Bâkî’ye Âşık Olanın Kendisinin de Bâkî Olması Gerekir

Bâkî’ye Âşık Olanın Kendisinin de Bâkî Olması Gerekir

“Evet, ebedînin sadık dostu, ebedî olacak. Ve bâkinin âyine-i zîşuuru, bâki olmak lâzım gelir.”
Şualar

İnsanoğlu, yaratılış itibariyle ebediyeti arzulayan bir varlıktır. Geçici olanla tatmin olmaz, kalıcı olanın peşine düşer. Fakat bu ebediyet arzusu, eğer doğru yöne yönlendirilmezse, insanı sonsuzluğu dünyada aramaya götürür ki bu, karanlık bir hayaldir. Gerçek ebediyet, ancak Bâkî olan Allah’a dost olmakla mümkündür.

Bediüzzaman’ın şu cümlesi, bu hakikatin özüdür:

> “Evet, ebedînin sadık dostu, ebedî olacak. Ve Bâkî’nin âyine-i zîşuuru, bâki olmak lâzım gelir.”

Bu ifadede iki büyük hakikat gizlidir:

  1. Ebedî’nin Dostu da Ebedî Olmalıdır

Ebedî olan yalnızca Allah’tır. O’nun dostluğu da ebedîdir. Kim Allah’a dost olursa, fâniliğin gölgesinden sıyrılır, ebediyete adım atar. O dostluk bir keyfiyet değil, bir hakikattir. Tıpkı karanlıktan çıkıp ışığa yürümek gibi. Çünkü Allah, Bâkî’dir. O’na yönelen, O’nda fani olur, O’nunla ebedi olur.

Dünya dostlukları fânidir. Menfaatle başlar, sıkıntıyla biter. Ama Allah’a dost olmak, insanı zamanın yıpratıcılığından kurtarır, kalbe istikamet verir. Çünkü bu dostlukta vefa sonsuzdur, sadakat ezelîdir.

  1. Bâkî’nin Aynası Olan İnsan da Bâki Kalmalıdır

İnsan, Allah’ın isimlerine ayna olan bir varlıktır. Özellikle şuur sahibi olması, onu diğer tüm mahlûkattan ayırır. O hâlde bu ayna kırılmamalı, kararmamalıdır. Zira Allah’ın esmâsına mazhar olan bir varlık, bâkî olan bir gayeye hizmet etmekle, kendi varlığını da anlamlandırır.

Eğer insan bu misyonunu unutup dünyaya ve fânî lezzetlere dalarsa, o zaman kendisine verilen en büyük kıymeti inkâr etmiş olur. Bâkî’ye değil, fânîye yönelen bir bakış; sonunda yokluğa çarpar. Ama insan, kendini Bâkî’ye yöneltirse, o zaman kendi nefsine bile şahitlik edecek bir değer kazanır.

Bu dünyada kalıcı bir iz bırakmak isteyen insanın yolu, ebedî olanla dost olmak ve ona aynalık yapmaktan geçer. Çünkü fânî olan hiçbir şey, insana sonsuzluk hissi veremez.

> Fânî olan, fânîyi sevdiğiyle yok olur.
Bâkî olanı seven ise sevdiğiyle bâkî kalır.

Özet:

İnsan, ebediyet arzusunu sadece Allah’a dost olarak gerçekleştirebilir. Bâkî olan Allah’a ayna olan insan, ancak bu dostlukla bâkîleşir. Fânî dünya dostlukları gelip geçicidir. Gerçek kalıcılık, Allah’a yönelmekle ve O’nun esmâsına ayna olmakla mümkündür. Bu dostluk, insanı fânilikten ebedî kurtuluşa taşır.

 

 




Toprağın Altında Karanlık Değil, Nurlu Bir Başlangıç Var

Toprağın Altında Karanlık Değil, Nurlu Bir Başlangıç Var

“Hem şuur-u imanî ve intisab-ı ubudiyet ile toprak perdesinin arkası ışıklanmasını ve ağır tabaka-i türabiye dahi ölülerin üstünden kalktığını ve kabir kapısıyla girilen yer altı dahi adem-âlûd karanlıklar olmadığını ilmelyakîn ile bildim. Bütün kuvvetimle

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ

dedim.”
Şualar

Kabir… İnsanlığın gözünde bir ayrılık, bir son, bir karanlık olarak görünür. Toprağın altında ne olduğunu göremeyen akıl, çoğu zaman orayı yoklukla, hiçlikle, boşlukla eş tutar. Hâlbuki şuur-u imanî yani imanla bakan bir şuur ve kullukla bağlı bir kalp için kabir, sadece bir menzil değişikliğidir.

Bediüzzaman Said Nursî şöyle der:

> “Şuur-u imanî ve intisab-ı ubudiyet ile toprak perdesinin arkası ışıklanmasını ve ağır tabaka-i türabiye dahi ölülerin üstünden kalktığını… ilmelyakîn ile bildim.”

Yani imanla bakan biri için toprak bir perde değil, bir menfezdir. Dünya hayatının dar koridorlarından sonra, ebedî âleme açılan bir kapıdır. İman gözüyle bakıldığında, toprak karanlık değil, nurla dolu bir rahmet örtüsü gibidir.

Kabir, imanla bakan bir ruh için korkulacak bir boşluk değil, vuslatın eşiğidir. Sevgililer sevgilisine, Rabbe doğru yolculuğun başladığı mukaddes bir geçittir. Eğer bir insanın kalbinde Allah’a iman ve ibadet bağı varsa, ölüm onun için bir yokluk değil; sonsuz bir nurun başlangıcı olur.

İnsan, dünya hayatı boyunca toprakla yoğrulur, ama imanı sayesinde topraktan ayrılır. Çünkü şuur-u imanî, bakışı değiştirir. Ubudiyet yani kulluk, insana bakış açısı kazandırır. Kullukla Allah’a bağlanan bir kalp için kabir, bir zindan değil, rahmetin kucağıdır. Orası cehennem çukuru değil, cennet bahçesinin girişidir.

> “Kabir kapısıyla girilen yer altı dahi adem-âlûd karanlıklar olmadığını ilmelyakîn ile bildim.”

Bilmek… Hem de ilmelyakîn, yani kesin ilimle, delille, gözle görülmüş gibi güçlü bir kanaatle. Bu imanla bakıldığında ölüm, insanı korkutmaz. Kabir, ürkütücü bir sessizlik değil; Allah’a ulaşmanın bir eşiğidir. İşte bu yüzden, her türlü sıkıntı ve karanlığa karşı gönül şunu haykırabilir:

> حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ
“Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!”

Çünkü mü’min bilir ki, toprak altında Allah’ın koruması vardır. Ölümde bile O’nun rahmeti tecelli eder. Dünya zindan olsa da, iman sahibi için kabir cennet bahçesidir. Toprak altı, sadece cismin döndüğü yerdir; ruh içinse sonsuzluk ufkudur.

Bu hâl, yalnızca bilgiyle değil, imanla kazanılır. Kişi, kulluğunu derinleştirerek ve Allah’a olan bağını kuvvetlendirerek bu basireti elde eder. O zaman toprak perdesi aralanır, gerisi nurlanır.

Özet:

İman ve kulluk şuuruyla bakıldığında, kabir karanlık değil, nur dolu bir geçittir. Toprak perdesi, bir ayrılık değil, rahmetin örtüsüdür. Kabir, imanlı bir insan için yokluk değil, ebediyetin başlangıcıdır. Bu anlayışla mümin, tüm varlığıyla “Allah bize yeter” diyerek ölümün ötesine güvenle yürür.

 




Tanzimin Diliyle: Kehkeşan’dan Nar’a İlahi Kudretin İzleri

Tanzimin Diliyle: Kehkeşan’dan Nar’a İlahi Kudretin İzleri

“Kehkeşan’dan ve manzume-i şemsiyeden tâ mısır ve nar gibi meyvelere kadar hükmeden tanzim” — Risale-i Nur Külliyatı’ndan

İnsanoğlu, bir nar tanesinin kabuğunu soyarken farkında olmadan bir mucizeye dokunur. Mısır koçanının tane tane dizilişine bakarken, sadece bir besin değil, bir nizamın izini görür. Peki bu nizam nereden başlar? Risale-i Nur’un işaret ettiği gibi, bu düzen Kehkeşan’dan başlar, manzume-i şemsiyeden geçer, tâ mısırın tanelerine, narın çekirdeklerine kadar devam eder.

Kehkeşan — yani Samanyolu galaksisi — trilyonlarca yıldızın bir araya getirildiği devasa bir sistemdir. Bu sistem, başıboş bir patlama sonucu rastgele dağılmak yerine, muazzam bir uyumla döner, durur, birleşir ve ayrılır. Güneş sistemimiz, bu galaksi içinde tıpkı mısır koçanındaki taneler gibi, belli bir intizam ve ölçüyle yerleştirilmiştir.

