Kemalâtın İzinde: Kâinattaki Güzelliklerin Aslı

Kemalâtın İzinde: Kâinattaki Güzelliklerin Aslı

“Kemalât”tır. 

   Evet, bu kâinatın bütün ulvi hikmetleri, hârika güzellikleri, âdilane kanunları, hakîmane gayeleri, hakikat-i kemalâtın vücuduna bedahetle delâlet ve bilhassa bu kâinatı hiçten icad edip her cihetle mu’cizatlı ve cemalli bir surette idare eden Hâlık’ın kemalâtına ve o Hâlık’ın âyine-i zîşuuru olan insanın kemalâtına şehadeti pek zâhirdir. “
Şualar

İnsan, kâinata ibret ve hikmet nazarıyla baktığında, onun sıradan bir varlıklar yığını olmadığını fark eder. Tersine, bu âlem baştan sona sanatla dokunmuş bir saray, hikmetle kurulmuş bir mektep, rahmetle döşenmiş bir sofradır. Bu sarayda her şey yerli yerinde, her varlık en uygun surette yaratılmıştır. Güzellikler tesadüf değil, kudretin, hikmetin ve kemalâtın eseridir.

Kemalât; kusursuzluk, yetkinlik, mükemmellik demektir. Kâinattaki düzen, estetik ve gaye; bir kemal sahibi Zat’ın, yani Allah’ın kemalâtının aynasıdır. Zira kusurlu bir failden mükemmel bir eser çıkmaz. Kâinatta görülen her türlü güzellik, nizam, adalet ve hikmet; Allah’ın sonsuz kemalâtını ilan etmektedir.

Bir çiçeğin rengindeki incelik,

Bir kelebeğin kanadındaki simetri,

Bir annenin kalbindeki şefkat,

Güneşin düzenli doğup batışı,
hepsi bu kemalâtın parlak tecellileridir.

Ayrıca, insanın kendisi de bu kemalâtı gösteren bir âyine-i zîşuur (şuur sahibi ayna) olarak yaratılmıştır. Zira insan, Allah’ın isim ve sıfatlarının bir tecelligâhı olarak yaratılmış, akıl, kalp, ruh gibi manevî cihazlarla donatılmıştır. Onun fıtratındaki ahlak, sanat, merhamet ve adalet duygusu, ilâhî kemalâtın izlerini taşır. İnsan bu yönüyle hem kemalâtı tanır, hem kemal arar, hem de ona şahitlik eder.

Fakat bu şahitlik ve tanıma, ancak marifet, ibadet ve tefekkür ile bir değer kazanır. Aksi halde insan, en güzel şekilde yaratıldığı halde en aşağı mertebeye düşebilir. Çünkü kemalât, yaratılışta değil; onu tanımakta, ona yönelmekte, onu yüceltmekte tamamlanır.

Her sanat, sanatkârını gösterir. Kâinatın büyük sanatı da, kemal sahibi bir Sanatkârı gösterir. Ve bu sanatın en anlamlı parçası olan insan, kemalâtını ancak O’na kulluk ederek bulur.

Özet:

Bu makalede, kâinattaki hikmetli nizam ve güzelliklerin, Allah’ın kemalâtına açık birer delil olduğu açıklanmıştır. Her varlıktaki ölçü, estetik, maksat ve fayda; kusursuz bir ilim ve kudretin ürünü olarak görülmüş; insanın da bu kemalâtı anlayan, hisseden ve yansıtan bir ayna olduğu belirtilmiştir. Gerçek kemalât ise insanın Hâlık’ını tanıması, O’na yönelmesi ve O’nun rızasına göre yaşamasıyla tahakkuk eder.

 




Rububiyet-i Mutlaka: Görünmeyen Elin Kâinattaki Terbiyesi

Rububiyet-i Mutlaka: Görünmeyen Elin Kâinattaki Terbiyesi

“Rububiyet-i mutlaka”dır. 

   Evet, bütün kâinatta hususan zîhayatlarda ve bilhassa terbiye ve iaşelerinde her tarafta aynı tarzda ve umulmadık bir surette beraber ve birbiri içinde hakîmane, rahîmane bir dest-i gaybî tarafından olan bir tasarruf-u âmm elbette bir rububiyet-i mutlakanın tereşşuhudur ve ziyasıdır ve tahakkukuna bir bürhan-ı kat’îdir.”
Şualar

Kâinata dikkatle bakan her akıl sahibi, onun sadece yaratılmış olmakla kalmadığını, aynı zamanda sürekli terbiye edildiğini fark eder. Bu terbiye; kör tesadüflerin, şuursuz doğa yasalarının işi değil, ilim ve irade sahibi bir Zât’ın rahmetli, hikmetli ve muhteşem bir tasarrufudur. İşte bu tasarrufun adı: Rububiyet-i mutlakadır.

“Rububiyet”, kelime olarak “terbiye etmek, büyütmek, kemale erdirmek” anlamına gelir. Ancak “mutlaka” kaydıyla birlikte bu terim, sınırsız bir idare, kuşatıcı bir tedbir, kusursuz bir gözetim demektir. Kâinatın tamamında, özellikle de canlıların rızıklandırılması ve gelişiminde bu rububiyetin izleri her yerde ve her anda görülür.

Düşünün:

Bir yavru kuş henüz gözünü açmadan, ihtiyaç duyduğu gıdayı annesinin kursağında hazır bulur.

Tohum toprağa düşer, karanlıkta, sessizlikte ve bilinçsizliğin tam ortasında ilimle yönlendirilmiş bir süreçle fidan olur, meyve verir.

Anne rahmindeki bir bebek, en hassas ölçülerle gelişir; ne bir gün geç gelir ne de erken.

Bütün bu işlemler, bilinçsiz sebeplerle açıklanamayacak kadar derin, düzenli ve rahmetlidir. Tıpkı Bediüzzaman’ın dediği gibi:

> “Her tarafta aynı tarzda, umulmadık surette, beraber ve birbiri içinde…”

Bu, tek bir elden yönetimi; yani mutlak bir rububiyeti gösterir. Zira bir işin içinde çok el varsa, o iş karışır. Ama kâinatta karışıklık değil, mükemmel bir uyum vardır. Bu ise, birliğin, yani tek ve mutlak bir Rabbin varlığının açık delilidir.

Ayrıca bu rububiyet sadece bedene değil, ruhlara da yöneliktir. İnsan aklı, fikri, kalbi ve duyguları da bu terbiyenin kapsamındadır. Hayat boyu karşılaştığımız olaylar, sınavlar, nimetler ve musibetler hep bir iç terbiyenin parçalarıdır. Bize düşen, bu ilahî terbiyeyi fark etmek, O Mutlak Rabbin tedbirine teslim olmak ve her halimizle O’na yönelmektir.

Özet:

Bu makalede, “rububiyet-i mutlaka” kavramı ele alınmıştır. Kâinattaki canlı-cansız her varlığın hikmetli bir şekilde idare ve terbiye edilmesi, rahmetli bir Rububiyetin eseri olarak gösterilmiştir. Bu rububiyetin, her şeyde aynı tarzda, şaşmaz bir ölçüyle ve görünmeyen bir elin müdahalesiyle gerçekleştiği vurgulanmış, bunun da Allah’ın mutlak terbiye edici sıfatının açık bir delili olduğu ifade edilmiştir. İnsan, bu terbiyeyi fark ettiğinde yaratılış gayesine yaklaşır.

 

 




Eğitmek mi, Öğütmek mi? Kimliksizliğin Çıkmazında Bir Nesil

Eğitmek mi, Öğütmek mi? Kimliksizliğin Çıkmazında Bir Nesil

“İnsanı eğitmeyen eğitim, bilgiyi yükleyip ruhu unutan sistem, sadece beden üretir; vicdan değil.”

Bir nesil düşünün; çocukken oyunla avutulmuş, gençken ideolojiyle yoğrulmuş, iş hayatında çıkarla törpülenmiş, yaşlılıkta da vicdan muhasebesine bırakılmış… Ve bütün bu devrelerin sonunda mezara “Müslüman” olarak uğurlanıyor. Lakin hangi Müslümanlık bu? Hayatı boyunca unuttuğu değerlerin, ölümle beraber hatırlanması mı?

Modern eğitim sistemi, insanı tanımadan onu şekillendirmeye çalışıyor. Kalbi, ruhu, vicdanı olmayan bir yapı, sadece zihinleri kalıplara döküyor. Lise çağında genç, en sivri duygularını şiddetle arıyor: ya aşırı sağa ya da sola savruluyor. Üniversite döneminde sorgulamanın adına inkâr, özgürlüğün adına başıboşluk yerleşiyor. İş hayatında “ne pahasına olursa olsun kazan” anlayışıyla kapitalizmin dişlisi oluyor. Emeklilikte ise, içindeki boşluğu doldurmak için cami avlularına yöneliyor.

