliyeti de beraberinde getirir.

Bediüzzaman bu tarihi noktaya temas ederek diyor ki:

> “Onun için tenbellikle günahınız büyüktür. Ve iyiliğiniz ve haseneniz de gayet büyük ve ulvîdir.”

Bu uyarı, Arap dünyasının ilim, birlik, cesaret ve adalet sahasındaki gerilemesine yöneltilmiş uyarıcı bir sarsıntıdır.

  1. Türklerin Yardımı: Kılıçla Korunan Hakikat

Araplar ilimle İslam’a hizmet ederken, Türkler tarih boyunca onu kılıçla, devletle, adaletle korumuşlardır. Selçukluların medeniyet hamlesi, Osmanlı’nın üç kıtaya yayılan hâkimiyeti, İslam’ın siyaset ve askerî alandaki muhafazasıdır. Bu da aynı şekilde bir övünç değil, bir emanettir.

Bu iki milletin tarihî ittifakı, ümmetin yeniden ayağa kalkışının da anahtarıdır. Said Nursî’nin ümmete olan bakışı, ırkçı değil; vahdet eksenli bir kardeşlik idealine dayanır. Ona göre, bu milletler ümmete öncülük etmezse, geride kalanlar da istikametini kaybeder.

  1. Gelecek Nesle Hitap: Bir Rüya Değil, Bir Mümkünlük

Bediüzzaman, sadece geçmişi hatırlatmakla kalmaz; geleceğe dair de bir müjde verir:

> “Kırk-elli sene sonra Arab tâifeleri… hâkimiyet-i İslâmiye’yi eski zaman gibi Küre-i Arz’ın nısfında, belki ekserisinde, tesisine muvaffak olmanızı rahmet-i İlâhiye’den kuvvetle bekliyoruz.”

Bu ifade bir hayal değil, imanî bir öngörüdür. Bediüzzaman, kıyametin kopmaması şartıyla, İslam dünyasında yeniden bir dirilişin yaşanabileceğini haber veriyor. Bu diriliş; ilimle, fikirle, adaletle ve birlik ruhuyla gerçekleşecektir.

Bugün bu kıvılcımın izleri İslam coğrafyasında yeniden parlıyor. Gençler arasında uyanış var. Mazlum coğrafyaların duası semaya yükseliyor. Fakat bu kıvılcımı bir meşaleye dönüştürecek olanlar, yine tarihî misyon taşıyan bu iki büyük millettir.

  1. Amerika Gibi Olmak: Kuvvette Değil, Ahlâkta

Bediüzzaman’ın ifadesiyle Arapların “Cemahir-i Müttefika-i Amerika gibi” olmaları, Batı’nın gücünü kopyalamak değil; kendi ahlâk, adalet ve vahdet ilkeleriyle bir araya gelerek ortak bir siyasi irade ve sivil diriliş gerçekleştirmeleridir. Bu, ümmetin yeniden hâkimiyetini inşa etmesi demektir.

Bu hâkimiyet emperyal bir tahakküm değil; Kur’anî adaletin, merhametin ve hidayetin yeryüzüne yayılmasıdır. Bu ise sadece devletle değil; inançla, şuurla ve seferber olmuş kalplerle mümkündür.

Sonuç: Tarih Yeniden Yazılıyor

Bediüzzaman’ın bu çağrısı hâlâ geçerli: Araplar ilmin, Türkler adaletin ve kuvvetin temsilcisi olmalı ve İslam âleminin yeniden yükselişi için el ele vermelidir. Bu sadece geçmişe borç değil; geleceğe vefa ve Allah’a karşı sorumluluktur.

Zira:

Bir ümmetin geçmişi şerefle doluysa, geleceği de umutla dolu olabilir.

İttihad olmazsa, her bir taife kendi içinde boğulur.

Gayret edilmezse, mazlumlar daha çok ezilir.

Diriliş; tenbellikle değil, uyanış ve adanmışlıkla mümkündür.

Özet

Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye’de Araplara ve Türklere tarihî rollerini hatırlatır: Araplar İslam’ın mücahitleri ve üstadları, Türkler ise onun koruyucu ve yardımcısıdır. Bu iki büyük milletin gafleti, ümmete zarar; gayreti ise ümmete diriliş getirir. Bediüzzaman, İslam dünyasının ileride yeniden hâkimiyet-i İslamiye’yi kurabileceğini müjdeler ve bu ümidi Allah’ın rahmetine bağlar.
Tarihin mirası, geleceğin mesuliyetidir. Şerefli bir geçmiş, ancak gayretli bir istikballe şereflenir.

 




Şûra, İslâm’ın Hayat Damarıdır

Şûra, İslâm’ın Hayat Damarıdır

“Müslümanların hayat-ı içtimâiye-i İslâmiye’deki saadetlerinin anahtarı, meşveret-i şer’iyedir.

وَ اَمْرُهُمْ شُورٰى بَيْنَهُمْ

   âyet-i kerîmesi, şûrâyı esas olarak emrediyor.”
Hutbe-i Şamiye

Meşveretin Gölgesinde Saadet: İslam’ın Sosyal Hayatında Şûranın Vazgeçilmezliği
Bediüzzaman’ın Hutbe-i Şamiye’de Altını Çizdiği Hakikatin Günümüz Yorumuyla Tahlili

İslam sadece bireysel ibadetleri öğreten bir din değil; aynı zamanda cemiyetin huzurunu ve adaletini sağlayan toplumsal bir nizam getirir. Bu nizamın temel taşlarından biri ise, şûradır.

Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye’de bu gerçeği şöyle dile getirir:

> “Müslümanların hayat-ı içtimâiye-i İslâmiye’deki saadetlerinin anahtarı, meşveret-i şer’iyedir.”
“Ve emr-i onların aralarında şûra iledir.” (Şûrâ, 38)

Bu âyet ve bu tesbit, bize açıkça gösteriyor ki; İslam’da ferdî faziletler kadar, cemiyetin ortak akılla idaresi de bir ibadet gibidir.

  1. Şûra: Hakkın Hâkimiyeti İçin İstişare

Kur’an’ın doğrudan emriyle “şûrâ”, bir fazilet değil, bir emr-i ilahîdir. Bu, keyfî bir tercihten ziyade, cemiyetin düzeni için farz bir düstur gibidir.

Şûra; yönetimde keyfîliğin yerine adaleti, tahakküm yerine istişareyi, tek sesliliğin yerine hikmetli çok sesliliği getirir. Bu, bir “demokrasi” değil; ilahi terbiye ile şekillenmiş bir istişare rejimidir.

Bediüzzaman’ın “meşveret-i şer’iye” demesi, bu istişarenin sadece akla değil; ahlâka, dine ve vicdana da dayanması gerektiğini ifade eder.

  1. Meşveretsizlik: Zulmün Kapısını Aralar

Tarihte ne zaman ki meşveret terk edildi, yerini istibdat (baskıcılık) aldı.
Meşveret yerine şahısların keyfî yönetimi geçtiğinde:

Adalet sarsıldı,

Hakkın yerini adam kayırmacılık aldı,

İslam adına yapılan işler, İslam’a zarar verdi.

Osmanlı’nın son döneminde yaşanan siyasi çalkantıların, bazı İslam devletlerindeki baskıcı yapıların ve bugünkü ümmetin dağınıklığının arkasında, meşveretin zayıflaması önemli bir etkendir.

  1. Şûra: Her Seviyeye İnen İlahi Bir Prensip

Meşveret yalnızca devlet düzeyinde değil; ailede, cemaatte, derneklerde, hatta bireylerin kendi iç dünyasında bile geçerlidir.

Ailede eşler arası meşveret, huzurun teminatıdır.

Cemaatlerde istişare, kibri ve parçalanmayı engeller.

Devletlerde şûra, adaletin ve halkın rızasının kaynağıdır.

Bediüzzaman bu yönüyle, sadece siyasal bir düzen değil; ahlâkî ve toplumsal bir kültür olarak şûrayı öne çıkarır.

  1. Meşveret, Ümmetin Diriliş Anahtarıdır

Bugün ümmetin yeniden dirilmesi, sadece teknoloji veya iktisatla mümkün değildir.
Önce kalplerde, sonra zihinlerde ortak akıl ve ortak dava şuurunun yerleşmesi gerekir.

Meşveret:

Farklı fikirleri çarpıştırarak değil, yoğurarak hakikate ulaşma yöntemidir.

Üstünlük yarışının değil, hakkın ve maslahatın galip gelme sürecidir.

Kutuplaşmanın değil, vahdetin yoludur.

Bu yönüyle meşveret, modern çağda ümmet için bir nefes, bir reçete, bir rahmettir.

  1. İstibdat Değil İstişare, Kibir Değil Tevazu

Bediüzzaman’a göre meşveret, sadece bir yönetim tarzı değil, aynı zamanda nefsin terbiye metodudur. Çünkü istişare etmek:

Ben bilirim kibirinden kurtulmak,

Başkasının fikrine değer vermek,

Tevazu ile hakkı aramaktır.

Bu ahlâk, sadece fertleri değil; toplumları da diriltir.

Sonuç: Meşveretle Dirilen, Meşveretsizlikle Dağılır

Bediüzzaman’ın “meşveret-i şer’iye” vurgusu, ümmetin kurtuluşunun sırlarından biridir. Kur’an’ın açık emriyle temellendirilen şûra, bir toplumu zulümden korur, hakkaniyetle yönetir ve adaletle birleştirir.

Bugün İslam coğrafyasının ihtiyacı olan, Batı’nın seküler demokrasisi değil; Kur’an ve sünnet temelli ilmi, ahlaklı, samimi bir meşveret kültürüdür.

Ve bu kültür, ancak imanla, takvayla, kardeşlikle inşa edilir.

Özet

Bediüzzaman Said Nursî, meşvereti İslam toplumunun saadet anahtarı olarak görür. Kur’an’ın “Ve işleri aralarında istişare iledir” emri, bu yaklaşımı destekler. Meşveret, sadece siyasal bir yöntem değil; toplumsal barış, adalet ve vahdetin temelidir. Terk edildiğinde zulüm, kutuplaşma ve keyfîlik baş gösterir. Uygulandığında ise ümmet yeniden dirilir.
Meşveret, sadece bir yöntem değil; bir ahlâk, bir iman, bir diriliş yoludur.

 




Şûrâ: Asya’nın Anahtarı, Ümmetin Kurtuluş Yolu

Şûrâ: Asya’nın Anahtarı, Ümmetin Kurtuluş Yolu
Hutbe-i Şamiye’de Meşveretin Jeopolitik ve Manevî Derinliği Üzerine Bir Tahlil

“Asya kıt’asının ve istikbalinin keşşafı ve miftahı, şûrâdır. Yâni nasıl ferdler birbiriyle meşveret eder; tâifeler, kıt’alar dahi o şûrâyı yapmaları lâzımdır ki, üçyüz belki dörtyüz milyon İslâmın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdatların kayıtlarını, zincirlerini açacak, dağıtacak, meşveret-i şer’iye ile şehâmet ve şefkat-i îmâniyeden tevellüd eden hürriyet-i şer’iyedir ki, o hürriyet-i şer’iye, âdâb-ı şer’iye ile süslenip, garb medeniyet-i sefihânesindeki seyyiatı atmaktır.”
Hutbe-i Şamiye

Giriş: Zincirli Bir Ümmete Açılan Anahtar

Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye’de meşveret kavramını sadece bir ahlakî değer veya yönetim ilkesi olarak değil, Asya kıtasının ve ümmetin istikbalinin anahtarı olarak takdim eder:

> “Asya kıt’asının ve istikbalinin keşşafı ve miftahı, şûrâdır.”