Risale-i Nur bu düzeni, Allah’ın sonsuz ilim ve iradesine bağlar. Tesadüfün zerresine dahi yer yoktur. Güneşin yörüngesi, dünyanın meyve verecek şekilde eğimi, ayın geceleri düzenli bölmesi, hepsi bir “tanzim”dir. Ve bu tanzim, aynı kudretin, nar tanesinin iç düzenine de nüfuz etmesiyle devam eder.

Dikkat edin: Bir narı ortadan ikiye kestiğinizde, çekirdeklerin yerleşimi matematiksel bir dengeyle dizilmiştir. Aynı şey mısır taneleri için de geçerlidir. Her tanenin yeri bellidir, taşmaz, eksik kalmaz. Bu düzen sadece gıdada değil, her bir nefeste, her bir hücrede, her bir sistemde görünür.

Bediüzzaman’ın “Kehkeşan’dan nar tanesine kadar hükmeden tanzim” ifadesi, sadece bir tabir değil, kâinatın özüdür. Bu ifade; başıboşluk yoktur, kaos görünse de arkasında ince bir denge vardır, der. Allah, en büyük sistemlerde olduğu gibi, en küçük detaylara da aynı ihtimamı göstermiştir.

Modern Bilimle Buluşma Noktası

Bugün bilim insanları DNA’nın çift sarmalındaki dizilişten evrenin genişleme oranına kadar her şeyin ince bir hesapla yaratıldığını söylüyor. Ancak bu hesap, kendi kendine oluşmuş bir sistemin değil, her an varlığı ve devamı için bir “müdebbir”e ihtiyaç duyan yaratılışın delilidir.

Bediüzzaman, nar tanesindeki düzenle galaksilerdeki nizâmı aynı kaynağa bağlar: Allah’ın isimlerinin cilvesi. Rahman ismiyle rızık verir, Hakîm ismiyle düzenler, Halîk ismiyle yaratır.

Ders: Hikmeti Gör, Şükret

Eğer insan, bir nar tanesindeki düzeni fark edip arkasındaki hikmeti anlarsa; bu, onun tüm kâinatı anlamasına vesile olur. Aksi halde, yıldızların ihtişamı da, meyvenin lezzeti de sıradanlaşır, alışkanlık perdesiyle örtülür. Oysa her şey, her şeyin diliyle “Allah var ve birdir” der.

Özet:

Kâinattaki en büyük sistemlerden, en küçük meyve tanelerine kadar hükmeden bir ilahi düzen vardır. Risale-i Nur’un “Kehkeşan’dan nar tanesine kadar tanzim” şeklinde ifade ettiği bu gerçeklik, bize yaratılışta tesadüfe yer olmadığını, her şeyin bir ilim, hikmet ve kudretle yaratıldığını gösterir. Bu tanzimi görmek, imanla bakmak ve şükretmek için bir davettir.

 

 




Rahîmiyet ve Rezzâkıyet: Şefkat Eliyle Açılan Rızık Kapısı

Rahîmiyet ve Rezzâkıyet: Şefkat Eliyle Açılan Rızık Kapısı

“Rahîmiyet ve rezzakıyet” hakikatidir. 

   Yani umum zemin yüzünde ve içinde ve havasında ve denizinde bütün zîhayatın ve bilhassa zîruhun ve bilhassa âciz ve zayıfların ve bilhassa yavruların hem maddî ve midevî hem manevî bütün rızıklarını, şefkatkârane, kuru ve basit bir topraktan ve camid ve kemik gibi kuru odun parçalarından yapılan ve bilhassa en latîfi kan ve fışkı ortasından gelen ve bir dirhem kemik gibi bir tek çekirdekten yapılan binlerle okka taamların, vakti vaktine mukannen bir surette hiçbirini unutmayarak ve şaşırmayarak gözümüz önünde bir dest-i gaybî tarafından verilmesi hakikatidir.”
Şualar

İnsan, hayat sahnesine gözlerini açtığında ilk olarak bir rahmetle karşılaşır: Annesinin şefkatli kucağı, sütle dolu bir rahmet pınarıdır. Henüz ne çalışabilir, ne kazanabilir, ne de talep edebilirken, bütün ihtiyaçları kendisine sunulmuş, acizliğiyle birlikte rızkı da hazırlanmıştır. Bu manzara sadece insan yavrusu için değil, denizdeki balıktan dağdaki ceylana, gökte uçan kuştan karıncanın yavrusuna kadar bütün mahlûkat için geçerlidir. İşte bu manzara, “rahîmiyet” ve “rezzâkıyet” isimlerinin tecellisidir.

Rahîmiyet: Acz İçinde Merhametin Tecelligâhı

Rahîmiyet, Cenâb-ı Hakk’ın mahlûkatına karşı sonsuz merhametinin tezahürüdür. Bilhassa zayıf, güçsüz, masum ve ihtiyaç içindeki canlılara yöneltilmiş özel bir şefkattir. Gözle görünmeyen bir böceğin bile, en zor yerde en uygun rızkı bulması; yavru bir kuşun, uçamazken dahi gagasına kadar rızkın taşınması; bunların hepsi Rahîm isminin birer tecellisidir. Zira şefkatli bir annenin yavrusuna duyduğu merhamet bile, o ilâhî rahmetin cüz’î bir yansımasıdır.

Rezzâkıyet: Kudret Eliyle Dağıtılan Sofralar

Rezzâk ismi, her canlının rızkını üstlenen, onu tam vaktinde ve yerinde ulaştıran bir ilâhî sıfattır. Bediüzzaman Hazretleri’nin işaret ettiği gibi, kuru bir çekirdekten binlerce okka meyve; kemik gibi odun parçasından şekerli tatlar; fışkı ve kan ortasından bembeyaz süt çıkarmak, kuru topraktan rengârenk ve tatlı gıdaları süzmek, ancak Rezzâk-ı Mutlak olan Allah’ın fiilidir. Bu da gösteriyor ki, rızık maddî sebeplere bağlanamayacak kadar mucizevîdir. Sebepler sadece bir perdedir, esas veren Zât, gaybdan ikram etmektedir.

Rızkın Manevî Ciheti: Gönüllere de Azık

Yalnız mide değil, ruh da rızık ister. İnsan sadece yiyecekle değil, sevgiyle, güvenle, anlamla da yaşar. Allah’ın Rahîm ve Rezzâk oluşu, yalnız maddî gıdaları değil, manevî gıdaları da ihtiva eder. Kalbin tesellisi, ruhun huzuru, zihnin tatmini; bunların hepsi de Rezzakiyetin birer dalıdır. Peygamber gönderilmesi, kitap indirilmesi, ibadetlerdeki huzur, dua ile gelen ferahlık… Bunlar hep o ilâhî sofranın manevî nimetleridir.

Bir Çekirdekte Gizlenen Sofra

Bir çekirdeğin içinde gizlenen ağacı, meyveyi ve bütün nimetleri düşünelim. Bu çekirdek, kuru, cansız, basit görünümlüdür. Ama toprağa düştüğünde, içindeki sır açığa çıkar. Nasıl ki o küçük çekirdekten binlerce tatlı meyve çıkar, öyle de insandaki acz ve fakr da rahmet ve rızkın kapısını açar. Yani insanın kudreti değil, aczi; serveti değil, ihtiyacı ona kapılar açar. Çünkü Allah’ın Rahîmiyet ve Rezzâkıyet sıfatları, en çok da bu hal üzere olanlara yönelmiştir.

Sonuç Yerine: Şefkatin ve İhsanın Sahibini Tanımak

Gözümüzün önünde her gün sayısız mucize yaşanıyor: Açılan çiçekler, olgunlaşan meyveler, doyan yavrular, rızıklanan böcekler, sevgiyle bakan gözler, güvenle atan kalpler… Bütün bunlar, Allah’ın görünmeyen ama inkâr edilemez elinin, yani Rahîmiyet ve Rezzâkıyetinin delilleridir. Bu iki sıfat, hem Rabbimizi bize tanıtır, hem de bize güven ve teslimiyet telkin eder. Çünkü aç kalma korkusunu yenen bir kalp, dünya imtihanında büyük bir mertebeye ulaşır.

Özet:

Bu makalede, Rahîmiyet ve Rezzâkiyet hakikati ele alınmıştır. Rahîmiyet; aciz ve muhtaç varlıklara yönelik ilâhî şefkatin tecellisi iken, Rezzâkiyet; tüm canlılara vakti vaktine ulaşan rızkın ilâhî kudretle takdimidir. Hem maddî hem manevî rızıkların kaynağı olan bu iki isim, insanın acziyetini rahmet kapısına çevirir ve Allah’a teslimiyeti öğretir. Bu hakikatler, hem imanımızı kuvvetlendirir hem de her gün gördüğümüz nimetleri arkasındaki İhsan Sahibi’ni tanımaya bir davettir.