Bu, sahte bir kimlik inşasıdır. Her dönemde başka bir kişilikle yaşamaya zorlanan bir insan tipi… Aslında kimlik değil, bir maske koleksiyonu…

Eskiden “bir okul açılırsa bir hapishane kapanır” denirdi. Çünkü okul, ahlâkı, fazileti, vicdanı, merhameti öğretirdi. Şimdi ise bilgi yüklü, vicdanı boş, yüksek notlu ama düşük şahsiyetli bireyler üretiyoruz. Bir okul açıldığında artık bir hapishane değil, birkaç terapi merkezi, birkaç mahkeme dosyası, birkaç boşanma sebebi, birkaç cinnet vakası da beraberinde açılıyor.

Eğitim Sistemi Nerede Kaybetti?

Helâl ve haram unutuldu. Çocuklara hesap yapmayı öğrettik ama hesap vermeyi öğretmedik.

Ahlâk kitapta kaldı. Davranışa dönüşmeyen değer, değersizleşti.

İnsanlık cümlede kaldı. Yalnızca “insan hakları” diye sloganlar öğrettik, “hakiki insan” olmayı unuttuk.

Kimlik eğitimi yerine kariyer eğitimi verdik. Ne olmak istediğini sorduk ama kim olmak istediğini hiç sormadık.

Kimliksizliğin Sonu

Eğitim, eğer insanın ruhunu, kalbini ve vicdanını inşa etmiyorsa; sadece bilgiyle donatılmış bir robot üretir. Ve bu robotun yönünü, tüketim kültürü, ideolojiler veya sosyal medya belirler. Düşünce yoksa taklit vardır, şahsiyet yoksa şekilcilik vardır, iman yoksa inançsızlık değil; yerine başka bir şeyin konduğu “yeni tanrılar” vardır.

Eğitim sistemimiz, dinle, ahlâkla, hakikatle barışmadıkça kimliksiz nesiller üretmeye devam edecektir. Kimliksiz bireylerden de millet çıkmaz, medeniyet doğmaz, gelecek kurulmaz.

Ne Yapmalı?

Eğitim sadece aklı değil, kalbi ve vicdanı da hedef almalıdır.

Kur’an merkezli, değer temelli, insan odaklı bir eğitim modeli yeniden inşa edilmelidir.

“Nasıl daha çok kazanırım?” değil, “Nasıl daha doğru yaşarım?” sorusu merkeze alınmalıdır.

Öğretmen, sadece ders anlatan değil, ahlâkı yaşatan bir şahsiyet olmalıdır.

Unutmayalım ki, mezar taşında “Müslüman” yazmak, Müslüman yaşanmadıysa bir şey ifade etmez.

Özet:

Bu makale, eğitim sisteminin bireyleri bilgiyle donatırken ( ki o bilgide ne kadar bilgi ve hazmedilmiş ve geçerli) değerlerden yoksun bırakmasının doğurduğu kimliksizliğe dikkat çekiyor. Çocukluk, gençlik, yetişkinlik ve yaşlılık evrelerinde farklı kimliklere bürünen bireylerin aslında gerçek bir şahsiyet geliştiremediği anlatılıyor. Sonuç olarak ise, iman, ahlâk ve vicdan temelli bir eğitim anlayışının kaçınılmaz bir ihtiyaç olduğu ifade ediliyor.

 




Şirk: Kâinata Yapılan En Büyük Haksızlık

Şirk: Kâinata Yapılan En Büyük Haksızlık

“Evet şirk, kâinata karşı büyük bir tahkir ve azîm bir tecavüzdür. Ve kâinatın kudsî vazifelerini ve hilkatin hikmetlerini inkâr etmekle şerefini kırıyor.”
Şualar

Varlıklar bir kitap gibi…
Her zerresi anlam yüklü; her hareketi bir görev ifası…
Semâlar bir mescid, yıldızlar onun kandilleri; yeryüzü bir sahne, içindekiler ilahi kudretin tecelligâhı…
İşte böyle azametli ve hikmetli bir âleme şirk nisbet etmek, yalnız Allah’a ait olan işleri başkalarına mal etmek; hem akla hem kalbe hem de kâinata karşı büyük bir zulümdür.

Şirk Nedir? Sadece Put Değil, Hikmeti Görmezliktir

Şirk, yalnızca taştan putlara tapmak değildir.
Şirk, Rabbimizin fiillerini başka sebeplere vermek, hayatın içindeki düzen ve mânâyı sahipsiz saymaktır.
Bir sanat eserine bakıp onu sanatkârından bağımsız düşünmek ne kadar abes ise, kâinatı da yaratıcısından bağımsız hayal etmek o kadar çirkin bir gaflettir.

Üstad Bediüzzaman Hazretleri der ki:

> “Evet şirk, kâinata karşı büyük bir tahkir ve azîm bir tecavüzdür. Ve kâinatın kudsî vazifelerini ve hilkatin hikmetlerini inkâr etmekle şerefini kırıyor.”

Şirk, Varlığın Şerefini Kırar

Kâinat boşlukta değil, hikmette yüzmektedir.
Her bir mevcudun yaratılışında, görevinde, şekil ve ahenginde derin manalar, yüce gayeler vardır.
Güneşin doğuşu, bir tesadüf değil; ayın devri, bir rastlantı değil; insanın göz kırpması bile boşa değildir.

Şirk ise bu anlamları çiğner.
Yaratılanı sahipsiz, görevi nedensiz, düzeni başıboş sanır.
Bu, varlığın şerefini inkâr etmektir.
Çünkü her şey, yaratıcısına bir ayna olduğu kadar; bir görevli, bir elçi, bir delildir.
Onu Allah’tan koparan, manasını öldürür.

Şirk, Zihne Kaosu, Kalbe Zulmeti Getirir

Tevhid kalbe huzur getirirken;
Şirk, aklı dağınıklığa, ruhu korkuya ve vicdanı boşluğa mahkûm eder.
Çünkü Allah’a teslim olmayan zihin, her şeye mahkûm olur.
Her sebep bir put, her tesadüf bir ilah gibi görülür.
Bunun sonu, belirsizliktir, huzursuzluktur, karanlıktır.

Halbuki:
Birlik varsa, düzen vardır.
Bir yaratıcının hükmü varsa, her şey yerli yerindedir.
Kâinatın bir sahibi varsa, insanın da bir değeri vardır.

Kâinat Tevhid ile Anlamlıdır

Gözle görülmeyen atomdan galaksilere kadar her şey, tek bir elden idare ediliyor.
Birlik varsa uyum vardır.
Tevhid varsa ahenk vardır.
Yüz binlerce kudret mucizesi bir araya gelmiş ve “Allah birdir!” diye bağırmaktadır.
Bu sesi duymazdan gelmek, kâinata yapılabilecek en büyük hakarettir.

Özet:

Bu makalede, şirk kavramının yalnızca inançla değil; kâinatın anlam ve düzeniyle ilişkili olduğu anlatılmaktadır. Şirk, kâinata karşı büyük bir saygısızlık ve yaratılış hikmetine karşı işlenen bir tecavüzdür. Çünkü her varlık, Allah’ın bir ismine aynadır. Tevhid bu anlamı korur, şirk ise onu inkâr eder. Sonuç olarak, tevhid kâinatı anlamlı ve değerli kılar; şirk ise varlığı anlamsız ve başıboş hale getirerek şerefini kırar.

 

 




Zihnin Materyale Yolculuğu: Düşüncenin Maddede Tecellisi

Zihnin Materyale Yolculuğu: Düşüncenin Maddede Tecellisi

 

Düşüncenin maddeye etkisi, kalp-ruh-vicdan ortaklığıyla şekillenen bir fikir dünyasının, teknolojiyle birleşerek artık fizikî realiteyi dönüştürme gücüne ulaşması…

İnsan, eşref-i mahlûkattır; yani yaratılmışların en şereflisidir. Bu şeref sadece düşünebilmesinden değil, düşündüğünü eyleme dökebilmesinden, derin deruni dünyasında oluşan bir fikri dış dünyaya bir gerçeklik olarak yansıtabilmesindendir.

 

Bir düşünce doğar: Kalpte bir niyet, ruhta bir heyecan ve vicdanda bir onayla. Bu birliktelik, bir plan ve projeye dönüşür. İlk başta görünmez, sanal, dijital ya da soyuttur. Fakat zamanla bir kitap olur, bir bina olur, bir yazılım olur, bir cihaz olur… Ve maddeye bürünür.

İşte bu, insana verilen en büyük sırdır: Görünmezi görünür kılmak.

Düşünce, Artık Sadece Düşünce Değil

Bugün dokunmatik ekranlar, sesle çalışan asistanlar, düşünceye duyarlı yapay zekâ sistemleri, beyin dalgalarıyla kontrol edilen protezler, bilgisayarlar ve makineler, insanın zihninden doğan düşüncelerin artık maddî karşılık bulduğunu gösteriyor.

Bir zamanlar sadece “düş” denilen şeyler, şimdi gerçekliğe dönüşüyor. Geçmişin hayal gücü, bugünün teknolojisi oluyor. Madde, artık düşünceye kulak veriyor.