Bu ifade, sıradan bir tesbit değil; bir vizyonun ve stratejik bir öngörünün beyanıdır. Çünkü meşveret, yalnız bireyleri değil; milletleri, kıtaları ve hatta medeniyetleri diriltme kudretine sahiptir. Bugün hâlâ zincirlerle bağlı gibi hareket eden bir ümmetin bu zincirleri kırmak için ihtiyacı olan en temel ilke, şûrâdır, yani Kur’anî istişare ruhudur.

  1. Şûrâ: İstibdadın Zincirlerini Kıran İlahi Formül

Bediüzzaman, üç yüz belki dört yüz milyon Müslüman’ın ayaklarına vurulmuş istibdat zincirlerini işaret eder. Bu istibdat sadece siyasî bir diktatörlük değil; aynı zamanda fikrî ataleti, toplumsal korkuyu ve nefislerin esaretini de ihtiva eder.

Bunun karşısına ise meşveret-i şer’iye’yi koyar. Çünkü meşveret:

Zorbalığın panzehiridir,

Tek sesliliğin alternatifi değil, ilacı,

Toplumu felce uğratan korkuların kırbacıdır.

İstibdadın olduğu yerde fikirler susar, iradeler körelir, şuurlar uyuşur. Meşveret ise insanı hürleştirir, cemiyeti şahlandırır, ümmeti diriltir.

  1. Hürriyet-i Şer’iye: Batı’nın Sefih Medeniyetine Alternatif

Bediüzzaman, batıdaki “medeniyet-i sefihâne” ile doğudaki istibdat arasında kalmış bir İslam dünyasının, ne ona benzemesi ne bunda boğulması gerektiğini söyler. Çözüm:
Şûrâ ile elde edilen, îmânî bir cesaret ve şefkatle doğan “hürriyet-i şer’iye”dir.

Bu hürriyet:

Başına buyrukluk değil, şeriatın edebiyle süslenmiş hak bir özgürlüktür.

Batı’daki “keyfî özgürlük” anlayışının ötesinde, Allah’a kullukta serbestliktir.

Ahlâkı ve sorumluluğu olmayan serazatlığa karşı, ruhu hür ama hududu Kur’an olan bir terbiye sistemidir.

  1. Kıtasal Bir Şûrâ: Bir Ümmetin Dirilişi

Bediüzzaman’ın “tâifeler ve kıt’alar dahi o şûrâyı yapmalı” sözleri, bize uluslararası düzlemde bir ümmet meşvereti vizyonu sunar. Bugün bu nevi bir birlik hâlâ yoksa, bunun nedeni şûrânın unutulmuş olmasıdır.

Asya’nın, yani İslam coğrafyasının tamamını kapsayan bir meşveret:

Ümmetin ortak sorunlarını çözebilir,

Mazlumların sesine tercüman olabilir,

Adaletin, hakikatin ve merhametin temsilcisi yeni bir dünya düzeni kurabilir.

Bu da ancak milliyetçiliğin değil, İslam kardeşliğinin rehberliğinde mümkündür.

  1. Meşveret, Sadece Siyaset Değil; Bir Ahlâk, Bir Medeniyet

Meşveret-i şer’iye, sadece bir yönetim biçimi değil; aynı zamanda ahlâkî bir terbiye sistemidir. Bediüzzaman’ın nazarında bu, şefkatle, izzetle ve ilimle süslenmiş bir toplum düzenidir.

Bu sistemde:

Herkes konuşur ama edep çerçevesinde,

Herkes fikir üretir ama hak ve maslahat çerçevesinde,

Herkes sorumluluk alır ama ahlâk ve adalet terazisinde.

Bu ruhla yetişen toplumlar, ne batının sefahatiyle ne de doğunun despotizmiyle ifsad olur.

  1. Günümüze Mesaj: Zincirler Hâlâ Ayağımızda mı?

Bugün İslam dünyası hâlâ parçalanmış, hâlâ korkular içinde, hâlâ dış güdümlü yapılar tarafından yönetiliyor. Bunun temel nedeni, şûranın kaybedilmiş olmasıdır.

Oysa çözüm, Bediüzzaman’ın işaret ettiği gibi açık:
Şûrâ + İman + Ahlâk = Hürriyet-i Şer’iye ve Diriliş
Eğer bu formül uygulanırsa, sadece bireyler değil; toplumlar, kıtalar, hatta dünya nefes alır.

Sonuç: Asya’nın Miftahı, Ümmetin İhyası

Bediüzzaman’ın bu sözü, sadece 20. yüzyılın başına değil; 21. yüzyılın ortasına da hitap ediyor. Şûrâ, İslam dünyasının zincirlerini kıracak manevî ve medenî bir anahtardır. Bu anahtar kullanılmadıkça, ne özgürlük hürdür, ne ümmet diridir, ne de istikbal aydınlıktır.

Batı’nın sefih medeniyetine karşı, Kur’an’ın şûrâ eksenli adalet ve merhamet medeniyetini kurmak ise bizlere düşen en büyük vazifedir.

Özet

Bediüzzaman Said Nursî, Asya kıtasının ve ümmetin geleceğini şûrâya bağlar. Şûrâ, istibdadın zincirlerini kıran, hürriyet-i şer’iyeyi doğuran ve ümmeti yeniden diriltecek olan ilahi bir anahtardır. Bu meşveret, batının başıboş özgürlük anlayışına karşı, ahlak ve imanla süslenmiş bir medeniyet vizyonudur.
Ümmetin zincirlerini kıracak olan ne silahtır ne de servet; o zincirin anahtarı şûrâdır.

 




Şûrâ: Asya’nın Anahtarı, Ümmetin Kurtuluş Yolu

Şûrâ: Asya’nın Anahtarı, Ümmetin Kurtuluş Yolu
Hutbe-i Şamiye’de Meşveretin Jeopolitik ve Manevî Derinliği Üzerine Bir Tahlil

“Asya kıt’asının ve istikbalinin keşşafı ve miftahı, şûrâdır. Yâni nasıl ferdler birbiriyle meşveret eder; tâifeler, kıt’alar dahi o şûrâyı yapmaları lâzımdır ki, üçyüz belki dörtyüz milyon İslâmın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdatların kayıtlarını, zincirlerini açacak, dağıtacak, meşveret-i şer’iye ile şehâmet ve şefkat-i îmâniyeden tevellüd eden hürriyet-i şer’iyedir ki, o hürriyet-i şer’iye, âdâb-ı şer’iye ile süslenip, garb medeniyet-i sefihânesindeki seyyiatı atmaktır.”
Hutbe-i Şamiye

Giriş: Zincirli Bir Ümmete Açılan Anahtar

Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye’de meşveret kavramını sadece bir ahlakî değer veya yönetim ilkesi olarak değil, Asya kıtasının ve ümmetin istikbalinin anahtarı olarak takdim eder:

> “Asya kıt’asının ve istikbalinin keşşafı ve miftahı, şûrâdır.”

Bu ifade, sıradan bir tesbit değil; bir vizyonun ve stratejik bir öngörünün beyanıdır. Çünkü meşveret, yalnız bireyleri değil; milletleri, kıtaları ve hatta medeniyetleri diriltme kudretine sahiptir. Bugün hâlâ zincirlerle bağlı gibi hareket eden bir ümmetin bu zincirleri kırmak için ihtiyacı olan en temel ilke, şûrâdır, yani Kur’anî istişare ruhudur.

  1. Şûrâ: İstibdadın Zincirlerini Kıran İlahi Formül

Bediüzzaman, üç yüz belki dört yüz milyon Müslüman’ın ayaklarına vurulmuş istibdat zincirlerini işaret eder. Bu istibdat sadece siyasî bir diktatörlük değil; aynı zamanda fikrî ataleti, toplumsal korkuyu ve nefislerin esaretini de ihtiva eder.

Bunun karşısına ise meşveret-i şer’iye’yi koyar. Çünkü meşveret:

Zorbalığın panzehiridir,

Tek sesliliğin alternatifi değil, ilacı,

Toplumu felce uğratan korkuların kırbacıdır.

İstibdadın olduğu yerde fikirler susar, iradeler körelir, şuurlar uyuşur. Meşveret ise insanı hürleştirir, cemiyeti şahlandırır, ümmeti diriltir.

  1. Hürriyet-i Şer’iye: Batı’nın Sefih Medeniyetine Alternatif

Bediüzzaman, batıdaki “medeniyet-i sefihâne” ile doğudaki istibdat arasında kalmış bir İslam dünyasının, ne ona benzemesi ne bunda boğulması gerektiğini söyler. Çözüm:
Şûrâ ile elde edilen, îmânî bir cesaret ve şefkatle doğan “hürriyet-i şer’iye”dir.

Bu hürriyet:

Başına buyrukluk değil, şeriatın edebiyle süslenmiş hak bir özgürlüktür.

Batı’daki “keyfî özgürlük” anlayışının ötesinde, Allah’a kullukta serbestliktir.

Ahlâkı ve sorumluluğu olmayan serazatlığa karşı, ruhu hür ama hududu Kur’an olan bir terbiye sistemidir.

  1. Kıtasal Bir Şûrâ: Bir Ümmetin Dirilişi

Bediüzzaman’ın “tâifeler ve kıt’alar dahi o şûrâyı yapmalı” sözleri, bize uluslararası düzlemde bir ümmet meşvereti vizyonu sunar. Bugün bu nevi bir birlik hâlâ yoksa, bunun nedeni şûrânın unutulmuş olmasıdır.

Asya’nın, yani İslam coğrafyasının tamamını kapsayan bir meşveret:

Ümmetin ortak sorunlarını çözebilir,

Mazlumların sesine tercüman olabilir,

Adaletin, hakikatin ve merhametin temsilcisi yeni bir dünya düzeni kurabilir.

Bu da ancak milliyetçiliğin değil, İslam kardeşliğinin rehberliğinde mümkündür.

  1. Meşveret, Sadece Siyaset Değil; Bir Ahlâk, Bir Medeniyet

Meşveret-i şer’iye, sadece bir yönetim biçimi değil; aynı zamanda ahlâkî bir terbiye sistemidir. Bediüzzaman’ın nazarında bu, şefkatle, izzetle ve ilimle süslenmiş bir toplum düzenidir.

Bu sistemde:

Herkes konuşur ama edep çerçevesinde,

Herkes fikir üretir ama hak ve maslahat çerçevesinde,

Herkes sorumluluk alır ama ahlâk ve adalet terazisinde.

Bu ruhla yetişen toplumlar, ne batının sefahatiyle ne de doğunun despotizmiyle ifsad olur.

  1. Günümüze Mesaj: Zincirler Hâlâ Ayağımızda mı?

Bugün İslam dünyası hâlâ parçalanmış, hâlâ korkular içinde, hâlâ dış güdümlü yapılar tarafından yönetiliyor. Bunun temel nedeni, şûranın kaybedilmiş olmasıdır.

Oysa çözüm, Bediüzzaman’ın işaret ettiği gibi açık:
Şûrâ + İman + Ahlâk = Hürriyet-i Şer’iye ve Diriliş
Eğer bu formül uygulanırsa, sadece bireyler değil; toplumlar, kıtalar, hatta dünya nefes alır.

