Her Nakışta Kudretin İmzası: Kalem-i Kudretin Sessiz İlânı

Her Nakışta Kudretin İmzası: Kalem-i Kudretin Sessiz İlânı

” Kalem-i kudrette ittihat, tevhidi ilan eder

Eser-i itkan-ı sanat, fıtratın her köşesinde bilbedahe reddeder esbabının icadını.

Nakş-ı kilkî ayn-ı kudret, hilkatin her noktasında bizzarure reddeder vesaitin vücudunu.”
Sözler. Lemaat

Kâinatın sessiz ama etkili dili, tevhidi haykırır. Her varlık, her atom, her canlı; bir sanat eseri gibi nakşedilmiş, bilinçli bir kudretin izlerini taşımaktadır. Bediüzzaman bu ifadelerinde, yaratılışın rastgele sebeplerle değil, doğrudan bir kudret eliyle vücuda geldiğini ilan eder. Bu kudretin birliği, kâinattaki nizamın ve uyumun sırrıdır.

Kudret Kalemi: Tek Bir Elin Yazısı

Bir tabloya bakıldığında onun tek bir ressamın fırçasından çıktığı bellidir. Renklerin uyumu, çizgilerin istikameti ve bütünlüğü, bir elin hakimiyetini gösterir. Kâinat da aynı şekilde, tek bir kalemle yazılmış, tek bir kudretle çizilmiştir. Dağlardaki ihtişam ile bir kar tanesindeki simetri aynı sanatı taşır. Gözdeki retina ile galaksilerdeki düzen aynı ustanın kaleminden çıkmıştır.

İşte bu “kalem-i kudrette ittihat”, yani yaratılış kaleminin birlik içindeki uyumu; açıkça tevhidi ilan eder. Çünkü birliği bozan çokluk, eserde karışıklık doğurur. Oysa bu kâinatta karmaşa değil, mükemmel bir düzen vardır.

İtkan-ı Sanat: Mükemmellik, Sebepleri Reddeder

> “Eser-i itkan-ı sanat, fıtratın her köşesinde bilbedahe reddeder esbabının icadını.”

Bir eserdeki incelik, düzen ve hassas ölçü; onu kör ve şuursuz sebeplerle açıklamayı imkânsız kılar. Mesela bir saat gördüğümüzde, onun arkasında bir saatçi olduğunu kabul ederiz. Çünkü düzen, şuuru gösterir. Akılsız sebeplerin bir araya gelerek mükemmel bir organizma oluşturması, aklen ve ilmen muhaldir.

İnsan vücudu, bir DNA zinciri, bir arı kovanı, bir göz bebeği… Hepsi, kör sebeplerin değil; bilen, gören, hikmetli bir yaratıcının sanatıdır. Sebepler sadece birer perdedir, kudreti gizleyen ama izini belli eden zarif örtülerdir.

Vesait ve Araçlar: Gerçek Fiilin Sahibi Değil

> “Nakş-ı kilkî ayn-ı kudret, hilkatin her noktasında bizzarure reddeder vesaitin vücudunu.”

Nakş yani desen, sadece fırçanın değil; ressamın marifetidir. Fırça ne kadar güzel olursa olsun, aklı ve sanatı yoksa kendi başına bir resim yapamaz. Aynı şekilde kâinattaki vesileler, yani “doğa”, “tabiat kanunları”, “elementler” gibi unsurlar da sadece araçtır. Sanatı yapan, onlara kudret veren Zat’tır.

Bir çiçeğin oluşumunda toprak, su, güneş birer vesiledir. Ama o çiçeğin rengini, desenini, kokusunu bu kör unsurlara vermek, hakiki faile perde çekmektir. Halbuki o nakış, doğrudan kudretin aynasıdır.

Tevhid: Kalplerin Asıl Gıdası

İnsanın kalbi, dağınıklıktan değil; tevhidden gıdasını alır. Çok ilah, çok fail, çok kudret inancı; hem aklı, hem kalbi parçalar. Tevhid ise kalbi birleştirir, aklı nurlandırır, hayatı huzura kavuşturur. Her şeyin tek bir elden geldiğini bilmek; insanı tevekküle, teslimiyete, şükre götürür.

ÖZET:

Bu makale, kâinatta görülen düzen, sanat ve inceliklerin; çokluk ve tesadüflerle değil, bir tek kudretin eseri olduğunu anlatır. Kalem-i kudretin birliği, tevhidi isbat eder. Sanattaki mükemmellik, sebeplerin ve araçların icat edici olmadığını gözler önüne serer. Kâinattaki her nakış, her desen, doğrudan Allah’ın kudretini gösterir. Gerçek fail, her şeyin yaratıcısı olan Yüce Allah’tır. Tevhid, sadece itikadî bir mesele değil, aynı zamanda kalbin huzurunun, aklın istikametinin ve ruhun selametinin kaynağıdır.




Cismin Ötesindeki Gerçeklik: Vücuda Dair Derin Bir Hakikat

Cismin Ötesindeki Gerçeklik: Vücuda Dair Derin Bir Hakikat

“Vücud, âlem-i cismanîde münhasır değil 

   Vücudun hasra gelmez muhtelif envaını, münhasır olmaz, sıkışmaz şu şehadet âleminde.

   Âlem-i cismanî bir tenteneli perde gibi şule-feşan gaybî avâlim üzerinde.”
Sözler. Lemaat.

İnsanoğlu varlığı çoğu zaman yalnız gördüklerinden, dokunduklarından, ölçüp biçebildiklerinden ibaret saymıştır. Oysa varlık, sadece maddede değil; maddenin ötesinde, gaybî âlemlerde, nuranî hakikatlerde de mevcuttur. Varlığı sadece cismanî âleme hapsetmek, gökyüzünü sadece bulutlardan ibaret saymak gibidir.

Cismanî Âlem: Tenteneli Bir Perde

Bediüzzaman’ın veciz ifadesiyle, bu cismanî âlem; “şule-feşan gaybî âlemler” üzerine gerilmiş bir “tenteneli perde”dir. Yani içinden nur sızan, ardında büyük hakikatler saklayan ince ve şeffaf bir örtüdür.

Her şeyin görüneni, arkasında görünmeyen bir hakikate işaret eder. Gözümüzle bir çiçeği görürüz; ama kokusu, hayatı, estetik mânâsı, fizik ötesi bir vücudun tezahürüdür. Rüzgârı hissederiz; ama kendisini göremeyiz. Aynı şekilde insanın ruhu, meleğin varlığı, kaderin dokunuşu, ilhamın gelişi hep bu gaybî âlemlerin cilveleridir.

Vücudun Türleri ve Genişliği

> “Vücudun hasra gelmez muhtelif envaı…”

Varlık denildiğinde yalnız maddî cisimler değil; mana, nur, hayal, ruh, melekût, emir, kudret, irade gibi çok katmanlı varlık seviyeleri de kast edilir. Allah’ın kudreti ve ilmi, varlık âlemini yalnızca üç boyutlu fiziksel yapılarla sınırlamamıştır.

Nasıl ki görünmeyen elektromanyetik dalgalarla dijital bilgiler havada dolaşıyor ve bunlar cihazlarla yakalanabiliyorsa; gayb âlemleri de kalp, akıl ve ruh gibi manevî cihazlarla hissedilir.

Zahiri Görüp Batını Unutan Modern İnsan

Modern insan, mikroskobu ve teleskopu büyüttükçe ruh aynasını küçültmüştür. Maddenin derinliklerine daldıkça, manayı yitirmiş; görmeyi çoğaltıp hissetmeyi unutmuştur. Oysa gerçek vücut, yalnız elle tutulanda değil; hissedilende, düşünülen ve sezilendedir.

Cisimle sınırlandırılan bir varlık anlayışı, insanı da basite indirir. Ruhunu, kalbini, maneviyatını yok sayar. Oysa insan “eşref-i mahlûkat” olarak, hem cismanî hem ruhânî boyutta yaratılmıştır.

Gayb Âlemi: İnançla Görülen Bir Varlık Katmanı

Gayb, yani gözle görülmeyen âlem, inkâr değil; imanla hissedilen bir hakikattir. Melekler, ruhlar, cinler, cennet ve cehennem gibi unsurlar, bu geniş varlık âleminin içinde yer alır. Kur’ân’ın en başında müminleri tarif ederken şu ifade kullanılır:

> “Onlar gayba iman ederler…” (Bakara, 3)

İşte bu iman; insanı sıradan bir canlı olmaktan çıkarır, vücudu âlem-i şehadetin ötesine taşıyan bir anlayışla donatır.

Varlığın Gerçek Sırrı: Allah’ın Kudreti ve İlmindedir

Cismanî âlem, Allah’ın kudret kitabının bir sayfasıdır. Ama bu kitap, tek bir boyuttan ibaret değildir. Onun gaybî sahifeleri, emir ve irade sıfatlarıyla var edilmiş diğer varlık mertebeleriyle doludur.

Hakiki vücut; hem şehadet âleminde görülen, hem de gayb âleminde sezilen varlıklarda tecelli eder. İnsanın yaratılış sırrı da, bu çok katmanlı varlık ağını fark etmesi ve ona göre yaşamasıdır.

ÖZET:

Bu makale, vücudun sadece cismanî varlıklarla sınırlı olmadığını; gaybî âlemlerin, manevî hakikatlerin ve ruhânî boyutların da varlığın önemli katmanları olduğunu ifade eder. Cismanî âlem bir perdedir; ardında nuranî hakikatler saklıdır. Modern insanın yalnız maddeyle sınırlı bakışı, hakiki vücudu anlamaktan uzaktır. Varlığın genişliği, ancak iman ve hikmetle kavranabilir. Gerçek vücut, görünenin ötesinde, hissedilenin derinliğindedir.

 




Toplumun Ruh Haritası: Adalet, Merhamet ve Mizan Üzerine

Toplumun Ruh Haritası: Adalet, Merhamet ve Mizan Üzerine

“Bir kısım desatir-i içtimaiye 

   İçtimaî heyette düsturları istersen: Müsavatsız adalet, önce adalet değil. Temasülse tezadın mühim bir sebebidir.

   Tenasüpse tesanüdün esası. Sıgar-ı nefistir tekebbürün menbaı. Zaaf-ı kalptir gururun madeni. Olmuş acz, muhalefet menşei. Meraksa ilme hocadır.

