İkinci Bir Kurban: Radar Cezalarıyla Gölgelenen Bayram

İkinci Bir Kurban: Radar Cezalarıyla Gölgelenen Bayram

Kurban Bayramı, paylaşmanın, fedakârlığın, Allah’a yakınlaşmanın en yüksek sembollerinden biridir. İnsanlar yıl boyunca beklediği bu mübarek günlere hem dini hem sosyal hem de ailevi bir heyecanla hazırlanır. Ancak bu sene bayramın gündeminde kurbanlık fiyatlarından ziyade, yolları tuzak hâline getiren radar cezaları vardı.

Otobüslerde, çay ocaklarında, bayram ziyaretlerinde insanlar yedikleri kurban etini değil, yedikleri radar cezalarını konuştu. Bayram tatili, maneviyat ve sevinç getireceğine, birçok insan için ikinci bir kurban parasına mal oldu. Kimileri 3 bin lira, kimileri 6 bin lira ceza yedi. Ailece yola çıkanlar ise arabada tedirgin ve stresli bir yolculuk geçirdi.

Denetim mi, Tuzak mı?

Hiç kimse denetime karşı değildir. Çünkü trafik kuralları ihlal edildiğinde canlar yanar. Ancak mesele; eğitici, koruyucu ve vicdanlı bir denetim mi yapılıyor, yoksa devlet gelirini artırmak için gizli bir tuzak mı kuruluyor? sorusudur. Denetim, insanları korkutmak için değil, bilinçlendirmek için yapılmalıdır. Aksi hâlde vatandaşın devlete olan güveni sarsılır, bayramın huzuru bozulur.

Trafik kuralları ile radar uygulaması arasındaki fark, niyet farkıdır. Niyet, korumak mı yoksa avlamak mı? Eğer radarlar, görünmeyen yerlere pusu gibi kuruluyorsa, bu tuzak gibidir. Bu durum da halkta, “devlet ceza kesmek için fırsat kolluyor” algısını güçlendirir. Bayramda bu algı zirve yaptı.

Bayramda Devletin Yüzü Şefkatli Olmalı

Devlet, babadır. Bayram günleri, devletin vatandaşına şefkatli yüzünü göstermesi gereken zamanlardır. Nasıl ki babalar evlatlarının bayramını bozmamak için harçlık verir, müsamaha gösterir, aynı şekilde devlet de bayramda vatandaşa sadece ceza kesen değil, koruyan ve kollayan bir el uzatmalıdır.

Zira şefkatli bir devlet, hem denetler hem de sevdirir. Ama cezacı bir devlet, vatandaşını kendine yabancılaştırır. Hele ki dinî bayramlarda bu hassasiyet daha da önemlidir. Çünkü bu bayramlar, milletin ruhuyla devletin kalbinin buluştuğu nadir zamanlardır. O buluşma, ceza pusularıyla değil, selametle sağlanır.

Bir Bayram Hikayesi: Korkuyla Gidilen Ziyaret

Bir vatandaş şöyle diyor:

> “Yola çıkarken çocuklarıma dedim ki: ‘Hız yapmayalım, dikkatli olalım. Çünkü ikinci bir kurban parası ödemek istemiyorum.’ Yol boyunca sevinç değil, korku ve tedirginlik vardı. Radara yakalanır mıyız, acaba gizli radar var mıdır, diye diken üstünde gittik. Bu, bayrama yakışan bir hâl miydi?”

Sonuç: Ceza Değil, Merhamet Hatırlansın

Bu bayramda insanlar ceza makbuzlarını, kestikleri kurbanların fişinden daha çok hatırlayacak. Oysa bayramlar, Allah’ın rahmetini, toplumsal huzuru ve sevgi bağlarını güçlendirmek içindir. Eğer bir uygulama, insanlara bayramda tedirginlik veriyorsa, o uygulamanın usulü ve amacı sorgulanmalıdır.

Bayramdan geriye “devletin cezacı yüzü” değil, “şefkatli eli” kalmalıydı. Zira insanlar bayramda devletine güvenmek, kendini emniyette hissetmek ister. Ceza ile değil, merhametle yönetilen bir toplumda gerçek huzur mümkündür.

Makale Özeti:

Bu Kurban Bayramı’nda halkın gündemi, dini vecibelerden çok radar cezaları oldu. Birçok vatandaş yüksek meblağlarda cezalara maruz kaldı ve yolculuklarını korku içinde yaptı. Denetimlerin, eğitim ve güvenlik amacı dışında tuzak gibi uygulanması kamu vicdanını zedeledi. Bayramlar, devletin cezacı değil, şefkatli yüzünü göstermesi gereken zamanlardır. Devletin, vatandaşla olan bağını kuvvetlendirmek için bayramda daha merhametli ve anlayışlı olması gerekir.

 

 




Musibetin Lisanı: İkaz, Tezkiye ve Terbiye

Musibetin Lisanı: İkaz, Tezkiye ve Terbiye

“Biri sordu:
“Musibet, cinayetin neticesi, mükafatın mukaddemesidir. Hangi fiiliniz ile kadere fetva verdirdiniz ki, şu musibetle hükmetti. Musîbet-i amme ekseriyetin hatasına terettüb eder. Hazırda mükafatınız nedir?”
Dedim:
“Mukaddemesi üç mühim erkan-ı İslamiyedeki ihmalimizdir: salat, savm, zekat. Zîra, yirmi dört saatten yalnız bir saati, beş namaz için Halık Teala bizden istedi; tenbellik ettik. Beş sene, yirmi dört saat talim, meşakkat, tahrik ile, bir nevî namaz kıldırdı. Hem, senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi; nefsimize acıdık. Keffareten, beş sene oruç tutturdu. “On’dan, ya “kırk”tan yalnız biri, ihsan ettiği maldan zekat istedi; buhl ettik, zulmettik; O da bizden müterakim zekatı aldı.
“Mükafat-ı hazıramız ise; fasık, günahkar bir milletten, hums olan dört milyonu velayet derecesine çıkardı; gazilik, şehadetlik verdi. Müşterek hatadan neş’et eden müşterek musîbet, mazi günahını sildi.”

İnsan, başına gelen her musibeti zahirde bir kayıp, bir acı ve bir çile olarak görür. Fakat hakikat noktasında, her musibet bir lisanla konuşur: İkaz eder, uyandırır, temizler ve terbiye eder. Musibet, her zaman bir ceza değil; bazen bir sevap kapısı, bazen bir arınma vesilesi, bazen de gafletten uyanışa bir çağrıdır.

Musibet ve Kader: Hangi Fiilin Neticesi?

Bediüzzaman Hazretlerinin ifadelerinde geçen şu cümle:

> “Hangi fiiliniz ile kadere fetva verdirdiniz ki, şu musibetle hükmetti?”
bize çok derin bir sorumluluğu hatırlatıyor. Yani başımıza gelen musibet, rastgele değildir; mutlaka bir sebep, bir zemin, bir davet vardır. Kader, kulun fiiline bakar ve adaletle hükmünü verir.

Müslüman toplumlar olarak, musibetleri sadece dış faktörlere, düşmanlara, komplolara veya kötü yöneticilere yüklemek, hakikatin sadece bir yönüne bakmaktır. Asıl sebep, iç muhasebedir. Neyi ihmal ettik, neyi unuttuk, neyi terk ettik ki, kader böyle bir hüküm verdi?

Üç Temel İhmal: Salat, Savm, Zekat

Bediüzzaman bu soruya çok net bir cevap veriyor:

  1. Salat (Namaz): Günde sadece bir saat isteyen Rabbimize karşı tembellik ettik. Beş vakit namaz, kulluğun özüdür. Terk edildiğinde, kalp kararır, toplum bozulur. Sonuçta kader, beş yıl süren bir seferberlikle bize adeta mecburi bir namaz kıldırdı; zorlukla, sıkıntıyla, hareketle.
  2. Savm (Oruç): Senede yalnızca bir ay sabır, nefs terbiyesi, takva istendi. Biz nefsimize kıyamadık. Beş yıl süren mahrumiyetler, kıtlıklar, sıkıntılar bize orucun lezzetini, sabrın şifasını öğretti.
  3. Zekat: Malın yalnızca onda birini, kırkta birini Allah yoluna vermemiz istendi. Cimrilik ettik, paylaşmadık, zulmettik. O da bizden “birikmiş zekâtımızı” aldı; bazen yangınla, bazen depremle, bazen krizle.

Musibet-i Amme: Ortak Hatanın Ortak Sonucu

Toplumların başına gelen genel musibetler, çoğunluğun ihmaliyle gelir. Günahlar ferdî olabilir ama neticeleri çoğu zaman cemî olur. Allah bir kavmi toptan cezalandırmaz; ancak ısrarlı bir ihmâl ve külli bir gaflet, umumi tokatları netice verir. Bu nedenle her fert kendini sorumlu görmeli, “Ben ne yaptım ki bu hal oldu?” demelidir. Bu, pasif bir suçluluk değil, aktif bir muhasebe bilincidir.

Musibetin Mükafatı: Velayet ve Şehadet

Bütün bu ağır imtihanlara rağmen, Allah adaletinden önce rahmetini gösterir. Musibetle terbiye edilen kullar arasında, içten tevbe edenler, sabredenler, sabırda ileri gidenler olur. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, bu milletin içinden dört milyon insan, fasık ve günahkâr olmasına rağmen, bir musibet vesilesiyle velayet mertebesine çıkmış, gazilik ve şehadetle yücelmiştir.

Bu, İlahi rahmetin bir tecellisidir: Günahlar silinmiş, nefisler temizlenmiş, mazideki isyan ve gafletin bedeli ahiret için sevapla ödenmiştir. Ortak hatanın getirdiği musibet, yine ortak bir arınma vesilesi olmuştur.

Sonuç ve Özet

Musibetler sebepsiz değildir; her biri kaderin adalet terazisinde bir karşılığa dayanır.

Üç temel İslamî farzın ihmali (namaz, oruç, zekât), toplumun manevi bünyesini zayıflatmış, musibete davetiye çıkarmıştır.

Musibet-i amme, yani genel belalar, toplumun ekseriyetinin gafletiyle meydana gelir.