Sonuç: Asya’nın Miftahı, Ümmetin İhyası

Bediüzzaman’ın bu sözü, sadece 20. yüzyılın başına değil; 21. yüzyılın ortasına da hitap ediyor. Şûrâ, İslam dünyasının zincirlerini kıracak manevî ve medenî bir anahtardır. Bu anahtar kullanılmadıkça, ne özgürlük hürdür, ne ümmet diridir, ne de istikbal aydınlıktır.

Batı’nın sefih medeniyetine karşı, Kur’an’ın şûrâ eksenli adalet ve merhamet medeniyetini kurmak ise bizlere düşen en büyük vazifedir.

Özet

Bediüzzaman Said Nursî, Asya kıtasının ve ümmetin geleceğini şûrâya bağlar. Şûrâ, istibdadın zincirlerini kıran, hürriyet-i şer’iyeyi doğuran ve ümmeti yeniden diriltecek olan ilahi bir anahtardır. Bu meşveret, batının başıboş özgürlük anlayışına karşı, ahlak ve imanla süslenmiş bir medeniyet vizyonudur.
Ümmetin zincirlerini kıracak olan ne silahtır ne de servet; o zincirin anahtarı şûrâdır.

 




Yaşasın Sıdk, Ölsün Ye’s: Bir Ümmet Manifestosu

Yaşasın Sıdk, Ölsün Ye’s: Bir Ümmet Manifestosu
Hutbe-i Şamiye’nin Ruhuyla Sarsıcı Bir Diriliş Çağrısı

“Yaşasın sıdk! Ölsün ye’s! Muhabbet devam etsin!. Şûrâ kuvvet bulsun!. Bütün levm ve itab ve nefret, heva ve hevese tâbi olanlara olsun. Selâm ve selâmet hüdâya tâbi olanlar üstüne olsun. Âmîn… ”
Hutbe-i Şamiye

Giriş: Bir Dua mı, Bir Manifesto mu?

Bediüzzaman Said Nursî’nin Hutbe-i Şamiye’sinin bu bölümü, yalnızca bir dua cümlesi değil; bir ümmet ahlâkı manifestosudur. Her kelimesi, bir milletin yeniden dirilmesi için gereken ruhi temelleri bildirir:

> “Yaşasın sıdk! Ölsün ye’s! Muhabbet devam etsin! Şûrâ kuvvet bulsun!”

Bu cümle, çağların ötesine uzanan bir haykırıştır. Günümüz Müslümanının da ihtiyaç duyduğu bu düsturlar, sadece bireysel faziletler değil; cemiyetleri ihya edecek hakikat tohumlarıdır.

  1. “Yaşasın Sıdk!”: Doğruluğun Diriltici Gücü

Sıdk, İslam’ın temelidir. Kur’an’ın, “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sadıklarla beraber olun” (Tevbe, 119) emri, bu kavramın hayatîyetini gösterir.
Toplumlar yalanla değil; ancak sıdkla, yani doğruluk ve sadakatle yükselebilir.

Bediüzzaman sıdkı, sadece sözde doğruluk değil; niyette, hedefte, yöntemde sadakat olarak tanımlar. O hâlde:

Siyasette sıdk, emanete riayettir.

Ticarette sıdk, hileden uzak durmaktır.

İlimde sıdk, hakikate teslimiyettir.

Dava taşımakta sıdk, bedel ödemeyi göze almaktır.

Bugün Müslümanların yaşadığı birçok çöküşün temelinde, sıdkın terk edilip, menfaatperestliğin ve maskeli sahtekârlığın hâkim olması vardır.

  1. “Ölsün Ye’s!”: Ümitsizlik, Şeytandan Gelir

Ye’s (ümitsizlik), sadece bireyin değil, ümmetin de felaketidir. Bediüzzaman, ümitsizliği “şeytandan gelen manevi bir zehir” olarak niteler.

Ye’s şunu fısıldar:

> “Değişmez bu düzen.”
“Yapamazsın.”
“Geç kaldın.”
“Bir şey değişmez.”

Oysa Kur’an her zaman rahmet kapılarını gösterir. Yusuf Sûresi’nde şöyle buyrulur:

> “Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Zira Allah’ın rahmetinden ancak kâfirler ümit keser.” (Yusuf, 87)

Ümitsizlik, mücadeleyi durdurur. Direnişi kırar. Duaları susturur. Ye’s öldüğünde, irade dirilir, hayal kurulur, eylem başlar.

  1. “Muhabbet Devam Etsin!”: Vahdetin Mayası

İslam medeniyetinin çimentosu sevgidir. Muhabbet; kin, düşmanlık, hizipçilik ve ayrımcılığın panzehiridir.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle:

> “Muhabbet, uhuvvetin esasıdır. Birbirinizi sevmek, imanımızın gereğidir.”

Bugün mezhepler, gruplar, milletler, cemaatler arasında sevgi değil; rekabet, kıskançlık ve hükmetme arzusu hâkim olmuş durumda. Oysa Kur’an’ın emri nettir:

> “Müminler ancak kardeştir.” (Hucurât, 10)

Muhabbet devam etmezse, birlik çöker. Muhabbet kesilirse, saflar dağılır, hedef şaşar, zafer uzaklaşır.

  1. “Şûrâ Kuvvet Bulsun!”: Ortak Aklın Dirilişi

Meşveret; şahsî iradenin cemiyet menfaatine tabi olmasını sağlar. Kuvvetli bir şûrâ, ihtilafı azaltır, hikmeti artırır. Bediüzzaman bu konuda:

> “Şûrâ, hayat-ı içtimâiyenin hayatıdır.” der.

Bugün şûrâ yoksa, kararlar keyfîdir. Keyfîlik varsa, adalet yoktur. Adalet yoksa, rahmet inmez.

Şûrâ kuvvet buldukça, toplumlar adil, şeffaf, güvenilir hâle gelir. Şûrâsız ümmet, istibdada açık bir ümmettir.

  1. “Levm ve itab, hevâya tâbi olanlara olsun”

Hevâ, nefsin ve arzuların ölçüsüzlüğüdür. Kişisel heveslerin ümmetin maslahatının önüne geçmesidir. Bugün İslam âlemi içinde yükselen birçok çatışma ve zulüm, hevâya tabi olan nefislerin eseridir.

Sıddık olanlar, şûrâ ile hareket edenler, ümmetin maslahatını düşünenler, selâmı ve selâmeti hak eder.
Hevâya ve hevesine tabi olanlar ise levm ve itabı hak eder.

Sonuç: Yeni Bir Dirilişin Dört Esası

Bu cümle, sadece bir dua değil; bir diriliş reçetesidir:

Sıdk: Her alanda doğruluk ve sadakat,

Ye’sin ölümü: Umutla dolu bir gelecek vizyonu,

Muhabbetin devamı: Gerçek kardeşlik ve birlik ruhu,

Şûrânın kuvvet bulması: Hakkaniyetli istişareyle adil toplumlar inşası.

Ve nihayetinde:
“Selâm ve selâmet, hüdâya tâbi olanlar üzerinedir.”
Çünkü hak yoldan ayrılmayan, hüsrana uğramaz.

Özet

Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye’deki bu veciz dua ile İslam toplumunun yeniden dirilişinin esaslarını ortaya koyar:
Doğruluk (sıdk), ümitsizlikten uzak durmak (ye’sin ölümü), sevgiyle bağ kurmak (muhabbet), ortak akılla hareket etmek (şûrâ).
Bu esaslar üzerine bina edilen bir toplum, hem dünyada huzur bulur, hem ahirette selâmete erer.
Yaşasın sıdk, ölsün ye’s! Muhabbet devam etsin, şûrâ kuvvet bulsun!
Bu bir çağrıdır. Bu bir duadır. Bu, bir ümmetin yeniden doğuş reçetesidir.

 




Ayrı İki Cevher Değil, Birbirini Besleyen Kaynaklar

Ayrı İki Cevher Değil, Birbirini Besleyen Kaynaklar

“Biz müslümanlar indimizde ve yanımızda din ve milliyet bizzat müttehiddir. İtibarî, zâhirî, ârızî bir ayrılık var. Belki din, milliyetin hayatı ve ruhudur. İkisine birbirinden ayrı ve farklı bakıldığı zaman; hamiyet-i diniye, avâm ve havassa şâmil oluyor.”
Hutbe-i Şamiye

Din ve Milliyet: Ayrı Değil, Birbirini Tamamlayan Bir Bütün
Hutbe-i Şamiye Işığında İslam Ümmetinde Kimlik ve Vahdet Meselesine Derin Bir Bakış

Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye’de ümmetin en hassas meselelerinden birine dokunur:
Din ile milliyetin ilişkisi.
Bu ilişkinin yanlış yorumlanması, kimi zaman taassuba, kimi zaman bölünmeye, kimi zaman da dine zarar verecek milliyetçi bir aşırılığa sebep olmuştur.

Ancak Bediüzzaman bu meseleye hakikatin terazisiyle bakar ve şöyle der:

> “Biz Müslümanlar indimizde ve yanımızda din ve milliyet bizzat müttehiddir. İtibarî, zâhirî, ârızî bir ayrılık var. Belki din, milliyetin hayatı ve ruhudur.”

Bu ifade, İslam kimliğinin merkezinde dinin yer aldığını ve milliyetin, bu ruhla hayat bulduğunu ilan eder. Bu bakış; hem taassubu hem de bölücülüğü ortadan kaldıran İslamî bir kardeşlik anlayışıdır.

  1. Din, Milliyetin Ruhudur

Milliyet; bir kavmin, bir ırkın, bir kültürün toplumsal aidiyetidir. Ancak eğer dinle beslenmezse, sadece toprak ve kan bağından ibaret kalır.
Bediüzzaman der ki:

> “Milliyetin hayatı ve ruhu, dindir.”

Bu tesbit; İslam’da milliyetin inkâr edilmediğini, bilakis bir nevi kabuk veya beden gibi görüldüğünü, ama onun hayat bulabilmesi için ruh olarak dine muhtaç olduğunu anlatır.

Ruhsuz milliyetçilik:

Irkçılığa dönüşür,

Başkasını hor görür,

Vahdeti değil, tefrikayı doğurur.

  1. İslamî Vahdet: Irklardan Üstün Olan Değer

Kur’an, ırkları ve kavimleri tanışma vesilesi olarak tanımlar:

> “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve sizi milletlere, kabilelere ayırdık ki tanışasınız.” (Hucurât, 13)

İslam’da asıl üstünlük ölçüsü:
“İnne ekremekum ‘indallâhi etkâküm”
(Yani: Allah katında en üstün olanınız, takvaca en ileri olanınızdır.)

Bu ayet, milliyetin tanışma ve organizasyon için meşru olduğunu, ama asıl değer ölçüsünün din ve ahlâk olduğunu açıkça beyan eder.

  1. Hamiyet-i Diniye: Her Tabakaya Şâmil Bir Kudret

Bediüzzaman, hamiyet-i millîye ile hamiyet-i diniyeyi kıyas eder. Der ki:

> “Hamiyet-i diniye, avâm ve havassa şâmildir.”

Bu şu demektir: Dine dayalı bir aidiyet ve birlik şuuru, yalnız seçkin zümrelerde değil; her seviyeden Müslüman’da karşılık bulur. Oysa ırka dayalı bir aidiyet, çoğu zaman elitist ve dışlayıcıdır.

İşte bu yüzden, ümmeti bir arada tutan asıl bağ, İslam kardeşliğidir.
Türk, Arap, Kürt, Acem, Berberî… fark etmez. Din, bu farklılıkları inkâr etmez; birlikte rahmet, ayrılıkta azap olduğunu hatırlatır.