Klavye olmadan yazmak, ses olmadan konuşmak, dokunmadan yönetmek mümkün hale geliyor.

Soru: Düşünce Neden Doğrudan Gerçekliğe Dönüşmesin?

Evet, neden olmasın?

Her fikir bir projeye, her hayal bir icada dönüştüyse; niçin düşünceler, araçsız, doğrudan bir biçimde maddeye hükmedemesin?

Cevap, belki de insanın henüz ulaşmadığı, fakat yaratılış potansiyelinde saklı olan bir sırda gizlidir. Çünkü insan, kendini aradıkça, varlığın sırlarını çözmeye devam ettikçe, “ol” emrine en yakın yansıma olma istidadına da yaklaşmaktadır.

Matrix filmlerindeki gibi bir zihin evreni, maddî dünyayı şekillendirebilir mi?

Belki de biz, şimdilik hâlâ “ilkel” bir teknolojiyle —dokunmak, yazmak, tıklamak— uğraşıyoruz. Ama gelecekte; düşünce, sadece dahili ve dahilde bir niyet değil, aynı zamanda dış dünyayı dönüştüren ana güç olacak.

Kur’ân ve Hikmet Penceresinden

Kur’ân-ı Kerim’de Allah’ın yaratma kudreti, “Ol” emriyle (كُنْ فَيَكُونُ) ifade edilir. Bu, mutlak kudretin ve mutlak iradenin tecellisidir. İnsan, bu sırrı tam olarak elde edemez; ama onun küçük bir yansımasına mazhar olabilir.

Peygamberlerin mucizeleri, bu sınıra işaret eder: Hz. Mûsâ’nın asâsı denizi yarmış, Hz. Îsâ Allah’ın izniyle ölüleri diriltmiştir. Bunlar, düşünce ile değil, vahiy ile olmuş; ama insana “maddenin sınırlarının aşılabileceği”ni göstermiştir.

Vicdan Onaylı Düşünce: Gücün En Güvenli Rehberi

Burada asıl kritik nokta şudur: Düşüncenin maddîleşmesi, eğer kalbin, ruhun ve vicdanın süzgecinden geçmemişse, bu bir felâkete dönüşebilir. Çünkü atomu bulan da insandı, onu bombaya çeviren de.

Onun için, düşünce gücü, vicdan güvencesiyle birleşmelidir. Yoksa Matrix değil, bir distopya olur geriye kalan…

Özet:

Bu makale, insan düşüncesinin maddeye ve fiziksel gerçekliğe etkisini; kalp, ruh ve vicdan birlikteliğiyle doğan fikirlerin nasıl teknolojiyle gerçeğe dönüştüğünü işler. Düşüncenin doğrudan maddeye hükmetme potansiyelini sorgular. “Ol” emrinin tecellisiyle yaratılan evrende, insanın bu kudretin küçük bir yansımasına sahip olduğu vurgulanır. Ancak bu kudretin, ancak vicdan onayıyla kullanıldığında faydalı olacağı belirtilir. Düşüncenin doğrudan maddeye hükmetmesi, geleceğin insanlık ufkunda bir ihtimal olarak durmaktadır.

 




Tevhid Kolaylıktır, Şirk İse İmkânsızlıktır

Tevhid Kolaylıktır, Şirk İse İmkânsızlıktır

“Bütün eşya bir tek zata verilse, bu kâinatın icadı ve tedbiri, bir ağaç kadar kolay ve bir ağacın halkı ve inşası, bir meyve kadar suhuletli ve bir baharın ibdaı ve idaresi, bir çiçek kadar âsân ve hadsiz efradı bulunan bir nev’in terbiyesi ve tedbiri, bir fert kadar müşkülatsız olur. Eğer şirk yolunda esbab ve tabiata verilse bir ferdin icadı, bir nevi belki neviler kadar ve bir çiçeğin hayattar ibdaı ve teçhizi bir bahar, belki baharlar kadar ve bir meyvenin inşa ve ihyası bir ağaç, belki yüz ağaç kadar ve bir ağacın icadı ve inşa ve ihya ve idare ve terbiye ve tedbiri kâinat kadar, belki daha ziyade müşkül olur.”
Şualar

İnsan aklı, bir meseleyi çözerken sadeleştirmeye çalışır. Karmaşıklıktan, dağınıklıktan kaçınır. Neden? Çünkü hakikat, fıtratla uyumludur. Gerçeklik basit değilse bile tutarlıdır. İşte bu hakikat, kâinatın işleyişinde de kendini gösterir: Birlik varsa kolaylık vardır, çokluk varsa karmaşa ve imkânsızlık doğar.

Bediüzzaman Hazretleri, bu derin gerçeği veciz bir şekilde şöyle ifade eder:

> “Bütün eşya bir tek zata verilse, bu kâinatın icadı bir ağaç kadar kolay olur. Eğer şirk yolunda sebeplere verilirse, bir ferdin yaratılması kâinat kadar zor olur.”

Birlik Hikmettir, Çokluk Abestir

Bir bahçede her çiçek farklı bir bahçıvana ait olsa; biri gülleri, biri laleleri, biri menekşeleri yapsa… Her sabah başka bir bahçıvan gelip çiçekleri düzenlemeye çalışsa, bahçede düzen mi kalır? Renkler uyumlu olur mu? Zamanında açar mı her çiçek?

Hayır. Çünkü çokluk karışıklık getirir. Her akıl bilir ki, uyumun olduğu yerde tek el vardır, tek irade vardır, tek idare vardır.

İşte bu nedenle:

Kâinatta milyarlarca yıldız birbirine çarpmadan dönüyorsa,

Bir çiçek açarken içindeki sistem gözle bile zor görülüyorsa,

Anne rahminde bir damla sudan insan meydana geliyorsa,

Bu ancak tek bir Zât’ın sonsuz kudretiyle mümkündür. Çünkü birlik kolaylıktır, çokluk ise imkânsızlık doğurur.

Şirk, İmkânsız Bir İhtimaldir

Düşünün:
Eğer her çiçeğin yaratılması ayrı bir ilaha ait olsa; bir tek çiçeğin içindeki yaprakları, renkleri, kokusu ve zamanlamasını farklı güçler belirlese, o zaman çiçek ne olurdu?

Bir meyvenin şekli ayrı, tadı ayrı, çekirdeği ayrı ilahlara verilse; ya tat bozulur, ya şekil tutmaz, ya da hiç oluşmaz.

Eğer bir insanın gözü, bir ilaha; kalbi başka bir ilaha; aklı ise başka birine ait olsa – bu insan ne görür, ne düşünür, ne de yaşar.

İşte şirk, bu kadar mantıksız ve imkânsız bir yolculuktur.

Tevhid: Kâinatın Gerçek Yüzüdür

Bir meyve, bir ağaçtan kolay çıkar.
Bir ağaç, tek bir bahçıvanla daha kolay büyür.
Bir şehir, tek bir belediyeyle daha düzenli yönetilir.
Bir devlet, tek bir hükûmetle daha iyi işler.

Aynı şekilde, bu kâinat da, tek bir Hâlık’ın (Yaratan’ın) eseridir.
Çünkü:

Bütün varlıklar birbirine bağlıdır.

Her şey birbiriyle konuşur, işbirliği yapar.

Güneşle yaprak, suyla toprak, rüzgârla polen, gözle ışık arasında muhteşem bir uyum vardır.

Bu uyum, tek bir ustanın mühendisliğiyle mümkündür.

Özet:

Bu makale, kâinatın kolaylıkla ve düzenle var edilmesinin yalnızca tevhid (bir tek Allah’a iman) ile mümkün olabileceğini anlatmaktadır. Her şeyin tek bir zat tarafından yapıldığına iman edildiğinde; yaratılış, idare ve hikmet kolay ve uyumlu olur. Ancak şirk, yani yaratmayı sebeplere ve çoklu güçlere vermek; bir çiçeği bile yaratmayı imkânsız hale getirir. Sonuç olarak, tevhid hem aklen hem de vicdanen en doğru ve en kolay yoldur; şirk ise hem mantıksız hem de imkânsızdır.

 

 




Cemalin Aynası: Tevhid ve Vahdet

Cemalin Aynası: Tevhid ve Vahdet

“Tevhid ve vahdette cemal-i İlahî ve kemal-i Rabbanî tezahür eder. Eğer vahdet olmazsa, o hazine-i ezeliye gizli kalır. Evet, hadsiz cemal ve kemalât-ı İlahiye ve nihayetsiz mehasin ve hüsn-ü Rabbanî ve hesapsız ihsanat ve beha-i Rahmanî ve gayetsiz kemal-i cemal-i Samedanî, ancak vahdet âyinesinde ve vahdet vasıtasıyla şecere-i hilkatin nihayatındaki cüz’iyatın simalarında temerküz eden cilve-i esmada görünür.”
Şualar

Kâinat, gözle görülen bir kitap; varlıklar, satır satır yazılmış harflerdir. Bu büyük kitabın her kelimesi, her noktası, bir hakikatin aynasıdır: Tevhid. Çünkü ancak birlik içindeki bir düzen, bu kadar mükemmel bir güzelliği gösterebilir.