Ancak bu musibetler, sadece ceza değil; aynı zamanda bir terbiye, tezkiye ve mükafat vesilesidir.

Musibetlerin neticesinde binlerce insan şehadet ve velayet makamlarına çıkmış, Allah’ın rahmetine nail olmuştur.

Unutulmamalıdır ki:
Musibet, kaderin celalli bir mektubudur; ibretle okunursa, kalbi diriltir, toplumu düzeltir.

 

 




İsimlerdeki Vahdet: Kudretle Hikmetin Dengesi

İsimlerdeki Vahdet: Kudretle Hikmetin Dengesi

> “En güzel isimler Allah’ındır. O hâlde O’na bu isimlerle dua edin…”
(A’râf Suresi, 180)

Allah Teâlâ, kâinatı yaratan ve idare eden mutlak varlıktır. O, hem sonsuz kudretin hem de nihayetsiz hikmetin sahibidir. İsimleri çoktur ama bu çokluk içinde bir dağınıklık değil, mükemmel bir birlik (vahdet) vardır. Nasıl ki kâinatta düzen ve denge varsa, Allah’ın Esmaü’l-Hüsnâsında da bir iç tutarlılık, uyum ve bütünlük vardır.

Bu yazıda, Allah’ın isimlerinin nasıl birlikte çalıştığını, birbirini nasıl tamamladığını ve bu isimlerin hem kudretin hem de hikmetin terazisinde nasıl dengelendiğini ele alacağız.

  1. İsimlerde Dağınıklık Değil, Vahdet ve Ahenk Vardır

İnsan zihni genellikle çokluk gördüğü yerde dağınıklık arar. Ancak Allah’ın 99 ismi, her biri ayrı bir yönü temsil etse de tek bir Zâtın yansımasıdır. Bu isimler:

Birbirine zıt gibi görünen durumları bir denge içinde sunar:
Kahhâr ile Rahmân, Azîz ile Latîf, Celîl ile Cemîl, Müntakım ile Gafûr birlikte var olur.

Biri diğerini sınırlamaz, iptal etmez; bilakis tamamlar ve dengeler.

Örneğin: Allah, Kâdirdir; dilediğini yaratmaya gücü yeter. Ancak her şeye rağmen kudretini sınırsızca sergilemez. Çünkü aynı anda Hakîmdir; her şeyi hikmetle yapar.

Bir ağaca karpuz kadar büyük bir meyve yaratabilir. Kudreti bunu engellemez. Ancak ağacın ince dalı bu meyveyi taşıyamayacağından, hikmeti izin vermez. Kudret susar, hikmet konuşur. Böylece bize hem bir ölçü hem de bir mesaj verir.

  1. Şâfi Var, Ama Hastalık Var – Rezzâk Var, Ama Açlık da Var

Bu da en çok sorulan sorulardandır:

Madem Allah Şâfi’dir, neden hastalık var?

Madem Rezzâk’tır, neden insanlar açlık çeker?

Çünkü Allah sadece bir isimle değil, bütün isimleriyle tecelli eder. Eğer sadece Şâfi ismiyle tecelli etseydi, kimse hasta olmazdı. Sadece Rezzâk ismiyle olsa açlık olmazdı.

Ancak:

Mübtilî ismiyle hastalığı yaratır,

Şâfi ismiyle şifa verir.

Kābız ismiyle rızkı kısar,

Bâsıt ismiyle genişletir.

Bu şekilde insan hem acziyetini görür hem de şükür, sabır, dua ve tevekkül gibi manevî terakkî yollarına girer.

Bu, aslında kulluk için açılan bir fırsattır. Zira hastalığın olmadığı bir dünyada Şâfi, açlığın olmadığı bir hayatta Rezzâk ismi bilinemezdi.

III. Kudret Yeter Ama Hikmet Engeller

Allah’ın kudreti sınırsızdır; bir karıncayı yaratmakla kâinatı yaratmak arasında O’nun için fark yoktur. Ancak Allah her şeyi gücü yettiği için değil, hikmetli olduğu için yaratır.

> “O’nun emri bir şeyi murad etti mi, sadece ‘Ol!’ demesidir; o şey hemen oluverir.”
(Yâsîn, 82)

Peki neden her şeyi hemen oluvermez?

Çünkü:

Allah Halim’dir: acele etmez.

Allah Sabûr’dur: süre tanır.

Allah Hakîm’dir: zamanlaması ve şekli en uygun olandır.

Bir bebeğin doğumu 9 ay sürer. Kudret bir anda yaratabilir. Ama hikmet, bu sürece muhtaçtır. Aynı şekilde bir duanın kabulü anında olabilir ama bazen yıllar sürer. Çünkü o dua sadece dile değil, kalbe, hâle ve zamana hitap eder.

  1. İlahi İsimler Hayata Nasıl Yansır?

Kâinatta her hadise, Allah’ın bir isminin tezahürüdür. Ancak dikkatle bakıldığında, her olayda sadece tek bir isim değil, isimlerin bileşimi vardır.

Örnek: Bir çocuğun doğumu

Hâlık: Yaratan O’dur.

Musavvir: Ona şekil veren O’dur.

Rezzâk: Ona rızık veren O’dur.

Latîf: En ince ayrıntısına kadar O’nun lütfudur.

Rahmân ve Rahîm: Onu sevgiyle kuşatan O’dur.

Bu olayda kudret, hikmet, rahmet, ilim ve sanat iç içe işler. Yani Allah’ın isimleri bir senfoni gibi birlikte hareket eder.

  1. Hikmetin Sırrı: Ne Olmazsa Olmaz

Allah bazen verir, bazen vermez. Bazen gösterir, bazen gizler. Bunların hepsi, her şeyi bilen bir zatın sınırsız ilminin gereğidir.

İstediğimiz her şey olsa, biz şımardıkça şımarırdık. Oysa Rezzâk rızkı hikmetle gönderir.

Her hastalık anında geçseydi, sabır ve şifa bilinmezdi. Oysa Şâfi isim olarak ancak dertle birlikte tecelli eder.

Dolayısıyla kâinattaki eksik gibi görünen her şey aslında bir başka ismin sahneye çıkması için bir vesiledir.

SONUÇ VE ÖZET

Allah’ın isimleri, birbirinden bağımsız değil; bir bütünlük ve denge içindedir. Kudret, hikmetle dengelenir; rahmet, adaletle tamamlanır. Allah isterse her şeyi anında yapabilir; ama her şeyi hikmeti gereği zamanında ve yerinde yapar.

Kâinattaki düzen, Allah’ın isimlerinin birlikte tecellisinin bir sonucudur. Her olay, sadece bir ismin değil, birçok ismin birlikte işlemesinden doğar. Bu yüzden insan, olup biten her şeyde sadece sonuçlara değil, arkasındaki hikmete ve isimlere bakmalıdır.

Makale Özeti

Allah’ın isimleri bir uyum ve vahdet içindedir; biri diğerini dışlamaz, tamamlar.

Allah kudret sahibidir ama kudretini hikmetle dengeler.

Şâfi ismiyle şifa verir, ama hastalıklar da Mübtilî isminin tecellisidir.

Her olayda birçok isim birlikte tecelli eder.

Allah her şeyi yapabilir, ama her şeyi en uygun zamanda ve şekilde yapar.

Bu uyum ve denge, Allah’ın yüceliğinin ve birliğinin en büyük delillerindendir.

 

 




Üç Karanlıkta Yazılan Kudret: Ana Rahmindeki Yaratılış Mucizesi

Üç Karanlıkta Yazılan Kudret: Ana Rahmindeki Yaratılış Mucizesi

> “Sizi annelerinizin karınlarında, üç karanlık içinde bir halden başka bir hale çevirerek yaratan O’dur.”
(Zümer Suresi, 39:6)

İnsanın yaratılışı, Kur’ân’ın birçok yerinde mucizevî bir süreç olarak anlatılır. Ancak Zümer Suresi 6. ayet, bu sürecin içyüzüne dair eşsiz bir ifade kullanır: “üç karanlık” (ظُلُمَاتٍ ثَلَاثٍ / zulümâtin selâs). Bu ifade, hem ilmî hem de hikmetli bir tefekkür kapısı aralar. İnsan, görünmezliğin örtüsü altında, sessiz ama sonsuz bir ilim, kudret ve rahmetle şekillenir. Bu yazıda bu ayeti; Kur’an bütünlüğü içinde, hadis perspektifinde ve modern bilimin bulguları ışığında ele alacak; ardından bu büyük yaratılış hakikatinin hikmetli yönlerine odaklanacağız.

  1. Ayette Geçen “Üç Karanlık” Ne Anlama Geliyor?

İslam âlimlerinin çoğu, bu “üç karanlığı” şöyle açıklar:

  1. Karın duvarı (dış karanlık)
  2. Rahim (rahim içi karanlık)
  3. Amniyon zarı ve amniyotik sıvı (iç karanlık)

Bu tabakalar, embriyonun dış dünyadan korunmasını sağlarken, onun Allah’ın izniyle gelişimini sürdürdüğü katmanlardır. Modern anatomi de bu katmanları doğrular:

Periton (karın zarı)

Uterus (rahim)

Amniyon ve koriyon zarları
Embriyo, bu üç tabakanın oluşturduğu fiziki karanlıkta, tamamen ilahi bir programla gelişimini sürdürür. Görünen hiçbir şey yoktur ama kudretin eli her yerde işlemektedir.

  1. Kur’an’da ve Hadislerde Embriyo Yaratılışı

Kur’an-ı Kerim, insanın yaratılış sürecine birçok yerde dikkat çeker:

“Gerçekten Biz insanı bir nutfeden (sperm) yarattık…” (İnsân, 76:2)

“Sonra nutfeyi alaka (embriyo) haline getirdik, alakayı mudğa (bir çiğnem et) haline çevirdik…” (Mü’minûn, 23:14)

Bu ayetler, insanın gelişimini kademe kademe izah ederken, Allah’ın ilmini ve kudretini vurgular.