 

 




Müdebbiriyet ve İdare: Kudretin Sessiz Musika-i İlahisi

Müdebbiriyet ve İdare: Kudretin Sessiz Musika-i İlahisi

“Müdebbiriyet ve idare” hakikatidir. 

   Yani, gayet dehşetli ve süratli ecram-ı semaviyeyi ve gayet istilacı ve karıştırıcı unsurları ve gayet ihtiyaçlı, zafiyetli mahlukat-ı arziyeyi kemal-i intizam ve muvazene ile idare etmek, birbirlerine muavenettar yapmak ve imtizaçkârane idare etmek ve tedbirlerini görmek ve bu koca âlemi bir mükemmel memleket, bir muhteşem şehir, bir müzeyyen saray gibi yapmak hakikatidir.”
Şualar

Varlık âlemi, ilk bakışta karmaşık, başıboş ve gelişigüzel bir hareketliliğe sahne gibi görünse de dikkatli bir nazarla bakıldığında, her şeyin derin bir plan, hassas bir hesap ve eşsiz bir idare ile yürüdüğü ortaya çıkar. Yıldızlardan hücrelere, galaksilerden su damlalarına kadar her şey, bir Müdebbirin yani her işi tedbirle yöneten bir Zât’ın idaresindedir. Bu hakikat, Kur’an’ın pek çok ayetinde vurgulanan “Yudebbirus-semevât ve’l-ard – Gökleri ve yeri tedbir eden O’dur” sırrıdır.

Kâinat: Bir Memleket, Bir Şehir, Bir Saray

İnsanlık tarihinin en büyük idarecileri bile, en fazla bir şehir veya bir imparatorluğu belli ölçüde düzenleyebilmişlerdir. Oysa şu muazzam kâinatta; hiçbir anarşi, başıbozukluk, rastgelelik veya israf yoktur. Güneş sistemindeki gezegenlerin her biri, belli bir yörüngede saniye şaşmadan dönerken; yeryüzünde dört unsur (hava, su, toprak, ateş) farklılıklarına rağmen bir bütünlük içinde çalışır. Rüzgârlar bir yerde zararlı gibi görünürken, başka yerde hayat taşır. Yağmur, kimi zaman rahmet olurken, başka bir yanda temizlik yapar.

Bu koca âlem, âdeta bir şehir gibi sokak sokak planlıdır. Bir memleket gibi her bölgeye göre ayrı kaynaklar ve ihtiyaçlar karşılanır. Ve bir saray gibi her köşesi sanatla, düzenle ve anlamla bezelidir.

Zıtlar Arasında İntizam: Tedbirin Mühürleri

Kâinattaki unsurlar birbirinin zıddıdır: Ateşle su, ışıkla karanlık, soğukla sıcak… Ama bu zıtlıklar savaşmaz, çatışmaz; aksine birbirine yardımcı olur. Isı, hayatın temelidir ama fazlası yok edici olur; soğuk, durağanlık getirir ama fazla ısıyı dengeler. Bu muazzam denge, tevâzün ve tedbir sıfatlarının açık bir tecellisidir. Zıt unsurların bu denli ahenk içinde işlemesi, bilinçsiz sebeplerin işi olamaz.

Görünürde kaotik gibi görünen fırtınalar, seller, depremler bile aslında büyük dengeyi korumaya yönelik bir düzeltme hareketidir. Bu, ilâhî bir müdebbiriyetin en ince ayarlarla işlediğinin göstergesidir.

Zayıfların Korunması: Kudretle Şefkatin Buluşması

Yeryüzünde güçsüz, savunmasız ve zayıf mahlûkat çoktur: Yeni doğmuş yavrular, kanatsız böcekler, kök salmış bitkiler… Onlar, güçlülerden korunmaya, beslenmeye, barınmaya muhtaçtır. İşte kâinatın idaresinde sadece güç değil, aynı zamanda şefkat de vardır. Güneşin ısı dağıtımı, suyun döngüsü, toprağın bereketi; hepsi bu zayıfları gözeten bir ilâhî rahmet planıdır.

Kudret, kontrolsüz kullanıldığında tahrip eder; ama ilâhî müdebbiriyet, kudreti rahmetle dengeler. Bu da gösteriyor ki bu kâinatı yöneten sadece bir güç sahibi değil, aynı zamanda sonsuz hikmet ve şefkat sahibidir.

Bir Şehir Gibi Yaşayan Kâinat

Her mahlûk bir görevli gibidir: Arılar bal yapar, rüzgârlar polen taşır, bulutlar yağmur getirir. Her biri kendi sahasında vazifedardır ve birbirine engel değil, yardımcıdır. İnsan ise bu şehirde akıl sahibi bir misafir ve seyircidir. Bu düzeni görmek, takdir etmek ve idarecinin hikmetini tanımakla yükümlüdür.

Kâinatı düzen içinde idare eden Zât’ın, insan hayatını başıboş bırakması mümkün müdür? Bu sorunun cevabı, hem içimizdeki vicdanda hem gökyüzündeki yıldızlarda mevcuttur.

Özet:

Bu makale, müdebbiriyet ve idare hakikatini ele almaktadır. Kâinatta görülen muazzam düzen, zıt unsurlar arasındaki denge, zayıf varlıkların korunması ve her şeyin bir plan içinde yürümesi; her işi tedbirle yöneten ilâhî bir Zât’ın varlığına delildir. Bu hakikat, insanı rastgeleliğin değil, hikmetle dolu bir idarenin hüküm sürdüğü bir âlemde yaşadığını fark etmeye davet eder. Kudret, hikmet ve rahmetle işleyen bu idare, insana teslimiyet, hayret ve iman kazandırır.

 

 




Sahipsiz Değilsin: Seni Kim Yapmışsa, Kâinatın Sahibidir

Sahipsiz Değilsin: Seni Kim Yapmışsa, Kâinatın Sahibidir

“BENİ KİM YAPMIŞ İSE,
MEMLEKETTE İNTİŞAR EDEN BÜTÜN EMSALİMİ DE O YAPIYOR
VE BÜTÜN MEMLEKETİN HER TARAFINDA BİZİ YETİŞTİREN,
O’DUR.
DEMEK MEMLEKETİN MÂLİKİ DE O’DUR.
ÖYLE İSE, BÜTÜN BU MEMLEKETE, BU SARAYA MÂLİK KİM İSE,
O BİZE MÂLİK OLABİLİR.”
Risale-i Nur Külliyatından.

İnsan, bir anlık tefekkürle başını kaldırıp gökyüzüne baktığında, içinde yaşadığı dünyanın bir parçası olmadığını; aksine o âlemin merkezine alınmış, nazlı bir misafir gibi ağırlandığını hisseder. “Ben kimim, nereden geldim, beni kim yarattı?” sorusu ise her aklın en eski, en derin sorusudur. Risale-i Nur’da geçen bu ifadeyle bu soru, hem cevaplanır hem de muazzam bir hakikate işaret edilir:

> “Beni kim yapmış ise, memlekette intişar eden bütün emsalimi de O yapıyor…”

Ben Kimim? Bir Ferdi Yapan, Türü Yaratan Zâttır

Bir çiçek düşünelim… Onu meydana getiren sanatkâr, yalnız o çiçeği değil; dağın yamacında, ovanın ortasında, karanlık bir ormanın içinde açan binlerce benzerini de aynı anda, aynı sistemle yaratmaktadır. Bir arı, yalnızca bir petekte değil, dünyanın dört bir yanında aynı sistemle yaratılmakta ve rızıklandırılmaktadır. Demek ki bir ferdin yaratıcısı, o türün de hâlıkıdır.

Bu durum insan için de böyledir. “Ben kimim?” sorusuna verilecek cevap, sadece bireysel yaratılışı değil; tüm insanlığın, hatta tüm canlıların yaratılışına açılan bir kapıdır. Çünkü insan, yaratılışta yalnız değildir. Her yönüyle benzerlerine bağlıdır. O hâlde kendisini kim yapmışsa, tüm benzerlerini de O yapmaktadır.

Her Yerde Aynı Kudret, Aynı Nizam

Dünyanın neresine giderseniz gidin, suyun kaldırma kuvveti değişmez; elmanın tadı temelde aynıdır; gökteki yıldızlar aynı sistemle döner. Demek ki bu memleketin her köşesinde, aynı kanunlar işliyor; aynı kudret, aynı hikmet, aynı sanat kendini gösteriyor. Bu da gösteriyor ki bu muhteşem sarayda tek bir Sahip, tek bir Malik, tek bir Hâkim vardır.