  1. Zâhirî Ayrılıklar, Hakikatte Bütünlüğe Zarar Vermez

Bediüzzaman, din ve milliyet arasında görülen ayrılığı şöyle tanımlar:

> “İtibarî, zâhirî, ârızî bir ayrılık var.”

Yani bu ayrılık; gerçek, esaslı, yapısal bir ayrılık değildir. Yüzeyde ve görüntüde vardır. Ancak asıl mahiyette, din ve milliyet birbirini tamamlayan iki yön gibidir.

Zira İslam; kavimleri, kültürleri silen değil, onlara ruh üfleyen bir rahmet sistemidir.
Bu noktada yapılması gereken şey, kavmiyet duygusunu dinle terbiye etmek; milliyet şuurunu ırkçı kibirden arındırarak, ümmetçi bir sorumluluğa dönüştürmektir.

  1. Günümüze Mesaj: İslam Kardeşliğiyle Diriliş

Bugün ümmetin yaşadığı en derin sıkıntılardan biri, milliyetçilik adına yapılan yanlışlar ve dini geri plana iten aidiyet algılarıdır.

Kimi yerde milliyetçilik, dini ikinci plana atmış;
Kimi yerde dinî aidiyet, ırk çatışmasına kurban edilmiştir.

Oysa çözüm, Bediüzzaman’ın işaret ettiği gibi:

Dini esas alan,

Milliyeti onurlu ama ikincil konumda tutan,

İslam kardeşliğini merkeze alan bir yaklaşım geliştirmektir.

Bu yaklaşım, hem bölücülüğü durdurur, hem asabiyet hastalığını tedavi eder, hem de ümmeti yeniden bir araya getirir.

Sonuç: Din ve Milliyet, Birlikte Rahmettir

Bediüzzaman’ın bu cümlesi, ümmetin yüzyıllardır süren kimlik arayışına Kur’anî bir cevap sunar:
Din ve milliyet çatışmaz, eğer doğru anlaşılırsa birbirini tamamlar.
Din, milliyetin ruhudur. Din merkezli bir milliyet anlayışı, insanı ırkçılıktan, asabiyetten, bencillikten kurtarır.
İslam, kavimleri tanır ama onları ilahlaştırmaz; onların üzerinden vahdeti tesis eder.

Özet

Hutbe-i Şamiye’de Bediüzzaman, din ve milliyetin İslam toplumlarında birbirinden ayrı değil, müttehid olduğunu ifade eder. Milliyet, dine dayanmadığında ırkçılığa, dine dayandığında ise kardeşliğe ve vahdete hizmet eder. Asıl ayrılık zâhirîdir; hakikatte din, milliyetin ruhu ve hayatıdır. Bu anlayış, ümmetin birlik ve beraberliğini temin eder.
Çözüm, kavmiyetçilikte değil; din merkezli, adaletli bir ümmet kimliğinde gizlidir.

 




İslâmiyet’siz Bir Saadet Mümkün mü?

İslâmiyet’siz Bir Saadet Mümkün mü?
Bediüzzaman’ın Hutbe-i Şamiye’si Işığında Cemiyetin Yükseliş ve Yıkılış Sebepleri

“Evet millet-i İslâmiye’nin sebeb-i saadeti, yalnız ve yalnız hakâik-i İslâmiye ile olabilir. Ve hayat-ı içtimâiyesi ve saadet-i dünyeviyesi şeriat-ı İslâmiye ile olabilir. Yoksa adalet mahvolur. Emniyet zîr ü zeber olur. Ahlaksızlık, pis hasletler galebe eder. İş yalancıların, dalkavukların elinde kalır. ”
Hutbe-i Şamiye

Giriş: Saadetin Şartı, Hakikatle Bağlantıdır

Bediüzzaman Said Nursî’nin şu cümlesi, bir çağrının ötesinde bir hakikatin haykırışıdır:

> “Millet-i İslâmiye’nin sebeb-i saadeti, yalnız ve yalnız hakâik-i İslâmiye ile olabilir. Ve hayat-ı içtimâiyesi ve saadet-i dünyeviyesi şeriat-ı İslâmiye ile olabilir.”

Bu beyan, bir medeniyetin yükselme ve çöküş reçetesini aynı anda sunar:
Eğer İslâm’ın hakikatleri yaşanırsa saadet gelir; terk edilirse çöküş başlar.
Bu, bir temenni değil; tarihi, sosyolojiyi ve vicdanı şahit gösteren bir tesbittir.

  1. İslam, Sadece Ahiret Değil; Bu Dünya İçin de Bir Nizâmdır

Birçok insan dini sadece bireysel ahlâk, ahiret hazırlığı veya ibadet ritüeli gibi görür. Oysa İslam, aynı zamanda hayatın her alanını düzenleyen bir sistemdir. Bediüzzaman bu noktada net konuşur:

> “Hayat-ı içtimâiyesi ve saadet-i dünyeviyesi şeriat-ı İslâmiye ile olabilir.”

Yani İslam, ekonomiyle, hukukla, siyasetle, aileyle, toplumla ilgilenir.
Ve toplumu ayakta tutan ahlâkî ve adaletî değerler, ancak İslamî esaslarla sürdürülebilir.

  1. Şeriat-ı İslâmiye Olmazsa Ne Olur?

Bediüzzaman, İslâmî hakikatlerin terk edildiği bir toplumda yaşanacak yıkımı şu dört sonuçla özetler:

  1. Adalet mahvolur

İslam’ın temelinde “adalet” vardır. Kur’an, birçok defa hakkı ayakta tutmayı emreder. Ancak şeriat terk edilince, adalet yerini çıkarcılığa, adam kayırmacılığa ve zulme bırakır.
Haklı değil, güçlü olan kazanır. Hakkın değil, hilenin hükmettiği bir zemin doğar.

  1. Emniyet zîr ü zeber olur

Şeriatın olmadığı yerde güven kalmaz. Ne can güvenliği, ne mal güvenliği, ne de düşünce güvenliği…
Korku toplumu oluşur. Herkes birbirinden şüphe eder. Devlet halktan, halk devletten korkar hâle gelir.

  1. Ahlaksızlık galebe eder

Ahlâk, havada duran soyut bir kavram değildir. O, dinle anlam kazanır. Din terk edilince, menfaat, heva ve arzular ahlâkın yerini alır.
Edep yerini şehvete, tevazu yerini kibre, iffet yerini fuhşa bırakır.

  1. İş yalancıların ve dalkavukların elinde kalır

Ehliyet değil, siyaset; liyakat değil, dalkavukluk ön plana çıkar. Doğrular dışlanır, eğrilere alkış tutulur.
Böyle toplumlar hem itibarlarını hem geleceğini kaybeder.

  1. Batı’nın Taklit Edilmesi Saadet Getirmez

Bediüzzaman’a göre, İslam dünyasının asıl meselesi kendi öz değerlerinden uzaklaşarak yabancı modelleri körü körüne taklit etmesidir.
Oysa Batı’nın cazibesi dıştadır; içi ise sefih bir medeniyete, ahlâkî çöküntüye, bencilliğe ve ruhsuzluğa dayalıdır.

Bir millet, kendi öz kimliğine dayanmazsa; bir süre sonra karakter krizine girer.
Ne tam Batılı olabilir, ne de hakiki Müslüman kalabilir.

  1. Çözüm: Şeriat-ı İslâmiye ile Cemiyetin İhyası

Bediüzzaman’ın sunduğu çözüm; sadece siyasî değil, ahlâkî, içtimaî ve manevî bir inkılaptır.

Bu inkılap:

Hukukta adaleti,

Ailede iffeti,

Ekonomide helâli,

Yönetimde istişareyi,

Toplumda güveni,

Eğitimde hikmeti merkeze alır.

Ve bütün bunlar şeriat-ı İslâmiye ile mümkündür.
Şeriat; sadece ceza hukuku değil, aynı zamanda bir hayat sistemi, bir medeniyet projesidir.

Sonuç: Ya İslâmî Hakikatlerle Diriliş, Ya Hevâ ile Çöküş

Toplumlar, ahlâk ve adalet temelli bir nizama muhtaçtır. Bu nizam, İslam’ın bizzat kendisidir.
Bediüzzaman’ın ifadesiyle, başka yollar denense de saadet gelmez. Çünkü:

Adalet yoksa düzen olmaz,

Emniyet yoksa huzur olmaz,

Ahlâk yoksa insan kalmaz,

Ehliyet yoksa gelecek olmaz.

O hâlde bu hakikat haykırışı bir davettir:
Dönün İslam’a, kurtulun yozlaşmadan. Sarılın şeriata, yükselin hakikî saadete.

Özet

Bediüzzaman Said Nursî, İslam ümmetinin gerçek saadetinin sadece İslamî hakikatlerle mümkün olacağını belirtir. Şeriat-ı İslâmiye’nin terk edilmesi adaletsizliği, emniyetsizliği, ahlâksızlığı ve liyakatsizliği doğurur. Milletin hayat-ı içtimâiyesi, ancak Kur’an ve sünnetin rehberliğinde yeniden ihya edilebilir.
Çare: Batı’yı değil, Kur’an’ı taklit etmektir. Saadet, İslâm’ladır.

 




İman: Kalpteki Manevî Yasakçı ve Ahlâkın Gerçek Temeli

İman: Kalpteki Manevî Yasakçı ve Ahlâkın Gerçek Temeli
Hutbe-i Şamiye’deki İman-Ahlâk İlişkisi Üzerine Derin Bir Tahlil

“Evet îman, kalbde, kafada dâimî bir mânevî yasakçı bıraktığından fena meyelanlar histen, nefisten çıktıkça “yasaktır” der tardeder, kaçırır.

   Evet insanın fiilleri kalbin, hissin temayülatından çıkar. O temâyülat, ruhun ihtisâsatından ve ihtiyacatından gelir. Ruh ise, îman nuru ile harekete gelir. Hayır ise yapar, şer ise kendini çekmeğe çalışır. Daha kör hisler onu yanlış yola sevkedip mağlup etmez.”
Hutbe-i Şamiye

Giriş: Modern Dünyada Kim Denetliyor?

Günümüz toplumları, ahlâkî yozlaşmanın, şiddetin, yolsuzlukların ve fuhşun yaygınlaşmasından şikâyet ediyor. Her yere kamera yerleştiriliyor, kanunlar sıkılaştırılıyor, yaptırımlar artırılıyor. Ama yine de insan, yanlış yapmaktan geri durmuyor.
Peki, neden?

Çünkü asıl eksik olan dış denetim değil, iç denetimdir.
Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye’de bu sorunun cevabını şöyle verir:

> “İman, kalbde, kafada daimî bir mânevî yasakçı bırakır.”

İşte mesele budur: İman, dahili bir kontrol mekanizmasıdır. Yani insanı kötülükten alıkoyan asıl şey, dış ceza değil; imanın getirdiği dahili sorumluluk ve Allah korkusudur.

  1. İman: Nefse “Yasaktır” Diyen İç Denetçi

İnsan, sadece akıl sahibi bir varlık değil; aynı zamanda hislerle, nefisle, arzularla yoğrulmuş bir mahiyete sahiptir. Bu hisler, kimi zaman iyiliğe, kimi zaman ise fenaya meyleder.

Ama bu meyillere kim dur diyecek?

Bediüzzaman’ın ifadesiyle:

> “Fena meyelanlar hissin, nefisten çıktıkça ‘yasaktır’ der, tardeder, kaçırır.”