Bediüzzaman Hazretleri der ki:

> “Tevhid ve vahdette cemal-i İlahî ve kemal-i Rabbanî tezahür eder. Eğer vahdet olmazsa, o hazine-i ezeliye gizli kalır.”

Cemal Vardır Ama Görünmesi İçin Vahdet Gerekir

Bir tablo düşünün; içinde yüzlerce renk var ama dağınık… Sanat yok, şekil yok. Bu renkler ne kadar güzel olursa olsun, bir ressamın eliyle bütünleşmediği sürece, güzellik ortaya çıkmaz. Renkler vardır ama cemal görünmez.

Aynen öyle, kâinattaki güzelliklerin, rahmetin, sanatın, hikmetin, ihsanın ve kemalin görülebilmesi için hepsinin birleştirilmesi gerekir. İşte bu birleştirme ancak tevhid ile mümkündür.

Çünkü vahdet, yani birliğe dayalı varlık duygusu, İlahi güzelliğin tezahür etmesini sağlar. Vahdet olmazsa, cemal gizlenir. Yani Allah’ın sınırsız isim ve sıfatları, karışıklıkta görünmez olur.

Birliğin Güzellikteki Rolü

Gülün rengini, kokusunu, şeklini ve dikenini ayrı eller verseydi, ortaya güzel bir gül değil, karmaşık bir diken yığını çıkardı. Ama bütün bu unsurlar tek bir sanatkârın elinden çıkınca, ortaya gül gibi bir mucize çıkar.

İşte bu yüzden cemal, tevhidin aynasında görünür. Varlıklar bir bütün olarak Allah’a ait olunca, isimler de, sıfatlar da, güzellik de kendini gösterir. Rahmaniyet, Rezzakiyet, Hakîmiyet, Vedûdiyet gibi isimler birlik içinde cilvelenir.

Cüz’lerde Tecelli Eden Sonsuz Güzellik

Bediüzzaman’ın işaret ettiği gibi:

> “Şecere-i hilkatin nihayatındaki cüz’iyatın simalarında temerküz eden cilve-i esmâda görünür.”

Yani, kâinat ağacının en küçük meyvesinde bile, Allah’ın bütün isimleri bir tecelli hâlinde görülür. Bu da ancak vahdetle mümkündür. Eğer her şey sebeplere dağıtılsa, her meyve birer tesadüfün işi sayılsa, o zaman Allah’ın güzellikleri görünmez olur.

Ama tevhid nazarıyla bakıldığında, en küçük zerrede bile azametli bir cemal, bir şefkat ve bir kudret parlar.

Özet:

Bu makale, İlahi güzelliklerin ve sonsuz cemalin sadece tevhid ve vahdet aynasında görünebileceğini anlatmaktadır. Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellisi, ancak her şeyin tek bir Zât’a ait olduğunun anlaşılmasıyla mümkündür. Birlik yoksa, İlahi güzellik gizlenir. Ama tevhid ile bakıldığında, en küçük varlıklarda bile muazzam bir sanat ve cemal parıldar. Tevhid, hem marifetin anahtarı hem de cemalin aynasıdır.

 




Birlik Goncası: Kâinatta Tevhid Nakışları

Birlik Goncası: Kâinatta Tevhid Nakışları

“Evet bu kâinat, bin birlikler perdeleri içinde sarılı bir gül goncası gibidir. Belki esma ve ef’al-i umumiye-i İlahiyenin adedince vahdetleri giymiş bir tek insan-ı ekberdir. Belki enva-ı mahlukat sayısınca dallarına vahdetler, birlikler asılmış bir şecere-i tûba-i hilkattir.”
Şualar

İnsan gözüyle bakıldığında kâinat, yıldızlar, dağlar, denizler ve canlılar topluluğundan ibaret görünebilir. Ama kalbin gözüyle bakıldığında, bu muazzam âlem adeta bir birlikler buketidir. Her şeyde teklik, her varlıkta düzen, her harekette bir merkezden idare hissedilir. İşte bu büyük manzara, tevhidin ta kendisidir.

Bediüzzaman Hazretleri buyurur:

> “Evet bu kâinat, bin birlikler perdeleri içinde sarılı bir gül goncası gibidir.”

Bu ifadeyle, kâinatın bir yönüyle gizli bir tevhid hakikatini taşıyan bir gül goncası gibi olduğu anlatılır. Nasıl ki bir gonca, iç içe geçmiş yapraklardan oluşur ve her yaprağı bir düzen ve uyum içinde açılır; aynen öyle de, kâinatta her bir varlık, o birlik hakikatini ayrı bir dille fısıldar.

Kâinat: Bir İnsan-ı Ekber

İkinci tasvir ise daha da dikkat çekicidir:

> “Belki esma ve ef’al-i umumiye-i İlahiyenin adedince vahdetleri giymiş bir tek insan-ı ekberdir.”

Yani bu âlem, Allah’ın isimlerinin ve fiillerinin bir araya gelerek şekillendirdiği büyük bir insan-ı ekber gibidir. Varlıklar sanki bir vücudu meydana getiren uzuvlar gibi bir bütünü tamamlamaktadır. Güneş göz, rüzgâr nefes, dağlar kemik, nehirler damar olur; ruh ise tevhiddir.

Bu bakış açısı bize şunu söyler: Kâinatta her şey birbiriyle bağlantılıdır ve o bağlantının arkasında birliğin sırrı vardır.

Şecere-i Tûbâ: Vahdetin Ağacı

Son olarak Bediüzzaman kâinatı, dallarında sonsuz birlikler asılı bir şecere-i tûbâya (cennet ağacına) benzetir:

> “Belki enva-ı mahlukat sayısınca dallarına vahdetler, birlikler asılmış bir şecere-i tûba-i hilkattir.”

Her mahluk bir dal, her varlık bir meyve; ama hepsi aynı kökten, aynı özden beslenmektedir. Bu ağacın kökü ezelî ilim, dalı kudret, meyvesi hikmettir. Ve bu ağacın tamamı bize der ki: “Lâ ilâhe illâ Hû.”

İbret ve Mesaj

İnsanın gaflet nazarı, bu birlik ağacını parçalar; sebepler arasında boğulur. Ama tevhid nazarı, her şeyi yerli yerine oturtur. O zaman kâinat bir düşman değil, bir kardeş; bir karmaşa değil, bir ilahî senfoni olur.

Gönül gözüyle bakınca görürsün ki, her çiçek “Bir tek Yaratıcım var” der. Her damla “Ben sahibimi tanırım” diye fısıldar. İşte bu fısıltılar, birikerek kelime-i tevhidi haykıran bir azamete dönüşür.

Özet:

Bu makale, kâinatın tevhid hakikatine dayalı olarak nasıl bir gül goncası, bir insan-ı ekber ve bir vahdet ağacı gibi olduğunu izah etmektedir. Her varlık, kendi varlık diliyle Allah’ın birliğine şehadet etmektedir. Kâinatın tamamı, dağınık değil, düzenli ve bütünlüklüdür. Bu bütünlük ise ancak ve ancak tevhid nazarıyla kavranabilir. Tevhid, kâinat kitabının hem yazarı hem anlamı hem de ruhudur.

 




İnsanın Kemali: Tevhid ile Yükselmek, Şirk ile Düşmek

İnsanın Kemali: Tevhid ile Yükselmek, Şirk ile Düşmek

“Evet sırr-ı vahdet ile insan, bütün mahlukat içinde büyük bir kemal sahibi ve kâinatın en kıymettar meyvesi ve mahlukatın en nâzenini ve en mükemmeli ve zîhayatın en bahtiyarı ve en mesudu ve Hâlık-ı âlem’in muhatabı ve dostu olabilir. Hattâ bütün kemalât-ı insaniye ve beşerin bütün ulvi maksatları tevhid ile bağlıdır ve sırr-ı vahdetle vücud bulur. Yoksa eğer vahdet olmazsa insan mahlukatın en bedbahtı ve mevcudatın en süflîsi ve hayvanatın en bîçaresi ve zîşuurun en hüzünlüsü ve azaplısı ve gamlısı olur.”
Şualar

İnsan, zayıf bir varlık gibi görünse de, kâinat çapında bir kıymet taşıyabilir. Küçüklüğüne rağmen, sonsuz bir manayı temsil edebilir. Bunun sırrı, tevhidtedir. Bediüzzaman Hazretleri bu gerçeği şu şekilde ifade eder:

> “Evet sırr-ı vahdet ile insan, bütün mahlûkat içinde büyük bir kemal sahibi…”

Yani insan, Allah’ın birliğine iman ve itikad ettiği ölçüde, yeryüzünün en değerli meyvesi, en anlamlı varlığı olur. Çünkü tevhid, insana hem istikamet verir, hem kıymet kazandırır, hem de onun mahiyetindeki sınırsız kabiliyetlerin mânâsını ortaya çıkarır.