   İhtiyaçtır terakkinin üstadı. Sıkıntıdır muallime-i sefahet. Demek, sefahetin menbaı sıkıntı olmuş. Sıkıntı ise madeni: Yeisle sû-i zandır,

   Dalalet-i fikrîdir, zulümat-ı kalbîdir, israf-ı cesedîdir.”
Sözler. Lemaat

Toplum bir bedendir. Her ferd onun bir azasıdır. Kalp hastaysa beden hasta olur, akıl dağınıksa istikamet bozulur. Toplumların çözülmesinin ardında ahlâkî ve fikrî dejenerasyonlar olduğu gibi; adaletsizlik, tekebbür, israf ve yeis gibi görünmez marazlar da içtimâî felaketlerin başlıca sebepleridir.

Bediüzzaman Hazretleri, bu metninde bize içtimâî hayata dair hikmetli düsturlar verir. Her bir cümle, günümüz toplumlarının yaşadığı krizlere ayna tutar niteliktedir.

Adalet, Eşitlik ve Denge Arasındaki İnce Çizgi

> “Müsavatsız adalet, önce adalet değil.”

Adalet, herkese aynı şeyi vermek değil; herkese hak ettiğini vermektir. Eşitlik (müsavat), çoğu zaman adaleti maskeleyebilir. Eşitliğin adalet zannedilmesi, güçlüye alan açarken zayıfı ezer. Nitekim bir öğretmene, bir öğrenci kadar söz hakkı tanımak eşitliktir, ama adalet değildir.

> “Temasülse tezadın mühim bir sebebidir.”

Her şeyi birbirine eşitlemek, zıddiyet doğurur. Kadınla erkeği, gençle yaşlıyı, işçiyle patronu tamamen aynılaştırmak adaleti değil, çatışmayı doğurur. Çünkü fıtrat farklılığı inkâr eden sistem, ruhlarda baskı üretir.

Kibir, Gurur ve Zaafın Anatomisi

> “Sıgar-ı nefistir tekebbürün menbaı. Zaaf-ı kalptir gururun madeni.”

Kibir, güçlü olmaktan değil; nefsi küçük ve ruhu zayıf olmaktan kaynaklanır. Gerçek büyüklük, tevazu ile yükselir. Gurur ise kalbin zaafından neş’et eder. Kalbi iman ve şefkatle dolu olan insan, başkasına karşı üstünlük taslamaz. Zira bilir ki üstünlük, takvada ve güzel ahlaktadır.

> “Olmuş acz, muhalefet menşei.”

Kendini yetersiz gören, kendi iç âleminde acz hisseden kişi, bu yetersizliğini örtmek için muhalefet ederek dikkat çekmeye çalışır. Bu da cemiyette fitne ve çatışmaya yol açar.

İlerleme, İhtiyaç ve Merakla Başlar

> “Meraksa ilme hocadır. İhtiyaçtır terakkinin üstadı.”

Merak bir ilim tohumu, ihtiyaç bir terakki motorudur. İnsan bilmediğini sormakla öğrenir, ihtiyacını karşılamak için çalışmakla ilerler. Bugün ilim ve teknoloji yolculuğunda yükselen her toplumun arkasında, bu iki dinamik vardır: Merak ve ihtiyaç.

Ancak bu iki değer, faydalı ilim ve helal rızık peşinde koşmakla anlam kazanır. Yoksa merak, malayaniye; ihtiyaç da israfa dönüşür.

Sıkıntının İki Yüzü: Terakki mi Sefahet mi?

> “Sıkıntıdır muallime-i sefahet. Demek sefahetin menbaı sıkıntı olmuş.”

Sıkıntı iki kapı açar: Ya sabırla terakki, ya da gafletle sefahet. Sıkıntıya sabırla mukabele edilirse insan olgunlaşır, ruhta derinlik kazanır. Ama sabırsızlık ve boşlukla birleşirse bu sıkıntı, eğlenceye, sefahate, uyuşmaya ve israfa dönüşür. Bugün modern hayatın boşluklarında boğulan gençlik, bu hakikatin canlı bir örneğidir.

Sefahatin Gizli Kökleri: Yeis, Zanda Bozulma ve İsraf

> “Sıkıntı ise madeni: Yeisle sû-i zandır, dalalet-i fikrîdir, zulümat-ı kalbîdir, israf-ı cesedîdir.”

Sefahat, yüzeyde bir eğlence gibi görünür. Ama derininde ümitsizlik (yeis), kötü zan (sû-i zan), fikrî sapma (dalalet), kalbî karanlık (zulümat) ve bedenin israfı (boş zevkler) vardır. İnsan bu girdapta hem dünyasını hem âhiretini ziyan eder.

Bu zincir, günümüz toplumlarında hızla yayılıyor. Ruh boşlukları, sosyal medyada tüketilen hayatlarla, anlamsız gösterilerle ve dijital sefahetle doldurulmaya çalışılıyor. Ama hakiki huzur, sadece iman, ibadet, adalet ve fıtratla barışmakla bulunur.

ÖZET:

Bu makale, Bediüzzaman’ın içtimâî düsturları ışığında, toplumun bozulma ve diriliş unsurlarını analiz etmektedir. Gerçek adaletin eşitlik değil, hikmetli denge ile sağlanacağı; kibir ve gururun zaaflardan doğduğu; ilerlemenin merak ve ihtiyaçla mümkün olduğu anlatılmıştır. Sıkıntı ise sabırla terakkiyi, gafletle sefaheti doğurur. Sefahatin kökleri ise ümidsizlik, kötü zan, kalp karanlığı ve bedenin israfıdır. Çözüm; iman, adalet, ahlâk ve hikmete dayanan bir içtimâî inşadır.

 

 




Kadının Yuvası: Hürmetin, İffetin ve Şefkatin Kalesi

Kadının Yuvası: Hürmetin, İffetin ve Şefkatin Kalesi

“Kadınlar yuvalarından çıkıp beşeri yoldan çıkarmış, yuvalarına dönmeli 

اِذَا تَاَنَّثَ الرِّجَالُ السُّفَهَاءُ بِالْهَوَسَاتِ

اِذًا تَرَجَّلَ النِّسَاءُ النَّاشِزَاتُ بِالْوَقَاحَات ِ

   Mimsiz medeniyet, taife-i nisayı yuvalardan uçurmuş, hürmetleri de kırmış, mebzul metaı yapmış. Şer’-i İslâm onları

   Rahmeten davet eder eski yuvalarına. Hürmetleri orada, rahatları evlerde, hayat-ı ailede. Temizlik ziynetleri.

   Haşmetleri, hüsn-ü hulk; lütf-u cemali, ismet; hüsn-ü kemali, şefkat; eğlencesi, evladı. Bunca esbab-ı ifsad, demir-sebat kararı

   Lâzımdır tâ dayansın. Bir meclis-i ihvanda güzel karı girdikçe riya ile rekabet, hased ile hodgâmlık debretir damarları!

   Yatmış olan hevesat, birdenbire uyanır. Taife-i nisada serbestî inkişafı, sebep olmuş beşerde ahlâk-ı seyyienin birdenbire inkişafı.

   Şu medeni beşerin hırçınlaşmış ruhunda, şu suretler denilen küçük cenazelerin, mütebessim meyyitlerin rolleri pek azîmdir hem müthiştir tesiri.

   Memnû heykel, suretler: Ya zulm-ü mütehaccir ya mütecessid riya ya müncemid hevestir. Ya tılsımdır, celbeder o habîs ervahları.”
Sözler.lemaat

Tarih boyunca kadının yeri, toplumu ya yükseltmiş ya da çökertmiştir. Çünkü kadın, yalnızca bir fert değil, bir milletin mayası, bir medeniyetin ana rahmidir. Bediüzzaman Hazretleri, “taife-i nisâ” yani kadın topluluğunun fıtrî vazifelerinden çıkıp taklitçi, süflî ve sathî bir medeniyetin oyuncağı haline gelmesini, beşerin çöküşüyle doğrudan irtibatlandırır.

Kadının Yuvası Neresidir?

Yuva; hürmetin, şefkatin, merhametin ve sadakatin harman olduğu yerdir. İslam, kadına bu yuvayı bir hapis değil, izzet ve emniyet kalesi olarak sunar. Kadını mescide değil, pazara değil, sahneye değil; ailenin kalbine yerleştirir. Çünkü onun asıl değeri dışarıda rekabetle değil, içeride rahmetle ortaya çıkar.

> “Hürmetleri orada, rahatları evlerde, hayat-ı ailede.”

Bediüzzaman, kadının hakiki saadetini ve vakarını, eviyle, çocuklarıyla, eşine ve ailesine olan şefkatiyle tanımlar. Modern çağın “özgürlük” dediği şey ise çoğu zaman, kadını vazifesizleştirerek değersizleştirmektir.

Mimsiz Medeniyetin Tuzağı: Kadının Süs Eşyasına Dönüşmesi

> “Mimsiz medeniyet, taife-i nisayı yuvalardan uçurmuş, hürmetleri de kırmış, mebzul metaı yapmış.”

Bugünkü reklamlar, vitrinler, ekranlar bunun acı şahididir. Kadının iffeti yerine bedeni, şefkati yerine arzusu, şahsiyeti yerine görünüşü öne çıkarılmakta. Bu da onu saygı duyulan bir varlık olmaktan çıkarıp, kullanılabilir bir meta hâline getirmektedir. Hürmetin yerini şehvet, zarafetin yerini yüzeysellik almıştır.

Kadın Edebi Terk Edince Erkek Aklını Yitiriyor

> “Bir meclis-i ihvanda güzel karı girdikçe riya ile rekabet, hased ile hodgâmlık debretir damarları.”

Kadınlar ölçüsüz bir serbestliğe kavuştuğunda, bu yalnız onları değil, erkekleri de ifsad eder. Çünkü erkek, kadının iffetiyle yücelir, hayasızlığıyla düşer. Kadının uyanan hevesi, erkeğin uyuyan nefsini harekete geçirir. Neticede toplum, bir şehvet anarşisiyle karşı karşıya kalır.

Bugün sosyal medyada, televizyon dizilerinde, reklamlarda bu gerçeğin acı bir tezahürünü görüyoruz. Kadının ziynet ve güzelliği, mahremiyet dairesinden çıkarılıp teşhire döndüğü an, aile çözülür, nesil çürür, ruh bunalır.

İslâm Kadına Ne Veriyor?