Bu “yasaktır” sesi, imanın sesidir.
Bu ses varsa, insan:

Gizlide haramdan sakınır,

Kimse görmese bile kul hakkından korkar,

Vicdan azabını, ceza korkusundan daha ağır sayar.

Yoksa?
İnsan en büyük suçu bile işler, sonra yüzü kızarmaz. Çünkü iç denetim yoktur.

  1. Fiilin Kaynağı: Ruh → Hissiyat → Temayül → Fiil Zinciri

Bediüzzaman insanın davranışlarının iç içe geçmiş bir yapıdan kaynaklandığını belirtir:

> “İnsanın fiilleri kalbin, hissin temayülatından çıkar. O temayülat, ruhun ihtisâsatından gelir. Ruh ise, îman nuru ile harekete gelir.”

Bu zincir, şunu anlatır:

Ruh: Asıl kaynaktır.

Hissiyat: Ruhu dışa taşır.

Temayüller: Yönelimleri oluşturur.

Fiil: Sonuçtur.

Eğer bu zincirin başında iman varsa, bu akış “hayır”a doğru gider.
Yoksa kör hisler, nefsi galip getirir; insanın eli ve dili, şerre alet olur.

  1. Kör Hislerin Galebesi: İman Olmadığında Ne Olur?

Modern dünyada en çok şikâyet edilen şeylerden biri, duyarsızlık, sorumsuzluk ve korkusuzca günah işlemek. Bu durumun sebebi, dış kuralların eksikliği değil; imanın zayıflığıdır.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle:

> “Daha kör hisler onu yanlış yola sevk edip mağlup etmez.”
Yani iman varsa, insan hislerine mağlup olmaz.

Ama iman zayıfsa:

Aklı hissiyat bastırır,

Kalbi nefis ezer,

Ruhun sesi duyulmaz olur.

Sonuç: Vicdanını kaybetmiş ama “medeni” görünen bir insan tipi…

  1. Ahlâkın Gerçek Temeli: Kanun Değil, İman

Modern eğitimde, ahlâk dersleri konur. Medyada ahlâkî mesajlar verilir. Ama bunlar imanla desteklenmedikçe, sadece şekilde kalır.

Çünkü:

Kanunlar dışı denetler, ama kalbi değiştiremez.

Medya şekil verir, ama vicdanı terbiye edemez.

Eğitmen bilgi verir, ama ruhu aydınlatamaz.

İman ise kalbe yerleşir, nefsi dizginler, insanı kendine karşı sorumlu hale getirir.

  1. Çözüm: İmanı Hakiki Kılmak ve Kalbe Yerleştirmek

İman sadece sözle değil; kalple tasdik ve yaşamla hazmedilirse gerçek faydasını gösterir. Bu noktada:

İman eğitimine çocuk yaşta başlanmalı,

Sadece bilgi değil, iman şuuru verilmelidir,

Allah korkusu değil; Allah sevgisiyle, iradeli bir takva inşa edilmelidir.

Çünkü iman bir süs değil; bir pusuladır. Hayatı yönlendiren asıl güç odur.

Sonuç: Kameralardan Korkan Değil, Allah’tan Haya Eden İnsan

Bediüzzaman’ın çizdiği bu tablo, İslam ahlâkının ruhunu anlatır:
İman, insanın iç dünyasına yerleşirse; dış dünya da düzelir.
Aksi halde, dışarıdan ne kadar müdahale edilse de, insan kendi içindeki hırs, şehvet ve nefrete yenilir.

O yüzden:

Ahlâk, imanla anlam kazanır.

Hakkaniyet, imanla kök salar.

Hürriyet, imanla izzet bulur.

Gerçek terbiye, kalpteki bu “manevî yasakçıyı” inşa etmekle mümkündür.

Özet

Bediüzzaman Said Nursî, iman sahibi bir insanın kalbinde ve aklında sürekli olarak onu kötülüklerden alıkoyan “manevî bir yasakçı” bulunduğunu belirtir. İnsanın davranışları kalpten, kalp temayülden, temayül de ruhtan gelir. Ruh ise ancak imanla doğruya yönelir. Bu sebeple, ahlâklı ve vicdanlı bireyler yetiştirmek istiyorsak, sadece kanun ve eğitimle değil; gerçek ve hazmedilmiş imanla bu mümkündür.
Ahlâkın kaynağı, kalbe yerleşmiş imandır. Kamera değil, takva esaslı bir toplum inşa edilmelidir.

 




Ceza Neden Vardır?

Ceza Neden Vardır?

Adaletin İlâhî Boyutu: Cezanın Ruhlara Tesir Eden Yüzü
Bediüzzaman’ın Hutbe-i Şamiye’sinde Ceza Hukuku, Vicdan ve Ruh İlişkisi Üzerine Düşündürücü Bir Makale

Toplumlar suçları önlemek için cezalar koyarlar. Ama sadece bir korkutma veya caydırma aracı olarak mı?
Yoksa cezanın daha derin bir anlamı, daha ruhî bir boyutu var mıdır?

Bediüzzaman Said Nursî, cezanın yalnızca zahiri bir yaptırım değil, dahili bir eğitim ve ilahî adaletin tecellisi olduğunu ifade eder. Hutbe-i Şamiye’de şöyle der:

> “Had ve ceza, emr-i İlâhî ve adalet-i Rabbâniye namına icra edildiği vakit hem ruh, hem akıl, hem vicdan, hem insaniyetin mâhiyetindeki latîfeleri müteessir ve alâkadar olurlar.”

Bu cümle; hukukun, adaletin, cezanın sadece bedene değil, insanın iç dünyasına hitap etmesi gerektiğini anlatır. Gerçek cezalandırma, sadece cezalandırmak için değil; ıslah etmek, uyarıcı olmak ve ruhu eğitmek içindir.

  1. Emr-i İlâhî Namına Olmayan Ceza, Kuru Bir Şiddettir

Modern hukuk sistemlerinde cezalar genelde dünyevî düzenin devamı için uygulanır. Fakat bu uygulama, çoğu zaman vicdanlarda makes bulmaz, çünkü:

Sadece beden cezalandırılır, ruh muhatap alınmaz.

Ceza, emr-i İlâhî adına değil, salt otorite adına verilir.

Hüküm, adalet duygusundan çok, politik dengeyi korumak adına yürütülür.

Bu hâlde ceza, ıslah değil; intikam yahut sindirme halini alır. İnsanlar cezadan ibret almaz, aksine nefret eder.

Oysa İslam’da hadler ve cezalar, nefsin arzu ve hevesine değil, Allah’ın emrine dayanır. Bu nedenle vicdanlar onu adalet olarak kabul eder, hatta ruhlar o cezada bir şifa hisseder.

  1. Ruh, Akıl, Vicdan ve İnsanî Latifeler Ceza ile Neden İlgilenir?

Bediüzzaman, cezanın sadece dışa değil, insanın iç âlemine etkili olması gerektiğini şöyle açıklar:

> “Ruh, akıl, vicdan ve insaniyetin latîfeleri müteessir ve alâkadar olurlar.”

Bu şu demektir:

Ruh: Cezanın haklılığını hissederse huzur bulur; değilse isyan eder.

Akıl: Cezanın hikmetini anlarsa, adalete teslim olur.

Vicdan: Zulümle değil, hakkaniyetle verilen cezaya boyun eğer.

Latîfeler: İnsan fıtratındaki ince duygular, adaletle tatmin olur; zulümle yaralanır.

Bu unsurlar cezadan etkilenmiyorsa, verilen hüküm sadece şeklen geçerlidir; hakikatte ruhsuzdur ve yozlaştırıcı olabilir.

  1. Ceza, Adalet Olursa Toplumu Tedavi Eder

Adalet, sadece suçluyu cezalandırmak değil, toplumu ıslah etmek demektir.
Ceza, şayet:

Emr-i İlâhîye dayanıyorsa,

İlâhî adaleti temsil ediyorsa,

Vicdanları tatmin ediyorsa,

o zaman cezalandırılan bile adaletle muhatap olduğunun farkında olur.
Nitekim Hz. Ömer zamanında bir hırsıza şeriat gereği ceza verildiğinde, o kişi adaletin işlediğini kabul ederek tevekkülle cezayı karşılamıştır. Çünkü biliyordu ki o ceza bir gazap değil, ıslah vesilesiydi.

  1. Ceza Vermek Değil, Cezada Allah’ın Hakkını Gözetmek Esastır

İslam hukukunda cezaların uygulama gayesi:

İntikam almak değil,

Caydırmak değil sadece,

Belki adaleti temsil etmek ve topluma emniyet vermektir.

Bu ancak cezayı uygulayan kişi veya sistemin, Allah’ın emrini yerine getirdiği bilinciyle hareket etmesiyle mümkündür.

Eğer ceza:

Şahsi öfkeyle,

Nefretle,

Keyfilikle verilirse,

ceza olmaktan çıkar, zulme dönüşür.

  1. Bugünün Hukuku ve Bediüzzaman’ın Uyarısı

Modern ceza sistemleri, çoğu zaman insanın sadece maddî yönünü dikkate alır. Ruh, kalp, vicdan gibi derin boyutlar hesaba katılmaz.
Sonuç: Suç oranı düşmez, mahkûmlar ıslah olmaz, toplumda huzur artmaz.

Bediüzzaman’ın bu uyarısı, modern hukuk için de evrensel bir ders niteliğindedir:

> “Eğer adalet-i Rabbâniye’yi temsil etmiyorsa, ruhlar ürker, vicdanlar acır, insanlık incinir.”

Sonuç: Cezada Adalet Olmalı ki, Hem Beden Hem Ruh Tedavi Olsun

Ceza, kuru bir hüküm değildir. O bir mesajdır: Hem suçluya, hem topluma, hem vicdana…
Bu mesaj ancak Allah’ın adıyla, adaletin ruhuyla verilirse kalplerde makes bulur.
Aksi halde, cezalar şiddet üretir, kin doğurur, vicdanı yaralar.

O hâlde adaletin hem şekli hem ruhu Allah’a dayanmalı, ceza sadece hâkimin değil, Hâkim-i Mutlak’ın adına verilmelidir.

Özet

Bediüzzaman Said Nursî, cezanın gerçek anlamının, onun emr-i İlâhî ve adalet-i Rabbâniye namına uygulanmasında yattığını ifade eder. Böylece ceza sadece bir bedenî yaptırım değil, ruhu da etkileyen bir ıslah ve ikaz olur. Ruh, akıl, vicdan ve insanî latifeler, ancak Allah’ın emrine dayanan cezayla tatmin olur. Bu yaklaşım, İslâm hukukunun kalbinde yatan adalet anlayışını öne çıkarır.
Gerçek adalet, Allah adına verildiğinde insana hem dünya hem ahiret huzuru getirir.

 




Adaletin Gölgesinde Yaşamak

Adaletin Gölgesinde Yaşamak

Adalet Gecikirse Kıyamet Erken Gelir
Hutbe-i Şamiye’deki İlâhî İkaz: Adaletin Terkine Karşı İlâhî Tokat ve Kıyametin Gölgesi

Adalet, bir toplumun varlık şartıdır.
Bir millet; ne orduyla, ne parayla, ne sanayiyle ayakta kalır.
Eğer adalet yoksa, toplumun sinirleri kopmuş, ruhu sönmüş, gövdesi boşalmış olur.

İşte bu gerçeği Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye’de şöyle dile getirir:

> “Eğer beşer çabuk aklını başına alıp adâlet-i İlâhiye namına ve hakâik-i İslâmiye dâiresinde mahkemeler açmazsa, maddî ve mânevî kıyametler başlarına kopacak; anarşilere, ye’cüc ve me’cüclere teslim-i silâh edecekler.”