Tevhid ile İnsan Ne Olur?

Tevhid sayesinde insan;

Kâinatın en kıymettar meyvesi olur: Her şeyin Allah’tan olduğunu bilmek, onu her şeyle irtibatlı bir şahit yapar.

En bahtiyar zîhayat olur: Çünkü eşyaya esir değil, Hâlık’a kuldur. Korkuları Allah’a dayanır, sevinçleri sonsuz rahmete bağlanır.

En mesut zîşuur olur: Zira onun saadeti geçici heveslerde değil, ebedî olanın sevgisindedir.

Hâlık’ın dostu ve muhatabı olur: Dua eder, hitap eder, cevap alır; bu ise mahlukat içinde sadece insana ait bir rütbedir.

Şirk ile İnsan Ne Olur?

Ancak tevhid yoksa, yani insan Allah’ın birliğini unutmuşsa;

Mahlukatın en bedbahtı olur: Çünkü hayatı başıboş, sonu karanlıktır.

En süflî varlık olur: Yücelere çıkması gerekirken hevâsına mahkûm olur.

En gamlı zîşuur olur: Çünkü sahip olduğu şuur, anlamını kaybetmiş bir azap kaynağına dönüşür.

Azaplı ve hüzünlü olur: Ölüm bir yok oluş, dünya bir cehennem gibi görünür. Kalbi, boşlukta döner durur.

Tevhid: İnsanın Anahtarı

Tevhid; bir inanç meselesi olmanın çok ötesindedir. O, insanın kim olduğunu, nereden geldiğini, nereye gittiğini, neye yaradığını bildiren bir anahtardır. O anahtar olmazsa, insan yalnız kalır. Ama o anahtarla, insan bütün mevcudatın mânâsını okur, Rahmân’ın azametini temaşa eder, hayatının her ânını anlamlandırır.

Bu sebeple insanın en büyük davası, en büyük mücadelesi tevhidi bulmak, anlamak ve yaşamak olmalıdır. Çünkü tevhid yoksa insan, içinde bulunduğu eşsiz cevherin farkına varmadan kaybolur gider.

Özet:

Bu makale, insanın kıymet ve kemalinin tevhid sırrıyla varlık bulduğunu ortaya koymaktadır. Tevhid, insana değer, anlam ve saadet kazandırırken; şirk, insanı bedbaht ve zelil bir hale getirir. Tevhid; insanın hakikî yolculuğunun rehberi, hakikatin pusulası ve saadetin anahtarıdır. İnsanın yaratılış maksadı, Hâlık’ını tanımak ve O’na iman etmektir. Bu iman da ancak tevhid ile tam olur.

 

 




Rüzgâr Eken Fırtına Biçer: Zulmün Hesap Günü

Rüzgâr Eken Fırtına Biçer: Zulmün Hesap Günü

Tarihin her devrinde zulüm tohumları ekenlerin, zamanı geldiğinde ektiklerini biçtiğine şahit olduk. Zulüm, sadece mazlumu yaralamaz; zalimin de felaketini hazırlar. Ve bugün bu hakikat, en çıplak haliyle gözler önüne seriliyor. ABD’nin bir asrı aşkın süredir dünya coğrafyalarına ektiği kan, acı ve gözyaşı, artık kendi toprağında bile yankılanan bir feryada dönüşmüş durumda.

Gazze’den sadece bir örnek: Un almaya giden bir baba, Abdelrahman Hasballah… Çocuklarına ekmek götürmek istiyordu, ama cenazesi döndü. Oğlu, babasının cansız bedeni başında “Babam bir şehit!” diye haykırarak gözyaşlarına boğuldu. Eline silah almamış, sadece bir çuval unun peşine düşmüştü. Ama ABD’nin desteklediği İsrail tarafından hedef alınarak can verdi. Bu manzara bir istisna değil; yüzlerce, binlerce örnekten sadece biri.

Bu sahneler, sıradan istatistikler değil; vicdanı olan herkesi sarsacak kadar yakıcı, insanlığın mahşer provası kadar derin olaylardır.

ABD, “İsrail karşıtı” olarak yaftaladığı her adımı düşmanlık sayıyor. BM çatısı altında barışı konuşmak isteyen ülkelere bile tehdit mektupları gönderiyor. Çünkü onun için barış, menfaatiyle çakıştığında suç sayılır. ABD’nin dış politikası artık bir ideolojiye değil, kör bir güç arzusuna dayanıyor. Oysa hakikat, gücün değil adaletin tarafında duranlarladır.

Truva Atları ve Satılmış Sessizlikler

Acı olan sadece dışarıdaki düşman değil; içimizdeki suskunluklar, kirli ittifaklar, çıkar uğruna satılmış insanlık… Mısır gibi bir ülke, halkı Filistin’e gözyaşı dökerken hükümeti işgalcinin çağrısıyla barış yürüyüşlerini engelliyor. Aktivistleri gözaltına alıyor, sınır dışı ediyor. Refah Kapısı’nın bir tarafında bombalar yağıyor, diğer tarafında ise “güvenlik” gerekçesiyle vicdanlar hapsediliyor.

Bu manzara bize şunu haykırıyor: Bazı devletler sınırları tel örgülerle değil, parayla örüyor. İsrail’le ticaret devam ederken, Gazze’ye destek susturuluyor. Oysa Yunus Emre ne güzel söyler:

> “Ne ekersen biçersin, döktüğünü içersin…”

Bugün dökülen kanlar, sadece mazlumların değil; insanlığın yüzüne çarpan bir tokattır. Sessiz kalanlar da bu tokattan nasibini alacaktır.

Zulmün Sonu: Firavun’un Akıbeti

Tarih boyunca kendini ilahlaştıran her güç, sonunda kendi karanlığında boğulmuştur. Firavun suda boğuldu, Nemrut ateşte. ABD de eğer bu zulüm politikalarından dönmezse, döktüğü kanın girdabında boğulacaktır. Zira:

> “Zulüm ile abad olanın, sonu berbat olur.”
“Allah, zalimlere mühlet verir; ama ihmal etmez.”

Unutulmasın ki, insanlık tarihi, gücü değil hakkı yüceltenlerin mirasıdır. Gerçek kazananlar, adaletin, merhametin ve vicdanın safında olanlardır.

Makale Özeti:

ABD’nin bir asırdır sürdürdüğü müdahaleci ve zalimane politikalar, artık hem mazlum coğrafyalarda hem de kendi kamuoyunda karşılık bulmaya başladı. Gazze’de un almak isteyen bir babanın öldürülmesi, ABD’nin desteklediği işgalin insanî bedelini gözler önüne serdi. Mısır gibi ülkelerde ise çıkar ilişkileri uğruna direniş susturuluyor. Tarih boyunca zalimlerin sonu hüsranla bitmiştir. ABD ve destekçileri de eğer bu politikalarında ısrar ederse, döktükleri kanın altında kalacaklardır. Zulüm, asla ebedî değildir; ama hak da asla yenilmez.

 

 




Güneşte Açılan Delik: Kozmik Bir İkaz mı?

Güneşte Açılan Delik: Kozmik Bir İkaz mı?

“Güneş’e ve onun parıltısına andolsun…”
(Şems Suresi, 91:1)

Son günlerde NASA’nın Güneş Dinamikleri Gözlemevi tarafından tesbit edilen çarpıcı bir gelişme dikkatleri gökyüzüne çevirdi. Güneş’in güney yarımküresinde devasa bir koronal delik oluştu. Aşırı morötesi ışınlarla görüntülenen bu “bıyık şeklindeki” delik, yüksek hızlı güneş rüzgarlarını doğrudan Dünya’ya doğru yönlendiriyor. Bu olay, bilim insanlarının ilgisini çekerken; Kur’ân’ın nuruyla bakan mü’min gönüller için ise çok daha derin anlamlar taşıyor.

Güneş ve İlâhî Kudretin Delili

Kur’ân-ı Kerîm, Güneş’i sadece bir ışık ve enerji kaynağı olarak değil; aynı zamanda Allah’ın kudretini, hikmetini ve düzenini gösteren bir ayet olarak sunar.
“Güneş, kendisi için belirlenmiş bir yere doğru akar…” (Yâsîn, 36:38)
Bu ayet, Güneş’in başıboş olmadığını, belli bir plan ve yörünge içinde hareket ettiğini bildirir. Güneş gibi devasa bir yıldızın bile “belirlenmiş” bir hareket çizgisi varsa; bu, her şeyin ilâhî bir kontrol altında olduğunun açık bir delilidir.