Her yerde, her şeyde aynı mühür var: Aynı hayat verme; aynı hikmetle yaratma; aynı rızıklandırma; aynı sanat ve aynı şefkatle donatma… Bu mühürler, bu memleketin birliği kadar, onun sahibinin birliğini de gösterir.

Malik Kim ise, Benim de Sahibim O’dur

İnsan, bu memlekette sadece bir yolcu değil, aynı zamanda bir emaneti taşıyan, bir sorumlulukla yaşayan bir misafirdir. Kim ki bu sarayı yapmış, düzenlemiş, rızık sofralarını kurmuş, o hâlde bizi de O yapmış ve bize malik olmuştur. Bizim üzerimizde başkalarının hiçbir gerçek mülkiyeti olamaz. İnsan, ne nefsiyle ne de başka bir varlıkla kayıtsız bir başıboş değildir.

Bu ise bize büyük bir güven ve huzur verir: Sahipsiz değiliz. Bizi bilen, gören, idare eden ve rızıklandıran bir Rabbimiz var. Hem de sadece bizimle değil, tüm kâinatla ilgilenen, her şeyi görüp gözeten bir Rab.

Teslimiyetin Kapısı: Malikimizi Tanımak

İşte bu büyük hakikat, bize sadece bir bilgi değil; aynı zamanda bir kulluk şuurudur. Biz kimin eseriysek, kime aitsek, O’na teslim olmamız gerekir. Kalbimiz de, ruhumuz da, bedenimiz de O’na emanettir. Bu hakikat idrak edildiğinde, insan kendisini büyük bir sarayda, huzurla ağırlanan bir misafir gibi hisseder.

Özet:

Bu makale, Risale-i Nur’daki şu cümle üzerine yazılmıştır:
“Beni kim yapmış ise, memlekette intişar eden bütün emsalimi de O yapıyor.”
Bir insanı yaratan Zât’ın, onun tüm benzerlerini ve içinde bulunduğu memleketi de yaratmış olduğu anlatılmıştır. Bu hakikat, Allah’ın birliğine, mülkün tamamına sahip olduğuna ve insanın da O’na ait olduğuna delildir. Bu şuur, insana yalnız olmadığını, sahipsiz kalmadığını ve gerçek huzurun Malik’ini tanımakta olduğunu öğretir.

 

 




Kabir: Seni Bekleyen Kapı, Dünyaya Sırtını Döndüren Gerçek

Kabir: Seni Bekleyen Kapı, Dünyaya Sırtını Döndüren Gerçek

“Seni intizar etmekte
ve senin de
sür’atle ona doğru
gitmekte olduğun
kabir,
dünyanın ziynetlı,
lezzetli şeylerini
hediye olarak
kabul etmez.
—-Risale-i Nur Külliyatı’ndan—-

Dünyanın en çarpıcı hakikati: Her doğan ölür, her gelen gider…
İnsanoğlu, ne kadar kendini eğlenceye, kazanca, makama kaptırsa da bir gerçek daima sessizce yaklaşır: Kabir.
Ve bu gerçek, öyle bir gerçektir ki; ne aldatır ne erteler.
Kabir, seni beklemekte.
Ve sen, farkında olsan da olmasan da, her an ona doğru yürümektesin.

> “Kabir, dünyanın ziynetli, lezzetli şeylerini hediye olarak kabul etmez.”

Çünkü kabir, hakikatin kapısıdır; fânî olanın değil, bâkî olana ait olanın girişidir.

Dünya: Bir Misafirhane, Bir Oyalanma Alanı Değil

İnsan, dünyaya ebedî kalmak için gelmemiştir. Oysa büyük çoğunluk, bu geçici misafirhaneyi ebedî bir saray gibi süslemeye çalışır. Makamlar, servetler, lezzetler; hepsi dünya pazarında alınıp satılan geçici süslerdir. Fakat kabir, bunların hiçbirini kabul etmez. Kabre girenle birlikte altınlar, arabalar, unvanlar gitmez. Oraya yalnız amel, niyet ve kalbin yüküyle girilir.

Dünyanın ziyneti, kabirde bir hiç hükmündedir. Çünkü kabir, hakikatin çıplak hâlidir. Her şeyin soyunduğu, yalnızca hakikatin giyindiği bir yerdir.

Sür’atle Gidiyoruz: Fark Etsek de Etmesek de

İnsan, yaşadıkça yaşlandığını fark eder. Her doğan gün, aslında biraz daha eksilen bir ömürdür. Her nefes, biraz daha kabre yaklaşmaktır. Ölüm, hayatın karşıtı değil; tamamlayıcısıdır. Çünkü ölüm, yokluk değil, bir kapıdan diğerine geçiştir. Bir istasyondur. Ama bu istasyona hazırlık yapmadan varmak, insanı azaba götürür.

Kabir, seni intizar etmekte. Yani beklemekte. Üstelik aceleyle beklemekte. Sen ne kadar geç gitmek istersen iste, adımların seni ona sür’atle götürmektedir.

Kabir Ne İster?

Kabir, dünyada yapılan zulmü değil, adaleti kabul eder.
Malı değil, ihlâsla verilmiş sadakayı alır.
Şöhreti değil, gizli yapılan ibadeti tanır.
Ne makam, ne şan… Kabir, sadece imanı, ibadeti, ihlâsı, tevazuu, güzel ahlâkı kabul eder.

> Çünkü toprak, kibri yutar ama şerefi saklar.
Dünya lezzeti çürür, ama salih amel meyve verir.

Kabir, Bir Korku Değil; Bir Uyanıştır

Kabir, korkulması gereken bir yer değil; hazırlanılması gereken bir yerdir. Dünya, ne kadar yalanla örülmüşse, kabir o kadar gerçektir. Hazırlıksız giren için bir çukur; hazırlıklı olan için ise bahçeye açılan bir kapıdır.

> Peygamber Efendimiz (sav) buyurur:
“Kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçedir, ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur.”

O hâlde hazırlanmalı…
Zira az kaldı.

Özet:

Bu makale, insanın kaçınılmaz sonu olan kabir üzerine yazılmıştır. Kabir, dünya ziynetlerini ve geçici lezzetlerini kabul etmeyen, sadece iman ve amel gibi hakiki sermayeyi tanıyan bir kapıdır. Her insan farkında olsa da olmasa da, kabre doğru hızla ilerlemektedir. Bu yüzden asıl hazırlık; makam, mal ve şöhret değil; kalp, ibadet, sadakat ve güzel ahlâktır. Kabir, korku değil; uyanış vesilesi olarak görülmeli, dünyaya değil ahirete yatırım yapılmalıdır.

 




Hâkimiyet Bölünmez: Tevhidin Kudretli Şahitliği

Hâkimiyet Bölünmez: Tevhidin Kudretli Şahitliği

“Madem bir hâkimiyet-i mutlaka hakikati vardır, elbette şirkin hakikati olamaz. Çünkü

لَوْ كَانَ فٖيهِمَٓا اٰلِهَةٌ اِلَّا اللّٰهُ لَفَسَدَتَا

âyetinin hakikat-i kātıasıyla, müteaddid eller müstebidane bir işe karışsalar karıştırırlar.”
Şualar

Kâinatın işleyişine, iç içe geçmiş sistemlerin mükemmel düzenine, galaksilerden hücrelere kadar uzanan dengeli yapısına bakıldığında, ortada açık bir hakikat belirir: Mutlak bir hâkimiyetin, bölünmez bir iradenin eseriyle karşı karşıyayız.

Bu hakikati Kur’ân, kısa ama sarsıcı bir ayetle ifade eder:

> “Eğer göklerde ve yerde Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de fesada uğrardı.”
(Enbiyâ Sûresi, 22)

Bu ilâhî hüküm, şirkin imkânsızlığını, tevhidin zaruretini akıl, mantık ve gözlem düzleminde ispat eder. Çünkü bir mülkün iki sahibi olamaz. Hâkimiyet bölünemez.

Mutlak Hâkimiyetin Delilleri: Düzen, Birlik, Bütünlük

Bir evin birden fazla mimarı olsa, planlar çatışır. Bir orduyu birden fazla komutan yönetse, düzen bozulur. Aynı şekilde kâinatı idare eden güç, birden fazla olsa, sistemde karmaşa olurdu. Oysa:

Güneş her gün doğar, batmazlık etmez.

Kalpler belli bir ritimle atar, milyonlarca insanınki senkronize işler.

Atomlar, gezegenler, hücreler… Hepsi aynı kurallar içinde hareket eder.

Bu birlik, ancak bir tek İlah ile mümkündür. Kâinatta karışıklık yoksa, çatışma yoksa, demek ki şerik de yoktur. Allah tektir, birdir, ortağı yoktur.