Hz. Peygamber (s.a.v.) de şöyle buyurur:

> “Sizden birinizin yaratılışı annesinin karnında kırk gün nutfe (döl suyu), sonra kırk gün alaka, sonra kırk gün mudğa olarak sürer. Sonra bir melek gönderilir ve ona ruh üflenir…”
(Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 6; Müslim, Kader, 1)

Hadislerde geçen bu süreçler, bugün embriyolojide bilinen aşamalarla birebir örtüşmektedir.

III. Bilimsel Gerçeklerle Ayetin Buluşması

Modern embriyoloji, ana rahmindeki gelişimi şu aşamalarda tanımlar:

Zigot aşaması (döllenmiş yumurta)

Embriyo dönemi (ilk 8 hafta)

Fetüs dönemi (9. haftadan doğuma kadar)

Bu süreçte embriyo, dış etkenlerden korunmak üzere rahim içi sıvılar ve zarlarla kuşatılır. Gözle görülmeyen bu dünyada, milyarlarca hücre ilahi bir düzenle çoğalır, farklılaşır ve sistemli bir beden oluşturur.

Bilim, bu süreci açıklayabilir; ancak neden bu kadar kusursuz ve bilinçli olduğu sorusuna cevabı yoktur. İşte bu noktada ayet devreye girer: Bu yaratılış ancak her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten bir Rabbin eseri olabilir.

  1. Üç Karanlık İçinde Yazılan Bir Kader

Bu ayet, sadece fiziki bir olayı anlatmakla kalmaz; aynı zamanda tefekkür ve iman boyutu taşır.

Karanlık, bilinmezliği simgeler. İnsan ne olduğunu bilmeden şekillenir.

Rahmet, gizlilikte işler. Allah, görünmez ellerle en mükemmel sanatını icra eder.

İrade yoktur, teslimiyet vardır. Cenînin hiçbir dahli yoktur, her şey onun için yapılır.

Bu durum, insanın hem acizliğini hem de Allah’ın sonsuz rahmetini ve ilmini gösterir. O halde insan, yoktan var edildiğini unutmamalı, kibirden sakınmalıdır.

  1. Hikmetli Bir Bakış: Neden Karanlıkta?

İnsan karanlıkta yaratılır. Çünkü:

Karanlık mahremdir. İlahi sırların en büyükleri gözden uzak işlenir.

Karanlık korunmadır. Rahim, dünyaya hazır olmayan varlığı muhafaza eder.

Karanlık tefekkürdür. Görmeyen göz kalp ile görmeye başlar.

Ana rahmindeki bu “karanlık terbiye”, hayatın her anında insanın karşılaşacağı imtihan karanlıklarını da simgeler: Bilinmezlik, yalnızlık, sabır, umut… Ve o karanlıklar da doğum gibi bir aydınlığa gebedir.

SONUÇ VE ÖZET

Zümer Suresi 6. ayette geçen “üç karanlık”, hem ilmî hem de manevî açıdan büyük sırlar barındırır. Allah, görünmeyen bir ortamda, sessiz ama kusursuz bir şekilde insanı şekillendirir. Bu yaratılış süreci, Kur’an ve hadislerde detaylı biçimde anlatılmış, modern bilimle de doğrulanmıştır.

Karanlık burada sadece fiziksel bir örtü değil; aynı zamanda Allah’ın kudretini, insanın aczini ve yaratılış sırrını temsil eder. Bu ayet, insanın nereden geldiğini ve kime ait olduğunu unutmaması için derin bir uyarıdır.

Makale Özeti

Zümer 6. ayetteki “üç karanlık”, rahim içi tabakaları ifade eder.

Kur’an ve hadisler insanın yaratılış sürecini aşama aşama anlatır.

Bilimsel veriler, bu süreçlerin fiziki karşılıklarını doğrular.

Karanlık, sadece biyolojik değil; aynı zamanda ruhî ve hikmetli bir temsildir.

Bu ayet, Allah’ın kudretini ve insanın aczini derin biçimde gösterir.

 

 




Salât-ı Muhammediyye: Nurdan Bir Köprü, Rahmetten Bir Yolculuk

Salât-ı Muhammediyye: Nurdan Bir Köprü, Rahmetten Bir Yolculuk

> “Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber’e salât ederler. Ey iman edenler! Siz de ona salât edin ve tam bir teslimiyetle ona selâm verin.”
(Ahzâb, 56)

  1. Göklerin Gündemi: Salât

İnsanoğlunun gündeminde dünya meseleleri vardır;
Ama semânın gündeminde Peygamber vardır.

Allah, Peygamber’ine salât etmektedir.
Melekler, Efendimiz’e salât etmektedir.
Ve mü’minlerden istenen şey;
bu ilâhî ve melekî zikir halkasına katılmalarıdır.
Bir nevi, yeryüzünden gökyüzüne bir rahmet akışına dâhil olmaktır.

Salât, sadece bir duâ değildir.
Bir bağlılık, bir bağlılık ilanı,
bir bağışlanma vesilesi,
ve en önemlisi de, rahmet kapılarını açan bir anahtardır.

  1. Salâtın Manası: Bir Aşkın ve Sadakatin Lisanı

Salât, Arapçada “dua”, “rahmet” ve “övgü” anlamlarını taşır.

Allah’tan salât, rahmettir.

Meleklerden salât, istiğfardır.

İnsanlardan salât, bağlılık ve duadır.

Bir müminin “Allâhümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed…” demesi,
sadece dilin bir zikri değil;
kalbin bir secdesidir.

  1. Salât Getirmeyen Cimridir

> “Yanında benim adım anılıp da bana salât getirmeyen kişinin burnu sürtünsün.”
(Tirmizî)

“Gerçek cimri, ismim anıldığı hâlde bana salât etmeyendir.”
(Nesâî)

Peygamber Efendimiz’e salât getirmemek,
vicdanın körelmesi,
şükrün terk edilmesi
ve rahmet vesilesine sırt çevirmek demektir.

O ki, ümmeti için gece boyu secde etmiş,
taşlanmış ama beddua etmemiş,
dişleri kırılmış ama merhametini kaybetmemiştir…

O’na bir salât çok mudur?

  1. Salâtın Sırrı: Kalpte Huzur, Hayatta Nûr

> “(Ey Peygamber) Onlar için salât et. Doğrusu senin salâtın onlar için bir huzur ve güvendir.”
(Tevbe, 103)

Efendimiz’in bizlere ettiği salât,
ruhumuz için bir sükûn,
gönlümüz için bir emniyettir.
Onun salâtı bize ulaştıkça,
günahlarımız dökülür,
gönlümüz yıkanır,
şeytan uzaklaşır.

Biz ona salât ettikçe,
O da bizim için Allah’a niyaz eder.
Yani bu bir karşılıklı rahmet dairesidir.

  1. Salâtın Melekûti Boyutu: Karanlıklardan Aydınlığa

> “O Allah ki, karanlıklardan aydınlığa çıkarmanız için melekleriyle birlikte size salât eder.”
(Ahzâb, 43)

Bu ayet, salâtın bir tek yönlü ibadet değil, çok boyutlu bir nur transferi olduğunu gösterir.

Allah’tan salât: Rahmet

Meleklerden salât: Yardım

Peygamber’den salât: Şefaat

Müminin salâtı: Tevessül ve vuslat

İşte bu dairede, her salavat bir nur olur.
Karanlık kalpler, bu nurla aydınlanır.
Zulmet dolu çağlar, bu isimle nurlanır.

  1. Salât, Ümmetin Birlik Dili

Farklı coğrafyaların, farklı dillerin, farklı renklerin ortak zikridir salât-ı şerife.
Ne zaman ki, “Allahümme salli alâ Muhammedin…” denir,
her dilde aynı muhabbet,
her kalpte aynı nur parlar.

Bu ümmetin birlik bağlarından biri,
Resûl’e salâttır.
Çünkü salât, kalpleri Resûl’ün kalbine bağlar.

Sonuç: Salât, En Yüksek Şükürdür

O (s.a.v) bizim için ağladı,
biz onun ümmeti olalım diye yaşadı.
Ona her salât,
bir teşekkürdür.
Bir sevgi ilanıdır.
Bir aidiyet yeminidir.
Ve Allah’a giden yolun ışıklarıdır.

ÖZET:

Peygamber Efendimiz’e salât ve selâm getirmek, Allah’ın ve meleklerin de iştirak ettiği kutsal bir zikirdir.

Salât, rahmet, dua, bağlılık ve muhabbetin dilidir.

Salât getirmemek, hadislerde “cimrilik” ve gaflet olarak tanımlanmıştır.

Salât; kalbe huzur, hayata nûr ve günaha kefaret getirir.

Ümmetin birliğini ve kalplerin Resûl’e bağlılığını ifade eder.

Her salât, insanı Allah’a yaklaştıran bir merdivendir.

 

 




Fuhşun Gölgesinde Kapanan Dünya: İbretlik Bir İfşa ve İlâhî Uyarı

Fuhşun Gölgesinde Kapanan Dünya: İbretlik Bir İfşa ve İlâhî Uyarı

  1. Adem’den Epstein’e: Avret Yerlerinin Açılmasından Mahremiyetin Soyulmasına

Hz. Âdem’in cennetten çıkarılışına sebep olan olay, Kur’an’da açıkça anlatılır:

> “Derken o ağaçtan yediler; kendilerine avret yerleri göründü…” (A’râf, 7/22)

İlk günah, avretin açılmasıyla görünür olmuş; mahremiyetin ihlâli, insanlığın dünya serüvenini başlatan en temel kırılmalardan biri olmuştur. Bu sembolik hakikat, bize şunu gösteriyor: İnsanın düşüşü, fuhşun başlamasıyla başlar.

Tarihin farklı evrelerinde olduğu gibi, bugün de şeytani akıllar insanlığı mahremiyetinden kopararak tahakküm altına alıyor. Bu noktada modern dünyanın “yasak ağacı” ise; ekranlarda, sosyal medyada, eğlence sektöründe, moda dünyasında ve daha kötüsü, organize edilen fuhuş çetelerinde karşımıza çıkıyor.