İslam, kadına yüzyıllar önce izzetli bir mevkî, mahremiyet içinde bir şahsiyet, iffetle yoğrulmuş bir özgürlük vermiştir. Modern dünyanın teklif ettiği “özgürlük”, kadını daha çok çalıştıran, daha çok sömüren, daha çok vitrinleştiren bir zincirdir.

> “Şer’-i İslâm onları rahmeten davet eder eski yuvalarına.”

Bu davet bir hapis değil, şefkatli bir kucaktır. Çünkü kadın, ailesinde sultan; toplumda da şerefin taşıyıcısıdır. Eğer kadın yuvasında vakarını, haya ve iffetini korursa, bu beşerin ruhunu da teskin eder.

Kadının Fıtratına Uygun Hayat: Şefkat ve İffet

Kadının süsü makyaj değil, temizliktir. Haşmeti gösteriş değil, ahlaktır. Eğlencesi dışarısı değil, evladıdır. Kadın; evinin nuru, kocasının huzuru, çocuğunun duasıdır. Onun vakar ve iffeti korunursa, toplum da korunur.

ÖZET:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin kadınlar hakkındaki tesbitleri ışığında, modern çağın kadına biçtiği yapay rol ile İslâm’ın kadına verdiği asli mevki mukayese edilmiştir. Mimsiz medeniyetin kadını yuvadan çıkararak, onu bir meta haline getirdiği; bunun da beşerin ruhunu ifsat ettiği anlatılmıştır. Kadının gerçek izzet ve hürmetinin, yuvada, ailede, mahremiyet dairesinde olduğu belirtilmiş; İslâm’ın bu konuda sunduğu merhametli ve fıtrî davet yeniden hatırlatılmıştır. Sonuç olarak, kadının yuvasına dönmesi, yalnızca kadının değil, toplumun da selâmeti için zaruridir.

 

 




RİBA: BİR UYGARLIK YALANI VE FELAKETİN KÖKÜ

RİBA: BİR UYGARLIK YALANI VE FELAKETİN KÖKÜ

“Riba, İslâm’a zarar-ı mutlaktır 

   Riba atalet verir, şevk-i sa’yi söndürür. Ribanın kapıları hem de onun kapları olan bu bankaların her

   Dem nef’i ise beşerin en fena kısmınadır, onlar da gâvurlardır. Gâvurlardaki nef’i en fena kısmınadır, onlar da zalimler. Her

   Dem zalimlerdeki nef’i en fena kısmınadır, onlar da sefihlerdir. Âlem-i İslâm’a bir zarar-ı mutlaktır. Mutlak beşer her

   Dem refahı, nazar-ı şer’îde yoktur; zira harbî bir gâvur hürmetsiz, ismetsizdir; demi hederdir her

   De………m.”
Sözler. Lemaat

Faiz, insanlığın değil, sefihlerin menfaatinedir.

Dünya, refah yalanlarıyla dönen ama acı gerçeklerle çürüyen bir medeniyetin pençesindedir. Bu medeniyetin temel taşlarından biri ise riba, yani faiz sistemidir. Bediüzzaman Hazretleri bu noktada çok net bir teşhis koyar:

> “Riba, İslâm’a zarar-ı mutlaktır.”

Bu kısa ama sarsıcı cümle, yalnızca ekonomik bir tesbitten ibaret değildir. Riba, yalnızca parayla ilgili değil; ahlâk, toplum, ruh, niyet ve insanlıkla ilgilidir. Faiz, sadece cüzdana değil, kalbe de zarar verir. Şimdi bu tesbiti biraz daha derinlemesine açalım.

Faiz: Emeksiz Kazancın İlahlığı

Riba, yani faiz; çalışmadan kazanma arzusunun sistemleşmiş hâlidir. Emek yok, risk yok, üretim yok… Sadece para üzerinden para kazanmak. Bu ise Kur’ân’ın “Allah faizi mahveder, sadakaları bereketlendirir” (Bakara, 276) fermanına açık bir meydan okumadır.

Faizli sistem, insanın şevkini kırar, çalışmanın manasını yok eder, emeğin değerini düşürür. Bediüzzaman’ın ifadesiyle:

> “Riba atalet verir, şevk-i sa’yi söndürür.”

Yani faiz, toplumu çalışmaya değil; tembelliğe, spekülasyona, vurgunculuğa, asalaklığa sevk eder. Üreten değil, oturan; emek veren değil, sömüren kazanır. Bu ise İslâm ahlâkına, adaletine ve iktisadına zıttır.

Faiz Kimin Yararınadır?

Bediüzzaman, faizin kazandırdığı sınıfı da sorgular:

> “Ribanın her dem nef’i, beşerin en fena kısmınadır.”

Faizli sistemden kimler faydalanır? Genelde gâvurlar; onların içinde ise zalimler; onların içinde de en çok sefihler. Yani bu sistemin ucu, ahlâksız zenginliğe, lüksiyete, israfa çıkar. Bu yüzden faiz, sadece ekonomik bir mesele değil; ahlâkî ve medenî bir düşüştür.

Faiz ve Banka Medeniyeti: Zulmün Kurumsallaşması

Bankalar, bu riba düzeninin “kapları ve kapılarıdır.” Yani faiz ekonomisinin aktığı damarlar. Banka sistemine dayalı dünya düzeni, sürekli borç üreten, borcu meta hâline getiren, insanları faizli kıskaca alan ve onları ahlâkî, psikolojik ve sosyal çöküntüye uğratan bir zulüm mekanizmasıdır.

Bu sistemde kazanç “birinin kaybı” üzerinden inşa edilir. Oysa İslâm iktisadı, kazan-kazan modelini, yardımlaşma ve bereketi esas alır. Faizli sistem ise sömürüye, tekelleşmeye ve zulme dayanır.

İslâm Ülkeleri Neden Ayağa Kalkamıyor?

Bugün İslâm coğrafyasının çoğu, küresel faiz sistemine entegre olmuş; hatta onun temel müşterisi hâline gelmiştir. Bu, yalnızca ekonomik değil; siyasi, kültürel ve ahlaki esaretin de temelidir. Bediüzzaman, riba sisteminin İslâm’a verdiği bu mutlak zararı şöyle özetler:

> “Âlem-i İslâm’a bir zarar-ı mutlaktır.”

Çünkü bu sistem, ruhu felce uğratır, ümmetin direncini kırar. Sadece fakir bırakmaz, şahsiyetleri de söndürür. Faizli refah, aslında bir istiklal yalanıdır.

Sonuç: Riba Haramdır, Zalimdir, Sefihleredir

İslâm; infakı, yardımlaşmayı, zekâtı, emeği ve helal kazancı emreder. Modern faiz sistemi ise bencilliği, sömürüyü, tembelliği, israfı ve sefahati doğurur. Bu yüzden riba, yalnızca bireysel günah değil, toplumsal felakettir.

Her Müslüman; ribaya karşı bilinçlenmeli, faizsiz sistemler kurmalı, emeği yüceltmeli, kanaati yaymalı ve helâl kazancı hedef edinmelidir. Çünkü faizin yıktığı yer, sadece ekonomi değil; iman, ahlâk ve vicdandır.

ÖZET:

Bu makalede Bediüzzaman’ın “Riba, İslâm’a zarar-ı mutlaktır” ifadesi merkez alınarak, faizin yalnızca ekonomik değil, ahlaki ve medenî bir yıkım olduğu anlatılmıştır. Faizli sistemin emeği söndürdüğü, toplumu atalete ittiği, en çok sefih ve zalim sınıfına kazandırdığı ifade edilmiştir. Banka merkezli bu düzenin İslâm coğrafyasına “mutlak zarar” verdiği, İslâm’ın ise helâl kazanç, emek ve infak üzerine kurulu olduğu anlatılmıştır. Sonuç olarak, faize karşı durmak bir itikadî ve vicdanî sorumluluk olarak sunulmuştur.

 

 




TEZKİR Mİ, TALİM Mİ?

TEZKİR Mİ, TALİM Mİ?

“Talim-i nazariyattan ziyade, tezkir-i müsellemata ihtiyaç var 

   Zaruriyat-ı dinî, müsellemat-ı şer’î; kulûblerde hasıldır, ihtar ile huzuru, tezkir ile şuuru.

   Matlub da hasıl olur. İbare-i Arabî (*) daha ulvi ediyor tezkiri hem ihtarı.

   Onun için cumada hutbe-i Arabiye; zaruriyatı ihtar, müsellematı tezkir, maalkifaye olur onun tarz-ı tezkiri.

   Nazariyatı talim onda maksud değildir. Hem İslâm’ın vahdanî simasında şu Arabî ibare bir nakş-ı vahdettir, kabul etmez teksiri.”
Sözler. Lemaat

Unutulanı hatırlatmak, bilinmeyeni öğretmekten daha ehemmiyetlidir.

Modern çağ, bilgiyi kutsallaştırmış; sayılar, teoriler, grafikler ve akademik kavramlar içinde insana dair olanı unutturmuştur. Oysa insanın kalbine dokunan şey çoğu zaman yeni bilgiler değil, zaten bildiği ama unuttuğu hakikatlerin hatırlatılmasıdır. İşte bu noktada Bediüzzaman Hazretleri, bizlere çok derin bir irfan dersi verir:

> “Talim-i nazariyattan ziyade, tezkir-i müsellemata ihtiyaç var.”

Yani: Karmaşık teorilerle zihinleri doldurmaktansa, kalplerde yer etmiş ama uykuya dalmış hakikatleri hatırlatmaya daha fazla ihtiyaç vardır. Çünkü çoğu zaman mesele bilmemek değil, unutmaktır.

Müsellemat: Kalpte Zaten Mevcut Olan Hakikatler

İnsanın fıtratında, vicdanında, kalbinde birtakım temel gerçekler zaten mevcuttur. Bunlara zaruriyat-ı diniye ve müsellemat-ı şer’îye denir. Allah’ın varlığı, ahiret inancı, adalet, merhamet, hak ve hakikat gibi kavramlar, aslında her vicdanda bir çekirdek olarak mevcuttur. Ne var ki zamanla, gafletle, hevâ ve hevesle bu çekirdekler unutulur, üstü örtülür.

İşte tezkir (hatırlatma) ve ihtar (uyarma), bu çekirdekleri yeniden yeşertir, kalbi diriltir, şuuru uyandırır. Dolayısıyla İslâmî tebliğde temel hedef çoğu zaman öğretmek değil, uyanışa vesile olmaktır.