Bu, sadece bir tehdit değil, yaşanmış ve yaşanacak bir hakikatin haberidir.
Zira tarihte nice milletler adaleti terk edip cezasını kıyamet gibi felaketlerle ödemiştir.
Şimdi aynı tehlike beşerin ensesindedir.

  1. Adalet-i İlâhiye Namına Hüküm Vermek Ne Demektir?

Adalet, sadece düzen kurmak için değil; aynı zamanda Allah’ın bir ismini yeryüzünde temsil etmek içindir.
“Adalet-i İlâhiye namına mahkeme kurmak” demek:

Ceza verirken kin değil, hak gözetmek,

Hüküm verirken heva değil, vahiy ölçüsünü esas almak,

Şahsa göre değil, hakikate göre karar vermektir.

İşte bu tarz bir adalet, insanı da toplumu da diriltir.
Bediüzzaman’ın bu ifadesi, adaletin sadece dünyevî bir düzen değil, uhrevî bir temsiliyet olduğunu anlatır.

  1. İslam Hakikatlerinden Uzak Mahkemeler Ne Doğurur?

Modern mahkemelerin çoğu, ne vahye dayanır, ne de ahlâkî sorumluluk taşır.
Sonuç?

Suçlu serbest, mazlum mahkûm olur.

Güçlü haklı sayılır, zayıf ezilir.

Adalet “şekil” olarak var, “ruh” olarak kayıptır.

Bediüzzaman bu tarz adalet boşluğunu şöyle yorumlar:

> “Maddî ve mânevî kıyametler başlarına kopacak.”

Yani:

Toplumda kargaşa olur,

Değerler yıkılır,

Fertler güvenini kaybeder,

Anarşi doğar,

Nihayet, beşer kendi elleriyle kıyameti çağırır.

  1. Anarşiye ve Ye’cüc-Me’cüce Teslim Olmak Ne Demektir?

Bediüzzaman, anarşi ve Ye’cüc-Me’cüc kavramlarını mecaz ve hakikat dairesinde çok yerinde kullanır.

Anarşi: Hukuksuzluk, düzensizlik, herkesin kendi keyfine göre hükmetmesidir.
Bu ortamda ne insanın canı, ne malı, ne de namusu güvence altındadır.

Ye’cüc ve Me’cüc: Kur’an’da bildirilen, kıyamet alametlerinden olan yıkıcı ve azgın topluluklardır.
Bu mecazla; modern çağın kontrolsüz, yıkıcı, sapkın, değer tanımaz güçleri kastedilmiş olabilir.

Bu tür kaos odaklarına karşı direnmenin tek yolu, hakiki İslam adaletini hâkim kılmaktır.
Aksi takdirde, toplum “teslim-i silah” eder, yani değerlerinden, hukukundan, hatta istikbalinden vazgeçer.

  1. Beşer Aklını Başına Ne Zaman Alacak?

Bediüzzaman’ın “beşer aklını başına almalı” ifadesi, toplumsal bir tevbeye çağrıdır.
Bu uyanış:

Sadece kanun yapıcıları değil,

Her bireyi, her mü’mini, her idareciyi kapsar.

Bu uyanışla:

Şeriata dayalı adalet,

Vicdana hitap eden hukuk,

İnsan onurunu koruyan sistem kurulabilir.

Yoksa beşer:

Teknolojiyle ilerlese de,

Zenginleşse de,

Silah üretse de,

adaleti kaybettiği anda, helâke doğru koşuyor demektir.

Sonuç: İlâhî Adaletin Gölgesine Dönmeyen, Kıyameti Kendi Elleriyla Getirir

Bugün beşerin elindeki en büyük kriz sadece ekonomi ya da siyaset değildir.
Asıl kriz, adaletsizlik krizidir.

Mahkemeler şeklen var, ruhen çürük.

Yasalar detaylı ama vicdansız.

Hâkimler güçlü ama sorumluluk duygusu eksik.

Bediüzzaman, bu krize karşı Kur’ânî reçeteyi sunar:
İlâhî adalete dayalı mahkemeler kurmak ve İslamî hakikatleri esas almak.

Yoksa:

> “Kıyamet başa kopar, anarşiye teslim olunur, ve nihayet insanlık felç olur.”

Özet

Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye’de beşerin gerçek kurtuluşunun, İlâhî adalet adına, İslâmî esaslara dayalı mahkemeler kurmakla mümkün olacağını anlatır. Aksi takdirde, hem maddî hem mânevî kıyametler, anarşi ve bozgunculuk beşeri esir alır. Anarşi ve Ye’cüc-Me’cüc misali güçler, adaletsiz toplumlarda kök salar. Bu sebeple çözüm; yeniden Allah merkezli, adalet odaklı, vicdana hitap eden bir hukuk sistemine dönmektir.
Adalet yıkılırsa dünya yıkılır. Adalet ayağa kalkarsa beşer kurtulur.

 




Tevfik Mi İstiyorsun? O Halde Tevfik-i Hareket Et!

Tevfik Mi İstiyorsun? O Halde Tevfik-i Hareket Et!

“Ey evliyâ-i umûr! Tevfik isterseniz, kavânin-i âdetullaha tevfik-i hareket ediniz. Yoksa tevfiksizlik ile cevab-ı red alacaksınız. Zira mâruf umum enbiyanın memalik-i İslâmiye ve Osmâniye’den zuhuru, kader-i İlâhî’nin bir işaret ve remzidir ki; bu memleket insanlarının makine-i tekemmülatının buharı diyanettir. Ve bu Asya ve Afrika tarlasının ve Rumeli bostanının çiçekleri, ziyâ-yı İslâmiyet ile neşv ü nemâ bulacaktır.

   Dünya için din feda olunmaz. Gebermiş istibdatı muhafaza için, vaktiyle mesâil-i şeriat rüşvet verilirdi. Dinin mes’eleleri terk ve feda edilmesinden, zarardan başka ne faydası görüldü. Milletin kalb hastalığı zaaf-ı diyanettir. Bunu takviye ile sıhhat bulabilir.”
Hutbe-i Şamiye

Diyanet Buharıyla İşleyen Bir Medeniyet Makinesi
Bediüzzaman’ın Hutbe-i Şamiye’sinde İslâmiyet, Tevfik ve Toplumsal Diriliş Üzerine Derin Bir Tahlil

İslam medeniyetinin son üç asırda yaşadığı sarsıntıların ardında yatan en büyük sebep neydi?
Silah üstünlüğü mü? Ekonomi geriliği mi? Eğitim zaafı mı?

Hayır.
Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadeleriyle asıl sebep şudur:

> “Milletin kalb hastalığı zaaf-ı diyanettir. Bunu takviye ile sıhhat bulabilir.”

İşte asıl teşhis budur. Kalbî, içtimâî, siyasî ve askerî hastalıkların tedavisi; diyanetin kuvvetlendirilmesiyle, yani dinin hayatın merkezine tekrar yerleştirilmesiyle mümkündür.

  1. Tevfik İstiyorsan, Âdetullah Kanunlarına Uyun

Bediüzzaman, tevfik kavramını yani başarı, ilahî yardım ve sonuç alma yollarını doğrudan sünnetullah (Allah’ın evrensel kanunları) ile irtibatlandırır:

> “Tevfik isterseniz, kavânin-i âdetullaha tevfik-i hareket ediniz.”

Bu şu demektir:

Kalkınmak mı istiyorsun? Bilimde çalışacaksın.

Zafer mi istiyorsun? Sebepleri yerine getireceksin.

Diriliş mi istiyorsun? Dine ve ahlaka sarılacaksın.

Aksi takdirde, tevfiksizlik, yani hem Allah’ın hem halkın rızasından mahrumiyet kaçınılmazdır.
Dua edilir, ama amel edilmezse cevap gelmez.
Kur’an’a inanılır, ama onun sistemine sırt çevrilirse, yardım da gelmez.

  1. Diyanet: Bu Asya’nın Buharı, Bu Medeniyetin Ruhu

Bediüzzaman’ın şu teşbihi eşsizdir:

> “Bu memleket insanlarının makine-i tekemmülatının buharı diyanettir.”

Yani:

İslâm ümmetinin ilerlemesinin motoru: dinî şuurdur.

Ruhsuz bir makine çalışamaz, buharsız bir sistem yürümez.

Din olmadan insan olur, ama mukaddes hedefleri olan bir insanlık oluşamaz.

Bu yüzden Asya’nın, Afrika’nın, Rumeli’nin yeniden yeşermesi, İslâm’ın nuruyla neşv ü nemâ bulmasına bağlıdır.

  1. Dünya İçin Din Feda Edilirse Ne Olur?

Tarihin en büyük facialarından biri, dünyevî kazançlar uğruna dinin bir kenara itilmesidir.
Bediüzzaman bu gafleti şu sert ifadelerle anlatır:

> “Dünya için din feda olunmaz. Gebermiş istibdadı muhafaza için, vaktiyle mesâil-i şeriat rüşvet verilirdi.”

Bu tarihî hakikat, bize şunu gösteriyor:

Bir zamanlar dini meseleler, siyasî statülerin korunması adına feda edildi.

Şeriatın esasları “gereksiz detaylar” diye bastırıldı.

Neticede sadece din zayıflamadı; millet de çöktü.

Çünkü dinin feda edilmesinden hiçbir fayda çıkmadı; sadece:

Zillet geldi,

Zulüm yayıldı,

Cehalet kökleşti.

  1. Kalbin Hastalığı: Zaaf-ı Diyanet

Bir millette sosyal yozlaşma, ahlâkî çöküntü, haksızlık, vurdumduymazlık arttıysa; teşhis açıktır:
Zaaf-ı diyanet.

Yani:

Allah korkusu azalmış,

Ahiret inancı zayıflamış,

Dinin hayatla bağı kesilmiş demektir.

Peki tedavi?

> “Bunu takviye ile sıhhat bulabilir.”

Yani:

Camiler canlandırılmalı,

Eğitim dine dayanmalı,

Ahlâk Kur’an’la beslenmeli,

Yöneticiler Allah’ı unutmayacak şekilde idare etmeli.

  1. Tevfik-i İlâhîye Giden Yol: Dine Dönüş, Zulmü Terk

Bediüzzaman’ın verdiği reçete çok nettir:

Dini esas alın,

Adaleti ilahî ölçülerle tesis edin,

Batıl rejimler uğruna dine zarar vermeyin,

Dinle hayatı birleştirin,

Maneviyatı ihya edin.

Aksi takdirde, tevfik değil, taksim-i gazap gelir.
Zafer değil, zillet gelir.

Sonuç: Buhar Kesilirse Makine Durur

İslâm coğrafyası bugün de hâlâ bir çıkmazda.
Savaşlar, iç çatışmalar, yolsuzluklar, kimlik bunalımları…

Bunların çözümü ne batıdan gelen siyasi reçetelerde, ne de sadece ekonomik planlamalarda gizli.
Asıl çözüm, milletin ruhuna hayat veren buharda: diyanette.

Bediüzzaman’ın çağlar üstü uyarısını hatırlayalım:

> “Makine-i tekemmülatın buharı diyanettir.”

Buhar kesilirse, teker durur.
Diyanet zayıflarsa, millet de dağılır.
O hâlde önce kalpler dirilmeli ki toplum da dirilsin.