Şirk: Aklî ve Kalbî Bir İflas

Bediüzzaman Hazretleri bu konuda net konuşur:

> “Madem bir hâkimiyet-i mutlaka hakikati vardır, elbette şirkin hakikati olamaz.”

Yani mutlak hâkimiyetin olduğu bir yerde şirk ancak bir vehimden ibarettir. İki ilah farz edilse, kâinat ya çatışmaya sürüklenir ya da bölünür. Ama her ikisi de yoktur. O halde şirk, sadece zulmetli bir kuruntudur, hakikatte yeri yoktur.

Ayrıca çok ilahlılık fikri sadece mantıken değil, kalben de huzursuzluk verir. Çünkü insanın kalbi bir tek sığınağa muhtaçtır. Çok ilahlı bir anlayış, insan ruhunu parçalar, sükûneti bozar.

Tevhid: Hem Hikmettir, Hem Rahmettir

Tevhid inancı sadece aklî bir doğru değil, aynı zamanda bir rahmet kapısıdır. Çünkü:

Tevhid, Allah’ı her şeye yeter bilen bir güven hissi verir.

Şirk ise insanı sebeplere, çok sayıda güç odaklarına esir eder.

Tevhid, ibadeti yalnız Allah’a yönlendirir; şirkin ise ibadeti dağıtır.

Bu nedenle Kur’ân’ın en büyük davası tevhiddir; peygamberlerin en köklü mücadelesi şirke karşıdır.

ÖZET:

Bu makalede, “Hâkimiyet-i mutlaka varsa, şirk olamaz” hakikati açıklanmıştır. Kâinattaki düzen, birlik ve nizam; birden fazla ilahın varlığını imkânsız kılar. Tevhid, hem mantıki hem de vicdani bir zarurettir. Şirk ise sadece bir zan, bir vehimdir. Her şeyin tek bir Rabbin emriyle yürüdüğü bu muazzam âlemde, insan da ancak tevhidle huzur bulur, şirkle değil.

 

 




TESADÜFÜN MASKESİ DÜŞTÜ: FÂİL-İ ZÜLCELÂL’İN MUHTEŞEM TASNİFİ

TESADÜFÜN MASKESİ DÜŞTÜ: FÂİL-İ ZÜLCELÂL’İN MUHTEŞEM TASNİFİ

“Kâinatta tasarrufları görünen ef’al-i Rabbaniyenin ıtlak ve ihata ve nihayetsiz bir surette zuhurlarıdır. Ve o fiilleri takyid ve tahdid eden, yalnız hikmet ve iradedir ve mazharların kabiliyetleridir. Ve serseri tesadüf ve şuursuz tabiat ve kör kuvvet ve camid esbab ve kayıtsız ve her yere dağılan ve karıştıran unsurlar, o gayet mizanlı ve hikmetli ve basîrane ve hayattarane ve muntazam ve muhkem olan fiillere karışamazlar, belki Fâil-i Zülcelal’in emriyle ve iradesiyle ve kuvvetiyle zâhirî bir perde-i kudret olarak istimal olunuyorlar.”
Şualar

Kâinat bir kitap gibidir. Her harfi, her satırı anlamlıdır. Rüzgarın estirilmesinden kalbin çarpmasına, yaprağın düşmesinden yıldızların yörüngesine kadar her olay bir plan dahilinde gerçekleşir. Ve bu planın mimarı, her şeyin Rabbi olan Allah’tır. Çünkü:

> “Kâinatta tasarrufları görünen ef’al-i Rabbaniyenin
ıtlak ve ihata ve nihayetsiz bir surette zuhurlarıdır.
Ve o fiilleri takyid ve tahdid eden, yalnız hikmet ve iradedir.”

Bu ifadeler, kâinattaki işleyişin tesadüfî değil, kasıtlı ve hikmetli olduğunu ilan eder. Yani hiçbir şey gelişigüzel meydana gelmez. Her şeyin ardında bir irade, bir ilim, bir hikmet ve bir gaye vardır.

Kudretin Perde Arkasında: Tesadüf mü, İrade mi?

Zamanımızda birçok insan, özellikle bilim adına konuşanlar, doğada gördükleri düzeni “tesadüf”, “tabiat” veya “kör kuvvet” gibi kavramlarla açıklamaya çalışır. Oysa bu kavramların hiçbiri, kâinattaki hikmetli ve düzenli işleyişi açıklamaya yetmez.

Bir damla suda hayatı, bir hücrede ilmi, bir yaprakta kimyayı barındıran sistem, şuursuz sebeplerin eseri olamaz. Bediüzzaman bu noktada der ki:

> “Serseri tesadüf, şuursuz tabiat, kör kuvvet, camid esbab…
o gayet mizanlı ve hikmetli fiillere karışamazlar.”

Bu net ifade; aklın, kalbin ve vicdanın ortak hükmüdür: Kör olan düzen kuramaz. Cansız olan hayat veremez. Şuurdan yoksun olan hikmetli işler yapamaz.

Perdelerin Arkasındaki Kudret

Fiillerin önüne konulan sebepler, aslında birer perde-i kudrettir. Güneşi doğuran gece değildir, gece sadece bir geçiştir. Çiçeği açtıran bahar değildir, bahar sadece bir zarf gibidir. Asıl yapan, eden, idare eden Fâil-i Zülcelâl’dir. Ancak O’dur ki bütün fiilleri ilmiyle, kudretiyle, iradesiyle yapar.

Ve dikkat edin, bu fiiller:

Mizanlıdır: Her şey ölçüyle yaratılır. Atomdan galaksiye kadar bir denge vardır.

Basîrânedir: Her şey görüldüğü gibi görülmesi gereken zamanda ve mekânda olur.

Muhkemdir: Rastgele değil, sağlam ve yerli yerindedir.

Hayattarânedir: Canlılık, bilinç, hareket hep O’nun fiillerinin yansımasıdır.

İmtihanın Sırrı: Perdenin Gerisindekini Görmek

Allah, kudretini sebepler arkasında icra eder ki imtihan sırrı bozulmasın. Eğer her şeyi doğrudan ve açıktan O yapsaydı, herkes mecburen inanırdı. Fakat bu perde, insanın aklını ve kalbini harekete geçirir. Gören görür, arayan bulur. Tembel olan ise sebeplere takılır kalır.

ÖZET:                                                                                                

Bu makale, kâinatta görünen düzenli fiillerin arkasında Allah’ın ilim, kudret ve iradesinin bulunduğunu ifade eder. Tesadüf, tabiat veya sebepler gibi unsurlar; gerçek anlamda bir yaratma gücüne sahip değildir, sadece ilahî kudretin perdeleridir. Her şey hikmetli, ölçülü ve basîrane bir şekilde yaratılmaktadır. İman gözü, bu perdelerin ardındaki tek ve mutlak faili, yani Fâil-i Zülcelâl’i görür ve tanır. Bu fark ediş, hem marifetullahın kapısını açar hem de imanın derinliğini artırır.

 

 




Bir Güneş, Binler Aynada: Kudretin Şeffaf Yansımaları

Bir Güneş, Binler Aynada: Kudretin Şeffaf Yansımaları

“Nasıl ki nuraniyet ve şeffafiyet ve itaat sırrıyla ve kudret-i zatiyenin bir cilvesiyle bir tek güneş, bir tek âyineye ziyalı akis verdiği gibi; hadsiz âyinelere ve parlak şeylere ve katrelere o kayıtsız kudretinin geniş faaliyetinden ziyalı ve hararetli olan ayn-ı aksini emr-i İlahî ile kolayca verebilir. Az ve çok birdir, farkı yoktur.”
Şualar

Kâinatta, sıradan bir gözle bakıldığında bile hayranlık uyandıran bir düzen, bir nizam, bir denge vardır. Fakat tefekkür gözüyle bakıldığında daha derin bir hakikat görünür: Her şey, bir merkezden idare edilmekte, her varlık O’nun emrine itaatle görevini yapmaktadır. İşte bu sırrın en güzel temsillerinden biri, güneşin aynalardaki akisleridir.

> “Nasıl ki nuraniyet ve şeffafiyet ve itaat sırrıyla
bir tek güneş, bir tek âyineye ziyalı akis verdiği gibi;
hadsiz âyinelere ve parlak şeylere ve katrelere
o kayıtsız kudretinin geniş faaliyetinden
ziyalı ve hararetli olan ayn-ı aksini emr-i İlahî ile kolayca verebilir.
Az ve çok birdir, farkı yoktur.”

Bu temsil, hem tevhidin derinliğini, hem de Allah’ın kudretinin sınırsızlığını gösteren mucizevi bir açıklamadır.