Hutbe-i Arabiye ve Tezkirin Ulviyeti

Bediüzzaman, Cuma hutbesinin Arapça okunmasını bu açıdan değerlendirir. Hutbe, bir eğitim kürsüsü değil; bir tezkir makamıdır. Zaten kalpte mevcut olan hakikatleri, Arapça’nın ulvî edasıyla yeniden canlandırmak, ruhu ilahî hakikatlere hazırlamaktır.

Bu Arapça ifadeler, İslâm’ın vahdetini temsil eden ortak bir dil, nakş-ı vahdettir. Her millete, her kıtaya aynı kelimelerle hitap eden bu ifadeler, İslâm ümmetini birleştiren manevi bir bağ hükmündedir. Onun içindir ki hutbe, nasihat değil; ihtar ve tezkirdir.

Bugünün İnsanı Ne İstiyor?

Günümüz insanı bilgiye boğulmuş ama hakikatten uzaklaşmıştır. Çok şey biliyor gibi görünür; ama esasen çok şeyi unutmuştur. Allah’ı, ahireti, hesabı, merhameti, kulluğu unutmuştur. O yüzden bir konferanstan çok, bir hatırlatmaya; bir eğlenceden çok, bir iç sarsıntıya muhtaçtır.

Kitlelerin yüzlerce “seminer” yerine bir “Fatiha”ya, yüzlerce “sunum” yerine bir “secde”ye daha çok ihtiyacı vardır. Çünkü bu çağın krizi, bilgi eksikliği değil, şuur zafiyetidir. İşte bu sebeple, vaazlarda, hutbelerde, sohbetlerde “bilgi” vermekten çok, uyanışa vesile olacak bir tezkir yapmak en büyük hizmettir.

Sonuç: Bilgi Yetmez, Şuur Gerek

İslâm tebliğinde asıl maksat, çok konuşmak değil, doğru hatırlatmaktır. Kalbi titreten bir cümle, sayfalarca izahdan daha etkilidir. Tezkir, hakikatin ruhla buluşmasıdır. Unutulmuş olanı hatırlatmak, insanı kendine döndürmektir.

Bu yüzden bugün ilmî faaliyetlerin yanında irşada, nasihata, hikmete, hatırlatmaya daha çok yer vermek gerekir. Çünkü insanı harekete geçiren şey çoğu zaman bilgi değil, kalpte yeniden alevlenen bir şuurdur.

ÖZET:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “Talim-i nazariyattan ziyade, tezkir-i müsellemata ihtiyaç var” ifadesi çerçevesinde, İslâmî tebliğin bilgi vermekten çok kalplerde mevcut hakikatleri hatırlatmaya yönelik olması gerektiği vurgulanmıştır. Hutbe-i Arabiye’nin hikmeti, ümmetin vahdetine katkısı ve tezkirin kalbi diriltici gücü ele alınmıştır. Sonuç olarak, günümüz insanının hakikati öğrenmekten çok, unuttuğu değerleri hatırlamaya ihtiyacı olduğu ifade edilmiştir.

 




SAVAŞ RUHLU BATI, SULH RUHLU İSLÂM

SAVAŞ RUHLU BATI, SULH RUHLU İSLÂM

“Savaşmadan rahat edemeyen bir medeniyetin vicdanı değil, sadece silahı vardır.”

Tarihin sayfalarını karıştırdığınızda, karşınıza sürekli tekrar eden bir gerçek çıkar: Batı medeniyeti, yayılmak için savaşmayı, hâkimiyet kurmak için kan dökmeyi, zenginleşmek için işgal etmeyi bir yöntem değil, bir yaşam biçimi hâline getirmiştir.

Romalardan Haçlılara, sömürgecilikten iki dünya savaşına, Irak’tan Afganistan’a, Libya’dan Filistin’e kadar Batı’nın jeopolitiği, ekonomiyle değil, kurşunla, diplomasisi barışla değil, silahla şekillenmiştir.

Barbarlık, Cilalanmış Medeniyetin Ardında

Batı’nın teknolojisi ilerlemiş, şehirleri büyümüş, binaları göğe tırmanmış olabilir. Ancak insanlık tarihi şunu öğretmiştir: Teknolojik gelişmişlik, vicdanî olgunluk anlamına gelmez. Bir medeniyetin vicdanını ölçmek istiyorsan; hapishanelerine, mülteci kamplarına, yıkılmış şehirlerine bak.

Bugün Batı, demokrasi, özgürlük ve insan hakları gibi değerleri dillendirse de; bu kavramlar çoğu zaman kendi çıkarları için birer ambalaj, bahane, hatta maskedir. Zira Afrika’nın yeraltı zenginliklerine, Ortadoğu’nun enerji kaynaklarına, Asya’nın stratejik noktalarına ulaşmak için önce savaş çıkarırlar, sonra barışı(!) dikte ederler.

İslâm: Barışı Esas Alan İlahi Sistem

İslâm ise barış kökünden türemiş bir kelimedir. Müslüman, kendisinden emin olunan, başkasına zarar vermeyen kişidir. Kur’ân-ı Kerim’de Rabbimiz şöyle buyurur:

> “Eğer onlar barışa meylederlerse, sen de ona meylet.” (Enfal, 61)

Peygamber Efendimiz (sav), savaşı değil, barışı yaymak için gönderilmiştir. O, Medine’de her inançtan insanı içine alan bir toplumsal sözleşme ile adaleti tesis etmiş, Mekke’yi fethederken bir damla kan dökmeden affın büyüklüğünü göstermiştir.

İslâm’da savaş bir gaye değil, zulmü durdurmak için en son çaredir. Batı’nın aksine; İslâm orduları geçtikleri yerlerde kütüphaneler kurmuş, ilmi yaymış, adaleti tesis etmişlerdir. Hiçbir İslâm ordusu çocuklara, yaşlılara, ibadethanelere el uzatmamıştır.

Şeytanî Yapı: Kaostan Beslenen Sistem

Batı’nın şeytanî yönü, kaostan beslenmesinde gizlidir. Silah sanayi, enerji tekelleri, gizli servisler, medya manipülasyonları bir bütün halinde çalışır. Barış ortamı onların kâr hanesine zarar yazar. Çünkü kaos, onların düzenidir. Yıkım, onların büyüme alanıdır.

O yüzden her barış çağrısı onlar için bir tehdit, her birlik arayışı onlar için bir tehlikedir. İslâm coğrafyasındaki ihtilafları derinleştirmeye, fitneleri alevlendirmeye, kardeşi kardeşe kırdırmaya bu kadar istekli olmalarının sebebi budur.

İbret: Vicdansız Medeniyet Ayakta Kalmaz

Tarihte Firavunlar, Nemrutlar, Cengizler, Sezarlar da büyük güçlere sahipti. Ama hiçbirinin sonu hayırla bitmedi. Çünkü zulüm ile payidar olunmaz. Batı medeniyeti, insanı sadece ekonomik bir varlık olarak görmeye devam ettiği sürece, her teknolojik ilerlemesiyle birlikte manevî çöküşünü de hızlandırmaktadır.

İslâm ise, kalbi önceleyen bir medeniyettir. Barışı kalpte inşa eder, toplumda ihya eder. Eğer biz bu mirası doğru anlayıp yaşarsak, dünya gerçek barışı Müslümanlardan öğrenecektir.

ÖZET:

Bu makalede, Batı medeniyetinin savaşçı ve işgalci karakteri ile İslâm’ın barış esaslı yapısı karşılaştırılmıştır. Batı’nın tarihi, kan ve gözyaşıyla doludur; zira güç ve çıkar merkezlidir. Oysa İslâm, barışı, adaleti ve insan haysiyetini merkeze alır. Kur’ân ve Sünnet, savaşı değil, sulhu esas alır. Bugün dünya, sahte barış vaatlerinden değil, İslâm’ın hakiki sulh mesajından istifade etmeye muhtaçtır. Vicdanı olmayan bir medeniyetin medeniyet olmadığı hatırlatılmıştır.

 




Kudretin Aynaları: Eşyadaki İlahi Nakışın Sonsuz Tecellisi

Kudretin Aynaları: Eşyadaki İlahi Nakışın Sonsuz Tecellisi

“Kudretin âyineleri çoktur 

   Kudret-i Zülcelal’in pek çoktur mir’atları. Her biri ötekinden daha eşeff ve eltaf pencereler açıyor bir âlem-i misale.

   Sudan havaya kadar, havadan tâ esîre, esîrden tâ misale, misalden tâ ervaha, ervahtan tâ zamana, zamandan tâ hayale,

   Hayalden fikre kadar muhtelif âyineler, daima temsil eder şuunat-ı seyyale.

   Kulağınla nazar et âyine-i havaya: Kelime-i vâhide, olur milyon kelimat!

   Acib istinsah eder o kudretin kalemi, şu sırr-ı tenasülat…”
Sözler.lemaat

Kâinat, sükûnet ve sessizlik içinde değil; mana ile, hayat ile ve kudret ile doludur. Gören gözler için her varlık, ilahî kudretin bir aynasıdır. Ancak bu aynalar tek düze değil, mertebelerle ve derecelerle ayrılmıştır. Bediüzzaman bu hakikati şöyle ifade eder:

> “Kudret-i Zülcelal’in pek çoktur mir’atları. Her biri ötekinden daha eşeff ve eltaf pencereler açıyor bir âlem-i misale.”

Yani: Allah’ın kudreti, farklı mertebelerde ve farklı varlık tabakalarında sayısız ayna ile tecelli eder. Ve her ayna, O’nun kudretini başka bir yönüyle yansıtır.

Tabaka Tabaka Kudret Aynaları

Bediüzzaman, bu aynaları bir zincir gibi sıralar:

Sudan havaya: Maddenin en görünür ve yoğun tabakası olan su, Allah’ın hayata vesile kıldığı rahmet aynasıdır.

Havadan esîre: Hava, kelimeleri taşıyan, sesi ileten, maddenin ötesine geçen daha latif bir aynadır.

Esîrden misale: Esîr maddesi –bir tür nurânî yapı olarak– ruh ile madde arasında bir geçit gibidir.

Misalden ervaha: Misal âlemi, hayal ve rüyaların mekânıdır; ruhların yansıması gibidir.

Ervahtan zamana: Ruhların zamandaki seyri, Allah’ın kudretini zaman içinde gösterir.

Zamandan hayale, hayalden fikre: Her geçiş daha ince, daha latif, daha soyut ama daha derin bir tecelliyi gösterir.