Özet

Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye’de milletin en büyük hastalığının “zaaf-ı diyanet” olduğunu tespit eder. Tevfik ve kalkınma, ancak Allah’ın kanunlarına ve İslâm’ın hakikatlerine uygun hareket edilirse mümkündür. Dinin dünyevî çıkarlar uğruna feda edilmesi, sadece zarara yol açar. Medeniyetin ruhu İslâm’dır; onunla kalkınılır, onsuz yıkım kaçınılmaz olur.
O hâlde çözüm: Dinî şuurun ihyası, adaletin İlâhî temellere oturtulması ve milletin manevî bünyesinin kuvvetlendirilmesidir.

 




İlkesiz Siyasetin Tuzakları: Dünü Yalanlayan Bugünler

İlkesiz Siyasetin Tuzakları: Dünü Yalanlayan Bugünler

Siyaset, aslında millete hizmetin en yüksek ve sorumlu alanıdır. Fakat bu alan ne zaman ki menfaatlerin, şahsi hesapların ve dünyevi hesapların mezbahasına dönerse, o zaman hakikatin sesi kısılır, ilkenin yerini ilkesizlik alır, istikametin yerine istikrarsızlık geçer.

Ana muhalefet partisi olarak uzun yıllardır siyasetin içinde bulunan bir parti, zaman zaman iktidara da gelmiş, zaman zaman mecliste baskın bir konumda bulunmuştur. Ancak dikkat çeken bir husus var ki, bu partinin siyaset tarzı çoğu zaman hırçınlık, mızıkçılık, inkâr ve dönüşlerle örülüdür. Bir gün söylediklerini ertesi gün inkâr eden, dün “asla” dediği yere bugün koşarak dönen, dün yerin dibine soktuğu kişi veya yapıyla bugün kol kola yürüyen bir çizgi; siyasette itibar değil, istikrarsızlık doğurur.

Tükürdüğünü Yalamak Değil, Hakkı Ayakta Tutmak Gerek

Siyasette elbette zaman zaman taktiksel değişiklikler, şartlara göre stratejik pozisyonlar olabilir. Ancak bu değişim, eğer bir ilkeye dayanmazsa, samimiyetsizlikle yoğrulmuş bir menfaat çarkından başka bir şey değildir. Bugün halkın dikkatinden kaçmayan en önemli meselelerden biri de budur: Dün büyük laflar eden, hatta “yemin” edenlerin bugün sanki hiçbir şey olmamış gibi geri dönmeleri…

Bir siyasetçinin kendi durduğu yeri ve ilkesini koruyamaması, onu sadece şahsî olarak değil, temsil ettiği kitleyi de itibarsızlaştırır. “Siyaset sanatı mümkün olanı elde etme sanatıdır” sözü, ilkesizliğe kılıf yapılmamalıdır. Çünkü siyaset, en çok da tutarlılıkla büyür; en az da çark etmekle küçülür.

Sözde Muhalefet, Özde Hedefsiz

Sürekli bağırmak, kavga etmek, her şeye karşı çıkmak da bir siyaset değildir. Hırçınlıkla muhalefet yapılmaz. Yapıcı bir tutum, milletin derdine çare arayan bir öneri sunulmadıkça, muhalefet yalnızca gürültüye dönüşür. Bu hırçınlık ve çatışmacı üslup halk nezdinde güvensizlik doğurur.

Muhalefet olmak, karşı olmak değil; doğruya doğru, yanlışa yanlış demektir. Ama bazı muhalefet çizgileri, sadece karşıtlıkla beslenip, milletten değil, kurgulanmış algılardan destek ummaktadır. Böyle bir muhalefet tarzı, siyaseti bir ilke savaşı değil, bir koltuk pazarlığına dönüştürür.

Menfaat Siyaseti Değil, Vicdan Siyaseti

Bugün siyaset dünyasının en büyük açmazı, insanları ideallerine değil; çıkarlarına göre yönlendirmesidir. Ne yazık ki birçok siyasi aktör, bir zamanlar “asla!” dediği yere “aman” diyerek yöneliyor. Dün “hain” dediğiyle bugün fotoğraf veriyor. Dün yere göğe sığdıramadığıyla bugün mahkemelik oluyor. Siyaset bu kadar yüzeysel, bu kadar kaygan, bu kadar güvenilmez hale geldiğinde, halk sadece siyasetten değil, yönetimden de soğuyor.

Bu yüzden unutulmamalı ki, menfaat uğruna dününü yalanlayan biri, yarınını da inkâr eder.

Sonuç ve Özet

Bu makalede, özellikle ana muhalefet partisi özelinde ama genelde tüm siyaset kurumları için geçerli olan şu gerçek vurgulandı:
İlkesizlik ve hırçınlık, uzun vadede itibarsızlığa yol açar.
Tükürdüğünü yalamak tabiriyle özetlenen bu ilkesiz dönüşler, halkın hafızasında derin izler bırakır. Siyaset, tutarlılık ve ilkelerle büyür. Dünle bugünü çelişen siyaset, geleceğe güven veremez.

 




Saadetin Sırrı: Marifetullah ve Muhabbetullahın İzinde Hakiki Lezzet

Saadetin Sırrı: Marifetullah ve Muhabbetullahın İzinde Hakiki Lezzet
(Bediüzzaman Said Nursî’nin Mektubat’taki Hikmetli Sözünden Yola Çıkarak)

“Evet, bütün hakiki saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve safi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır. Onlar, onsuz olamaz.

   Cenab-ı Hakk’ı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envara, esrara ya bi’l-kuvve veya bilfiil mazhardır.

   Onu hakiki tanımayan, sevmeyen nihayetsiz şakavete, âlâma ve evhama manen ve maddeten müptela olur. ”
Mektubat

Giriş: Lezzet Nerede?

Modern insan, mutluluğu dış koşullarda; zenginlikte, şöhrette, eğlencede veya haz merkezli tatminlerde aramaya devam ederken, ruhunun derinliklerinden yükselen gerçek tatminsizlik çığlıklarını duymamaya çalışır. Gözle görülmeyen, elle tutulmayan ama inkâr edilemeyen bir eksiklik, kalpte susmayan bir özlem vardır. İşte bu noktada Bediüzzaman Said Nursî’nin şu ifadeleri bize bir anahtar sunar:

> “Evet, bütün hakiki saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve safi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır. Onlar, onsuz olamaz.”

Bu cümle, yalnız bir dinî nasihat değil; aynı zamanda bir varoluş haritası, bir saadet reçetesi ve ruhun öz hakikatine yapılan bir çağrıdır.

Marifetullah: Tanımadan Sevemezsin

Marifetullah, Allah’ı tanımak ve bilmek anlamına gelir. Ama bu bilgi kuru bir ezber veya kavramsal bir tanım değil, kalpte yankı bulan bir huzur bilgisidir. Göklerin sütunsuz oluşunu, kalbin ihtiyaçlarını, ölümün kaçınılmazlığını ve kainattaki mükemmel düzeni düşünen her akıl, bir Yaratıcı’nın varlığını hisseder. Ama bu his tanıma ile derinleşir, isim ve sıfatlarıyla buluşunca imanın lezzetine dönüşür.

Bediüzzaman der ki:

> “Cenab-ı Hakk’ı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envara, esrara ya bil-kuvve veya bilfiil mazhardır.”

Bu, Allah’ı tanıyanın dünyada dahi bir nurla yaşadığını, ahirette ise bu nurun sonsuz saadete dönüşeceğini gösterir.

Muhabbetullah: Sevmeden Yaşanmaz

Muhabbetullah, Allah’ı sevmek demektir. Bu sevgi, ilmin meyvesidir. Tanımayan sevemez. Tanıyıp da kalbi uyanmayanın da sevgisi kuru bir iddiadır. Ama gerçekten tanıyıp seven bir insan, kainatı ve içindeki her şeyi O’nun bir eseri, bir mektubu gibi görür.

Allah sevgisi, insanı başıboşluktan, anlamsızlıktan, korkudan kurtarır. Çünkü seven bir kalp bilir ki, kendisini seven ve onu terk etmeyecek bir Rab vardır. Bu sevgi, insanın ruhani kıblesi olur. Bütün fani sevgilerdeki kırılmalar, hayal kırıklıkları ve acılar, bu sevginin ebedîliği ile telafi edilir.

Onu Tanımayanın Akıbeti: Şekavet ve Vehim

> “Onu hakiki tanımayan, sevmeyen nihayetsiz şakavete, âlâma ve evhama manen ve maddeten müptela olur.”

Bu cümle, sadece ahirette değil, dünyada da azabın başladığını ifade eder. Allah’ı tanımayan insan, boşlukta sallanan bir yaprak gibidir. Ölümden korkar, hayatın yükünden bunalır, anlamı kaybeder. Kalbi tatmin olmaz, ruhu huzur bulmaz. Her şey onun için ya sıkıcı, ya korkutucu ya da anlamsızdır. Çünkü:

Şekavet (bedbahtlık): Hayatın anlamını kaybetmenin verdiği iç karanlığıdır.

Âlâm (acı): Doymayan nefis ve tatmin olmayan kalbin ıstırabıdır.

Evham (kuruntular): Gelecek korkusu, ölüm endişesi, yokluk vehmidir.

Bunların tümü, Allah’ı tanımayan kalbin azabıdır. Ve bu azap, bazen lüks içinde bile yaşanabilir. Çünkü saadet, sahip olmakta değil; bağ kurmakta, anlam bulmakta ve güven duymaktadır.

Düşündürücü Bir Temsil: Tatlı ile Zehir

Düşünün ki biri size iki bardak sunuyor. Biri dıştan şık, ama içinde zehir var. Diğeri sade, ama içinde şifa dolu bir tatlı. Allah’ı tanımayan hayat, dıştan parlak ama içi boş ve zehirli bir bardaktır. Şekavet, evham ve âlâm ile doludur. Allah’ı tanıyanın hayatı ise sade gibi görünse de tat ve lezzetle doludur. Çünkü içindekini bilen, dış görünüşe aldanmaz.

Sonuç: Kalbin Gerçek Gıdası

İnsan ruhu, sadece maddi nimetlerle değil, marifet ve muhabbetle beslenir. Allah’ı tanımayan kalp aç kalır, Allah’ı sevmeyen ruh kurur. Bediüzzaman’ın bu veciz sözü, bir çağrıdır: Tanı ki sevebilesin, sev ki saadet bulasın.

ÖZET:

Hakiki saadet, Allah’ı tanımak (marifetullah) ve sevmekle (muhabbetullah) mümkündür.

Tanımayan ve sevmeyen insan, dünyada ve ahirette şekavet, acı ve kuruntularla baş başa kalır.

Allah’ı tanımak, kainata ve hayata anlam kazandırır; Allah’ı sevmek ise bu anlamı lezzete dönüştürür.

İnsanın kalbi, hakiki gıdasını sadece Allah’la bağ kurarak bulur.

 




Alçaklığın Âlâsı: Firavunluğu Aşan Zulüm

Alçaklığın Âlâsı: Firavunluğu Aşan Zulüm

Bazı zulümler vardır ki, sessiz kalmak bile bir suç olur. Bazı acılar vardır ki, kelimeler yetmez; insanlık, utancından başını öne eğer. İşte bugün Gazze’de yaşananlar böyle bir hâdisedir. İsrail, tüm dünyanın gözü önünde, “güvenli bölge” ilan ettiği Mevasi’deki çadırları vurdu. Çocuklar, yaşlılar, kadınlar ve yaralılar diri diri toprağa gömüldü. Enkaz altında kalanları kurtarmak için yakıt yoktu; insanlar çubuklarla, elleriyle toprağı kazdı. Modern çağın ortasında, vahşetin en ilkel biçimi sahneleniyor.