Güneşin Aynalara Yansıması: Kudretin Tecellisi

Bir tek güneş, milyarlarca damlaya, aynaya, parlak cisme aynı anda yansır. Ne o yansımalarda eksilme olur, ne birbirine engel olurlar, ne de güneş yorulur. Her biri, kendi kabiliyetince o ışığı yansıtır. Kimisi büyük bir ayna gibi gösterir onu, kimisi küçücük bir damlada yansıtır. Ama her biri aynı güneşe işaret eder.

İşte Allah’ın kudreti de böyledir. Bir insanın kalbini yaratmakla, bütün kalpleri yaratmak arasında fark yoktur. Bir çiçeği ihya etmekle, binler baharı diriltmek aynı kudretin tecellisidir. Çünkü O’nun kudreti kayıtlı değildir; sonsuzdur, mutlak ve zahmetsizdir.

Şeffaflık, İtaat ve Nuraniyet: Yaratılışın Üç Anahtarı

Bediüzzaman’ın bu temsilinde üç kelime çok dikkat çekicidir:
Şeffafiyet, nuraniyet ve itaat.

Şeffafiyet, perdelerin kalkmasıdır. İnsan da kalbini şeffaf kıldığında, ilahî hakikatleri yansıtan bir ayna olur.

Nuraniyet, ışığın varlıkta yer bulmasıdır. İmanla parlayan kalpler, Allah’ın isimlerini aksettiren bir nevi nur menbaıdır.

İtaat, kainatın temel hareket prensibidir. Güneş, ay, zerreler, galaksiler… Hepsi emr-i ilahiye itaatle görev yapar. İnsan da ne zaman bu ilahi nizama uygun yaşarsa, o zaman hayatı nurlanır ve anlam kazanır.

Az da Olsa Çok da Olsa: Aynı Kudret, Aynı Kolaylık

Cümlede geçen “az ve çok birdir, farkı yoktur” ifadesi; Allah’ın kudretiyle ilgili çok derin bir hakikati anlatır. Bir şeyi yaratmakla milyonu yaratmak O’na aynı derecede kolaydır. Çünkü O’nun kudreti mahlukata benzemez; takatle, yorgunlukla, sınırlılıkla ilişkisi yoktur. Zira O “Kün feyekûn” (Ol der, olur) sırrıyla yaratır.

Bu tecelli, insanın hem imanını kuvvetlendirir, hem de hayret ve muhabbetini arttırır.

ÖZET:

Bu makalede, bir güneşin binlerce aynaya aynı anda yansıması temsili üzerinden, Allah’ın sonsuz kudreti ve tevhid hakikati açıklanmıştır. Bu temsil, yaratılışta kolaylık ve birlik ilkesini göstermektedir. Allah’ın kudreti, sınırsız ve zahmetsiz olduğu için bir şeyi yaratmakla milyarlarcasını yaratmak arasında fark yoktur. Şeffafiyet, nuraniyet ve itaat; bu ilahî tecellilerin sırrını anlamamıza yardımcı olur. Her varlık, bir ayna gibi O’nu gösterir; kalpler de imanla bu yansımanın en parlak merkezi hâline gelir.

 

 




BAHARIN SIRRI: BİRLİK İÇİNDE SANAT, HİKMET İÇİNDE KUDRET

BAHARIN SIRRI: BİRLİK İÇİNDE SANAT, HİKMET İÇİNDE KUDRET

“Evet mesela, her baharda nebatattan ve hayvanattan dört yüz bin nev’in hadsiz efradlarını, beraber ve birbiri içinde, bir anda ve bir tarzda, yanlışsız, hatasız, kemal-i hikmet ve hüsn-ü sanatla icad etmek ve idare ve iaşe etmek…”
Şualar

Bahar; sadece tabiatın uyanışı değil, aynı zamanda kudretin, hikmetin ve rahmetin bir sahnesidir. Her yıl düzenli olarak gelen bu mevsim, sadece hava değişikliğinden ibaret değildir. Baharda tecelli eden manzara, aslında göze görünmeyen ama ruhlara hitap eden büyük bir ilâhî kudret ve san’at gösterisidir.

> “Her baharda nebatattan ve hayvanattan dört yüz bin nev’in hadsiz efradlarını,
beraber ve birbiri içinde,
bir anda ve bir tarzda,
yanlışsız, hatasız,
kemal-i hikmet ve hüsn-ü sanatla icad etmek…”

Bu ifadede, basit bir doğa olayının ardında nasıl bir ilahî sistem, nasıl bir mutlak kudret, nasıl bir mükemmel denge bulunduğu gözler önüne serilir.

Bir Bahar: Binlerce Kudret Mühürü

Düşünün: Her baharda aynı toprakta, aynı suyla, aynı hava ile dört yüz binden fazla canlı türü diriliyor. Her biri kendi rızkıyla, şekliyle, kokusuyla, rengiyle, zamanı şaşmaz bir şekilde yaratılıyor. Aralarında hiçbir karışıklık, karıştırma yok. Laleyle menekşe karışmıyor. Kirazla zeytin birbirinin yerine çıkmıyor. Hepsi kendi diliyle, kendi kıvamıyla, kendi düzeniyle çıkıyor toprağın bağrından.

Bu muazzam düzen; tesadüfle, rastgelelikle, kör kuvvetle açıklanabilir mi?

Elbette hayır.

Çünkü tesadüf, sanat yapamaz. Kör kuvvet, hikmetli tercihlerde bulunamaz. Ama her baharda gördüğümüz bu tablo; sonsuz kudretin, mutlak hikmetin ve mükemmel bir nizamın işlediğini gösterir. Bu ise ancak tek bir İlâh’a, Allah’a ait olabilir.

Kudretin Sessiz Hitabı: Bahar

Bahar, adeta bir mahşer provası gibidir. Toprağın altında çürümeye terk edilmiş gibi görünen çekirdekler, yumurtalar, kökler… bir anda emr-i ilâhiyle canlanıyor. Her birine “kalk!” denilmişçesine yeniden hayata dönüyorlar. Bu sahne, ölümden sonra dirilişe de bir işaret, bir delildir.

Aynı anda milyonlarca varlığın farklı şekilde, farklı özelliklerle yaratılması, bir insanın göz kırpması kadar kolay bir fiille gerçekleşiyor. Bu da gösteriyor ki, Allah’ın kudreti için az-çok, büyük-küçük fark etmez. Bir sinek yaratmakla, bir baharı yaratmak O’nun için birdir.

Aklı Uyandıran, Kalbi Harekete Geçiren Bir Bahar

İnsanın görevi; bu tecellilere karşı kör olmamak, baharı yalnızca piknik zamanı ya da çiçek zamanı olarak değil, iman zamanı, tefekkür zamanı, şükür zamanı olarak değerlendirmektir. Bahar her geldiğinde, insanı uyandırmalı; “Beni kim böyle hikmetle rızıklandırıyor?”, “Bu tertip kimden geliyor?” sorularını sormalıdır.

Çünkü baharın diliyle Allah konuşur:
“Ey insan! Unutma, seni de aynı hikmetle ve aynı rahmetle yaratıp rızıklandıran benim.”

ÖZET:

Bu makalede, her baharda dört yüz bin canlı türünün bir anda, bir düzen içinde yaratılması mucizesi konu edilmiştir. Bu olay, Allah’ın sonsuz kudretini, eşsiz hikmetini ve benzersiz sanatını gösteren bir delildir. Bahar; sadece doğanın değil, imanın ve tevhidin de tazelendiği bir mevsimdir. Her bahar, dirilişi, yeniden yaratılışı ve tefekkürü fısıldayan ilâhî bir davettir. İnsana düşen ise bu çağrıya iman, şükür ve tefekkürle karşılık vermektir.

 

 




İMDADA KOŞAN RAHMET: HER ŞEYİN BİR DİLİ VAR

İMDADA KOŞAN RAHMET: HER ŞEYİN BİR DİLİ VAR

“Hem zerrat-ı taamiyeyi hüceyrat-ı bedeniyenin imdadına ve nebatatı hayvanatın imdadına ve hayvanatı insanların yardımına ve umum valideleri iktidarsız yavruların muavenetine hakîmane, rahîmane koşturmak, göndermek…”
Şualar

Kâinat, başıboş, gelişigüzel bir sahne değildir. Her şey yerli yerinde, her şey bir plan dahilinde işler. Öyle ki, en küçük bir zerreden en büyük bir gezegene kadar bir yardımlaşma, bir dayanışma, bir tür seferberlik göze çarpar. Bu yardımlaşma ve dayanışma, bize Rabbimizin hakîmâne (hikmetli) ve rahîmâne (şefkatli) idaresini gösterir.