Bu sıralama bize şunu öğretir: Cenab-ı Hakk’ın kudreti yalnız fiziksel dünyada değil, gaybî ve manevi alemlerde de işler. Maddenin yoğunluğundan fikrin inceliğine kadar her varlık, Allah’ın isimlerine ve fiillerine aynadır.

Kudretin Yazdığı Harfler ve Sesler

> “Kulağınla nazar et âyine-i havaya: Kelime-i vâhide, olur milyon kelimat!”

Bu cümlede, Allah’ın kudret kalemiyle nasıl harika işler yazdığına dikkat çekilir. İnsan sesi, havaya temas eder etmez, milyonlarca kopyaya dönüşür. Bir tek kelime, aynı anda binlerce kulağa gider. Bu ise, ilahî bir matbaadır.

> “Acib istinsah eder o kudretin kalemi, şu sırr-ı tenasülat…”

Yani: Havanın aynasında bir kelime çoğalır, bir ses milyon olur. Bu çoğalma (tenasüh değil, tenasülat) kudretin sonsuzluk sırrı ile işlediğini gösterir. Her bir varlık, bir tanedir ama aynı anda çoklara ulaşır.

Her Şey, O’nu Gösteren Bir Ayna

Bu bakış açısıyla dünya artık basit bir madde yığını değildir. Su, hava, zaman, hayal, fikir… Hepsi birer pencere, birer yansıma ve birer ilahi mektup gibidir.

Gözle görünen ile yetinen insan, sadece bir katmanı kavrar. Hâlbuki kudretin aynaları arttıkça, şeffaflık da artar. Maddenin yoğunluğundan ruha, hayale ve fikre doğru çıktıkça, şeffaflık ve hakikat parlaklığı da artar. Böylece kudretin sırlı elleri her şeyi kuşatır.

İman Gözüyle Bakabilmek:

Bu tefekkür, insanı iki yöne yöneltir:

  1. Hayranlık ve haşyet: Her varlıkta kudretin bir yansımasını görmek, insana Allah’a karşı huşû ve hayret verir.
  2. İman ve idrak: Kâinatı bir kitap gibi okuyabilen için iman, sadece kalpte bir kabul değil; gözle, kulakla, akılla hissedilen bir marifettir.

Özet:

Bu makalede Bediüzzaman’ın “kudretin aynaları” yaklaşımıyla, varlıkların Allah’ın kudretini farklı şekillerde yansıttığı anlatıldı. Su, hava, esîr, misal, ruh, zaman, hayal ve fikir gibi tabakalar; her biri Allah’ın birer kudret aynasıdır. Bir kelimenin havada milyonlara ulaşması gibi, kudretin sırrı her yerde çoğaltıcı ve yansıtıcıdır. Bu bakış açısı, kâinatı Allah’ın isimlerini gösteren bir tecelligâh haline getirir ve insanı derin bir imana, hayrete ve marifete sevk eder.

 

 




Cebindeki Pirinçler: Bir Babanın Sessiz Çığlığı ve İnsanlığın İmtihanı

Cebindeki Pirinçler: Bir Babanın Sessiz Çığlığı ve İnsanlığın İmtihanı

Giriş: Bir Cebin İçine Sığan Vicdan

Savaşların sadece cephelerde değil, sofralarda da yaşandığı bir çağdayız. Gazze’de bir babanın cebinden çıkan birkaç pirinç tanesi, artık mermilerin ve bombaların değil; açlığın, yokluğun ve çaresizliğin öyküsünü anlatıyor bize.
Toprağa düşen bedenin cebinden çıkanlar, yalnızca bir poşet pirinç değil; bir insanlığın vicdan muhasebesidir.

  1. Açlığın Gölgesinde Babalık: Bir Lokmanın Ardındaki Haysiyet

Çocuklarına tek bir lokma yedirebilmek için günlerce, belki haftalarca uğraşmış bir baba… Elindeki imkânsızlıkla savaşıp birkaç pirinç tanesini cebine koymuş, belki gece eve döndüğünde bir çorbanın taneleri olur ümidiyle…
O cebin içi boş değil; dua, umut, gayret ve babalıkla doluydu.

O babanın öldüğü an, sadece bir can değil, bir irade, bir şefkat, bir vicdan da vurulmuş oldu.
Ve cebindeki pirinçler, bize şunu fısıldıyor:

> “Ben bir baba idim, çocuklarım için yaşıyordum. Açlıkla, yoklukla savaşıyordum. Sıra bana gelmeden beni vurdular.”

  1. Savaşın Gerçek Yüzü: Kurşunlar Sofraya Yönelmişse

Kurşunların cepheye değil, aç mideye, susuz dudaklara, korkuyla büyüyen çocuklara yöneldiği bir coğrafya düşünün.
ABD’li paralı askerlerin yardım dağıttığı bir anda, İsrail askerlerinin aç insanlara kurşun sıkması artık savaş değil, açlığa karşı vahşet halidir.

Bu manzara, bize tarihte zalimlerin nasıl insanlık dışılaştığını hatırlatır.
Ve Kur’an’ın şu ikazı yankılanır kulaklarımızda:

> “Kim bir cana kıymamış birini öldürürse, bütün insanlığı öldürmüş gibidir.” (Maide, 5:32)

  1. Gazzeli Babanın Sükût Eden Sözleri

O baba hiç konuşmadı belki, ama cebinden çıkan pirinçler her şeyi anlattı.
Ağlamadı, isyan etmedi, kameralara poz vermedi.
Ama sustuğu kadar konuştu.
Ve biz şimdi onun yerine düşünmeliyiz:

Bu adam neden sadece pirinç taneleri taşıyordu?

Neden çocuklarına bir avuç erzak bile ulaştıramıyordu?

Biz neredeydik?

  1. Sessiz Bir Şehitlik, Büyük Bir Utanç

Bu şehadet, sadece bir ölüm değil, bir davadır artık.
Cebindeki pirinç taneleri, adeta “şuuru uyandırın” diyor.
Bu olay, biz Müslümanlara yalnızca duygulanmak için değil, uyanmak ve bir şey yapmak için geldi.

Dua, destek, dayanışma…

Mazlumu yalnız bırakmamak…

Zulmü alkışlamamak…

Çünkü bu çağ, vicdanı olanların konuşma çağıdır.

Sonuç: Pirinçler Kadar Ağır Bir Sorumluluk

Cebinden çıkan pirinçler, insanlığın utancını taşıyor. Ama aynı zamanda bir direnişi, bir teslimiyeti ve bir babalığı da…
O birkaç tane pirinç, bize şunu hatırlatıyor:

> “Azıcık şeylerle bile büyük şeyler yapılır, yeter ki niyet temiz, kalp diri olsun.”

Ve o baba, belki bir çorbayı başaramadı, ama bir insanlık dersi verdi.
Öyle ki, sadece çocuklarına değil, bütün bir ümmete miras bıraktı.

Özet:

Bu makalede, Gazze’de işgalci güçler tarafından şehit edilen bir babanın cebinden çıkan pirinç taneleri üzerinden, insanlık, fedakârlık ve savaşın karanlık yüzü işlendi. Savaşın sadece silahla değil, açlıkla da yapıldığına dikkat çekildi. Cebindeki pirinçler, sadece bir yiyecek değil; bir babanın evlatları için verdiği mücadelenin, ümmetin vicdanını titreten sembolü oldu. Bu acı tablo, bizlere dua, farkındalık ve harekete geçme sorumluluğunu yeniden hatırlattı.

 

 




Ribanın Felaketi ve Zekâtın Hikmeti: Beşeriyetin Yol Ayrımı

Ribanın Felaketi ve Zekâtın Hikmeti: Beşeriyetin Yol Ayrımı

“Beşer hayatını isterse enva-ı ribayı öldürmeli 

   Tabaka-i havastan tabaka-i avama sıla-i rahim kopmuştur. Aşağıdan fırlıyor

   Sadâ-yı ihtilalî, vaveylâ-yı intikamî, kin ü hased enîni… Yukarıdan iniyor

   Zulüm ve tahkir ateşi, tekebbürün sıkleti, tahakküm sâıkası… Aşağıdan çıkmalı

   Tahabbüb ve itaat, hürmet ve hem imtisal. Fakat merhamet ve ihsan yukarıdan inmeli,

   Hem şefkat ve terbiye… Beşer bunu isterse sarılmalı zekâta, ribayı tard etmeli.

   Kur’an’ın adaleti bab-ı âlemde durup ribaya der: “Yasaktır! Hakkın yoktur, dönmeli!”

   Dinlemedi bu emri, beşer yedi bir sille. Müdhişini yemeden bu emri dinlemeli.”
Sözler.lemaat

İnsanlık tarih boyunca medeniyetler kurdu, şehirler inşa etti, bilimde ilerledi. Ancak maddi refahın ve teknolojik gelişmelerin ötesinde asıl mesele, toplumlar arasında adaletin, merhametin ve dengenin nasıl tesis edileceğidir. İşte bu noktada Kur’ân’ın koyduğu temel ölçülerden biri çıkar karşımıza: Riba (faiz) yasak, zekât ise farz.

Bediüzzaman Said Nursî, bu meseleyi Lemaat’ta öyle veciz ve derin bir şekilde ifade eder ki, insanı düşünmeye ve kendine gelmeye sevk eder:

> “Beşer hayatını isterse, enva-ı ribayı öldürmeli.”

Bu cümle, insanlık için bir ikaz feryadı gibidir. Zira beşer eğer yaşamak, huzur bulmak, adaletle ayakta kalmak istiyorsa; ribayı, yani faizi ve tüm türevlerini hayatından silmek zorundadır. Aksi halde, toplumun çöküşü kaçınılmazdır.

Zekât ile Denge, Faiz ile Felaket

Kur’ân, zekâtı vermek olarak emreder; riba ise almak esasına dayanır. Biri veren eldir, diğeri alan el. Zekât ile servet aşağıya doğru akar, ihtiyaç sahiplerine ulaşır. Riba ile ise servet yukarı doğru toplanır, fakir daha fakir, zengin daha zengin olur.