Güneşin Dürülmesi ve Kıyamet Sinyalleri

Kur’ân’da Güneş’in bir gün faaliyetinin son bulacağından söz edilir:
“Güneş dürüldüğü zaman…” (Tekvîr, 81:1)
“Güneş ve Ay bir araya getirildiğinde…” (Kıyâme, 75:9)
Bugün yaşanan astronomik gelişmeler, kıyametin zamanını bildirmese de belki hatırlatır. Ancak Kur’ân’ın işaret ettiği üzere, Güneş ve Ay’daki olağandışı haller, insanlığı ilâhî azameti tefekkür etmeye ve kulluk sorumluluğunu hatırlamaya sevk etmelidir. Güneş gibi bir yıldızda oluşan bir delik bile, büyük bir dengenin bir anda bozulabileceğini gösterir. Bu da insan aklına şu soruyu fısıldar: “Her şey bu kadar hassas bir düzende işlerken, insan sorumsuzca yaşayabilir mi?”

Koronal Delik: İlâhî Kudretin Perde Arkası

Bilimsel olarak koronal delik, Güneş’in manyetik alanındaki açıklıklar nedeniyle plazmanın daha kolay ve hızlı dışarı çıkabildiği bölgeler olarak bilinir. Bu deliklerden yayılan güneş rüzgârları, Dünya’da jeomanyetik fırtınalara, iletişim kesintilerine ve kutup ışıklarına yol açabilir. Ancak mü’min bir bakış açısıyla mesele yalnız teknik olarak değil, hikmetle değerlendirilmelidir.

Bu olay bize gösteriyor ki, Güneş zannettiğimiz gibi “bitmez-tükenmez” bir enerji kaynağı değil; her an Allah’ın kudret ve iradesiyle ayakta duran bir memurdur. Bir delik açılmasıyla Dünya’daki elektronik düzen etkilenebiliyorsa, bu ne büyük bir bağlılık ve kırılganlıktır! O halde insan, kendi aczini görmeli ve Rabbinin azametine teslimiyetle yönelmelidir.

Güneş: Hem Rahmet, Hem İkaz Vesilesi

Güneş, Dünya’ya hayat veriyor; ısı, ışık, zaman ve yön sağlıyor. Ama aynı Güneş, kontrolsüz bir patlamayla veya düzenindeki küçük bir sapmayla dünyayı kasıp kavurabilir. Kur’ân’daki şu ifade, bu yönüyle çok manidardır:
“Güneş ve Ay bir hesap iledir.” (Rahmân, 55:5)

İşte bu hesap, insana daima şunu hatırlatır: Hayat da bir hesaptır. Gün de, ömür de, Güneş de belirlenmiş bir hesapla akıyor. Allah’ın yarattığı bu kozmik denge bir gün son bulacak. Güneş’in bir delikle bizi ikaz etmesi, aslında her gün batan Güneş’in zaten her gün konuşmakta olduğunun farkına varmaktır:

> “Ey insan! Sana hizmet eden bu yıldız, bir gün görevini bırakacak. Ya sen, kulluk görevine devam ediyor musun?”

Özet:

NASA, Güneş’in güney yarımküresinde “koronal delik” tespit etti. Bu olay, Dünya’yı etkileyebilecek yüksek hızlı güneş rüzgarlarına sebep olabilir.

Kur’an’da Güneş; Allah’ın kudretini gösteren ayetlerden biri olarak sunulur (Şems, Yasin, Tekvir, Kıyame).

Güneşin düzeni bozulursa, bu Dünya’daki yaşamı derinden etkileyebilir. Bu, ilâhî düzene olan bağımlılığımızı ve aczimizi gösterir.

Güneş’teki bu olay, kıyametin habercisi değilse de, Allah’ın kudretini ve insanın sorumluluğunu hatırlatan bir ikaz olarak değerlendirilmelidir.

Her gün doğan ve batan Güneş, konuşan bir ayettir: “Ben vazifemi yapıyorum, sen de yapıyor musun?”

**********

Kur’ân-ı Kerîm’de “Şems” (Güneş) ile ilgili birçok ayet yer almaktadır. Güneş; Allah’ın kudretini, düzenini, nimetlerini ve hikmetini gösteren bir varlık olarak zikredilir. Onunla ilgili bazı ayetler:

🌞 1. Güneşin Allah’a Boyun Eğdirilmesi

Allah, güneşi insanların hizmetine vermiştir.

Nahl Suresi, 16:12

> “Geceyi, gündüzü, Güneş’i ve Ay’ı da sizin hizmetinize verdi. Yıldızlar da O’nun emrine boyun eğmiştir. Şüphesiz ki bunda aklını kullanan bir topluluk için ibretler vardır.”

İbrahim Suresi, 14:33

> “Güneş’i ve Ay’ı sizin için sürekli (dönüp durur şekilde) hizmetinize verdi. Geceyi ve gündüzü de sizin hizmetinize verdi.”

🌀 2. Güneş ve Ay Allah’ın Kudret Delillerindendir

Yaratılışın düzenine örnek olarak gösterilir.

Yâsîn Suresi, 36:38-40

> “Güneş, kendisi için belirlenmiş bir yere doğru akar. Bu, Azîz ve Alîm olan Allah’ın takdiridir. Ay’a da menziller takdir ettik; nihayet o, hurma salkımının kuru dalı gibi döner. Ne Güneş Ay’a yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzmektedir.”

🔄 3. Güneşin Doğması ve Batması

Zamanın akışına işaret eder.

Kehf Suresi, 18:17 (Ashab-ı Kehf ile ilgili olarak)

> “Güneş doğduğunda onların mağaralarının sağ tarafından geçer, batarken de sol yanlarından uğrardı. Onlar ise mağaranın geniş bir yerindeydiler. Bu, Allah’ın ayetlerindendir…”

🌒 4. Güneş ve Ay Hesap İçindir

Varlıkların düzeni ve hesap günüyle ilgili mesaj taşır.

Rahman Suresi, 55:5

> “Güneş ve Ay bir hesap iledir.”

🌍 5. Güneşin ve Ay’ın Secdesi

Tüm kâinatın Allah’a boyun eğdiği anlamında mecazî bir ifade.

Hac Suresi, 22:18

> “Görmez misin ki göklerde ve yerde kim varsa, Güneş, Ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu Allah’a secde eder…”

🌑 6. Güneşin Karartılması (Kıyamet Sahnesi)

Ahirete dair dehşetli manzaralardan biri olarak.

Tekvir Suresi, 81:1

> “Güneş dürüldüğü zaman…”

Kıyamet Suresi, 75:9

> “Güneş ve Ay bir araya getirildiğinde…”

🕋 7. Hz. İbrahim’in Güneşi İlâh Kabul Etmemesi

Putperestliğe karşı delil olarak kullanılmıştır.

En’âm Suresi, 6:77

> “Ay’ı doğarken görünce, ‘Bu Rabbimdir’ dedi. Fakat o da batınca, ‘Rabbim bana doğru yolu göstermezse elbette sapıtanlardan olurum’ dedi. Güneşi doğarken görünce, ‘İşte bu Rabbim, bu daha büyük’ dedi. Fakat o da batınca dedi ki: ‘Ey kavmim! Ben sizin Allah’a ortak koştuğunuz şeylerden uzağım.’”

📜 Şems Suresi: Adı Bizzat Güneş Olan Sure

Şems Suresi, 91:1-2

> “Güneş’e ve onun parıltısına andolsun. Onu izlediğinde Ay’a andolsun…”

 




Yelken Açmadan Önce: Hazırlık Odası Olarak Dünya

Yelken Açmadan Önce: Hazırlık Odası Olarak Dünya

İnsan, gözlerini bu dünyaya açtığında aslında bir geminin inşa süreci başlamış olur. Her bir insan, farklı zaman ve mekânlarda, ama aynı büyük sefere hazırlık amacıyla gönderilir. O sefer, dünya hayatının dar limanından çıkıp sonsuzluk okyanusuna doğru yapılan yolculuktur.

Sınıf: Zihnin Eğitildiği Dar Liman

Bir çocuk, ilk adımlarını okul denilen yerde atar. Küçük bir masa, dört duvar ve önünde bir tahta. On iki yıl, on yedi yıl; hatta daha fazlası, tek bir amaç için: hayata hazırlanmak. Kimisi doktor, kimisi öğretmen, kimisi mühendis olur. Ama aslında bu yıllar sadece görünür meslekler için değil, aynı zamanda görünmeyen bir hayat gemisinin manevra kabiliyetini artırmak içindir.

Diploma alınır, tören yapılır, alkışlar duyulur… Ama esas hayat kapısı işte ondan sonra aralanır.

Kışla: Ruhun Disipline Edildiği Alan

Asker ocağına giren bir genç, adım adım sabrı, itaati, düzeni öğrenir. Gece nöbeti, sabah talimi, emir-komuta zinciri… Tüm bu düzen, onu bir gün gerçekten zorlu bir görevle karşılaştığında yılmaması için vardır. Kışla, sadece bir eğitim yeri değil; hayatın beklenmedik dalgalarına karşı sağlam bir irade binasıdır.