> “Zerrat-ı taamiyeyi hüceyrat-ı bedeniyenin imdadına,
nebatatı hayvanatın imdadına,
hayvanatı insanların yardımına
ve umum valideleri iktidarsız yavruların muavenetine hakîmâne, rahîmâne koşturmak…”

Bu cümlede ifade edilen yardım zinciri, tesadüfün değil, bir Kudret’in ve Rahmet’in eseri olduğunu apaçık ilan etmektedir.

Zerreden İnsana Uzanan Yardım Eli

En küçük gıda molekülleri (zerrat-ı taamiye), hücrelerimizin ihtiyacına göre seçilir, işlenir, yönlendirilir. Sanki onları kimyager bir kudret organize eder; hangi hücre neye muhtaçsa, o ona ulaşır.

Bitkiler hayvanlara hizmet eder: Oksijen verirler, gıda sunarlar, toprağı temizlerler. Hayvanlar ise insanlara hizmet eder: Etinden, sütünden, yününden faydalanırız. İnsan, her şeyin faydasını görür ama her şeyin de üzerinde bir sorumluluk taşır.

Ve daha da dokunaklısı: Annelerin yavrularına karşı duyduğu şefkat. Bir kaplan yavrusu bile annesinin göğsünde huzur bulur. Yeni doğmuş bir ceylan, hayatı bilmeden önce annesinin sütüyle tanışır. Kim verdi bu merhameti? Kim koydu o fıtrî koruma hissini? Ne doğa, ne evrim, ne tesadüf buna cevap veremez.

Bu koşuş, bu muavenet, bu şefkatli düzen, bize Allah’ın isimlerinden “Er-Rahîm” ve “El-Hakîm”in kâinattaki cilvelerini gösterir.

Yardım Düzeni: İlâhî Bir Nizam

Bu ilâhî düzen bize şunu haykırır:

Hiçbir canlı başıboş bırakılmamıştır. Her canlının imdadına bir şey gönderilmiştir. Susayanın suyu, acıkanın rızkı, yalnızın dostu, güçsüzün yardımcısı vardır. Bu da gösteriyor ki, bu kâinatın arkasında sonsuz bir şefkat, nihayetsiz bir hikmet ve mutlak bir kudret vardır.

İnsan bu sistemi görünce kendi hayatını da bu çizgide şekillendirmelidir. Kendine değil, başkalarına da faydalı olmak, acize el uzatmak, muavenet etmek; kâinattaki ilâhî düzenin bir parçası olmaktır.

ÖZET:

Bu makalede, kâinattaki varlıkların birbiriyle olan hikmetli ve rahmetli yardımlaşmaları incelenmiştir. Gıda moleküllerinden annelere kadar uzanan bu “muavenet zinciri”, Allah’ın “Rahîm” ve “Hakîm” isimlerinin açık tecellisidir. Hiçbir varlık başıboş bırakılmamış, her ihtiyaç vaktinde karşılanacak şekilde bir sistem kurulmuştur. Bu sistem, insanın da hayatında şefkat, yardımseverlik ve sorumluluk duygularını canlı tutması gerektiğini öğütler.

 

 




TEK SAHİP, TEK SULTAN: KÂİNATTAKİ TEVHİDİN AZAMETİ

TEK SAHİP, TEK SULTAN: KÂİNATTAKİ TEVHİDİN AZAMETİ

“Bu kâinatın sâni’i ve müdebbiri ve bu memleketin sultanı ve mürebbisi ve bu sarayın sahibi ve bânisi birdir, tektir, vâhiddir, ehaddir. Misli ve naziri olamaz ve veziri ve muîni yoktur. Şeriki ve zıddı olamaz, aczi ve kusuru yoktur.”
Şualar

İnsan aklıyla bakınca bu kâinat; başıboş bir karmaşa değil, düzenli bir ordugah, hikmetle işleyen bir saray, sanatla bezenmiş bir sergi, rahmetle dolu bir misafirhane olarak görünür. Fakat bütün bu sistemin gerisinde kim var, kim idare ediyor, kim yön veriyor? İşte bu soruya Bediüzzaman Hazretleri, hakikatin ta kendisini haykıran bir cümleyle cevap verir:

> “Bu kâinatın sâni’i ve müdebbiri ve bu memleketin sultanı ve mürebbisi ve bu sarayın sahibi ve bânisi birdir, tektir, vâhiddir, ehaddir. Misli ve naziri olamaz ve veziri ve muîni yoktur. Şeriki ve zıddı olamaz, aczi ve kusuru yoktur.”

Kâinat: Saray, Malik: Allah

Bir köyün bile tek muhtarsız, bir geminin tek kaptansız, bir binanın tek mühendissiz olamayacağı bu dünyada, milyarlarca yıldızdan hücrelere kadar kusursuz işleyen bu muazzam düzenin sahipsiz olması düşünülebilir mi?

Hayır.

Bu sarayın sahibi birdir. Çünkü birlik olmadan düzen olmaz. Çokluk, çatışmayı doğurur. Eğer iki ilâh olsaydı, yıldızlar farklı istikametlere gider, yeryüzü karmaşaya sürüklenirdi. Oysa her şey mükemmel bir denge içinde: Ay Güneş’e itaat ediyor, su buharlaşıp yağmur olup iniyor, toprak her tohumu tanıyıp bağrında büyütüyor. Bu mutlak bir vahdetin, birliğin ilanıdır.

Vezirsiz ve Muînsiz Kudret

Allah Teâlâ, tek olduğu gibi, hiçbir şeye de muhtaç değildir. O’nun ne vezire ne yardımcıya, ne danışmana ne de destekçiye ihtiyacı vardır. Çünkü her şeyi bilen, her şeye gücü yeten, her şeyi hikmetle idare eden yalnızca O’dur.

Ne bir ortağı vardır, ne de zıddı. Varlığı ezelî, iradesi mutlak, kudreti sınırsızdır. İnsanlar bir işi başarmak için yardıma, araçlara, zamana ve bilgiye muhtaçtır. Ama Allah için bu gerekenlerin hiçbiri söz konusu değildir. O’nun kudreti, sadece irade etmesiyle gerçekleşir: “Ol!” der, olur.

Tevhid: Kâinattaki En Büyük Hakikat

İşte bu yüzden, tevhid; yani Allah’ın birliğini, benzersizliğini ve ortağının olmadığını kabul etmek, bütün iman hakikatlerinin temeli ve zirvesidir. Kâinatta ne kadar güzellik, düzen, hikmet ve nizam varsa; hepsi tevhid nuruyla anlaşılır. Tevhid olmazsa, her varlık başıboş, her olay sahipsiz, her nimet tesadüf olur ki bu aklın, vicdanın ve gözün gördüğü hakikate aykırıdır.

Tevhid, insanı zillet ve acizlikten kurtarır, tek ve mutlak bir Kudret’e bağlar. Teslimiyetin kaynağı, sükûnetin dayanağı, ubudiyetin özü budur.

ÖZET:

Bu makalede, kâinatın sahibinin, düzenleyicisinin, terbiye edicisinin yalnızca Allah olduğu, O’nun tek, benzersiz, ortağı olmayan, acizden münezzeh bir Rab olduğu vurgulanmıştır. Kâinattaki kusursuz nizam, her şeyin tek bir elden çıktığını gösterir. Bu da Allah’ın tevhid hakikatini açıkça ilan eder. Tevhid, insanın hem imanını kemale erdirir hem de ruhunu huzura ulaştırır.

 




Firavun’un Mirasçıları: Zulümle Payidar Olanlar

Firavun’un Mirasçıları: Zulümle Payidar Olanlar

Tarihin akışı boyunca zulüm, her zaman bir gölge gibi güçlülerin ardında sürüklendi. Ancak bu gölge, kimi zaman güneşi perdeleyecek kadar büyüdü. Bugün, 21. yüzyılın göbeğinde, en gelişmiş teknolojilerin, en yüksek diplomatik söylemlerin arasında hâlâ Firavunca bir kibirle konuşanlar var. Ve bu kibir, her defasında mazlumun yıkıntısı üzerinde hüküm sürmeye çalışıyor.

ABD’nin, İsrail-Filistin savaşında Gazze halkının uğradığı kıyımı görmezden gelip, bu zulmü durdurmak adına BM çatısı altında toplanacak devletleri tehdit etmesi, işte bu Firavunca kibrin modern bir yansımasıdır. Reuters’a yansıyan belgeye göre ABD, bu konferansa katılacak devletleri uyarıyor: Katılırsanız, dış politika çıkarlarımıza karşı sayarız; diplomatik yaptırımlara uğrarsınız!