Bu sebepledir ki Bediüzzaman şöyle der:

> “Merhamet ve ihsan yukarıdan inmeli, hem şefkat ve terbiye…”

Toplumsal barış ve iç huzur, ancak yukarıdan aşağıya doğru inen bir merhamet sistemiyle mümkündür. Aksi takdirde aşağıdan yukarıya doğru yükselen, kin ve intikam feryatları olur:

> “Aşağıdan fırlıyor sadâ-yı ihtilalî, vaveylâ-yı intikamî, kin ü hased enîni…”

Bu cümleler, toplumsal sınıflar arasında çıkan uçurumun ve çatışmanın sesidir. Bugün modern dünyanın yaşadığı sosyal adaletsizlik, tam da bu dengesizliğin neticesidir.

Faiz Sistemi: Modern Bir Sömürü Aracı

Faiz, yalnızca ekonomik bir mesele değil, aynı zamanda ahlâkî ve sosyal bir felakettir. Bugün dünya ekonomilerinin büyük kısmı faiz merkezli finans sistemlerine bağlıdır. İnsanlar borç batağında, ülkeler faiz sarmalında, devletler bile faiz ödeyebilmek için yeni borçlara muhtaç durumda.

Bu sistem, toplumda aşağıdan yukarıya doğru bir öfke ve çaresizlik üretirken, yukarıdan aşağıya ise kibir, tahakküm ve zulüm inmektedir:

> “Yukarıdan iniyor zulüm ve tahkir ateşi, tekebbürün sıkleti, tahakküm sâıkası…”

Bediüzzaman bu düzeni adeta bugünün dünyasını tarif edercesine resmetmiştir. Ve çözümü açıkça ortaya koymuştur: Zekâta sarılmak, ribayı defetmek.

Zekât: İlahî Ekonomi Modeli

Zekât, İslam’ın yalnızca ibadet değil, toplumsal dengeyi koruma sistemidir. Servet belli ellerde birikmesin diye konulmuş bir sigortadır. Fakirin kalbini zenginden soğutmayan, zengini de kibirle bozmayan bir “rahmet köprüsü”dür.

Zekât, insanı veren, duyarlı, şefkatli, toplumuna karşı mesuliyet sahibi bir varlık haline getirir. Riba ise insanı bencil, kanaatsiz, acımasız, başkalarının emeğinden kazanç sağlayan bir sömürücüye dönüştürür.

Dinlenmeyen Emir, Gelen Sille

Kur’ân, faizi yasaklamış ve bu yasağı açıkça ilan etmiştir:

> “Ribaya der: ‘Yasaktır! Hakkın yoktur, dönmeli!’”

Beşer bu ilahî yasağa kulak tıkadı. Kur’ân’ın bu ikazını dikkate almadı. Ne oldu? Sarsıcı bir sille yedi. Kapitalizmin krizleri, borç ekonomileri, gelir adaletsizlikleri, sınıf çatışmaları, faizle ayakta duran küresel sömürü düzeni… Bunların hepsi, ilahi yasaya başkaldırının cezasıdır.

Ama hâlâ bir fırsat var. “Müdhişini yemeden bu emri dinlemeli.” Yani daha büyük tokatlar gelmeden, insanlık bu ilahî nizama yönelmelidir.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “Beşer hayatını isterse enva-ı ribayı öldürmeli” düsturu çerçevesinde; faiz sisteminin beşeriyetin başına bela oluşu, zekâtın ise toplumsal barışı sağlayan ilahî bir sistem olduğu anlatılmıştır. Faiz, aşağıdan yukarıya öfke ve ihtilal doğururken; zekât yukarıdan aşağıya inen şefkat ve merhametle toplumu ihya eder. Kur’ân faizi yasaklamış, zekâtı emretmiştir. İnsanlık bu sesi dinlemezse, daha büyük tokatlarla uyarılacaktır. Kurtuluş, faiz sistemini terk edip, zekât eksenli adil bir düzene dönmekle mümkündür.

 




Zıdd-ı Maksuda Giden Yol: Gayr-ı Meşru Araçların Âkıbeti

Zıdd-ı Maksuda Giden Yol: Gayr-ı Meşru Araçların Âkıbeti

“Gayr-ı meşru tarîk, zıdd-ı maksuda gider 
اَلْقَاتِلُ لَا يَرِثُ
bir düstur-u azîmdir: “Gayr-ı meşru tarîk ile bir maksada giden zat, galiben maksudunun zıddıyla görür mücazat.”

   Avrupa muhabbeti, gayr-ı meşru muhabbet hem taklit ve hem ülfet. Âkıbeti mükâfat: Mahbubun gaddarane adâveti, cinayat…

   Fâsık-ı mahrum bulmaz, ne lezzet ve ne necat.”
Sözler.lemaat

Hayatta her insan bir şeylerin peşindedir: saadet, özgürlük, güç, ilim, medeniyet, şeref, hatta cennet… Fakat bu meşru maksatlara gayr-ı meşru yollarla ulaşılmak istendiğinde, sonuç genellikle hüsran olur. Çünkü gayr-ı meşru tarîk, yani helal olmayan, meşru olmayan, hak çizgisinin dışındaki yollar, insanı maksadının zıddına götürür.

Bediüzzaman Said Nursî, Sözler ve Lemaat eserinde bu hakikati veciz bir şekilde şöyle ifade eder:

> “Gayr-ı meşru tarîk ile bir maksada giden zat, galiben maksudunun zıddıyla görür mücazat.”

Bu ifade, yalnızca bireysel ahlâk için değil, toplumsal, siyasi, fikrî ve medenî bütün alanlarda geçerlidir. Tarihin her döneminde bunun sayısız örneği vardır.

Maksat Güzel, Ama Yol Çürük

Bazen insanlar yüksek bir hedef uğruna gayr-ı meşru yollara sapar. Mesela:

Özgürlük adına anarşiyi tercih eder, neticesi kaos olur.

Güçlenmek için zulme başvurur, neticede zelil olur.

Allah’a yakınlaşmak isterken bidat ve hurafelere düşer, neticesinde uzaklaşır.

Toplumun ıslahını isterken, dini metodu terk edip dünyevî ideolojilere yaslanır, sonunda sapar.

Tarih boyunca nice liderler, nice münevverler, gayr-ı meşru metotlarla toplumunu kurtarmak isterken toplumlarını felakete sürüklemiştir. Çünkü “gayr-ı meşru”, sadece haram yemek veya yalancı olmak değildir; maksada ulaşmak için meşru ilke ve hakikatleri feda etmek de bu kapsamdadır.

“El-Kâtilu lâ yeris” – Katil Vâris Olamaz

Bu hadîs-i şerîf (öldüren vâris olamaz), meselenin temelini ortaya koyar: Bir mirasa, meşru olmayan yoldan ulaşmak isteyen, o mirası kaybeder.

Tarihte bunun örneklerini çokça görürüz. Mesela bir kişi bir makama gelmek ister, fakat rüşvetle, hileyle, baskıyla ulaşır; neticede hem rezil olur hem görevinden olur. Çünkü meşru olmayan yol, hak edilen neticeyi vermez. O netice, mükafat değil, ceza olur.

Avrupa Muhabbeti: Taklitten Gelen İnkıraz

Bediüzzaman’ın dikkat çektiği bir diğer tehlike de gayr-ı meşru muhabbetlerdir. Avrupa’nın fennî ve sanayî üstünlüğü karşısında, bazı Müslümanlar körü körüne bir hayranlık ve taklit hastalığına tutulmuşlardır. Oysa bu muhabbetin içinde iman yoksa, hak yoksa, İslâmî ölçüler yoksa, bu hayranlık sonunda zillet doğurur.

> “Mahbubun gaddarane adaveti, cinayet…”

Yani, taklit edilen Avrupa, bir süre sonra insanlığı, mukaddesatı, ahlâkı, inancı tahrip eden bir düşman haline gelir. Hem fikirde, hem ahlâkta, hem siyasette…

Gayr-ı meşru bir muhabbet, taklitle birleşince mahvın kapısını açar. Çünkü kişi, aslını unutur, şekle özenir; ruhu kaybedip kabuğa yapışır. Neticede ise ne o olur, ne kendisi kalır.

Fâsık-ı Mahrum: Hem Lezzetsiz, Hem Kurtuluşsuz

İşte en ibretli netice de budur: Gayr-ı meşru yollarla yaşayan kişi, ne dünyada hakiki bir lezzet bulur, ne de ahirette kurtuluşa erer.

Çünkü her haram, içinde azap taşıyan bir bal gibidir. İlk yudumda tatlı gelir, sonra yakar. Harama bakan göz, haramla konuşan dil, haramla işleyen el, sonunda insanı karanlık bir hesapla baş başa bırakır.

Fâsık olan insan, sadece günah işlemiş olmaz; aynı zamanda Allah’ın rahmetinden mahrumiyetini kendi eliyle hazırlar.

Hikmetli Sonuç: Meşru Yol, Temiz Netice

Netice olarak; maksadın yüceliği yetmez, yolun da hak, doğru ve meşru olması gerekir. Bir şeyi istemek güzel olabilir, fakat ona ulaşmak için başvurulan yol yanlışsa, Allah onu ceza olarak verir.

Gayr-ı meşru yollarla saadet aranmaz. Ne ilimde, ne siyasette, ne ibadette, ne de ahlâkta… Çünkü meşru olmayan yol, maksadın zıddını netice verir.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “Gayr-ı meşru tarîk, zıdd-ı maksuda gider” düsturu çerçevesinde; meşru olmayan yollarla ulaşılmak istenen hedeflerin, genellikle hüsran ve azapla sonuçlandığı ifade edildi. Özellikle gayr-ı meşru muhabbetler, batılı hayranlığı ve taklitçilik gibi hastalıklar irdelendi. Neticede, niyetin güzelliği kadar, yolun da doğruluğu gerektiği işlendi. Aksi hâlde, kişi hem maksadına ulaşamaz hem de mânen ve maddeten cezalandırılır. “El-kâtilu lâ yeris” düsturu gibi, haram yollarla miras bile kazanılamazken, saadet hiç kazanılamaz.

 




Zulmün Gölgesinde İnsanlık: Asrın Cürmü ve Nuh’un Duası

Zulmün Gölgesinde İnsanlık: Asrın Cürmü ve Nuh’un Duası

  1. Gözlerin Gördüğü Ama Kalplerin Kör Olduğu Bir Zaman

Dünya, iki milyona yakın masumun açlıkla, bombalarla, susuzlukla ve sessizlikle kıvrandığı bir imtihanın tam ortasında.
Ve bu imtihan sadece Gazze’nin değil; insanlığın, vicdanın ve inancın imtihanıdır.
Bir yanda çaresiz bebeklerin ağlayışları, bir yanda işgal uçaklarının alçak uçuşları…
Gözler görüyor, kameralar kaydediyor, uydular izliyor ama dünya susuyor.
Bu suskunluk artık tarafsızlık değil; bu, ortaklıktır.