  1. Fuhşun Silahlaştırılması: Küresel Ajanlık ve İstihbarat Oyunu

Günümüzün en çok tartışılan isimlerinden biri olan Jeffrey Epstein, sadece bir ahlaksız milyoner değil; aynı zamanda uluslararası bir istihbarat ağına çalışan karanlık bir aktördü.
Epstein’in özel adasında yaşananlar, herhangi bir rezaletten ibaret değil; dünya düzenini şekillendirmeye çalışan güçlerin bir operasyon sahnesiydi.
Reşit olmayan genç kızlar, zengin ve güçlü insanlara servis edilerek hem günaha batırılıyor hem de kayda alınarak şantaja açık hale getiriliyordu. Böylece;

Devlet adamları,

İş dünyasının devleri,

Bilim çevreleri ve medya patronları,

Hatta bazı dini çevreler bile
ahlaki zafiyetleriyle esir alınıyordu.

Bu sistemin arkasında siyonist akıl, Mossad gibi istihbarat örgütleri ve küresel sermaye yer alıyordu. Epstein’in şaibeli ölümü, bu çürümüş düzenin üzerini örtmek için tasarlanmış bir perdeydi.

  1. “Büyük Bomba”: Elon Musk ve İfşaların Yankısı

Son günlerde Elon Musk’ın açıklaması, sessizliği delen bir yankı oldu:

> “Trump’ın adı Epstein belgelerinde yer alıyor. Asıl sır burada saklı.”

Bu ifade, artık sadece “sapkınlık” ya da “fuhuş” üzerinden değil, dünya siyaseti, medya ve ekonomi üzerinden nasıl bir ahlak dışı kontrol sistemi kurulduğunu da gözler önüne seriyor.

Fuhuş, sadece bireysel bir günah değil; sistematik olarak kullanıldığında bir istihbarat silahına, bir siyasi baskı aracına ve bir sosyal yıkım bombasına dönüşüyor.
Bu sistemin kurucuları ve uygulayıcıları arasında ne yazık ki Yahudi lobileri ve onların etkisindeki istihbarat ağları sıkça yer alıyor. Bu da Kur’an’da geçen şu hakikati hatırlatıyor:

> “Onların çoğunun günah, düşmanlık ve haram yemede yarıştıklarını görürsün…” (Maide, 5/62)

  1. Kapanan Dünya: Mahremiyet Giderse, Bereket Gider

Bu noktada mesele yalnızca ifşa edilen isimler veya medya sansasyonları değil. Esas mesele şudur:

> Mahremiyet kaybolduğunda, insanlık da kaybolur.
Ahlak çöktüğünde, toplum çöker.
Fuhuş yayıldığında, ilâhî gazap yaklaşır.

Kur’an’da, kavimlerin helâk sebeplerine baktığımızda, özellikle Lût Kavmi’nin başına gelenlerin fuhşun normalleşmesiyle bağlantılı olduğu görülür. Epstein ve türevlerinin kurduğu düzen de modern bir Lût kavmidir. Ve bu kavmin sonu, sadece bir şahsın ya da bir adanın ifşasıyla sınırlı kalmaz. Toplumlar susarsa, çöküş ortak olur.

SONUÇ ve ÖZET:

Dünyada kurulan karanlık düzen, sadece ekonomik ya da politik değil, ahlaki temelli bir yıkım planıdır.
Epstein gibi isimler üzerinden;

fuhuş,

şantaj,

istihbarat,

siyaset
bir bütün olarak çalışmakta, küresel aktörler bu yolla kontrol edilmektedir.

Bu sistemin başını çoğunlukla Yahudi asıllı yapılar çekmektedir. Fakat esas mesele ırk değil, bu şeytani aklın insanlığı mahvetme projesidir.

İlk günahın başladığı yerle, bu günün günah sistemleri arasında doğrudan bir paralellik vardır.
Cennetin kapısını avretin açılmasıyla kaybettik; dünya da aynı şekilde kapanmaya doğru ilerliyor.

“Buda geçer ya hu” denilecek bir sabırla değil,

“Bu fitneye dur” denilecek bir ferasetle harekete geçme zamanıdır!

 

 




Temizlenen Kurtulur: Kur’ân’da Tezkiye, Tathir ve Arınmanın Sırrı

Temizlenen Kurtulur: Kur’ân’da Tezkiye, Tathir ve Arınmanın Sırrı

Kur’ân-ı Kerîm, insanı hem yeryüzünün halifesi, hem de nefsin terbiyesine memur bir varlık olarak tanımlar. İnsan fıtraten temiz yaratılmıştır; ancak nefis ve şeytanın iğvâsıyla kirlenmeye açıktır. Bu yüzden Kur’ân’ın ana hedeflerinden biri, insanı arındırmaktır. Bu arınma “tezkiye”, “tathir” ve bunların benzeri birçok kavramla ifade edilir.

Kur’ân, bize temizliğin sadece dışa ait bir uygulama değil, kalp merkezli bir arınma olduğunu öğretir. Çünkü gerçek kir, elbisede değil; kalptedir. Gerçek temizlik, sadece suyla değil; tevbe, takva ve tezkiye ile mümkündür.

  1. Tezkiye (تزكية): Nefsin Arınması ve Yükselmesi

Kelime olarak “tezkiye”, hem temizlemek hem de geliştirmek, bereketlendirmek anlamına gelir. Kur’ân, tezkiyeyi kurtuluşun anahtarı olarak sunar:

> “Nefsini temizleyen (tezkiye eden) gerçekten kurtuluşa ermiştir. Onu kirleten ise ziyan etmiştir.”
(Şems, 9–10)

Bu ayetler, insandaki en büyük savaşın kendi nefsiyle olduğunu gösterir. Dıştaki düşman kolay tanınır, ama içteki nefis daha sinsidir. Tezkiye, bu iç savaşta kalbin zaferi anlamına gelir. Çünkü ancak temizlenen nefis, Allah’a yaklaşabilir.

  1. Tathir (تطهير): Temizleme ve Pak Kılma

“Tathir”, özellikle manevî ve ahlâkî bir temizlik için kullanılır. Allah, Hz. Peygamber’in (s.a.v) ehline hitaben şöyle buyurur:

> “…Allah siz Ehl-i Beyt’ten kiri gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister.”
(Ahzâb, 33)

Bu ayette geçen “yutahhirakum tathîrâ” ifadesi, sadece maddî bir temizlik değil, aynı zamanda ahlâkî ve imânî bir arınmayı da ifade eder. Yani Allah, bazı kullarını seçer, temizler ve saflaştırır.

Tathir, Allah’ın lütfuyla gelir; tezkiye ise kulun gayretiyle kazanılır. İkisi birleşirse, kalp cennete layık hâle gelir.

  1. Kur’ân’daki Müradif Kavramlar ve Yansımaları

Kur’ân’da tezkiye ve tathir ile aynı anlam alanında yer alan başka kelimeler de vardır:

Tahâret (طهارة): Hem beden hem de ruh temizliği.

> “Allah, çokça tevbe edenleri ve çokça temizlenenleri sever.” (Bakara, 222)

Takvâ (تقوى): Arınmanın zirvesidir. Allah’tan sakınmak, günah kirinden korunmak.

Salah / Islah (إصلاح): Bozulanı düzeltmek. Nefsini ıslah eden, toplumunu da ıslah eder.

Zekât (زكاة): Malın temizlenmesi ama aynı zamanda kalbin cimrilikten arınmasıdır.

> “Onların mallarından bir sadaka (zekât) al ki, onunla onları temizleyesin ve arındırasın (tuṭahhiruhum ve tuzakkīhim bihā)…” (Tevbe, 103)

Neden Tezkiye?

Modern dünya, insanı dış görünüşe odaklayan, iç âlemi ihmal eden bir yapıya sahiptir. Makyajlar, markalar, takipçi sayıları… Hepsi dışarıyı parlatır. Ama Kur’ân der ki:

> “O gün ne mal fayda verir ne de evlât. Ancak Allah’a kalb-i selîm (temiz kalp) ile gelenler müstesna.” (Şuarâ, 88–89)

Tezkiye, işte bu kalb-i selîmi inşa eder. Kalbi dünyadan arındırır, Allah’a hazırlar. Her gün yıkanan beden gibi, her an tevbe ve takvâyla yıkanan bir kalp gerekir. Çünkü kirlenen bir ruhun elbisesi beyaz olsa da, hakikat karşısında siyahtır.

Arınmayan Ne Olur?

Arınmayan kişi:

Kalbinde kibir biriktirir.

Amelleri gösterişe dönüşür.

Günahı normalleştirir.

İyiliği basit, kötülüğü sıradan görmeye başlar.

Neticede, kendini tanımaz; Rabbini hiç tanımaz.

Bu yüzden Kur’ân, “kurtuluşa eren” diye tanıttığı kişiyi “tezkiye eden” olarak tanımlar. Tezkiye olmadan kurtuluş yoktur.

Özet:

Bu makalede, Kur’ân’daki tezkiye ve tathir kavramlarının anlamı, önemi ve manevi etkileri ele alınmıştır. Tezkiye; nefsi günahlardan arındırmak, fıtrî saflığa geri dönmek anlamına gelirken, tathir ise Allah’ın seçtiği kulları ilahi temizlikle şereflendirmesini ifade eder. Zekât, tahâret, takvâ ve ıslah gibi kavramlar da bu anlam alanında yer almaktadır. Makalede ayrıca günümüz dünyasının dışa dönük sahte temizlik anlayışına karşı, Kur’ân’ın dahili ve hakiki arınma çağrısına işaret yapılmıştır. Neticede, kalben temizlenenin Allah’a yaklaşabileceği, temizlenmeyenin ise ne dünyada ne ahirette huzur bulamayacağı mesajı verilmiştir.

 

 




Kur’an Yeter Diyenler: Sünnetsiz Din, Ruhsuz Beden Gibidir

Kur’an Yeter Diyenler: Sünnetsiz Din, Ruhsuz Beden Gibidir

“Haberiniz olsun, kişinin rahat koltuğunda otururken kendisine benim bir hadisim ulaştığı zaman ‘Bizimle sizin aranızda Allah’ın kitabı vardır. Onda nelere helâl denmişse onları helâl biliriz. Nelere de haram denmişse onları haram addederiz’ diyeceği zaman yakındır. Bilin ki, Allah rasülünün haram kıldıkları da tıpkı Allah’ın Kur’ân’da haram kıldıkları gibidir.” 
(Ebû Dâvûd, Sünnet 6; Tirmizî, İlim 10),

Bir zaman gelecek, diyor Allah Resûlü (s.a.v), “Kişi rahat koltuğuna kurulacak, önüne bir hadis ulaştığında şöyle diyecek: ‘Bizimle sizin aranızda Allah’ın Kitabı var. Kur’an’da ne helâlse ona helâl deriz, ne haramsa ona haram deriz.’” Ardından şu uyarıyı yapıyor:

> “Dikkat edin! Allah’ın Rasûlü’nün haram kıldıkları da, Allah’ın haram kıldıkları gibidir.”