Bu yaşananlar, sadece bir savaş suçu değil; bir akıl tutulması, bir vicdan iflâsı, bir insanlık cinayetidir.

Güvenli Bölge Yalanı: Masumiyetin Tuzağa Düşürülmesi

İsrail’in “güvenli bölge” diyerek insanları topladığı alanları bombalaması, tarihî anlamda en alçak stratejilerden biridir. Çünkü bu, yalnızca bir bombalama değil; aynı zamanda güveni istismar, korunma umudunu tuzağa dönüştürme, çaresizliği kullanma suçudur.

Böylesi bir ihanet, sadece bedenleri değil; hakikati, ahlâkı ve insanlık onurunu da paramparça eder.

Firavunluğu Aşan Bir Zalimlik

Kur’an-ı Kerîm’de Firavun’un zulmü anlatılırken onun bebekleri öldürmesi, kadınları sağ bırakıp aşağılaması ve kibirle yeryüzünde bozgunculuk yapması zikredilir. Bugün ise bu zulüm, Netenyahu ve onun gibilerde daha da sistematik, daha da teknik ve daha da küresel hale gelmiştir. Artık zulüm, sadece kılıçla değil; drone’la, ambargoyla, medya manipülasyonuyla, diplomatik ikiyüzlülükle yapılmaktadır.

Eğer Kur’an bugün inseydi, birçok tefsir ehline göre şu ayet belki şöyle hitap ederdi:

> “Firavun insanları fırkalara ayırdı, onların bir kısmını zayıf bıraktı, oğullarını boğazladı, kadınlarını sağ bıraktı. Şüphesiz ki o bozgunculardandı.”
(Kasas, 4)

Bugün Gazze’de olanlar bu ayetin çağdaş bir yansımasıdır. O gün Firavun Nil’de boğdu; bugün bu çağdaş firavunlar, insanları ablukada, açlıkta, susuzlukta, çaresizlikte boğuyor.

Açlıkla Gelen Ölüm: Yavaş ve Sessiz Soykırım

Bugün çocuklar yalnızca bombalarla değil, açlıkla, ilaçsızlıkla, yoklukla ölüyor. Son bir ayda 6 çocuk açlıktan hayatını kaybetti. Toplam 66 kişi açlıktan öldü. Mama, besin takviyesi ve ilaçlar kasıtlı olarak engelleniyor. Bu, artık bir savaş değil, stratejik bir soykırımdır.

Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre bir insan yalnızca birkaç gün açlığa dayanabilir. Fakat bebekler için bu birkaç gün, birkaç saat olabilir. İşte İsrail, bu saatleri sayıyor; gıda tırlarının geçişini bilerek engelliyor. İnsanlık, göz göre göre açlığa terk ediliyor.

Zulümle Âbâd Olanın Sonu İflâh Olmaz

Tarih, Firavun’un akıbetini yazdı. Haman’ı, Nemrut’u, Ebu Leheb’i, Hitler’i, Mussolini’yi gördü. Hepsi gitti. Zulümle kurdukları tahtlar, mazlumların bedduasıyla yıkıldı. İsrail ve onu destekleyenler de şunu bilsin:

> “Zalimler için bir son vardır; Allah’ın adaleti asla şaşmaz.”

Bugün mazlum çocuktan çıkan bir “ah”, nice hükümeti, nice gücü devirecek kudrettedir. Belki sesleri zayıf, ama duaları arşı titretecek güçtedir.

Çare: Susmamak, Unutmamak, Dua ve Dayanışma

Bu çağda zalime karşı en büyük silah şuurdur. Bugün yapılması gerekenler:

Bu zulmü unutmamak ve unutturmamak,

Her platformda zalimleri teşhir etmek,

Mazlumlara dua, yardım ve bilinçli destek vermek,

Sessiz kalmakla zalime ortak olmamaktır.

Zira sessizlik, zulmü onaylamaktır.

Özet:

İsrail’in Mevasi’deki “güvenli bölge” yalanıyla gerçekleştirdiği saldırılar, modern dünyanın en büyük utançlarından biridir. Çocukların açlıktan öldüğü, yardımların engellendiği, insanlığın toprağa gömüldüğü bu tabloda, zulüm yalnızca silahla değil; açlık, ambargo ve ikiyüzlülükle yapılmaktadır. Bu zulüm, Firavun’unkini bile geride bırakmıştır. Ancak tarih göstermiştir ki, hiçbir zalim sonsuza kadar ayakta kalmamış, mazlumun duası ve sabrı mutlaka karşılık bulmuştur. Bugün ümmete düşen görev; bu zulmü unutmamak, susmamak ve hem fiilî hem manevî mücadeleyi sürdürmektir.

 




Hedef Ne, Yol Nereye?

Hedef Ne, Yol Nereye?

“Mesleğimiz ise, ahlâk-ı Ahmediye (Aleyhissalâtü Vesselâm) ile tahalluk ve Sünnet-i Peygamberî’yi ihyâ etmektir. Ve rehberimiz şeriat-ı garrâ ve kılıncımız da berâhin-i kâtıa ve maksadımız i’lâ-yı Kelimetullahtır. Cemaatimize herbir mü’min mânen müntesibdir. Sureten intisab ise, Sünnet-i Nebeviye’yi kendi âleminde ihyâya azm-i kat’î iledir. En evvel mürşid-i umumî olan ulemâ ve meşayih ve talebeyi, şeriat namına ittihada dâvet ederiz. ”
Hutbe-i Şamiye

Mesleğimiz: Ahlâk-ı Muhammediye ile Yaşamak, Sünnet-i Seniyye ile Dirilmek
Hutbe-i Şamiye’de Kurulan Manevî Cemaate ve İslâmî Dirilişe Dair Düşündürücü Bir Makale

Dünya bir yolculuktur. Her yolun bir hedefi, her hedefin bir yol haritası vardır.
Müslümanın hedefi: i’lâ-yı kelimetullah; yani Allah’ın ismini yüceltmek, O’nun dinini hayata hâkim kılmaktır.
Peki bu hedefe hangi yolla ulaşılır?

Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye’de bu soruya veciz ve derinlikli bir cevap verir:

> “Mesleğimiz ise, ahlâk-ı Ahmediye (Aleyhissalâtü Vesselâm) ile tahalluk ve Sünnet-i Peygamberî’yi ihyâ etmektir.”

İşte bu söz, hem bir mensubiyet bildirisi hem de bir medeniyet manifestosudur.

  1. Ahlâk-ı Ahmediye: Müslümanın Şahsiyet Reçetesi

Peygamber Efendimiz (sav), “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim” buyurmuştur.
Bediüzzaman ise bu ahlâkı bir yol, bir meslek, bir hayat tarzı olarak belirler.

Bu ahlâk neyi kapsar?

Merhameti: Kaba kuvvete karşı rahmet.

Sadakati: İftiraya ve yalana karşı dosdoğru duruş.

Hilm ve sabrı: Öfkeye ve nefrete karşı soğukkanlılık.

Adaleti: Zümrecilik yerine hakkı üstün tutmak.

Tevazuu: Kibre, gurura ve riyaya karşı bir zırh.

Bugün dünyayı karartan şey, ahlâkın bu temel direklerinin yıkılmış olmasıdır.
O hâlde yeniden ihya ancak bu ahlâkla mümkündür.

  1. Sünnet-i Seniyye: Hayatın İlâhî Projesi

Bediüzzaman’ın “Sünnet-i Peygamberî’yi ihya etmek” çağrısı, sadece ibadetlerin şekliyle ilgili değil; bir hayat nizamını diriltmek anlamındadır.

Sünnet:

Yalnız namaz kılmak değildir; namazın ahlâkını yaşamaktır.

Sadece sakal bırakmak değildir; sakalın vakarını taşımaktır.

Sadece tesettür değildir; iffetli bir bakışı muhafaza etmektir.

Sadece yemek adabı değildir; israftan uzak bir hayat kurmaktır.

Kısacası sünnet, Allah’la, insanla ve kainatla kurulan dengenin adıdır.
Bu dengenin ihyası, hem ferdî huzur hem de içtimâî diriliştir.

  1. Kılıncımız: Delil, Burhan, İlim ve Hikmet

Bediüzzaman’ın şu cümlesi dikkat çekicidir:

> “Kılıncımız berâhin-i kâtıadır.”
(Kesin deliller, sağlam hüccetler)

Bu çağrıda ne kan var ne şiddet.
Çünkü Müslümanın asıl silahı:

Bilgidir,

Hikmettir,

Tevazu ve nezaketle birlikte gelen hakikattir.

Öyle ki en keskin kılıç, bir hakikati yerinde ve hikmetle söyleyebilmektir.
Bugün zihinler savaşında, imanla yoğrulmuş bir ilim, en büyük cihattır.

  1. Cemaat: İman Birliği, Ahlâk Birliği, Sünnet Birliği

Bediüzzaman bu cemaate mensubiyeti şöyle tanımlar:

> “Cemaatimize herbir mü’min mânen müntesibdir.”

Bu ne demektir?

Aynı tarikata girmek değil,

Aynı zikir halkasında olmak değil,

Aynı derneğe üye olmak hiç değil…

Belki:

Sünnet-i Nebeviyye’yi ihya etme azmini taşıyan her mümin, bu manevî cemaatin bir ferdidir.

Bu cemaatin üyeliği, ihlasla, sadakatle, amelle kazanılır.

Ve bu üyeliğe herkese açık bir davet vardır: Özellikle ulemâya, meşayihe, talebelere.

Yani bu çağrı, zümresel değil; ümmet çapındadır.

  1. İ’lâ-yı Kelimetullah: Tüm Gayretlerin Asıl Gayesi

Bu yolun amacı şudur:

> “Maksadımız i’lâ-yı Kelimetullahtır.”

Yani:

Allah’ın ismini,

O’nun emirlerini,

O’nun adaletini,

O’nun rızasını toplumda hâkim kılmak.

Ne devlet kurmak, ne menfaat elde etmek, ne de şahsî şöhret için değil…
Sadece ve sadece Allah’ın rızası için bir araya gelmek.
İşte bu, her devrin en sarsılmaz davasıdır.

Sonuç: Yol Açık, Rehber Hazır, Azim Gerek

Bediüzzaman’ın bu pasajda çizdiği yol:

Ahlâkî temelli,

Sünnet eksenli,

İlme dayalı,

Şiddetten uzak,

İhlasla yürüyen bir manevî harekettir.

Bugün bu yol hâlâ geçerlidir.
Ve hâlâ insanlığı kurtaracak tek yoldur.
O hâlde yapılacak şey, bu yolu kişisel ve toplumsal ölçekte yeniden yaşamaktır.

Özet

Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye’de Müslümanın hakiki mesleğini tanımlar: Ahlâk-ı Muhammediye ile ahlâklanmak, Sünnet-i Seniyye’yi hayatın her alanında ihya etmek, delil ve hikmetle hareket etmek ve nihayetinde i’lâ-yı Kelimetullah’ı gaye edinmek. Bu manevî cemaatin her mü’mini, bu yolda niyet ve amel ile mensubiyet kazanır. Bu davet sadece belli bir zümreye değil, ümmetin tümüne yöneliktir.
Çözüm; sünnetle yaşamak, ilimle konuşmak, ahlâkla şahlanmak ve Allah için birleşmektir.