  1. Asrın Cürmü Meşhudu: Seyredilen Soykırım

Bu çağın en kara lekesi, göre göre yaşanan bir soykırımdır.
Hiçbir terör, hiçbir bahane, hiçbir strateji;
Kadınların, çocukların, yaşlıların diri diri toprağa gömülmesini açıklayamaz.
Çünkü ortada sadece bir saldırı değil, bir inkâr ve imha planı vardır.
Bu, sadece Filistin’in değil; adaletin, hakkın ve merhametin topyekûn hedef alınmasıdır.

Kur’an’da Hz. Nûh’un duası tam da bu çağa seslenir gibi yankılanır:

> “Nûh dedi ki: “Rabbim! Yeryüzünde dolaşan bir tek kâfir bile bırakma!”
“Bırakacak olursan, onlar senin kullarını yoldan çıkarırlar ve ancak kendileri gibi ahlâksız, günahkâr ve azılı kâfir nesiller yetiştirirler.”
“Rabbim! Beni, anne-babamı, mü’min olarak evime girenleri, bütün mü’min erkeklerle mü’min kadınları bağışla! Zâlimlerin ise ancak helâkini artır! Köklerini kurut!” Nuh. 26-28

Bu dua, bir bedduadan çok, hakkın zalime karşı feryadıdır.
Çünkü bu tür kâfirler yalnızca küfre saplanmaz; gelecek nesilleri de ifsat eder, yozlaştırır, karartır.

  1. Hayvanlar Bile Böyle Yapmazken…

İşin acı tarafı şu ki, bu çağdaki vahşet; hayvanlar âleminde dahi görülmeyen bir tür alçaklık gösteriyor.
Hiçbir hayvan, başka bir hayvanı aç bırakmak için kuşatma altına almaz.
Hiçbir hayvan, yavrularını ağlatmak için bilinçli olarak su kaynaklarını bombalamaz.
Ama insan suretindeki canavarlar, Gazze’nin üzerine bunu yapıyor.
Ve dünya, bu canavarlığa koca bir “sessizlik heykeli” gibi bakıyor.
Susmak, seyretmek, bu çağın en büyük günahlarından biridir artık.

  1. Kapanmayan Yaralar ve Kapanmayan Hesaplar

Gazze’de açlıkla kıvranan çocuğun midesi boş,
Ama kalbi dolu:

> Doludur korkuyla, merakla, sorularla:
“Baba neden yemek yok?”
“Anne neden hep siren çalıyor?”
“Ben neden hiç oyuncağımı alamadım?”
Bu sorulara cevap verecek ne bir lider, ne bir kurum, ne de bir düzen kaldı.

Fakat bu sessizlik Allah katında suskun değildir.

> Zalimlerin her bombası, göklere yazılmış bir davadır.
Her mazlumun gözyaşı, arş-ı alaya bir yalvarıştır.
Ve her mazlum çocuğun ölümü, kıyametin yaklaşmasına bir adım daha yaklaştırır insanlığı.

  1. Nuh’un Duasına Bugün Ne Kadar Yakınız?

Hz. Nûh’un duası bir ümidsizlikten değil, bir hakikat tesbitinden doğmuştu:
“Kâfirler yeryüzünde oldukça, ıslah değil ifsad ederler.”
Bugün bu cümle, sadece bir geçmiş peygamberin değil, bugünün tüm mazlumlarının ortak duası haline gelmiştir.
Ve bu dua bir yerde şunu da ima eder:

> Ey zalim! Eğer sen durmazsan, Rabbin seni durduracaktır.
Ey ümmet! Eğer sen susarsan, o dua seni de hedef alacaktır.

Sonuç: Bu Sessizliğin Bedeli Ağır Olacak

Asrın bu açık cürmü karşısında sessiz kalan her insan, her sistem, her toplum; tarih önünde değil, ilahi adalet önünde mahkûm olacaktır.
Zulüm mazlumları yok edemez, ama zalimleri helâke götürür.
Gazze’de bombalanan sadece binalar değil; insanlık onurudur.
Ve her geçen gün bu onur biraz daha yerle bir ediliyor.

Bu çağda, Nûh’un duası yeniden okunmalı;
Ve her vicdan, o duanın mazlum tarafında durmalı.

Özet:

Bu makalede, Gazze’de yaşanan vahşetin boyutları, insanlığın suskunluğu ve Kur’an’daki Hz. Nûh’un duası açısından değerlendirilmiştir. Gözler önünde yaşanan bu açık zulmün, hayvanlar dünyasında bile rastlanmayan bir vahşet olduğu, bu sessizliğin ise zulme ortaklık anlamı taşıdığı anlatılmıştır. Nûh’un duasının, bu çağın zalimlerine karşı bir uyarı, mazlumlara karşı ise bir umut olarak yeniden anlaşılması gerektiği ifade edilmiştir. Sonuç olarak, bu sessizlik ilahi adaletin karşısında uzun süre sessiz kalmayacaktır.

 

 




HAYDİ ÇOCUKLAR CAMİYE

HAYDİ ÇOCUKLAR CAMİYE

Kur’ân-ı Kerim’i Öğrenen En Hayırlı Kul Olma Temennisiyle…

Zamanın hızla aktığı, çocukların ekranlara hapsolduğu, kalplerin dünyevî hazlarla tatminsizleştiği bir çağda yaşıyoruz. Bu çağda evlatlarımızın gönül dünyasını mamur edecek, onları hem dünya hem de ahiret saadetine taşıyacak bir davete ihtiyaç var: “Haydi çocuklar camiye!” Bu sadece bir çağrı değil, bir uyanışın, bir ruh inşasının başlangıcıdır.

Cami: Sadece Bir Mekân Değil, Bir Mekteptir

Camiler, taş ve harçtan ibaret binalar değildir. Her biri bir mekteptir. Kalplerin eğitildiği, ruhların yıkandığı, secdeyle Allah’a yaklaşan kulların yetiştiği mukaddes mekânlardır. Hz. Peygamber (sav), çocuklara cami ortamını tanıtır, onları teşvik eder, zaman zaman minberinde onları kucağına alır, camiyi bir korku değil, sevgi yuvası hâline getirirdi.

Bugünün çocuklarını da camiye çağırmak, onları bir sevgiye, bir terbiyeye, bir kimliğe çağırmaktır. Çünkü camiye gelen çocuk, sadece ibadetle değil; ahlâkla, edeble, kardeşlikle tanışır.

Kur’ân: En Hayırlı Kul Olmanın Yolu

Hadis-i şerifte buyurulur:
“Sizin en hayırlınız, Kur’ân’ı öğrenen ve öğreteninizdir.” (Buhârî)

Çocuklarımızın Kur’ân’la erken yaşta tanışması, hayatlarına nurlu bir istikamet çizer. Kur’ân, sadece okunacak bir kitap değil, aynı zamanda yaşanacak bir rehberdir. O, bizi yaratanın kelamıdır ve çocuklar bu kelamla tanıştığında hem zihinleri hem kalpleri berraklaşır. Vicdanları diri kalır, sorumluluk duyguları gelişir.

Kur’ân öğrenen çocuk, Allah’ı tanır; kendisini, ailesini, insanlığı sevmenin hikmetini öğrenir. Harflerin ardında Rahmet’in izini bulur. Hayata daha anlamlı, daha sabırlı, daha güzel bakar.

Bir Nesil Kurtulursa, Bir Gelecek Kurtulur

İbretlidir: Geçmişte nice milletler, sadece ordularla değil, camilerle, mekteplerle, Kur’ân’la ayakta kaldı. Nice toplumlar da evlatlarını Kur’ân’dan ve mâneviyattan uzaklaştırınca kimlik krizine girdi, değerlerini yitirdi. Bugün bizlere düşen; evlatlarımızı bu yitik yoldan muhafaza etmektir.

Çocuklarımızı camiye getirmek, onların zihnini ve kalbini ebedi hayatın hakikatiyle buluşturmaktır. O camide atılan tohumlar, bir ömür boyu meyve verir. O tohumlardan biri; bir âlim, bir mürşid, bir erdemli fert olabilir.

Son Söz: Bu Çağrıyı Ertelemeyelim

Unutmayalım, çocuklarımız bizim imtihanımızdır. Onlara bırakacağımız en kıymetli miras; Kur’ân ve cami sevgisidir. Tabletler, diziler, oyunlar geçicidir. Ama bir çocuğun camide ettiği dua, Kur’ân’dan aldığı feyz, ebediyet yolculuğunda ona ve size yoldaş olur.

Gelin, “Haydi çocuklar camiye!” diyerek bu çağrıyı sadece sözle değil, örnek olarak yapalım. Onları elimizle tutup camiye götürelim, birlikte saf tutalım, birlikte secde edelim. Çünkü en hayırlı kul olma temennisi, caminin kapısından içeri adım atmakla başlar.

ÖZET:

Bu makalede, çocukları camiye teşvik etmenin önemi anlatılmıştır. Camiler sadece ibadet mekânı değil, ahlâk ve değer eğitiminin verildiği birer mekteptir. Kur’ân öğrenmek, çocukların en hayırlı kul olma yolunda atacağı ilk ve en kıymetli adımdır. Bu çağrı sadece bir kampanya değil, çocukların ruh dünyasına yapılan bir yatırımdır. Ailelere düşen görev, çocuklarına örnek olarak, onları cami ve Kur’ân’la erken yaşta buluşturmaktır. Çünkü bir çocuk kurtulursa, bir nesil kurtulur.

 

 




Ahmak Sadakat: Dost Görünümlü Zarar

Ahmak Sadakat: Dost Görünümlü Zarar

“Şeriatın herbir hükmünde ?âriin bir sikke-i itibarı vardır. O sikkeyi okumak lâzımdır. Sikkenin kıymetinden başka, o hüküm herşeyden müstağnîdir. Hem de lâfız-perdâzâne ve mübalâğa-cûyâne ve ifrat-perverânelerin tezyin ve tasarruflarından bin derece müstağnîdir. Dikkat olunsun ki, böyle mücazifler, nasihat ettikleri vakitte nazar-ı hakikatte ne derece çirkin oluyorlar! Ezcümle: Bunlardan birisi bir mecma-ı azîmde müskirattan tenfir yolunda zecr-i şer’î ile kanaat etmeden öyle birşey demiş ki, yazmasından ben hicap ettim; yazdıktan sonra çizdim. Ey herif! Bu sözlerinde şeriata adavet ediyorsun. Faraza sadîk olsan, sadîk-ı ahmak olursun. Adüvvü’d-dînden daha muzırsın.” Muhâkemat. 29.