Bu söz, sadece bir tarihî haber değil; bugün karşımızda duran bir fikrî sapmanın ve dini tahribin erken uyarısıdır. Bugün de aynı sözü farklı tonlarda duyuyoruz:

> “Ben sadece Kur’an’a bakarım.”
“Hadislere gerek yok, din sadece Kur’an’dır.”
“Peygamber de beşerdi, Kur’an’a aykırı söz söylemiş olabilir.”

Bu sözler, ilk bakışta masum ve hatta “Kur’an’a bağlılık” gibi görülebilir. Oysa bu, Kur’an’a değil, Kur’an’ın anlayışına darbe vurmaktır. Çünkü Kur’an bize, Hz. Peygamber’i sadece bir tebliğci değil, aynı zamanda bir öğretici, temsilci, hâkim, müzekkî (arındırıcı), teşri’ ve yaşayan rehber olarak tanıtır:

> “O, kendi hevâsından konuşmaz. Onun söyledikleri ancak vahiydir.” (Necm, 3–4)
“Allah ve Rasûlü bir işe hükmettiği zaman, mü’min bir erkek ve kadının, o işe dair kendi tercihleri olamaz.” (Ahzâb, 36)

Sünnet Neyi Temsil Eder?

Sünnet, Kur’an’ın pratik hayattaki açılımıdır. Kur’an, birçok hükmü özetle sunar, sünnet ise onu yaşanabilir hale getirir. Örneğin:

Kur’an namazı emreder; sünnet, nasıl kılınacağını öğretir.

Kur’an zekâtı emreder; sünnet, oranlarını belirler.

Kur’an haccı emreder; sünnet, uygulamasını gösterir.

Eğer sünnet dışlanırsa, Kur’an muğlaklaşır, uygulama ortadan kalkar. Tıpkı bir haritanın pusulasız okunamaması gibi.

Zararları Neler Olur?

  1. Dini parçalamak: Kur’an ve sünnet birbirinden ayrılmaz. Biri yalnız alınırsa, din yarım kalır. Yarım din ise ya ifrata ya da tefrite sürükler.
  2. Hevâya göre yorum: Sünneti reddedenler, Kur’an’ı da kendi arzularına göre eğip büker. Böylece her kafadan bir “doğru” çıkar; hakikat kaybolur.
  3. İslam birliğinin çözülmesi: Asırlar boyu ümmeti bir arada tutan ortak pratikler (namaz, oruç, ahlak, muamelat) sünnetle şekillenmiştir. Sünnetin reddi, bu birliği paramparça eder.
  4. Modernizm tuzağı: Birçok sünnet karşıtı düşünce, aslında modern akımların (sekülerizm, liberalizm, deizm) din kılığındaki yansımalarıdır. Amaç, dini bireysel, izafi ve hüküm koyamaz hale getirmektir.

Hikmetli Bir Uyarı

Sünneti reddetmek, Allah’ın gönderdiği örnek şahsiyeti devre dışı bırakmaktır. Bu, bir inşaatta ustayı kovmak, sadece projeye bakarak bina yapmaya çalışmaktır. Neticede bina çöker, enkaz altında da imanlar kalır. Unutulmamalıdır ki, sünnetsiz bir din, ruhsuz bir bedendir. Ne yürür, ne konuşur, ne de yaşar.

Özet:

Bu makale, Resûlullah’ın “Bir zaman gelecek, biri hadis duyunca ‘Biz Kur’an’a bakarız’ diyecek” şeklindeki uyarısından hareketle, günümüzde sünnet inkârının artan etkilerini ve zararlarını ele almıştır. Sünnetin, Kur’an’ın hayata yansıması ve uygulanabilir kılınması açısından vazgeçilmez olduğu vurgulanmıştır. Sünnetin dışlanmasının dini parçalayacağı, hevâya dayalı yorumlara yol açacağı ve ümmet birliğini bozacağı belirtilmiştir. Makale, sünnetin İslam’ın yaşanabilir yönü olduğunu hatırlatarak, onunla bağın koparılmasının, dinin ruhunun kaybolmasına sebep olacağını ortaya koymuştur.

 




Zayıf Sözler, Güçlü Hakikatler: Hadislerde Sıhhat ve Mana Meselesi

Zayıf Sözler, Güçlü Hakikatler: Hadislerde Sıhhat ve Mana Meselesi

“Hem her zaîf veya mevzu’ hadîsin manası yanlıştır demek değildir. Belki an’aneli sened ile hadîsiyeti kat’î değildir demektir. Yoksa manası hak ve hakikat olabilir.” 

Zaman zaman halk arasında veya ilmî zeminlerde, “Bu hadis zayıftır” veya “Bu hadis mevzudur” şeklindeki ifadeler işitilir. Hatta bazen bu tarz değerlendirmeler, o sözlerin tümden reddine ya da onunla amel etmeme gibi bir anlayışa yol açar. Fakat hakikate ve adalete uygun bir yaklaşım; hem hadis usulünü, hem de hikmet ölçüsünü göz önüne alan bir bakışı gerektirir.

Zayıf veya mevzu (uydurma) olarak sınıflandırılmış bir hadis, her zaman “manası batıldır” anlamına gelmez. Hadis usulüne göre “zayıf hadis”, rivayet zincirindeki bir zayıflıktan dolayı sabitliği kat’î olmayan bir sözdür. “Mevzu hadis” ise uydurma olduğuna dair açık delil bulunan bir sözdür. Ancak bu iki kavramın muhteva yönüyle hakikat taşıyıp taşımadığını belirlemek, başka bir ilmi ölçüyü gerektirir: Kur’an ve sünnet bütünlüğü içinde mana değerlendirmesi.

Bediüzzaman Said Nursî, bu inceliğe şöyle işaret eder:

> “Hem her zaîf veya mevzu’ hadîsin manası yanlıştır demek değildir. Belki an’aneli sened ile hadîsiyeti kat’î değildir demektir. Yoksa manası hak ve hakikat olabilir.”

Bu söz, hem hadis usulünü hem de manaya dair hikmetli bir bakışı birleştirir. Yani bir sözün senedi (nakil zinciri) zayıf olabilir; fakat manası, Kur’an’a, sahih sünnete ve akl-ı selime uygunsa, o sözde bir hikmet, bir ibret ve bir ders bulunabilir.

Hadis Usulünde Zayıf Hadisle Amel

Hadis usulü alimleri, zayıf hadisle “faziletli ameller” (menâkıb, terğib ve terhib gibi) alanında amel edilebileceğini beyan etmişlerdir. Yeter ki hadis:

Çok zayıf olmasın,

Uydurma olmasın,

Dinin temel hükümlerine aykırı bir anlam taşımasın.

Bu ölçü, zayıf hadislerin büsbütün reddedilmesini değil, onları bağlamına göre değerlendirmeyi öğretir.

Mevzu Hadislerde Mana Araştırması

Mevzu hadislerin durumu daha ciddidir. Ancak burada da dikkat edilmesi gereken nokta, o sözün “uydurulmuş olması”, mutlaka yalan içerdiği anlamına gelmeyebilir. Çünkü kimi zaman, sahabe ya da tabiin büyüklerinden nakledilen hikmetli sözler, zamanla “hadis” zannedilip isnat edilmiştir. Bu durumda, o sözün hakikat değeri, “hadis” olup olmamasından değil, Kur’anî bir ilkeyle uyum içinde olup olmamasından anlaşılır.

Bir Hikmet: Kalbe Giden Yolda İlim ve İrfan

İslam sadece nakille değil, nakli anlayışla da yaşanır. Nakil sağlam olsa da mana sığsa tesiri azalır; fakat mana sahihse ve hikmet taşıyorsa, kalbe işleyebilir. Hadislerin bu yönü, hem ilmî hem de irfânî bir yaklaşımı zorunlu kılar. Zayıf bir söz, Kur’an’da ve sahih sünnetteki büyük bir hakikatin gölgesi olabilir. İşte orada, kalp dikkat kesilmeli; ilim, irfana dönüşmelidir.

Denge: Ne Her Sözü Red, Ne Her Sözü Kabul

Ne her zayıf rivayet hemen “batıldır” diye çöpe atılmalı, ne de her güzel söz hemen “hadistir” diye kabul edilmelidir. Zira adalet, her sözü yerine koymakla mümkündür. Alimler, bu dengeyi yüzyıllar boyunca gözetmiş, hem hadislerin senedini hem de manasını değerlendirmiştir. Bizlere düşen, onların ilmî mirasını hoyratça harcamak değil, hikmetle yaşatmaktır.

Özet:

Bu makalede, hadislerin zayıf veya mevzu olarak nitelendirilmesinin, her zaman muhteva olarak batıl oldukları anlamına gelmediği anlatılmıştır. Hadis usulü çerçevesinde zayıf hadislerle amel edilebileceği yerler belirtilmiş; Bediüzzaman’ın “manası hak olabilir” ifadesi bağlamında, hikmetli ve irfanî bir bakış açısı sunulmuştur. Neticede, hakikatin sadece senette değil, manada da aranması gerektiği; Kur’an ve sahih sünnet ölçüsüyle değerlendirme yapılmasının önemi ortaya konmuştur. Makale, dinî meselelerde denge, ilim ve hikmetle hareket edilmesi gerektiği mesajıyla son bulur.