Medrese-i Yusufiye: Zorunluluk İçinde Hikmeti Aramak

Bazı insanlar için hayat, bir mahkeme kararıyla dört duvar arasına alınır. Fakat orada da bir eğitim başlar. Eğer niyet doğruysa, hapishane bir okul olur, bir dönüşüm alanı. Yusuf Aleyhisselâm gibi… Zindanı, bir eğitim merkezine çevirdi. Hakikati öğrendi, tebliğ etti ve özgürlüğe hazırlandı.

Evlilik ve İş: Hayatın Limanını Kurmak

İnsan evlenir, bir aile kurar. İş kurar, bir düzen kurar. Bütün bu adımlar bir limanın inşası gibidir. Gemisini sağlam demirlerle bağlayabileceği, fırtınalarda sığınabileceği bir liman… Çünkü bu düzen, onu sadece dünyaya değil, ahirete de hazırlayan bir laboratuvardır.

Ve Asıl Yolculuk: Sonsuzluğa Yelken

Her sınıf, her kışla, her mahkûmiyet, her aile ve iş düzeni; hepsi, insanı bir noktaya taşır: Hayat gemisinin büyük okyanusa açılacağı ana. Çünkü bu dünya, esas yurdun bir öncesidir. Sonsuzluğun hemen kıyısında kurulmuş bir hazırlık kampıdır.

Ortalama 70 yıl… Kimine uzun gelen, kimine bir göz açıp kapayıncaya kadar geçen bu ömür, ebedî hayatın haritasını çizer. Bu hayatta yapılan her tercih, ahiret yolculuğunda karşımıza bir rota, bir rüzgâr ya da bir fırtına olarak çıkar.

Sonuç: Her Hazırlık, Ebedî Bir Liman İçin

Dünya hayatı, bir okul gibi; ama sonunda mezuniyet diplomamız ya Cennet ya da –Allah korusun– Cehennem olur. Bir kışla gibi; sonunda bir göreve çağrılırız. Bir zindan gibi; ama çıkışta bir yücelik bizi bekler. Bir liman gibi; ama esas yolculuk yeni başlar.

Hazırlıklarımız ne kadar sağlam, niyetlerimiz ne kadar halis ve düzenimiz ne kadar hikmetli olursa, o büyük yolculukta o kadar emniyette oluruz.

Özet:

Bu makale, insanın dünya hayatında çeşitli “hazırlık durakları”ndan geçtiğini (okul, askerlik, hapishane, evlilik, iş) ve bunların hepsinin ahiret yolculuğuna birer hazırlık olduğunu anlatır. Ortalama 70 yıllık bir hayatın, ebedî hayatın kaderini belirlediğini vurgular. İnsan bu dünyada aslında sonsuzluk için hazırlanmakta, bu dünya ise geçici bir liman, bir eğitim sahasıdır. Her adım, ebedî hayatın huzur veya azap limanına yaklaşmak içindir.

 




Kâinatla Kendini Tanıtan, Elbette Kendi Sözleriyle Konuşur

Kâinatla Kendini Tanıtan, Elbette Kendi Sözleriyle Konuşur

“Kendini tanıttırmak için kâinatı, bu kadar hadsiz masraflarla, baştan başa hârikalar içinde yaratan ve binler dillerle kemalâtını söylettiren, elbette kendi sözleriyle dahi kendini tanıttıracak.”
Şualar

İnsan bu âleme, bir muhatap olarak gönderildi. Görmesi için göz, duyması için kulak, anlaması için akıl ve sevmesi için kalp verildi. Peki, bu kadar donanımla karşısında bulduğu şey neydi? Bir kitap gibi yazılmış bir kâinat.

Bu kitapta güneş bir satır, ağaç bir kelime, bir çiçek bir nokta gibidir. Her şey bir düzen, bir sanat, bir hikmet ve rahmet ile yaratılmıştır. Bu sanatlı yaratılış, kime işaret eder? Elbette ki onu yapan, düzenleyen, yaşatan ve yöneten bir Zât’a: Hâlık-ı Kâinat’a.

Ve Bediüzzaman der ki:

> “Kendini tanıttırmak için kâinatı, bu kadar hadsiz masraflarla, baştan başa hârikalar içinde yaratan ve binler dillerle kemalâtını söylettiren, elbette kendi sözleriyle dahi kendini tanıttıracak.”

Bu söz, bir zorunluluğu, bir hikmeti, bir zarureti ifade eder. Gelin birlikte bu zarureti tefekkür edelim:

  1. Kâinat Bir Kitapsa, Kur’ân O Kitabın Tercümesidir

Kâinat kitabını okurken akıl bazen duraksar, şaşırır, karışır. Güneşin doğuşu onu hayrete düşürür ama amacı nedir, nasıl yorumlanmalıdır? İşte burada, kâinatın Yaratıcısı, kendi kelamıyla devreye girer: Kur’ân.
Kur’ân, “Bu gördüğünüz âlemi ben yaptım. Sebepsiz değil, gelişigüzel değil. Her biri benim ismimi, sıfatımı anlatıyor” der.

Kâinatın dili mecazdır; Kur’ân onun mealidir. Kâinatın yaratılışı Allah’ın kudretinden haber verir; Kur’ân ise onun kelâm sıfatından. İkisi birleşince insan hem kalbiyle sever, hem aklıyla inanır.

  1. Kendini Tanıtmak İsteyen, Bizzat Konuşur

Bir ressam resmini sergileyip ortadan kaybolsa, insanlar yalnızca eserden ressamı tahmin eder. Ama ressam gelse ve dese ki: “Bu tabloyu ben yaptım, bu renkteki derinlik benim şu duygumu yansıtır”, işte o zaman resim anlam kazanır.

Aynen öyle, Allah da kendisini yalnız kâinatla tanıtmadı. Çünkü sadece eseriyle tanınmak, eksik bir tanınmadır. Zatına, sıfatlarına, isimlerine dair bilgiyi en doğru şekilde yalnız kendi verebilir. Bunun için Kur’ân’ı gönderdi, peygamberleri konuşturdu.

  1. Kur’ân: Sanatkârın Kendi Dilinden Bir Tanıtım

Kur’ân, Allah’ın kendisini tanıttığı beyanıdır. Ve her beyanın değeri, sahibine göre olur. Kur’ân’da Rabbimiz sadece “Ben varım” demez; “Benim nasıl bir Zât olduğumu da bilin” der:

Rahmânım, Rezzâkım, Ğafûrum, Alîmim, Hakîmim…

“Her şeyi hikmetle yarattım.”

“Hiçbir şeyi abes yapmadım.”

“İnsanı en güzel surette yarattım.”

“Ve sizi huzuruma alacağım, hesaba çekeceğim.”

Bu ifadeler, yaratıcının sanatkârlığını değil, şahsiyetini ve maksatlarını da öğretir. Yani Kur’ân, sadece emir ve yasak değil; tanıtım, rehberlik ve yönlendirmedir.

  1. Kur’ân Olmasaydı, Kâinat Anlaşılmazdı

Sadece gözle bakan, çiçeğin estetik güzelliğini görür. Ama Kur’ân’la bakan, onun Rahmân isminin tecellisi olduğunu görür. Sadece akılla bakan, yıldızların hareketine hayran kalır. Kur’ân’la bakan ise onun Alîm ve Kadîr olan bir Zât tarafından idare edildiğini bilir.

Yani Kur’ân olmasa, insan kâinatı maddeden ibaret zannederdi. Ama Kur’ân, o maddenin ötesini, gayesini ve sahibini gösterdi.

Özet:

Allah, kendini tanıttırmak için baştan başa harikalarla dolu bir kâinat yaratmıştır. Bu sanatlı yaratılış, onu tanımayı zorunlu kılar. Ancak bu tanıma, en doğru şekilde, sanatkârın kendi kelamıyla olur. Kur’ân, bu anlamda kâinat kitabının tercümesi ve Allah’ın bizzat tanıtımıdır. Kâinatla gösterdiğini, Kur’ân’la konuşturmuştur. Böylece insan aklı ve kalbiyle onu hem tanır, hem sever, hem kulluk eder.

 

 




Varlıkların Sessiz Şehadeti: Kâinatın Diliyle Allah’ı Tanımak

Varlıkların Sessiz Şehadeti: Kâinatın Diliyle Allah’ı Tanımak

“Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın talimiyle ve Kur’an-ı Hakîm’in dersiyle anladım ve iman ettim ki: Nasıl sema, feza, arz, berr ve bahir, şecer, nebat, hayvan; efradıyla, eczasıyla, zerratıyla seni biliyorlar, tanıyorlar ve varlığına ve birliğine şehadet ve delâlet ve işaret ediyorlar. Öyle de kâinatın hülâsası olan zîhayat ve zîhayatın hülâsası olan insan ve insanın hülâsası olan enbiya, evliya, asfiyanın hülâsası olan kalplerinin ve akıllarının müşahedat ve keşfiyat ve ilhamat ve istihracat ile, yüzer icma ve yüzer tevatür kuvvetinde bir kat’iyetle senin vücub-u vücuduna ve senin vahdaniyet ve ehadiyetine şehadet edip, ihbar ediyorlar. Mu’cizat ve keramat ve yakînî bürhanlarıyla haberlerini ispat ediyorlar.”
Şualar

Bediüzzaman Said Nursî’nin bu derin tefekkür dolu cümlesi, bütün kâinatın, en küçük zerreden en büyük semavî varlıklara, velilerden peygamberlere kadar her şeyin Allah’ın varlığına ve birliğine şehadet ettiğini beyan eden müstesna bir hakikati ifade etmektedir.