Tarihte nice büyük davalar, düşman saldırılarıyla değil; dostların gafletiyle yara almıştır. Nice hakikatler, cehaletle sarılmış samimiyet kisvesiyle bozulmuştur. Ve nice şeriat hükümleri, savunma kisvesiyle tahrife uğramıştır.

Bediüzzaman Said Nursî, Muhâkemat adlı eserinde bu hakikati sert ama isabetli bir ifadeyle şöyle dile getirir:

> “Ey herif! Bu sözlerinde şeriata adavet ediyorsun. Faraza sadîk olsan, sadîk-ı ahmak olursun. Adüvvü’d-dînden daha muzırsın.”

Bu cümlede geçen “sadîk-ı ahmak” yani ahmakça sadık olan kişi, aslında niyetiyle dost, ama usulüyle zararlıdır. Çünkü o, şeriatı savunduğunu sanarken, aslında halkın şeriata karşı kalbinde nefret uyandırır.

Niyet Yetmez, Hikmet Gerekir

Bir hakikati savunmak için sadece samimi olmak yeterli değildir. Çünkü samimiyet, eğer ilimsiz, hikmetsiz, ölçüsüz ve kaba bir şekilde sunulursa; o hakikate zarar verir.

Örneğin, içki gibi bir haramdan insanları uzaklaştırmak isteyen bir kişi, eğer şeriatın ölçülü ve hikmetli üslubunu terk edip, şok edici, hakaretamiz, hatta tiksindirici ifadeler kullanırsa; halkı şeriattan değil, onun dilinden nefret ettirir. Böylece şeriata değil, kendi cehaletine hizmet etmiş olur.

Din Düşmanından Daha Zararlı

Bediüzzaman, böyle ifratkâr sözde dostları, doğrudan din düşmanlarından daha zararlı görür. Çünkü din düşmanının zararı haricidir, gözle görülür ve dikkat çekicidir. Ama ahmak dost, içeriden çalışır. Kalpleri soğutur, insanları dinden uzaklaştırır ve bunu da “dini savunmak” adına yapar. Bu da sinsi ve derin bir tahribata yol açar.

> “Adüvvü’d-dînden daha muzırsın” yani “Din düşmanından daha zararlısın” sözü, bu gizli tehdidi çok açık biçimde ifşa eder.

Lafız Güzelliği Değil, Mana Hikmeti Önemlidir

Bediüzzaman bu açıdan şu uyarıyı da yapar:

> “Şeriatın her bir hükmünde, Şâriin bir sikke-i itibarı vardır. O sikkeyi okumak lâzımdır.”

Yani şeriatın hükmünde Allah’ın izzet, rahmet ve hikmet mührü vardır. Bizim görevimiz, o mühürden ders almak ve o hükmü tahrif etmeden, hikmetle, sükûnetle, merhametle açıklamaktır. Fakat bazıları, laf kalabalığıyla, abartılı ifadelerle, kendi sertliklerini dine yamayarak bu mührü kapatır. Bu da halkın dine olan ilgisini kırar.

Zehri Bal Gibi Sunmak: Dost Görünümlü Tehlike

Günümüzde bazı sözde din savunucuları, öfke ile konuşur, aşağılar, hakaret eder. Halbuki şeriat; rahmet, adalet ve hikmet üzerine kuruludur. Senin sesin değil, şeriatın ruhu konuşmalı.

Bediüzzaman’ın uyarısı, çağlar üstü bir uyarıdır:

> “Lafız-perdazâne ve mübalağa-cûyâne ve ifrat-perverânelerin tezyin ve tasarruflarından bin derece müstağnîdir.”

Yani din; süslü laflara, abartılı ifadelerle sunulmaya değil, basit ama derin bir hikmetle anlatılmaya muhtaçtır. Çünkü hakikat zaten güzeldir. Onu savunanın görevi, bu güzelliği bozmak değil, yansıtmaktır.

Makale Özeti:

Bediüzzaman Said Nursî, “sadîk-ı ahmak” kavramıyla samimi fakat hikmetsiz dostların dine verdiği zararın, düşmanlardan bile daha tehlikeli olduğunu ifade eder. Çünkü bu kişiler, şeriatı savunduklarını sanırken, sert, kaba ve abartılı ifadelerle halkın dine olan sevgisini söndürürler. Din, laf cambazlığı değil, hikmetli temsil ister. Şeriatın ruhunu anlamadan yapılan sözde savunmalar, dine fayda değil, zarar getirir. Bu sebeple dostluk, sadece niyetle değil; hikmet, adalet ve temsil ile anlam kazanır.

 

 




Zincirden Kurtulmak: Galibiyetin Bedeli ve Fıtrata Aykırı Yollar

Zincirden Kurtulmak: Galibiyetin Bedeli ve Fıtrata Aykırı Yollar

“Devletler, milletler muharebesi, tabakat-ı beşer muharebesine terk-i mevkî ediyor. Zîra, beşer esir olmak istemediği gibi, ecir olmak da istemez. Galip olsa idik, hasmımız ve düşmanımız elindeki cereyan-ı müstebidaneye belki daha şedîdane kapılacak idik. Halbuki, o cereyan hem zalimane, hem tabiat-ı alem-i İslama münafi, hem ehl-i îmanın ekseriyet-i mutlakasının menfaatine mübayin, hem ömrü kısa, parçalanmaya namzettir. Eğer ona yapışsa idik, alem-i İslamı fıtratına, tabiatına muhalif bir yola sürükleyecek idik.”
Rüyada bir hitabe.

Tarih boyunca insanlık; görünürde hürriyet adına nice zincirler kuşanmış, nice istibdatları alkışlamıştır. Mazlumlar zalime, mağlup milletler galiplere hayranlık duyarak onları taklit etmeye meylederken, aslında kendi kimliğinden ve fıtratından uzaklaşmışlardır.

Bediüzzaman Said Nursî’nin “Rüyada Bir Hitabe” adlı eserinde ifade ettiği şu cümle; bir milletin galip gelmemesinin bile bazen rahmet ve hikmet cihetiyle tercih edilebilir olduğunu gösterir:

> “Galip olsa idik, hasmımız ve düşmanımız elindeki cereyan-ı müstebidaneye belki daha şedîdane kapılacak idik…”

Yani eğer zahiren zafer kazansaydık, mağlubun yolunu taklit ederek aslında daha büyük bir mağlubiyete sürüklenecektik.

Zafer Değil, Hakkı Üstün Tutmak

Zafer tek başına bir kıymet değildir. Asıl kıymetli olan, zaferin nasıl bir yol ve niyetle kazanıldığıdır. Bediüzzaman’ın bu ifadeleri, galip gelmenin değil; doğru ve fıtrata uygun olanı seçmenin daha büyük bir hikmet taşıdığını bize anlatır. Çünkü her galibiyet, beraberinde bir hayranlık, bir taklit, bir yöneliş getirir.

Eğer zaferin sonunda İslam’ın ruhuna zıt bir idare biçimi alınacaksa, bu zafer aslında bir istiklâl değil, istibdat getirir. Bugün İslam dünyasında yaşanan pek çok çöküş, Batı’dan gelen galip sistemlerin körü körüne taklidiyle başlamıştır.

İstibdat, Fıtrata Aykırıdır

Bediüzzaman, İslam âleminin zalim ve merkeziyetçi sistemlere eğilim göstermesini şu üç açıdan reddeder:

  1. Tabiat-ı âlem-i İslâm’a muhaliftir – Çünkü İslam ümmeti; meşverete, adalete ve şefkate dayalıdır.
  2. Ehl-i imanın ekseriyet-i mutlakasının menfaatine zıttır – Çünkü istibdat; sadece bir zümrenin faydasına çalışır.
  3. Ömrü kısa ve parçalanmaya namzettir – Çünkü halkın iradesini yok sayan sistemler, uzun vadede ayakta kalamaz.

Dolayısıyla görünürde galibiyet gibi gözüken bir tercih, uzun vadede milletin fıtratını bozar, maneviyatını söndürür.

Beşer Esir Değil, Hür Olmak İster

Bugünün insanı, modern sistemlerin dayattığı görünmez zincirler altında yaşıyor. Fakat bu zincirler altınla süslendiği için, çoğu zaman hürriyet sanılıyor. Tıpkı Said Nursî’nin işaret ettiği gibi:

> “Beşer esir olmak istemediği gibi, ecir olmak da istemez.”

Yani insanlık artık sadece maddi bir maaşla, tek tip bir düşünceyle, kalıplaşmış bir hayatla mutmain olmuyor. Kendi inancına, kültürüne, tarihine ve iradesine sahip çıkmak istiyor. Ama bunu yaparken taklit hastalığına kapılmak, onu öz benliğinden uzaklaştırıyor.

Zaferden Ziyade İstikamet Lazım

Mesele bir savaşı kazanmak değil; istikameti kaybetmemektir. Eğer kazanılan bir savaş, bizi ilahi adaletten, şefkatten ve meşveretten uzaklaştırıyorsa, o galibiyetin bedeli çok ağır olur. Zira İslam, şekilcilikten çok hakikati esas alır.

Bediüzzaman’ın bu veciz ifadesi bize şunu hatırlatır:

> Bazen bir mağlubiyet, manen bir galibiyettir. Ve bazen bir zafer, zahiren parlak olsa da ruhen çöküştür.

Makale Özeti:

Bediüzzaman Said Nursî’nin “Rüyada Bir Hitabe” adlı eserindeki ifadeler, görünürde bir galibiyetin aslında manevi bir mağlubiyete dönüşebileceğini anlatır. Çünkü galip gelen milletler, çoğu zaman düşmanlarının istibdat ve zulüm sistemlerini taklit ederler. Bu taklit, İslam’ın fıtratına, halkın menfaatine ve uzun vadeli barışa aykırıdır. Gerçek kurtuluş, şeklen galip olmaktan değil; istikamet üzere kalmaktan geçer. Zafer değil, hikmetli tercih ve fıtrata uygun bir sistem insanlığı ihya eder.