 

 




Kümese Tilki Bekçi Yapmak: Bir Vebalin Hikâyesi

Kümese Tilki Bekçi Yapmak: Bir Vebalin Hikâyesi

Türkiye’de yapılan yolsuzluklar,rüşvet ve dolandırıcılıklar ve de hırsızlıkları duyup görünce, kümese bekçi yapılan tilkiler aklıma geliyor.
Nede çok tilki varmış.
Olayın birde en önemli boyutu ve vebali; tilkileri o kümeslere bekçi yapanlara, dünya ve ahiret vebal olarak yeter.
İyiki ahiret, sorgu ve sual var.
Allah onlara fırsat vermesin.
Rezil olmaktan daha büyük bir kayıp, haram yiyip haramzade bir evlat yetiştirmekten daha büyük bir kayıp olmaz.
Bilinmelidir ki;Haram yiyenin mutlaka soyunda bir haramzadelik vardır.
Bu bir vakıa ve hakikattir.
Şimdikiler de öncekilerden sirayet ettiği gibi.

********

Kimi zaman haberlerde karşımıza çıkan bir yolsuzluk, duyduğumuz bir rüşvet olayı ya da devletin malını zimmetine geçirenlerin pişkin bakışları içimizi sızlatır. Ardından içimize çöken şu yakıcı düşünce gelir: “Bu kadar tilki nereden türedi? Kim yaptı bu tilkileri bekçi?”

Aslında bu soru sadece bir sitem değil, aynı zamanda bir muhasebe çağrısıdır. Çünkü toplumun malına göz dikenler kadar, onları o mevkilere getirenler de mesuliyet altındadır. Kur’an-ı Kerîm’de Hz. Yusuf’un hikâyesi anlatılırken, onun mali işlerin başına geçmek istemesi örnek verilir. Çünkü o “emîn ve alim” biriydi. Emaneti koruyacak sadakat ve yönetmeyi bilecek hikmete sahipti. Oysa bugün emanetler, ehliyet değil sadakat değil, menfaat ve akrabalık üzerine dağıtılıyor. Böyle olunca da ortaya ne çıkıyor? Bekçi görünümlü tilkiler!

Bu durum sadece bir adaletsizlik ya da ekonomik kriz değil; bir ahlaki çöküşün ve manevi iflasın da habercisidir. Haramla beslenen bir nesil, haramzade bir toplumun mayası olur. Haramla kurulan düzen, çöküşü mukadder olan bir binaya benzer. Zira haram; sadece mideye değil, kalbe, akla, aileye ve nihayet topluma bulaşır. Haram yiyenin duası kabul olmaz, ibadeti tesirsiz kalır, soyuna sirayet eden bir karanlık olur.

Asıl büyük kayıp, lüks arabalarla gezenlerin, milyonluk saatler takanların haberleri değildir. Asıl büyük kayıp, helal kazancın bereketini unutan, çocuğuna haram lokma yediren babadır. Asıl iflas, çocuğuna yolsuzlukla aldığı evi miras bırakırken, kalbine iman, ağzına edep, ruhuna haya bırakmayan anadır.

Ne acıdır ki; haramla büyüyen bir nesil, rüşveti “normal”, yolsuzluğu “beceri”, kul hakkını “kazanç” zanneder hale gelir.
Enes b. Malik (ra) anlatıyor; “Rasulullah (sav)e dedim ki, Ya Rasulallah! Beni duası kabul edilmiş bir kimse kıl”. Bunun üzerine Peygamber (sav) Efendimiz şöyle buyurdu: “Ey Enes! Kazancın helal, temiz kıl ki, duan kabul olsun. Zira kişi ağzına haram lokma götürürse, duası kırk gün kabul olunmaz.” buyurmuştur.
Bu sadece bireysel değil, toplumsal bir felakettir. Çünkü haramla büyüyen her fert, geleceğin bir yöneticisi, öğretmeni, hakimi veya bekçisi olabilir.

İşte tam da burada ahirete iman, bir teselli değil, bir teminat, bir adalet müjdesidir. Çünkü bu dünyada yargılanmayan nice zulüm ve hırsızlık, mahkeme-i kübrada hesabını verecektir. Hiçbir rüşvet orada geçmez. Hiçbir nüfuz, şefaat etmez. Kul hakkıyla gelen, Allah’ın affına mazhar olamaz.

Dua ederiz ki: Allah, bu ümmeti tilkilerin değil, emin ve salih kulların idaresine nasip etsin. Çünkü “Emanet, ehline verilmediğinde kıyameti bekle.” (Buhârî)

Özet:

Bu makalede, toplumda artan yolsuzluk, rüşvet ve hırsızlık olayları birer “tilkinin kümese bekçi yapılması” olarak ele alınmış; bu tür kimseleri o görevlere getirenlerin de ağır bir dünya ve ahiret vebali taşıdığı anlatılmıştır. Haramın bireysel ve toplumsal zararları dile getirilmiş; haram yiyen kimsenin neslinde haramzadelik görülebileceği ifade edilmiştir. Ahiret inancının, dünya adaletinin işlemediği yerde bir teselli değil, mutlak bir hesap günü olduğu hatırlatılmıştır. Son olarak, helal kazancın, emanetin ehline verilmesinin önemi anlatılarak, Allah’tan hayırlı idareciler ve helal rızık ile yetişen bir nesil niyaz edilmiştir.

 

 




Sonsuzlukla Sınanmak: Beşerin İçindeki Gayr-ı Mütenahîlik

Sonsuzlukla Sınanmak: Beşerin İçindeki Gayr-ı Mütenahîlik

“Gayr-ı mütenahî olan beşerin istidadı, gayr-ı mahsur olan âmâl ve müyulatı ve gayr-ı mazbut olan tasavvurat ve efkârı, gayr-ı mahdud olan kuvve-i şeheviye ve gazabiyesidir. “
Muhâkemat. 112

İnsanoğlu: Sınırları Olan Bir Bedende, Sınırsız İstekler

İnsan, yaratılış itibariyle sonlu bir bedene, ama sonsuz bir ruha sahiptir.
Bediüzzaman, bu hakikati çok çarpıcı bir biçimde formüle eder:

İnsan istidat bakımından sonsuz kabiliyetlere açıktır.

Emelleri, arzuları, yönelişleri sayısızdır.

Hayalleri, fikirleri, tasavvurları dizginlenemez.

Şehveti ve öfkesi sınır tanımaz.

İşte bu dört yönüyle insan, iç dünyasında gayr-ı mütenahî (sınırsız) bir varlık gibidir.

Bu Kadar Sınırsızlık Neden?

İnsanın içinde bu kadar sınırsızlık varsa, bu boşuna değildir. Çünkü insan:

Sonsuz bir saadete namzettir.

Ebedî bir hayata çağrılmıştır.

Mutlak bir kemal arayışına yönelmiştir.

Bu sınırsız kabiliyet ve arzular, fani dünyada tatmin bulamaz. Her lezzet geçici, her başarı noksandır. Demek ki bu sınırsız istidatlar, sınırsız bir Zât’a yönelmek için verilmiştir. Yani:

> Gayr-ı mütenahî olan insanın kalbi, ancak Zât-ı Akdes olan Allah ile tatmin olur.

Denge Bozulursa Ne Olur?

İnsanın bu potansiyeli, onu hem en yüksek makama çıkarabilir, hem de en aşağı derekeye düşürebilir.

Akıl, vahiy ile yön bulmazsa; sapkın fikirlerin kölesi olur.

Şehvet ve öfke, sınırlandırılmazsa; zulüm ve fesadın kaynağı olur.

Emeller, ebediyet fikriyle dengelenmezse; dünya hırsına esir olur.

İşte bu yüzden insan, ancak ilahi rehberlik ve nefs terbiyesi ile istikamette kalabilir. Kur’an’ın nurlu düsturları, bu sınırsızlığı faydalı bir kuvvete dönüştürür.

Terbiye Olmamış Kuvvet: Felakettir

İnsanın:

İstidatları eğitilmezse israf olur.

Emelleri kontrolsüz olursa azap olur.

Hayalleri boşlukta savrulursa hezeyan olur.

Şehveti ve gazabı başıboş kalırsa, cinnet olur.

Bu yüzden, beşerî istidadın en büyük nimeti olan özgürlük, ancak ahlâk ve imanla kemale ulaşır.

Sonuç: Sınırsızlık, Sorumluluğu Doğurur

Bediüzzaman’ın bu veciz sözü ile bize der ki:

>Ey insan! Senin içinde sonsuzluğa açılan dört pencere var: Akıl, arzu, hayal ve kuvvet. Onları ya nefsin emrine verir mahvolursun; ya da Allah’ın irşadına teslim eder, sultan olursun.

İnsanın mahiyeti, ebedî saadete uygun, fakat bu saadet ancak nefsini bilen, haddini aşmayan, rehber edinen insanlara mahsustur.

Makale Özeti

Bu makale, Bediüzzaman’ın “beşerin sınırsız istidadı ve arzuları” üzerine olan cümlesi temelinde kaleme alınmıştır. İnsan, iç dünyasında gayr-ı mütenahî özellikler taşır: aklı, arzuları, tasavvurları ve kuvveleri sınır tanımaz. Bu potansiyel, ancak ilahi rehberlikle hayra yönelir. Aksi halde, bu sınırsızlık insanı felakete sürükler. Dolayısıyla insan, sınırsızlığıyla değil; onu terbiye edebilme gücüyle değerlidir.

 

 




Kur’an Kâinatı, Kâinat da Kur’an’ı Tefsir Eder: İki Kitap Arasındaki Muhteşem Tevhid

Kur’an Kâinatı, Kâinat da Kur’an’ı Tefsir Eder: İki Kitap Arasındaki Muhteşem Tevhid

“Nasıl Kur’an’ın bazısı, bazısına müfessirdir; kezalik kâinat kitabı dahi bazı sutûru arkalarındaki sanat ve hikmeti tefsir eder.”
Muhâkemat. 106.

İki Kitap, Bir Hakikat

Cenab-ı Hakk’ın iki büyük kitabı vardır:

  1. Kur’ân-ı Kerîm – Kelam sıfatının tecellisiyle nâzil olmuştur.
  2. Kâinat – Kudret ve irade sıfatının tecellisidir.

Bediüzzaman’a göre bu iki kitap birbirinin aynası, birbirinin dili, birbirinin şerhidir. Kur’an, kâinatı okumayı öğretir; kâinat ise Kur’an’ın mana derinliğini açar. Bu, insana hem akıl hem kalp hem de tefekkürle yol gösteren bir hikmet sistemidir.