İnsan bazen inkâr eder, bazen gaflete düşer, bazen de Rabbini görmüyormuş gibi davranır. Oysa o nereye baksa, kime sorsa, neyi incelese; ister taş, ister yıldız, ister bir kalp, ister bir hayvan… her biri ona aynı şeyi söyler:
“Biz Allah’ın sanatıyız! O var, birdir, ezelîdir, ebedîdir.”

Bediüzzaman bu hakikati veciz bir ifadeyle şöyle dile getirir:

> “Nasıl sema, feza, arz, berr ve bahir, şecer, nebat, hayvan; efradıyla, eczasıyla, zerratıyla seni biliyorlar, tanıyorlar ve varlığına ve birliğine şehadet ediyorlar…”

Bu cümleyle beraber hakikatin üç büyük şahidi ortaya çıkıyor:

  1. Kâinatın Zikri: Zerreden Yıldızlara Şehadet

Bütün varlıklar, ne olduklarını bilmiyor olabilirler ama ne için yaratıldıklarını bilir gibi davranırlar. Güneş doğar, ağaç meyve verir, arı bal yapar, bulut yağmur indirir. Sanki hepsi “Benim sahibim var” dercesine hareket eder. Onlar konuşmaz ama fiilleriyle bağırırlar:
“Biz tesadüfen değil, ilimle, kudretle yaratıldık!”

Bu sessiz şehadet, semâvâtın enginliğinde de, toprağın koynunda yeşeren küçücük bir çiçekte de aynıdır. Atomdan galaksiye kadar her varlık, bir delildir. Zira eseri görüp müessiri inkâr etmek, akla hakarettir.

  1. İnsanlığın Kalbinden Gelen Şehadet

Kâinatın özü hayattır, hayatın özü insandır, insanın özü ise kalbidir. İşte o kalpte yerleşen bir iman nuru vardır ki bütün kâinatı aydınlatır. Ve o nurla insanlar Rabbini bulur. Onların en saf, en temiz, en doğru olanları ise peygamberler, veliler ve ariflerdir.
Bu zatların her biri, Allah’ın varlığına dair mucizelerle, keşiflerle, kerametlerle, ilhamlarla haber verirler. Onların bu haberleri, binlerce kişinin tasdik ettiği icma ve tevatür kuvvetindedir.

Hz. Peygamber (sav) başta olmak üzere, veliler, ârifler ve asfiyalar, hem kalpleriyle hem akıllarıyla Allah’ın varlığını ilan etmişlerdir. Bu da tek bir kişinin şahidinden değil, bütün insanlığın seçilmiş özetlerinin şahadetinden doğan sarsılmaz bir delildir.

  1. Kur’an ve Peygamberin Talimi: Gözlere Gözlük, Kalplere Nur

Bu şehadetleri görmek, anlamak, kalple kavramak kolay bir şey değildir. Gözün göze ihtiyacı olduğu gibi, aklın da bir rehbere ihtiyacı vardır. İşte bu noktada Kur’an-ı Hakîm ve Resûl-i Ekrem (sav) devreye girer.
Onların talimiyle, eğitiminden geçen kalpler artık her şeyi Allah’ın delili olarak görmeye başlar. Çünkü o göz artık nurla bakmaktadır.

Kur’an bir gözlük gibidir; eşyanın hakikatini gösterir. Resûlullah bir öğretmen gibidir; nasıl bakılması gerektiğini öğretir. Onların gösterdiği yolda yürüyen, artık taşın susuşunda da, kuşun uçuşunda da Allah’ı görür.

Özet:

Kâinatın bütün zerreleri, Allah’ın varlığına ve birliğine sessizce ama kesin bir şekilde şehadet eder. Bu şehadeti, Resûlullah’ın talimi ve Kur’an’ın dersiyle anlayan insan; peygamberlerin, velilerin, âriflerin kalp ve akıl yoluyla Allah’a nasıl ulaştığını fark eder. Böylece kâinat kitabı okunur, kalp onu tasdik eder, akıl ise teslim olur.

 

 




Sessiz Şahitler de Dirilecek: Hayvanların Âhiretteki Akıbeti Üzerine

Sessiz Şahitler de Dirilecek: Hayvanların Âhiretteki Akıbeti Üzerine

“Hayvanların ruhları bâki kalacağı ve Hüdhüd-ü Süleymanî (as) ve Neml’i; ve Naka-i Salih (as) ve Kelb-i Ashab-ı Kehf gibi bazı efrad-ı mahsusa hem ruhu hem cesediyle bâki âleme gideceği ve her bir nev’in ara sıra istimal için bir tek cesedi bulunacağı rivayat-ı sahihadan anlaşılmakla beraber; hikmet ve hakikat hem rahmet ve rububiyet öyle iktiza ediyorlar.”
Şualar

İnsan, akıl ve irade ile donatılmış bir varlık olarak âhirete iman eder ve hesap gününe hazırlanır. Peki ya hayvanlar? Onlar da Allah’ın mahlûku değil midir? Onlar da bir hikmetle yaratılmadılar mı? İşte bu sorular, insanı derin tefekküre götürür. Bediüzzaman Hazretleri bu konuda kapıyı aralayan şu ifadeyi kullanır:

> “Hayvanların ruhları bâki kalacağı ve Hüdhüd-ü Süleymanî (as) ve Neml’i; ve Naka-i Salih (as) ve Kelb-i Ashab-ı Kehf gibi bazı efrad-ı mahsusa hem ruhu hem cesediyle bâki âleme gideceği… hikmet ve hakikat hem rahmet ve rububiyet öyle iktiza ediyorlar.”

Bu ifade, hayvanların mahiyeti ve ahiretteki yeri hakkında hem Kur’an’a hem de sünnete dayanan sahih rivayetleri işaret eder. Gelin birlikte bu derin hakikate eğilelim:

  1. Hayvanlar da İlâhî Kudretin Tecellîsidir

Her bir hayvan, Allah’ın bir isminin tecellîsidir. Kimisi Rezzâk ismini, kimisi Halîk ismini, kimisi Musavvir ve Mukaddir isimlerini gösterir. Bu yönüyle her biri bir sanat eseridir. Dolayısıyla hakikatsiz, maksatsız yaratılmamışlardır. Mademki bu kadar kıymetli vazifeleri var, onların da bir karşılığı olmalıdır. İşte bu karşılık, bâkî âlemde vücut bulacaktır.

  1. Bâki Kalacak Ruhlar ve Misalî Cesetler

Her hayvan bu dünyada kendi türü adına bir vazife yapar. Bu vazifenin, âhirette karşılıksız kalması hikmetle bağdaşmaz. Bediüzzaman’ın beyanıyla bazı özel hayvanlar —örneğin Hz. Salih’in devesi veya Ashab-ı Kehf’in köpeği— hem ruh hem ceset olarak bâkî âleme geçecektir. Diğer hayvanlar ise ya ruhlarıyla ya da temsilî birer cesetle orada bulunacaklardır.

  1. Hayvanlar Şahitlik Edecek

Kıyamet gününde, zulme uğrayan koyunun boynuzsuz olanı, kendisini vuran boynuzlu koyundan hakkını alacaktır. Bu sahih hadisten anlaşılıyor ki, hayvanlar da adaletin tecellisine şahit olacaklardır. Onların mazlumiyetleri zayi edilmeyecek. Her canlının, kendi cinsine göre bir muhakemesi olacaktır. Böylece adaletin tam tecellisi sağlanacaktır.

  1. Bediüzzaman’ın Vurguladığı “Rahmet ve Rububiyet”

Allah’ın rahmeti, sadece insana mahsus değildir. O, bütün varlıkları kuşatmıştır. Rububiyeti yani terbiyesi de yalnızca insan üzerinde değil, bütün mahlûkat üzerindedir. O halde, hayvanların da yaratılış gayesi ile çektikleri zahmetlerin karşılıksız kalmayacağı; bir nevi karşılıklarının bâkî âlemde verileceği, rahmetin ve rububiyetin bir gereğidir.

Özet:

Hayvanlar da Allah’ın rahmetiyle yaratılmış, vazifeli varlıklardır. Bazı özel hayvanlar hem ruh hem cesetle bâkî âleme geçecek; diğerleri ise ruhlarıyla devam edecektir. Hikmet, adalet, rahmet ve rububiyet; onların da ebedî bir karşılığı olmasını gerektirir. Ahirette onlar da birer şahit ve hak sahibi olarak diriltilecektir.