Asıl Tehlike: Cesaretlendirilmiş Zulüm

Bu söylem, yalnızca diplomatik bir tehdit değildir. Aynı zamanda zulmün önünü açan, mazlumun sesini kısmaya çalışan ve dünyanın vicdanını baskı altına alan bir baskıdır. Bu tutum, işgalci gücün elini daha da rahatlatmakta, onu daha pervasız kılmaktadır. Zulmün cesaret bulduğu yer, adaletin sustuğu yerdir. Ve şimdi ABD, adaletin konuşulmasını dahi tehdit unsuru saymaktadır.

Geçmişte de buna benzer çok örnek gördük. Vietnam’da yanan köyler, Irak’ta uydurma kitle imha silahları bahanesiyle dökülen kan, Afganistan’da çamura saplanan medeniyet iddiaları… Her biri, arkasında ABD imzası taşıyan zulüm tablolarıydı. Ve şimdi aynı tablo, Gazze’nin harap sokaklarında yeniden çiziliyor.

Tarihin Diliyle Konuşmak: Firavunlar Hep Vardı

Tarihte zulüm ile yükselen nice imparatorluk vardı. Firavun, Nemrut, Ebu Cehil… Hepsi güçlerine güvenerek hakikati ezmeye kalktılar. Ve her biri kendi kudretiyle değil, mazlumun ahıyla yıkıldı. Bugün de durum farklı değil.

Zulümle abad olanın sonu hüsrandır. Çünkü zulüm bir sabır imtihanıdır; ama sabırla bileylenmiş hakikat, en sonunda zalimi boğar. Tıpkı Firavun’un kendi ordusunun debdebesiyle denize yürüyüp kendi azametiyle boğulduğu gibi. Bugün ABD, adeta çağdaş bir Firavun gibi mazlumların çığlığını susturmaya çalışıyor. Ama unutmamalı: O çığlıklar birikir, büyür, yankılanır… Ve sonunda yankı, sahibini bulur.

Bir Medeniyetin Çöküşü: Kanla Yazılan Diplomasi

ABD’nin bugün uyguladığı dış politika, yalnızca siyasi bir tercih değil; aynı zamanda bir medeniyetin iç çöküşünü de haber veriyor. Adaletin yerine çıkarı, insanlığın yerine silahı, barışın yerine tehdidi koyan her uygarlık çürür. Tıpkı Roma gibi, tıpkı Endülüs’teki son saray gibi…

Kan ve gözyaşı üzerine kurulan hiçbir düzen, uzun soluklu olamaz. Zira bu dünya, zalimlerin değil, zulme direnenlerin destanlarını yazar.

Sonuç: Kimin Tarafında Duracaksınız?

Tarih, daima bir tercih meselesidir: Ya Musa’nın yanında olursunuz ya Firavun’un. Ya zalimin zulmünü onaylarsınız ya da mazlumun feryadına ses olursunuz.

Bugün Gazze yanıyor. Çocuklar ölüyor. Hastaneler bombalanıyor. Ve birileri bu yangını söndürmek isteyenleri tehdit ediyor.

Sormak lazım: Bu tehdit, kimi cesaretlendiriyor, kimi susturuyor?

Ama bilinmeli ki; her gözyaşı, mazlumun duasına dönüşür. Ve o dualar, bir gün zalimi boğacak bir sel olur.

Ve Firavun gibi, çağdaş zalimler de boğulacaktır; kendi azametleriyle, kendi kibirleriyle…

Özet:

ABD’nin, BM’deki Filistin konulu konferansa katılacak ülkelere yaptırım tehdidi, uluslararası diplomaside adaletin değil, çıkarın öncelendiğini ortaya koymaktadır. Bu tutum, İsrail’in zulmüne cesaret verirken, dünya vicdanını susturma çabasıdır. Ancak tarihten ibretle bilinmelidir ki, zulümle ayakta kalmaya çalışan her güç, sonunda o zulmün altında ezilir. Tıpkı Firavun gibi, çağdaş zalimler de günün birinde kendi kibirleriyle boğulacaktır.

 




Ortadoğu’nun Ateşinde Kim Elini Isıtıyor?

Ortadoğu’nun Ateşinde Kim Elini Isıtıyor?

Dünya, Ortadoğu’nun kavrulan topraklarına bir kez daha dönüp bakmak zorunda kalıyor. Fakat bu defa olanlar ne “terörle mücadele”nin bir bahanesi ne de “savunma hakkı”nın gölgesinde meşrulaştırılabilir. Zira saldıran belli, savunan mazlum; ateşi yakan açık, kül olan halklar…

İsrail, kuruluşundan bu yana sadece coğrafyaları değil, hakikatleri de kanla çizdi. Kudüs’ü ağlatan, Gazze’yi mezara çeviren, Filistin’i bir açık hava hapishanesine dönüştüren, Lübnan’ı harabeye çeviren o kudurgan iştah; şimdi gözünü İran’a dikmiş durumda. Üstelik bu kez hedef sadece toprak değil; bölgeyi tamamen kaosa sürükleyecek büyük bir hesap.

Bugün İran’a yapılan saldırı, yalnızca bir nükleer tesisi ya da birkaç komutanı hedef almıyor. Bu, bütün bir İslam coğrafyasının sinir uçlarına basan bir kışkırtmadır. Gazze’yi yok ederken sessiz kalan dünya, şimdi İran’daki suikastlara da ‘meşru müdafaa’ etiketi yapıştırmaya çalışıyor. Oysa ortada apaçık bir savaş stratejisi var: “Böl ve yönet”, sonra da yak ve yut!

İsrail’in bu stratejideki rolü bellidir: Terörü hem doğurur, hem de besler. Kimi zaman DEAŞ olur, kimi zaman PKK. Kimi zaman Yemen’deki bir suikast, kimi zaman Suriye’deki bir hava saldırısı… Her yerde eli, izi ve gölgesi vardır. Çünkü bu devlet, kendini sadece bir milletin temsilcisi olarak değil, adeta Tanrı’nın yeryüzündeki jandarması olarak görmektedir. Oysa Tanrı değil, emperyalizmin uşağıdır!

Ve ABD… Bu terör düzeninin hem finansörü, hem silahçısı, hem akıl hocası. Adeta İsrail’in babası gibi; ne zaman suç işleyecek olsa, arkasını sıvazlayan, “arkandayım” diyen bir efendi.

Bugün Ortadoğu’ya ateş yağıyorsa, bunun sebebi sıradan bir çatışma ya da basit bir jeopolitik çekişme değildir. Bu, hak ile batılın savaşıdır. Bu, mazlumların sabrı ile zalimlerin arsızlığının kavgasıdır. Bu, sadece silahların değil, kalplerin, inançların ve ideallerin mücadelesidir.

Ve ne yazık ki, bu savaşta birçok İslam ülkesi ya sessiz, ya da gaflet içinde. Halbuki bu ateş, yalnızca İran’ı değil, hepsini yakacak. Gazze’de yanan bir çocuk, Tahran’da vurulan bir komutan, Şam’da aç kalan bir mazlum, hepsi aynı ümmetin evlatlarıdır. Ve bu ümmet, toprağı kadar, vicdanını da işgal ettirmemelidir.

Vakit, Uyanış Vaktidir

İslam coğrafyası, artık gözyaşı ile değil; basiret, birlik ve dirayet ile hareket etmek zorundadır. Sadece dualarla değil, stratejiyle. Sadece protestoyla değil, akılla, ilimle, hikmetle… Çünkü düşman sadece dışarıda değil; içeride de, zihinlerde de, ekranlarda da…

Dost görünen devletler, yardım bahanesiyle işgal planları kurarken; kendi topraklarında özgürlük, başkalarının topraklarında ölüm pazarlıyorlar. Bu küresel tiyatronun figüranı değil, sahnenin hakiki sahibi olmak için ümmetin yeniden dirilişe ihtiyacı var.

Unutmayalım:

> “Zalimler için yaşasın cehennem” sadece bir beddua değil, aynı zamanda bir uyanış çağrısıdır.
Cehennemi dünyaya çevirenlere karşı, cenneti kuracak bir irade, bir iman, bir direniş gereklidir.
Ve bu irade, hâlâ bu ümmetin damarlarında akmaktadır. Yeter ki o damarlar uyuşmasın!

Makale Özeti:

Bu makalede, İsrail’in Ortadoğu’da terörü yayma politikası ve ABD’nin bu politikadaki rolü ele alınmaktadır. İsrail’in sadece saldıran değil, aynı zamanda PKK ve DEAŞ gibi örgütleri de besleyen bir terör devleti olduğu vurgulanmış; İran’a yapılan saldırının aslında tüm İslam coğrafyasına yönelik bir tehdit olduğu ifade edilmiştir. Makale, İslam dünyasının birlik, uyanış ve stratejik akılla bu saldırılara karşı koyması gerektiğini savunmaktadır. Sonuç olarak, ümmetin topyekûn bir dirilişe ve dayanışmaya ihtiyacı olduğu belirtilmektedir.