Kur’an’ın Ayetleri Birbirini Açtığı Gibi…

Kur’an’ın bazı ayetleri, diğer ayetlerin tefsiri, açıklaması, tamamlayıcısıdır. Bir ayet mecazla ifade eder, bir diğeri hakikate götürür. Biri icmal eder, diğeri tafsil eder. Bu yüzden Kur’an bir bütün hâlinde, iç içe geçmiş bir hakikatler haritasıdır.

Tıpkı bunun gibi, kâinat kitabı da böyledir. Her unsur, diğerine işaret eder, onu açıklar, onun arkasındaki hikmeti gösterir. Atomdan galaksilere kadar her varlık, birbirine bağlıdır ve her biri “Yaratıcı kimdir? Maksat nedir? Neye hizmet eder?” sorularına cevap verir.

Kâinatın Tefsir Edici Dili: Sanat ve Hikmet

Bir çiçeğin biçiminden, bir arının simetrisinden, bir yıldızın rotasından veya bir kar tanesinin geometriğinden, yalnızca fiziksel gerçekler değil; ilahi sanat, ölçü ve maksat okunabilir.

Bir kuşun kanadındaki denge, bir çekirdeğin içindeki plan, bir bebeğin gözlerindeki anlam… Tüm bunlar, “Bu varlıklar kendi kendine olamaz!” dedirtir. İşte kâinatın “tefsir edici dili” budur:
Sanatla tefekkür ettirir, ölçüyle hikmeti bildirir.

Görmenin Değil, Okumanın Önemi

Kur’an gibi kâinat da okunmalıdır. Ama gözle değil, kalple, akılla ve imanla.
Gören çoktur, ama okuyan azdır. Dağlara bakan herkes manzarayı görür, ama “Bu dağlar niçin bu şekilde yaratılmış?” diye soran, hikmete yolculuk eden kişidir.

İşte bu yüzden Kur’an ve kâinatı birlikte okumak, imanın kemali için gereklidir. Biri kelamla, diğeri yaratılışla konuşur. Ve her ikisi de aynı Yaratıcı’yı gösterir.

Birbiriyle Konuşan İki Kitap

Kur’an der ki:

> “Allah her şeyi bir ölçüye göre yaratmıştır.” (Kamer, 49)

Kâinat ise buna şu şekilde cevap verir:

> “Bak! Her canlıda, her gezegende, her hücrede bu ölçü ve düzen açıkça var!”

Kur’an der ki:

> “O ki, gökleri direksiz yükseltti.” (Ra’d, 2)

Kâinat, uzayın sessizliği içinde süzülen gezegenlerle bu ayet-i kerimeyi tefsir eder.

Sonuç: Tefekkürsüz Okuma Körlüktür

Bediüzzaman, Kur’an ile kâinat arasındaki bu tefsirî ilişkiyi görmekle, imanın aklî ve kalbî temellerini kuvvetlendirir.
Bu çağın insanı için esas ihtiyaç, sadece bilgi değil; tefekkürle bilgiye ulaşmak, kâinatı Kur’an gözüyle okumak, Kur’an’ı kâinat diliyle anlamaktır.

İman, yalnız duymakla değil, görmekle; yalnız görmekle değil, okumak ve anlamakla derinleşir. O hâlde ne Kur’an’ı anlamaktan ne de kâinatı okumaktan gaflet edelim.

Makale Özeti

Bu makale, Bediüzzaman’ın “Kur’an’ın bazı kısımları diğerlerini tefsir ettiği gibi, kâinat da bazı hakikatleri sanat ve hikmetle tefsir eder” sözü üzerine kuruludur. Kur’an ve kâinat, Allah’ın iki büyük kitabıdır ve biri lafzî diğeri kevnî birer hakikat kaynağıdır. Her iki kitap da birbirini tamamlar, açıklar ve insanı tefekküre ve imana yönlendirir. Bu makale, özellikle tefekkürle kâinata bakmanın ve Kur’an’la derin anlamları kavramanın ne denli önemli olduğunu vurgular.

 

 




İnsanın Kıymeti Himmeti Kadardır: Zihin, Fikir ve Maksat Üzerine Derin Bir Muhasebe

İnsanın Kıymeti Himmeti Kadardır: Zihin, Fikir ve Maksat Üzerine Derin Bir Muhasebe

“İnsanın zihni ve lisanı ve sem’i cüz’î ve teakubî oldukları gibi fikri ve himmeti dahi cüz’îdir. Ve teakub tarîkıyla yalnız bir şeye taalluk eder ve meşgul kalır.

   Hem de insanın kıymet ve mahiyeti, himmeti nisbetindedir. Himmetin derecesi ise maksat ve iştigal ettiği şeyin nisbetindedir.”
Muhâkemat. 103

Zihin Bir Aynadır, Ama Küçük Bir Ayna

İnsan zihni, kâinatı kuşatacak kadar geniş değildir. Akıl, lisan ve işitme gibi yeteneklerimiz cüz’îdir; yani sınırlı, parçalı ve teakubî işler. Bir anda bütün hakikatleri ihata edemez; ancak bir konudan diğerine geçerek yol alır. Bu sınırlılık, insana acizliğini ve tevazuunu öğretir.

Fakat bu sınırlı zihin, doğru yönlendirilirse büyük neticelere ulaşabilir. İşte burada “himmet” devreye girer.

Himmet: Kalbin İstikameti, Zihnin Pusulası

Himmet, bir meseleye verilen dikkat, değer ve dahili yönelimin adıdır. Bir insan neye gönlünü verir, zihnini ve vaktini neyle meşgul ederse, onun kişiliği de, kıymeti de o şeyle ölçülür.

Eğer birinin bütün gayreti dünyevî menfaatler, geçici zevkler ya da şöhret ve servet gibi aldatıcı hedeflerse; onun mahiyeti de bu aldanış kadar sathî ve değersiz olacaktır.

Fakat eğer bir insanın himmeti, hakkı bilmek, hakikati yaymak, insanlığa fayda sağlamak, Allah’a yakınlaşmak gibi yüce gayelere yönelirse, o kişi kendi kıymetini ebediyet terazisinde yükseltmiş olur.

Meşguliyetin Mahiyeti, Mahiyetin Meşguliyetidir

İnsan zihni aynı anda pek çok şeyi düşünemez. Bu yüzden Bediüzzaman, zihnin “teakubî” yani sıralı olarak düşündüğünü ifade eder. Bu da demektir ki, insan ancak bir şeye yoğunlaştığında verimli olabilir.

O hâlde, zihni neyle dolduracağımız çok mühimdir. Gafletle, boş işlerle, nefsanî arzularla dolu bir meşguliyet, hem kalbi karartır hem de zihni yorar. Oysa hakikatle, marifetle, ibadetle ve hayırla dolu bir meşguliyet; insanı yüceltir, arındırır ve kemale erdirir.

Zihinsel Zenginlik, Maksat Zenginliğidir

Bediüzzaman, insanın kıymetini himmetine, himmetini ise maksadına bağlar. Yani:

Maksat küçükse, himmet küçülür.

Himmet küçükse, fikir sönükleşir.

Fikir zayıfsa, insanın mahiyeti de basitleşir.

Bugün insanlık, bilgi çağının ortasında himmet zaafı yaşıyor. Zihinler dolu ama gayeler yavan. Fikirler çok ama hakikat az. Bu, maksatsızlığın neticesidir. Çünkü maksatsız bilgi, pusulasız bir gemi gibidir; yönü yok, ufku yok, varacağı limanı yoktur.

Sonuç: Neye Himmet Ettiysen, O’sun

Bu derin ve hikmetli bakış bize şunu öğretir: İnsanın değeri, onun zihnindeki ve kalbindeki en büyük meşguliyetin değeriyle ölçülür. Sen Allah’a yakınlık istiyorsan, zihin ve kalp rotanı O’na çevir. Hakikati arıyorsan, himmetini hakikate ver. İnsanlık için fayda istiyorsan, fikrini insanlığa ada.

Bir ömür, neye adandıysa onunla anılır. Zihin bir aynadır; içine koyduğun şey, hayatının sureti olur.

Makale Özeti

Bu makale, Bediüzzaman’ın “İnsanın kıymeti, himmeti nisbetindedir” hakikatine dayanarak, insan zihninin sınırlı yapısını ve yöneldiği şeyle kıymetlendiğini anlatır. Zihinsel faaliyetlerin ancak bir maksada yöneldiğinde anlamlı hâle geldiğini, gayesiz meşguliyetlerin insanı değersizleştirdiğini anlatır. Netice olarak, insanın şahsî kıymetini belirleyen en önemli unsur, kalbin ve zihnin neyle meşgul olduğudur.

 

 




Hakikatin İzinde Bir Yolcu: Muhakkikin Şe’ni ve Zamanın Tuzakları

Hakikatin İzinde Bir Yolcu: Muhakkikin Şe’ni ve Zamanın Tuzakları

“Muhakkikin şe’ni; gavvas olmak, zamanın tesiratından tecerrüd etmek, mazinin a’makına girmek, mantığın terazisiyle tartmak, her şeyin menbaını bulmaktır.”
Muhâkemat. 24

Her çağın kendine has bir rüzgârı, her neslin başka bir zihin kalıbı vardır. Fakat hakikat, zamanın değişimiyle değişmez. Ona ulaşmak için sadece bilgi yetmez; cesaret, sabır ve hikmet de gerekir. Bu zor ve kıymetli vazifeye talip olanlara “muhakkik” denir. Onların hâli, Bediüzzaman Said Nursî’nin Muhâkemat adlı eserinde veciz bir şekilde şöyle tarif edilir:

> “Muhakkikin şe’ni; gavvas olmak, zamanın tesiratından tecerrüd etmek, mazinin a’makına girmek, mantığın terazisiyle tartmak, her şeyin menbaını bulmaktır.”
(Muhâkemat, s. 24)

Bu ifadeyle, bir “hakikat araştırıcısı”nın sahip olması gereken beş temel vasıf sıralanır. Her biri, tefekkür ehli için bir pusula hükmündedir.

  1. Gavvas Olmak: Yüzeyde Kalmayan Derin Dalgıçlar

“Gavvas olmak”, yüzeyde yüzenin değil, derinlere dalan ve oradan inci çıkaran kişinin sıfatıdır. Muhakkik, söylenene değil, söylenmeyen alt anlamlara; görünen değil, gizli sebep ve hikmetlere taliptir. O, zahirî yorumlarla yetinmez; fikir denizine dalarak hakikat cevherini arar.

Tıpkı deniz dibinde saklı bir mercanı bulmak için nefesini tutup karanlığa dalan dalgıç gibi, muhakkik de sabır, cesaret ve ilimle derinlere yönelir.

  1. Zamanın Tesiratından Tecerrüd: Modanın Değil, Marifetin Yolcusu

Çağ, kendi modasını, kavramlarını ve dayatmalarını beraberinde getirir. Fakat hakikat, modaya göre şekil almaz. Muhakkik, zamanın alkışlarını aramaz; zamanın gafletine kanmaz. “Herkes böyle söylüyor” demekle yetinmez, hakikati zamanın dışına çıkararak bakar.

Bu tecerrüd hali, fikrî bağımsızlık ve ilâhî ölçülerle düşünme yeteneğidir. Aksi hâlde, kişi çağının çocuğu olur, hakikatin değil, modanın tercümanı hâline gelir.

  1. Mazinin A’makına Girmek: Geçmişin Derinliğinde Saklı Cevherler

Bugünü anlamak, maziyi doğru okumakla mümkündür. Geçmiş, sadece olaylar yığını değil; ilim, ibret ve hikmetler hazinesidir. Muhakkik, geçmişi kuru nostalji için değil, bugünün yanlışlarını düzeltmek ve yarının inşasını planlamak için araştırır.

Onun bakışı, sadece tarih kitaplarına değil; o kitapların yazıldığı şartlara, zihniyete ve manaya yönelir. Çünkü hakikatin ipuçları, çoğu zaman zamanın katmanlarına gizlenmiştir.

  1. Mantığın Terazisiyle Tartmak: Duygularla Değil Delillerle Konuşmak

İlim adamı için mantık terazisi, duyguların önüne geçmelidir. Bir mesele, “hoşuma gidiyor” diye değil; “delil var mı” diye kabul edilir. Bu, taassuba karşı tedbirdir.

Bediüzzaman burada “mantığın terazisi”ni bir ölçü olarak sunar. Çünkü saf mantık ve sağduyu, fikirleri tartar, duygular değil. Muhakkik, aklı selimle, dengeli bir muhakeme ile hakikati bulmaya çalışır.

  1. Her Şeyin Menbaını Bulmak: Sebeplerde Boğulmayıp Kaynağa Gitmek

Muhakkik, bilgiyi zincirleme takip eder. Bir bilginin kaynağını, doğduğu fikrî iklimi, beslendiği ilke ve inançları araştırır. Yüzeyde kalanla değil, menba ile, yani hakikatin doğduğu yerle ilgilenir.

Bu, bilgiyle yetinmeyip hikmete ulaşma gayretidir. Tıpkı suyun kaynağını arayan bir yolcu gibi, muhakkik de sadece nehrin gürül gürül aktığı yere değil, ilk damlanın düştüğü yere varmak ister.

Sonuç: Muhakkikin Şe’ni, İlimle Hakkı Aramak ve Aydınlatmaktır

Zamanın rüzgârı çoğu kez hakikati örter, ya da eğip büker. Bu çağda hakikati koruyacak olanlar; gavvas gibi derinlere dalan, zamanın tesirinden sıyrılan, geçmişi derinlemesine anlayan, mantığı mihenk taşı yapan ve her bilginin kaynağını arayanlar olacaktır.

Muhakkik; bilgiyle yüklenen değil, hikmetle yoğrulan kimsedir. O, hakikatin hizmetkârıdır. Bilgiyi kutsamaz, hakikati tanır. Onun yolu zordur, yalnızdır; ama sonunda hak ve hakikatle ödüllendirilir.

Makale Özeti

Bu makale, Bediüzzaman’ın “Muhakkikin şe’ni…” vecizesinden yola çıkarak bir hakikat araştırıcısının beş temel özelliğini ele alır: Derinlikli araştırma (gavvaslık), çağın etkilerinden soyutlanma, geçmişin derinliğine inme, mantıklı ve dengeli muhakeme, bilgi ve düşüncenin kaynağını arama. Bu özellikler, bir hakikat yolcusunun rehberidir. Makale, çağın bilgi kalabalığı içinde boğulmadan hakikate ulaşmanın ölçülerini göstermeyi amaçlar.

 

 




Sükût Eden Rüya: Haccın İhmali ve İslâm Dünyasının Çöküşü

Sükût Eden Rüya: Haccın İhmali ve İslâm Dünyasının Çöküşü

“Rüya hacda sükût etti. Çünkü, haccın ve ondaki hikmetin ihmali, musibeti değil, gazap ve kahrı celb etti. Cezası da keffâretü’z-zünub değil, kessâretü’z-zünub oldu. Haccın bahusus taarüfle tevhid-i efkârı, teavünle teşrik-i mesaiyi tazammun eden içindeki siyaset-i âliye-i İslâmiye ve maslahat-ı vâsia-i içtimaiyenin ihmalidir ki, düşmana milyonlarla İslâmı, İslâm aleyhinde istihdama zemin ihzar etti.”
Sünuhat.Rüyanın zeyli.

Bazı rüyalar konuşur, bazıları ise sükût eder. Konuşan rüya hikmettir; susan rüya ise ibrettir. Bediüzzaman Hazretleri, Sünuhat’ta “Rüya hacda sükût etti.” derken, sadece bir manzaranın değil, bir çağın sustuğunu işaret eder. Çünkü hac, sadece bir ibadet değil; aynı zamanda bir ümmet şuuru, siyasi feraset ve içtimaî inkılâp vesilesidir. Onun ihmal edilmesi, sadece bir sevap kaybı değil; bir medeniyetin çöküşüdür.

Haccın Sükûtu: Bir Uyanışın İhmalidir

Hac, İslam’ın beş temel esasından biridir. Lakin o sadece ferdi bir ibadet değil; ümmetin en büyük kongresi, en yüksek meşveret meclisidir. Orada ırklar, milliyetler, sınıflar, diller erir ve yerini tevhid alır. Kâbe etrafındaki saf, siyaset üstü bir kardeşliğin remzidir. Bu büyük sahne, İslam dünyasının yılda bir kez kendine gelme fırsatıdır. Fakat Bediüzzaman’a göre bu büyük fırsat, asırlardır ihmal edilmiştir.

Bu ihmalin bedeli büyüktür. Çünkü:

> “Haccın… içindeki siyaset-i âliye-i İslâmiye ve maslahat-ı vâsia-i içtimaiyenin ihmalidir ki, düşmana milyonlarla İslâmı, İslâm aleyhinde istihdama zemin ihzar etti.”

Yani hac, bir ümmetin farkındalık ve diriliş noktası iken, ümmet gafletle onu sadece bir turistik seyahate, ruhsuz bir merasime indirmiştir. Sonuçta düşmanlar, Müslümanları kendi aleyhlerine kullanma imkânı bulmuştur.

Keffâret Değil, Kessâret: Gazabın Tohumu

Bediüzzaman, burada çok çarpıcı bir kavram kullanır:

> “Cezası da keffâretü’z-zünub değil, kessâretü’z-zünub oldu.”

Yani bu musibet, günahların kefareti değil; günahların çoğalmasına sebep oldu. Çünkü haccın terkinde sadece bir ibadetin değil, bir sistematik çöküşün izleri vardı. Hac yapılırken bile içindeki vahdet, meşveret, ümmet aklı, ortak hedef ve islami siyaset boyutları göz ardı edildi. Sadece taşlar atıldı ama şer güçlere taş atılmadı. Tavaf yapıldı ama hayatın merkezi Allah değil, nefisler oldu. Sa’y edildi ama toplumun sa’yine istikamet verilmedi.

İslam’ın İçtimai ve Siyasi Ruhunun Çöküşü

Hac, ümmeti birleştiren büyük bir potansiyelken, bu potansiyel yüz yıldır atıl durumda kaldı. Her milletten Müslüman bir araya geliyor ama aralarında bir ümmet dili, bir ortak fikir, bir teavün (yardımlaşma), bir planlama yok. Ümmetin anahtarı olan bu ibadet, sadece şahsî bir maneviyat sahasına hapsedildi. İşte bu gaflet, İslam’ın hem içtimai (toplumsal) hem de siyasi damarlarını kuruttu.

Neticede:

Müslümanlar birlik olmayı, müşavereyi, hedef birliğini unuttu.

Hac gibi büyük bir imkan, ümmet için bir uyanış değil, sadece bir tatil molası oldu.

Bu boşlukta, küresel güçler İslam coğrafyasını kendi lehlerine kullandı.

Müslümanlar, Müslümanlara karşı savaştırıldı.

Suskunluk Değil, Sorumluluk

Rüya hacda sustu; çünkü ümmetin sustuğu yerde artık kelimeler yetmez. Fakat bu sükût, ebedi değildir. Bu bir uyarıdır, bir ikazdır. Her Müslüman, bu sessizliğin gür sesini duymalıdır:
Haccı yeniden anlamlandırmak, sadece dini bir görev değil; ümmetin yeniden dirilişi için bir zorunluluktur.

Hac, tekrar:

Ümmetin beyni olmalı.

Ortak kararların, yardımlaşmanın, planlamanın kalbi olmalı.

Birliği inşa eden sütun olmalı.

Özet

Hac, sadece bir ibadet değil; ümmetin siyasi, içtimai ve akidevî birleşim noktasıdır.

Bu yüksek hikmet ihmal edilince, ümmet dağılmış, düşmana hizmet eder hale gelmiştir.

Haccın içindeki tevhid, teavün ve teşrik-i mesai yok sayılınca, musibet değil gazap gelmiştir.

Günahların affı yerine çoğalması (kessâretü’z-zünub) yaşanmış, çünkü fırsat olan hac değerlendirilmemiştir.

Bu çağrının sonu sükût değil, uyanış olmalıdır.